Yeraltı Güneşi

By hunterwinchester

277K 11.5K 3.2K

Bundan asırlar önce, bir maden kazası sonucunda yeraltındaki işçiler nefes almakla kendi kanında boğulmak ara... More

1. ''Meraklı'' ☼
2. ''Sır'' ☼
3. ''Amaç'' ☼
4. ''Flashback Bölümü'' ☼
5. ''Umutsuzluk'' ☼
6. ''Hayaller'' ☼
7. ''Çukur'' ☼
8. ''Sabırsız'' ☼
9. ''Çöpçatan'' ☼
10. "Melodi" ☼
11. ''Düşüş'' ☼
12. "Gerçekler'' ☼
13. ''İtiraf'' ☼
14. ''Spor'' ☼
15. ''Rüşvet'' ☼
16. ''Şans'' ☼

Yeraltı Güneşi

111K 2.5K 1.4K
By hunterwinchester

-HER ŞEY NASIL BAŞLADI?

Uzun zaman önce, Haziran ayında bir felaket oldu. Evlerine elinde ekmekle gidip ailesinin karnını doyurabilmek için günler boyu yerin metrelerce altındaki ürpertici karanlıkta, taştan duvarlar arasında çalışan yaklaşık beş yüz işçi vardı o madende.

Simsiyah olmuş yüzündeki alın terini silerken bir tanesi, ''Son üç saat.'' demişti yanındaki arkadaşına. Küreği bir kez daha tüm gücüyle duvara sapladı ve devam etti yorgunluktan ve biraz da nefes almak için yarıda bırakmış olduğu cümlesine. ''Sonra benim oğlanı görebileceğim.'' Bir oğlu vardı Freddie'nin. Eşi birkaç ay önce bir hastalığa yakalanarak öldüğünden beri, hayattaki tek amacı küçük Peter'ı büyütebilmek olmuştu. Nerissa Talooms'ın hastalığı o kadar ağır değildi, ama bu basit talihsizliği bile tedavi ettirecek paraları yoktu. 17 Mart günü, Nerissa'nın ruhu bedeninden ayrıldı. O günden beri Freddie, çalışıyor. Gerçekten çok çalışıyor. Eve her gün yara bere içinde gitse de çizgilerinin içine kara kömür işlenmiş ellerinde bir somun ekmek oluyordu en azından. Öyle ki, bu fazla tehlikeli, önlem alınmamış, güvensizliğin zirvesine ulaşmış maden ocağında bile çalışabiliyor. Diğer beş yüz arkadaşı gibi.

İşçiler, yerin altında, kavurucu sıcakta çalışmaktan şikayet etmiyorlardı. Aldıkları saat başına üç kuruş miktardan şikayet etmiyorlardı. Hayatın acımasız olduğunu gerçeğine göz yumarak, hiçbir konuda asla şikayet etmiyorlardı. Çünkü onların tek isteği karın doyurabilmekti . Kendilerini bile düşünmüyorlardı, önemsedikleri tek şey, sevdikleriydi. Hepsinin omuzlarında, yüklü miktarda sorumluluk vardı. Birkaç kağıt parçasına sahip olabilmek için tüm günlerini feda ediyorlardı.

Ailesi için çabalayan bu cesur insanlar bir ses duydu aniden. Ardından kör edici bir ışık. Ama yerin altında ne işi vardı ışığın?

Birkaç saniye öncesine kadar madenin cehennemden bile sıcak olduğunu düşünüyordu henüz çok genç olan Drake. Oysa yanılmıştı. Asıl cehennemi yaşadıkları birkaç dakika boyunca hepsi nefeslerini tutmuş, kurtarılmayı beklemişti. Siyah toprak kana bulanmıştı, kürekleri ve çaresiz bedenleri gömülmüştü kömürlerin altına. Her şey çok hızlı gelişmişti. Ne olduğunu anlayamamıştı kimse. Zaten ne olduğunu anlamaya çalışacak kadar yaşayabilen fazla kişi olmamıştı. Büyük patlama, çok fazla can almıştı. Çok derin yaralar bırakmıştı yüreklerde. Arkadaşlarının cansız vücutlarını görmek. Bir daha gün ışığına bakamayacaklarını düşünmek. Bunlara yalnızca çok güçlü insanlar katlanabilirdi. Freddie de onlardan biriydi.

