MIH

_Mehsa_ tarafından

7.3M 325K 182K

İntikamın kıyafetini hiç merak ettiniz mi? Peki ya bedenini? İntikam,nefretle kararmış lacivert gözlerdi. İn... Daha Fazla

TANITIM VE PROLOG
1-*Canavar(Canver)*
2-*Ceylan*
3-*Kuyunun Hikayesi*
4-*Azrail'in Evi*
5-*Gazap*
6-*Ezinç*
7-*Cefa-Pişe*
8-*Gönülçelen*
9-*Kaçak*
10-*Nikah*
11-*Lahza*
12-*Charlie*
13-*Kale*
14-*Şiraze*
15-*Müge*
16-*Zar*
17-*Tutulma*
18-*Figan*
19-*Hükümdar*
20- *Mecruh*
21-*Kral Payı*
22-*Billur*
23-*Hançer*
24-*Sanrı*
25 -* Raks*
26-*Dildâde*
27-*Kor*
28-*Sevda*
29-*İhtilal*
30-*Bahar*
31-*Meftun*
32-*Ateşpare*
* SİRAÇ VUSLAT 19.04*
33-*Fedakar*
34-*İrade*
35-*Oda*
36-*Cambaz*
37-*Vurgun*
38-*Asil*
40-*Azap*
41-*Uçurum
42-Veda
43-*Güz*
44-*Acı*
45-*Katran*
46-*Safderun*
47-*Devran*
*19.04 & Doğum Günü Özel*
48-*Anne*
49-*Baba*
50- *Bedel*
51-*Kader*
52-*Masal*
53-*Şakayık*
*Özel Bölüm*
*54- Toprak*
*21.21*- DUYURU

39-*Kırmızı*

112K 5.1K 3.4K
_Mehsa_ tarafından

SOHBET KÖŞESİ

Selamünaleyküm Mehsa'nın Fedaileri! Ben geldimmmmm! 🥳💃💃💃

Biraz beklettim sizleri, bu bilinçli bir bekletmeydi aslında. Mıh'a karşı ilgi mi azaldı acaba dediğim bir dönem atlattım ve üzdüm kendimi. 🥲🤦‍♀️

Sonra fark ettim ki bu kitap benim kitabım, yanımda olanlar canlarım ama gidenlere de bir şey söyleyemem. Vardır elbette bir bildikleri.

Kalan sağlar bizimdir, diyerek yoluma devam etme kararı aldım. 😍💃

Ben şevkimi kazandım. Bölüm her şeyiyle dolu dolu bir bölüm ve bir dönüm noktası benim için.🥳💃

Elif ve Siraç'la bol bol hasret giderin canlarım... 😌😍

İnşallah çok çok iyisinizdir. Buraya nasıl olduğunuzu yazabilirsiniz. 🤝😍

Sonra başlayalım. Of, off! 👀👀👀

Sizi seviyorum. İyi okumalar dilerim.😍🍃

(SINIR 4 K OY!)

MÜZİK KUTUSU

Dil Mein Chhupa Loonga- Meet Bros

Chris Brown- Drunk Texting

Ayşe Önder- Duru

🥀🌙Instagram Sayfamız: Mehsa Hikayeleri

🥀🌙 Kişisel Instagram Sayfam: _mehsaa_
🥀🌙 Twitter: mehsahikayeleri

🥀🌙Takip edebilirsiniz. Özellikle duyurular ve alıntılarımız için çiçeklerim.🌺

🌌☀️🌌☀️🌌☀️

Elif'ten:

Öfkeyle, hayal kırıklığıyla dolu lacivertler ellerimden gözlerime bir yol çizdi. Öfkesi karşısında korkmamayı öğrenmeseydim, onu bu denli sevmeseydim, korkar kaçardım bu kadar zayıf hissederken.

Oysa hiddetinin sebebiyeti bile elinden gelse beni kendimden bile korumak isteyişinden kaynaklıydı.

Elleri ellerime uzandı, sımsıkı kavradı parmaklarımı. Avucunda güvene hapsoldu ellerim.

"Şu elini bıraktığım gün, ellerimi de bileklerinden kessinler!" dedi o öfkeyle. Hiddetinden heybetli bedeni titriyordu. "Beni soysuz yerine koysunlar, kellemi alsınlar!"

O kadar öfkeliydi ki sanki bu sözü ondan istemem gururuna dokunmuş gibiydi.

"Sus!" dedim korkum tekrar nüksederken. Başımı sağa sola salladım. "Sus! Bahsetme ölümden." Gözlerim tekrar doldu. "Sen yalnızca ellerimi tut, ben yürümesini bilirim." Olduğum yerde dikleşmeye çalıştım.

Başarmak istiyordum, şimdi o azmi içimde hissedebiliyordum çünkü yanımdaydı. Ben ondan güç alıyordum ama hala bunu görmemekte diretiyordu.

Ayağa kalkmak isteyince elimi tutan elleri beni engelledi. Kaşları çatıktı, öfkeli yüzü zifir zehirdi sanki. Başta kendini sonra benim yerime de yine kendini yaralıyordu.

"İyi değilsin, Elif!" dedi o öfkesiyle. "Hadi eve götüreceğim seni." Sesi de o öfkesinden nasibini almıştı. Bana doğru uzandı. Muhtemelen kucağına alacaktı.

Geri çekildim. Bende biliyordum iyi olmadığımı ama ben bugün bu acımla yüzleşmezsem yarın yine benden acı çekebileceğim her olayı bir sır olarak saklayacaktı.

Bende sırlanmış aynanın içersin de solup giden yansımama hapsolacaktım.

"Benim şu an öfkene hiç ihtiyacım yok, haberin olsun!" dedim bu yüzden. "Benim yerime karar vermene değil, benim yanımda durmana ihtiyacım var." Ağlamaktan boğuk çıkan sesim kırılganlığımı yansıtıyordu. Başımı yana doğru eğdim. "Seni çağırdığıma pişman etme beni!"

Bende tıpkı onun gibi kaşlarımı çattım. Yüzümde göz yaşlarımın izleri, kalbimde ise korlu bir alev vardı ama onun gibi öfkeme tutunmaya denedim. Oysa konuşurken hala sesim titriyordu.

Yarıştırdık öfkemizi. Normalde o öfke beni yakıp kül ederdi ama yine kıyamadı. Ben kazandım. Yine izin verdi çünkü.

Bakışları yumuşadı. "Öyle bakma." dedi aksi aksi. "Öperim."

Dudaklarımı birbirine bastırdım gülmemek için ama engel olamadım. Başımı yana doğru çevirdim. "Adam yine nereye bağladı, Allah'ım!" dedim.

Ona döndüğümde bakışları yumuşasa da lacivertlerin de keskin buz kırıkları vardı. Kendi canını, canımı yakan buz kırıklarıydı bunlar.

Acısını yine kendine sakladı.

Lacivertlerin yeni rotası gülüşüm oldu. "Sanki her yolum sana kördüğümle bağlanmamış gibi." dedi dalıp giderken. Ona doğru uzandım. Dudaklarımı dudaklarına bastırdım.

Hasretle bakacağına, doysun istedim. Uzakta yarım kalacağımıza tam olalım istedim.

Gözlerimi yumdum. Huzuru tattım dudaklarında. Bir eli ensemi kavradı, kavuşmanın hasretiyle öptü dudaklarımı.

Şifa oldu, öfkesini katmadı öpüşlerine. Diğer eli çenemi kavradı. Şefkatiyle yüreğimi sardı. Usulca dudaklarımdan yüreğime nefes oldu.

Geri çekildiğinde kirpiklerimi yavaşça araladım. Yüreğimin kesif ağrısı sanki dinmişti.

Bir gecenin en güzel anına, bir denizin en karanlık sularına düştüm gözlerimi açtığımda. Cam kırıklarını gömmüştü o derinlere. Öyle güzel, öyle özel bakıyordu ki sanki ruhumu görüyordu.

"Ne yapacağım ben sana olan bu düşkünlüğümü?" dedi hasret düşmüş sesiyle, sevdayla yanmış bakışlarıyla. Baş parmağı çenemi usulca okşadı. Usulca gülümsedim.

"Nasıl da biliyorsun ama bu zaafiyetimi." Biliyordum ama ben bunu onda kullanmıyordum. Eğilip dudaklarını dudaklarıma bastırdı tekrar. Bir nefeslik uzaklaştı sonra.

"İlla elin silah tutacak yani." dediğinde başımı yavaşça yukarı ve aşağıya doğru salladım.

"Buna ihtiyacım var. Ben korkak olmayı sevmiyorum, sevdiğim." Yüzü acıyla kaskatı kesildi. Sanki yarasına tuz basmıştım.

"Sen zaten benden daha cesursun, Günışığı." İç çekti. "Konu sensen ben dünyadaki en büyük korkağım. Buna rağmen seni cesur olmaya zorluyorum."

Korkağım derken, kendi hayatı hakkında sakladıklarından bahsediyordu, biliyordum. Hissedebiliyordum. "Bu benim seçimim. Ayrıca bunu düşmanına da bir sor bakalım." dediğimde gülümsedi.

Başı geri çekildi. Yavaşça ayağa kalktı. "Konu sensen dedim zaten, benim güzel karım." Yüreğim sımsıcak oldu. Berbat göründüğümü biliyordum ama onun için, onun yüreğinde hala güzeldim.

Elleri hala ellerimdeydi. Beni yavaşça yukarı çekti. Bacaklarım yeni doğmuş bir tay kadar güçsüzdü ama tuttu beni.

Beni yukarı kaldırdıktan sonra tuttuğu ellerimi beline sardı. Ellerimi bıraktıktan sonra da kendi ellerini beni desteklemek için belime koydu. Sanki düşsem hemen kucağına alacakmış gibi güçle doluydu tutuşu.

"Yardım edecek misin?" dedim yüz yüze geldiğimizde.

"Ne yapmamı istiyorsun Günışığı?" Gözleri yüzümde dolandı. Hala isteksizdi. "Bana kalsa odağın şu an çok zayıf ama inat ediyorsun işte."

Omuz silktim. "İnatsa inat! Beni böyle sevdin." Gamzesi bir an görüldü ve yok oldu. Bu halimin hoşuna gittiğini biliyordum. Kendi fikirlerimde diretebilecek, onların arkasında durabilecek kuvvette oluşumu sevdiğini görebiliyordum. "Dikkatimi kasıtlı dağıtmazsan, seninle her şey daha kolay. Senin beni koruyacağını biliyorum çünkü."

Tekrar iç çekti. "Fazla zamanım yok. Haberi aldığımda önemli bir toplantının ortasındaydım." dedi. İlk defa o an vicdan azabı çektim. Muhtemelen bunu pes etmem için bir koz olarak öne sürüyordu. Bende tam olarak tuzağına düşmeye meyilliydim.

Ama tuttum kendimi. Onun yardımını istiyordum çünkü.

"Silah tutmayı göster, bir kere seninle atış yapayım." Yatıştırıcı bir şekilde konuştum. Konuşurken hala sesim titremeseydi daha inandırıcı olurdum ama yine de çabaladım. " Zaten hocamı da korkuttum. En azından karşısına bir dahaki sefere güçlü çıkarsam benim zayıf olduğumu düşünmez."

Öfkesi saman alevi gibi yine yükseldi. "Sana kimse zayıf diyemez! Dedirtmem." dediğinde göz devirdim. Kükredi karşımda resmen ama korkum dindiği için hiç etkilemedi beni öfkesi.

"Sözlerini değiştirebilirsin ama fikirlerini değiştiremezsin. Dağdan inmiş gibi davranma şimdi." dedim onun aksine sakin bir sesle.

"Değiştiririm. Korku insana iman bile ettiriyor, fikir mi değiştirmeyecek?" İnat ediyordu, konuyu saptırtıyordu.

"Korku iman ettirmez dil ile ikrar ettirir. İman kalp iledir." Başımı yana doğru eğdim. Beni daha çok kendine yaklaştırdı. "Ayrıca konuyu değiştiriyorsun. Yardım etmeyeceksen kendi kendime çabalayacağım. Ben sana zafiyetimi itiraf ediyorum. Sen yardım edeceğine hala diretiyorsun."

Suratımı astım. Canımı yakıyordu böyle yaparak, bunun farkına varsın istedim.

Bir an sessiz kaldık. Sessizliği yaran onun sıkıntılı bakışları, benim ağlayışımın izini taşıyan iç çekişlerimdi. O tutmasa hala doğru dürüst yürüyecek halde değildim ama yine de inat ediyordum.

Etrafıma baktığımda kan izleri yok olmuştu. Artık kurşun sesleri de susmuştu. Yine aynısı olursa korkusu elbette içimde vardı. Hala kalbimin hızı normale dönmemişti ama kollarına sığındığım sevdiğim adamdı. Ben ondan güç alıyordum.

"Tek bir atış!" dediğinde birden yüzümü ona döndüm. Tüm dünyam aydınlandı sanki. O aydınlıkla gülümsedim.

Yükselip dudaklarını öptüm. "Teşekkür ederim, teşekkür ederim!" dedim geri çekildiğimde. Sıkıntılı yüz ifadesi yerini bir tebessüme bıraktı.

O kabul edince korkumu tekrar ele alacağımı unuttum. "Hemen heyecanlanma!" dedi bu kadar sevinince. İşaret parmağını burnumun ucunda bana doğru salladı. "Kötü hissettiğini fark ettiğim an, alır götürürüm seni. Benim de tek şartım bu küçük hanım."

O bana böyle hitap edince kendimi tecrübeleri karşısında küçük hissettim ama aynı zamanda ona sığındığımı da hatırlattı.

Sözlerine karşı ise dudak büktüm. "İyi bari, hiç yoktan iyidir." dedim. "Ayrıca ilk korkumla da yapma bunu lütfen. Elbette hemen korkumu yenemem. Sen bana destek verirsen, iyi olacağıma eminim ben."

"Bakarız!" karşılığını verdikten sonra beni köşede duran koltuklara oturttu. Yanda duran masa da elime aldığım silah vardı.

Onu eline aldı. "Bu sana ağır." dedi yıllardır silah tutan elleri rahatlıkla kavramıştı tabancayı. "Ben sana Ruger Lc9 aldırdım, sana özel modifiye edildi. Tutuşu sağlam, kabzası küçük ve oldukça hafif. Onun kalibresi 9 milimetre."

Oturduğum yerden o silahın ağırlığını benim için tartarken ellerimi önümde kavuşturdum. Yanında duran iki tane şarjörden birini eline aldı. Şarjörü kontrol etti ve avucunun içiyle yerine taktı.

"Dediklerinin yarısını anlamadım ama bana bir tabanca aldığın için sana teşekkür ederim, paşam."

Kıkırdadım. Yaşadığım olayı tiye aldıkça daha sakin hissediyordum. Bana baktı, gözleri direk gülüşümü buldu. Gözleri kısıldı.

"Ne zaman vermeyi düşünüyorsun? Doğum günümde mi?" diye devam ettim.

Gözleri dudaklarımdan yukarı çıkıp gözlerimi buldu. Bana ters ters baktı bu sefer de. "Bu inadınla bir ay içerisinde öğrenirsin sen, Günışığı. Doğum gününe daha çok var." dediğinde sırıttım.

Bana doğru yaklaştı. "Hira hocan sana Glock 19'un özelliklerini anlattı mı?" dediğinde ciddi bir ifadeyle kafamı salladım. "Silahın kısımlarını, nasıl tutulacağını anlattı. Uygulamaya geçmek üzereydik."

Ağzımda hala nane tadı vardı ama midemin hassasiyetini hissedebiliyordum. "Korkunu tetikleyen neydi Günışığı?" dedi. Elindeki tabancaya baktım. Bakışlarını sürekli tepkimi ölçmek üzere yüzümde tutuyordu.

"Silahın patlama sesi sanırım." dedim tereddütle. Bir an durum düşündüm. Olay olalı daha 15-20 dakika bile olmamıştı ama hatırlamaya çalıştım. "Kızlardan biri sevinç çığlığı attı ama zihnim bunu da yanlış anladı." Olay daha yeni olmamış gibiydi sanki. Hatıralarım bile pustan bir perdenin ardındaydı.

"Gönderildiler." dedi. "Kulübü kapattırdım." Kaşlarım havalandı şaşkınlıkla.

"Kamera kayıtlarının da kapatılmasını emrettim. Bugünün kayıtları bana bir kopyası gönderildikten sonra silinecek. " Bunları söylerken bile olayın önünü, ardını düşünen her anını planlayan o hesapçı yanını, o karanlık adamı gösteriyordu. Kaşlarımı çattım.

Ne halde olduğumu bu şekilde öğrenecekti.

Tam ona cevap verecekken bana bakarak poligonun atış hedef kağıdına doğru silahını hedef aldı. Bir kolu kalkık, heybetli bedeni sağlam bir şekilde dururken elindeki silah onun için yalnızca bir aksesuar değil, tecrübeli bir ölüm makinasının bir uzvuydu sanki.

Ne yaptığına sakin bir şekilde bakarken silahı birbiri ardınca ateşledi. Ne olduğunu benden önce kalbim fark etti. Atışları tekrar hızlandı. Yılların aşinalığı nefretin ardına saklanan büyük bir güce dönüşmüştü.

Tetikte ki parmağı o kadar hızlıydı ki silahın gürültüsü sanki parmağının hareketiyle orantılıydı.

Silah ilk ateş aldığında irkildim. Gürültü beni korkuttu, kaçmak istedim. Midem tekrar bulanmaya başladı. Sonra gözlerimi zoraki bir şekilde yüzüne çevirdim.

Bakışları en derin korkularımı görüyordu.

Güzel gözlerine bakarken bir nebze rahatladığımı hissettim. Bunu yapan oydu. Şarjörü kısa bir süre içerisinde boşaltan benim sevdiğim adamdı.

Yüzünde mimik bile oynamazken benden de aynısını beklediğini biliyordum. 15 tane kurşun bittiğinde dizlerim titremesine rağmen duvara yaslanarak zorla ayağa kalktım. Silahı tutan kolu yavaşça yere indi.

"İnsanları sınamayı çok seviyorsun, değil mi?" dedim. Kızmıştım. Korkacağımı bile bile yapıyor, hala beni vazgeçirmeye çalışıyordu.

"Bilmem lazımdı." dedi. Yüz ifadesi hissizdi. Beni çileden çıkartmak istercesineydi.

"Neyi?" dedim. "Ne kadar korktuğumu mu?!" Sesim gittikçe yükseldi. Elimi duvardan çektim. "Çok korktum, oldu mu? Yine aynı hissetmeye başladım, oldu mu?!" dedim.

Öfkeme karşı tepkisizdi. "Ama şu an daha çok öfkelisin, öyle değil mi Günışığı?" dedi.

"Seni boğazlamak istiyorum şu an." karşılığını verince ciddi yüz ifadesi yerini keyifli bir tebessüme bıraktı.

"Bende seni öpmek istiyorum şu an ama konumuz o değil." dedi ciddi bir sesle. Bu sözleri beni daha da öfkelendirdi.

Ona vurmak üzere elim bilinçsizce ona doğru uzandığında boştaki eliyle elimi tuttu.

