Brotherhood | [Türkçe Çeviri]

By bitterthesweet

14.3K 1.4K 2.2K

[Yoonmin・ Vhope] Yedi genç, berbat hayatlarını geride bırakıp büyümeden önce son bir kez yolculuğa çıkar. ・ O... More

Giriş
Bölüm 1: Güvercin Çocuk
Bölüm 2: Zıpla!
Bölüm 4: Kötü Örnek
Bölüm 5: İç Çamaşırsız
Bölüm 6: Bahşiş
Bölüm 7: Sikeyim Seni
Bölüm 8: Önerilen Dozaj
Bölüm 9: Boş Konuşma Şeyleri
Bölüm 10: Feleğin Çemberinden Geçmek
Bölüm 11: Hippi Karşıtı
Bölüm 12: Bakire 150
Bölüm 13: Bariz
Bölüm 14: Şamandıra Değil, Çapa
Bölüm 15: Kemikleri ve Ses Duvarını Kırmak
Bölüm 16: Olan Oldu
Bölüm 17: İşaretleri Takip Et
Bölüm 18: Ben Yanındayım Dostum
Bölüm 19: Şişe
Bölüm 20: Uyan
Bölüm 21: Yardım
Bölüm 22: Ruhum Var Benim
Bölüm 23: Küçük İstek
Bölüm 24: Yakala Beni
Bölüm 25: Demiryolu Çocukları
Bölüm 26: Biz Tamamen Savaştık [Final]
2. Kitap: Testament of Youth

Bölüm 3: Tak tak, prenses?

641 63 81
By bitterthesweet

***

JUNGKOOK BAKIR KABLOYU anahtar deliğine sokup çevirmeden önce arka kapının kilidiyle biraz uğraştı. Jimin ona tel tokanın işe yarayacağını söylese de elindeki kıvrılmış metal parçası kilitleri açmada iş görüyordu. İyice bastırdı ve kilit tıkırtılarla açılırken kapının beyaz boya parçaları söküldü. Bunu sıklıkla yaptığı için artık bir kilidi nasıl açması gerektiğini ezberlemişti, tek zorluğu becerikli ve sabırlı olmak gerektiğiydi. Şu anda ise, ikisi de onda yoktu. Sadece kazasız belasız girip çıkmak istiyordu ama acelesinden dolayı ellerini sabit tutamıyordu. Belki de tren garında içtiği biranın da etkisi vardı. Diliyle konsantrasyondan dolayı bilinçsizce dudaklarını yaladı, kilitle biraz daha uğraştı ve nihayet beklentiyle sapı tutup indirdi. Kilit kaldırıldığında bir 'tık' sesi duyuldu ve içeri doğru açıldı. Aniden açılan kapıyla mutfak zeminine yüzüstü yapışmamayı başardı ve dengesini sağlayınca tel parçasını kotunun arka cebine koydu.

"Evim evim, güzel evim." diye söyledi nefesinin altından, salonla birleşik olan mutfak girişini göz ucuyla tararken. Tezgah düzenli, ortada duran alçak masanın etrafındaki minderler topluydu. Jungkook iç geçirdi ve televizyonun üstündeki duvarda asılı duran saate baktı. Sarkacı minik siyah bir kedi ve kuyruğu olan saat 6:30'u gösteriyordu. Tren garından eve kadar olan sokakları dolaşarak gelmişti ve amacına ulaşmıştı; annesi ve babası şu anda işe gitmek üzere çoktan yolda olmalıydı. Bu tüm evin kendisine kaldığı anlamına geliyordu, o yüzden odasına çıkmak için merdivenlere yönelirken sırıttı. Botlarını çıkarmaya tenezzül etmediği için odasına giden yoldaki halıları ve basamakları kirletirken de umursamadı.

Çıkmadan önce bir duş alıp üstünü değiştirmeyi, yol için bir çanta almayı ve biraz tıkınmayı düşünüyordu. Aslında birkaç saat yatağında uyuyabilirdi ama canı istemediği için dolabından temiz iç çamaşırlarını alıp banyoya yöneldi. Yirmi dakika sonra kaşlarına yapışmış ıslak saçlarıyla aynanın önünde dişlerini fırçalıyordu. Islak havlusu ve üzerinden çıkardıkları da köşedeki sepete atılmıştı. Jungkook yüzünü kuruladı ve musluğun altındaki minik dolabı açmak için eğildi. Banyo malzemeleri ve ilaçlara göz gezdirdikten sonra açılmamış bir diş macununu aldı. Kendi kullandığı macun yol için yanına almaya yetmeyecek kadar azalmıştı. Büyük ihtimalle bu babasınındı ama adam kendine istediği zaman yenisini alabilirdi. Sonra bir paket aspirin aldı, antiseptik şişesini alırken ise tereddüt etti. Arkadaşlarının böyle şeyleri almayı akıl edeceğini sanmıyordu çünkü hiçbiri kendisi ve Taehyung kadar uzun süre sokaklarda kalmamıştı. O yüzden büyük ihtimalle yanına alması iyi olurdu, sonuçta her zaman Jimin'in bir yerlerden düşme ve yuvarlanma olasılığı vardı. Sonradan pişman olmaktansa tedbirli olmalıydı.

Jungkook iç çamaşırı dışında bir şey giymeden odasına döndü ve ilk önce çantasını toparlamaya başladı. Banyo malzemeleri ve ilaçlar en alttaydı, üstlerine bir de havlu koydu. Sonra kıyafetlerini çıkarıp yatağının üzerine yaydı. Birkaç ay önce sokaklarda geçirdiği haftadan sonra yanına fazladan eşya almanın gereksiz olduğunu öğrenmişti o yüzden sadece temel şeyleri alacaktı. Kapüşonlusunu aramadan önce kotunu altına geçirdi ve yeşil tişörtünü giydi. En azından bir tanesini yanına götürecekti ama çantasına koymasına gerek yoktu, sıcak olduğu zamanlarda beline bağlayabilirdi. O yüzden kapüşonluyu da beline bağladıktan sonra yatağına oturdu ve çıkardığı botlarını giyip bağcıklarını bağladı. Sonra sıra asıl önemli şeye geldi.

Para.

Jungkook yatağının yanındaki komodinden cüzdanını çıkardı ve içine baktı. Çalınmasını istemediği için tabii ki de çantasına koymayacaktı, parayı içinden çıkardı ve sol botunun içine sıkıştırdı. Eğer birileri çantasını kaparsa da eline birkaç parça kıyafet ve aspirinden başka bir şey geçmemiş olacaktı. Telefonunu bile yanına almadı, 'macera'dayken ailesinden gelen binlerce cevapsız çağrıyla uğraşmak istemiyordu. Sonra çantasını omzuna astı ve mutfağa inmek üzere odasından ayrıldı.

Buzdolabını açtığında plastik bir kutuya tutturulmuş pembe not kağıdını gördü, annesinin el yazısıyla 'Jungkookie'nin Kahvaltısı' yazıyordu. Notu çıkarırken sırıttı, buruşturup top yaparak tezgahın bir kenarına fırlattı. Geçen akşamın yemeğinden kalanlardı tabii, Jungkook'un evde olmadığı. Musluğun yanındaki çekmeceyi açtı ve içinden chopstickleri aldıktan sonra evden çıktı ve kapıyı ardından kapattı.

