Brotherhood | [Türkçe Çeviri]

By bitterthesweet

14.3K 1.4K 2.2K

[Yoonmin・ Vhope] Yedi genç, berbat hayatlarını geride bırakıp büyümeden önce son bir kez yolculuğa çıkar. ・ O... More

Giriş
Bölüm 1: Güvercin Çocuk
Bölüm 2: Zıpla!
Bölüm 3: Tak tak, prenses?
Bölüm 4: Kötü Örnek
Bölüm 5: İç Çamaşırsız
Bölüm 6: Bahşiş
Bölüm 7: Sikeyim Seni
Bölüm 8: Önerilen Dozaj
Bölüm 10: Feleğin Çemberinden Geçmek
Bölüm 11: Hippi Karşıtı
Bölüm 12: Bakire 150
Bölüm 13: Bariz
Bölüm 14: Şamandıra Değil, Çapa
Bölüm 15: Kemikleri ve Ses Duvarını Kırmak
Bölüm 16: Olan Oldu
Bölüm 17: İşaretleri Takip Et
Bölüm 18: Ben Yanındayım Dostum
Bölüm 19: Şişe
Bölüm 20: Uyan
Bölüm 21: Yardım
Bölüm 22: Ruhum Var Benim
Bölüm 23: Küçük İstek
Bölüm 24: Yakala Beni
Bölüm 25: Demiryolu Çocukları
Bölüm 26: Biz Tamamen Savaştık [Final]
2. Kitap: Testament of Youth

Bölüm 9: Boş Konuşma Şeyleri

392 49 140
By bitterthesweet

Ç/N:

Kafamı dağıtmak için bu bölüm iyi geldi, umarım size de gelir :') İyi okumalar~

***

NAMJOON YATTIĞI YERDEN YANA döndüğünde kısa bir anlığına yatağından yuvarlanıp yere düşeceğini sandı, ama düşmedi. Kafası gerçekten bir şeye çarptı ama otel odasının halı zemini değildi, soğuk ve metalik bir şeydi. Üstünde yattığı zemini eliyle yokladı ve sonra nerede olduğunu hatırladı, nerede olduklarını. Trenin içindelerdi, sadece normal yolcular gibi değildiler çünkü onlar için bu fazla sıradan olurdu. Serseriler veya korsanlar gibi kaçak bir şekilde yük vagonunun içine atlamışlar ve geceyi orada geçirmişlerdi, Tom Sawyer'ın maceralara çıkan ayak takımı gibi. Hayır, diye düşündü gülümseyerek, biz daha çok Demiryolu Çocukları'yız. Bu düşünce onu kendi kendine güldürünce artık gözlerini açmaya karar verdi ve etrafına bakındı.

Namjoon açık kapının yanındaki duvara yaslanmış uzanıyordu ve kafasını çevirip bakmadan göremeyeceğini düşünse de açıklıktan giren ve içeriyi aydınlatan güneş ışığıyla sabah olduğunu anladı. Dün akşamın aksine etrafı tamamen görebiliyordu artık, karanlık köşeler yoktu. Oturmak için kalktı ve yana dönüp gece boyunca yastık olarak kullandığı valizine baktı. Kafasını koyduğu yerde hafif bir çukurluk olmuştu, kumaş derine göçmüştü. Uzanıp eliyle düzeltti ve sonra dönüp vagonun içine baktı. Zemin metaldi ve tozluydu, sadece oturdukları veya yattıkları birkaç yer temizdi ve bu da kıyafetlerine bulaşmış demekti. Kendi ellerine baktığında tozla kaplandığını ve avucundaki çizgilerin kirlendiğini gördü, o yüzden hafifçe ellerini kotuna sildi ve sonra ağır göz kapaklarını ovaladı. Esnedi ve omuzlarını birkaç kere çevirerek kaslarını gevşetmeye çalıştı. Boynu biraz tutulmuştu ama şaşırmadı, zaten çok rahatsız bir pozisyonda yatmamıştı. Kafasını döndürebilmesi bile bir mucizeydi. Vagonun duvarları oluklu levhalardan oluşuyordu, dümdüz değildi ve market rafları gibi bazı uzun çıkıntıları vardı. Boyasız ve paslanmış bazı kısımları küflenmiş gibi gözüküyordu, vagonun çok eski olduğu için mi böyle olduğunu yoksa yeni ama sık kullanılmaktan mı aşındığını söylemek güçtü. Muhtemelen zemindeki tozlar ilk ihtimali doğruluyordu ama Namjoon emin olamadı.

Arkadaşları onun sağ tarafından vagonun karşısına kadar uzanıyordu ve uyuyor gözüküyorlardı. İpe dizilmiş gibiydiler; çantalar ve valizler yastık olarak kafalarının altında, haki renk montlar ve siyah hırkalar sadece kafalarını açık bırakacak şekilde battaniye olarak üstlerindeydi. Seokjin sağ baştaydı, duvara dönük uzanıyordu ve açık kahverengi saçları çantasına yayılmıştı. Yanında Jungkook vardı, ceketini paylaşabilmek için onunla sırt sırta uzanmışlardı. Seokjin'in aksine koyu renk olan saçları muhtemelen uykusunda çok kıpırdandığı için darmadağınıktı. Onun yanında sırtını ona dönmüş Jimin vardı, kafası hafifçe eğikti ve bir kolu Yoongi'nin ceketinin altından dışarı sarkmıştı. Uykusu derin gözüküyordu, yumuşak nefes alıp verişleriyle göğsü kalkıp iniyordu. Sonra ona dönük uzanmış Yoongi vardı. Üzerinde örtülmüş bir şey yoktu ama o sırada vagon soğuk değil hatta ılıktı. Genç adamın kolları göğsünde birleştirilmişti, teninin rengi üzerindeki beyaz tişörtten pek farklı değildi. Açık kapıdan gelen güneş ışığı suratına düşüyordu ve kırmızı saçları neredeyse parlıyor gibi gözüküyordu. Onunla diğer duvar arasında biraz boşluk vardı ve diğer iki oğlan gruba uzakta yatıyordu. Namjoon kafasını çevirdi ve tam karşısındaki köşede durduklarını gördü. Öbür türlü olsa sığmayabilirlerdi o yüzden neden orada yattıklarını anlıyordu. O zaman aynı arabada oldukları gibi sıkış tıkış yatmak zorunda kalırlardı ve-

Araba.

Namjoon derin bir nefes aldı ve ağırca gözlerini kapatırken geri üfledi. Araba, şu an içinde olmaları gereken ve yollarda yürüyüp boşuna zaman ve enerji harcamayacakları aptal araba. Kahrolası aptal araba şimdi bilinmeyen bir yere bırakılıp terk edilmişti ve bir ceset gibi çürümeyi bekliyordu. Gerçekten ilk bakışta gayet iyi gözükmesine rağmen sadece bir gün dayanabildiğine inanamıyordu. İçi de dışı da işe yarar gibiydi ama anlaşılan yanılmıştı. Böyle düşündüğü için kendini aptal hissetti, umutlu olduğu ve hatta biraz heyecanlı olduğu için. En azından şehre kadar gidebileceklerini düşünmüştü ve ondan sonrası çok da sorun değildi. Belki de çalıntı bir arabayla polislere yakalanma dertleri kalmamıştı artık. Ama yine de...

Gözlerini tekrar açtı ve dizlerinin üzerine kalkarak eğilip açık kapıdan dışarıya baktı. Çayırların yollara daha çok yer vermeye başladığını gördü, dünün aksine ağaçlar ve çiftlik manzarasının yerini otoban ve tüneller almıştı: yeşil ve sarı otlar gri beton ve siyah asfaltla yer değiştirmişti. Tren rayların üzerinde gidiyordu ve uzaklarda bazı arabaları görmesiyle gözden kaybolmaları bir oldu, arabalar onlardan daha hızlı gidiyordu. Gökyüzü birkaç gündür ilk defa bulutlarla doluydu ve yukarı baktığında bir uçağın bulutların arasında, arkasında beyaz izler bırakarak uçtuğunu gördü. Bir anlık onu seyrettikten sonra bakışlarını yine önüne indirdi. Etraf boşalmıştı ama birazdan yine arabalar ve kamyonlar her zamanki trafiğine başlardı. Geri yerine oturup hala dışarıyı gözlemlemeye devam ederken arkasından yüksek bir inleme sesi duydu. Şüphesiz, Yoongi uyanmıştı. Arkasına dönüp bakma ihtiyacı hissetmedi ve dışarıyı seyretmeye devam etti, bir an sonra genç adam onun yanına gelip oturdu.