"Bu öfke iyi." dedi parmaklarını parklarımın arasından geçirdi. "Şimdi bu öfkene tutun." Başını eğip elimin üstünü öptü. "Bak, o öfke seni nasıl ayaklandırdı."

Öfkemi bir köşeye koyduğumda bilerek yaptığını anlayabildim. Bilerek damarıma bastırmıştı ki korkumu unutayım. Çok zekiceydi ama bu benim öfkemi tamamen dindirmedi. Beni kendi önüne çekerken surat asmaya devam ettim.

Biraz uzaklaştı. Yeni bir şarjör almaya giderken bende uzaktaki atış hedefine baktım. 10 ve çevresindeki kurşun delikleri hedefi hiç şaşmadan tam zirve noktasından vurabildiğini gösteriyordu.

"E çüş ama!" dedim kısık bir sesle. Arkamdan erkeksi kıkırtısını duyduğumda homurdandım. Ellerimi göğsümde kavuşturdum. Göğsünü sırtıma yasladı.

Eğilip boynumdan öptü. Huylanmasam da omzumu boynuma doğru yükseltmekten kendimi alamadım. "Duruşun dik olmalı, benim güzel karım." diye beni paylamayı ihmal etmedi.

Olduğum yerde dikleştim. Sırtından uzaklaştım. "Vücudunu kasma. Gerginlik bütün odağını bozar. Mühim olan odaklanacak kadar rahat olabilmen." Gözümün önünde onun tarafından delinen hedef kağıdı kenara çekildi. Yerine yenisi geldiğinde Siraç boştaki elini tam enseme koydu.

Eli yavaşça aşağıya doğru kaydırdı. Omurgamın izini takip ederken ürperdim. Eli bel boşluğumdan kalçama doğru kayarken avucunun içini tenime bastırdı. "Daha dik!" dedi.

"Dokunmadan da gösterebilirsin." diyerek tersledim onu. Gergin olan kaslarım dokunuşu ile bir yayın ok atılmadan önce ki gerginliğiyle yarışır hale gelmişti. Kendimi ileri doğru atılmamak için zor tutuyordum.

"Evet, yapabilirim." dedi. Bıyık altından güldüğünü, beni çileden çıkartmak için dudaklarını kulağıma yaklaştırmasından anlayabiliyordum.

Sıkıntıyla iç çektim. Eli kalçamdan çekildi. Bu sefer diğer eli sol kolumun dirseğini kavradı ve yukarı kaldırdı. "Kolunun yorulmamasına, dirseklerinin kıvrılmamasına özen gösterdiğin kadar özen göstereceksin. Atış yaparken rahat olmak önceliğin olsun. Reflekslerini keskinleştirmeye çalışırken Aslı Hanımın da amacı buydu. Kendini gerersen rakibin senden birkaç saniye ötede olan ölüm çukuruna seni yollamaktan çekinmez. Biriyle karşılıklı bir çatışmaya girdiğinde düşüncelerin ile hareketlerin arasında asla tutukluk olmamalı. Elinde bir silah yokmuşçasına mantıklı hareket etmeli ve her adımını planlamalısın."

O bana kendi taktiğini anlatırken benim daha çok kasıldığımın farkında değildi. "Bu kadar şeyi toptan anlatacağına, parça parça ilerlersen bende en azından kendimi alıştırabilirim. Seninle de bu şekilde baş ettim ben. Yoksa senin deyiminle toplu saldırı yapsaydım, birbirimizden fizan kadar bir uzaklıktaydık."

Bir şey söylemedi. Haklı olduğumu biliyordu çünkü. Sert söylemime karşılık göğsünü sırtıma yasladı ve sağ elindeki silahı kaldırmış olduğum sol kolumdaki elime sardırttı.

"Yanında ben yoksam, benim yerime de acımasız olacaksın." dedi yine öfkemi hedef alarak. "Madem kaçmamayı kabul ettin, bu silahı eline aldın mı bedelinin de olduğunu bileceksin." Silahı tutan parmaklarımı sıktı.

Bir şey söylemedim. Göğsü sırtıma yaslandığında karşıya odaklanmaya çalıştım. Elim yine silahın kabzasındaydı. Tırtıklı yüzey buz gibi olmuş ellerimde karıncalanma hissi bırakıyordu.

"Nefesini tutma. Aksine alabilecek her nefesi sonuna kadar kullan. Gerginliğini atabilmenin en iyi yolu nefes kontrolüdür çünkü." Silahı tutan parmakları beni hedefe doğru yöneltti.

"Silahın üstündeki u şeklindeki çıkıntı yani kertiğin adı gez. Okların yaya takıldığı kısma da denir." Onun dediği yere baktım. Yarım daire şeklinde ki minik çıkıntı küçük bir dürbündü sanki. "Arpacık ise silahın ucundaki arpa boyundaki çıktındır." Ona odaklanırken direktifler vermeye devam etti. Sesi en çok sol kulağımda yankılanıyordu.

" Arpacık hedefinin yoludur.Hedefi işaret eden bir nokta gibi düşün. Gez, göz, arpacık! Gözünle gezden bir yol çizersin, sana arpacık hedefi gösterir. Hedefi işaret eden arpacıkla, gez aynı hizada olursa hiç durma, ateş et."

Silah tam göz hizamdayken hedef almama yardım etti. "Silahı ben kavramasaydım, önce sana çift elle atış pozisyonunu gösterirdim. Silahın geri atışını daha kolay karşılarsın böylece." Sırtım göğsüne yaslanmışken elimde silah tutmanın verdiği ağırlığı kaldırabiliyordum. Bunu o da biliyordu. Bu yüzden ardımdaydı.

Beni varlığıyla koruyordu.

"İşaret parmağını tetiğe koy." Tereddüt ettiğimi görünce eğilip yanağımı öptü. "Güvenlik kilidi açık. Yap, Günışığı. " dedi usulca.

Parmağımı tetiğe koyduğumda bir kez daha Selvi'yi vurduğum anı hatırlar gibi oldum. Siraç'ın sesi olmasaydı yine o sınıra gitmeye yaklaşmıştım. Dudaklarını kulağıma yasladı.

"Şimdi pes edecek misin?" dedi. Sesi tüm bedenimde yankılandı sanki. "Bana göre hava hoş. Eve gideriz hemen. Akşama gelir, beni korkuttuğun her anın acısını çıkartarak sevişirim seninle."

Hırsla söylenmiş sözlerin ardında gizli bir kışkırtma bariz bir tutku vardı. Boğuk sesi ona ait bedenimi onun varlığına uyandırdı.

Kalbim korkuyu unutur gibi oldu. "Ağzını benden mümkünse beni etkilemeyecek kadar uzaklaştır. Dikkatimi dağıtıyorsun." dedim. Gergin oluşumu ses tonumdan bile anlayabilirdi.

Bunu bilerek yaptığını anlayabiliyordum. Aslında bana yardım ediyordu ama bir yandan ardı ardına yaşattığı duygularla işkence de çektiriyordu.

"Ağzım tenin için yaratılmış, dilimde. Bir de..." Ona dönüp ters ters baktım.

"Uzuvlarını kendine sakla." dediğimde gözlerimden ateş çıkıyordu sanki.

Ona bakarken küçük bir click sesi aramızda yankılandı. Silahın güvenlik kilidini açarken bana meydan okuyarak bakıyordu.

"O zaman ateş et. Sustur beni. Ya da..." bana doğru eğildi. Fısıltısı dudaklarımda yankılandı. "Öp beni."

Soluğunun ardında alev aldım. Başımı zorlukla geri çektim. "Vazgeç şunu yapmaktan." dedim tekrar önüme dönerken. Parmağımı tekrar tetiğe koydum.

"Neyi?" dedi. Çenesini omzuma sürttü. "Silahı tutarken duruşunun beni nasıl tahrik ettiğini anlatmayı mi?"

"Sus!" dedim bağırarak. Hedefi belirlemeye çalışıyordum. Terlemeye başlamıştım. Alnımda ince bir ter tabakasının oluştuğunu hissedebiliyordum.

"Ateş et o zaman, yoksa devam ederim!" Sıkıntıyla iç çektim. Tüm duyu organlarıma oynuyordu. Tenime dokunuyor. Kulağıma efsunlu sözlerini fısıldıyor. Gücünü görüp kokusunda korkumu unutuyordum ama hepsine birden yüklenirken öfkemi tetikliyordu.

"Korkuyor musun yoksa?" Dudaklarını boynumda hissettim. " Niye kucağımda korkmuyorsun?" Dudaklarını boynuma bastırıp geri çekildi. Yoksa sana nasıl hareket ettiğini hatırlatmam mı istiyorsun..." dediğinde tetiğe bastım.

Bunu silahı ateşleyene kadar yapmaya devam edecekti. Bunu onun şu an beni kışkırtmak için yaptığını bilecek kadar farkındaydım, bana başka bir çare bırakmıyordu. O dengemizi tutmasaydı, muhtemelen silah geri tepecekti ama izin vermemişti.

Yaptım.

Kendimi kaybetmeden silahı ateşledim.

Sesi kulağımda çınladı ve onun sesini, benim soluğumu kesti. Korkum tekrar nüksetmeye başladı. Hedefin en uzak köşesinde ki kurşun izini gördüğümde titredim. Kendimi kaybetmekten korktum ama o buna izin vermedi.

"Bu kadar mı? Sen beni bundan çok daha hızlı ateşliyorsun benim güzel karım..." dediğinde daha ilkinin şokunu atlatamadan sanki bir iç güdüymüş gibi tekrar silahı ateşledim.

Korku susmaya, saldırısının izini temizlemek için yavaş yavaş inine çekilmeye başladı.

Onu susturana kadar hızla ateşlemeye devam ettim. Parmağım tetiğe her basışında geriliyordum ama bende tetiklediği öfkeye tutunuyordum. Şarjör boşaldığında göğüs kafesim her kurşunun ardından koşmuş gibi hızla inip kalkıyordu. Soluklarımın hızı nefesimi kesiyorken ona doğru döndüm.

"Rahat ettin mi? Değdi mi?" dedim nefes nefes kalmış bir haldeyken.

Burun buruna geldik. "Siktir!" dedi gözlerimin içine bakarken. Boğuk ses tonunda gizli bir hayranlık saklıydı. Başını yana doğru eğdi. "Bu zamana kadar senin öfken kadar beni tahrik eden başka bir şey daha görmedim."

Lacivertleri siyahlar yutmuştu. Yüzündeki alaycı ifade kaybolmuştu. Bu haliyle o kadar etkileyiciydi ki adrenalinin kanımda tutuştuğunu hissedebiliyordum. Boğazım kurudu, sesli bir şekilde yutkundum ama bu bakışlarını dudaklarımdan uzaklaştıramadı.

Yine de, "Elimde silah varken de yapmasan mı? " diyerek onu tersleyecek gücü kendimde bulabildim. "Malum, boş olsa da şeytan doldurur derler." Onu bu halde küçümseyecek kadar da yürek yemiştim.

Dudağının bir kenarı yukarı kıvrılırken alaycı gülüşü bizzat kalbimi hedef almıştı. Hedef sekmedi, dili dışarı çıktı ve alt dudağını ıslattığında vurulduğumu hissettim.

"Öyle mi?" dedi gözleri dudaklarım ve gözlerim arasında mekik dokurken. Gözleri gözlerimi bulduğunda tam hedeften vurdu. "Seni doldurduğum gibi mi?" dediğinde sözleri çift anlamlıydı ve öfkenin yanında onun tarafından tahrik edilip utandırılmaktan yanaklarımın kızardığını hissettim.

Eline silahı tutuşturup omzundan ittiğimde omzu yerinden oynamadı bile yalnızca kendimi uzaklaştırıp kollarından çıktım. "Ben küfretmem ama bazen!" Ona doğru vurmak istedim.

Ellerimi kaldırdım ve iki elim ona doğru yumruk olduğunda hırsımdan ona saldırmamak için kendimi zor tutuyordum. "Cidden!" dedim çıldırmak üzereyken. Silahı arkaya koydu. Ben çileden çıkarken yüzünde gittikçe genişleyen gülümsemeyle birlikte sanki ben delirmiyormuşum gibi gömleğinin kollarını açıp katlamaya başladı.

"Hayır ben anlamıyorum ki, tek derdim bana yalnızca silahı nasıl tutmam gerektiğini öğretmendi! Ne demeye bu kadar beni öfkelendiriyorsun ki? Boğazına sarılınca hoşuna mı gidecek?" dedim.

İşini yaparken başını kaldırmadan pişkince cevap verdi. "Yapmadığın şey değil, benim güzel karım." İkinci koluna geçerken başını kaldırdı. "Üstelik yalnızca kollarınla da değil," manşetinin düğmesini açarken başını yana doğru eğdi. "her uzvunla."

Pufun üstünde duran ceketimi alıp üstüne fırlattım. Hafif yana doğru kayarak içine aldığı havayla kısa bir mesafede yere düşen ceketi bertaraf etti. Hala hırsımdan kurtulamamıştım. "Ruh hastası!" dediğimde kahkaha attı. Bir yandan da kolunu katlamaya devam ediyordu.

"Güreşe mi giriyorsun ayrıca, neden kollarını katlıyorsun hem sen?" dediğimde ise katlamayı bırakıp bana baktı.

"Sana zaman tanıyorum." dediğinde kafam karıştı. Kollarını göğsünde kavuşturdu. "Ne zaman fark edeceksin merak ediyorum?"

"Neyi?" dedim bende duraksayarak.

"Toplam 15 el ateş ettiğini ve hiç etkilenmediğini, aksine..." tek kaşını kaldırıp imalı bir şekilde bana baktı. "Benimle dövüşecek kadar kendinde olduğunu." deyince zihnim bir an durdu.

Haklıydı. Yapmıştım. Silahı ateşlemiştim, korkmadığım gibi birde üstüne onunla tartışmış, kırk yıldır tabanca kullanıyormuşum gibi tabancayı eline tutuşturmuştum.

Zihnim farkındalıkla aydınlanırken yüzümü yavaş yavaş büyüyen bir gülümseme ele geçirdi. O da benimle gülümsüyordu.

Ona baktığımda kollarını açtı. Gamzeleri yüreğimde ki baharın habercisiydi. Beni kollarının arasına davet ediyordu bu zafer için. " Şimdi dövebilirsin de öpebilirsin de." dedi. "Ben öpmeni tercih ederim ama dövmek istersen de boğuşmak hoşuma gi..."

Sözünü yarım bıraktı çünkü kolları arasına koştum. Kollarımı boynuna dolayıp dudaklarına yapıştığımda dudaklarımın altındaki dudakları bir gülümsemeyle kıvrıldı. Sonra beni belimden tutup havaya kaldırdı.

Ellerim ensesindeki saçlarını tutarken o an ki mutluluğumla, kısa da olsa bir adım atışımın, öfkemi tetikleyerek beni bilerek adım atmanın korkusundan kurtarmasının şerefine öptüm onu. Dudakları dudaklarımın üstünde dolaştı.

Beni sımsıkı kendine bastırdı. Ayaklarım havada sallanırken, o benim sırtımı yaslayacağım dağım, yürüdüğüm yolda diğer yarım, kalbimin en gizli kapılarını aralayan ruh eşimdi.

Geri çekildiğimde ona doğru sırıttım. O da gülümsüyordu. "Başardım!" dedim. "Başardım!" Kollarında sağa sola doğru sallandım.

Ben gülümserken sanki mutluluğumu içermiş gibi bakıyordu. "Bende ne zaman anlayacaksın diye bekliyordum." dedi.

Ben o kadar sinirlenmiştim ki aklımın şirazesi kaymıştı. "Kol manşetlerini katlaman ne içindi?" dediğimde dudaklarını tadımı alırcasına yaladı.

Sanki mest oluyordu o tadı alırken, her duygusunu bana yansıtmaktan çekinmiyordu.

"Önce dövüşür sonra sevişiriz, diyordum." dediğinde omzuna vurdum. Sahte bir şekilde yüzünü buruşturdu. "Seni çalıştırmak bana yaramadı. Yumruk atışın da güçlendi şimdi, Günışığı."

Canının zerre acımadığını biliyordum. Bunu bilerek imalı bir şekilde baktım ona. Gülümsedi. Sonra yine konuyu aynı yere döndürdü. "Tabi sen şimdi sırayı değiştirmiş oldun. Kucağındayken kapıya doğru yöneldi. "Şimdi hem yatakta dövüşmek hem de sevişmek zorundayız." dedi.

"Hey!" dedim tekrar omzuna vururken. "Nereye? Ben tekrar alıştırma yapmak istiyorum." Başını olumsuz anlamda salladı.

"Önce kocanla ilgilen. Sen zaten hedefi tam 12'den vurduğunu kalbimi sana kaptırdığımda kanıtladın."

Hoşuma gitti ama yüzümü sahte bir şekilde buruşturdum. "Her hareketin şov yapmak üzere kurulu, bunu biliyorsun, değil mi?" dedim.

Eğilip boynumu öptü. "Şov değil, meydan okuma bu ve ben bu zamana kadar hiçbir meydan okumayı geri çevirmedim." dedi kucağında beni bez bebekmişim gibi taşırken. "Hiçbir zaman senin kadar güzel bir zafer elde etmedim."

Koridorun sonundaki askıya doğru ilerledi. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Düştüğün anda elini tutan birinin olabileceğinin güveni farklıymış, ayağa kalktığında onun zevki de ayrıymış onu tadıyordum aynı anda.

"Ve şimdide tahrik olmanın son sınırındayım." dediğinde bu yüzden kıkırdadım. Resmen bana karışı zafiyeti arttığında küçük bir çocuk gibi huysuzlaşıyordu. Birbirimizin yanındayken normal bir davranışta bulunamadığımız da aşikardı. "Aferin bana!"

Beni aşağıya indirdi. "İş bitti!" dedi ellerini çırpar gibi yaparken. "Şimdi benimle ilgileneceksin." dedi. Başımı o iş bende der gibi salladım.

"Emredersiniz, paşam!" dediğimde durdu. Gülümsüyordu. Gülümsüyordum.

"Lütfedersin Günışığı." dediğinde ikimizin de yüzünde aynı aşkın yansımaları vardı. Elimden gelse onu şu an içime katar kaburgalarımın arasında yaşatırdım.

Onun da bunu hissettiğini biliyordum. Tıpkı ardımda ölüm çığlıklarını bıraktığımı bildiğim gibi.

O olmadığında belki yine aynı korkuyu hissedecektim ama bana silahla birlikte ilk defa hatırlayınca tebessüm edeceğim, yanaklarımın heyecanla kızaracağı bir anı bırakmıştı.

Bu yüzden sevgimin ardında arkamın kollandığını hissetmenin minnettarlığı vardı.

⚜🔱⚜

Haftalar geçerken hayatımdaki yüklerden teker teker kurtuluşum, yaşadığım en büyük deneyimdi. Dergah'la tanıştım. Reddi miras için bir sürü prosedüre maruz kaldım. Yeni insanlar tanıdım, babamla annemin, dedemin hatta Siraç'ın bile bambaşka bir yönünü keşfettim.

Dergah' ın resmi binasının bir Bektaşi Dergahının içine kurulduğunu öğrendiğim gün idrak ettim her şeyi. Orada Osman Dedeyle, oğulları Halid ve Huzeyfe abiyle, eşleriyle ve Halid abinin minik oğlu Sencer, Huzeyfe abinin Sencer'le aynı yaştaki oğlu Ubeydullah'la bile tanıştım.

