Kırmızı Anahtar

By EsraCanlii

3.8M 185K 272K

Tüm Türkiye'de aranan azılı bir kanun kaçağı ve onu asıl kimliğini bilmeden evine alan gazeteci bir kızın hik... More

OKUMADAN BAŞLAMAYINIZ!
1. Bölüm: Kapımdaki yabancı - 1. Kitap
2. Bölüm: Redkey
3. Bölüm: Tarhana ya da menemen
23. Bölüm: Kaldığı Yerden Devam Etmedi - 2. Kitap
24. Bölüm: Günler
25. Bölüm: Zarf
26. Bölüm: Koku
27. Bölüm: Hayatımın Casusu
28. Bölüm: Başarısız Girişimler
29. Bölüm: Piyango
30. Bölüm: Yeni Bir Yıl
31. Bölüm: Cevaplar Kitabı
32. Bölüm: Deniz'den Okyanusa...
33. Bölüm: Ev
34. Bölüm: Geçmişin Anahtarı
35. Bölüm: '1Numaralı Şüpheli'
36. Bölüm: 'Güvercin De Uçurur Muyuz?'
37. Bölüm: 'Burada İşler Üç Şekilde Yürür!'
38. Bölüm: 'Dünyayı Satan Adam'
39. Bölüm: Her Şeyin ve Hiçbir Şeyin Kutusu
40. Bölüm: 'Güzel Çocuklar'
41. Bölüm: Sırlar ve Ölümler Üstüne
42. Bölüm: Yeni Yetme Bir Gangster
43. Bölüm: Zincirkıran - 2. Kitap sonu
44. Bölüm: Şekerin Tadı - 3. Kitap
45. Bölüm: 'Suç değil rövanş'
47. Bölüm: 'Sadece beş dakika'
48. Bölüm: Yanılgı
49. Bölüm: Ödenmemiş Bir Hesap
50. Bölüm: Yol Ayrımı
51. Bölüm: Gördüğümüz Şey, Baktığımız Yer
52. Bölüm: Şüphe
53. Bölüm: 48 Saat
54. Bölüm: Masumiyet Karinesi
55. Bölüm: Yüzleşme ve Karmaşa
56. Bölüm: Bin Basamaklı Merdiven
57. Bölüm: Tesir altında
58. Bölüm: Uyanmak II
59. Bölüm: Kefaret
60. Bölüm: Bir Kelebek Kanat Çırptı
61. Bölüm: Yeşil Kasa - 3. Kitap sonu
62. Bölüm: 'Bazı bedeller ağırdır' - 4. Kitap
63. Bölüm: 'Deniz Bitmez'
64. Bölüm: 'Canavar'
65. Bölüm: İllüzyon -I
66. Bölüm: İllüzyon II
67. Bölüm: Suç ve Ceza
68. Bölüm: Deniz'e Doğru
69. Bölüm - Final: Kurşun Asker ve Dansçı Kız

46. Bölüm: Olasılıklar

25.2K 2.9K 3K
By EsraCanlii

***

Amerikalı yazar Adam Fawer, dünyaca ünlü "Olasılıksız" isimli kitabında "Gelecek, onu görene kadar şekilsizdir" der ve ekler:

"Bir parayı havaya attığında iki olası gerçek vardır. Birinde para yazı gelir, diğerinde tura. Ama sen görene kadar ikisi de değildir."

Oturduğum bir kuaför salonunda aynadaki aksimi izlerken bunu düşünmeden edemiyordum.

Gelecek, onu görene kadar şekilsizdir.

***

"Saçınızın şekli nasıl olsun?"

Ses, elinde makasıyla arkamda dikilen kuaföre aitti.

"Ben görene kadar şekilsiz olacak, orası kesin de-..." diye mırıldansam da kafamı çabuk toparladım. "Şey-... Kısa. Kısa olsun."

Saçımın kuaför salonundaki geleceği, artık belliydi. Kısa.

Kadın sordu. "Böyle nasıl?"

"Biraz daha kısa" dedim, kararlı bir sesle.

Elini, omuz hizamdan iki parmak yukarı götürerek tekrar sordu.

"Bu iyi mi?"

Başımı iki yana salladım. "Az daha kısa."

Travmalarını, saçlarını kestirip koca bir kap dondurma yiyerek aşan metropol kadını stereotipi, gözüme eskisi kadar bayağı görünmüyordu. Zira tam olarak buna dönüşüyordum ve dönüşümüm tamamlanana dek, saçlarımdan ayak parmaklarıma kadar geçmişim, bugünüm ve geleceğim şekilsizdi.

Benim için şimdi her şey, sen gelene kadar şekilsiz demektir.

Ya uzak ya da yakın bir ihtimaldesin.

Ama ben seni görene kadar hiçbir yerde değilsin.

"Yavaş ol, yavaş!" diye bağırdım.

Kuaförden dışarı adımımı atar atmaz, yağmurun biriktirdiği çamurlu su, önümden hızla geçen bir araçla birlikte üstüme sıçradı.

"Hava yağmurlu, kör müsün-... Öylece geçip gidiyor bi' de! İnsan bir zahmet özür diler!" Hem yürüyor, hem de kendi kendime söyleniyordum.

"Bu halin ne?" Sesin geldiğini yöne başımı çevirdiğimde Nihat'ı gördüm. Bir yeni saçlarıma, bir üzerimdeki çamura batmış pardösüye bakıyordu.

"Çamur at, izi kalsın" dedim, sinirli bir sesle. "Atasözleri talimi yapıyorum! Sen ne arıyorsun burada?"

Güldü. "Yakışmış, saçın." Yanıma doğru birkaç adım attı. "Nasılsın? Baya zaman oldu görüşmeyeli."

"Harikayım!" Elimle üst başımı işaret ettim. "Her halimden belli değil mi?"

"Belli." Gözlerini yüzüme dikti ve ciddi bir şeyler konuşacak her insan gibi konuşmasına uzun bir es verdi. "O-..." dedi, ardından cılız bir sesle. "Hiç irtibata geçti mi seninle?"

"Hayır. Ama geçse de bunu söyleyeceğim son kişi sen olurdun."

"Deniz, başlamayalım yine bence. Sürekli aynı şeyleri tart-..."