"Bugün günlerden ne, biliyorsun değil mi?"

"Şu an hangi yılda olduğumuzu bile bilmiyorum," Namjoon yanıtladı ve arkadaşı bacaklarını aşağı sarkıtırken güldü. "Hangi gündeymişiz?"

"Pazartesi," Yoongi iç çekti. "öldür beni."

"Dert edeceğin bir pazartesi vardiyan yok," dedi ve arkadaşı bunun üzerine biraz düşünüp omuz silkti. "Sadece... başka şeyler var tabii."

"Bir saat önce falan uyandım," arkadaşı cebinden sigara paketini çıkarırken söyledi. "o zaman hala çayırların yanından geçiyorduk ve tahmin et ne yaptım?" bir çubuğu dudaklarının arasına alıp çakmağına uzandı ve Namjoon o saate kadar kaç tane içtiğini merak etti. "İşemem gerekiyordu...çok fena, o yüzden ben de 'Aaa burada açık bir kapı var' dedim." Sigaranın ucunu yaktı ve tutuşması için hızlıca içine çekti, bir saniye sonra ağzının kenarından dumanını üfledi. "Sonra...fermuarımı açtım, kendimi rahatlamaya hazırladım ve..." Yoongi çubuğu ağzından çıkardı ve dramatik bir şekilde durdu. "Rüzgar hepsini geri üstüme sıçrattı."

"Hadi canım," Namjoon kahkahayı bastı.

"Rüzgara karşı işemek, bu deyimi artık anlayabiliyorum." Arkadaşı dudaklarını ıslattı ve sigarayı geri yerleştirdi. "En azından duşumu almış oldum, hm?" Namjoon sırtına vurunca o da sırıttı.

"Demek dersini aldın." Yoongi kafasını onaylayarak salladı ve bir dakikalık sessizleşti, sadece açık kapıdan dışarı baktı. Namjoon birkaç saniye onun suratını inceledikten sonra omzunun üstünden dönüp hala uyuyan arkadaşlarına baktı, önceki pozisyonlarıyla aynı halde uzanıyorlardı. Sonra sorusunu sorarak tekrar önüne döndü. "Sen iyi misin?"

"Joonie...eğer duymaman gereken bir şeyi duysaydın, önemli bir şeyi, bana söyler miydin?"

"Evet, eğer önemli bir şeyse kesin söylerdim. Neden soruyorsun?" Yoongi hafifçe kıpırdandı ve kafasının içinde bir şeyler düşünüyormuş gibiydi. Sigarasını çıkarıp külünü silkeledi ve elini saçlarından geçirdi.

"Gece çocukların konuştuğunu duydum, Tae ve Hoseok," arkadaşı neredeyse fısıldayarak sessizce söyledi. "İsteyerek dinlemedim ama uyuyamıyorum biliyorsun, ve gözlerimi kapattığım gibi kulaklarımı da kapatamıyorum sonuçta. Tae onu görüp yanına gidince konuşmaya başladılar, önce Hoseok çantasında bir şey arıyordu, şey, ah..."

"Ne?"

"Haklıydım." Yoongi iç çekti. "Oteldeki ilk gece, hatırladın mı? Haplar hakkında, haklıydım."

"Prozac?"

"Xanax."

"Kahretsin," Namjoon bir an ona ve yanan sigara ucuna bakakaldı, sonra dönüp uyuyan oğlana. Hoseok sırt üstü yatmış ve kafasını yana çevirmişti, suratı tam gözükmüyordu çünkü Taehyung kapatıyordu, annesine muhtaç bebek bir yavru gibi ona yapışmıştı. Uyurken o kadar huzurlu gözüküyordu ki onun antidepresanlarla boğuşan aynı kişi olduğuna inanası gelmiyordu. Gözlerini tekrar Yoongi'ye çevirdi. "Başka bir şey duydun mu? Neden onları aldığını?"

"Ben...ah," Yoongi çubuğu bir kenara attı. "Söylemedi. O kısmı kendimiz bulmalıyız sanırım." Bileklerinin üzerine yaslanarak iç geçirdi. "Hatta Jin'e bırakalım, o dedektiflik şeylerinde iyidir."

"Mmmm...neyde iyiyimdir?" Uykulu ve ağır bir ses arkalarından sordu.

"Boş konuşma şeylerinde." Yoongi bir an düşünmeden cevapladı.

"O dediğin Tae olmasın?" Namjoon iki arkadaşına bakarken Seokjin yavaşça oturdu. Saçları dağınık, gözleri uyumaktan şişmişti ve buna rağmen herkesten daha iyi görünüyordu. Jungkook yanında kıpırdandı, gözlerini bir an açıp kapattıktan sonra uykulu bir şekilde inleyip Seokjin'in üstündeki ceketi tamamen kendi üzerine çekti.

"Onu uyandırma, birkaç dakika daha sessizliğin tadını çıkaralım," dedi Namjoon ve Seokjin saçını düzeltmeye çalışırken güldü. "'Macera'ya devam etmeden önce."

"Ben hep maceralar prenses ve ejderhalardan ibaret sanırdım."

"Sen varsın ya," Yoongi sırıtarak açıkladı, "Jinderella."

"Ah, sen de ejderha oluyorsun o zaman? Sonunda neden ağzından duman çıkıp durduğunu anladık."

"Küçükken hep ejderha olmak isterdim," dedi arkadaşları, "ve insanlar bana gülerdi ama şimdi onlara sesleniyorum, duydunuz mu? Ben bir ejderhaymışım." Seokjin ayağa kalktı ve yanlarına gelip oturmadan açık kapının önünde dikildi. Birkaç saniye sonra onlara şu an tam olarak nerede olduklarını sordu ama ikisi de bir şey diyemeyip boş boş açık kapıdan baktılar. Namjoon kol saatine bakmak için hırkasının kolunu çekti ve 11:34 olduğunu gördü. Aniden on iki saatten fazla süredir uyuduklarını fark etti ve ağzı beş karış açıldı.

"Lanet olsun, şimdiye Fransa'ya bile varmış olabiliriz, çocukları kaldırın." Dizlerinin üzerine kalktı ve emekleyerek valizinin yanına gitti. "Hemen, şimdi trenden tüymeliyiz."

"Tüy mü? Kim tüylenmiş?" Jimin sersemce kalkıp gözlerini kısarak onlara bakarken sordu. Namjoon buna sadece sırıtabildi ve çantasını omzuna alırken diğer iki oğlanı uyandırmaya gitti. Hafifçe Taehyung'un botuna vurarak uyandırmaya çalıştı. Oğlan ani bir hareketle uyanıp kafasını Hoseok'a çarptı ve onu da uyandırdı.

"Tanrım Tae, lanet kafan niye bu kadar sert?" Hoseok inleyerek çenesini ovuşturdu.

"Şu an sert olan tek şey o değil," Taehyung nefesinin altından mırıldandı ve parmaklarıyla kendi gözünü açmaya çalıştı. "Neler oluyor, kim öldü? Seokjin'se şaşırmam, kalbi eskisi kadar güçlü değilmiş." Oğlan uyanalı üç saniye olmuştu ama esprileri çenesinden dökülmeye başlamıştı bile. Jungkook buna sırıttı ve battaniye olarak kullandığı en büyüklerinin ceketini bir pelerin gibi etrafına sardı.

"Ağzın gözün dağılmış," Jimin botlarından birinin bağcığını düzeltirken yorum yaptı. "O soju şişesi kötü bir fikirmiş gibi görünüyor, hmm?"

"Evet, tipim kaymış ama sen anneni hiç gördün mü?"

"Babanı mı demek istedin?" Jungkook düzeltti ve vagon gülme sesleriyle doldu.

"Eh...ikisi de." Taehyung her zamanki gibi tüm dişlerini göstererek sırıtırken söyledi. "Hayır ciddiyim, neler oluyor?"