Minikler Dergah'ın neşesiydiler. Onların neşesinin sebebiyeti bile burada kurulan gizli teşkilatın aile bağında saklıydı. O ailede anne ve babam değerliydi. Kimle tanışsam Dergah 'tan babamı yad ediyor, annemi çok seviyordu. Sanki onlara ait bir hayatın içine düşmüş gibiydim.

Ravza'nın resmi belgelerde bir koruma şirketi olduğunu, bu sistemin aslında yabancı ülkelerde de işlediğini anlattılar bana. Paralı asker adı altında devletler bu şirketler aracılığıyla birbirlerine yardım ediyorlardı.

Müslüman Devletler ise bu konuda oldukça gerideydi, üstelik çoğu Müslüman ülke savaşın bizzat ortasında ve büyük bir zulümle karşı karşıyalardı. Dergah bunun için kurulmuştu. Geliştirmekte oldukları siber kuvvetin, başlangıçta devlet destekli olduğunu söylemişlerdi ama sonra Siraç'ın devreye girdiğini, buradaki bütün güvenlik prosedürlerini onun şirketi tarafından yönlendirildiğini öğrenmiştim.

Ben bu zamana kadar bu teknolojiden haberdar değildim. İlk olarak Dergah' ta, ikinci olarak Siraç'ın Ankara'daki şirketini ayrıntılı bir şekilde gezince eşimin yaptığı işin idrakine vardım. Onun hayatının gölgelerinde yaşarken neyle uğraştığının, nasıl bir güce sahip olduğunun farkında değilmişim onu öğrendim.

Dergah' ın girişinde ki parmak izi okuyucunun küçük bir kan testi ile nabzı tespit etmesinden tutun da içeri girişte aşağıya doğru inen, gerçek bir yer altı şehri olan Dergah' ın her türlü silah teknolojisine kadar bu güvenlik ağının küçük bir sunumuyla şaşkınlığa düşmüştüm.

Kan testiyle yapılan girişte bitkilerden esinlenilmişti. Bunu Dergah' ta beni gezdiren görevli tarafından öğrenmiştim. Çiçekler de vücuttaki ısı ve nabzı hissedebiliyorlardı ve onlara dokunduğumuzda bazı çiçekler bizden küçük bir doku örneği de alıyorlardı.

Görevli bana siber güvenliği sağlayan dehanın, sinek kapan ve ibrik otu adlı etçil bitkilerin enzimlerini bir kapsül olarak kurşuna dönüştürdüğünü ve yakın bir zamanda bunun kullanımıyla birlikte kurşunun hedefi olan kişinin eriyerek yok olacağını şakayla karışık bir şekilde anlatmıştı.

O dehanın benim kocam olduğunu bilmiyordu mesela. O söyleyene kadar bende bunu bilmiyordum.

O günler benim için hem şaşkınlık hem de dehşet içinde geçti çünkü neyin içine girdiğimi yeni yeni fark ediyordum. Aynı durumu onun şirketinde de yaşadım. İnsanların dirsek izlerinin de farklı olduğunu bu yüzden bunun özel bir koruma olabileceğini söyleyerek sayısızca açtığı odaların ardında koskoca bir hacker ve yazılımcı grubu vardı.

Bilim kurgu filmlerinde gördüğüm duvarları kaplayan ekranların ardında bir şirket görevlisiymiş gibi kendi masalarında yazılım üretiyor, siber duvarlar örüyorlardı.

Bu işin yalnızca resmi kısmıydı. Şirketin en yüksek katında ise bahsedilen siber savunma silahların portatiflerini de gördüm. Sanki koskoca bir Marvel veya Dc evrenine düşmüşüm gibi hissettirdi bu bana.

Bu bölümün müdürüyle küçük bir konuşma yaparken kocamın 18 yaşında Google tarafından keşfedildiğini ve yazılım üretimi için çağrıldığını da söyledi bana. "CIA' den geçen sene kışın bir teklif aldık. Bizim savunma deşifre sistemimizin aynısını talep ettiler ama Siraç Bey reddetti. Aslında bizim gibi küçük gözüken bir şirket için bu düşmanlarımızın çoktan dikkatini çektiğimizin bir göstergesi ama şükürler olsun ki Sarmaşık Şirketler Grubu adı altında korunuyoruz. Gölge sistemi içerisinde Levent Bey her daim kendini ön plana atıyor." dedi.

Zihnim bu sistemi tahayyül edemiyordu ama görebiliyordum. Sıkı çalışan bu sistemi, takır takır işleyen bir saate benzetiyordum. Ben Siraç'ı yanımda yokken intikamı ya da planları ile ilgili düşündüğünü zannediyorken aslında her şey oldukça farklıymış, bunu idrak ediyordum.

Ankara'daki evimizde çalışma odasında fikirleri ya da portatifleriyle ilgili sayısız taslak görmüştüm. Benimle konuşurken, beni severken bambaşka bir insandı ama dışarı çıktığında o bir deha, acımasız bir ölüm makinası ve yeni bir sistemin kurucusu olarak anılıyordu.

Şaşkınlığımı kimseye tarif edemiyordum. Bir gün eve geldiğimde bunu ona da söyledim.

"Seni tanımıyormuşum. Benim tanıdığım Siraç sadece küçük bir pencereden görebildiğim kısım ama sen kocaman bir gökyüzünü kaplıyorsun."

Bana verdiği karşılık onun niçin yüreğim olduğunu gösteriyordu. "Yanlış." diyordu. "Senin tanıdığın Siraç'ın dünyası sensin, gördüklerin ise onun hayatında senden çok daha küçük bir yer kaplıyor benim güzel karım."

Onu seviyordum, bambaşka dünyalara ait olsak da onu çok seviyordum.

Aslında benim dünyamda farklılaşmıştı.

Yeni dünyam, reddi mirası yaptıktan sonra yüklü bir miktarın bana açılan hesaba aktarıldığı, bu miktarın ömrüm boyunca harcasam bitiremeyeceğim kadar çok olduğunu öğrendiğim bir dünyaydı.

Bana miras bırakan bizzat kendi Anneannemdi. Ona da soylu ailesinden kalmıştı. Amed 'in Filistin'de soylu bir aileden geldiğini de bu sayede öğrendim bende.

O dosya da onların dediğine göre reddi miras yaptıktan sonra tamamen kapatıldı. Kameralara iki dilde reddi miras ifademi verdim. Sayfalarca belge imzaladım. Yaklaşık üç gün boyunca bu işle uğraştırıldım. Bittiğinde ise benim kadar orada bulunan herkesin özellikle Levent Beyin üzerinden yılların yükü kaldırılmıştı.

Onlara reddi mirasa rağmen peşime takılmazlar mı diye sorduğumda, yeni uğraşlarının mirası alan kişi olacağını, bu yüzden bana bulaşamayacaklarını söylediler.

Garipti, aslında yetersizdi de açıklamaları ama bana öyle geliyordu ki birçok kişi tarafından korunuyor ve kollanıyordum. Bu onlara büyük bir güvence veriyordu.

Bende annem ve babam gibi Dergah için çalışıp çalışamayacağımı sorduğumda Aslı abla üstü kapalı şekilde Siraç'ı öne sürdü. Siraç büyük bir plana, asıl yıkıma hazırlanıyordu. Bu süreçte Dergah'a çok yakın olmam onların da afişe olmalarına sebebiyet verebilirdi.

Bu sözler üstü kapalı olsa da içime oturmadan edememişti. Siraç çalışmaya devam ediyordu, bir şeyleri hazırlıyordu ama ne hazırladığı hakkında en ufak fikrim bile yoktu. Bana yapmış olduğu tek açıklama aslında kısa da olsa Nergis tarafından yapılan bir sunumdu.

6 kişiden oluşan bir kurulun hikayesini anlattı bana Nergis. Lakaplarıyla birlikte Çakılı İbrahim, Marliyn Recep, Emir, Palalı Yusuf, Arnavutlu Mehmet ve Zeytinci Şevket. Garip lakaplarıyla birlikte görülen yüzlerin bazıları saygın kişilikler olarak anılırken bazıları azılı suçlulardı.

Bu 6 kişinin kurduğu bir ticaret ağı olduğunu, her birinin bir bölgeyi yönettiğini anlattı bana. Kurdukları ağın içerisinde hepsinin bir yarası vardı. Nergis onlardan bahsederken o kadar nefret doluydu ki onun bile bu adamlar tarafından yara aldığını anlayabilmiştim.

Hepsinin silah kaçakçılığı, uyuşturucu, terörizm ve insan ticaretiyle bağlantısı olduğunu öğrendiğim bu adamların ortak noktası, kendilerine çocukluktan adam yetiştirmeleri ve kullanmalarıydı. Bunu bana üstü kapalı bir şekilde Nergis anlatmıştı.

Konuyu geçiştirerek anlatsa da anlamıştım. Yapbozları birleştirmek zor değildi. Siraç'ta onların bu şekilde kullandıkları kurbanlardan biriydi. Bu altı kişinin kurduğu bu örgütlenme onun zihninde sonu görünmeyen bir kuyu gibiydi.

Bunu çökertmeden rahat etmeyecekti. Birkaç kez ne zaman harekete geçeceğini sormaya yeltendim ama beni geçiştirdi. Tek beklediği Emir'in hapisten tamamen kurtulmasıydı sanırım. O dışarıdayken istediğini yapabileceğini biliyordu çünkü.

Bir tek bunu tahmin edebiliyordum.

Günleri Ankara'da geçirirken her şeye rağmen daha huzurluydum. Haftada bir yuvadaki çocukları görmeye Konya'ya gitsem bile artık Ankara'da yaşıyorduk. Siraç yoğun bir şekilde çalışmasına rağmen bende en az onun kadar çalışıyordum. Aslı abla sıkı bir eğitime almıştı ve iyi bir ilerleme kat etmeye başlamıştım bu yolda.

Reflekslerim hızlanmış, birebir dövüşte gerektiğince karşılık vermeye başlamıştım. Bunda en büyük katkı sürekli vurduğum sopalar ve cansız mankenlerdi sanırım. Aslı ablayla da Nergis'le de birebir talim yapıyordum ve Nergis'i şimdiden bir iki kere yere sermiştim.

Bu aralar her yerim yara bere içerisindeydi ama geceleri Siraç her yaramla özenle ilgilendiği için hiçbiri uzun süre tenimde izini sürmüyordu. Gerçi o bunu bir baştan çıkartma ritüeline dönüştürmüştü ama şikayetçi değildim. Benimle ilgilenmesi hoşuma gidiyordu.

Tek sıkıntımız, Aslı ablanın defalarca teklif etmesine rağmen antrenmanlarda karşıma geçmemesiydi. Aslı abla bir erkekle de mutlaka alıştırma yapmamı istiyordu çünkü onlara karşı savunma teknikleri farklıydı. Özellikle güçlü birini arıyordu ki karşılaştığımızda nasıl yere sereceğimi bileyim.

Şimdi kısa mesafe de olsa da uçan tekmeler atabiliyordum ama Siraç bunu ona karşı yapmama izin vermiyordu. Başkasının da karşıma geçmesine izin vermiyordu.

Bunun için birkaç kez kavga etmiştik ama karşıma hiçbir zaman geçmeyeceğini söyleyerek kavgayı sonlandıran o oluyordu. Canımı yakarmış, canımı yakarsa da kendisini asla affetmezmiş. Bunu bana başka bir erkek yaparsa kim olduğuna bakmaz karşılığını verirmiş, bu yüzden iki türlü de yanıma kendi cinsinden kimseyi yaklaştırmıyordu.

Son kavgamızda sırtımı morarttığı için Nergis'e çok sert çıkıştığını bile itiraf etmişti. Onu tutan tek faktör dövüş partnerlerimin kadın olmasaydı. Yoksa bu konuda sınırlarda dolaştığını fark etmem çok zamanımı almadı.

Yine de ilerlemeye devam ettim. Silah kullanmaya da başladım. Siraç yokken hala korkum olsa da atışlarım da yavaş yavaş gelişiyordu. Siraç'ın uyarısıyla elime daha küçük bir silah vermişlerdi ve iki hafta içerisinde tek elle atış seviyesine gelmiştim.

Aslı abla bana bunun şerefine bir diz kılıfı bile hediye etmişti. Hediyesi yalnızca bununla da sınırlı değildi. Dizime bağladığım askılıkta iki küçük hançerimde vardı. Uzun zamandır birebir dövüşte bana özel bir silah arıyordu.

Sonunda elim boyutundaki hançerlerde karar kılmıştık çünkü küçük hançerleri kullanmakta yetenekli olduğum keşfedilmişti. Bunlar için de bir kılıfım vardı. Üstelik bacağıma bağlanabiliyordu.

Böyle zamanlarda trençkot ya da pardösü giymemiz bir kapalı olarak bizi oldukça avantajlı bir duruma getirdiğini söylemişti Aslı abla. Haklıydı, biz hep biraz Matrix gibi giyiniyorduk. Bu yüzden silahları saklayabilecek daha çok yerimiz vardı.

Bu aramızda küçük bir espri haline gelmişti. Kocalarımızla evlendiğimiz günden beri hapı yuttuğumuzu söyleyen Aslı abla, Matrix'in kırmızı ve mavi kapsüllerine gönderme yapıyordu.

Küçük hançerleri kullanmayı sevdiğimi keşfettiğimden beri bu espriyi hatırlayınca gülümsüyordum. Uzak mesafedeki hedefe rahatlıkla küçük hançerleri fırlatabilmem ilk zamanlar beni oldukça şaşırtmıştı ama ilginç bir şekilde buna yatkınlığım vardı.

Yakın bir dövüşte de onlardan birini dahi kullanabiliyordum ve köreltilmiş bıçaklarla yaptığım alıştırmalarda her daim bir adım önde oluyordum.

Nasıl yara almadan düşmem gerektiğinden nasıl yarasız ayağa kalkabileceğime kadar her şeyin en ayrıntısına kadar öğretilen bu eğitimde bir tek nasıl birini gerekirse öldürebileceğim konusuna itinayla değinilmiyordu. Bende bu süreçte bu yüzden sürekli kendimi sorguluyordum. Bu çalışmaları yaparken bazen kalbimi yokluyordum.

Bunu kaldırabilecek yapıda mıydım, ölçmeye çalışıyordum ama ne aklım ne de kalbim buna bir cevap vermiyordu. Sadece savunma ve kendimi koruma diyerek teselli de bulunmaya çalışıyordum ama bu da bir işe yaramıyordu.

Annem de bazen antrenmanlara katılıyordu. Onun çok iyi bir nişancı olduğunu burada öğrenmiş ve ağzım açık kalmıştı. Beni izlerken çoğu zaman tebessüm ediyor ve beni teşvik ediyordu ama geri kalan kısım da onun da benim gibi endişeli olduğunu görebiliyordu.

Sanki hazırlandığım, ölüm bizi bulana kadar ailemi korumak için yapılan çetin bir savaştı. Bu hayatta görevimiz bitmeden de sonlanmayacaktı. Ne yazık ki bundan kaçmak gibi bir lüksüm de yoktu. Annemle babam evlendiği andan itibaren aslında hayatta nasıl bir rolüm olacağına karar vermiş gibilerdi. Babam ölmeden önce bana bıraktığı vasiyetle bu kararı mühürlemişti. Bende yaşıyordum.

Şükürler olsun ki beni çok seven kendinden öteye koyan bir adamla evliydim. Yoksa tek başına altından kalkabileceğim bir yük değildi bu.

Ben onsuz yapamazdım. Onun da bensiz yapamayacağını her hareketinde, her sözün de ya da bir şey yapmasa bile bir an susup derin derin bakışında bile hissedebiliyordum.

Bu aralar daha bir farklıydı. Evet, çok çalışıyordu. O da sürekli antrenman yapıyor ve birilerini de çalıştırıyordu ama bunun haricinde her akşam evdeydi ve oldukça sakindi. Beraber yemek yiyor, bir şeyler yapıyorduk. Bunları yaparken farklı bir huzur oluyordu üstünde. Sanki durulmuş gibiydi. Biraz daha evcimenleşmişti diyebilirdim. En azından artık daha sık evinde onu bekleyen bir eşi olduğunu biliyordu.

Üstelik bunu gelen mektuplara rağmen yapıyordu. Hala gizemli mektuplar gelmeye devam ediyordu ama içerikler birbirine benziyordu. Büyük bir aşkı resmediyordu. Yine de hiçbirinde bir ipucu veya bir isim yoktu.

Bu da bizi bir yere ulaştırmıyordu. Siraç peşinden koşturmaktan çoktan vazgeçmişti ama bunun haricinde de üstünde farklı bir dinginlik vardı.

İki hafta sonra bir akşam vakti yine aynı rutinimizi gerçekleştirmek için eve geldiğimizde bunun sebebini yaşanan o güzel akşam da daha iyi anladım.

Kapıyı açtığımızda geniş girişte birbirleriyle didişen Eylül ve Demir'le karşı karşıya kaldık. Demir, Eylül'ün bileklerini tutmuş, sanki onu buraya zorla sürüklemiş gibi gözüküyordu.

Arkada Zeynep ve Yağmur'u gördüğümde yüzüm aydınlandı resmen. Dehşete düşmüş bir şekilde evimi incelemekle meşguldüler bu yüzden beni de görmediler. Bir köşede Selçuk abi kolonun birine yaslanmış kıs kıs gülerek Demir'le Eylül'ü izlemekle meşguldü

Eylül'ün cinnetin eşiğine gelmiş bir şekilde bağırması da bizi fark etmemelerinde büyük bir etkiye sahip olabilirdi.

Cümbüşün ortasına düşmüştük.

"Ne zannediyorsun? Hoca karşıma geçince susup kabulleneceğimi mi? Manyak mısın be adam!" Konunun yine dini nikah olduğunu anlamam çokta zor olmadı. İki haftadır her fırsatta Demir bu konuyu açıyor ama Eylül hiç pas vermiyordu.

Demir'i çoktan affettiğini daha huzurlu olduğunu biliyordum ama yine de yılların acısı kısa bir zamanda dinmiyordu. Böyle yaparak onun sevgisini sınadığını düşünüyordum ben. Demir'de peşinde koşturarak ona bu güvenceyi veriyordu.

"Seni öldürürüm Demir! Allah yarattı demem seni şuracıkta boğarım." Bileklerini kurtarmaya çalışırken öyle bir bağırdı ki o an çokta affetmediğini düşündüm.

"Evlen, öyle boğarsın." diyen Demir'le birlikte kıkırdadım. Bizi hala fark etmeyince benim kontrolcü kocam olaya müdahil oldu.

Gür sesi Eylül'ün gittikçe tizleşen sesini bastırdı. "Ne oluyor burada," herkes birden başını bize doğru döndürdü. "Benim evimde neden bağrışıyorsunuz?"

Otoritesiyle birlikte Eylül sus pus kesildi. Selçuk abi olduğu yerde dikleşti. Kızlar bana doğru geldiler. Onlara kollarımı açtığımda Siraç, Eylül ve Demir'e bir cevap beklercesine sert bir ifadeyle bakıyordu.

