Sümbüle

By brkozkn

82 10 4

Hayatını kaybeden bir akraba ve o akrabadan kalan kısa bir mektup. o mektubun sizi nereye götüreceğini anlata... More

Tek Bölüm

82 10 4
By brkozkn

Annem salondan telaşla babama seslendi. Mustafa çabuk gel. Televizyona bak. Şu bizim Mehmet değil mi? Annemin endişeli ses tonuyla babamı çağırdığı sırada ben odamda mezuniyetime bir sene kalmışken ne yapacağımı düşünüyordum. Bizimkilere bir sene içinde mezun olacağımın sözünü vermiştim vermesine de geçmem gereken 15 dersim vardı halen. Bu konuyu onlara hiç açmadan kendi başımın çaresine bakma planları yapıyordum ki annemin sesini duydum o sırada. Ses tonundan ötürü ben de endişelenmiştim. Hızla salona koştum. Annem gözlerini kırpmaksızın, elleri ağzında televizyona bakıyordu. Babam da annemin yanında başını eğmiş bir şeyler mırıldanıyordu. Bu bizim Mehmet. Evet, bu o diyordu. Açık olan televizyona baktım. "El-kaide terör örgütü Amerikan Büyükelçiliğine saldırdı. Üç polisimizin şehit olduğu saldırıda terörist ölü ele geçirildi". Bir ara şehit olan polislerin fotoğrafları gösterildi. Üçüncü gösterilen resim Mehmet'e aitti. Görür görmez tanıdım. Babamın teyzesinin oğlunun üç çocuğundan ortancasıydı. Benden sadece birkaç yaş büyüktü. Bir zamanlar onların kiracısıydık. Aynı apartmanda üst komşularıydık aynı zamanda.

Bu bizim Mehmet. Daha 24 yaşındaydı. Baksana gencecik dedi babam bana bakarak. Neden bana baktı bilmiyorum. Annem ise ağlamaya başlamıştı. Hatta gelip boynuma sarıldı. Sırtını sıvazlayıp ağlama anne diyebildim sadece. Televizyonda bir kez daha şehit olan polislerin fotoğrafları paylaşıldı. Üçü de gülüyordu. Polis olduktan hemen sonra çektirmişlerdi muhtemelen. Bu sefer ilk olarak Mehmet'in resmini göstermişlerdi. Hiç değişmemişti sanki. Kaç yıl olmuştu hâlbuki evlerinden taşınalı. Sen Mustafa abinin oğlusun demi diye sormuştu bana ilk karşılaştığımızda. Uzun boylu, ince yapılı bir tipi, utangaç bir hali vardı. Saçlarını sürekli aynı şekilde sağa yatırır, evden her çıkışında mutlaka küçük kız kardeşi Ayşe'i öper öyle ayrılırdı evden. Ne de tatlı, şirin bir çocuktu Ayşe. Kim bilir nasıl ağlamıştır abisini kaybetmesine.

Bir de sürekli motora binerdi. Motor eski püskü, babasının işe giderken kullandığı bir şeydi. Her an dağılacak gibi dururdu. Ben de binmiştim hatta o motora. Çarşıdan dönerken şans eseri karşılaşmıştık. Gel hadi seni de eve bırakayım demişti. Benden yaşça büyük olmasına rağmen hiç abi diye seslenmedim Mehmet'e. Direkt ismiyle hitap etmeme bozulurdu; ama hiç belli etmezdi bunu.

Annem Mehmet'in annesini arayacağını söyledi babama bakarak. Babamdan bir onay bekliyor gibiydi arayıp aramama konusunda emin olamadığı için. Babam önce aramayalım dedi. Sonra arayalım çok ayıp olur diye fikrini değiştirdi. Ayıp olmasın diye Mehmet'in annesi arandı. Ben olsam aramazdım aslında. Mehmet'in annesinin yerinde olsam kimseyle konuşmak istemezdim.

Telefonu kimse açmaz diyordum ki açan oldu. Çok konuşmadılar. Annem doğru mu dedi. Mehmet'in annesi de ne yazık ki doğru dedi telefonun bir ucundan. Duyabiliyordum konuşmalarını. Annem tekrar ağlamaya başladı. Birkaç cümle daha edilip telefonlar kapatıldı. Ardından televizyon kapatıldı. Hepimizin ağzından bir kez daha Allah rahmet eylesin cümlesi döküldü ve bıraktığımız yerden günlük uğraşlarımıza geri döndük.