"Olan şey şu ki," dedi Namjoon, bir yandan sırt çantasını takan Hoseok'u izlerken. Artık bir sır olmayan hapları bulunduran sırt çantasını. "on iki saatten fazladır bir yük treninde uyuyoruz ve hala hareket ediyor, bu da muhtemelen şu an Busan'a kadar olan tüm yolu gitmişiz olabiliriz demek. Umarım birkaç kere durmuştur yoksa şu an tüm ülkeyi yarılamış olma ihtimalimiz var."

"On iki saat?" Yoongi'nin kaşları dağınık saçlarının altından kalktı, gözlerini komik bir şekilde kocaman açtı. "Siktir."

"Dalga geçmiyorum, keşke geçseydim, son durakta durmadan önce bu şeyden inmeliyiz. Hadi." Taehyung huysuz sesler çıkararak ayağa kalktı ve vagonun içinde ilerleyip açık kapıdan eğildi. Trenin o kadar da hızlı gitmediğini gördükten sonra zıpladı ve bir güm sesiyle raylara indi. Yoongi onu takip etti, atlamaktan ziyade kayarak indi ve sonra Seokjin'in attığı bavulu yakaladı. Namjoon da kendini hazırladı ve atladı. Bir yada iki adımlık mesafe havada kaldıktan sonra yere inmişti bile. Darbenin titreşimlerinin dizlerine ulaşıp ağrıttığını hissetti. Raylardan birkaç adım attıktan sonra döndü ve Seokjin'in vagondan indiğini gördü. Sonra Jungkook geldi ve Hoseok açık kapıdan hepsine bakarak eğildi.

"Beni de çantam gibi düşürecek misin?"

"Tutacağım!" Oğlan kollarını kocaman açarak cevapladı. Diğeri güldü ve Jungkook'un kucağına doğru zıpladı, yere inince kendini toparladı ve sonra bir mirket gibi Jimin'in kafası kenardan çıktı.

"Boynumu kırmadan önce beni yakalamak isteyen var mı?!" diye bağırdı ve hepsi gözlerini devirdiler ama dediğinin doğru olabileceğini de düşünüyorlardı. Bu sefer kendinden küçüklere kalmadan kendisi lafını söylemişti.

"Boynunu falan kırmayacaksın!" hepsi rayların üstünde hızlıca yürümeye devam ederken Yoongi itiraz etti ve Jimin tekrar onlara bakmadan önce bir an yere baktı. "Hadi, sadece zıpla!"

"Yapabilirsin Gerzek Kıç!" en küçükleri destek amaçlı bağırdı. Taehyung da aynı tezahüratı tutturup yumruklarını havaya kaldırdığında Yoongi onların birkaç adım önüne geçip hızlandı ve atlaması için kollarını uzattı. Jimin biraz tereddüt etti ve zıpladı, aslında yardıma ihtiyacı yoktu. Genç adam onu yakaladıktan sonra sabitlemek için omuzlarından tuttu ve oğlan ona minnettarca gülümsedi.

"Ben buna...altı puan veriyorum." dedi Taehyung, herkes ikisine doğru yürürken. "Güzel gösteriydi ama iniş kısmına biraz daha çalışmalısın."

"Direkt senin üzerine inmeliydim."

"Seni o kostümlerin içinde görmeyi isterdim aslında, ne diyorlardı adına?"

"Leotart." dedi Hoseok bıkkınca.

"Evet, bir leotart." Taehyung sırıtarak tekrar etti. "Şirin bir tane, parlak ve dar."

"Lütfen fantezilerini kendine sakla."

"Pft, sanki sen de görmek istemezdin Yoongi," oğlan itiraz etti, o sırada Namjoon bavulunu düzeltip yere koymuştu ve etrafa göz gezdiriyordu. Ana yol sağlarında, raylar sollarındaydı ve tren ufukta gittikçe uzaklaşarak minik bir nokta haline dönüyordu. Kafalarının üstündeki bulutlar gibi beyaz dumanlarını yayarak yavaşça ilerliyordu. Tam önlerinde arabalarla dolu bir otoyol vardı, yanlarından hızlıca gürültülü motorlarıyla ve bazen kornaya basarak geçiyorlardı. Şehrin girişine bir yada iki kilometre uzakta olmalıydılar ve tabela var mı diye etrafa baktı ama göremedi. "Pembe ve simli, üstelik kenardan tatlı minik poposunu görebileceğiniz kadar küçük bir kostüm."

"Ah tanrım!" Jungkook isyan etti. "Şimdi ben de hayal ediyorum!"

"Nerede olduğumuza dair bir fikri olan?" Seokjin kafa karışıklığıyla sordu, konuyu Jimin'in poposundan başka bir yere çekmeye çalışarak. Namjoon da dönüp biri cevaplayabilecek mi diye baktı ama etrafta hiç ipucu yoktu. Tek işaret bir reklam panosuydu, yeni bir araba modelini tanıtıyordu: gıcır gıcır, siyah ve sizi yolun ortasında bırakmayacak bir tanesini. "Yoksa bu da eğlencenin bir parçası mı?"

"Ne zaman bir şeyler ters gitse aniden 'eğlence'nin bir parçası oluyor," Hoseok grubun gerilerinden bir yerden homurdandı. "Bence bunu tartışmalıyız."

Namjoon gözlerini önündeki reklam panosundan çekip ufuktaki şehre çevirdi. Her zamanki camdan gökdelenler, ılık gökyüzüne uzanan parmaklar: radyo kuleleri ve diğer henüz adlandıramadığı büyük yapılar. Karanlık çökünce hepsi parıldamaya başlayacaktı. Gözüne diğer şehirlerle aynı gözüküyordu, Seul'den bir farkı yok gibiydi, ve bu da hangisi olduğunu bakarak anlayamayacakları anlamına geliyordu. Ülkenin haritasını alıp parmağıyla rastgele bir yeri seçse doğru tahmin etme ihtimali daha yüksekti.

"Nerede olduğumuzun bir önemi var mı?" dedi Taehyung sırt çantasını düzeltirken.

"Evet," Jimin cevapladı. "Bir zahmet." Ama diğer oğlan ona neden bir cevabı yokmuş gibi gözüktüğünü sorduğunda sadece boş boş baktı.

"Önemi var," Yoongi onun adına açıkladı, "çünkü bir noktadan sonra geri Seul'e dönmek zorundayız Tae. Oysa şu an hangi cehennemde olduğumuza dair bir ipucumuz bile yok." İyi bir noktaya değinmişti ve bir an durup devam etti. "Bence sen geride, Seul'de, belalı oğullarını bekleyen birkaç çift ebeveyn olduğunu unuttun."

"Daha yeni biraz huzura ermişlerdi," Namjoon dalga geçti. "Bence hepsi de beklemiyordur..."

"Bak, buraya trenle geldik ve trenle geri döneceğiz değil mi?" dedi oğlan ve bu şimdiye kadar yapılan en mantıklı çıkarımdı, Namjoon bunu önceden düşünmediğine inanamadı. Jungkook alayla ona tren rotalarını bilip bilmediğini sordu. "Çok komik, sence? Hayır, ama kıçlarımızı sorunsuzca taşıyacağız. Biletlere para ödemek zorunda kalmadan. Sadece beyninizi kullanın ve Seul'e kolayca gidelim, çocuk oyuncağı."

"Bundan şüpheliyim..." Yoongi nefesinin altından homurdandı.

*

Yeni şehrin eteklerine varmaları birkaç dakika dümdüz yürümelerinden sonra oldu. Namjoon saymamıştı ama eğer biraz daha trende kalsalardı yürüyerek geçirecekleri zamanı yarıya indirebilirlerdi. Tabii bir an önce inip belayı beklemeden kaçmak daha akıllıcaydı. En son ihtiyaçları olan şey son durakta inip bir görevliye gizlice bindiklerini yakalatmaktı. En azından şehrin dışına peşlerinde koşan bir güvenlik görevlisi olmadan gelmişlerdi. Yürürlerken çok da uzun olmayan bir süre önce vagonda Yoongi'nin dediklerini düşündü: Hoseok ve ilaçları hakkında. Taehyung'u da katarlarsa bunu bilen üç kişi olmuş oluyorlardı, eğer diğer ikisi çoktan bilmiyorsa. Acaba Seokjin'e de söylemeliler miydi? Oteldeki gece o kadar tartışmalarından sonra...ona da söylemeleri adil olurdu ama bunu yapmaya hakları var mıydı? Yoongi zaten bilmemeliydi bile, çocukları konuşurken duyması tamamen kazaydı ve bunun hakkında bu kadar rahat konuşmamalıydılar. Aynı zamanda arkadaşlarının, Hoseok'un üstünde hissettiği baskıdan haberleri olması gerektiğini hissediyordu. Bu durumu onlardan gizleyerek taşımak kolay değildi ve boşuna omuzlarında yük olmasına gerek yoktu.