Evin bahçesindeki çitlerden geçti ve sokaktan aşağı inerken bir yandan plastik kutuyu açtı. Noodle'lar soğuk ve büzüşüktü ama hiç yoktan iyi olduğunu düşünüp yemeye başladı. Kahvaltısını yerken sabahın geri kalanını nerede geçirebileceğini kafasında tartıyordu. Hepsini bitiremediği plastik kutuyu çöpe atmak üzereyken metro girişini gördü. Aşağıda banklar vardı, birine kıvrılıp arkadaşlarıyla yolculuk için buluşana kadar birkaç saat kestirebilirdi. Parktan daha güvenli olduğunu düşünerek önceden yapmışlığı vardı. Tünelin girişinden üç-dört adım ileride, önünde karton bir bahşiş kutusu olan ve buruşuk eski bir battaniyeye oturan gitarcı adama baktı; her zamanki adamdı. Onun polisler gelene kadar sokakta müzik çaldığını birkaç kere görmüştü. Hatta yapacak daha iyi bir şeyi olmadığı bir akşam yanına gidip sohbet ettiği için evsiz olduğunu da biliyordu. Bu hafif tanışıklıktan dolayı kendini onun yanında dikilirken buldu.

"Hey, Yoonseok?" Adam güneş gözlüklerinin altından seslenen kişiye bakmadı çünkü tamamen kördü. Sadece duyduğunu belirten şekilde hafifçe kafasını salladı.

"Oh, şu küçük serseri olmalı." dedi adam derin sesiyle, yumuşakça gülerek. "Yine evden kaçıyorsun değil mi?"

"Evet ama bu sefer arkadaşlarımlayım."

"Bu kaçmak sayılmaz, maceraya benziyor."

"Aralarından biri de öyle diyor zaten." dedi Jungkook yanına çömelmeden önce. Sokaktan geçen bir sürü düzgün insana baktı, hiçbiri onlara bakmıyordu. Önlerindeki karton kutunun zemininde birkaç bozukluk vardı. "Yanımda yine pek bir şeyim yok ama biraz yemeğim var, atarsam yazık olacak. İster misin?"

"Maceraya çıkan serserilerin alabilecekleri her yemeğe ihtiyacı vardır."

"Oh, öyle mi? Aslında, bu serseri gitar çalmayı da sever." Jungkook adamın ellerinden birini almak için uzandı, gitarı çekti ve yerine plastik kutuyu verdi. "Ve bu serserinin birkaç saatliğine polislerden uzak kalmaya ihtiyacı var."

"Dördüncü peronun bu saatlerde çok yoğun olmadığını duydum, orada kestirebilirsin."

"Dördüncü peron," diye tekrarladı gülerek ve ayağa kalktı. Sokağa bakıp kimsenin onu aramadığından emin olunca kapüşonlu hırkasının cebinden biraz bozukluk bulup karton kutuya attı. Metronun merdivenlerinden inerken sırt çantasını güzel bir yastık olarak değerlendirebileceğini düşünüyordu.

*

Namjoon tekrar kumarhaneye girdiğinde saat sabahın altısını geçiyordu ve geceden kalma insanları görse de erken gelen yeni insanlarla bile hala az kişi vardı. Bu duruma şaşırmadı, en azından kısa süre oturabileceği boş yerler vardı. Sadece hiç ümidi olmasa da dünkü oyunundan bir sonuç çıkmış mı diye kontrol etmeye gelmişti. Kazanmadığını duyup birkaç yüz won kaybedecekti veya kazanıp birkaç yüz won alacaktı, hepsi bu. Çıkmak üzereyken üstünkörü attığı bahise dikkatini vermemişti. O yüzden sonucun detaylarına bakmayacaktı.

Namjoon gece klüplerinin afişleriyle dolu olan bir duvarın dibindeki tabureye oturdu. Duvarda rastgele 'aranıyor' ilanları ve taksi numaraları da yazıyordu. Eğer soluna bakarsa tamamen penceresiz duvarlar ve giriş kapısına kadar yerleştirilmiş boş masalar görürdü. Sağ tarafında ise oturan ve oynayan gürültülü insanlar vardı, arkalarına monte edilmiş televizyondaki futbol, at yarışı veya boks maçlarını takip ederek iddiaya giriyorlardı. Tam karşısında ise lavaboları gösteren bir tabela vardı. Arkasındaki taburede katlanmış bir gazete duruyordu ve eline alıp bir-iki dakika sayfalarına göz gezdirdi. Hava durumuna kısaca göz attı, Taehyung'un tren garında bahsettiği kısmı gördü; Venüs'ün o sabahın erken saatlerinde görünür olacağı yazıyordu. O sırada arkada bir yerlerden soyadıyla seslenildiğini duydu ama dönüp bakınca kimseyi göremedi. Tekrar gazetesine döndü.

"Hey Kim, kaldır onu ve beni tezgaha kadar takip et." Namjoon gazeteyi eğip Choi'ye kafa karışıklığıyla baktı. Kaşlarını kaldırarak nedenini sorduğunda "Çünkü iddiadan kazandıkların var." dedi fedai. Birkaç saniye taburesinde kaldıktan sonra gazeteyi aldığı yere bıraktı ve ayağa kalkıp fedaiyle birlikte ilerledi. Kalabalığın arasından geçince ellerini tahta tezgaha koydu. Kafasını eğip fedainin ceketinin altından görünen kol saatine bakmaya çalıştı.

"420,208₩."

"Özür dilerim, ne?"

"Bu salak bahisten kazandığın miktar." dedi Choi kağıdı gözünün önünde sallarken. "Tam bir şans, ha?"

"Ee... evet ben, biraz şaşırdım."

"Ah, kumarın bir strateji oyunu olduğunu sanıyordum."

"Öyle," Namjoon yavaşça onayladı, "ama aynı zamanda lanet olasıca saf şans oyunu."

"Evet ve seninkinin burada yaver gittiğini söyleyebilirim. Şimdi, başka bir bahise girecek misin?" Adam aşağı eğilip bir zarf çıkarırken söyledi. "Çünkü cidden elindekiyle bir patlama yapabilirsin. 420,000'i al ve... buradan 800,000 den fazlasıyla çıkabilirsin."

"Yapabilirdim," katıldı Namjoon, "ama elimdeki parayı ne yapacağımı ayarladım bile." Fedai bankonun arkasından homurdandı ve emin olup olmadığını sordu. "Hayır, çoktan bir şeyler kazandım ve savurmaya niyetim yok. Planlarım var ve eve gitmeliyim aslında."

"Küçüklerden bile oynamayacak mısın?"

"Şehirden birkaç günlüğüne ayrılıyorum, şimdi oynarsam sonucunu yakalayamam." Bunun üzerine adam gülüp zarfı tahta tezgahın üzerine koydu. "Ayrıca sizi soymak istemem."

"Çok komik Kim, böyle şakalar yapabildiğine göre bir sirkte komedyen olarak çalışmalısın." Namjoon cevap vermeyip zarfı aldı. "Her neyse dinle, sana tavsiye vereyim."

"Dinliyorum."