Ne olduğunu herkesin sindirebilmesi zaman aldı. Ama sonra anladılar, madende patlama olmuştu. Ölüyorlardı.

Hemen bir şeyler yapılması gerektiğini biliyordu Freddie. Başını çarpmış ve kalçasından yaralanmıştı, bedenini kaplayan küçük taşları silkeleyip elini o bölgeye götürdüğünde yapış yapış olmuş kanı hissedebiliyordu ama yine de buradaki çoğu kişiden daha iyi durumdaydı. Lider olması gereken de oydu belki de. Hareketlendi. Ayağa kalkmasıyla acı, her yerini ele geçirmişti sanki. Diğerlerine baktı, yardım etmesi gerekiyordu. Onun gibi daha dinç görünen birkaç kişi daha vardı, önce onları göçükten çıkardı ve sonra diğer nefes alanlara yardım ettiler. Sayıları epey azalmıştı. Kaç kişi ölmüştü? Üç yüz? Dört yüz? Kimse geriye kalanları saymak gibi acı bir faaliyeti gerçekleştirme gereği duymadı. Hayatlarını kurtarmaya yoğunlaşmışlardı.

Patlamadan ve cesetlerden uzakta, madenin daha geniş bir yerinde kamp kurdular. Artık sayıları daha rahat görünebiliyordu. Yetmişin üstünde olmalıydılar. Bu bir mucizeydi. Saatler önce yangında can çekişen o insanlar, şimdi hiçbir şey olmamış gibi oturmuş yemeklerini yiyorlardı. Bazen yönetim, yanlarında birer elma getirmelerine izin verirdi ama onlar çaktırmadan bir parça ekmek, ve bulabilirlerse birkaç üzüm tanesi atarlardı ceplerine. Zaten kimse kontrol etmiyordu onların ne halt ettiklerini. Yönetim kötüydü. Çok kötüydü. Hepsi tüm bunların onların ihmalsizliği sonucu olduğunun farkındaydı. Bu olayda birden fazla kişinin suçu vardı. Bir kömür şirketinin patronu olan Bay Hawkins buranın güvenli olmadığını bile bile madencileri işe almıştı. Hatta kadınları bile. Burası o kadar tehlikeliydi ki çalışmak isteyen bir avuç madenci çıkınca açığı kapatmak için hayatlarını kazanmaya çalışan kadınları da görevlendirmişti. Kadınların çalıştırıldığının ve madenin durumunun farkında olan ülke başkanı ise buna hiçbir tepki göstermedi. Önlem almadı. Umursamadı. Belki bir maden odası yapılabilirdi, ama uğraşmak istemedi.

Günlerce kurtarılmayı beklediler. Yiyecekleri ve havaları tükeniyordu. Belki de pes etmişlerdi, yaşamadıklarını düşünüyorlardı. Onları gömüyorlar, bu dosyayı kapatıyorlardı. Freddie liderleriydi ve artık harekete geçilmesi gerektiğini biliyordu. Burada kalırlarsa açlıktan öleceklerdi. Kimsenin onları kurtarmaya niyeti yok gibi gözüküyordu. Zekiydi. Hem de çok. Eğer ailesinin maddi durumu izin verseydi bir mühendis bile olabilirdi. Ama onun yerine madenlerde sürünmekti kaderi. Ne kadar acı. İşçilerin çoğu gelecek vaat ediyorlardı. Oysa şimdi buraya hapsolmuşlardı.

''Daha ne kadar burada bekleyeceğiz, Freddie?'' dedi Susan fısıldayarak. Buradaki belki elli kadından biriydi, ama şimdi sadece on yedi kadın kalmıştı.

''Beklemeyeceğiz.'' diye cevap verdi. Göz altı torbalarının ve kömürün çevrelediği gözlerinde yoğun bir hava vardı ama bu neyin havasıydı kimse bilemezdi. Onun bakışlarından kimse bir lokma anlam çıkaramazdı. ''Yola çıkıyoruz.''