Onlar ilerledikçe etrafları değişmeye başladı, otoyollar genişledi ve kaldırımları olan yollara dönüştüler. Ama Namjoon o kadar düşüncelerine dalmıştı ki bunu fark etmedi bile, sadece kendi adımlarını izliyordu; sağ, sol, sağ, sol, Taehyung'un izinden, bağcıkları her tabanları yere değdiğinde dans ederek. Öyle bihaberdi ki durduklarını fark etmedi ve önündeki Jungkook'a çarptı.

Sendeledi ama düşmedi, ve kafasını kaldırdığında arkadaşlarının kaldırımda ifadesiz bir şekilde durduğunu gördü. Bir saniyelik onlara şapşalca baktı ve sonra bir şeye baktıklarını fark etti, bakışlarını takip ettiğinde alçak bir tabela gördü. Yazıyı okudu ve şaşkınca kaşlarını kaldırdı.

"Wonju," dedi Jimin sessizce, her bir heceyi ayırarak telaffuz ederek, sanki hiç böyle bir kelime duymamış gibi. "Wonju'ya hoş geldiniz, nüfus: 327,000..."

"Wonju," Seokjin şehrin adını tekrar etti ve sonra iki kere göz kırptı. "Nerede olduğumuzu biliyorum."

"Lanet olası Gangwon'dayız."

*

Yolun kenarında gördükleri yüksek otların aksine oturdukları çimenlik tümsek mükemmel bir şekilde biçilmişti. Yapraklar çok kısaydı ve yeşil iğneler gibi gözüküyordu, avucunu üzerilerine bastırdığında elastik olduklarını hissetti. Gerçek çimenin aksine kauçuktan yapılma gibiydiler hatta renkleri fazla parlaktı, fazla estetik duruyorlardı ama yine de gerçek olduklarını biliyordu. Namjoon kendini büyük bir dikkatle bunları incelerken buldu çünkü yapacak başka bir şeyi pek yoktu. Toprak Seul'dekinin aynısı gibi gözüküyordu, aynı şekilde de kokuyordu ama çocukluğuna götüren kokudan bir şekilde farklıydı.

Hala zihninde netti, geniş siyah harflerle şehrin nüfusunu ve adını yazan tabela. Yanından geçen herkes muhtemelen sadece bir bakış atıp umursamadan yola devam etmişti ama onlar için kesinlikle daha fazlasını ifade ediyordu: bir vahiy gibi inmişti. Sanki daha önce hiç bir şehir tabelası görmemiş gibi ağızlarını beş karış açarak karşısında dikilmişlerdi ve Seokjin en düz sesiyle onlara Gangwon'da olduklarını anons etmişti. Gangwon, ülkenin yüzlerce ve yüzlerce kilometre ötesinde ve muhtemelen onların kendilerini bulmak istemeyeceği bir yerdeydi. Çünkü Namjoon uyandıklarında belki bir şehir veya en kötü üç şehir uzaklaşmış olacaklarını beklemişti ama tren vagonundan atlayınca kendilerini tamamen farklı bir bölgede bulacaklarını düşünmemişti. Böyle saçma bir pozisyona düşmelerini engellemediği için başını taşlara vurmak istiyordu ama yapamazdı; 'macera'nın başlangıcından beri yeterince kendine kızmıştı.

"Hey," Jimin'in sesi onu düşüncelerinden çıkardı ve kafasını kaldırıp arkadaşlarına baktı. Yolun kenarındaki minik tepenin en ucunda oturuyordu, diğerlerinden birkaç adımlık çimenle ayrı duruyordu. Küçük bir grup halince birlikte oturuyorlardı, ya da Hoseok'un deyimiyle uzanıyorlardı, ve Seokjin ile Taehyung görünürlerde yoktu çünkü yiyecek bulmak için gitmişlerdi. Herkesin suratında sıkılmış ve bıkmış ifadeler vardı, Jimin'in dışında, oğlan biraz meraklı duruyordu.

"Ne?" Hoseok sordu, güneş ışığını engelleyen elini gözlerinden çekmeden.

"Bu hangi böcek?" Oğlan kolunu kaldırdı ve teninin üzerinde bir şey vardı, küçük bir yaratık elinin üzerinde hareket ediyordu. Namjoon uzaktan net göremiyordu ama tespih böceğine benziyor gibiydi.

"Niye umursuyorsun?" Jungkook sordu.

"Zehirli mi?" Sorusu çok çocukçaydı ve sadece gülünebilirdi ama sorarken dudaklarında korku yerine sırıtış vardı. "Bunu Seokjin'in sırtına koyup zehirli diyecektim."

"Böyle diyorsun," Namjoon dalga geçti, "ki biz de korktuğunu anlamayalım, değil mi?"

"Tam bir bebek..."

"Ne? Ben ciddiyim Kookie, komik olurdu, gerçekten komik." Jimin somurttu ve böcek elinde gezinip minik bacaklarıyla tutunmaya çalışmaya devam etti. Sallanan antenleri ve renkli bir sırtı vardı: metalik bir mavi, yeşil ve hatta kırmızı. "Ne böceği bu?"

"Bakayım..." Yoongi onun kolunu tutup daha iyi görebilmek için önüne çekti, dilini konsantrasyonla dışarı çıkarıp yakından baktı. "Kesinlikle zehirli değil. Bu mücevher böceği."

"Ah, güzel bir isim..."

"Gerçekten mi, yoksa sadece onu etkilemek için mi öyle söylüyorsun?"

"Neden Jimin'i etkilemeye çalışayım?" Yoongi onun kolunu bırakıp sigarasını tekrar ağzına alırken cevapladı. "Özellikle de böyle aptalca bir şey için? Böcek?" Ama Jungkook cevap vermek yerine sadece önündeki trafiğe baktı. Genç adam bir duman çektikten sonra tekrar onlara döndü. "Bu mücevher böceği, hangi çeşidi bilmiyorum ama onlardan biri işte."

"Gerçekten mücevher gibi gözüküyor," dedi Jimin ve incelemek için yukarı kaldırdı. "Tatlı." Böcek bileğine doğru yuvarlanarak inerken sırıttı ve Yoongi bir an ona baktı, onun da sigarasının altından dudaklarının kenarı kıvrıldı.

"Tatlı? Bu bir böcek," dedi Jungkook gözlerini devirirken. "Onu öldürmelisin."

"Öldüreyim mi? Ama küçücük, niye?"

"Sadece bırak," Hoseok mırıldandı, "ve böcek yaşasın. Onun gününün de berbat olmasına gerek yok."

"Her şeye zarar vermene gerek yok Kookie." Jimin elini yavaşça çimene indirdi ve böcek zıplayarak indi. "Ve sırf senden küçükler diye böceklere sataşamazsın."

"Kime istersem sataşırım," dedi konuyu uzatarak, "böcek olsun adam olsun fark etmez."

"Bir...yaşlıya sataşır mıydın?" Namjoon sorduğunda kafasını sallayarak eğer pislik heriflerse kesinlikle sataşacağını söyledi. "Bir...bebeğe sataşır mıydın?"

"Kim bir bebeği yumruklamak istemez ki?" Bu cevap yüzde yüz elli Taehyung'dan etkilenerek verilmişti ve hepsi oğlanın cevabına güldüler.

"Tamam, tamam, o zaman bir kıza da sataşırsın?"

"Ben...ah..." Jungkook bir an durdu ve bunu düşündü. "Nı-ıh, bir kıza yumruk atamam."