"Şu birkaç günlük gittiğin yerde, sakın başka hanelere gideyim deme, anladın mı? Oraların ortamını bilmiyorsun, ne zaman baskın yenilir veya ortalığa kim sahip çıkar bilemezsin." Choi elini tembelce odayı gösterecek şekilde gezdirdi. "Boktan ülkenin her kumarhanesinde, bölge polis şefine ödeme yapılmaz. O yüzden burası gibi ayrıcalıklı değildirler. Rastgele bir yerde 8,000₩'a aptal bir yarış için kıçını yakalatmanı istemem. Aptal olmadığını biliyorum ama aklında bulunsun."

"Yakalatmam." dedi hızlıca onaylayarak Namjoon. "Dediğin gibi, aptal değilim, filozof Kim'im ben unuttun mu?" Adam kısaca güldü ve Namjoon son kez etrafa baktı. Sonunda haneden çıkınca parayla dolu olan zarfı pantolonunun arka beline sıkıştırdı ve gözükmemesi için gömleğini üzerine indirdi. Apartmanına gidene kadar kimseye kaptırmamayı umdu.

*

Bisikletiyle anlık bir mücadelenin ardından Yoongi koridora girmeyi başardı. Bisikleti içeri sokmaya çalışırken dirseğini kapıya birkaç kere vurmuş, dizini de arka tekere çılgınca dönmeye başlayacak şekilde çarpmıştı. Hatta çenesini de direksiyona sürtmüştü ama şimdi bisikleti içeride olduğuna göre sorun yoktu. Dışarıda bırakması mümkün değildi çünkü koyduktan en az iki saat sonra yerinde yeller eseceğini biliyordu.

Yoongi iç çekti ve kilidin oturduğu 'tık' sesini duyana kadar kapıyı kapattı. Ayağının ucunda Taehyung'un bıraktığı notu buruşmuş bir şekilde görebiliyordu. Çocuğun günden güne daha iyi malzemeler aşırmasına şaşırmalıydı ama artık garibine gitmiyordu. Taehyung'un sahip olduğu şeyler ya çalınma ya da sokaktan bulunmaydı. Yoongi insanların onun neler çaldığını görse ne kadar şaşıracağını düşündü. Kesinlikle mantıksız ve acemi davranmıyordu. Çoğu yemek dükkanının bir gün içinde satılmayan ürünleri attığını fark edip onları almaya başlamıştı. Tarihi geçmiş veya yenilmeyecek halde olan şeylere el bile sürmezdi. Kendi açısından bir kalite anlayışı vardı artık, getirdiği biralar gibi.

Nefesinin içinde, sigarasının tadının altında hissettiği biralar. Kabul ettiği için kendine kızgındı.

Seokjin ve Namjoon onaylamadıklarını göstermek için biraları almamışlardı ama kendisi, bir dal sigaraya karşılık takas etmişti üstelik. Hiç olgunca davranmadığının farkındaydı ama o an gerçekten içmeye ihtiyacı vardı. Biraz daha uykulu hissettirir diye ummuştu fakat işe yaramamıştı. Hoseok da hayır demişti ayrıca ve nedenini bulmaya çalışsa da emin değildi: çocuk sadece içemeyeceğini söylemişti. Ailesi fark eder diye miydi? Bir anda biranın tadını beğenmemeye mi başlamıştı? Yoksa tamamen farklı bir sebepten miydi?

Yoongi bir esnemeyi bastırdı ve girişteki portmantonun koltuğuna kıvrılıp ayakkkabılarını bile çıkarmadan uzanmak istedi. Vücudu yorgun düşmüştü, göz kapakları betondan yapılma gibi ağır hissettiriyordu ama kapatsa bile kısa sürede geri açacağını biliyordu. Bir süre tavanla bakıştıktan sonra içeri geçiyordu ki gözüne telefonundan gelen kırmızı ışık takıldı.

Yanıp sönen kırmızı noktanın anlamı sesli mesaj bırakılmasıydı. Ya da sesli mesajlar.

Yoongi sürünerek telefonun yanına gitti ve plastik düğmeye bastı.

Üç cevapsız mesajınız var, dedi robotik kadın sesi, bip sesiyle ilkini oynatmaya başlamadan önce.

"Min, ben Choi, erken vardiyayı alabilir misin diye soracaktım. Bugüne alınmış bir dünya rezervasyon var ve mutfakta fazladan adam lazım." Erken vardiya? Ne kadar erken? diye düşündü makineye bakarken. "Vardiya öğlen ikiden akşam sekize kadar sürecek. Bu mesajı dinleyince beni ara."

Bip.

"Yoongi ben Ara, temizlik firmasından. Sorduğun gibi yarın için boş bir saat buldum, eğer istersen sabah dokuzdan on ikiye kadar seni yazabilirim. Ara beni ve haber ver. Bay bay."

Bip.

"Min, bu gece de tezgahta çalışman gerekiyor. Biliyorum üst üste üçüncü sefer olacak ve biraz ara vermelisin ama gerizekalı Dong hiçbir işi beceremiyor ve kovulacak. Gece on birden sabah beşe kadar."

Yoongi makineye bakmaya devam etti. Yanıp duran kırmızı ışık sönse de gözlerini çekmedi, kırpmadı da. Saat sabahın yedisiydi, güneş gökte yükseliyordu ve onun dokuzda başlayacak olan bir mesaisi vardı: eğer işini kaybetmek istemiyorsa gitmesi gereken. Bu uykusuz kalacak demekti. Son üç günde sadece dört saat uyuyabilmişti ve zaten o mesaiye gitmesi mümkün değildi. Sabahın dokuzundan ertesi sabah beşe kadar çalışırsa en iyi ihtimalle ölürdü.

Hep beraber öğlen birde buluşmaya karar verdiklerini düşündü, bu en azından uyuyabilirse dinlenecek beş-altı saati var demekti. O an işte olsa ne yapıyor olacağını düşündü; dizlerinin üzerinde banyo temizliyor, restoranda sırtını hissetmeyecek kadar bulaşık başında dikiliyor ya da markette sürekli indirim soran turistlerle uğraşıyor olurdu.

Ahizeyi eline aldı ve düz sinyal sesini dinledi. Mesaj bırakanların hepsi cevap vermesini bekliyordu. Arayıp kabul ettiğini söylemesini veya daha fazla çalışmak için yalvarmasını bekliyorlardı, her zaman olduğu gibi. Bu onların işine geliyordu çünkü ondan aldıkları zavallı ücretten herhangi bir para kaybetmek zorunda kalmıyorlardı. Yoongi telefonu altlığına koyacakken durup delikli mikrofon yerine baktı.

Sonra bir anda koltuğun arkasındaki duvara doğru makineyi öyle bir fırlattı ki kabloları çıktı. Plastik parçaları kırılıp etrafa dağılmıştı. Kalan parçalara da ayağıyla sinirle vurdu. İyice hırsını atmak için tekmeledikten sonra durdu ve parçalanan alıcı yanındaki duvara çarptığında ne yaptığını görmek için durdu.

Kalbi göğüs kafesinde hızlıca atarken derin nefesler aldı. Aniden tükenmeden ve onu terk etmeden önce bir iki dakika süren ani bir adrenalin artışı olmuştu. Saçlarını alnından geriye doğru tararken terlediğini fark etti.