O gün akşam arkadaşlarla dışarı çıktım. Gezdik, dolaştık, eğlendik. Mehmet'in artık yapamayacağı her şeyi yaptık. Arada bir Mehmet aklıma geliyordu. Fakat hemen unuttum. Yine geldi, yine unuttum. Eve döndüğümde annem ve babam da unutmuşlardı. İkisi de televizyonun karşısına geçmiş haftalık dizilerini izliyordu. Kim bilir Mehmet'in anne ve babası ne yapıyordu şimdi. Çalan telefonlarına hep aynı cevabı vermekten bıkmış ve yorulmuş olmalılardı. Ben bir şey duydum doğru mu? Evet doğru, gencecik oğlumuzu evlendiğini dahi göremeden kaybettik.

Aylar geçti Mehmet'in ölümünün üzerinden. Mehmet çoktan unutulmuştu bizim evde. Ben ise mezun olmuş, nasıl iş bulabilirim telaşına düşmüştüm. Arkadaşlarım çoktan iş ilanlarına başvurmaya başlamıştı. Ben ise yaz mevsiminin de getirdiği mayışıklıkla uyuşuk uyuşuk evde dolaşıp duruyordum. Annem hiçbir iş yapmadığımdan dem vurup en azından evden dışarı çıkmamı istiyordu. Ayak altında dolanmandan iyidir dedi. Aslında ayak altında bile dolanmıyor sadece yatıyordum.

Sonunda annemle bir anlaşmaya vardık ve bitmeyecek gibi görünen bu tembelliğime son verebilecek bir yol bulduk. Neredeyse ilkokuldan beri atmayıp sakladığım kitap ve defterlerimi kullanılabilirliklerine göre bir kenara ayıracaktım. İşe yarayabilecek olanları benden küçük teyze çocuklarına yollayacaktık. Önce uğraşmam filan desem de benim de aklıma yatmıştı bu fikir. Hem faydalı bir iş yapmış olacaktım. Fakat kilere girip kontrol etmem gereken yüzlerce defter ve kitap olduğunu görünce bir an vazgeçecek oldum bu fikirden. İyi ki de vazgeçmemişim. O defter ve kitap yığınının arasında yeniden Mehmet'e denk gelebileceğimi nereden bilebilirdim.

Neler neler çıktı karşıma o kilerde. Küçükken ne kadar güzel bir el yazımın olduğunu fark ettim mesela. Bilgisayar başında yazmaktan ne de kötü el yazım vardı şimdi. Yedinci sınıfta yaptığım bir kuru boya resmimi buldum. Evimizin arka balkonundan görülebilen manzarayı çizmişim. Hatta bir ara farkında olmadan lise tarih kitabını bile okurken buldum kendimi. Ancak hayatımın en güzel ve buruk sürprizi hiçbir zaman kullanmadığım sekizinci sınıf trafik kitabının arasından çıkacaktı. Bu kitabı Mehmet'ten almıştım. Benden yaşça büyük olduğundan onun artık işine yaramayan ders kitaplarını ben alırdım. Bu kitap da onlardan biriydi. Ancak bu kitabı, trafik diye bir dersimiz olduğu halde hocası olmadığından ötürü hiç kullanamamıştım. Kullanmadığım için de kitabın arasındaki bir mektubu yıllar sonra şimdi fark edebilmiştim. Mektup Mehmet tarafından yazılmıştı. Sümbül'e yazıyordu mektubun başında. Bu, hiç aşk mektubuna benzemeyen bir aşk mektubuydu. Sümbül'e ulaşmamış, bir şekilde bana ulaşmış bir aşk mektubu.

Sümbüle,

Bugün yoktun. Merak ettim seni. Gizem'e sordum neden gelmediğini. Gelmedi işte ne yapacaksın diye tersledi beni. Bir de ağzından bir şeyler kaçırdı. Gelmeyecek artık dedi. Neden gelmeyecekmiş dedim. Cevap vermedi önce. Sonra yine kızdı bana. Beni ne ilgilendiriyormuş. Ne diye durup dururken merak etmişim seni. Halbuki durup dururken merak etmemiştim seni. Ardından babası filan işte, gelmeyecekmiş okula dedi. Anlamadım ne demek istediğini. O yüzden bu mektubu yazmaya karar verdim. Sadece neden gelmediğini sormak için yazmıyorum bu mektubu. Sen gelmeyince bir şey fark ettim. Ben hep senin oturduğun yere bakıyormuşum. Öğretmenleri dinlemiyor hep seni izliyormuşum. Ben aslında hep sana bakıyormuşum. Seni düşünüyormuşum tüm gün boyunca. Uçlarına doğru sarılaşan o kıvırcık saçlarını düşünüyormuşum. Yuvarlak siyah gözlerini, ince uzun parmaklarını, güldüğün zaman dudağının hafifçe yanlara kıvrılışını, sol gözünün altındaki beni, biriyle konuşurken hep yere bakmanı düşünüyormuşum. Geleceksin demi? Hasta olmuş olmalısın. Bu aralar herkes hasta. Dikkat et kendine.