"Tartışmayalım, Nihat" dedim sözünü bölerek. "Sen böyle olur olmadık yerlerde önümü kesip beni sorgulamaya çalışma ve biz tartışmayalım. Aaaa... Ama amansız polisimiz bir ödül daha almak istiyorsa, orasını bilemem tabii... Bak dur, manşeti de buldum senin için." Ellerimi iki yana açarak tırnak işareti yaptım. "Önce ifşa etti, sonra yakaladı! Cesur komiserin kahramanlık destanı!"

"Bunu kendim için sormadığımı biliyorsun!" dedi, sitem eder gibi bir hali vardı.

"Tabi, tabii... Benim iyiliğim için. Haklısın." Gözümle yolun karşısında duran iki aracı işaret ettim. "Oradakiler de benim iyiliğim için 7/24 takip ediyorlar zaten beni, değil mi? Yoksa Yağız'ı yakalamak için falan değil!"

"İşimizi yapıyoruz... Talimat böyle."

"Anladım" dedim, zoraki bir tebessümle. "O zaman Yağız'la görüşürken daha dikkatli olmam gerekecek. Bi' yemek yiyip sinemaya falan gidecektik birazdan ama... Erteleyelim en iyisi."

"Söylediklerimi ciddiye al!" Etrafını kolaçan edip üzerime doğru bir adım daha attı. "İki hafta oldu Deniz. Daha ne kadar saklanabilir? Nereye kadar saklanabilir? Bak... Eğer iletişime geçiyorsa da seninle, çok dikkatli ol. Tek bir açığına bakar, alırlar içeri seni. Zaten yer arıyorlar-... Ayrıca, eğer onunla konuşursan ya da bir şekilde iletişimin varsa-... İkna et. Teslim olmaya ikna et onu." Kısa bir duraksayıp devam etti. "Deniz, yönetim değişti. Bütün kurumlar el değiştirdi. Ya biliyorsun-... Yargı da emniyet de istihbarat da, hiçbiri dünle aynı değil. Hepsinde yeni isimler var artık. Haliyle algı da değişti... Bu durumda daha adil bir yargılanma olur. Sonuçta Redkey'in savaş açtığı güruh yok artık karşısında. Onların işlediği suçları kabul eden, onları yargılayan ve yeni bir sayfa açmayı vadeden bir yönetim var. Eğer o-... Yağız, eğer işbirliği yaparsa ve dahası bildiklerini de paylaşırsa etkin pişmanlıktan faydalanabilir. Cezası daha makul bir seviyeye indirilir. Ama böyle kaçtığı müddetçe ve yurt dışında işlenen cinayetlere adı karıştığı müddetçe çok zor. Böyle giderse kendini daha da geri dönüşü olmayan bir yola sokacak. Anlıyor musun beni? Bu yüzden... Eğer şansın varsa, ikna et onu."

Sözlerinin ardından hızla yanımdan uzaklaştı. Bense arkasından yine kendi kendime söylendim. "Ne kadar da düşünüyormuşsun sen Yağız'ı ya... Gözlerim yaşardı!" Ses tonumu alçaltıp ekledim. "İletişime geçerseseymiş de bilmem neymiş-... Ne de çok konuşuyoruz ya sabah akşam-... Bi' sohbet bi' muhabbet!"

Neyse çok da oyalanma, daha eve gidip dondurma yiyeceksin, Deniz!

***

"Oğlan çocuğu gibi olmuş."

"Budist rahiplere benzemiş."

"Depresyon stylaaa."

"Kısa saç her kadına yakışmaz abi!"

"Uzun saç da ne bileyim, demode artık."

Oturduğum koltuktan doğrulup gözlerimi SBT üçlüsüne diktim. "Buradayım yalnız" dedim. "Duyuyorum söylediklerinizi!" Saçlarımı kestirdiğim günün ertesinde gittiğim iş yerinde alay konusu olmuştum.

"Ohooo..." Bahadır başını iki yana salladı. "Daha bunları kaldıramıyorsan, birazdan ekrana çıktıktan sonra sosyal medyaya falan hiç girme bence..."

"Tabii canım" dedi, Seyhan Abi. "Biz şimdiden sen alış diye şeapıyoruz."

Tam ağzımı açıyordum ki İpek'in sesi duyuldu. "Kaldı 6!" dedi, ellerini çırparak göz ucuyla önündeki bilgisayar ekranını işaret ediyordu. "Kaçak bakanlardan biri daha boynunda kırmızı bir anahtarla yakalanmış. Bu kez Avusturya'da... Ve böylece 38 kişilik listeden sadece 6 isim kaldı!"

"Uçabiliyor mu?" Seyhan Abi, sorusunun cevabını bende arar gibi şaşkın gözlerle yüzüme bakıyordu. "İki haftadır, kaç ayrı yerde kaç kişiyi infaz etti ya da bir şekilde yakalattı-... Çok garip, nasıl bu kadar hızlı? Kesin uçabiliyor."

"Hepsini kendinin yaptığı ne malum?" diye atıldı Bahadır. "Yüksek ihtimal onun adına çalışan birileri var. Direneni öldürüyor, kalanlarını yakalatıyorlar."

"Yurt dışında yakalananların ülkeye iade süreci var bir de" dedi İpek. "Bir sürü prosedür... Bence yeni hükümet bile bunlarla uğraşmaktansa her birinin ölmesini istiyordur." Ardından bana döndü. "Bu arada Deniz, yayın vaktin geliyor. Acele et hadi..."

İpek'in hatırlatmasıyla önce hızla makyaj odasına, oradan da koştura koştura stüdyoya geçtim. Öğle arası bültenine ilkin Avusturya'dan gelen son dakika haberi ile başlayacaktım. Diğer gündem başlıkları da pek farklı sayılmazdı. Ama en tuhafı, bugünlerde sık sık başıma geldiği üzre, konu başlığını kendimin oluşturduğu haberleri sunmak olacaktı. Yine ve yeniden.

*

"Redkey'in ifşa olduğu ve 25 kişinin can verdiği korkunç saldırının üstünden bugün tam 15 gün geçti. Olayın faillerinin hala yakalanamamış olması kamuoyunda huzursuzluğa sebep olurken İstanbul Emniyetinde başlatılan soruşturma kapsamında ise bugün üç polis daha açığa alındı."