"Tamam, hani herkesle kavga edebilirdin?" Yoongi bir nefes dolusu duman bıraktı ve sordu.

"Hey, ben adam dedim, kadın değil."

"Kookie bir kız kıçına tekmeyi basacak diye korkuyor," dedi Hoseok yavaşça otururken. "O yüzden kızlara sataşamaz." Oğlan hızlıca kız kavgalarının ne kadar tehlikeli olduğunu savunurken diğerleri bu bahaneye gözlerini devirdi. "Diğer ikisi hangi cehennemde kaldı?"

"Bilmiş Tae ile birlikte, Gwangju'da olabilirler." Namjoon şaka yaptı...aslında, neredeyse şaka yaptı. "Yanında Seokjin varken bir şeyler çalamayacağı için normalden uzun sürdü." Şimdilik bütçelerini çok da sıkmalarına gerek yoktu, yeterli miktarda wonları kalmıştı. Önceki gün benzin ve yemeğe harcadıktan sonra düzgünce ayırdılarsa rahatça bir kahvaltı yapabilirlerdi, tabii saate bakılırsa öğle yemeği sayılacaktı. Birkaç gün daha otelde kalmalarına yeterdi ama tam olarak kaç gün olacağı kesin değildi.

Namjoon tabii ki diğerlerine bir şey dememişti ama yürümeye başladıklarından beri bunu da düşünüyordu. Eve dönmeden önce daha kaç gün yolda geçireceklerdi? Şimdiye kadar dört gün olmuştu, o günü de sayarlarsa beş, ve bir haftaya tamamlamak üzerelerdi; telefonları ve paralarının soyulmalarıyla, bir araba kazanıp kaybetmeleriyle ve kaçak bir şekilde trenle yolculuk etmeleriyle. Macera tanımı bunların hepsini fazlaca içeriyordu. Her insanın yaşayabileceği şeyler değildi, ondan emindi. Çoğu liseliye veya genç yetişkine göre macera demek sahilde bir gezi, belki lunaparka gitmek veya kamp yapmaktı. Onların yaşadıkları şeylere ise 'talihsizlikler' diyebilirlerdi. Ama talihsizlik olsun veya olmasın, şöyle bir düşününce zevk alıp eğlendiğini inkar edemezdi. Yine de daha kaç gün böyle geçecekti? Başka bir dört gün daha mı? O zaman bu kadar çok çocukla kesinlikle kaçak damgası yiyebilirlerdi. Aileleri haberlere ve televizyonlara fotoğraflarını gönderip arama başlatabilirlerdi, en azından Hoseok ve Jimin'inkiler. Böyle bir şey yaşanmasını istemiyordu, Seul'e döndüklerinde daha çok belayla karşılaşmalarını kesinlikle istemiyordu.

Önlerinden bir otobüs geçtiğinde, bir tanesine öylece atlamanın ne güzel olacağını düşündü.

Tabii ki o kadar basit değildi, yük trenine binmek gibi ucuz ve kolay olmazdı. Gangwon'dan Seul'e gitmek birkaç otobüs değiştirmek gerektiriyordu ve bu da bir sürü bilet demekti, binlerce won isteyen biletler. O kadar şeyden sonra tek bir biletle kaçak bir şekilde tüm otobüslere binmeleri zor olmazdı belki ama onun yerine tekrar sokaklarda dilenmeye başlayarak daha çok para kazanmalılardı. Bunun için işbirliğine ve iyi bir planlamaya ihtiyaçları vardı ve yapabilirler miydi bilemedi. Daha Taehyung'un bir şeyleri çalmasını bile kesememiş veya Hoseok'un ilaçları hakkında açık açık konuşamamışlardı, ama belki de bu başka türlü bir işbirliği gerektiriyordu. Her şeyden sonra, beraber kazandıkları paralardan sonra eve gitme planını da uygulayabilirlerdi ama sorun o değildi, diğerlerinin henüz eve dönmek isteyip istemediğini bilmiyordu. Diğerleriyle bu konuda konuşmalıydı, Seokjin ve Yoongi'yle aynı odaya tekrar düştüklerinde söylemeliydi. Direkt yumurtlamayacaktı, konuyu alttan sezdirip nasıl tepki vereceklerini ölçecekti. Seokjin'in yakın zamanda üniversiteye geri dönmesi gerekiyordu ve diğerinin de yürümekten baydığı barizdi. Daha fazla dert isteyen sadece oğlanlardı, özellikle adı Kim Taehyung olan biri.

Namjoon gözden kaybolana kadar beyaz-mavi otobüse baktı ve sonra derince iç geçirerek bağdaş kurdu. Bu hareketiyle arkadaşlarının dikkatini çekmiş olacak ki kendisine döndüklerini hissetti. Sessizliği bozmak için bir şeyler gevelemesine gerek kalmadan Jungkook'un seslice bağırdığını duydu ve dönüp sokağa baktığında diğer ikisinin geldiğini gördü. Taehyung'un elinde poşet yoktu ama çantasında koyduğunu biliyordu. Seokjin'de ise bir kahve kutusu vardı, elindeki poşetin logosuyla aynı markayı taşıyordu. Elinde taşıdığı sıcak içeceğe rağmen yorgun bir görünüşü vardı, hepsinin olması gerektiği gibi: karışık saçlar, buruşuk kıyafetler, çökmüş gözler, yenmiş dudak ve tırnaklar. Jimin'in ise hala hafifçe burnunda kurumuş kan lekeleri görülebiliyordu ama en azından kazadan beri tekrar kanamamıştı.

"Günaydın güneş ışığım," Taehyung son birkaç adımı sekerek gelirken söyledi, önceki geceden kalma olmasının aksine enerjikti. Kaplumbağa kabuğu gibi duran çantası da onunla zıpladı.

"Tünaydın," Hoseok uzandığı yerden kalkıp kollarını dizlerine sararken düzeltti.

"Aynı şey aşkım," inleyerek çimenlere otururken yanıtladı ve bacaklarını onun önüne uzattı. "Şimdiden bu şehirden nefret ediyorum ve biz...lanet, sadece bir saattir buradayız?" Seokjin de yaklaştı ve çimenlik yükseltinin ucuna geldi, kutuyu ona uzattı. Namjoon içinde ne olduğunu sorduğunda karamelli macchiato dedi, böylece neden Yoongi'ye uzatmadığını anladı. Arkadaşları sadece Hoseok'un saçı kadar siyah renkli kahveleri içerdi. O yüzden içeceğini aldı ve derince yudumlayıp sıcak sıvının bıraktığı etkinin tadına varmaya çalıştı. Sonunda boğazından soğuk bir şey geçmediğine memnundu. "Her zamanki sikik kahvaltı, ama bu sefer bir sürpriz var."

"Ne sürprizi?" Jungkook sorduğunda arkadaşı sırt çantasının fermuarını seslice açtı.

"Bize tatlı aldım," diye açıkladı Seokjin, kağıt çantayı sallarken. "Tatlı gibi bir şey." Namjoon kahveden bir yudum daha aldı ve tahmin ettiği gibi Taehyung çantasının içini döktü. İçinden küçük plastik kartonlar, aromalı sütler ve sular çıktı; hatta geceden kalma arkadaş için alınmış bir cam şişe de çime düşmüştü. Patates ve yosun cipsleri, kuru etler, minik kutularda meyveler vardı.

"Tüm bunlar ne kadar tuttu?" Namjoon merakla sorduğunda oğlan onun burnunu patpatladı; gereksiz konuşmayı kesmesini söyleyen bir şekilde. Şimdilik para için endişelenmelerine gerek yoktu ama her zamankinden fazla yiyecek almışlardı ve sadece merak etmişti.

"Sanki garip bir diyetteymişiz gibi hissetmeye başlamıştım," dedi Hoseok bir meyve kutusundan alırken. "Sadece günde iki öğün abur cubur. Tamamen kalori ve sıfır mineral."

"Eminim idoller böyle bir diyet yapmak isterdi," dedi Jungkook ve cips paketini açıp bir avuç dolusu aldıktan sonra paketi Jimin'e uzattı.

"Sanki idollerin diyet yapmaya ihtiyacı var." Her zamanki gibi önündeki yemeklere değil, kirli botlarına bakıyordu.