"Lanet olsun..." dedi telefondan kalan kalıntılara bakarken. "Buna pişman olacağım." Yine de tam tersine iyi hissediyordu. Sanki onu parçalamak omzundan ve zihninden büyük bir yük kaldırmıştı.

Daha sonra, tekrar yerine oturdu ve bir kez daha gözlerini kapattı. Duş almak ve bir çanta toplamak zorundaydı ama önce bir iki saat boyunca gözlerini dinlendirebileceğini düşündü.

*

Hoseok'un eve geri döndüğünde fark ettiği ilk şey salon ışıklarının açık olduğuydu. Perdeler çekilmiş olsa bile zemin katın pencerelerinden yansıyan ışıkları fark edebiliyordu ve bunun tek bir anlamı vardı: Ebeveynleri gece dışarı çıktığını fark etmişti. Hoseok evin dışındaki bahçede bir süre daha durdu çünkü başka bir adım atabilecek gibi hissetmiyordu. Eğer odada onu beklediyseler, o zaman hesap sormalar ve bakışmalar olacaktı ve o an bunun üstesinden gelebileceğinden emin değildi. Jimin'in ona öğrettiği ip numaralarını kullanarak tekrar arkaya dolaşıp gizlice pencereden odaya girme dürtüsünü hissetmişti, yine de bunun başına öylece kalacağını sanmıyordu. Onlara haber vermeden evden ayrılmıştı ve istese de istemese de bunun sonuçları olacaktı. Yokluğunu fark ettiklerinde büyük ihtimalle deliye dönmüşlerdi ve işin kötü tarafı Hoseok'un onların haklı olduğunu bilmesiydi. Uzun bir zaman sonra odasından çıkıyordu ve bunu gece yarısı yapıyordu, hangi cehennemde olduğunu merak etmelerinden doğal bir şey olamazdı.

Hoseok dişlerinin alt dudağını aşağıya doğru kemirdiğini hissetti ve kendisini durdurmaya çalıştı.

İki seçeneği vardı ve ikisi de iyi görünmüyordu. Eve gizlice girip odasına saklanabilirdi ama sonunda onlarla yüz yüze gelmek zorunda kalacaktı, ya da bu işi olabildiğince çabuk halledebilirdi. Ama ikinci seçenek o anda çok korkutucu görünüyordu. Geçirdiği her şeyden sonra, enerjisi kaldığını hissetmiyordu. İlk etapta yatak odasını terk edebilmek için gerçekten çaba sarf etmişti ve tren garına giden yürüyüş cehennemdi, attığı her adımda başı zonklamıştı. Ne zaman bir kaldırıma bastıysa, bu hareket kafatasından vücuduna doğru bir acı çekiştirmişti ve raylarda yürürken daha da kötüydü ama Taehyung'un doğaçlama sırtına binmesi kadar değildi. Ağrı, arkadaşlarıyla geçirdiği süre içinde bir yandan bağırışlı ve gürültülü olsa bile, bir şekilde hafiflemişti. Şimdi evinin önünde geri döndüğünü hissediyordu; muhtemelen stresten çenesini çok sert kastığı içindi. Parmakları bile avucuna sarılmıştı, tırnakları kendi derisini hafifçe çiviliyordu ve onları gevşetebiliyor gibi görünmüyordu.

Neredeyse bir dakika boyunca dışarıdan pencereyi seyrettikten sonra çenesini gevşetti, derin bir nefes aldı ve bahçe kapısını açtı. Ebeveynleri çıt çıkmayan sokakta kapının gıcırtısını duymuş olmalıydılar. Ön yoldan yürüdü ve kapının önüne geldiğinde tıklatmak için kaldırdığı elini annesinin anında açtığı kapıyla geri indirdi.

"Ah-"

"Neredeydin balım?" annesi rahatlama ve heyecan karışımıyla bağırdı. "Kapını kaç kere tıklattım, odanın ışıkları yanıyordu ama cevaplamıyordun."

"Ben... Ben biraz dışarı çıkmıştım." dedi Hoseok gözlerini botlarına indirerek. "Dediğin gibi yürüyüşe çıktım ve çok kalmayacak-"

"Bu iyi bir fikir tatlım ama gecenin yarısında değil. Bunu hava yeni karardığı vakitlerde, belki akşama doğru yapmalısın." Annesi kapıya yaslanmış kalmıştı ve göstermemeye çalışsa da büyük ihtimalle ayakta duracak hali yoktu. "Bu saatte dışarısı çok tehlikeli ve-"

"Neredeydin?" babası koridordan gözüküp verandaya geldiğinde monoton bir sesle söyledi.

"Arkadaşlarımla tren garındaydım."

"Tren garı, şu kullanılmayan döküntü yer? Niye oraya gittiniz?"

"Çünkü terk edilmiş." dedi Hoseok ve kafasını kaldırıp ona baktı. "Ve bu oyalanıp rahatça ses çıkarabileceğimiz anlamına geliyor."

"Ya da pis işlerinizi yapabileceğiniz."

"Hiçbir şey yapmadım," dedi tek bir atış kaçırmadan, "sadece arkadaşlarımla konuşup resim çizdim." Gerçekten yanlış bir şey yapmamıştı ama biliyordu ki babası biraz daha yanına yaklaşırsa alkolün ve Taehyung'un dibinde tüttürüp durduğu sigaranın kokusunu alabilirdi. "Venüs bu sabah görünür olacaktı ve-"

"Venüs umurumda değil." dedi babası sert bir sesle. "Umurumda olan senin gece saat birden beri hangi haltta olduğunu bilmememiz ve annenle sabahın bu saatine kadar uyanık kalıp endişelenmemiz, yarın sabah işe gitmek için uyumak yerine."

"Bir not bırakmış olmalıydım-"

"Nerede? Odanda mı? Kilidini bile açmamıza izin vermediğin?" Hoseok bunu akıl edemediğine sinir oldu.

"Canım, şu an evde olması yeterli. Sadece iyi olup olmadığından emin olmak istedim ve-"

"Kavgaya mı karıştın?" diye şaşırarak sordu babası ve kaşlarını kaldırdı. "Suratın." Hoseok girişte duran boy aynasına annesinin omzundan bakmaya çalıştı ve suratının her yerine yayılmış renkleri gördü: kaşlarının üstü, yanakları ve çenesi siyah-lacivert-mor boyanmıştı. Parmağını sürüp babasına gösterdi.

"Boya. Pastel boya bu."

"Bundan sonra dört gün boyunca odandan sadece okul için ayrılıyorsun, yemek yemek için her öğün aşağı iniyorsun. İlaçlarını alıyor musun ki sen-"

"Alıyorum." Hoseok böldü. "Alıyorum ama başıma sancılar sokuyor, bu yüzden odamdan çıkamıyorum." Annesi, üniversite sınavı için o kadar çok meşgul olduğunu ki, kafasının ağrımasına şaşmadığını söyledi ve babasının başka bir yorum yapmasını engellemesine rağmen Hoseok onun kızdığını anladı. Sınavlardan dolayı ağrımadığını biliyordu çünkü çalışmıyordu bile. Onu yapacak enerjiyi kendinde bulması gerekiyordu önce, ki bu gidişle zor gözüküyordu.