Ve herkes ayaklandı. Artık kurtarılacaklarından umut yoktu, öylece beklemek anlamsızdı ve eğer kendileri bir şeyler yaparsa, belki, çıkış yolunu bulup tekrar güneşi görebilirlerdi. Günlerdir çok az miktarda suyla idare etmişlerdi ve şimdi susuzluk başlarına vuruyordu. Uykusuz, aç, yorgun ve susuzlardı. En fazla ne kadar şansları olabilirdi? Böyle düşünüyordu Drake, ''en fazla ne kadar şansımız olabilir? ''

Tek bir kelime etmeden yürüyorlardı hepsi. Freddie diğer arkadaşlarına belli etmemeye çalışıyordu çaresizlik içinde yüzdüğünü, neredeyse umudunu kesmişti.Ta ki kara bir duvar onları engelleyene kadar. Ne yani, sona mı gelmişlerdi?

''Bu da neyin nesi?''

''Nasıl aşacağız bunu?''

''Devamı yok mu tünelin?''

''Ne yapmalıyız?''

Freddie tüm o can sıkıcı konuşmaları duymak istemedi. ''Kesin.'' diye bağırmasıyla herkesin çenesini kapaması bir oldu. Kibar biri değildi evet, ama söz geçirebilmek için böyle olması gerekiyordu, değil mi? ''Kazacağız.'' diye devam etti.

Çoğu kişi küreklerini kaybetmişlerdi. Ellerinde kürek olanlar duvara sapladı onları. Kazdılar. Kazdılar. Kazdılar. Bir umutla kazdılar. Güneş ışığına olan hasretleriyle kazdılar. Bedenleri ailelerini son kez görme isteğiyle dolup taşıyor, bu istek bileklerine, kollarına, metal küreğin soğuk sapını kavramış parmaklarına sızıyor, onları daha da güçlü yapıyordu.

Hissediyordu Susan. Kurtulacaklardı. Kurtuluş yeraltındaydı belki, kimbilir? İçinde bir şeyler kıpırdandı. Altıncı hissi kuvvetliydi onun. Yapabilirlerdi, yapabileceklerini biliyordu. Çok yakınlardı güneşe. Önlerindeki kömürden tabaka yavaş yavaş inceliyordu sanki.

Ve sonra birden tüm taşlar hareket etmeye başladı. Yerinden oynuyorlardı yavaş yavaş. Freddie bunu farketmişti, diğerlerine ''İtin.'' diye seslendiği anda hepsi çabucak ne demek istediğini zihninde tartıp harekete geçtiler, tüm gücüyle büyüklü küçüklü taş yığınını itmeye başladılar. Az kalsın pes edeceklerdi, ama Freddie'ydi bu, bir bildiği olmalıydı, değil mi? Kollarındaki enerji yavaş yavaş tükeniyordu hepsinin. Önce üst kısımlardaki küçük taşlar, sonra daha iri olanlar yığından kurtulup teker teker düşmeye başladılar, büyük bir gürültü ve ardında bıraktığı toz yığınıyla gözden kayboldu taşlar, uçurumdan düşmüşlerdi. Uçurum! Burada bir uçurum mu vardı? İlk bakan Michael oldu, yer sağlam olmayabilirdi, oldukça tedbirli bir şekilde taşların nereye yuvarlandığına baktı. Gerçekten de bir uçurumdu burası. Ama dibini göremiyordu. Birkaç saniye sonra toz bulutu kayboldu ve hepsinin gözleri şaşkınlık içerisinde bakakaldı. Bir araziydi. Bomboş. Kocaman. Uçsuz bucaksızdı sanki. Tavanlar da yüksekti. Yerinaltında bir yer bulmuşlardı.

Freddie'nin şaşkınlığı hemen dindi ve ne kadar yüksekte olduklarına baktı. Buradan inebilirlerdi. Eğer şartlar elverişli olsaydı oturup bu manzarayı izlemek isteyebilirdi, ama o liderdi ve onları yaşadıkları şoktan kurtarıcak kişi olmalıydı. Uçurumun yan yüzeyi girintili çıkıntılıydı ve yaklaşık on beş metre yüksekteydiler. Hepsi başarabilir miydi ki? Düşünceli bir şekilde uçurumu incelerken onun ne yapmaya çalıştığını anlayan Anastasia yanına gitti, ''Yapabilirsin.'' diye cesaret verdi ona. Anastasia en genç olanlarıydı. On altı yaşına geldiğinde yetimhane onu kapıya koyduğunda geçimini sağlamak için genelevde kendini satmakla madende çalışmak arasında bir seçim yapmak zorundaydı. Freddie'yi babası gibi görürdü Anastasia.