Hepsi geçe kalmış kahvaltılarını/öğlen yemeklerini çok muhabbete girmeden bitirdiler, ağızlarını konuşmaktansa çiğnemeye kullandılar. Namjoon ne kadar besleyici olduğunu umursamıyordu çünkü yemek yemekti ve seçici olacak durumda değildi, ama günler sonra taze meyve yemekten diğerleri kadar memnun olmuştu. Yoongi günün ellinci sigarasını içerken arada bir atıştırmıştı ve stoku tükenmek üzereydi. Eğer her sigara yakışında ona kızgınca bakıyor olmasalardı günde bir paket bitirebilirdi. Bu alışkanlığı rahatsız ediciydi ama Namjoon şu an tekrar bahsetmenin pek de faydalı olmayacağını düşündü. Arkadaşı sürekli hatırlatmalarına ihtiyaç duymazdı, zaten farkındaydı. Yemeklerini bitirdikten sonra Seokjin küçük paketi açtı ve kahve dükkanından aldıkları minik tatlıları çıkardı, herkes tıka basa dolu olsa da kimse tek bir ısırığa itiraz etmedi. Jimin 'zehirli böcek' şakasını unutmuştu bile, çünkü arkadaşı onlara tatlı getirerek bir hoşluk yapmıştı. Taehyung'a da zaten yapmazdı yoksa bir gece kendi yastığında gerçekten zehirli bir böcekle karşılaşabilirdi.

"O zaman," dedi en genç olanları, süt kutusunu kafaya dikip çöpünü atarken. "Şehrin içine doğru mu ilerleyeceğiz yoksa tekrar ayrılıp Gangwon'un dışına mı çıkmaya çalışacağız?" Attığı kutudan çimlere beyaz süt damlaları sıçradı. Bir anlık hepsi sessizleşip soruyu düşündüler. Bunun hakkında hala konuşmamışlardı ve güzel bir noktaya değinmişti. "Çünkü Seul'den daha da uzaklaşmak pek iyi bir fikir değil?"

"Sikik Gangwon'dan çıksak sevinirdim," Taehyung bir avuç çimeni koparıp etrafa fırlatırken onayladı. "Ama haritamız da yok. Buradan çıkmanın kestirme bir yolunu bilen?" Kimse cevap vermediğinde omuz silkti. "Evet, ben de bilmiyorum."

"Ayrılmalıyız," dedi Namjoon bir an sonra, "çünkü Kookie haklı."

"Geldiğimiz yoldan mı döneceğiz?" Hoseok sordu kafasını ovarken. "Ne, yine tren raylarından mı yürüyeceğiz?" Taehyung bunun kulağa iyi bir fikirmiş gibi geldiğini söylediğinde oğlan kafasını salladı. "Bence de, yani, çok sürmez zaten değil mi? Belki birkaç saat?"

"Trene ne olmuş?" diye önerdi Jimin, hepsine bakarken. "Eğer trenle geldiysek trenle de dönebiliriz..."

"Evet, ama Seul'den daha da uzaklaşma riskini alamayız." Seokjin açıkladı. "O yüzden pek akıllıca olmaz."

"Yılın bu zamanlarında Busan'ın şirin olduğunu duydum," Yoongi sırıtarak söylediğinde kimse gülmesini engelleyemedi. Şaka yapmıştı ama yerindeydi. Eğer Seul'e gitmek için trene binip kendini tam zıttı Busan'da bulabilecek olan birileri varsa, kesinlikle bu onlardan başkası olamazdı. "Burada kaç saatten bahsediyoruz?"

"Belki üç kadar az, belki de altı kadar çok.." dedi Taehyung ve durup ekledi, "ya da daha çok." Genç adam burnundan huysuz bir ses çıkarıp kıpırdandı ve sonra uzanıp gökyüzüne baktı. "Oylama. Çok geç olmadan harekete geçmeliyiz, o yüzden oylama yapalım."

"Zaten çok geç olmadı mı?" dedi Jungkook. "Saat öğlenin birine geliyor. Genelde şimdiye birkaç saatlik yol yürümüş olurduk. Ya altı saatten uzun sürüyorsa?"

"Oylama," Taehyung tekrar etti, "Ben Gangwon'dan ayrılalım diyorum."

"Ben de." dedi Jimin kafasını sallayarak.

"Bence de öyle yapmalıyız." Hoseok omuz silkerek ekledi.

"Bence geceyi burada geçirmeliyiz," Yoongi fikrini ortaya koyarken sıkılarak gökyüzüne bakmaya devam etti, "ve yarın karar vermeliyiz." Bir an sonra Jungkook kafasını salladı ve bunun en iyi fikir olduğunu söyledi.

"Aslında...ben-"

"Gerzek, oyunu öylece değiştiremezsin!"

"Kim demiş?" oğlan Taehyung'un bakışını umursamadan yanıtladı.

"Benim oyum da bir gece kalıp yarın ayrılmaktan yana," dedi Namjoon aniden. "Yarın ilk iş, aması-"

"Maması yok!" Taehyung sırıtarak araya girdi.

"Kesinlikle. Yarın hızlıca bir rota belirleriz, etraftaki birilerine güzergah sorarız ya da her neyse ama ne olursa olsun bu şehirden ayrılırız." dedikten sonra bileklerinin üzerinde geriye yaslandı ve hepsine tek tek bakarak ifadelerini izledi. Düşünüyorlardı. Sonra Seokjin en iyisinin öyle olacağını söyledi. "Kookie haklı. Şimdi yola çıkıp gecenin bir vakti otobanın ortasında kalmayı göze alamayız. Değil mi?"

"Birkaç saat kıpırdamadan durabileceksek, ben her şeye varım." Yoongi bıkkınca ekledi.

*

Namjoon tüm otel odalarının aynı gözüktüğüne inanmaya başlıyordu. Otobüslerin veya metroların içlerinin aynı olması gibiydi, minik detaylar dışında: koltukların rengi veya deseni, ayakta dururken tutmak için konan plastik tutacakların sayısı, pencerelere yapıştırılan posterler... Ama ona rağmen hepsi aynı hissettirirdi, sadece dışarıdaki manzaranın farklı olduğunu düşünürdünüz. Girdikleri her otel odası da öyle gözüküyordu. Dışarıdaki manzara biraz farklıydı; yeni binalar ve park etmiş farklı araçlar, bazen reklam panoları ve diğer şeyler, sokak lambaları ve çalılıklar. Kopyalanmış gibiydi. Her oda bir öncekinin kopyala yapıştır versiyonuydu, ufak tefek düzeltmeler yapılsa da yeni bir şey ortaya koyamıyormuş gibi. Gangwon'un ilk durağı tıpatıp Seul ve Gyeonggi'dekindendi, ve içeri girerken odayı bir süre inceledi.

Dört duvar görmeye alıştıklarının aksine modası geçmiş çiçek desenli değil, krem rengi boyaydı. Koyu renk halı kullanmak kirleri gizlemesi açısından akıllıcaydı, yumuşak olmayan sıkı bir dokusu vardı. İki pencere vardı, bir tanesi kapının yanındaki duvardaydı ve diğeri onun tam karşısındaydı, ikisi de perde yerine panjurluydu. Soldaki banyonun kapısı yoktu, sağda yataklar ve üzerlerinde limon sarısı yastık-çarşaflar vardı. İki yatağın arasındaki sehpada duran başucu lambasının kahverengi gövdesi ve beyaz başlığı vardı, tam üzerinde suluboyadan bir tablo duruyordu. Denizde köpükler saçarak ilerleyen minik bir yat resmedilmişti, biraz amatörceydi ama kendi çapında hoştu. Ve etraflarında bir deniz ya da sahil olmadığı için o tablo garip bir seçimdi. Bir tarla resmi daha mantıklı olurdu, ya da gökdelenlerle kaplı çirkin bir gökyüzü. Pencerelerinden gözüken manzara tam olarak öyleydi çünkü. Odaya baktıktan sonra hiç koltuk olmadığını fark etmesi zaman aldı. Her zamanki alçak geniş sehpa yatakların ilerisinde duruyordu ama kanepe yoktu, bu da gece birilerinin yan yana yatacağı anlamına geliyordu.