"Redkey'i yakalamak için emniyet güçlerince başlatılan Zincirkıran Operasyonu, yurt genelinde de devam ediyor. Dün gece yapılan çok sayıda eş zamanlı operasyonda, bugüne dek Redkey kod adlı Yağız Saran'la iş yapmış pek çok isim gözaltına alındı."

"Conrad'daki saldırı gecesinde, Yağız Saran'ın yerine geçerek helikoptere bindiği tespit edilen T.İ. isimli şahıs, tutuklanarak cezaevine gönderildi."

"Saran Şirketler Grubu CEO'su iş insanı Cemal Suphi Taşkın, Zincirkıran Operasyonu kapsamında bugün ikinci kez gözaltına alındı."

"Taksim'de üç gündür devam eden 'birlik mitingleri' ile Beşiktaş'ta fitili ateşlenen 'rövanş mitingleri'ne katılanlar arasındaki kavga büyüyor. Bugün bir kez daha karşı karşıya gelen iki ayrı grubu polis güçlükle ayırdı."

"Sosyal paylaşım sitesi Twitter üzerinden Redkey kod adlı Yağız Saran'a destek veren paylaşımlarda bulunan gazeteci Doğu Alkan, bugün karşıt bir grubun silahlı saldırısında ağır yaralandı."

"Gelelim yurt dışından gelen haberlere... Redkey kod adlı Yağız Saran, bir dönem yayınlamış olduğu 38 kişilik ifşa listesinde yer alan isimlerin peşini bırakacağa benzemiyor... Redkey'in, yönetimde oldukları süre boyunca çeşitli suçlara karıştığını iddia ettiği 38 kişi, bir süredir dünyanın çeşitli yerlerinde kaçak olarak bulunuyordu. Redkey kod adlı Yağız Saran, kimliğinin ifşa olmasının ardındansa ilk icrat olarak o 38 kişinin peşine düştü. Edinilen son bilgilere göre Saran, listedeki 21 kişiyi emniyet güçlerine yakalatırken 11 kişiyi ise infaz etti. Tabii bu konuda henüz hiçbir resmi makamdan bir açıklama yok."

"Sayın seyirciler, sırada ise benimle ilgili bir haber var... Bildiğiniz üzre, on beş gün önce bir otelin davet salonunda düzenlenen kanalımızın kuruluş yıl dönümü etkinliği adeta kana bulanmıştı. Orada bulunanlardan biri de bendim... Rehin alındım, üzerime kurşunlar sıkıldı, gözümün önünde insanlar öldü-... Ben, tıpkı oradaki herkes gibi, her meslektaşım gibi gerçekten çok zor zamanlar yaşadım... Biliyorsunuz, bugüne dek o gece hakkında çok fazla şey konuşuldu. Benimle ilgili oldukça çirkin ithamlarda bulunuldu. Yağız Saran'la aramızdaki arkadaşlık bir suç ortaklığıymış gibi lanse edildi-... Ben-... Ben bunların hiçbirine cevap dahi vermedim. Ve bugün... Yani birazdan izleyeceğiniz haberde göreceksiniz ki, bugüne dek, belki bir savcıdan daha çok, bir emniyet yetkilisinden daha çok ve daha özveri ile Redkey'le mücadele edenlerden biri de ben ve çalışma arkadaşlarım oldu. Şimdi dilerseniz bu konuyla ilgili yaptığımız haberlerden oluşan derlemeyi izleyelim, ardından takdiri size bırakalım."

Videonun başlamasıyla yüzümde mutlak bir utanç vardı. Hikmet Bey'in zoru ve hatta dayatması ile yayınlamak mecburiyetinde kaldığım 'derleme', kariyerim boyunca yaptığım en utanç verici haber olarak kalacaktı.

--- Derleme mode on ---

"Herkes umudunu kaybetmişken o... Dadan! Dan! Da! Dan!"

"Kimsenin yapamadığını yaptı... Dadan! Dan! Da Dan!"

"Şahbozanlar'ın nasıl yakaladığını o ortaya çıkardı... İşte, olay görüntüler! Dadan! Dan! Da! Dan!"

Fon müzik. Dırınırı nıııı nı dırınım! Dırınırı dııı nı dırınım!

KJ: "Usta gazetecilere taş çıkardı!"

Fon müzik. Lala laa laa laa laylaa laa laalaa!

KJ: "Yapılmaz deneni yaptı!"

Fon müzik. Hooobarey hobaaarey hobaareeey!

KJ: "Deniz Doğanay Farkı!"

--- Derleme mode off ---

"Çok güzel olmuş, değil mi?" Hikmet stüdyonun çıkışında koluma yapışmıştı. "İçeriğinle bizzat ben ilgilendim... Bugüne dek senden başka kim böyle haberler yapabildi Redkey hakkında? Bunca şeyden sonra bir de işbirlikçi, suç ortağı bilmem ne diye damgalayacaklar seni, bizi akıllarınca... Amaaaa! Yok öyle yağma! Kamuoyunu yönlendirmeyi bilmek gerek Deniz. Böyle vicdana oynayan haberler yapacaksın ki ara sıra... 'Ben buradayım' diyeceksin, 'Sizden korkmuyorum' diyeceksin!"

"Kesinlikle!" dedim, zoraki gülümsememle. "Savcılıktan birileri de izlemişse haberi, aklandım sayılır artık."

"Sen geç dalganı" dedi, Hikmet. "Halkı yanına alacaksın kızım, yanına! Halkı ikna edeceksin önce masumiyetine. Sonra hangi savcı kolay kolay dokunacak sana? Öğrenin biraz böyle şeyleri, siyaset yapmayı, kulis yapmayı öğrenin. Başka türlü olmaz."

Ekşi bir suratla Hikmet'in yanından ayrılıp ofise geri döndüğümde İpek ve Tekin'i aceleci tavırlarla ekipmanları hazırlarken gördüm. Aralarında bir patlamadan söz ediyorlardı.

Heyecanla atıldım birden. "Ne-... Ne patlaması?"

"Tanker" dedi, Tekin ofisten çıkarken. "Silivri'de tanker patlamış."

"Hadi Tekin, acele et, acale!" İpek çoktan dışarı fırlamıştı.