Hoseok o anın tam sırası olduğunu düşünüp verandadan indi ve arkasından seslenmelerine aldırmadan hızlıca evin arka tarafına yürüdü. Önceden sarkıttığı ipe dikkatlice tırmanıp kendini içeri çekti. Odasına girdiğinde saksıları devirmemeye çalışarak ayakta nefeslendi ve bir göz gezdirdi. Çalışma masasının üstüne dizdiği ağır kitaplar çapa görevi görüyordu; ipin bir ucunu onların altından yatak ucuna dolamıştı. Sonuçta Jimin gibi bir ağacı olmadığı için farklı yöntemler bulmalıydı. Yerler hala buruşmuş kağıt parçalarıyla doluydu. Köşede bir yerde yemediği ramen soğumuş şekilde duruyordu. Gözünü kıyafet dolabına dikmişti ki merdivenden yukarıya çıkan adım seslerini duydu. Babası biraz daha söylenmeye geliyordu anlaşılan.

"Hoseok, oğlum, seninle konuşmak istiyorum. Baş başa, annen yok." Kilitli kapının önünde bekliyordu. "Kızmayacağım, sorguya çekmeyeceğim. Sadece konuşmak istiyorum."

"Neyle ilgili?" Hoseok kapının diğer tarafında dikilirken sordu. Metal ağırlığı çekmemişti, kapıyı açmamıştı.

"Sadece konuşma." Hoseok bunun havada asılı kalmasına izin verdi. Bir an sonra iç çekip metal kutuyu itti ve kapıyı açtı. Adam yüzüne baktı, içeriye alındığını fark edince de odaya girdi. Gözleri önce masadaki su ısıtıcısını ve soğumuş noodle'ı buldu, sonra yerdeki kağıt çöplerine, sonra da pencereden sarkan ipe baktı. "İkimiz de senin için endişelendik Hoseok," dedi düşük bir sesle, "çünkü eskiden gayet sosyal ve canlıydın ve şimdi... şimdi nadiren konuşuyor veya insanlarla muhatap oluyorsun, bunu fark etmemek mümkün değil. Büyümenin zor olduğunu biliyoruz; ergenlikten yetişkin olmaya doğru her adım atışında sırtına bir yük biniyor. Kolay değil ve bunu biliyoruz." Hoseok onu dinlemeye dolabına yürürken devam etti. Dolabından önceden taktığından daha büyükçe bir sırt çantası çıkardı. "Yaşıtlarının baskısı ve..."

"Bir süreliğine arkadaşımda kalmak istiyorum," dedi çantanın içini kontrol ederken ve boş olduğunu gördü. "Olur mu?"

"Ne arkadaşı?"

"...Jimin. Tanıyorsun onu değil mi?" Babasının onu tanıdığından emin değildi çünkü yıllar geçse de nadiren karşılaşmışlardı. "Onun da sınavları vardı ve yardım etmeyi teklif ettim." Daha fazla konuyu değiştiriyormuş gibi gözükmemek için sustu.

"Aslında... biraz sosyalleşmeye ihtiyacın var." Adam düşünürken nefesinin altından hafif bir ses çıkardı. "Ama sınavların-"

"Ama sınavlarım daha önemli, bu yüzden onlara da çalışıyor olacağım." bunu derken çantasını toparlıyordu ve eğer böyle bir şey uydurursa babasının hayır demeyeceğini düşünmüştü. "Çok uzun sürmeyecek, birkaç gün belki."

"İlaçlarını da yanına almalısın." Hoseok kafasını salladı ve bu başının tekrar ağrımasına sebep oldu. Çantasına çamaşırlarını koyarken yer açılması için olabildiğince katladı. "İçmeyi unutma, önemli."

"Biliyorum."

"Tren garında kötü bir şey yapmıyordun yani?" Hoseok bu sorunun üzerine yanında götürdüğü sırt çantasına bakışlarını dikince babası gidip içini açtı ve çizim defterini çıkardı. En yeni sayfayı bulup çizdiği şeylere baktı. Hoseok suratına bulaşan boya izleri ve deftere çizdiği resim sayesinde kendini kanıtlayabildiğine memnundu. "Sigara kokusunu aldım, hala alıyorum ve ben-"

"Arkadaşım içiyordu, ben değil."

"Peki alkol?"

"Haplarımı alırken içki içemem hatırladın mı? Birkaç yudum biradan sonra sersemlemeye başlarım ve kafayı bulurum?" Adam bunu biraz düşündükten sonra sessizce onayladı.

"Pekala, benim işe gitmek için hazırlanmam ve mümkünse kahvaltı yapmam gerek." Babası odadan ayrılmak üzereydi ki Hoseok gizlice kaçtığı için özür diledi. "Sadece... sadece bir daha bize söylemeden aynısını yapma, tamam?"

"Tamam." diye yanıtladı ve onun odadan çıkmasını izledikten sonra çantasını hazırlamaya döndü. Çok bir ağırlık yapmamıştı; duştan sonra üzerine geçireceğinin dışında birkaç tane daha tişört almıştı. Pantolon olarak ise sadece altındaki kotuyla bir hafta idare etmeyi düşünüyordu. Çamaşırlarını, çoraplarını ve kişisel ıvır zıvırlarını da koyduktan sonra yatağının yanındaki çekmeceli dolaba baktı.

İlerleyip önünde dikildi ve alt çekmeceyi açtı. İçindekilere göz gezdirip küçük şişelerden birini eline aldı. Kahverengi cam şişe ışığın altında turuncu gibi gözüküyordu, içi beyaz haplarla ağzına kadar doluydu. Haplar jelatinlenmemiş olduğu için ne zaman ağzına alsa zehir gibi tadı yayılırdı. Sonra yatağının yanından minik bir kutu buldu ve ilaç şişesini içine koydu. Kutuda olursa hem onu kolayca kaybetmezdi hem de meraklı gözlerden saklamış olurdu. Arkadaşlarına güvenmediğinden değildi, sadece birbirlerinin eşyalarını rastgele kullanmaya çok alışıklardı. Taehyung sürekli birilerinden çakmak veya kibrit isterken sormak yerine çantalarına veya ceketlerine dalıp alırdı. O yüzden şimdilik kutuyla endişelenmesine gerek yoktu.

Hoseok onu da çantasına koyduktan sonra üstten patpatladı. Duşa girme sırası gelmişti. Geri kalanını da sonra halledecekti.

*

Seokjin yurt odasının kapısını açtığında fark ettiği ilk şey bangır bangır çalan müzik oldu. Odanın dışından daha buğulu geliyordu, kapıyı açınca ne kadar yüksek ve korkunç derecede sesli olduğunu anlamıştı -ki bu oda arkadaşının tatlı huylarından biriydi. Seokjin içeri girdiğinde elbette Hyosang içeride, yatağındaydı: sırt üstü uzanmış ve elleriyle kitabını tutarak okumaya çalışıyordu. Kapıyı kapattığında müzik sesinden nasıl duyduysa arkadaşı kafasını kaldırıp ona baktı.

"Oh hey, hangi cehennemdeydin ha?"