İlk konuşan Demir oldu. "Hocayı çağırdım abi." dedi. Yüz ifadesi sıkıntılıydı. Artık bu işi çözmek istediği bariz belliydi.

Yağmur bana sımsıkı sarıldığında, "Hoş geldiniz!" dedim. "Kaç defa çağırdım sizi, ne iyi ettiniz de geldiniz!"

Tam tercih dönemindeydik, bu yüzden aileleriyle birlikte üniversite seçmekle meşgullerdi. Ben çoktan açıklanan puanıma göre tek tercih yapmıştım. İlahiyat okuyacaktım ve puanım açık ara farkla bölümüme yetiyordu.

Fizik çalışarak idealist hayaller kurduğum günlerin pek sonucunu almamıştım ama yine de güzel bir puan almıştım. Şimdi çocukça inatları olan o kıza baktığımda o zamandan bu zamana yıllar geçmiş gibi geliyordu.

"Normalde pek imkan dahilinde değildi ama Demir abi, Eylül için ailemizi ikna etmiş. Özel bir araçla geldik." dedi Zeynep.

Bu sırada arkadan Eylül konuştu. "Siraç, benim rızam yok! Yok! Söyle şuna bıraksın beni, gideceğim ben." dedi.

Yağmur çekilip Zeynep bana sarılırken Siraç'a baktım. "Geçin salona, öyle konuşalım." dedi. Sesi sert değildi ama aksini söylemeye kimse cesaret edemezdi. Öyle duruyordu çünkü. Öyle bakıyordu.

O duruşuyla, o bakışıyla karşısında kim olursa olsun farkında bile olmadan herkese hükmediyordu.

Eylül onun tepkisine karşılık surat assa da Demir'in bileklerindeki ellerini gevşetmesiyle birlikte ellerini hırsla ondan kurtardı.

Siraç, Selçuk abiyle selamlaşırken Eylül odaya doğru öfkeli adımlarla ilerlemeye başladı. Arkasından da Demir onu takip etti.

Onlara bakmayı bırakıp Yağmur'a odaklandım. "Nasılsınız?" dedim her ikisine hitaben. Sonra Yağmur'un solgun yüzüne baktım. "Nasılsın Yağmur'um?" Tercih döneminin stresini yaşıyordu. Çok yüksek bir puanı vardı ama sıralamada sınırdaydı. Tıp istediği için çok dikkatli tercih yapması gerekiyordu. Bu yüzden kısa bir süre içerisinde çökmüş gibiydi.

"İyiyim. Seni gördüm, bu gece buradayım ya benden mutlusu yok." dedi. Çekik gözleri nasılsın dediğimde bile hüzünle dolmuştu ama gülümseyerek bunu örtbas etti.

Üstüne gitmedim, bu konunun konuşulmasını sevmiyordu, Yağmur. Özellikle açılmamasını da rica etmişti bizden.

"Bende iyiyim de evini görünce kısa bir kalp krizi geçirmedim değil." diyerek araya girdi Zeynep. "Eski evin haşmetlimse, burası cidden Padişahım çok yaşa!" dediğinde kahkaha attım.

Bende yeni evimi gördüğümde aynısını düşünmüştüm ve onların da böyle diyeceğine emindim. "Şu merasim bitsin, size doyasıya gezdiririm. Yarın da burada kalın, birlikte eğleniriz." dediğimde ikisi de başlarıyla beni onayladılar.

İçeri geçtik birlikte. Selçuk abiye de selam verdim. "Kambersiz düğün olmaz demişler abi, hoş geldin."

Güldü. "Hoş buldum, Elif. Uzun zamandır işler yoğundu, bana da biraz nefes aldırır bu olay. Baksana," dedi arkamızda oturan Eylül'ün başında bekçi gibi bekleyen Demir'i işaret ederek. " Şu adamın böyle kıvrandığını görmek için yıllardır bekliyorum. Nasip bugüneymiş."

Birlikte güldük. Onun da yorgun olduğunu görebiliyordum. Bana cümleleri birini hatırlattı. Köşede oturan Yağmur'a imalı bir bakış attığımda onun bakışlarının da burada olduğunu fark ettim. Ben bakınca bakışlarını kaçırdı.

Hala Selçuk abiden hoşlanıyordu ama yaş farkı ve tabii ki kendi idealleri olduğu için bunu saklamayı uygun görüyordu. Bir yandan haklıydı ama diğer yandan Selçuk abide cidden efendi ve dikkatleri üstüne çeken bir adamdı.

Bu yüzden onları kendimce yakıştırmadan edemiyordum. Eylül şu an çöpçatanlık yapamayacağı için görevi ben devraldım.

"Abi şu merasim bitsin de bizim tercih dönemimiz, senden tavsiye alalım. Yağmur mesela üniversite seçmeye çalışıyor Tıp için. Her türlü yardımın bizim çok makbule geçer." dedim.

Yağmur dinliyor olacak ki birden kafasını bize doğru çevirdi. Bana öyle bir baktı ki bakışları ateş olsa erirdim. Zeynep bıyık altından gülümsedi. Selçuk abi ona doğru döndü. Bakışları ilgiliydi. Göz göze geldiler.

"Tabii ki yardım ederim. Eylül bana Yağmur'un yüksek bir puan aldığını söylemişti." dediğinde gülmemek için başımı aşağıya eğdim. Ne yaparsam yapayım Eylül'ün eline su dökemezdim.

"Hatta numaramı vereyim ben sana. Aklına takılan bir soru olursa çekinme, sor. Seçtiğin bölümün çok fazla sorumluluğu olacak, kaynak konusunda yardım ederim sana."

Yağmur karşısında sevimli bir şekilde utandı. "Teşekkür ederim, size zahmet vermeyeyim ama." dedi. Selçuk abi telefonunu çıkartıyordu bu sırada cebinden.

"Asla, aksine mutlu olurum." dediğinde Zeynep'le imalı bir şekilde bakıştık sonra onları kendi haline bırakıp benim kocamın çileden çıkmak üzere olan haliyle onları izlediğinden habersiz, habire tartışan Eylül ve Demir'in yanına ilerledim.

"Lafınızı balla bölüyorum ama yemek yediniz mi?" dedim. Biz eve gelmeden önce Siraç'ın şirketinde yemek yemiştik.

Eylül konuşmadan Demir cevap verdi. "Yedik yenge. Gelmeden önce kızları da Eylül'le birlikte restorana götürdüm. Selçuk da yemiş de gelmiş. Ona göre buradaki görevlilere atıştırmalıklar hazırlamasını söyledim." dedi.

Demir çoktan her şeyi çoktan düşünmüştü. Ben misafirlerim olunca her evli kadın gibi ilk olarak misafirlerin açlık tokluk telaşına düşmüştüm ama o bunu bile ayarlamıştı.

Eylül'e döndüm. "Evlen işte şu adamla! Bak bundan olur." dedim. Bu sözleri söyler söylemez üstüme atlayacak diye korktum.

O kadar öfkeliydi ki Demir'in yerinde olsam tırsıp geri adım atardım. Sarılmak için eğildiğimde, "Nah evlenirim!" dedi. "Bir kere rica ederek sordu mu? İki haftadır, evleneceğiz diyor başka bir şey demiyor. Önce insan olmayı öğrensin, takkeli dağ ayısı." dedi.

Bana sımsıkı sarıldı. Bende ona sarıldım. "Evlenelim, her şeyi sorarım." dedi Demir. Eylül'e sarılmışken gülmeye cesaret edemedim ama Eylül parlayarak gülme isteğimi bastırdı.

"Plak mı takıldı, söyle de bilelim? Sallamayalım seni. Hoş ben seni zaten normal konuşurken de kale almak istemiyorum ama el mecbur yakınız!" dedi.

Eylül cidden ağır konuşuyordu ve bu bir yere varmıyordu. Geri çekildiğimde koltukta oturan Siraç'a baktım. Kaşları çatık bir şekilde ikisini izliyordu. Gri çizgili ceketinin tek düğmesini açmıştı. Ceketinin içinde ince kahverengi çizgiler vardı. Beyaz gömleğine aşırı yakışmıştı. Bugün ona uyumlu olarak bende kahverengi tonlarında uzun bir elbise giyinmiş açık kahve bir şal takmıştım.

Her haline düştüğüm için bu renklerin saç rengini daha da ortaya çıkarttığını fark ederek bir an yine dalıp gittim ama sonra öfkeli bakışlarıyla birlikte toparlandım.

"Bana bakın!" dedi yanına giderken. Eylül de Demir'de ona doğru döndü. "Demir, mutfağa götür Eylül'ü. Yarım saatin var. İkna et, yoksa bu iş olmayacak."

Demir öyle öfkeli bir şekilde ona doğru döndü ki bir an ikisi arasında bir şey olacak sandım. "Ne demek olmayacak! Olacak, bir saat sonra hoca gelecek!" diye bağırdığında ortam buz kesti.

Siraç'ta yaprak kıpırdamadı. Gözlerini kısmakla yetindi sadece. "Yarım saat." diye tekrar etti. "Gidin konuşun." Eliyle salonun kapısını gösterdi.

Sonra bana baktı. Kolunu koltuğa yasladı. "Sende buraya gel." dedi. "Kocanı yalnız bıraktın."

Tam ortam ciddileşmişken o böyle ilgi bekleyince gülmemek için zor tuttum kendini. Demir, "Adama bak, nispet yapıyor resmen." diye homurdandı.

Eylül, Siraç'ın sözünü dinleyip ayağa kalktı. "Nasıl olsa ikna olmayacağım." dedi gitmeden önce. Yüzümü ekşittim. Demir'in işi çok zor olacaktı.

Demir onun peşinden kendinden emin bir şekilde gitti. Onları dinlemek istiyordum ama mahremiyetlerini ihlal etmek olurdu bu. Bu yüzden Siraç'ın yanına oturdum ve kolunu omzuma koyarken ona baktım.

"Haberin var mıydı?" dediğimde başını bir kere salladı. Tabii ki haberi vardı, olmasaydı şaşardım zaten. "Söyledi bana ama ben ikna etti zannediyordum. Böyle kalırlarsa Eylül hocanın karşısında sorun çıkartır." dedi. Haklıydı. Demir emrivaki yapıyordu.

"Eylül'de haklı aslında, sorun çıkartacak kimseyi çağırmamış Demir ama o aile ile olan merasimleri çok seviyor. Bari annemi çağırayım." dedim. Siraç başını olumsuz anlamda salladı.

"Annen dedenin yanında. Annene haber verirsen ihtiyar da gelir. O zaman asıl engeli görmüş olur Demir." dedi. Omzumdaki eli yanağımı okşadı. Bakışları ciddiydi ama dokunuşuyla bu ciddiyeti yumuşatıyordu.

"O da doğru. Bırakalım da kendileri halletsin." dedim ve diğer misafirlerimize döndüm, sohbet etmeye başladık ama çok geçmedi arka planda bir gürültü koptu.

Eylül öyle bir bağırıyordu ki büyük kavga çıkmıştı, anlamamak için sağır olmak lazımdı. Tam ayağa kalkıyordum ki Siraç bileğimi tuttu. Harekete geçen kızları da durdurdu.

"Bırakın, yüzleşsinler. Birbirlerini öldürmedikten sonra şu an bizim müdahale etmemiz işleri daha da kötüleştirir. Siz karışmayın. " Gönlüm buna razı olmasa da Siraç sözlerinde haklıydı.

Biz karışırsak olay daha da büyüyecekti. Onlar bu şekilde anlaşıyorlardı. Bu yüzden hepimiz geri yerimize oturduk.

"Bu seslere göre birbirlerini öldürmeleri de yakındır." dedi Selçuk abi açık açık sırıtarak. "En azından buradayken yaparlarsa hemen müdahale edebilirim." Doğru bir noktaya parmak basmıştı. Ailemizin doktoru gibiydi resmen, Selçuk abi.

Siraç'a döndü sonra. "Bu aralar bir vukuatınız yok. Hayırdır, sektörden çekilmeye mi karar verdiniz?"

Alaycı sözleri hedefi buldu. Siraç da ona aynı ifadeyle karşılık verdi. "Ne oldu, biz olmayınca hayatında aksiyon mu bitti?"

Selçuk abi ensesindeki saçları düzeltirken, "Eksikliği hissediliyor." dedi alaycı bir ifadeyle. Sonra ciddileşti.

"Sende bu aralar fırtına öncesi sessizlik hakim sanki Vuslat. Bir şeyi mi bekliyorsun?" Onun bu sözleriyle birlikte Siraç'ın yaslandığım gövdesi gerildi.

"Sonra konuşuruz." dedi sakin bir ifadeyle ama bunu yanında biz olduğumuz için yaptığını biliyordum. Bu yüzden bende gerildim.

O da bunu hissetmiş olacak ki alnını omzuma yasladı. "Endişelenecek bir şey yok." dedi kısık bir sesle. Arkada hala bağırma sesleri yükseliyordu ama biz burada kısık sesle konuşuyorduk.

Cidden tımarhanelik bir aile olma yolunda ilerliyorduk.

"Endişelenmiyorum." dedim Siraç'a. "Yalnızca bilinmeyen gelecek beni korkutuyor."

Başını kaldırdı ve çenesini omzuma yasladı. Yanımızda kimse olmasını her zamanki gibi umursamıyordu. "Bir şey yok şimdilik. Zaten olduğunda da endişeleneceğin hiçbir şey olmayacak."

Onu başımla onayladım. Gözleri bu kadar güzel bakarken, sözleri beni inandırmak istercesine yürekten söylenmişken itiraz etmem olanaksızdı. Endişemi anlıyor, saygı gösteriyordu. Bu bile benim için büyük bir adımdı.

Biz buraya kadar kolay bir yoldan gelmemiştik. Bu yüzden geldiğimiz noktanın değerini bilip nankörce davranmamaya çalışıyordum.

O bana bakarken sesler kesildi. Kısa bir süre sonra Eylül girdi salona. Demir de arkasında geldi. Demir'in yüzü simsiyah kesilmişti. Eylül'ün ise suratı beş karıştı.

"Evleniyoruz." diyerek Demir açıklamada bulunmasaydı ben bu nikahın gerçekleşeceğine hayatta inanmazdım.

Eylül koltuğa kendini bıraktı. Sanki savaştan çıkmış gibiydi. "Beni gitmekle tehdit etti!" diyerek patladı. " Gitmekle ya gitmekle! Benim bunu yapmam gerekirken şu geldiğim hale bak. Kendisiyle tehdit ettiği için onunla evlenmek zorunda kalıyorum resmen."

Eylül bize açıklama yapmıyordu. Yenilgisini hazmetmek için kendi kendine söyleniyordu aslında.

Demir'e şaşkın bir ifadeyle döndüğümde ciddi yüz ifadesi bir an değişti. Bana göz kırptı ve aslında ne kadar zeki bir adam olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu yöntem ters de tepebilirdi ama Eylül, sevdiklerini kaybetmekten onların bırakıp gitmesinden o kadar çok korkuyordu ki Demir resmen onu zafiyetinden vurmuştu.

Selçuk abi, "Mutfak sağ mı?" diye sorduğunda hepimiz gülmemek için kendimizi zor tuttuk. Eğer gülseydik Eylül bütün hıncını bizden çıkartırdı çünkü.

Demir cevap verdi. "Birkaç hasar var ama düzeltilmeyecek bir şey değil." dedi. O böyle dediğine göre kesinlikle mutfağım haşat olmuş durumdaydı çünkü Demir'in olayı küçük göstermek gibi bir huyu vardı. Yine de hala stres olduğunu görebiliyordum.

Tetikte bekliyordu Eylül bir şey yapacak diye.

Eylül homurdandı. "Keşke o sandalyeyi kafana geçirseydim." diyerek beni haklı çıkardı. O sandalye Demir'in kafasına geçirilmediyse muhtemelen başka bir yere isabet etmişti.

"Yenge Eylül'e bir tane yazma getirir misin? Ben abdestte aldım. O da alsın," elindeki saate baktı. "Hocanın gelmesine az kaldı." dedi.

Eylül muhtemelen Demir'i boğazlamamak için tırnaklarını kumaş pantolonuna bastırdı. Demir'in sözünden sonra ayağa kalktım. "Aşağı katta banyo var, Eylül." dedim. "Sende orada abdest alabilirsin."

Bana ters ters baktı ama yapacağını biliyordum. Bir yandan ortam çok gerginken diğer yandan oldukça heyecanlıydı da. Kızgınlardı birbirlerine öfkelilerdi de ama aynı zamanda içten içe ikisinin de bunu istediği fark ediliyordu.

Yukarı çıkıp yazma getirip geldiğimde Eylül bir nebze olsun sakinleşmişti ama Demir trafo gibiydi. Çok geçmeden bunun sebebinin benim kocam olduğunu anladım.

"Eylül'e iki ev, iki de araba hediye edeceksin. Mehir haricinde olacak bu üstelik." diyordu. Bir an duraksayıp bunu diyenin cidden Siraç olup olmadığını idrak etmeye çalıştım çünkü kendini Levent beyin yerine koymuş gibiydi.

Eylül'ün hakkını savunuyordu resmen. Hatta fazla savunuyordu.

"Sanki istese yapmayacakmışım gibi." diye homurdandı Demir. Yağmur ve Zeynep kamera hazırlıklarına girişmişlerdi. İkisinin de elinde profesyonel fotoğraf makineleri vardı. Muhtemelen Demir getirmişti.

Eylül'ün eline yazmayı verirken Siraç tekrar konuştu. "Mehir'i de hemen vereceksin. Öyle taksit taksit de değil." Yağmur kamerayla uğraşırken kıkırdadı. Demir haricinde herkes bu diyaloga karşı ilgiliydi.

Selçuk abi karıştı işin içerisine. "Abi şirketi de üstüne yapsın mı? Sanki sıra ona gelecek gibi." dediğinde Eylül bile başını eğdi gülümsemesini saklamak için.

"Olabilir." derken bir tek benim kocam ciddiydi.

Demir'in ise gittikçe öfkesi artıyordu ve ben bunu hayra yormuyordum. Adam evleniyor muydu Çin işkencesi mi çekiyordu, belli değildi. Ben bu kurban rolünü gayet iyi biliyordum çünkü dini nikahımda gerilen kişi Siraç değildi, bendim.

"Abartmayın sizde." diyerek araya girdim. "Zaten yeterince gerginler. Bir de üstüne tuz biber olmayın."

Siraç'ın yanına doğru ilerledim. "Şahitler kim olacak peki ?" dediğimde Eylül bana baktı ama, "Selçuk abi olsun dini nikahında. Ben resmi nikahında olurum, söz." dedim.

Bana buruk bir şekilde gülümsedi. Bu daha kolaydı, o da bunu biliyordu. Selçuk abi de kabul etti. "Elbette olurum. Bunlar serseri bir kurşunla yanıma gelmesindense düğünlerinizde nikah şahidi olmayı tercih ederim." Herkes Selçuk abinin bu yorumuna güldü çünkü maalesef ki bu bir gerçekti.

Aslında bu esprilerde bir uyarı da saklıydı ama bizimkiler bu uyarıyı anlarlar mıydı, orası büyük bir muammaydı.