Benimse yüzümde bir hayal kırıklığı vardı. Yağız'ın notta yazdıkları geldi tekrar aklıma. "Tuzla'da, bir tersanede büyük bir patlama yaşanacak. Bu, senin için işaret fişeği olacak. Patlamanın ertesi günü, öğleden sonra saat tam 3'te aşağıda yazılı olan adreste ol" demişti. Bu yüzden son iki haftadır, Allah'ın her günü gözüm ve kulağım tam anlamıyla Tuzla'daydı.

201 km² yüzölçümlü, 284 bin nüfuslu, İstanbul'un güneyindeki güzide ilçemiz Tuzla... Yazları sıcak ve kurak, kışları ise ılık ve yağışlı geçen Tuzla... Türkiye'nin tersane beşiği Tuzla...

Lütfen biraz patlar mısın?

*

"Tuzla satılık daire ilanları..."

"İstanbul'un yükselen değeri Tuzla..."

"Şimdi Tuzla'da yaşam vakti..."

"İstanbul'a farklı bir bakış, Tuzla..."

Laptop'umu kapatarak sinkaflı sözler savurdum. Yağız'ın şeker formundaki notunun üzerinden geçen yirminci gündü ve patlayan bir şey varsa o da Tuzla reklamlarıyla zonklayan beynimdi. Zira arama motorunda Tuzla'yla ilgili yaptığım araştırmalar meyvelerini 'akıllı reklam'larla veriyor, internette açtığım her yeni sayfanın kıyısında, bitişiğinde Tuzla viralleri dönüyordu.

"Tuzla'da mı yaşamak istiyorsunuz?" diye soruyordu, reklam kutucuklarından birinde. "Hayır!" diyordum içimden. "Tuzla'da patlama yaşanmasını istiyorum!" Nüfus patlamasıdır, o Deniz! Canım Deniz.

"Haydi! Haydi! Haydi!"

Ben başımı masaya gömmüş sakinleşmeye çalışırken Tekin'le İpek ellerinde ekipmanlarla ofiste oradan oraya koşuyor, birbirlerine bir şeyler soruyorlardı.

"Çabuk, çabuk-... Tripot çantası nerede?"

"Lens yok, lens nerede?"

"Ne oluyor?" dedim, birden yerimden fırlayarak. "Ne olm-..."

"Tuzla'da patlama olmamış Deniz!" İpek zoraki gülümsüyordu. "Merak etme yani, yangına gidiyoruz."

"Yok ben ondan demedim de-..." Bravo Deniz, çok gizli çalışmışsın yine.

"Ve final!" Seyhan Abi koltuğunda geriniyordu. "Kapanış Amerika'dan. Listenin 38'inci ismi de yakalanmış, boynunda kırmızı anahtarla... Hepinize benden çay!"

"Abi, çok bonkörsün" dedi, Bahadır. "O kadar masraf yapmasaydın."

Bense çoktan yerimden fırlamıştım. "Ben-... Ben erken çıkıyorum biraz, Hikmet Bey'e iletirsiniz!"

Bitmişti! Yanlış duymamıştım, bitmişti! 38 kişilik liste tamamlanmıştı. Bu belki de 'işaret fişeği'nin işaret fişeğiydi! Hızla kabanımı ve beremi alıp atkımı boynuma doladım. Merdivenlerden inmiyor, adeta uçuyordum.

"...Eğer bazı şeyler planladığım doğrultuda giderse ifşa olmamın üzerinden geçen birkaç hafta içinde bir haber alacaksın..." demişti notunda. 'Planladığı doğrultu' 38 kişilik listede yer alan isimleri infaz veya ihbar etmiş olmaksa, bunu başarmıştı işte. Ardındansa, "...Tuzla'da bir tersanede büyük bir patlama yaşanacak" demişti. O halde Tuzla'da her an bir tersane patlayabilirdi!

Ofisten apar topar çıkıp indiğim otoparkta, aklımda sorular, elimde anahtar, arabaların içinde ayna gibi çakan Rolls Royce'u zar zor buldum. Alnımdan boncuk boncuk olan terleri silerek gaza bastığımda kalbim resmen ağzımda atıyordu.

*

"Tuzla – 2 Km."

Tabelanın hemen yukarısında kocaman bir pankart asılı.

"Tuzla'da değişim vakti... Kukamato İnşaat Güvencesiyle..."

Sağa dön, sola dön.

"Şimdi Tuzla'da yeni bir dönem başlıyor! Hazır mısın İstanbul?"

"Kukamato'da yerinizi alın!"

Hadi Deniz, acele et. Tuzla seni çağırıyor. Kukamato İnşaat güvencesi ile İstanbul'un bakir topraklarında yerini al.

O sıra dikiz aynasından arkamdaki araçları bir kez daha kontrol ettim. Yirmi gündür gittiğim her yerde peşimde olan, sözde gizli, iki polis aracı yine takipteydi. "Gelin!" dedim, Tuzla'nın kısıklarında ilerlerken. "Hatta önden gelin de siz bana yol gösterin. Ben nereye gittiğimi biraz bilmiyorum da..."

Saate baktığımda öğleden sonra 4'ü gösteriyordu. Aracın radyosunda dönen haberlere göre yurdun dört bir yanında yangınlar, kazalar, patlamalar oluyordu. Tuzla ise besbelli ki tarihindeki en sakin günlerden birini yaşıyordu.

Yarım saat kadar arabayla mevut tersanelerin civarlarında dolaştıktan sonra bulduğum ilk kafeteryaya girip bir fincan kahve içtim.

Tuzla hala sakindi.

Mart'ın ilk günü, tepede parlak bir güneş ve huzur dolu bir Tuzla!

Kahvemi içtikten sonra arabaya atlayıp Tuzla turuna devam ettim. Akşam trafiği yavaştan kendini belli ediyordu.

"İyi günler... Ehliyet, ruhsat lütfen" dedi, o hengamede camımı tıklatan bir polis memuru.

"Tabii, buyurun." Belgeleri verdikten sonra heyecanla sordum. "Bu arada, bir durum falan yoktur inşallah?"

"Yok yok, rutin."

"Ne güzel..." Yüzüm düşmüştü. "Zaten ortalık da baya sessiz sakin bugün... Allah korusun, fırtına öncesi sessizlik olmasın da..."

"Yok ya..." Polis oldukça sakindi. "Böyledir buralar. Merak etmeyin, bir sıkıntı yok."