"Dışarıdaydım," dedi Seokjin çalışma masasına ilerleyip çantasını bırakırken. Arkadaşı partide olup olmadığını sorunca güldü. "Hayır, hiç benim tarzım değil."

"İyi bari, polisler bu sefer de geldi çünkü ve kavga eden birkaç kişiyi götürdüler. Sen onlarla takılmazsın ama bir yandan da seni hiç sarhoş görmediğim için... bilemedim." Seokjin bunun üzerine gözlerini devirdiğinde Hyosang ona sırıttı. "Sonra inek gibi kütüphanede takılıyorsundur belki diye düşündüm."

"Evet, biraz oradaydım ama sonra çıktım." uzandı ve müzik aletinin kumandasını alıp sesini azalttı. "Kampüsten dışarıdaydım."

"Denemen nasıl gidiyor?"

"Yah, denemeyi sorma bana!"

"Onunla ilgili kabus görmeye devam edecek misin? Dün geceki gibi kalkıp ağlayarak?" Seokjin böyle bir şeyin olmadığını bağırırken oda arkadaşı kahkaha attı. "Tamam belki biraz yalan olabilir ama geçen gün kağıtlara nasıl bakakaldığını görmedin. Bir an bayılacaksın sandım." Seokjin yatağının altından bir bavul çıkarıp fermuarını açtı. "Ah... nereye gidiyorsun?"

"Niye soruyorsun?"

"Üniversiteler tatile girmiyor, hatırladın? Lisede değiliz."

"Lanet olsun, ah." Seokjin ellerini beline koyup ona döndü. "Gerçekten çıkmam lazım, acil bir durum."

"Asıl buna lanet olsun," dedi Hyosang. "Nasıl bir acil durum?"

"Ailevi, geçen kış babamın hasta olduğunu ve ona bakmak için yanına gittiğimi hatırlıyor musun?" Oda arkadaşı onayladığında rastgele ve acemice uydurduğu yalanının işe yaradığını gördü. "Hoş, yine oldu."

"Bu yaşta fazla çalışıyor adamcağız." dedi arkadaşı ve bunun üzerine Seokjin gülmesini zor bastırdı. Bavulunu hazırlamaya başladı. "Ben senin profesörünle konuşup öğrenci destek şeylerini ayarlayabilirim, ayrıca onlara gitmek zorunda kaldığını söyleyip denemeyle ilgili erteleme alabilirim?"

"Bunu yapmanı senden isteyemem." dedi Seokjin mahcup bir şekilde omzunun üstünden bakarak.

"Hey, sadece beş dakikamı alır, problem değil." dedi Hyosang kitabını indirip göğsünün üzerine koyarken. "Gyeonggi'ye gitmek için otostop çekmen lazım. Acele edersen sabah trafiğini yakalayabilirsin." Seokjin eşyalarını tamamlayıp bavulu kapattı ve eline alıp ağırlığını ölçtü. Çok ağır değildi, muhtemelen birkaç saat yorulmadan elinde taşıyabilirdi.

"Ah-aynen. İyi fikir."

"Yani, ben olsam ben de giderdim. Üniversite de önemli ama aile bu. Gyeonggi'deyken denemeyi yazsan ve göndersen olmaz mı peki?" Hyosang doğru bir noktaya parmak bastığında Seokjin fermuarı çekmeyi kesip omzunun üstünden baktı. Haklıydı aslında: Taehyung'un dediği maceradayken bir vakit bulup yazmaya çalışabilirdi ama ne gerek vardı? Büyük ihtimalle sadece akşamları motelde olacaklardı ve çocuklar birkaç güne sıkılıp eve dönmek isteyecekti.

O yüzden kitapları kenara çıkardı ve bavulun kollarından tuttu.

"Sadece birkaç gün," dedi, "sonra geri döneceğim."

"Pekala," dedi Hyosang gülümseyerek. "O zaman hadi yola koyul."

*

Jimin, sokağın aşağısından odasının camından sarkan çarşaf halatının rüzgarla hafifçe dans ettiğini görebiliyordu. Bıraktığı gibi yarısı ağaca dolanmıştı. Odasının ışığı açık olmamasına rağmen bu erken saatte doğmaya başlayan güneşle birlikte etraf aydınlanmıştı, camının hala açık olduğunu görebildi. Omzunun arkasından gökyüzüne baktığında Venüs'ün neredeyse güneş kadar parladığını fark etti ama uzun süre bakmanın gözleri için pek iyi bir fikir olmadığını anlayınca önüne döndü. Jimin'in en son istediği şey görüşüne de hasar gelmesi olurdu, o zaman diğerlerinin yapmadığı şaka ve geçmediği dalga kalmazdı. Sadece en azından o zaman geçerli bir bahanesi olabilirdi.

Belki yüzlerce kere koşmasına rağmen salak yokuştan aşağı inerken yuvarlanmıştı. Düz yolda bile ayağı takılabiliyordu gerçi. Jungkook ise önü karanlık olmasına rağmen direkt koşmuş ve hiç takılmadan inebilmişti. Tabii ki çok utanç verici bir durumdu bu, onurunu yerler altına aldığını söylerken şaka yapmamıştı. Gerçekten rezil hissediyordu, özellikle... şu cam parçası kolunu kestiğinde. İlk fark ettiğinde veya Taehyung derisinden çıkardığında çok acımamıştı, şimdi gerçekten sızlıyordu. Yakıcı bir histi ve işin berbat tarafı kolunu oynattıkça yara açılıyordu. Derisinden fışkıran kırmızı etlerin hayali bile midesini bulandırmaya yetince hemen düşünmeyi kesti. Ucuz atlattığı için şanslıydı. Yük vagonlarının üzerinde zıplarken kayıp düşmediği için de. Böyle şeyler hep onu bulurdu çünkü.

Araba motorunu tamir edemezdi, biranın ağzını açamazdı, aptal bir yolda bile yürüyemezdi.

Jimin evinin olduğu sokağın yanındaki patikadan yürüdü. Pis ve çöplerle dolu olduğu için genelde o yoldan gidilmezdi. Bahçelerini çevreleyen çitlerin önüne geldiğinde her zaman yaptığı gibi üstlerinden atladı. Ani hareketiyle avuç içleri acıdı ve kaldırıp baktığında beyaz çitten dökülen tahta parçalarını silkeledi. Odasına çıkmak için ağaca doğru yürüdü. Bahçelerindeki çimenler dizlerine gelecek kadar uzundu. Bir ara onları da kesmesi gerekiyordu ama sonra babasına yine beğendiremeyecekti o yüzden harcadığı efora değmezdi. Ağacın tabanına ulaştı ve dalına doğru çıkmadan önce çarşafı avucuna doldurarak hızla yoluna devam etti. Bir avuç tuttu ve bir başkasını kapmak için ayağa kalktı ve ipini belinden sarıp tırmandı. Zirveye ulaştığında, hızlı bir şekilde dalın üzerine tırmandı ve pencereye geçti. Çarşafı çıkartıp tekrar içeri getirebilirdi ama çok yakında tekrar kullanacaktı. Muhtemelen yerinde bırakmak daha akıllı olacaktı. Dizlerini içeri alırken biraz fazla ses çıkardı ve erken saatlerde çıt çıkmayan arazide yankılandı.