Demir duraksadı, Siraç'a baktı. "Olur musun?" derken ki yüzündeki isteği tarif edemezdim. Demir'in cidden Siraç'a bir kardeş olarak baktığını bu bakıştan bile anlayabilirdiniz. Normalde Siraç onunla uğraşıyordu, bu bariz bir gerçekti ama Demir'in bu bakışından sonra o da ciddileşti.

"Olurum elbette. Şeref duyarım." Demir ona bir adım attı. Ben Siraç'ın yanına otururken o da kardeşi gördüğü adama sarılmak istedi muhtemelen ama Siraç'ın önünde yıllardır ördüğü bir duvar vardı. Belki çocuklar aşmıştı bu duvarı ama hala yetişkinler ona kolay kolay dokunamıyordu.

Buna Demir'de dahildi ve bu tereddüdü canımı yaktı çünkü iki tarafında buna ihtiyaç duyduğunu uzaktan bakan birisi bile görebilirdi.

"Eyvallah, patron." dedi Demir yine de gülümseyerek. Yıllardır yetinmeyi bilen bir adam olmayı öğrenmiş olmalıydı. İsteklerini gülümseyişi ardına itti.

Siraç kolunu omzuma tekrar koyduktan sonra bu anın üzerinden yaklaşık beş dakika geçmeden tekrar Demir'e ecel terleri döktürmeye başladı.

Önce imamın gelmeme ihtimalinden dem vurdu ki aslında hocanın tam vaktinde gelmesi için her şeyi ayarladığına adım gibi emindim. Sonra bu gizli evliliğin büyükler üzerindeki olası ters etkilerini bir bir sıraladı. Aslında Demir bunları takmayacak bir adamdı ama şu an nikahın olmama ihtimaline karşı ekstra gergindi ve paranoyak bir hale büründü.

Sanki birisi kapıyı çalsa olası bir saldırı ihtimaline yoracak gibiydi. Konu tekrar Levent beye geldi.

"İhtiyarı da çağırmak usullere uygun olacaktır." Siraç başını başıma yaslarken Demir karşımızda kuduruyordu artık

"Dedi, karısını zapt ettiği halde kimse geri alamasın diye hemen imam nikahı kıyan adam." İmam birazdan gelecekti ve Eylül yetmiyormuş gibi Siraç'ta bu işe çomak sokuyormuş gibi gözüküyordu artık.

İmam nikahları kıyılacaktı ama daha çok Demir kıyılıyormuş gibi duruyordu karşımızda. Siraç'a dönüp baktığımda kafası boşluğa düştüğü için o da bana dönüp baktı. Yüzünde ki keyifli ifadeyi tanımlayacak kelimem yoktu.

Kendi sırasını savmış, Demir'in aynı imtihanları çekmesinden zevk alan bir adam vardı karşımda. "Daha fazla uğraşma!" dedim  o eğilip alnımdan öperken. "Zaten ecel terleri döktürdünüz adama."

Suratı sirke satarak oturan Eylül'e ters ters baktım. Elinde ki yazmayı başına örtmüyordu da sanki örtüyle savaş veriyordu. Yanında oturan Yağmur ve Zeynep'te bu haline kıkır kıkır gülüyorlardı.

Siraç beni dinlemedi ve hocayı beklerken volta atan Demir'i biraz daha kışkırttı. "Bence Mehmet Beyi de çağırmalıyız. O da Eylül'ün yanında olmak isteyecektir."

Demir duraksayıp Siraç'ın üstüne atlayacakmış gibi bakarken Siraç'ın dudağının bir kenarı yukarı doğru kıvrıldı ve gamzesi de hain emelleriyle iş birliği yaptı.

"Erzurum da adam! Ankara ile orası ne kadar farkında mısın sen?"

Siraç omuz silkti. "Uçakla gelir." Koltukta rahat bir şekilde oturmuş, bir kolunu omzuma atmıştı. Omzumdaki eli elimi tutuyordu ve baş parmağı tenimi okşarken bir yandan da Demir'i cinnetin eşiğine getirmekle meşguldü.

O an huzurunun sebebini anladım aslında. Üstünde ki hava evliliğin getirmiş olduğu bir ağırlıktı. Üstelik baba olan bir adamın.

Bazı adamlara aile babası olmak daha bir yakışırdı. O sanki bunun için doğmuş gibiydi. Öyle bir rahatlık vardı şu an üzerinde. Misafirlerimiz vardı, onları güzelce ağırlıyorduk. Sevdiğimiz iki insan evleniyordu, onlara destek oluyorduk. Siraç'ı eskiden böyle bir ortama hayatta girdiremezdim.

Gergin davranırdı bir kere. Öfkesini es geçsem bile her daim buz gibi bakışları vardı. Şimdi Demir'le uğraşan adam ise bambaşkaydı. Mutluydu, etrafındaki insanlara güveniyordu. En önemlisi de gülüyordu.

Sevgisinin var olduğuna inanmayan bir adamken insanlar etrafımızda olmasına rağmen sevgisini göstermekten çekinmiyordu. Yüreğim bu haline karşı erise de ayağa kalktım ve tutmuş olduğu elimle onu kendime çekmeye başladım.

"Kalk!" dedim. Kaşlarından biri havalandı.

"Neden Günışığı?" dedi keyfinin bozulmasını istemiyormuş gibi. Diğer kolunu koltuğun sırtına attı ve geniş gövdesi koltukta yayıldı.

Gövdesi gözlerim için ayrı bir manzaraydı. Aklımı korumak için gözlerimi yüzünde sabit tuttum. "Kalk işte, işimiz var seninle mutfakta ." dedim sahte bir gülümsemeyle birlikte.

Lacivertleri kısıldı ve dudağının diğer kısmı yukarı kıvrıldı.

Onu paralayacağımı biliyordu. Bilmesine rağmen bunu zevkle beklediğini görebiliyordum. Bunu bilerek aheste aheste kalktı ve gövdesi üzerimde yükseldi.

Ona ters bir bakış attım, elini bıraktım ve mutfağa doğru seri adımlarla ilerlemeye başladım. Arkamdan yetişti. Bir eli belime dolandı. Sakallı çenesi şakağıma sürterken kısık sesle konuştu.

"Yukarı çıkalım madem işimiz var." dedi pişkin pişkin. Bir insan hiç mi hiçbir fırsatı kaçırmazdı?

Ona bakmadan ilerlemeye devam ettim. "Önerilerini kendine sakla. Görülecek bir hesabım var seninle, paşam."

Mutfağa girmek için köşeyi dönerken dudaklarını şakağıma sürttü. Boğuk ses tonu tenimde titreşti." Sonunda ödül alacak mıyım benim güzel karım?" dediğinde boğazımdan alaycı bir homurtu yükseldi.

"Nah alırsın." dediğimde ise başını geriye atıp kahkaha attı.

Gülüşü beni büyülerken mutfağa girince büyü yok oldu ve dehşete düştüm. Cam kırığı yoktu ama yerdeki dağıtılmış ahşap sandalyeler düşen tavalar, dekoratif meyveler her taraftaydı.

Bir tek tezgahtaki hazırlanmış atıştırmalıklara dokunulmamıştı. Akvaryumun camında bile çatlak oluşmuştu.

"Yok artık!" dedim bana bön bön bakan kırmızı balıkla göz göze gelince. Benim dehşete düşmüş halim onun ilgisini çekmemiş olacak ki o arkasını dönüp yüzmeye devam etti ama ben hala burayı nasıl bu kadar dağıtabilmiş olduklarını sorguluyordum.

"Ailem de bir tane bile normal insan yok mu?" dedim ayağımın altındaki yapay portakalı ayağımın kenarıyla iterken. Siraç'a döndüm. O bu dağınıklıktan hiç etkilenmemiş gibiydi.

Tezgaha yaslandı ve kollarını göğsünde kavuşturdu. "Bir şey olmaz, temizlerler görevliler." dedi. Bu sakin hali zaten çileden çıkmış halimi tetikledi.

"Gerçekten!" dedim. "Her biriniz birbirinizden betersiniz." Yerdeki eşyaları toparlamaya başladım. "Sağınız solunuz belli olmadığı gibi en gergin anlarda birbirinizle uğraşmanız da cabası! Sanki karşınızdaki delirince güzel şeyler olacakmış gibi."

Tezgahın kenarında olan sürahiyi son dakika fark ettim. Miadını doldurmuş ve tezgahın kıyısında sanki milim milim düşmeye yaklaşmış gibiydi.

Benim fark ettiğim anda da düşmeyi tercih edince düşünmedim. Halı zemine dizlerimi yaslayıp elimi uzattım ve son dakikada düşerken kulpundan yakaladım.

Adrenalinden kalbim hızla çarpmaya başlarken başımı kaldırıp Siraç'a baktım. "Etkilendim." dedi lacivertler diz çökmüş halimin üstünde dolaşırken. "Reflekslerin oldukça hızlanmış."

Ondan olunca küçük bir övgü olsa bile hoşuma gitti. Yine de pas vermedim.

"Karşıma geçseydin, bunu yakından tecrübe ederdin." dedim. Ona karşı meydan okuyuşum ilk değildi.

"İlla dövüşmemiz gerekmez, bunları başka şekilde de..." elimi kaldırıp onu susturdum.

"Manipüle etme konuyu. Burayı görmeden önce seninle görülecek bir hesabımız vardı, paşam." dedim.

Sürahi ile birlikte ayağa kalktığımda tam karşısında durdum. Hala yanında oldukça minyondum ama savunma eğitimimi ilerlettikçe özgüvenim arttığı için kendime daha fazla güveniyordum. Bunun sebebi bana vermiş olduğu güvence de olabilirdi.

O beni seviyordu ve ben bundan hep güç alıyordum.

"Ben o konuyu elbette manipüle edeceğim çünkü karşımdaki sensin. Benim kendimi tutabilme sınırım da sana karşı iradem kadar,Günışığı." Başını bana doğru eğdi. "Yani hiç." dedi.

Dudaklarım gülümsemek için seğirdi ama kendimi tuttum. Gözleri yakınımdayken yapay ışıklarla birlikte daha açık renkte gözüküyordu. O gözlerde o kadar çok acı ve nefret görmüştüm ki şimdi gördüğüm huzur ve sevgiye doyamıyordum sanki.

"Her neyse." dedim yine de onu bertaraf edebilmek için. Sürahiyi tekrar tezgahın üstüne koydum.

"Derdin ne senin?" Onun gibi bende kollarımı göğsümde kavuşturdum ve onun önünde durdum. "Zaten yeterince zorluk çekiyor, Demir. Görmüyor musun kaybetmekten deli gibi korkuyor."

Ben ona kızıyordum da keşke onda etkisi bir hiç olmasaydı. Karşımda o kadar rahat duruyordu ki bazen cidden onu yumruklamak istiyordum böyle anlar da.

" Derdim yok benim, Günışığı." dedi pişkince. "Eylül'ün yerini almasaydım, bu yarım saat nasıl bir cehennemmiş o zaman görürdü, Demir efendi. Ben aslında Eylül'ü oyalıyorum."

Gözlerimi birkaç kez aptal gibi kırpıştırdım çünkü bu adamın yanında bazen cidden kendimi aptal gibi hissediyordum.

"Valla pes!" dedim ellerimi kaldırarak. "Ben seninle baş edemem." Dudakları birbirine bastırılıydı ama gülümsedi. Gamzeleri eşlik etti o güzel gülüşüne. Böyle gülünce bana hep çok zeki ama haylaz çocukları hatırlatıyordu. İnsan hem bu zekadan ürküyor hem de içine katarcasına sevesi geliyordu.

Gerçi bana bakışlarında ve cüssesinde pek haylaz bir yön yoktu ama görmezden gelmeye çalışıyordum şu halini.

"Edersin, edersin. Sen hep bana denksin, Günışığı." dedi. Ses tonundaki hasretliğini ve sevdaya düşmüş o hayranlığı duyunca bakışlarımı kaçırdım. Eğer ondan bir adım uzaklaşmasaydım bu konuşmanın sonu onun kollarında bitecekti.

"Ben görmeden başka hangi konuları böyle kendi lehine döndürüyorsundur kim bilir?" dedim etrafı toparlamaya devam ederken.

"Pek bir şey değil ama Demir'e kendini öne sürmesi tavsiyesini de ben vermiş olabilirim." Yerdeki sandalyeyi kaldırırken birden duraksadım ve ona baktım. "Eylül'ün bir tek onun gitmesine dayanamayacağını da biliyordum çünkü ve Demir ciddiydi." İkinci şok ile birlikte sandalyeyi halının ortasına koydum. Onun da sesi ciddileşmişti.

" Eğer Eylül'ü ikna edemezse bir yıl boyunca Dubai'ye iş için gidecekti çünkü Eylül fark etmese de Demir gerçekten bu durumdan aşırı bunalmış durumda. Dedesinden miras kalan bir şirket var ve Kemal beyin ortakları pirana gibiler. Her biri birbirinden beter suçlu insanlar. Şirketi temizlemek için uğraşması yetmiyormuş gibi bir de bana yardım ediyor. Yapması gereken bir yığın iş var bu yüzden." dedi.

O böyle söyleyince içim acıdı. "Sen yardım etmiyor musun ona?" dediğimde bir şey söylemedi ama adım kadar biliyordum ki o da ona yardım ediyordu. Gerçekten kardeş gibiydiler.

"Neyse." dedim yerdeki yapay elmayı alırken. "Kocamın da çöpçatanlık yetenekleri yokmuş demem." Ona bakarak gülümsedim.

Sonra ona doğru ilerledim. "Ayrıca gel alnından öpeceğim. Resmen ikisini de acı çekmekten kurtarmışsın." Elimde elmayla ona doğru cidden geldiğimi görünce kollarını açtı ve ona yaklaştığımda yüzümü kavradı.

"Ödül vereceksen o kesmez." dedi ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Gövdesini gövdeme sımsıkı bastırdı. Sanki günlerdir susuz kalmış gibi dudaklarımda nefes aldı. Sıkı bir şekilde öptü beni ama biri gelecek korkusuyla hemen geri çekildim.

Boştaki elimi dudağıma bastırdım. "Bir kerecik misafirimiz olduğunu umursar mısın? Ya yakalanırsak?"

"Yakalanmayız. Senin bana kızacağını biliyorlardı. Gelmezler buraya." Bunda da haklıydı. Tekrar etrafı toplama işine giriştim.

"Aman!" dedim. "Her şeye de bir cevabı var!" Bana güldüğünü biliyordum çünkü ona karşı kaybetmeyi sevmiyordum. Bu aramızda küçük bir yarış gibiydi. "Bir gün bir çocuğumuz olursa babasıyla nasıl baş edecek, cidden merak ediyorum. Senden hiçbir şey saklayamayacak herhalde."

Normalde cevap verirdi ama buna hiçbir şey söylemedi. Ellerimdekilerle birlikte başımı kaldırıp ona baktım. Yüzü tekrar ciddileşmişti. "Bu dönem korunsak daha iyi olur, Elif." dedi.

Kaşlarım çatıldı. Reglim olmak üzereydim ve bir hafta önce test yaptığım için bir bebeğimiz olmadığına da emindim. Bu konuya çok takılmıyordum. Beni geren konu ise bir şeylerin yaklaştığı gerçeğiydi.

"O ne demek şimdi?" dedim. Ellerini tekrar göğsünde kavuşturdu.

"Endişeleneceğin bir şey değil ama hamile olduğunu öğrenirlerse bütün hedeflerinin sen olacağı bir döneme gireceğimiz de bir gerçek. Seni bir daha bile bile hedef haline getiremem ben." dedi.

Karşısında durdum, konuşmak istedim ama konuşamadım. Yutkunmak istedim ama korku boğazıma düğüm olup oturdu sanki. O an, "Peki. Sen nasıl istiyorsan öyle olsun." dedim ama zihnimin ardında alarm zilleri çalıyordu.

Tam aksini yapmamı istiyordu hislerim.

Bu dönemde benim hedef olmam önemli değildi. Onun hedef olup kendini öldürtmeye çalışmasıydı asıl zihnimdeki husumet. Kafamda bu konu dönüp duruyorken bir şey yapmadan duramayacağımı da biliyordum.

İç sesim haykırıyordu. Elinin tersini yanağımda hissettiğimde irkildim. "Daldın." dedi ona bakınca. Yumuşak bakışlarında anlayış hakimdi.

"Farkında değilim." dedim. Elinden uzaklaştım. Topladığım eşyaları tezgaha koyarken kalbimin neden kırılmış gibi hissettiğini bilmiyordum.

"Günışığı..." dediğinde bir şey söyleyemedim. Sonra gözüme kocaman bir sepet takıldı. "Bu ne?" dedim. Eğilip içine baktığımda kese içerisinde paralar ve birkaç tanesinde tam altın olduğunu gördüm.

Keselerin üstünde Eylül ve Demir'in baş harfleri vardı. "Yok artık!" dedim. "Hediyelik diye para mı dağıtacak insanlara? Bir de altın?"

Arkamdan Siraç'ın sesi geldi. "Adak adamış, bugün kurban da kestirdi. Yetimlere dağıttılar." Siraç'a bakıp gülümsedim. Konu unutulmamıştı belki ama kapatmıştım üstünü.

"Ne güzel yapmış!" dedim. "Ama bu paraya ne gerek var? Bunları da ihtiyaç sahiplerine verseydi."

Masanın üstünde envai çeşit tatlılar hazırlanmıştı. Özel bir tepsi bile vardı. İçerisinde pestil, sarma ve cevizli sucukları görünce ağzımın suyu aktı. Antep fıstığı ezmesinden çeşitli tatlılar hazırlanmıştı.

"Yeterince verdi zaten. O herkes duysun, bilsin istiyor." Bir an duraksadı. "Bu hissiyatı biliyorum."

Tekrar Siraç'a döndüm. Gözlerinde öyle bir bakış vardı ki yutmaya çalıştığım o düğüm tekrar büyüdü. "Bende yaşadım çünkü." dedi.

O bana böyle bakarken yüreğimde bile ona en küçük bir kırgınlık taşımak çok zordu. Sanki onu bir adım uzaklaştırsam cehennemlerde yanacakmış gibiydi. Öyle bakıyordu.

Öyle bir muhtaciyetti bu. Önüme dönmeye zorladım kendimi. Yoksa kaybolur giderdim o bakışlarda.

"Eylül, evlenmezse silah zoruyla kızı hocanın önüne oturttururum." dedim. "Baksana her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüş." Dayanamayıp ağzıma bir tane antepfıstığı ezmesi attım. Resmen ağzım için bu bir cennetti.

Başımı iki yana doğru sallayarak, "Öldüm de cennete gittim sanki." dedim ağzım doluyken. Öyle yoğun öyle güzeldi ki tadı dudaklarım bile ballanmıştı.

Elini çenemde hissettiğimde bir tane daha aşırmak için tezgaha eğilmiştim. Başımı ona doğru çevirdi. Dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Dili dudaklarımın üstünü süpürdüğünde dudakları dudaklarımın kafesiydi.

Esir aldı, tadına baktı, doymadı belki ama izini bırakıp geri çekildi. "Öyleymiş." dedi. "Senin dudaklarında güzelliği katmerlenmiş."