"Çok şükür" dedim, yutkunarak. "Ama işte insan yine tedirgin oluyor. Tersaneler falan çok ya buralarda, kazalar falan çok yaşanır. Allah göstermesin..."

"Yok, yok... Uzun zamandır olmadı öyle şeyler." Yüzüne kibirli bir ifade bürüdü. "Kaza bile rapor etmedik bugün, her yer çok sakin... Tuzla iyidir ya abla, valla tam yaşanacak yer."

"Harika! Kolay gelsin size..."

*

"Tuzla F-M! Müziğin nabzı burada atıyor! TU-TU TUZ-LA F-M! Dıptıs dıptıs dıptıs dıptıs dıptıs dıptıs dıptıs dıptıs!"

Arabam bilmem kaçıncı kez tersaneler bölgesi arasında gidip gelirken kulağımı Tuzla FM'in şarkıları şenlendiriyordu:

"Merhaba sevgili Tuzlalılar! Nasılsınız? Dıptıs dıptıs dıptıs! Ben Orçun! Yaklaşık iki saat boyunca sizlerleyiz! Dıptıs dıptıs dıptıs! Saatlerimiz 18.00'ı gösteriyor, Mart'ın bu ilk gününde baharın gelişini Tuzla'da karşılayan şanslı dinleyiciler için geliyor sıradaki ilk parçamız! Dıptıs dıptıs dıptıs! 'Nesrin Sipahi – Gözleri Aşka Gülen Taze Bahar Dalı'nı dinleyeceğiz az sonra! Dıptıs dıptıs dıptıs! Bu arada Tuzla'mız bugün en sakin günlerinden birini yaşıyor! Sabah saatlerinden bu yana tek bir kötü haber dahi vermeden günü noktalamak üze-..."

"Kes sesini! Kes!" Radyoyu kapattım. "Kötü haber yokmuş da bilmem ne! Hayır, kime göre kötü haber mesela? Belki bana göre iyi?" Arabayı kenara çekip başımı direksiyona vurmaya başladım. Bir yandan da kendi kendime söyleniyordum. "Aptal Deniz! Aptal! Nereden çıktı şimdi yaşamın mimarı, İstanbul'un yükselen değeri Tuzla'ya gelmek? Yükselen değerlerle işin ne senin hem? Bat sen, bat. Yerin kırk kat dibine bat! Ahmak! Patlamanın bugün olacağını nereden çıkardın? Hem olsa bile, ne? İnşaat izleyen amca mısın? Tersanenin çöküşünü, binanın ne yöne doğru yatacağını falan mı görmeye geldin? Hayır! O zaman ne? Yağız'ı göreceksin. Öyle mi? Ha, evet... Evet, evet. Tabii! Tersaneyi havaya uçurmadan önce elinde şöyle bir tur atar etrafta, poz verip selfieler falan çekilir, el sallar sana gemilerin tepesinden! Ne iyi düşünmüşsün ya?!"

"Pardon?" Biri arabamın camına tıklatıyordu. "Pardon, iş güvenliğinden mi geldiniz?"

"He?" Kafamı kaldırdığımda karşımda başında baret olan bir adam duruyordu. "Ben mi? He, evet! İş güvenliği evet!" Apar topar arabamdan indim. "Eee bakalım, nasıl durumlar? Güvenlik nasıl? Bir sıkıntı mı var yoksa?"

Adam şaşkın bir yüzle bakıyordu bana. "Yok, bir sorun yok da. İsminiz neydi sizin? Burcu Hanım mıydı?"

"Evet." Gülümsedim. "Burcu ben."

"Ha..." dedi adam, suratını buruşturarak. "Biz, Betül Hanım'ı bekliyorduk ya... Sizi de bildirilmiş olmalıydı değişiklik ama unuttu herhalde arkadaşlar... Neyse, kusura bakmayın. İyi günler."

"Ne kadar ayıp bir şey bu!" Adamın arkasından sinirle bağırmaya başladım. "O kadar yol geldim bi' de-... En azından bi' anormal bir durum falan var mı, o şeapılsaydı, söylenseydi-... Hayret bir şey!"

"Kim bu ya?" Kapıdaki birkaç işçi yüzüme tuhaf bakışlar atıyordu.

"Anlamadım valla, deli galiba."

*

"Rota hesaplanıyor... 100 metre sonra sağa dönün... Rota yeniden hesaplanıyor... 200 metre sonra-... Rota yeniden hesaplanıyor... 50 metre sonra-..."

Sinirle navigasyonu kapattım. Elimde yazılı adres olsa gidip bulamayacağım yerleri bulmuş, bir de oralarda sayısız kez kaybolmayı başarmıştım. Navigasyona göre ise durum böyle değildi tabii. 100 metre sonra sağa dönsem her şey hallolacaktı aslında. En kötü rotayı yeniden hesaplardı, ne olacak!

O sıra sıkıntıdan elim yeniden radyoya gitti. Keske gitmeseydi. "TU-TU- TUZ-LA F-M! Saatlerimiz 23.00'ı gösteriyor, Tuzla FM'deki birlikteliğimiz son hızıyla devam ediyor! Dıptıs dıptıs dıptıs! Ben Ceren, gece yarısına kadar sizlerleyim! Dıptıs dıptıs dıptıs! Ama önce... REK-LAM-LAAAR! Dan dan dan! Kukamato İnşaat'tan yüzünüzü güldürecek bir proje! İstanbul'un kalabalığından sıkıldınız mı? Türk-Japon ortaklığı güvencesi ile yola çıkan Kukamoto İnşaat, sizlere yeni yaşam alanları sunuyor..."

"Yuh!" diye bağırdım birden, arabamın penceresinden uzanarak. Kırmızı ışıkta geçen bir araç, trafiği birbirine katmış, Tuzla FM'de can kulağıyla dinlediğim Kukamato İnşaat'ın reklam yayının bir bölümünü kaçırmama sebep olmuştu. "Sana o ehliyeti kim verdi? Kukamato İnşaat'ın düşmanlarından mı aldın o ehliyeti!"