"Lanet," nefesinin altından mırıldandı. "ucuz atlattım..."

Ayağa kalktı ve odanın içine girip göz gezdirdi. Taehyung toplamasını söylerken abartmamıştı. Odası darmadağınıktı ve çoğu eşyasının nerede olduğunu göremiyordu. Çantasını toparlamak gerçekten çok eğlenceli olacaktı. Dolabını açtı ve içinden baya kullanılmış olsa da düzgün bir tane çanta buldu. Yatağının üzerine fırlattıktan sonra çekmecelerini açtı ve rastgele malzeme toplamaya başladı: iç çamaşırlarını ve top yapılmış çoraplarını, kıyafetlerini ve duştan sonra giyeceklerininin hepsini yatağına attı. Banyoya ilerlemek üzere odasından çıkmıştı ki birisi engelledi. Tabii ki yürürken önüne bakmıyordu çünkü kafasında bir yandan plan yapmaya çalışıyordu. Bir adım geri gidip kapıda dikilen babasına kafasını kaldırarak baktı.

"Ne yapıyorsun, ha?"

"Ben, duş alacaktım-"

"Dışarıya kaçtığını bilmediğimi mi sanıyorsun?"

"Kaçmak? Ben-"

"Pencere ağzına kadar açık ve üstün giyinik, demek ki yeni gelmişsin. Yine. Sanki aylardır aynı şeyi yaptığının farkında değilim." Jimin tekrar dönüp pencereye bakma ihtiyacı hissetmedi. Açıktı evet. Üstelik sarkan çarşafla birlikte. "Hangi zıkkımdaydın?"

"Arkadaşlarımlaydım."

"Bira ve sigara kokuyorsun, neden bira ve sigara kokuyorsun?" Jimin cevap vermek yerine ayaklarına baktı. "İki saat sonra okulun var ve sen dışarılarda mı takılıyorsun? Serserilerle mi sürtüyorsun? Kızlar da var mıydı, ha? Kızlarla mı sürtüyorsun?"

"Hayır, sadece arkadaşlarımlaydım ve-" kafasına yediği ilk tokatla saçları suratının önüne düştü. Dişlerini ısırarak tepki vermemeye çalıştı. "öyle bir şey değil."

"Yatağında olmalıydın." dedi babası bağırmayarak ama bağırmak üzere olan bir ses tonuyla. Hareketleri sarhoş gibiydi ve kendi soju kokan nefesinden Jimin'in üzerindeki birayı koklayabilmesi hayret ediciydi. "Okula gitmek için kalkıyor olmalıydın ki mezun olasın ve sonunda işe yarar bir şey yapasın." Jimin sessiz kalmayı tercih etti. "Ama hayır, evden kaçıp başına bela açarak benden dayak yemek istiyorsun."

"Başıma bela açmıyordum-" Pat. Bu sefer diğerinden daha sert bir darbe, fiziksel olarak sarsılacağı kadar. "Baba ben sadece-"

"Arabanın sikik motorunu kırdın." Yakasından tutmaya çalıştı ama Jimin geri gidip elinden kurtuldu. "Tamir etmeye çalışmak yerine zıkkımlanmaya çıktın!"

"Tamir etmek?" Jimin şaşkınca sordu. "Nasıl tamir edecektim ki, patlamıştı ve-"

"Çünkü sen patlattın!"

"İsteyerek yapmadım! Düzeltmeye çalışıyordum!" Yatağının ucunu tuttu ve kendini ayağa kaldırdı. "Sadece kazaydı."

"Ah, kazalardan haberim var." dedi babası kapının eşiğine dayanarak. "Sen de onlardan birisin anlaşılan."

Jimin ona baktı; alt dudağını titreten, gözlerinin köşelerine yayılan bir yanık hissedebiliyordu. Onun önünde ağlamak istemedi çünkü bunun artık sona erdiğini biliyordu; onu her türlü isimle çağırarak ve kaç kez vurarak bir ömür boyu yeterli şiddeti göstermişti.

"Sadece yardım etmeye çalışıyordum." dedi sessizce. "Neden her yardım etmeye çalıştığımda beni gömüyorsun?"

"Gömmek? Ne konuşuyorsun sen? Her şeyi sikerek kendi kendini gömen sensin." Jimin bakışlarını tekrar ayakkabılarına indirdi ve burnunu çektiğinde adam 'hıh'ladı. "Hadi bakalım, gözyaşları da gelsin. Çünkü bebeksin ve gerçekleri duymayı kaldıramıyorsun."

"Ağlamıyorum!" diye bağırdı Jimin, gözyaşları yanaklarından düşüyor olsa bile.

"Hem de bebekler gibi zırlıyorsun ve- nereye gittiğini sanıyorsun?" Babası yatağın üzerinde duran çantayı tekrar toparlamaya başlayınca fark etmişti. Jimin onu umursamadan sertçe gözyaşlarını sildi. "O çanta niye?"

"Gidiyorum."

"Gidiyorsun?"

"Arkadaşlarımla ayrılıyorum." dedi babası kapıdan çekilmişken ve odadan çıktı. Hızlıca banyoya girdi ve temizlenmeye vakti olmadığından sadece birkaç malzeme alıp odasına döndü. Çantasına onları da koyup fermuarı çekerken babası tekrar konuşmaya başladı.

"Hiçbir yere gitmiyorsun, okulun var. Kaldır kıçını ve formanı giy."

"Söyledim sana, arkadaşlarımla gidiyorum." Fermuarı kontrol etti ve sertçe çantayı omzuna aldı.

"Okula gidiyorsun ve konu kapandı. Şimdi zavallı anneni uyandırmadan önce hazırlanmaya başla." Jimin yerden botlarını aldı ve pencerenin yanına ilerleyip aşağı attı. Yere düşme seslerini duyunca kendisi de tekrar çarşafa asıldı. "Bu odadan çıkarsan, bir daha benim kapıma gelme anladın mı? Seni geri almam!" Jimin bir an dönüp onun suratına baktı. Sinirden gerilen ağzı ve fırlamış gözleriyle kafasından dumanlar çıkacak gibiydi. "Şimdi gidiyorsun ve bitti, artık bu aileden değilsin! Bir daha bu kapıya geleyim deme!"

"...Tamam." diyebildi Jimin olabildiğince hızlıca aşağı kayıp ve adamın peşinden gelme ihtimaline karşılık botlarını giymeden sadece eline aldı ve koşmaya başladı. Koşabildiği kadar hızlı koştu. Nereye gittiğini bilmiyordu ama durursa pişman olacaktı. Ev görüş alanından çıkana ve kafasının içinde babasının sesini duymaz olana kadar koştu. Omzundan çantası yere düştü, elinden botları kaydı. Sokağın ortasında dizleri üzerine yığıldı.

Ağladığını fark ettiğinde, en azından bu sefer göz yaşlarını silmeye gerek duymadı.