Çenemi tutarken dudaklarını yaladı. Sanki iyice tadını almak istiyormuş gibi. Gözlerini kıstı, başını hafifçe iki yana doğru sallayarak test etti tadını. Başımı geri çektim. Yanaklarım kızardı istemsizce. Hala ona karşı utanıyor olmam da mucizeydi ama kalbim hızlanınca kendimi o yolda buluyordum yine.

Tezgahın yanından çekildim.

"Hadi içeri geçelim." dedim. "Misafirleri çok beklettik."

Kaçarcasına mutfaktan çıktığımda tutukluk yaptığımı biliyordum. Kalbim dahasını istiyordu, bir teminat bekliyordu. Ben ise kendimi sürekli sakin kalmaya zorluyordum.

O böyle bakarken, hüzünlendiğimi görüp teselli edercesine her hareketinde sevgisini belli ediyorken bunu ona yapmam haksızlıktı. Arkamdan gelip eli belimi sardığında bu yüzden omzuna yasladım başımı.

Ben ona güveniyordum. Ben ona tüm yüreğimle güveniyordum.

Biz içeri geçtikten kısa bir süre sonra hoca içeri geldi. Ona bir şeyler ikram ettik. Benim nikahımdaki gibi kısa bir sohbet verdi. Adı Rızaydı hocamızın ve çok tatlı, eski bir emekli öğretmendi. Sakalları bembeyazdı ve yüzüne çok yakışmıştı.

Eylül'ün yuvanın saadeti için yapılan bu sohbette bile gözleri doldu. Nikahta ağlayacağını biliyordum çünkü bal gözlerinden bile duygu yoğunluğunu hissedebilirdiniz.

Hoca da bunu fark etmiş olacak ki, "Nikahtan önce istersen bir elini yüzünü yıka, kızım." dedi. Eylül ikiletmeden ayağa kalktı ve salonu terk etti. Arkasında bıraktığı Demir'in perişan halini görünce içim acıdı.

Peşinden bende onu takip ettim.

Onu banyoda ağlarken bulduğumda benim de gözlerim doldu. "Eylül, yapma böyle ama." Ona sımsıkı sarıldığımda başını boynuma gömdü. "İstemiyor musun?" dediğimde başını olumsuz anlamda salladı.

"Çok korktum, Elif." dedi. "Ödümü koparttı, mutfakta. Gitmekten bahsetti bana," Elini göğsüne bastırdı. "Yüreğim acıyor."

Sırtını sıvazladım. "Başında çok fazla sıkıntı varmış bu aralar. Demir'de bunalmış, gitseymiş de iş için gidecekmiş zaten."

Başını kaldırıp bana baktığında bal rengi gözleri kızarmıştı. "Bana niye söylemedi?" dedi. "Zaten yalnız hissediyorum, böyle mahvetti beni."

Söylemiyordu ama ben biliyordum, annesinin burada olmayışına üzülüyordu, Eylül. "Sence söyler mi? Seni ikna etmekten başka hiçbir şey mühim değil ki onun için. Zaten ona başka çare bırakmamışsın gibi gözüküyor."

Eylül'ün dudakları titredi. "Öyle." dedi. "Bırakmadım, beni sevdiğini söyleyerek peşimde koşmasını istiyordum. Belirsizlik beni öyle yormuştu ki utanıyorum ama bu beni mutlu ediyordu."

Tekrar sırtını sıvazladım. "Şimdi hep yanında olacak işte, niye üzülüyorsun?" dedim.

Omuz silkti. "Ağrıma gitti. Onu kaybetmekten bu kadar korktuğumu bilmiyordum. Hala korkuyorum. Ben onu bu kadar severken yaramdan vurmuş gibi oldu beni."

"Yaranı kanatmak için değil sarmak için yaptım. Ben senden ne zaman gittim de tek bir sözünle güvenin kırıldı bal kazanı?"

Demir'in sesiyle ikimiz de ona doğru döndük. Onu görünce Eylül'ün tekrar gözleri doldu. "Niye beni bu kadar korkuttun ki? Gerek yoktu. Çok korktum seni öyle ciddi görünce."

Demir'le göz göze geldik. Onu kollarına alması için, 'gel' diye fısıldadım. "Ben de korktum. Gitmenden korktum, kaç kere bundan bahsettiğinden haberin var mı senin?" Demir Eylül'e doğru bir adım attı.

Eylül boynunu büktü ki haksızdı çünkü her fırsatta şu işler bitsin yurt dışına taşınıyorum. Bir daha yüzümü nah görürsün, diyordu.

Evet, tam olarak böyle diyordu.

Eylül'ün sırtını tekrar sıvazlayıp onları baş başa bıraktım. Biliyordum ki bunun sonu tatlıya bağlanacaktı. Nitekim ben salona geçtikten kısa bir süre sonra Eylül yüzünde mahcup bir tebessümle, Demir ise sırıtarak girdi.

Şimdi gerçekten evlilik konusunda heyecanlı bir çift olarak gözüküyorlardı. Eylül'e verdiğim zümrüt yeşili rengindeki yazma da ona çok yakışmıştı.

Merasim başladı. Hocamız yine bir kağıda Eylül ve Demir'in baba adını yazdı. Gözümün önünde kendi nikahım canlanınca Siraç'a baktım.

O da bana bakıyordu ve yüzünde öyle güzel bir gülümseme vardı ki kalbim onun için çarptı. Bende ona gülümsedim. İyi ki o gün onu eşim olarak kabul etmiştim. İyi ki o gün, elini tutmuştum.

Rıza hocamız bu sefer şahitleri yazdı. Sonra konu eğlenceli olan asıl kısma geldi. Mehir sordu Rıza hoca Eylül'e.

"Bugatti'sini istiyorum hocam. Bana Bugatti 'yi verirse beni gerçekten seviyor demektir." dediğinde kızlar da dahil hepimiz güldük.

Bir tek Rıza hoca bize şaşkınlıkla bakıyordu. "Altın veya para cinsinden söylesen olmaz mı kızım?" dediğinde başımı eğdim gülümsememi saklamak için.

Eylül şak diye Bugatti 'nin güncel fiyatını söyleyince Rıza hocanın gözleri yuvasından fırlayacak gibi oldu. Yağmur ve Zeynep bu olayın benzerine şahit olduğu için sadece gülüyordu ama Selçuk abi bile şaşırmıştı.

Demir ise sadece gülümsedi. " Senindir, bal kazanı." dedi. O an Rıza hocanın yüzündeki ifadeyi ömrüm boyunca unutmayacaktım.

Parayı çöpte mi buldunuz, dercesine bakıyordu her ikisine de. Çöpte bulmamışlardı ama birini sevince ellerinde avuçlarında ne varsa vermek istiyorlardı.

Belki zenginlerdi ama sevgi fakiriydiler. Bu yüzden doymuyordu ruhları.

Mehir tamamlandıktan sonra Nisa Suresi 32. Ayetle başlayan duaya başladığında geçen sefer de olduğu gibi tüylerim diken diken oldu çünkü biliyordum ki Allah'ın rahmeti bizi çepeçevre sarmalamıştı.

Eylül ve Demir birbirlerine baktılar ve o bakış öyle yoğundu ki bu da Allah'ın kullarına vermiş olduğu en güzel lütuftu. İki kalbin birbirini tamamladığı o an da din de tamamlanıyordu, insan da bir oluyordu.

"Allah-ü Teâlâ'nın emri, Peygamber Efendimizin sünneti, amelde mezhebimizin imamı olan İmam-ı A'zam Ebu Hanife Hazretlerinin içtihadı ve hazır olan Müslümanların şahitlikleriyle," Rıza Hoca Mehir'in miktarını hala inanamıyormuş gibi söyledi.

"İbrahim kızı Eylül, Yahya oğlu Demir'i kocalığa kabul ettin mi?" Eylül Demir'e döndü. Belki yıllardır defalarca bu anın hayalini kurmuştu. İnanamıyormuş gibi bakıyordu Demir'e.

"Kabul ettim." dedi. Demir'in o anda ki yüz ifadesini anlatamazdım. Onun da karşısındaki sevdiği gibi gözleri doldu.

Ağlamamak için Siraç'a döndüm. Onun da ikisini izlediğini, yüzünde sakin ama buruk bir tebessüm olduğunu görünce gözlerim daha da doldu. İkisi de onun kardeşi gibiydi ve birlikte büyümüş, birlikte göğüs germişlerdi hayata.

Yetimlerdi ve birbirlerinden başka kimseleri de yoktu. Bu yüzden bakışlarından bile onlar için mutlu olduğunu ve geçmişi yad ettiğini anlayabiliyordum.

Eylül iki kere daha tekrar edilen soruya aynı cevabı verdi. Her seferinde Demir'in yüzündeki gülümseyiş genişledi. Sanki üstünden yük kalkıyor gibiydi.

Sıra ona geldiğinde, "Yahya oğlu Demir, İbrahim kızı Eylül'ü hanımlığa kabul ettin mi?" diyerek aynı soru ona da soruldu ve o öyle gür bir sesle, "Kabul ettim." dedi ki Rıza Hoca bile o vakar duruşunu korumak isterken güldü.

Kameranın ardındaki Yağmur onlara bakıp ağlarken Zeynep ise gülüyordu. Hepimizin tuhaf bir duygu seline kapıldığı bir ânı yaşıyorduk.

Demir'de iki kere daha sorulan aynı soruya, kabul ettim cevabını verdi. Rıza hoca onlar için ellerini açıp Allah'a dua ettiğinde hepimiz de onlar için dua etmek üzere ellerimizi kaldırdık.

Dua bitti, amin dendi ve Allah katında birbirlerine eş kılındılar. Demir uzanıp Eylül'ün elini aldı ve üstünü öptü.

Sonra ceketinden bir kutu çıkardı ve kucağına koydu Eylül'ün. "Sen şimdi bunu al, ben sana sonra söz veriyorum çok güzel bir evlenme teklifi edeceğim, bal kazanı." dediğinde başta gülen Eylül'dü.

Sonra kutunun kapağı açtığında ise kendini bu kadar tuttuktan sonra bütün zincirler koptu Eylül'de. Annesinin yüzüğüne benzeyen, zümrütten bir yüzük vardı içinde.

Dudakları titredi ve ağlamasını saklamak için başını Demir'in boynuna gömdü. Demir bir kolunu ona sarıp şakağını öptüğünde başımı Siraç'ın omzuna yasladım.

Hepimiz onlarla birlikte ağlıyorduk çünkü yarım kalan bu iki güzel insanın en güzel tamamlanışının göstergesi şu an karşımızdaydı.

Hep böyle kalmaları için Allah'a dua ettim. "Birbirlerine yuva olsunlar Allah'ım." diye fısıldadım. "Saadetleri baki olsun."

⚜🔱⚜

Eylül ve Demir'in evliliğinden sonraki iki hafta nasıl yoğun geçti, neler olup bitiyor anlamlandıramadım. Tek bildiğim Siraç, gittikçe eve az geliyordu, yine çiçekler gelmeye başlamıştı ve kamelya çiçeği haricinde hiçbirini saklamamıştım.

Kamelya kokusuz bir çiçekti. İnsanlar sevdiklerini bu çiçeği hediye ederken, kendi güzel kokunu, güzelliğini bu çiçeğe kat ki senin kokunla yeni bir anlam kazansın, demek isterlermiş.

Ben kokum yalnızca onun tenine sinsin istiyordum, yine de bu çiçeğe kıyamamıştım. Diğerlerinin hepsi kuruduğunda atılıyordu ve ben bu süreçte iç güdülerim yüzünden adamı çileden çıkartmak üzereydim.

Mutfaktaki yaptığımız konuşmadan sonra tek kelimeyle ben...atağa geçmiştim. Eskiden olduğu gibi utanmıyordum da tüm cazibemi kullanıyordum üstünde.

Yanındayken giydiğim kıyafetlere bazen ben bile şaşırıyordum. Kısa etekler, mini evde giyilebilecek elbiseler ve tabii ki gecelikler.

Neyse ki işe yaramadığını söyleyemezdim çünkü yarıyordu ve bu yüzden bir kere de kavga etmiştik. O korunmak istiyordu, ben onun dikkatini dağıtıyordum. İş sonunda öyle bir hale gelmişti ki ikimiz de kendimizi kaybettiğimiz bir baloncuğun içine hapsoluyorduk sanki.

"Neden yapıyorsun bunu?" dediğinde söyleyebilecek sağlam bir cevabım yoktu. Korkuyordum desem, paronayaklaştığımı söylerdi ki haklıydı.

Duyumlarını almıştım. Onun için büyük bir hazırlık yaptığım bugünün ertesinde artık düğmeye basacaktı ve bende birkaç gün boyunca onun yanından bir an bile olsun ayrılmayacaktım. Birebir çatışmalara kadar her daim yanında olayım istiyordu ki bizzat korunduğuma emin olabilsin.

Bir şey söylememiştim ama hoşnut olmadığımı o da bende biliyorduk. Yine de bu aramızdaki bağa yansımıyordu. Aksine birbirimize kızdıkça her şey daha da alev alıyordu.

Bugün ki hazırlığımla o ateşe yeni kesilmiş odunlar atıyordum. Yani Eylül beni gördüğünde böyle söylemişti.

Şey demişti. "Ben Demir'i bekletirken sen de kocanı sürekli kendine çektiğin için kudurtuyorsun. Ne harika kuzenleriz biz."

Gülmüştüm çünkü Demir evleneceğine biraz pişman olmuş olmalıydı. Nasıl Demir her sözünün sonunda evlenelim ondan sonra dediyse, Eylül'de düğün yapalım ondan sonra misillemesiyle onu resmen nakavt etmişti.

Hem de nasıl nakavt etme. Hem Demir hem benim beyim resmen trafo gibi geziyorlardı ortalıkta. Sebepleri de birazcık bizdik.

Kapı açıldığında ışığı kıstığım geniş girişe doğru ilerledim. Ayağımdaki siyah topuklular mermer zeminde tiz yankılar bırakıyordu. Siraç'ın geldiğini bildiğim için kendimi sakin olmaya zorladım.

Üzerimdeki elbisenin yukarı doğru çıkan dar eteğini düzelttim. İp askılı elbisenin göğüs dekoltesi derindi ve belime doğru incelip bedenimi ikinci bir deri olarak sarıyordu. Elbise dizlerimde bitiyordu ve dar olduğu için çok da rahat hareket edemiyordum. Saçlarımı ensemde topuz yapıp iki tutamı Eylül'ün tavsiyesiyle yüzümün iki yanında serbest bırakmıştım.

Kulağımda sallantılı küpeler vardı. Yaptığım makyaj ise oldukça sadeydi aslında ama tıpkı elbisemin renginde bir ruj sürmüştüm.

Evet, kırmızıydı. Eylül'ün tavsiyesiyle bu sefer kolay dağılmayan, dayanıklı bir tanesini tercih etmiştim üstelik.Canıma susamıştım. Cidden canıma susamıştım.


"Buranın ışıkları niye az?" diye içeri giren eşimi derin bir nefes aldıktan sonra sakin bir sesle karşıladım.

"Hoş geldin, hayatım." Görüş alanına girdiğim an da gözleri bana doğru sabitlendi. "Bende seni bekliyordum."

Donup kaldı. Resmen olduğu yerde heykel kesildi.

Bir an nefes almayı bile unuttuğunu düşündüm. Bugün simsiyah giyinmişti. Siyah ceketi elindeydi ve bir eli tam gömleğinin ikinci düğmesini açarken havada kalmıştı.

Gözleri yavaşça bedenimde dolandı. Önce aşağıya doğru ilerledi. Göğüs dekoltemde oyalandı. O an çenesini sıktığına şahitlik ettim. Sesli bir şekilde yutkundu.

Daha da aşağıya indi, aheste aheste dolandı gözleri bedenimde. Gözlerini tekrar yukarı çıkarırken bir ritüel gibi tekrarladı aynı şeyleri.

Tam dudaklarımda yolculuğu sona erdi. Ağzını açtı. Konuşacaktı sonra vazgeçti. Soluğunu derin bir şekilde verince kıkırdadım ve etrafımda bir tur döndüm.

"Nasıl olmuşum?" dedim. "Beğendin mi? Güzel olmuş muyum paşam?"

Ona doğru tekrar döndüğümde bana öyle bir bakıyordu ki iradesinin son sınırında olduğuna emindim.

" Açtım ben." dedi. Bu konuşmanın nereye gideceğini biliyordum. Bu yüzden konuştum.

"Yemek hazır..."

"Artık aç değilim." Cümlenin tamamlanmamış bir kısmı vardı. Bakışlarında o sonu görebiliyordum.

Gözleri tekrar üstümde dolaştı. "Off! " dedi yangına düşmüş gibi. Sanki tüm vücudu alev almıştı. Tekrar konuşacağım zaman yine sözümü kesti. "Of, Allah'ım. Off!" dedi.

Sanırım benimkini delirtmiştik.

"Günışığı sen bu kadar güzelken sence yemeyi hatırlar mıyım?" diye parladı. Dudaklarımı birbirine bastırdım gülmemek için

"O elbise..." duraksadı. Elini uzattı ama dokunamadı. Ben ona doğru bir adım attım. Parmakları omzumdaki ip askıya dokundu.

"Tanrım, o elbise. Tek düşündüğüm o elbiseyi üzerinden nasıl çıkartabileceğim." Cümlenin sonuna doğru sesi hipnoz olmuş gibi kısıklaştı. Eli usulca aşağıya doğru kaydı.

Uzanıp yanağından öptüm. Başımı çekmeden kokusunu içime çekerek bir kez daha öptüm. "Ben aldım cevabımı." dedim kulağına doğru. Kulağının altındaki hassas teni öptüm. Boştaki eli belimi sardı.

Geri çekildiğimde gülümsedim. Başı bana doğru eğilmişti. "Gerçekten beğendin mi?" dedim hasret düşmüş yüz ifadesine bakarken. Elimle yüzündeki hafif kırmızı izleri silmeye başladım.

Öyle bir bakıyordu ki hayranlığını saklamayı geç sanki tüm zerresinde yaşıyordu. "Senin için hazırlandım."

Elime yüzünü bastırdı. "Zaten güzelsin, canımdan mı olayım istedin bu yolda benim güzel karım?" dedi kaşlarımı çattım.

"Ben sadece seni istiyorum," başımı hafifçe eğdim. "Aldım da zaten."

İlk defa gülümsedi. Sonra ciddileşti. Yüz ifadesi birden karardı. Dudaklarını dudaklarıma sıkı bir şekilde dudaklarını bastırmadan önce iradesinin son kırıntılarının da yitip gittiğini hissettim.

Elindeki ceket yere düştü. Bir eli belimi kavradı. Gövdemi gövdesine sımsıkı bastırdı. Vücudunun ısısı, gücü sanki tenime nüfuz etti. Başı bana doğru eğildi. Diğer eli ise kendine çekmek için boynumu tuttu.

Dudaklarımı aralamam için dilini dudaklarıma sürttü. Dudaklarım ayrıldığında ise bir ritüeli tekrarlarcasına ağzımın içerisinde dolaştı.

Tüm bedenim onun için uyandı, omurgamdan başlayan bir ürpertinin beni ele geçirdiğini hissettim. Yangınında kül oldum. Delicesine öpüşünde kendimi kaybettim. Ona karşılık verirken kendimi kaybettim.