Ya da Yoongi yerde yatacaktı.

Bu düşünce onu kendi kendine gülümsetti ve genç adam valizini yataklardan birine fırlatırken ona tip tip baktı. Neredeyse onu oraya koyarak kendi alanını işaretliyor gibiydi ama hayır, Yoongi daha açık izler bırakırdı, muhtemelen çarşafların her yerine kül döker veya bazı yerlerini yakardı. Namjoon çoktan kotunun üstünde iki delik fark etmişti ve dikkatsizlikle olduğunu duymuştu. Arkadaşını dalıp giderek otel odasını ateşe vermediği için şanslıydı, ya da kendi evini. Gerçekten şanslıydı, o an o sırada bile hemen dudaklarına bir çubuk aldığını göz önünde bulundurursak.

"Eğer yatak durumunu düşünüyorsan bilmeni isterim ki bunlardan biri için güreşmeye varım."

"Seninle güreşmek adil olmaz, çocukla dövüşmek gibi."

"Ha-ha." Yoongi yatağa otururken yarı güldü yarı öksürdü. "Kıçını tekmelediğimde de öyle dersin."

"Pis dövüşür," Seokjin banyodan belirip arkadaşının yanındaki köşeye tünedi. "Sana çelme takar ve saçını çeker ve ısırır, ciddiyim." Yoongi ciddi ve ağırbaşlı bir şekilde onayladı ve sigara bu hareketle dudaklarında kıpırdandı. "Ben paylaşmaya razıyım o yüzden siz ikiniz güreşin, aptal bir otel yatağı için kaburgamı kırmayayım."

"Sanırım ben de pis oynamalıyım," Namjoon iç çekti ve kapıdan uzaklaşıp öbür yatağa oturdu. Tamamen rahat değildi ama şüphesiz yük treni ve çimenlerden iyiydi. Duvarda saat yoktu ama yanındaki masada vardı, üzerindeki metal tuşlara bakılırsa alarmlıydı. Eski bir modeldi ve parlak kiraz rengiydi, nasıl çalıştığını anlamak için biraz kurcalamak gerekiyordu - eğer ilk denemenizde şanslıysanız - o yüzden bir an duraksayıp saate baktı. 17:35. Birkaç saat Inje ilçesinin eteklerinde dolaşmışlar ve sonunda ucuz bir otel bulup günün geri kalanını orada geçirmeye karar vermişlerdi. Seokjin odanın fiyatlarını iyice kontrol etmişti ama sanki biraz fazla ödemişlerdi. En azından boktan Seul otellerinin bir kanepesi ve banyo kapısı vardı. "Sabah 7?" Arkadaşlarının ona baktığını görünce elindeki saati kaldırdı. "Yarın sabah 7 için alarm kurayım mı?"

"Yarın ölmek mi istiyorsun?" Yoongi ölümcül bir ciddiyetle sordu.

"Erken bir başlangıç dedim," Namjoon saati kurcalarken homurdandı.

"Çocukların gece dörtten önce uyuyacaklarını mı sanıyorsun?"

"Televizyon yok, gecenin dördüne kadar uyanık kalacak ne yapabilirler ki?"

"Onar litre soda içip koca Amerika'nın hepsinden daha çok abur cubur yiyecekler," arkadaşı sigarayı dudaklarına götürürken itiraz etti, "her gece yaptıkları gibi."

"Sanırım bira demek istedin," Seokjin düzeltti. "En azından Tae için. Bugün biraz ona satın alabilir miyim diye sordu çünkü çalmasına izin vermedim. Sorduğu için ona saygı duydum." Namjoon alıp almadığını sorduğunda kafasını salladı. "Hayır, muhtemelen o zaten birazdan gidip kendine alır. Böyle diyerek şom ağzımı açmış oldum sanki." Namjoon arkadaşına bakarken Yoongi'nin gözlerini üzerinde hissetti ve dönüp ona baktığında anladı: sessizce ona sabahki konuyu açalım mı diye soruyordu. Namjoon karar veremeyince kafasını 'şimdi değil' anlamında salladı. "Ama umarım yanılırım, değil mi?"

"Aynen," Yoongi sessizce onayladı.

"Bira ve abur cubur kötüdür," Namjoon da ekledi.

"Başka neye paramız yeter ki?" Seokjin hafifçe gülerek sordu.

"Aslında, bilmiyorum paramız yeter mi ama sabah Hoseok'un diyetlerle alakalı dediği şeyi düşünüyorum da, böyle beslenmeye devam edemeyiz. Sonunda biraz sıcak yemek yemeliyiz diyorum." Bu lafının üzerine dikkatlerini çekmişti. "Çünkü bu broşürü resepsiyon masasından buldum," Namjoon açıkladı, "ve düşününce...lanet olsun şu anda bir jajangmyeon olsa güzel olurdu..."

"Güzel mi olurdu? Onun içinde boğulabilirim!" Yoongi ilan etti ve hararetli tonuna bakılırsa dalga geçmiyordu.

"Yani, çok fazla sipariş edemeyiz ama hiç yoktan iyidir değil mi?"

*

Namjoon siparişlerin üzerine biraz karışıklık çıkmasını zaten bekliyordu çünkü yedi tane ayrı yerine üç porsiyon ortak yemeğe karar vermekte zorlanmışlardı. Öylesi fazla gelirdi ve sipariş boyutları büyük olacağı için her türlü yeter de artar diye düşünmüştü. Ama çocuklara 'paket servis' ve 'sıcak yemek' kelimelerini kullandığı an çıkan sevinç çığlıklarının bu kadar fazla olacağını beklemiyordu. Paket servisin sahipleri herkesin nihayet et ve biraz lezzet için bağrıştığını duymuş olabilirdi. Sonunda soğuk raflarda beklemek yerine gerçek ocak görmüş yemek yiyeceklerdi. Bu tüm kargaşayı başlatan sebepti, bir anda herkes siparişini bağırmaya başlamıştı. Taehyung bozuk plak gibi 'samgyeopsal' diyip duruyordu. Hoseok sonunda japchaeden başka bir şey yiyebileceklerine inanmayı reddediyordu ve menüde olmamasına rağmen Jungkook pizza yemek istediğine karar vermişti. Jimin ise sadece yemek yiyeceklerine mutluydu ve daha fazla sorun çıkarmamaya çalışıyordu. Sonunda herkes anlaşıp kararını verdiğinde Namjoon'un başı dönmüştü.

Yoongi'nin jajangmyeon'da boğulma şakası, siparişler geldiğinde gerçek olmuş gibiydi: iki geniş porsiyon ondan vardı, yanında küçük bir japchae ile samgyeopsal vardı ve ortadan yiyecekleri için boş tabak getirilmişti. Jajangmyeon'un kasesi içine dalabilecek kadar geniş duruyordu, sonunda ödedikleri fiyata değmişti. O yüzden hepsi odanın zeminine halka şeklinde kurulup bağdaş kurdular, ağızlarına bir ondan bir bundan doldurdular. Jungkook kimse alamadan kimchinin kepsini tek başına yedi ve domuz eti de aynı şekilde çok dayanmadı. Taehyung noodle'lardan yardım alarak bir film sahnesini canlandırmaya karar verdi ve ona eşlik etmesi için Hoseok'u zor ikna etti, sonunda halıya fasulye sosu döktüler.

Yemek bittiğinde, arta kalanlarla birlikte tabii ki, Namjoon çocukların yine koşuşturmaya başlamasını bekledi ama sakinleşmiş gibiydiler. Belki de dalga geçtikleri şeker yüzündendi, ama muhtemelen mideleri çok dolu olduğu için hareket edemiyorlardı, sosisler ve noodlelar boş midelerine taş gibi oturmuştu. Hepsi mayışmış gözükürken Jimin kendi odalarına bile gidemeden orada uykuya daldı. Jungkook tek kelime etmeden ayağa kalkıp gözden kayboldu, Taehyung arkadaşından bir sigara almayı becerip onu kulağının arkasında kalem gibi takarak aynı şekilde kendi odalarına gitti ve son olarak Hoseok, aynı şekilde gitmeden önce en azından yemek için teşekkür etmeyi akıl etti.