*

Taehyung binaya çıkan taş basamaklardan sonra diğer tarafa geçmek için geçit boyunca yürüdü. Onun odasının bulunduğu kata gelmesi merdivenlerden üçer üçer çıksa da birkaç dakika sürdü. Sırtındaki çantası iki yana sallanıyordu, biraları çıkardığından beri hafiflemişti ama hala içi doluydu. Kata ulaştığında, yolun ortasında orta okula ya da belki de ilk yıl lise öğrencilerine benzeyen küçük bir kalabalık gördü. Üniformalı değillerdi ve hepsi birbirlerine sokuldular. Birkaçı ona baktı.

Odasının önüne geldiğinde dış kapıdan girmeden önce etrafına baktı. Dip dibe balkonların bazılarında bisikletler, sandalyeler konulmuştu. İki binanın arasına çamaşır asılmıştı. Etrafta koşuşturan çocuklar okula yetişmeye çalışıyordu.

Taehyung kafasını çevirip boyası sökülmüş kapıya döndü. Yanındaki duvarda ayak izleri vardı. Elini uzatıp kapıyı tıklattı.

"Tak tak, prenses?" dedi. "Gelebilir miyim?"

"Ah... bir dakika!" bir an sonra kapının ardından tıkırtılar duydu. "Tamam!" Taehyung uzanıp kolu çevirdi ve kapıyı açtı. İçerisi büyük değildi. İki yatak ve derme çatma bir dolap sıkıştırılmıştı. Köşede eğik duran bir lamba vardı. Yer ise rastgele eşyalarla kaplıydı; kıyafetler, yırtık örtüler, yiyecek paketleri ve gazeteler. Kızın sol taraftaki yatağın ucunda oturduğunu gördü, kucağında bir kedi vardı.

"Soobin..." dedi kısık sesle, "bu kediyi nereden buldun ha?"

"Onu besliyordum," dedi küçük kız "ve sonra onu sahiplenmeliyim diye düşündüm." Siyah fars kedisinin kehribar rengi gözleri ve boynunda muhtemelen zaten sahipli olduğunu gösteren kırmızı bir fuları vardı ama Taehyung ses etmedi.

"Onu tam olarak neyle besliyorsun?"

"Mısır gevreği, kızım sütü seviyor."

"Oh, görüyorum." Taehyung çantasını indirdi ve içindekileri boşalttı. "Kahvaltı."

"Kahvaltımı çoktan yaptım."

"Ne yedin?" Soobin kuru mısır gevreği yediğini, böylesinin daha doyurucu olduğunu söyledi. Taehyung çantasından bir paket kimbap çıkarıp ona uzattı ve kız kediyi koyup kutuyu elinden aldı. Kedi gidip cama zıpladı ve oradan kibirle ikisini süzdü. Taehyung plastik paketi açmasına yardım edip bir ruloyu çıkardı ve kızın ağzına verdi. "Daha iyi, ha?"

"Mmmm." kız onayladı ve ağzının kenarındaki pirinç tanelerini temizledi.

"Tae Tae birkaç günlüğüne uzağa gidiyor tamam mı? Ama merak etme, seni güvende tutacağım." Taehyung ayağa kalkıp çantayı iyice silkeledi, kaykayını çıkarıp kenara koydu. "Para. Paramızı nereye koyuyoruz?" Soobin paraları onun yaptığı tahta şifoniyerin en alt kısmında saklaması gerektiğini söyledi. "Peki paramızı nelere harcıyoruz?" Sadece yemeğe, çünkü bir haftalık kira ödendi ve eğer birisi kapıya gelirse alacağı hiçbir şey yok. "Hangi markette?" Sadece apartmanın yanındakinde, böylece uzakta başka bir yere gitmesine gerek yok. "Pekala son soru, anahtar?"

"Burada," dedi kız boynundaki ipe asılı olan anahtarı çıkarırken. "diğeri de şu saksının altında."

"Akıllı kız," Taehyung saçlarını karıştırarak söyledi. "benden daha akıllısın." Parasını çıkarıp ona verdi ve kızın gidip şifoniyerin en alt kısmına saklamasını izledi. Sonra zeminden rastgele eşyaları toplamaya başladı. Genel olarak çorap ve çamaşırları çantasına düzgünce sığdırdı. Yerde bir teneke bira bulup açtığında Soobin'in tiksinerek bir ses çıkardığını duydu. "Ne?"

"O şey baya eski."

"Huh, öyle görünüyor, tadı da kaçmış." Taehyung son bir yudum alıp kutuyu kenara bıraktı.

"Amcam da o şeylerden içerdi."

"Benim de, annem de babam da. Tüm ailem içerdi ve ben de onlar gibiyim sanırım." İç çekti ve tekleri karışmış çorapları topladı. "Aile geleneği."

"Yine de içmemelisin."

"Bırakacağım." dedi çocukça iki parmağını arkasında bükerken. "Senin için, prenses." Çantasını kaldırdı ve bir süre son ihtiyaçlarını yokladı. Üstündeki tişörtü temiz bir tanesiyle değiştirdi. Kompleksin altındaki blokta duş alması için zamanı yoktu. O akşamı bir otelde geçirip geçiremeyeceklerini merak ediyordu. Üzerine kapüşonlusunu giyerken Soobin de çıkardığı kirli kıyafetleri toplayıp siyah bir poşete atıyordu. Tek elinde kimbap yiyerek yanına geldi. "Birkaç güne döneceğim, tamam?" Taehyung tekrar saçlarını karıştırdı. "Bensiz iyi idare edebilirsin, değil mi?"

"Evet," dedi kız anında, "iyi olacağım." kafasını aşağı yukarı sallarken boynundaki yara izini gördü Taehyung.

"Belaya bulaşma, akşam beşten sonra acil bir durum olmadıkça sakın odadan çıkma. Yardıma ihtiyacın olursa 103. odaya git. Oradaki hanım sana yardım eder, tamam?"

"Biliyorum, biliyorum, bebek değilim!" diye açıkladı Soobin, yalnızca altı yaşında olmasına rağmen.

"Hayır, sen bir prensessin." dedi Taehyung eğilip onu anlından öperken. Küçük kızın gözlerinin içi güldü ve Taehyung odadan çıktı. Kapıyı ardından sıkıca kapattı. Kilitlendiği sesini duyana kadar bekledikten sonra yürümeye başladı. Çantasından diş fırçasıyla macununu çıkarıp bir yandan yürürken bir yandan şişeden ağzına aldığı suyla kabaca ağzını temizledi ve yere tükürdü. Çantasını omuzlanıp kendi parasını da botuna sıkıştırdı.

"Maceraya çıkma zamanı."


***

Continue Reading

You'll Also Like

130K 11.1K 30
zaman ağır çekimde ilerleyen bir sarkaç gibi. ileri geri, ileri geri. hiç bir yere varamıyorum, sana varamıyorum. ...
75.2K 3.7K 40
Tanıtım tarzı bölüm içerir. Ana çift: Namjin Yan çift:Jikook
28.1K 3.3K 36
Park Jimin hayallerinin peşinden koşan ve ruhunu dansa adayan kendi halinde bir insandır. Her şey bir akşam vakti sokakta bulduğu siyah kediyi sahipl...
1K 104 5
Herkes kendi çöplüğünde Kral ilan edilir! Kodes! Gerçek adı buydu. O bir Kraldı! Korkunç biriydi! Ben! Kodes'in kafesine düşen bir faniydim. Burada...