Kollarından tutup onu itmeye çalıştığımda dilimi dudaklarının arasına hapsetti. Öyle bir emdi ki kolları boğazımdan boğuk bir sesin yükselmesine engel olamadım. Dudaklarımı ondan kurtardığımda hızlı hızlı soluklar alıyordum.

Islak dudakları ve çoktan yangın olmuş bakışlarıyla yüz yüzeydim. Tekrar eğilecekti ama engel oldum. "Orada dur bakalım. Bu kadar hazırlığı boşuna yapmadım ben." dedim. Dudaklarının bir kenarı yukarı kıvrıldı.

"Evet," dedi. "Kocana işkence olsun, sana baktıkça iradesi sınansın diye yaptın, biliyorum." Gülümseyişi alaycıydı. Kızgındı da ayrıca. Bir eli belimden aşağıya doğru kaydı ve bedenimi sert bir şekilde kendi bedenine bastırdı.

Nasıl etkilenmiş olduğunu hissettiğimde dudaklarımı birbirine bastırdım gülmemek için. Hoşuma gidiyordu onu bu kadar yoldan çıkarabiliyor oluşum.

"Ama bende irade kalmadı." Başını eğip dudaklarını sert bir şekilde boynuma bastırdı. Başım geriye doğru büküldü.

"Teninin her santimini sahiplensem de yetmiyor. Doyamıyorum sana." Tekrar tekrar dudaklarını boynumdaki hassas tene bastırdı.

Eğer onu durdurmasaydım alev almamız kaçınılmazdı. "O kadar yemek hazırladım senin için. Çok yoğunsun bu aralar. Senin için yarından önce güzel bir hediye olur diye düşünmüştüm, paşam."

O hala boynumu öperken üzülmüş gibi sesimi çıkartmak çok zordu. Başını kaldırıp baktığında dudak büktüm.

"Kanmadım." dedi.

Başımı eğdim ve gözlerimi kırpıştırdım. İnşallah sevimli gözükebiliyordum çünkü aslına bakılırsa hiç öyle hissetmiyordum. Hafif kırmızı olan dudaklarına gülümsememek için kendimi zor tutarken bu çok zordu çünkü.

"Lütfen!" dedim sonunu uzatarak. "Lütfen, lütfen! O kadar hazırladım, boşa gitmesin."

Derin bir iç çekti. "Sen benim en büyük imtihanımsın." dediğinde kıkırdadım. Kollarından çıktım ve elinden tutarak salona doğru çekiştirdim.

"Hani en büyük ödülündüm. Ne çabuk unuttun?" dedim.

"Sınav vermeden bu kadar büyük bir ödülü kazanacağımı bana düşündüren neydi acaba Günışığı?" dedi. Daha çok kendi kendine söylenir gibiydi.

Salona çok bir şey yapmamıştım. Sadece masada atmosfer daha içten olsun diye küçük mumlar yerleştirmiştim ve ışıkların derecesini düşürüp ortamı loş bir hale getirmiştim.

Bizi aydınlatan en büyük ışık büyük camlardan gelen gecenin kendi aydınlığı ve mumların ışığıydı. Yemekleri karanlıkta el yordamıyla bulmayalım diye hafif aydınlatmıştım burayı da.

Romantik olacağız diye körebe oynayacak da değildik.

O masaya hala kendi kendine söylenerek geçiyorken ben konsolun önünde durdum ve bozulan rujumu konsolun üstüne koyduğum rujum ve küçük bir pamuk diskle temizledim. Göz ucuyla baktığımda o da peçeteyle dudağını siliyordu, görebiliyordum.

"Boşuna uğraşıyorsun, günün sonunda her yerin kırmızı olacak benim güzel karım. " diyerek beni kışkırttı.

Omuz silktim ve son kez aynaya bakıp ona doğru yöneldim. "Mühim olan görevini yerine getirmesi." dedim. Masanın başında oturmuş, bir elini dizine yaslamış beni izliyordu.

"Nasıl olmuş? Her çeşit yemekten yapmaya çalıştım. Özel bir tercih olmayınca, kendi sevdiklerimi yaptım." Güldüm.

Ben gülümseyince huysuz ifadesi yumuşadı. "Bu gecenin pek benimle alakalı olmadığını düşünmeye başladım." dedi.

Burnumu kırıştırdım. "Abartma istersen. Her an sana kızmaya başlayabilirim çünkü." Onun yanında olan sandalyeye oturdum. Masa geniş olunca ondan biraz uzak kalmıştım.

Yüzüne mum ışığı yansıyordu ve tenini alevin parıltısı bronzmuş gibi gösteriyordu. Mum ışığının soluk ışığına rağmen o kadar yakışıklı gözüküyordu ki bir an kaybolup gittim bakışlarında.

"Orada oturmanın tam olarak irademe katkısı ne Günışığı?" dedi masanın üstüne dirseklerine yaslayıp bana dik dik baktı.

Gülmemek için dudaklarımı büzdüm ama bu yanlış bir hareketti çünkü bu sefer gözleri kısıldı, ellerini önünde birleştirdi ve gözleri dudaklarıma odaklandı.

"Aslında hiç ama olsun, yemek yaptım o kadar. Bir zahmet ben yerine önce onları yiyiver, paşam. "dedim omuz silkerken. Ama bu da bir hataydı.

Bu sefer çıplak omuzlarıma odaklandı ve kısık bakışları elbisemin üstünde öyle bir dolandı ki elimde ki çatalı geriye bırakmak zorunda kaldım.

"Bakma öyle." dedim yemek niyetine sıradaki sunumun ben olacağımı hissederken.

"Neden bakmayayım?" dedi gözleri elbisemin kapatmadığı her yerde dolanırken. "Bunun sonunun ne olacağını ikimiz de biliyoruz. "

Evet, biliyorduk ama ben önce onu hamur kıvamına getirmeyi planlıyordum. Sonra hain emellerimi üstünde uygulayabilirdim. Birden eğildi ve sandalyenin altından tuttu. Ağzımdan küçük bir çığlık kaçtı ama bu onu durdurmadı. Beni kendine çekerken konuşmaya devam etti.

"İki haftadır yenilmeme doymadın mı Günışığı? Yetmedi mi çektiğim?" dedi.

Ona çekilirken koşa koşa ateşe yürüyordum ama sırıtmaktan da kendimi alamıyordum.
"Ben ne yapmışım?" dedim dudak bükerken ama o dudaklarıma odaklandı.

"Siktir, bir de kırmızı! " dedi kontrolünü kaybetmiş bir sesle. Yine aynı konuya gelmiştik. Kırmızı görünce deliriyordu resmen. " Sanki gel de üstüme atla diyorsun." Gözleri tekrar üstümde dolandı.

Kıkırdadım. Tam olarak onu istiyordum çünkü bu şekilde kazanıyordum.

"Ben bir şey demiyorum." dedim eli bana doğru uzanırken. "Kocamla baş başa yemek yiyelim, sen yoğun olmadan önce biraz konuşalım, birbirimizi daha fazla tanıyalım, dedim." İşaret parmağı omzuma dokundu sonra köprücük kemiğime doğru kaydı.

Tüylerim diken diken oldu dokunuşuyla. "Gördük." dedi bakışları bana doğru döndüğünde. " İki haftadır sürekli tahrik olmuş şekilde geziyorum.

"Hiçbir işime odaklanmama da izin vermedin."

Bunun için bana kızıyordu ama bunun altında yatan bir yenilmiş arzu vardı. Aslında o da biliyordu yaptıklarımın ardındaki sebepleri. Elimde değildi, bu hissimin altında yatan derin bir korkuydu bunu en iyi o anlamalıydı.

"Benim karım beni parmağında oynatıyor. Üstelik hiç acımıyor." Bana doğru eğildi ve sandalyenin arkalıklarından kavradı.

İki tarafıma koyduğu kollarıyla onun tarafından kafeslenmiştim. Bana yaklaştı, yaklaştıkça beklentinin heyecanı beni istemsizce sardı. O da beni parmağında oynatıyordu.

"Öyle olsun." dedi dudaklarıma doğru. " Madem amacın irademi tüketmek, ona da tamam."

Dudaklarım aralandı. "Ne oldu?" dedim gözleri dudaklarıma kayarken. " Tüm yollarını kapatmam işine gelmedi mi? Sen bana hep böyle yapmıyor musun?"

Aramızdaki hava beklentiyle yüksek bir nabız gibi atıyordu. Ona meydan okuyordum çünkü.

"Hayır," dedi dudakları dudaklarıma değmeden önce. "Beni senle vurunca geriye benden kül, senden yangın kalıyormuş." Dili dudakları arasından sızdı ve dudağımı süpürdü.

"Kül olsam da hala etrafında savuruyorsun ve bende akıl niyetine bir şey bırakmadın." Hırsla, öfkeyle ama en çok arzuyla söylenmiş sözlerdi bunlar. Omuzlarımdan tuttu. Göğsü göğsüme yaslandı. Bedenim ona yapıştı.

Yandık.

Başımı geri çektim. Dudaklarından ayrıldım bütün irademi zorlayarak. Ben bu yangına razıydım ama öncesinde sözüme gelmek zorundaydı. "Önce yemek." dedim.

Gerçekten yemekten önce konuşmak istiyordum. Burnundan soludu resmen ben böyle yapınca ama kollarını geri çekti ve masaya geri döndü.

" Suratını da asma bir zahmet. Hepsi senin için." dedim. Küçük bir çocuk gibi bir küsmediği kalmıştı.

Huysuzluk ediyordu, beyim. "Burnuma kötü kokular geliyor. Yemeğin içerisinde Eylül'ün ilacından mı karıştırdın yoksa?" dedi.

Önüne özel bir sosla yaptığım tavuktan bir parça aldı. " Ne o seni sarhoş edip hakkında her şeyi öğreneceğimi mi düşünüyorsun?" dedim.

"Ben sarhoş olmuyorum." karşılığını verdi. Kaşlarım çatıldı.

Bu yeni bir bilgiydi işte. Bana bakmadan söylenmiş bu sözlerle kafam karıştı. "Denedin sanırım?" Tereddüt ettim sormaya ama dilimi de tutamadım.

" Nasıl sarhoş olmuyorsun peki? Hiç sarhoş olan birini görmedim ama bildiğim kadarıyla çoğu insan içince sarhoş olur." dedim.

Gerildi. Bunu hareketlerinde fark etmesem de artık onun varlığında ki bazı ip uçlarını sezebiliyordum. "Tam olarak sarhoş olmuyorum, diyelim." İç çekti.

Ondan bir açıklama beklediğimi biliyordu. "Kontrolümü kaybediyorum. Her şeyi de hatırlıyorum bu kontrol kaybıyla ilgili. Bu yüzden içmem. İçmek hiçbir şeyi unutturmaz ve hiçbir sorunu da çözmez."

Şaşırmamıştım. Onun için kontrolünü kaybetmek demek, hayatının ellerinden alınmasıyla eş değerdi. Benim için hava hoştu. Bende içmemesini isterdim zaten.

"Senin için kontrol demek, her şey demek, öyle değil mi?" dediğimde başını tek bir kere salladı.

"Hayatın ipini ellerimde tutmalıyım. Kaçarsa asla bir daha tutamazsın." dedi.

İçimde bir huzursuzluk belirdi. "Hayatı kontrol edemezsin ama. Bazen biz ne kadar çabalarsak çabalayalım bazı şeyler istediğimiz gibi gitmez." dedim.

"Ben yine de tüm imkanları kullanırım." Bıçakla yemeği keserken bile eşit eşit bölüyordu. Başını kaldırıp bana baktı.

"Şansa inanmam. Şans yerine azim vardır, hırs vardır. Kullanabileceğimiz, potansiyeli sınırsız bir akıl vardır."

Dirseğimi masaya yasladım. "Bir pozitivist ya da materyalistin açıklamalarına benziyor bu sözlerin."

Bölme işlemini tamamladıktan sonra her lokmanın ağzına uygun olduğunu bilerek gözlerini benden ayırmadan yemek yemeye başladı. Ben ise canım ne çekiyorsa ona dadanıyordum.

"Eskiden öyleydim. İman yerine aklı tercih edenlerden yani." Dudağının kenarı buruk bir tebessüm için kıvrıldı.

Bir an kalbim sıkıştı. "Allah'a inanmıyordun yani." dedim. Bakışlarım çarpıştı. Bu duruma üzüldüğümü hemen fark etti.

"Kısa bir süre için, evet." Tuttuğum soluğumu sakince verdim. İstemsizce gerilmiştim.

"Ne oldu peki? Seni ne inanmaya sevk etti?"

Duraksadı. "Spesifik bir şey değil aslında. Londra'da bir hocam vardı. Hocalarımın içerisinde tek Müslüman oydu. Burada zamanında bazı durumlarla karşı karşıya kalmıştım." Üstü kapalı sözleriyle birlikte içim daha çok sıkıldı.

"Benim inancımın zayıf olduğunu ilmi bir tartışmada fark etti ve beni ilmi metotla yorumlanmış Tefsirlerle tanıştırdı. O zamanlar da hobi olarak bitkilere merakım vardı. Bitkilerin döngüsünü anlatan ayetlerin çoğu şimdiki zamanların ilmiyle yeni yeni açıklanabiliyor. Örneğin incir ve zeytinin mucizesi. Tin suresinde geçen incirin, erkeğin menisini, zeytinin ise kadının yumurtalıkları olduğunu ve bebeğin rahimdeki halinin bir dağa, güvenilir beldeye benzetilmesi beni oldukça etkilemişti. Yapılan benzetmeler meyvelerin fiziksel özellikleriyle de birebir uyuyordu üstelik. "

Benimle bu kadar rahat din hakkında konuşunca kendimi bu konuda tuttuğumu fark ettim. Hoşuma gitti sözleri, onun Kur'an hakkında bu kadar bilgisi olduğundan haberdar değildim.

"Diğer dinleri de bu kadar araştırdın mı?" dediğimde başını salladı.

"Hristiyanlık, tek Tanrı inancı gibi görünse de çift başlı monofizit ya da duofizit anlayış beni cezbetmedi. Üstelik Markos 'un İncilinde Markos kendini neredeyse bir Tanrı gibi görüyordu."

Hristiyanlık hakkında ben bile bu kadar bilgi sahibi değildim. "Eski Ahit ise başlı başına bir Tarih kitabı gibi geldi bana ya da bazı sapkınlıklar bana mitleri hatırlattı. Örneğin Allah'ın Yakup'la güreşmesi, Lut 'un kızlarıyla yaşadığı o iğrenç hadise yalnızca sapkın birine ait görüşler gibiydi benim için."

Elindeki çatal ve bıçağı bıraktı. "Zihnimdeki Tanrı tasavvurunu uzun bir süre oturtamadım ama hayatı tecrübe ettikçe anladım ki Tanrı tek olmalıydı çünkü çift olan hiçbir şey birbiriyle yarışa girmeden duramazdı. Biz bunu insanlık tarihinde defalarca tecrübe ettik. Eski Türk devletlerinde kağanın yabgusu yani kardeşi ile birlikte yönetirlerdi devleti ve bu iki başlılık hep ikisinin de kellesinin kopmasına sebebiyet verdi."

Ona içten bir şekilde gülümsedim. "Bir dakika." dedim kendimi toparlamaya çalışarak. "Şu an sana olan hayranlığımı zapt etmeye çalışıyorum." Bu bilgi birikimi karşısında ağzım açık kalmıştı. Dinle uğraşan çoğu insan bu kadar bilgili değildi çünkü. O oturup bunları teker teker araştırmış ve hakiki bir iman yaşamıştı.

Ben gülümseyince o da gülümsedi. "Bana sormaya korkuyordun, değil mi?" dediğinde hayretle başımı salladım.

"İbadetlerime saygı gösteriyor, hatta yardımcı da oluyorsun. Hiçbir yerde namaz kılma konusunda sorun yaşamadım. Kapalı olmama hep anlayış gösterdin ama sende bununla ilgili hiçbir farkındalık görmemiştim. Bir de..." tereddüt ettim söylemek konusunda.

"Öldürmek senin hayatının ortasında olan bir faaliyet."

Loş ışıkta gözlerine bakarken bir an gözlerinde acı görür gibi oldum. " İbadetine saygım sonsuz. Senin kalp gücün, Allah'a bağlılığın bir çok insanın zayıf iradesini ezip geçer. Sen dinini içten yaşayışını örtünle ifade ediyorsun ki bunu da okuduğum ayetlerden anlamlandırabiliyorum. İtiraf etmem gerekirse işime de geliyor." Gözleri kıyafetimin üstünde dolaştı.

"Ben zaten bir katilim ama sen bir başka adamın karşısında böyle olsaydın muhtemelen elleri hiç boş durmayan seri bir katile dönüşürdüm." dedi.

Kıskançlığının sınırsızlığını böyle ifade etti ama bu beni huzursuz etti yine de. Soğukkanlılıkla kendini katil olarak adlandırıyor oluşu canımı sıkıt. "Deme öyle. Kendine öyle deme, ayrıca bazen kota koyman gerekiyor kendine. Bunu en iyi sen biliyorsun." dedim.

Yemeğine geri döndü. "Biliyorum." dedi ama bilmek uygulayabildiği manasına gelmiyordu. Sesi daha sonra kısıldı.

"Boynumu eğdiğimde affedileceğimi bilsem, çabalardım."

Bu sözler kısık olsa da sanki beni çarpmış gibi irkilmeme sebep oldu. Lokmamı zor yuttum çünkü sanki o sözler boğazıma ilmeğini geçirip sıktı.

"Senin gibi zeki bir adam, Allah'ın merhametini küçük görerek kendi aklına hakaret ediyor bence." dedim. "Üstelik Kur'an'ı okumuş ve Duha suresinin, İnşirah suresinin anlamını biliyorsa şayet iki kere yazık etmiştir kendisine."

Bir şey söylemedi. Sustu ve sözlerimin tesiri ne derece etkili oldu, bilemedim. Suskunluğu bir duvar gibiydi. Kapattı kendini tesellilerime. Bende daha fazlasını söyleyemedim.

Yemek bitti, naneli, babaannemin özel tarifi olan meşrubatın da tadına baktırdım. Bundan sonra derin konulara girmemeye dikkat ederek konuştum onunla. Tatlıları yedik, bana eşlik etti konuşmada ama hala aramızda o burukluk hakimdi. Köşeye koyduğum kokulu mendillerle ellerimizi silerken bana baktı.

Mendili köşeye koydu. Sandalyesini geri çekti. "Buraya gel." dedi bir elini uzatarak. Elini tuttum ve beni bir bacağına oturttuğunda ona itaat ettim.

Bir elimi ensesine koydum. Dudaklarını göğsüme bastırdı. "Şimdi gelelim iki haftadır beni çileden çıkarttığın konuya." Dudaklarının tenimde bıraktığı izle birlikte ürperdim.

"Korkuyorsun, öyle değil mi?" dedi. Gözlerim doldu istemsizce, tutamadım kendimi.

Gerdanıma ufak ufak öpücükler kondurdu. Kumaşın bittiği yeri yol bellemişti. O yoldan kendi izini geçiyordu. Ensesindeki saçları okşadım. Başını bana kaldırıp baktığımda hem yüreğim sızlıyor hem de bedenim onu istiyordu.