Epey zorluydu inmek, eğer buradan düşse ölebilirdi Freddie. Her ayağını uzatışında kalçasında müthiş bir ağrı hissediyordu ama başarmak zorundaydı. Buraya kadar gelmişken, basit bir uçurumdan düşerek ölmek kötü olurdu. Ve başardı. Ardından Michael, Susan, Drake, Hazelle, Byron, Anastasia ve diğerleri. Anastasia son iki metreye geldiğinde dengesini kaybedip düştü ve ayağa bir süre kalkmadan öylece durdu. Onun için endişelendiler, herkes başına toplandığı sırada genç kız çarpık ama onu tatlı gösteren dişlerini göstererek gülmeye başladı ve ''Sanırım düştüm.'' dedi alaycı bir şekilde. Tuttuğu nefeslerini geri verdiler, tam hepsi kurtulmuşken birinin daha ölmesini hiçbiri istemiyordu.

Herkes zemine ayaklarını bastığında, sanki hep bunu bekliyormuş gibi geldikleri mağara birden yıkılmaya başladı. Tıpkı bir deprem gibiydi. Üzeri tekrar örtüldü taşlarla. Bu sefer açmak imkansız gibi görünüyordu. Sonra uçurumun ucu. Zaten sağlam değildi, bu kadar insana dayanamamış olacak ki tek tek kırıldı taşlar, sonra da aşağıya yuvarlandı. Yeni adıyla ''yeraltlılar'' kenara çekildi iri bir kaya parçasının başlarını yaracaklarından korktukları için. Ve her şey yıkıldığında, ne tırmanacak bir yer, ne de bir çıkış yolu kalmıştı.

Belki de çıkış yolumuz burasıdır, diye düşündü Michael. Dinine çok bağlıydı o. Her şeyin Tanrı'dan geldiğine inanırdı. Teorisi, bu kurtuluşu onlara Tanrı'nın verdiğinden yanaydı.

Michael'in haklı olduğu bir şey vardı; bu bir kurtuluştu. Belki bir tesadüftü, belki de Tanrı yollamıştı bu şansı onlara, kimbilir? Ama zaten o an hiçbiri bunu umursamıyordu. Kurtulmuşlardı sonuçta. Hepsinin aklında yeni fikirler, gerçekleşmeyi bekleyen hayaller vardı. Orayı bir ülke yapacaklardı. Yeraltı ülkesi.

Ve öyle de oldu. Çok çalıştı madenciler. Bazı tohumlar buldular, belki de toprak altında yaşayan hayvanlar orada unutmuşlardı, karpuz ve elma çekirdeklerini ektiler. Köstebekler ara sıra onlar için bazı meyveler hediye ediyorlardı. Tabii ki onları orada unuttuklarının farkında değillerdi. Nasıl doyduklarını onlar da bilmiyorlardı ama bir yerlerden buluyorlardı bir şeyler işte. Kaynağını anlayamadıkları, şans eseri duvarı kazarken buldukları su boruları vardı ve oradan su ihtiyaçlarını sağlıyorlardı. Karı-koca çiftler vardı, onlar yeni çocuklar doğurdu. Byron ve Teresa o kadar iyi kalplilerdi ki, berbat bir dünyaya asla çocuk getirmezlerdi, bunu ona yapamazlardı. Ama şehir Groundiam berbat bir yer değildi, herkes mutluydu orada ve çocuğu doğurmaya karar verdiler. Sonra diğerleri, ve Groundiam büyüdü büyüdü büyüdü, şuan iki yüz küsürlük nüfusu olan bir ülke haline geldi. Kimsenin varlığını bilmediği, yepyeni bir ülke.