"Goldilocks'u ne yapacağız?" Namjoon yerde uyuyan oğlana bakarak dalga geçti, halının üzerine kıvrılmış uzanıyordu. "Uyandıralım mı yoksa bırakalım uyusun mu?"

"Bırakalım," Yoongi yanıtladı. "Ben onunla yatarım-"

"Ah, o zaman ben de Jin'le paylaşıyorum, ha? Bunu ne zaman kabul ettim peki? Hani güreş maçı?"

"Tok mideyle güreşilmez," genç adam yanıtlayıp yavaşça yere eğildi ve oğlanı dürterek uyandırmaya çalıştı. "Yerde uyumak yok, bu kural üç. Hadi, yatağa."

"Hmmm...? Ben öncehden de yerde uyudum kiih."

"Öyle mi? Neden?"

"Tae beni...yataktan attı," Jimin homurdanarak cevapladı, arkadaşının yardımıyla yatağa geçerken gözlerini açmadı bile. "ve bazen uykusunda çığlık atıyor...tam bir deli." Yatağa oturdu ve ona doğru dönerek uzandı, dizlerini kendine çekip bir kolunu yastığın altına koydu. "İlk iki kural neydi?"

"Bir numara: klozetten su içmek yok," Yoongi yorganı onun üzerine çekip belini örterken açıkladı. "İki numara: Tae'nin dediği tek kelimeye inanma, hepsi saçmalık." Oğlan buna yumuşakça güldü, dudaklarının kenarı kalktıktan hemen sonra uykuya geri dönünce tekrar düzleşti. "Ve dört numara: Min Yoongi'yle güreşme." Yatağın ucuna oturduğunda saymayı bitirdi.

"Evet, evet." Namjoon onu geçiştirdiğinde arkadaşı ona sırıtıp Seokjin'e döndü. Kalan yiyecekleri düzgünce toparlıyordu, muhtemelen ertesi sabahın kahvaltısı olacaklardı. "Bugün eğlenceliydi, ha?" dedi alayla. Bunun üzerine Seokjin gülerek toparlamaya devam etti. "Gyeonggi'nin bir kasabasında uyu ve Gangwon'da uyan. Bu kadarını da beklemiyordum."

"Ben bu kadar uzun sürmesine şaşırdım," en büyükleri şaka yaptı. "Yani, dört gün? Şimdiye Gangwon'dan çok daha uzaklarda olmalıydık."

"Şom ağzını açma," Yoongi yatağın üzerinde kaykılırken söyledi. "Senin yıkaman gereken kıyafetler yok mu Jinderella?" Arkadaşı bir kereliğine kendisinin yapmasını teklif ettiğinde buna güldü. "Ben bulaşıkları yıkamayı bıraktım, temizlik işine dönmeye niyetim yok. Özellikle de iç çamaşırlarını, ı-ıh." Parmaklarını çarşafın üzerinde gezdirdikten sonra onlara kısaca bir baktı. İfadesi bir şey diyecek gibiydi. Namjoon sadece ona ne diyecekse söylemesi için aynı şekilde baktı. "Jimin?" Yanıt gelmedi. "Jimin, uyudun mu?" Uykulu oğlandan bir mırıltı bile duyulmadı. "Jin, Joonie'nin sana söyleyeceği bir şey-"

"Voaah, hey, ne alaka yahu!" Namjoon ellerini havaya kaldırdı.

"Ne?" arkadaşları banyonun girişinde durdu, muhtemelen kıyafetleri yıkamaya gidiyordu. "Bana ne söyleyeceksin?"

"Tamam, ben...ah..." Yoongi uzanıp parmaklarını dudaklarında gezdirdiğinde sigarası olmadığını fark etti. "Pekala, dün gece bir şeye kulak misafiri oldum, o kısmı önemli değil, önemli olan Tae ve Hoseok konuşuyordu ve-"

"Baş ağrısıyla mı alakalı? İlaçlarla mı?" Seokjin endişeyle sordu, bunun cevabını adamakıllı duymak istiyordu.

"İkisi de," dedi Yoongi sessizce. "Xanax alıyor, antidepresan ve birazcık bağımlı." Seokjin bir an bunu düşündü ve sonra iç çekti.

"En azından artık biliyoruz, değil mi? Bilmemiz daha iyi, değil mi?"

Seokjin'in banyoyla işinin bitmesinden kısa süre sonra Namjoon da duşa girdi ve kendini biraz uyumaya hazırladı. Sabah trende çoğunlukla uyumuş olsa da hala yorgun hissediyordu ve o uykunun günlerin yorgunluğunu gösterdiğini biliyordu. Kıyafetlerinin temiz olmasını umursamıyordu ama yastığının yumuşak görünüp görünmediğini merak etmişti, hatta yatağını paylaşmak bile onu rahatsız etmiyordu. Yoongi de banyodan çıktı ve her zamanki konumunu alarak odanın karşısındaki pencerenin pervazına oturdu, panjurları açtı ve böylece odadan çıkmasına gerek kalmadan içeride sigara içebiliyordu. Namjoon onun orada nasıl oturduğuna baktı, binaların ışığı hafifçe yan profilini aydınlatıyordu, ve sonra göz kapaklarının ağırlaştığını hatta kapandığını hissetti ve neredeyse uyuyacaktı-

gürültülü yumruk sesleriyle tekrar uyandı.

Namjoon gözlerini daha açmadan bacaklarını yatağın yanından sarkıttı. Bu saatte kimin kapıyı tıklattığını bilmiyordu ve beyni hala uykuda olduğu için tam düşünemiyordu. Otel sahibi? Ama ücretlerini saatler önce ödemişlerdi. Neden kapıya gelecekti ki? Yoongi'nin nefesinin altından küfrettiğini ve yanındaki yataktan inip odanın içinde yürüdüğünü duydu. Sonra zinciri kaldırdı ve kilitli kapıyı açtı.

"...inanamıyorum ve- ah Yoongi," kapının dışından Hoseok'un sesi geldi. Neden oradaydı?

"Hah? Neler oluyor?" Seokjin sordu, aynı şekilde kalkıp oturarak.

"Bilmiyorum." Namjoon dürüstçe yanıtladı.

"Kookie?" Yoongi şaşkınlıkla sordu. "Siktir?" Namjoon bakmak için eğildi ama açık kapının ardını göremedi. "Hemen içeri gir."

"Tanrım, hepiniz abartıyorsunuz!" Jungkook'un sesi biraz garip çıkıyordu ve nedenini bilemedi. Sarhoş falan mıydı? "İyiyim ben, bırak beni."

"Lanet, nasıl oluyor da iyisin, ha?" Taehyung neredeyse bağırarak söylemişti ve Namjoon itiş kakış sesleri duydu.

"Konuşana bak..."

Yoongi kapıyı tamamen açtı ama geçmeleri için değil, daha çok çıkıp onları kendi içeri sokmak için. Sonra odanın ışığını yaktı ve ani parlaklıkla hepsi bocaladı.

Birkaç saniyeliğine Namjoon sadece uykulu bir şekilde oğlana baktıktan sonra ne olduğunu fark etti, hırkasındaki ince yırtığı ve dağınık saçlarını. Perçemlerinin bir kısmı suratına düşmüştü ama ne suratındaki yaraları gizleyebiliyordu, ne de alt dudağındaki yarıktan tişörtüne akan kanı.


***

Bölüm sonuna geldik... Hikayede kendinize en yakın hissettiğiniz kişi kim? Ben direkt Hoseok'um.

Continue Reading

You'll Also Like

3.9K 303 11
[yoonkook]{slow update} 'Yoongi cinayet masasında çalışan bir komiserdir ve Jungkook ile gecenin bir yarısı karşılaşır. ________________________ Başl...
607K 67.3K 40
çapkın bir omega olan kim taehyung, kızgınlıklarını geçirmek için gözüne alfa jeon jungkook'u kestirir
12.6K 1.4K 9
[tamamlandı] omega kim taehyung sadece kış çiçeklerini seviyordu ve alfa kim seokjin bunun nedenini merak ediyordu. omegaverse! royalty! 290420 - 040...
130K 11.1K 30
zaman ağır çekimde ilerleyen bir sarkaç gibi. ileri geri, ileri geri. hiç bir yere varamıyorum, sana varamıyorum. ...