"Bu yüzden bu kadar irademi sınıyorsun çünkü sende bir güvence arıyorsun." Dudaklarımı birbirine bastırdım çünkü ağzımı açarsam konuşamazdım, kendimi savunamazdım.

Bir eli aşağıya karnıma, rahmimin üstüne koydu. Eli gövdeme göre o kadar büyüktü ki kumaşın üstünde baskın varlığını hissedebiliyordum. Baş parmağı nazikçe kumaşın üstünden tenimi okşadı.

"Böyle mi teminatını alacaksın Günışığı?" dedi. Sözlerinin ağırlığıyla birlikte gözlerimi ondan kaçırdım. Karnımda duran eli uzanıp çenemi kavradı.

"Bana bak!" dedi. Sesi yatıştırmak istercesineydi, şefkat doluydu ve bu daha çok içimin acımasına sebep oldu. "Hadi benim güzel karım."

Göz göze geldik. Kalbim hala lacivertleri görünce hızlanıyordu. Zaman geçince alışırsın derlerdi, ben de ise her şey tersine gidiyordu. Daha çok boğuluyordum o bakışlarda, onun aşkında.

"Hepimizin kendince korkuları, haklı sebepleri var. Ben seninkileri sorgulamıyorum, kabullenip yanında oluyorum." Sesim titredi, korkum sesime bile yansıdı.

"Sende yanımda ol, bana bunu ver. Ne olur!" dedim. Yüzünde buruk bir tebessüm yankılandı.

"Sanki sana hayır diyecek yüreğim varmış gibi..." dedi kendi acziyetini itiraf ederek. "Sanki o yüreği bile almamışsın gibi."

Sonra dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Başımı eğip onu kendime daha çok çektim. Yüreğime umut tohumu ektiği için o umutla birlikte öptüm onu. Dili dudaklarım üstünde dolandı. Sonra ağzını ayırmadan dudaklarıma fısıldadı.

" Bu menüde sıranın sana geldiği kısım sanırım." Gövdemi ona bastırdım.

"Bilmem." dedim, dudaklarım dudaklarına değerken. "Tercih senin. Sonuçta seninim." Elleri gövdemde dolandı.

Dudakları dudaklarımın üstünde dolandı tekrar. Ensesindeki saçları asılarak ona tüm bedenimle karşılık verdim. "İstediğini elde ettin tabi." dedi yine dudaklarını ayırmadan.

Beni kucağına aldı ve masadaki bitmiş tabakları bir eliyle ileri itti. Bunun olacağını biliyordum çünkü yemeğin yarısında telefonla arayıp bahçedeki kadın korumaların bile salonun camına gelmemesi konusunda uyarmıştı.

Kızarmıştım ama bir şey dememiştim. Yemek bitince de dökülecek şeyleri köşeye koymuştum. O an ki imalı bakışının karşılığını şimdi alıyordum.

Belim geriye doğru bükülürken bacaklarımı kıyafetin özgürlük verdiği kadarıyla ayırdı ve arasına yerleşti. Dudaklarımdan ayrılık kulağıma doğru bir yol çizdi dudaklarıyla.

"Sen en büyük ziyafetsin." Kulağıma söylediği sözlerle birlikte titredim. Çoktan tutkuya bulanmış ses tonunun büyüsüne kapılmıştım.

"Sen de konu benken obur gibisin." dedim başını boynuma gömünce. Elleri göğsüme doğru kaydığında boğazımdan boğuk bir ses yükseldi.

"Senin yüzünden. Hepsi senin yüzünden. Bu kıyafet aklımla oynadı." Boynuma doğru fısıldadı. Sonra dudaklarını boynuma bastırdı ve tenimi emmeye başladı. Dili işin içerisindeyken aheste aheste aşağıya iniyordu dudakları.

Kontrolümü kaybediyordum. Tenimi yoğuran elleriyle arzuyla şekilleniyordum.

"Fermuarı nerede bunun?" dedi. Sinirlendiğini hissettim ve ellerimi masaya yaslayıp güldüm.

"Kendin bul, paşam." dedim. Buna karşılık olarak hassas tenimi ısırdı. Çığlık attım hazırlıksız yakalandığım için.

"O kadar kaşınıyorsun ki sen. Bunun karşılığının olmayacağını mı sanıyorsun?" dedi fermuarı bulmadan önce. Bir eli aşağıya kaymış, bacaklarımdan yukarı doğru çıkıyordu.

Başını kaldırınca ona beklentiyle baktım yalnızca. Ona nasıl baktığımı bilmiyordum ama gözleri bir an sabit kaldı. İçti sanki bu yangına düşmüş halimi.

"Siktir." Yukarı yükselip tekrar dudaklarıma yapıştı. Sırtım masaya doğru yaslandığında beni öperken fermuarı da açtı.

Nefesimi, soluğumu, varlığımı tüketti. Fermuar açılınca kıyafet üstümde gevşedi ve eli bacaklarımdan yukarı kaydı, en hassas noktamı buldu.

Sırtım sert zeminde kavislendi. Geri çekildi. "Bu kıyafetin hakkını vermem lazım." dedi. Dokunuşları düzenli bir ritmi yakalamıştı ve ben o ritimde savruluyordum.

"Sanki vermemişsin gibi." dedim nefes nefese. Hızlandı, gözlerimi kapattım ve çırpınmaya başladım kollarında.

Vücudum kolları arasında zangır zangır titriyordu. "Daha değil," dedi kulağıma dudakların yaslayarak.

"Daha değil."

Haklı olduğunu bir kez daha kanıtladı ve ben bu haklılığına hiç bu kadar içten katılmamıştım.

⚜🔱⚜

O kadar yorgun bir şekilde uyudum ki yarını düşünmeye hiç fırsatım olmadı ama bilinçaltım aynısını düşünmüyor ki bir kabusun tuzağına düştüm.

O an bu rüyanın bir işaret olduğunu bilmiyordum ama aslında öyle olduğunu sonra kavrayacaktım.

Bilinçsizliğin en derin dehlizlerine daldığım uykuda bir mezarlığın ortasında buldum kendimi. Babamı gördüm ilk. Onu görmenin etkisiyle kalbim sıkıştı.

Rüyada olsam bile özlemin yükü sanki beni yıkacaktı. Öyle bir ağırlıktı ki yerimden kıpırdayamadım. Mezarın başında çatık kaşlarıyla birini izliyordu.

Öyle kızgın, öyle hayal kırıklığı dolu gözüküyordu ki canım yandı bu hali karşısında. Sarsak bir adım attım, ona ulaşmak, neye baktığını görmek için.

Neyin onu bu kadar kızdırdığını bilmem gerekiyordu. Bilmeliydim ki engel olabileyim. Bunun için hareket ettim ama sonra aldığım cevap olduğum yerde çakılmama sebep oldu.

Saçlarından tanıdığım adamın başı eğik, elleri hararetle bir mezarı kazmaktaydı. Saçlarından tanıdım zaten onu. Kum rengindeki saçları terden sırılsıklamdı. Serçe parmağına taktığı babamın yüzüğünden anladım kim olduğunu. Tırnakları toprak dolmuştu.

Ellerinde mezarın toprağı vardı. Mezar yarıya kadar açılmıştı. Mezarın yanında karanfiller ve Açelyalar vardı.

O kadar çok çiçek araştırmıştım ki bilinçaltım bu çiçeklerin ölüm ve ayrılık manasına geldiğini biliyordu.

"Ne yapıyorsun sen!" diye bağırmak istedim ama ağzım açılsa da ses çıkmadı. Dehşete düşmüş bakışlarım mezar taşına takıldı.

Babamın mezar taşı olduğunu idrak ettiğimde göz yaşlarım akmaya başladı. "Dur!" demek istedim sevdiğim adama. "Dur, neden babamın mezarına saygısızlık ediyorsun? Bak sana kızıyor!"

Babam ona öyle bir bakıyordu ki hayal kırıklığı her zerresine işlemişti sanki. Onu durdurmak için bir adım daha attığımda birden durdu.

Başını yavaşça kaldırdı. Bana bakmadı, beni görmedi ama babamla bakışları buluştu. Yandan profilinden onun da ağladığını gördüm.

Bir damla göz yaşı döküldü güzel gözlerinden, yanağına doğru süzüldü. Babamın da gözleri doldu. "Yapma çocuk!" diye fısıldadı. "Ben seni bunun için yaşatmadım."

Nefesim tıkanmış gibi uyandım. Hızla aldığım soluklar arasında ağlıyordum. Öyle ağlıyordum ki sanki karanlıkta boğuluyordum.

Hıçkırıklardan tüm vücudum sarsılıyordu. Rüya olduğunu idrak ettim ama tutamıyordum kendimi. Siraç'ın belimdeki kolları sıkılaştı. Omzumda çenesini hissettim. Arkamdan sarılmıştı.

"Ne oldu?" dedi uykulu sesiyle. "Neden ağlıyorsun Günışığı?" Endişelenmişti. Harekete geçti ama onu durdurdum. Ona doğru döndüm ve, "Sadece rüya, sadece rüya." dedim kendimi teselli edermiş gibi.

Sözlerim hıçkırıklarla kesiliyordu ama anlıyordu. En çok kendime inandırmaya çalışıyordum rüya olduğunu ama yüreğim öyle acıyordu ki sanki kötü bir haberin çağrısı gibiydi bu ağrı.

Dudaklarının baskısını saçlarımda hissettim. Ona sığınırken kendimi öyle bastırıyordum ki korkumun çaresi olarak, beni göğüs kafesine alabilse oraya sığınırdım.

Öyle bir hayat korkusuydu bu, öyle bir kaybetme korkusuydu.

"Ne gördün?" dedi sırtımı yatıştırmak için sıvazlarken.

Ona anlatamazdım. Gerçekleşmesinden o kadar korkuyordum ki değil ona, kendime bile anlatamazdım.

"Babamı." diye fısıldadım sadece. Vücudu kasıldı onun da. Anladı acımı, belki kendisi de acı çekti.

Daha da sıkı sardı bedenimi. "Geçti," dedi. "Geçti, sadece rüyaydı. Kötü bir şey yok." Bunun için yakardım Allah'a. "Yanındayım, güzel karım. Hep yanındayım." Sanki korkumu tekrar hissetmiş gibi teselli etti.

Kollarının sığınağında gözyaşlarım dindi, tekrar uykuya daldım ama sabah kalktığımda hala kabusun etkisindeydim ve midem bulanıyordu. Nitekim hazırlanırken o kadar kötü bir hal aldı ki dün yediğim her şeyi klozete boşalttım.

Siraç hazırlandığı için aşağıda bekliyordu. Beni böyle görseydi, hayatta götürmezdi yanında. Bu yüzden ona bir şey söylemedim ama berbat durumda olduğumun ben bile farkındaydım.

Nitekim aşağı indiğimde, "Niye soluksun?" dedi. Elinin tersini alnıma yasladı. Ateşim olmadığını biliyordum.

Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Dün çok yedim sanırım, midem hazmedemedi herhalde. Mide ilacı aldım." dedim.

Dediklerimin hiçbiri yalan değildi, bana şüpheyle baksa da yalan söylemeyeceğimi bildiği için uzatmadı. Zaten o da sakin gözükse de tetikteydi.

Yeni bir yola girdiğimizin hepimiz farkındaydık.

Şirkete geçtik. Şirket her zamankinden daha hareketliydi. Bizim bugün bulunacağımız yer, siber güvenlik bölümüydü. Yani Siraç'ın hacker ekibinin olduğu bölümde olacaktık.

Nergis ve Demir yanımıza geldiğinde biz geniş bölümde yarım saattir duruyorduk. Daha doğrusu ben duruyordum, Siraç talimatlar yağdırıyordu.

Demir yanımda durduğunda dalgın bir şekilde etrafıma baktım. "Ne yapacak, biliyor musun?" dedi.

"DeepWeb 'de kurulun bütün hesaplarını ele geçirip para akışını durduracak. Bir nevi banka hesaplarını boşaltmış olacak."

Verdiğim cevap Demir'in gülümsemesine sebebiyet verdi. "Kocan yine sana eksik bilgi vermiş." deyince canım yandı.

O bunu normal görüyor olabilirdi ama ben normal göremiyordum hala.

"Yaptığı elektiriği kesmekle eş değer. Kurul anlaşmaların %90'ını DeepWeb'de yapar ve bunların çoğunluğu pazarlama üstüne kuruludur." Neyi pazarladıklarından bahsetmedi.

"O yıllardır onların elinde tuttuğu ticaret pazarını ellerinden alacak ve ortaklık yaptıkları, menfaat elde ettikleri güçlü bağlantılarıyla bağlarını koparacak. Böylece kimsenin yıkamaz dedikleri siber koruma kalkanın aşacak ve bu DeepWeb'de yani internetin karanlık dünyasında en büyük sarsıntıya sebep vermiş olacak."

O böyle anlatınca kulağa daha dehşet verici geliyordu.

"Buna zafer değil de ne denir!" dedi Demir bu olaydan en az diğer yanımda duran Nergis kadar zevk alarak. Bir tek ben almıyordum bu zevki sanırım.

"Ben savaş ilanı derim." dedim. Siraç'ın yaptığının doğru olduğunu biliyordum ama bu içimdeki korkuyu dindirmiyordu.

Buraya geldiğimizden beri kendini kaybetmiş gibiydi. Kimse sözünü ikiletmeye cesaret edemezdi. Her şeyin kusursuz, yıllardır adım adım planladığı gibi ilerlemesi için etrafındaki her insanı bir satranç taşı gibi kullanıyordu.

"Bu bir savaşsa kazananı belli o zaman." dedi Demir. Hırslıydı, tıpkı burada bulunan herkes gibi kin güdüyordu o da.

"İnşAllah de, Demir." karşılığını verdim. "Allah'ın izni olmazsa kimse zafer kazanamaz. Onun izniyle de."

Sesim yok olup gitti. Tıpkı yitip gitmeye yer arayan umutlarım gibi.

Cevap vermedi. Zaten cevap vermeye fırsatı olmadı. Bu bölümün müdürü Siraç'ın yanına geldi ve, "Efendim, izniniz varsa şimdi tam zamanı." dedi.

Sabah saat tam onda Siraç'ın izniyle başladılar ve yarım saat boyunca bölümde hiç çıt çıkmadı. Konuşanlar bile fısıltıyla konuşuyordu. Ne yaptıklarını bilmiyordum ama bunun bir toplu saldırı olduğunu anlıyordum çünkü güvenlik duvarını delmek için büyük bir savaş veriyorlardı.

Yarım saat dolduğunda ilk tepki geldi, "Efendim sisteme girdim." dedi siyah saçlı, mavi gözlükleri olan bir kadın. Gözlükleriyle birlikte sert yüz hatları daha belirginleşmişti. Siyah gözleri bilgisayar ışığının aydınlattığı kadarıyla zaferle parıldıyordu.

Ondan birkaç saniye sonra bir başka hacker aynı cümleyi kurdu ve zaferin hazzıyla hepsi gülümsemeye başladı.

Siraç geniş bir ekranda hepsinin hareketlerini takip ediyordu. Bir tek ben duvarın kenarında her şeyi uzaktan izliyordum. Çok geçmedi, geri sayıma geçtiler. Sessizce çalışarak hesapları boşaltmaya ve kırdıkları duvarı tamamen ele geçirmek için çalışmaya başladılar.

Kimse hiçbir şey yapmıyordu. Hatta sistem para akışını yaparken atıştırmalıklar bile yiyen vardı. Uzun zamandır çalışmalar devam ettiği için tam üç saat içerisinde Demir'in deyimiyle kurulun pazarını ele geçirdiler.

Zaferi Siraç ilan etti! "Bitti." dedi. Yüzünde öyle bir ifade vardı ki bu bir zafer değildi, bu bir intikamdı. O yüz ifadesinde bu intikamın tüm acımasızlığını görürdünüz.

"Biz kazandık." dedi gür sesiyle. Alkışların sesiyle gürültülü bir zafer çağıldadı. Herkes birbirine sarılırken Siraç gülümseyerek bana doğru gelmeye başladı. O yürürken bende gülümsedim.

Bu onun zaferiydi. Sonuna kadar da hakkıydı. Kollarını açıp bana sarılacağında birinin koşturarak geldiğini duyunca ikimizde o yöne doğru döndük.

Yanımdan kısa bir süre ayrılan Nergis'in yüz ifadesini görünce kötü bir şey olduğunu anladım. Dehşetti, bakışları, yüz ifadesi dehşetteydi. Kanı çekilmişti resmen.

"Efendim!" dedi korkuyla. Bana kısa bir bakış attı ama bu öyle bir bakıştı ki korkmamak elde değildi. "Efendim saldırı olmuş. Levent Bey şu an orada."

Siraç'ın zaferinin mutluluğu yüzünden silindi. Ferlaketin haberiyle birlikte kalbim sıkıştı. "Nereye?" dedi. "Kime olmuş? İhtiyara mı?"

Nergis bana tekrar korkarak baktı. Gözleri dolunca elimi göğsüme bastırdım. Ağrımaya başlamıştı. Öyle ağrımaya başlamıştı ki göğüs kafesim daralmış gibiydi. Hissettim çünkü.

Ölümün ağırlığını hissettim çünkü.

"Ba-bahar Hanımın." dedi dili tutulmuş da bu yası söyleyemiyormuş gibi. "Havadan bir saldırı. Büyük bir patlama olmuş "

Başını eğdi Nergis. Ağladığını biliyordum. Ağladığını görüyordum.

Nefes alamadım. Göğüs kafesim kurudu sanki. "Tüm ev yıkılmış. Ku-kur-tulan yok diyorlar."

Dehşetin varlığıyla bir adım geriye doğru attım. Bacaklarım titredi, birinin kolumu tuttuğunu hissettim ama kim olduğunu da bilmiyordum. Sanki ölüyordum, sanki canlı canlı gömülüyordum.

"Bahar Hanım evin içindeymiş."

İlk toprağı attılar üzerime.

⚜🔱⚜

Tamam vurmayın, ben üstüme attım o ölü toprağı zaten.

Fena yıkığım,yaşanılacakları düşündükçe de her şey ortaya çıkacak ama ben ne olacağım diyorum djdj

Bölüme karşı ilgiye göre yarın alıntı atma ihtimalim çok yüksek. Bu yüzden yoruma boğun beni, boğun! 😏😎

Yeni bölüm gelene kadar yıkık kalın çünkü daha çok yıkılacağız djdjd

Allah'a emanet olun, kalın sağlıcakla canolar! 😍🥳

Okumaya devam et

Bunları da Beğeneceksin

105K 356 14
Hikayede sık sık +18 ve şiddete yer verilecektir! Yaş sınırını göz önünde bulunduralım.
150K 4.5K 23
Ağzımı kapatmış güçlü eller baskısını biraz daha arttırırken Peyami bedenini benim ki ile bir bütün yapmak ister gibi sokuldu Göğüsüm hızla yükselip...
38.4K 2.2K 27
Yaşadığı bir olay yüzünden sesini kaybeden bir kız. Annesinin yeni evliliği yüzünden mecbur İtalyaya taşınır, italyada yeni arkadaş edinen kız, arkad...
274K 1.1K 39
seks hayatın bir parçası...