Mehmet,

Mektubu birkaç defa okudum. Mektup kitabın arasında kaldığına göre demek ki Sümbül'e ulaşmamıştı. Ya da Sümbül'e verebilmiş, ama Sümbül tarafından geri iade edilmişti. Ben Mehmet'in mektubu hiç veremediğini düşünüyordum. Mektup apaçık bir aşk mektubu olmasına rağmen, hiçbir yerinde Sümbül'e aşkını ilan etmemişti. Onu sevdiği her kelimesinden belli olduğu halde bir kez olsun seni seviyorum diyememişti. Çok kısa yazmış, utanmış, sıkılmıştı belli ki. Muhtemelen de mektubu hiç veremedi. Ne garip ki şimdi benim elimdeydi.

Sümbül'ü düşündüm günlerce. Mehmet'ten ziyade onu düşünüyordum. Mektubu hiç alamamış mıydı hakikaten. Kimdi bu kız? Belki de şimdi evlenmişti. Nerede, ne işle meşguldü? Evinde çocuklarına mı bakıyor yoksa dışarıda arkadaşlarıyla gezip tozuyor muydu? Mehmet'i öğrenmiş miydi acaba? Günlerce anlamsızca düşünüp durdum bu soruları. Bir yandan da Mehmet'i kıskanmıştım sanki. Birine mektup yazacak kadar sevmemiştim kimseyi ben hiç. Şimdi Mehmet yanımda olsa da anlatsaydı bana nasıl sevdiğini Sümbül'ü.

Bir gün anneme Mehmet'in yaşadığı yere gideceğimi söyledim. Nereden çıktı şimdi bu dedi. Oradaki arkadaşlarımı özledim, hem Mehmetlerin ailesini de ziyaret etmek istiyorum dedim. Önce anlamadı hangi Mehmet'ten bahsettiğimi. Hatırlayınca, unutmuş olmasının getirdiği utanmayla tamam git dedi.

İki gün sonra babamı da çoktan ikna etmiş şekilde bir süreliğine yaşadığım o kasabaya gittim. Birkaç gün kalıp geri dönecektim hemen. İlk olarak Mehmetlerin evine uğradım. Geleceğim haberi önceden verildiği için şaşırmadılar beni görünce. Beni çok güzel ağırladılar ve onları ziyaret etmeme çok sevindiler. Mehmet'in annesi beni görünce ağladı. Ben de ağlamak istedim ama ağlayamadım. Sadece başınız sağ olsun diyebildim. Mehmet hakkında pek konuşamadık. Havadan sudan, benim okulumdan konuşuldu daha çok. Ne iş yapmak istediğim soruldu. Daha düşünmedim dedim. Gerçekten de düşünmemiştim.

O gün orada kaldım. Sabah uyandığımda Mehmet'in annesini balkonda ağlarken buldum. Beni görmemişti. Tek başına balkonda ağlıyordu. Benim gelmemden ötürü mü böyle oldu acaba diye düşündüm. Beni görünce oğlunu mu hatırlamıştı. Bilmiyorum, hiçbir zaman da bilemeyeceğim.

Orada bir gün daha kalıp ayrılmaya karar verdim. Ama önce birini daha görmeliydim. Çarşıda, neredeyse iki saate yakın dolaşıp, tanıdığım tanımadığım herkesle konuşarak sonunda Mehmet'in ortaokuldan bir arkadaşını buldum. Kendimi tanıttım. Akrabasıyım dedim. Bende bir emaneti var şehidimin, sahibini bulmam lazım dedim. Konuşurken başımı öne eğip ağlamaklı gibi konuşmaya çabaladım. Üzülerek kimi aradığımı sordu. Sümbül dedim. Anlamadı. Mehmet'in mektupta tarif ettiği şekilde tarif edip Sümbül işte sizin ortaokul arkadaşınız dedim. Birkaç saniye yüzüme baktı. Tamam, gel seni götüreyim dedi. Emanetin ne olduğunu sormadı bile.

Bu evde mi yaşıyor dedim. Yarım saat yürüdükten sonra eski ahşap bir eve ulaşmıştık. Evet burada yaşıyor; ama çok kalma, evlidir, söz olmasın sonra dedi. Allah'a emanet deyip beni tek başıma bıraktı.