Trafik canavarının uzaklaşmasının ardından derince bir nefes alıp gözümü tekrar ışıklara diktim. Hafiften çiselemeye başlayan yağmurlu bir gecede, Tuzla'nın saçma sapan bir yerinde, yeşil ışığın bir türlü yanmak bilmediği bir kavşakta kısılı kalmış durumdaydım. Yalnız sahiden de yanmıyor bu ışık, Deniz?

Çok geçmeden arkamdan korna sesleri ve uğultular gelmeye başladı. Bir türlü bitmek bilmeyen kırmızı ışık sinirleri germişti. Bazı sürücüler daha fazla bekleyememiş, araçlarından inerek kavşağın bitimindeki trafik ışıklarının yanına gelmişlerdi. Aralarında, ışıklarda bir arıza olup olmadığıyla ilgili sesli bir tartışma yaşanıyordu.

Benzer anlarda Tuzla FM'deki reklamlar ise sona ermişti. "Evet, sevgili seyirciler... Tuzla FM'deki birlikteliğimiz kaldığı yerden devam ediyor! Dıptıs dıptıs dıptıs! Sırada ise bir istek şarkımız var... Sevgili Deniz, bu istek şarkı senin için geliyor."

"Ah, çok teşekkürler" dedim, alaycı bir sesle.

Radyodaki spiker anonsuna devam etti. "Hayat, zaman zaman 'U' dönüşü yapmamız gereken uzun bir yoldur, diyor sevgili dinleyicimiz. 'Bu yolda bazen o beklediğin bir türlü yeşil ışık yanmak bilmez. Ve bu belki de hayatın sana 'artık eve geri dön' deme şeklidir.' Dıptıs dıptıs dıptıs! Evet! Sevgili dinleyicimiz bu anlamlı sözleri armağan ettiği Deniz için harika da bir şarkı seçmiş. Evet, şimdi Ella Fitzgerald'in enfes yorumuyla 'Misty' sizlerle..."

Spikerin ağzından çıkan cümleler 'Ella' adı ile de bütünleşince göz bebeklerim birden büyüdü. Yağız'ın Ella'sı, yanmayan yeşil ışık ve eve dönme uyarısı... Tuzla FM bana akıl oyunları oynuyordu?

Kalbim son hız atarken gözlerim tekrar trafik ışıklarıyla buluştu. "Hala kırmızı yanıyor-..." diye mırıldandım belli belirsiz. "N'oluyor ya-..." Sağıma bakıyor, soluma bakıyor ne yapacağımı kestiremiyordum. Arabamın ardı ardına dönen silecekleri arasından dışarıda yaşanan karmaşa az çok seçiliyordu. Ya zihnimdeki karmaşa?

Birden gaza bastığım gibi arabayı körükleyip yolun diğer tarafına doğru U dönüşü yaptım. "Kesin çıldırdım!" dedim, kendi kendime. "Az önce tam olarak ne duydum ben? Kesin çıldırdım, kesin!" Direksiyonu tutan ellerim titriyordu. "Tuzla FM benimle konuştu az önce. Birazdan da Kukamota İnşaat'tan arayıp ev verirler bana-... Yok, çıldırdım ben! Çıldırdım-... İyi bile dayandım ama! Evet, çok iyi idare ettim şimdiye kadar." Ella'nın radyodan dalga dalga yayılan sesi çıldırmış zihnime nüfuz ediyordu. "Çıldırmam beklenen bir şeydi sonuçta. Sorsalar, geç bile kaldım derdim."

Aynadan yolun arkasını kontrol ederek biraz daha gaza bastım. Git gide geride bıraktığım kavşağın ışıkları hala kırmızıydı. Ardı ardına sıralanmış arabalar, arabaların sarı kırmızı farları, çiseleyen yağmur, yollara dökülmüş insanlar... Gecenin içinde parlayan o ahenkli kalabalık giderek bir kartpostalı andırıyor.

Benimse gözlerim dolmaya başladı, tekrar ve tekrar. "Ya ben, gerçekten aklımı oynattım" dedim, dudaklarımı dişleyerek "Ya da sen-... Sen bana az önce eve dönmemi söyledin. Düşününce, ilki daha mantıklı sanki?!" Parmaklarımı direksiyona kilitleyerek bağırdım. "N'apıyorum ben ya? Ne işim var benim burada-... Her şeyden bir anlam çıkarmaktan yoruldum! Duyuyor musun beni Yağız Efendi?! Patlayan ben oldum, ben! O işaret fişeği çoktan içimde patladı benim! Bundan daha iyi işaret mi olu-..."

Tam o anda, öfkeyle sürdürdüğüm monoloğum şiddetli bir gürültüyle yarıda kesildi. Ağzımdan kopan çığlıkla başım iki elimin arasına alıp eğildim. Ayağım istemsiz frene basmış, bedenim koltuğun içine korkuyla büzülmüştü. Saniyeler sonra yavaş yavaş doğrulduğumda ise gürültünün görselini dikiz aynasından izledim. Giderek arkamda bıraktığım kalabalığın az ilerisinden fırlayan ateş topları gökyüzüne doğru yükseliyordu. Dumanların arasından süzülen kızıl alevler gecenin rengini kırmızıya çalmıştı. Kavşakta bekleyen kalabalığın çığlıkları geliyordu kulağıma. Bağrışma sesleri, ağlayanlar, sağa sola kaçışanlar...

Bense zangır zangır titrememe rağmen arabadan inmeyi başarmıştım. Yola attığım ilk adımda çizmemin topuğu yamuldu. Sendeledim. Üzerimden, elimden bir şeyler düştü. Atkım, Çantam... Çantam yerdeydi. İçinden nefes spreyini almam gerekiyordu. Ya da her neyse.

Patlama, çok değil en fazla 500 metre ötede yaşanmıştı. Biraz evvel beklediğim kavşağın az ilerisi. Yanmayan yeşil ışığın sadece birkaç yüz metre ötesi. Çıldırmamıştım. Radyodan uyarı Yağız'dandı. Çıldırmamıştım!

"Tersane patladı!" Öte beri koşturan insanlardan biri söylüyordu bunu. "Hanımefendi uzaklaşın buradan-... Hanımefendi size diyorum!"

Adam, bir müddet sonra pes ederek yanımdan uzaklaştı. Benimse plak takılmıştı bir kere. "Sendin-..." dedim, gülümseyerek. "Çıldırmadım-... Sendin!" Etrafıma bakınmaya başladım. Neredeydi? Beni görmüş müydü? Yakınlarda olabilir miydi? Ya uzak ya da yakın bir ihtimalde, Deniz. Ama sen görene kadar hiçbir yerde değil.