Groundiam adını Anastasia vermişti buraya. Öyle büyük bir hevesle sunmuştu ki bu adı hepsi kabul etmek zorunda kalmışlardı. Hem zaten kulağa oldukça hoş gelen bir isimdi Groundiam.

Ölümler olmaya devam etti ama genelde hastalıktan veya yaşlılıktan ölüyordu Groundiamlılar. Çok fazla acı çekmiyorlardı, amaçlarının adım adım gerçekleştiğini görerek, mutlu bir şekilde gözlerini kapıyorlardı. Buz kesmiş ölü bedenleri, Groundiam Mezarlığı adını verdikleri yerdeki kazdıkları derin çukurlara gömüyorlardı.

Groundiam'ı keşfettikten bir kaç hafta sonra Freddie ve Michael'ın aklına bir şey geldi bir gün. Yeni nesil için. Dünyayı hiç görmemişler için bir miras bırakmalılardı. Freddie, bunu yapmalıydı. Onlara dünyanın nasıl bencil bir yer olduğunu anlatmalıydı. Oğlu Peter'a aldığı içinde renk renk boya kalemleri bulunan küçük boyama kitabını çıkarttı cebinden. Peter boyama yapmayı severdi. Çok zeki bir çocuk olacaktı tıpkı babası gibi. Freddie bu hediyeyi ona hiçbir zaman verememişti.

Söz uçar, yazı kalır misali yazmaya başladı. Hastalıkları, ve çözümlerini. Suları nerelerden elde ettiklerini. Onlara bunu yapanın kimler olduğunu. Ekebilecekleri bitkileri. Kuralları. Groundiam'ın tarihini. Minicik ve düzgün bir el yazısı vardı. Madende grileşmiş sayfaların arasında bulunan resimler yazı yazmasını zorlaştırıyordu. Michael de ona yardım ediyordu. Freddie'nin bilmediği şeyleri söylüyordu ve sonunda bittiğinde Anastasia'yı çağırıp kıza yazının okunup okunmadığını sordular. Anlaşılabilir olduğunu umuyordu Freddie. Sonra defteri zarar gelmesini engelleyecek ama aynı zamanda kolaylıkla bulunabilecek bir yere koydular. Yeni nesil bunu okuyacaktı. Belki de o kadar gelişeceklerdi ki ileride kağıt yapmayı öğrenirlerdi ve yazdıklarını temize çekerlerdi.

Yeni nesil, mutlu olacaktı. Mutlu, ve güvende.


-Merhaba, farklı bi kurguyla geldim bu sefer fanfiction olmadığı için daha umutluyum umarım benim ve sizin beklentilerinizi karşılar çook heyecanlıyım geleceği konusunda çünkü :D ve ilk defa 3. şahıstan anlatım deniyorum becerebildim mi bilmiyorum ve bundan sonraki, günümüz bölümünde kızın ağzından mı yazmalıyım yoksa devam mı etmeliyim böyle karar veremedim belki yorumlarda bana fikir verebilirsiniz^^




Continue Reading

You'll Also Like

4.1M 251K 75
Mühür taşı gerçek mührüne kavuştuğunda kıyamet kopmalıdır. Her kıyametin sonunda, yitirilen hayatlar olur. Bu şeref hangimize ait? •Parmağımı...
3.4M 137K 74
Pera, arkadaş grubuyla kış kampına katılırken, içinde tarifsiz bir huzursuzluk kol geziyordu. Avrupa'nın en yüksek dağı Mont Blanc'un karlı etekler...
25.6K 3.7K 27
•Baş Şeytan serisinin üçüncü hikayesidir. •Yetişkin okurlar içindir. Tanrıça yeni tanıştıklarını sanıyordu. Oysa baş şeytan onu doğduğundan beri tanı...
629K 53.6K 42
abilerim kurgusu, erkek versiyon. Bu kurgu reenkarnasyon içerir! Yᴇɴɪᴅᴇɴ ᴅᴏɢ̆ᴅᴜᴍ ʟᴀɴ! Tᴜ̈ɴᴇʟɪɴ ᴜᴄᴜ ʙᴏᴍʙᴏᴋ ʙɪʀ ʏᴇʀᴇ ᴄ̧ıᴋᴛı! 🛸Küfür ve argo içerir.🚀 ...