Demek bu evde yaşıyordu. Acaba kocası evde midir diye düşündüm. Evdeyse mektubu nasıl verecektim. Eğer kocası evdeyse Mehmet'in polis arkadaşıyım. Bütün arkadaşlarıma selam söyle demişti, son dileğini yerine getirmeye geldim diye bir yalan atmaya karar verdim. Bunu söyledikten sonra ne diyebilirdi ki bana.

Dememe gerek kalmadı. Kapıyı bir kadın açtı. Biraz çekinerek buyurun, kime baktınız diye sordu. Sümbül Hanıma bakmıştım dedim. Sümbüldü karşımdaki. İsmini benden duyunca daha da bir çekindi. Mehmet'in mektubundaki gibi gözlerini yere kaçırıp Sümbül benim dedi. Size Mehmet'ten bir mektup getirdim lütfen vermeme izin verin dedim. Birden gözlerini bana dikti. O an fark ettim gözlerinin çok güzel ve sol gözünün altında bir beninin olduğunu. Tek kelime etmeden kapıyı ardına kadar açıp içeri buyur etti beni. Mehmet kim oluyor, ne mektubu diye sormadı bile. Sadece içeri girdiğimde kapının açık kalmasını söyledi. Anladım ki bir laf gelmesinden korkuyordu. Aslında evine değil evin genişçe bahçesine buyur etmişti beni.

Mektubu cebimden çıkarıp Sümbül'e uzattım. Zarfa filan koymadan olduğu gibi verdim. Mektubu sakince okudu. Okurken ki mimiklerini göremiyordum başını eğdiğinden ötürü. Birazdan ağlamaya başlayacak diye beklemiştim ki ağlamadı. Hatta beklediğim hiçbir tepkiyi göstermedi. Mektubu geri bana uzattı. Mehmet okul arkadaşımdı. Allah rahmet eylesin çok iyi bir insandı dedi. Kocası birazdan gelebilirmiş o yüzden çıkmamı ima etti nazikçe. Bunları yine yere bakarak söylemişti. Konuşurken gözlerini göremedim. Teşekkür edip ayrıldım oradan. Elimde mektup boş boş dolaşmaya başladım mahallede. Herkes bana bakıyordu. Kim bu yabancı adam diye düşünüyorlardı. Sümbül'ün evinde ne işi var diye içleri içlerini yiyordu muhtemelen. Ben ise kimseyi umursamadan Sümbül'ü düşünüyordum. Neden böyle vurdum duymazca davrandığını merak ediyordum. Ama ne yapacaktı ki başka. Mektubu alıp boynuma mı sarılacaktı. Mehmet'i ben de çok seviyordum mu diyecekti. Evli barklı bir kadındı sonuçta. Ne yapmasını bekliyordum ki.

Bu şekilde dolanıp dururken bir ara kafamı kaldırdım. Farkında olmadan yine dönüp dolaşıp Sümbül'ün evinin önüne gelmişim. Artık bir sıkıntı çıkmadan buradan ayrılayım diye karar vermiştim ki bir erkek çocuk çıkıverdi karşıma. Gülümseyerek bana baktı. Meğerse önünde duruyor yolunu engelliyormuşum. Geri çekilip yol verdim. Ne büyük tesadüf ki Sümbül'ün oğluymuş. Kapıyı çalıp anne diye seslenmeye başlayınca anladım. Mektubu çocuğun eline tutuşturup kaçsam mı diye bir fikir geldi aklıma bir an. Ama nasıl olduysa adın ne diye soruverdim fikrimi gerçekleştiremeden. Yine gülümsedi. Napcan dedi dalga geçer gibi. Hiç dedim merak ettim işte. Söyle adın ne bakim? Gülmeyi kesip annesi gibi yere baktı:

- Mehmet benim adım napcan ki!

Continue Reading

You'll Also Like

2M 96K 54
"Eksiklerimiz kusurlarımız değildir." Ailem beni hep bunu söyleyerek büyütmüştü. Eksikleri olan insanları dışlamamayı, onları sevmeyi öğretmişlerdi...
3.5M 199K 36
Kız kardeşinin hatası yüzüden ceza alan ve ailesinden veto yiyen Rojbin, parasız pulsuz bilmediği bir şehre sürgün edilir. Tabi bu sürgüne ek deli do...
336K 6.6K 38
"Bu bir rolden ibaretti. Her şey yalandan kuruluydu. Sen benim için bir hiçtin." ... "İste öleyim, iste yok edeyim. Ama benden git deme." "Bu hikaye...
24.7K 2.1K 21
Gözlerimi kırpıştırdım. Bu bir çeşit şaka mıydı? "Sen kimsin?" "Reyna Hodwick," parlak yeşil teni ve küçük kel bir kafası olan zayıf kıza istemsiz...