İhtimalleri kenara atıp, malum notta yazdıklarına odaklanmayı seçtim. "Patlamanın ertesi günü öğleden sonra saat tam 3'te aşağıda yazılı olan adreste ol."

Kalbim karıncalanmaya başlamıştı. Günlerdir beklediğim kehanet gerçekleşmiş, işaret fişeği atılmıştı. Yarın saat 3'te, dediği yerde olduğumda onu görebilecek miydim yani? Gerçekten mi?

Alev alev yanan bir tersanenin az ilerisinde, etrafta koşturan telaşlı bir kalabalığa karşı apaçık gülümsüyordum şimdi. Radyoda ise hala Ella çalıyordu. Böyle bir manzaraya tezat, ne naif bir şarkıydı.

O gece, yüzümden bir türlü silemediğim gülümsemeyle, İstanbul'un yükselen değeri Tuzla'dan ayrılırken gözlerimi son kez aynaya diktim. Yol ayrımından sola sapmak üzereydim. Ve bakışlarım dikiz aynasıyla buluştuğunda, biraz evvel uzunca bir süre beklediğim kavşağın ışıklarının normale döndüğünü gördüm.

Sonunda, yeşil yanıyordu.

***

Gardırobun karşısında verdiğim uzunca bir imtihanın ardından başımı pencereden dışarı uzatıp havaya şöyle bir göz attım.

"Güneşli" dedim, gülümseyerek. "Deri ceketimi alsam yeter."

Ceketi sırtıma geçirip salona çıktığımda kulağıma açık kalmış televizyondan sesler gelmeye başladı. "Yine de güneşe aldanmamak gerekiyor. Bahar mevsiminin bu ilk ayı oldukça soğuk geçecek..."

Biraz duraksayıp koşar adım yatak odasına döndüm. "Kabanımı alayım o zaman."

Beyaz renkli olanı çarçabuk sırtıma giyip tekrar salona geldiğimde TV'deki sesler devam etti. "Öğleden sonra etkisini gösterecek sağanak yağış akşam saatlerine kadar devam edecek."

"Şemsiye!" Portmantoya doğru ilerlemeye başlamıştım bile. "O zaman şemsiyemi de alayım."

Ve TV'deki spiker son uyarısını yaptı. "Yüksek kesimlerde yağışlar zaman zaman kara dönüştürebilir."

Sinirle yüzümü kırıştırdım. "Benim kafam bile hava durumundan daha az karışık şu an..." Etrafıma bakınarak bere ve atkımı aradım. "Bere burda, atkı-... Atkım nerede?" Saat henüz sabahın 9'uydu ve benim şimdiden beynim durmuş, elim ayağım birbirine dolanmış vaziyetteydi. Saat 3'e daha yıllar var, Deniz. Hazırlanma işine biraz erken başlamadın mı? "Anca hazırlanırım ya..." dedim, kendimi telkin etme yetim inanılmazdı. Biraz ruj, biraz allık, küçük dokunuşlar... "Parfüm! Parfümüm nerede?" Daha da önemlisi, aklın nerede?

Alelacele hazırladığım sandviçi de elime alıp apartmandan çıktığımda saat 10'u iki geçiyordu. Adımımı kaldırıma attığım an ise dördüncü katın penceresinden Saadet Hanım'ın sesini duydum. "Günaydın Denizciğim, nasılsın?"

"Sağ olun Saadet Hanım, siz?"

"İyiyim ben de canım." Dilinin altında bir bakla vardı yine Saadet'in. "Ender Bey'le konuştuk da dün... Sana iletmemi istedi ama sen de pek evde yoksun bugünlerde... E o da ulaşamamış sana..."

"Niye ulaşmaya çalışıyormuş ki bana? Kiramı da düzenli ödüyorum."

"Onla ilgili değil canım" dedi, temkinli bir tavırla. "Ay şekerim hiç uzatmayayım en iyisi lafı-... Evden çıkmanı istiyormuş. Kontratın da bitmiş sanırım zaten, mahkemeylen falan uğraştırmasın beni, güzelliklen halledelim dedi. Yani... Son yaşananlar malum, tedirgin olmuş. Sorunlu, şaibeli kiracı istemiyorum, diyor. Biz ne kadar dil döktüysek de ikna edemedik..."

Saadet'le aramızda dört katlı bir apartman mesafesi olduğundan iletişimimizi oldukça yüksek sesle kurmak durumunda kalıyorduk. Ki bu da ev sahibimin beni evden çıkarmak istediğini tüm mahallenin benimle aynı anda öğrenmesi anlamına geliyordu. "Harika!" dedim, daha da bağırarak. "Zaten iki kuruşluk evine bir dünya para ödüyordum, iyi oldu! Banyonun gideri sürekli tıkanıyor, pencereleri tam kapanmıyor, kışları ısınmıyor, yazları sıcaktan kavruluyor-... Kim ne yapsın acaba onun döküntü evini? Kendisine böyle iletin, olur mu? Hem ben de zaten taşınmayı düşünüyordum! İsabet oldu!"

Sesimi tüm mahalleye duyurduğumdan emin olduktan sonra arabama binerek gaza bastım. "Şaibeli, sorunlu kiracı istemiyormuş-... Lafa bak, lafa! O apartmanda bir tane sorunsuz, şaibesiz bir insan var mı acaba? İnşallah beter bir kiracı gelir yerime de bin pişman olursun!" Sakin ol Deniz, sabah sabah bu ne çirkeflik? Moralleri bozmak yok bugün, hiç değilse saat 3'e kadar.

Arabadan indiğimde, henüz öğlen dahi olmamasına rağmen yağmur hafiften bastırmıştı. Bir elime aldığım şemsiyeyle yürümeye başlarken diğer elimi kabanımın cebine atıp Yağız'ın notunu bir kez daha kontrol ettim. Verdiği adres, Tarabya'yı tepeden gören bir yerdi. Boğaza nazır, yeşil, ferah ve bir o kadar da tanıdık. Attığım her adımda biraz daha tanıdık geliyordu üstelik. Ağaçlarla bezeli bir patika, etrafta minik banklar, taşlık bir yol ve ucunda ahşap bir bina.

"İtalyan restoranı!" dedim, adımlarım bir anda olduğu yerde sabitlenmişti. Yağız'ın aylar önce beni getirdiği yerdi burası. Mutfağında makarna yaptığımız, dönüş yolunda beni ilk kez öptüğü yer. Şimdiye kadar nasıl anlayamamıştım?

Yüzümde oluşan kocaman bir gülümsemeyle yürümeye devam ettim. İçim içime sığmıyor, tam olarak nerede beklemem gerektiğini bilemiyordum. Saate baktığımda 11'i gösteriyordu. 3'e daha yüzyıllar var gibiydi. Derince bir iç çekerek taşlık yolun bitimine kadar ilerledim. Geçen her saniyede içimdeki heyecanla birlikte yağmur da hızlanmaya başladı. Restoranın aşağısına doğru inerken ise aniden bastıran fırtına elimdeki şemsiyeyi sürekli ters çeviriyordu. Etrafımdaki herkes sağa sola kaçışırken bense her şeye rağmen gayet sakindim. Patikada volta atıyor, eğilip bükülen ağaçları izliyor ve sürekli saatimi kontrol ediyordum.

Yarım saat kadar sonra hava sakinleşmiş, yağmur, minik çisentilere dönüşmüştü. Karşıma çıkan ilk banka oturdum. Şimdi bir elimde şemsiyem, bir elimde Yağız'ın notu vardı. Biri diğerinden daha az ıslak değil. Ağaçların tomurcuklanan dallarından omzuma damlalar düşüyordu. Omuzlarım, omuz gibi değil. Beklemenin tüm yükünü şimdi onlar taşıyacak. Beklemek... Beklemek bildiğin gibi değil.

Burada öylece oturmak, geçmek bilmeyen bir zamanın içine sıkıştığımı hissettiriyor bana. Anksiyetem elimi ayağımı bağlıyor. Sürekli saatime bakıyorum, sonra önüme, arkama. Hangi yönden gelir, diye düşünüyorum. Hangi yönü gözlemem gerek? Ya da 'sadece gelsin' diyorum sonra. Bir gelse, beklemenin teferruatı mesele değil.

"Bir gelsen..." diye mırıldandım. Bu kez kelimeler ağzımdan sesli çıkmıştı. Oturduğum banktan kalkmış volta atıyordum. Saat öğleden sonra 1'i gösteriyordu. Erken geldin diye erken mi gelecek sandın, Deniz? Ara sıra önümden birileri geçiyordu. Bazılarını uzaktan Yağız'a benzetiyordum. Grup halinde ya da tek tek geçiyorlardı. Bazen koca bir grup insanın hepsini birden ona benzettiğim oluyordu. Bir tanesini bulamamışken mi üstelik?

Saat tam 2 gibi yaşlı bir teyze geçti önümden. Gülümseyerek başını göğe kaldırdı. "Yağmur bereket getirir" dedi, kendi kendine hayıflanarak.

"Yağmur bereket getirir" diye yineledim ben de. Getirir miydi sahiden?

Saat 3'e çeyrek kala, bu kez elinde mavi bir balon olan bir kız çocuğu geçti önümden. Yanındaki annesine beni işaret edip gülümsüyordu. Sonra bir ses duydum. Küçük bir inilti. Ayağımın dibinde simsiyah tüyleri olan bir kedi vardı. Kızın işaret ettiği ben değil, oydu.

Çocuğun iştahlı sevgi gösterisi karşısında annesi temkinli davrandı. "Kara kedi kötü şans getirir" dedi, kızının elinden tutup taşlık yolun yukarısına doğru çekiyordu.

Kediyle göz göze geldik o an. "Lütfen pist!" dedim, istemsiz. "Normalde böyle batıl inançlarım yoktur ama-... Bugün kafam pek yerinde değil. Muska yazdırıp ağaçlara çaput bile bağlayabilirim. O yüzden-... Hadi lütfen, birazcık pist..."

Kedi gitmiyordu.

"Ama bak anlamıyorsun sen beni... Pisttt, dedim ama..."

Saat 3 olmuştu. Ve kedi hala ayaklarımın dibindeydi.

"Gitmeyecek misin sahiden?"

Saat 3'ü çeyrek geçiyordu. Kedi, ayağımın dibinde Yağız'ın notu ise elimdeydi. Her bir kelimesini ezberlediğim satırlara bir kez daha göz attım. Yarım saat içinde gelmezsem, bir şeyler yolunda gitmemiş demektir. Yarım saat içinde gelmezsem, bu hiç gelemeyeceğim demektir..."

"Hayır, hayır öyle değil-..." diye mırıldandım. "Kedi yüzünden! Pist!"

Kedi yerinden santim oynamıyordu. Gökten boşalan yağmur da.

"Kara kedi kötü şans getirir!" Önce kadının sesi çınladı kulaklarımda, ardından yaşlı teyzenin sesi. "Yağmur bereket getirir."

Saat 3'ü 25 geçe gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. "Ya da belki de hiçbir şey getirmez" dedim, yutkunarak. "Kedi, kedidir. Yağmur da, sadece yağmurdur işte..."

♫  Yağmur - Bülent Ortaçgil ♫

Saatime son kez baktığımda 3 buçuğu gösteriyordu. Yarım saat dolmuştu. Ama ne kedi gitmiş ne Yağız gelmişti. Ne bir saat sonra, ne bir saat daha sonra, ne de günün kalan saatleri boyunca...

Bardaktan boşanırcasına yağar yağmurun altında, ıslak bir bankın üstünde, ayağımın dibinde oturan simsiyah bir kedi ve ben. Yağmur, bize o gün hiçbir şey getirmemişti. Tüm uzak ve yakın olasılıklar dahil.

Havaya bozuk para atmışım ve dik gelmiş gibi;

Benim için gelecek, hala şekilsizdi.

***

Continue Reading

You'll Also Like

11.7M 6.7K 4
"Yeter ama bu kadarı fazla!" sinirden gözüm dönerken Savaş abi yanıma gelip omuzlarımdan tuttu. "Yeter mi? Yüsra ben yanında olduğum sürece kimse sa...
157K 12.2K 28
"İslâm, bekle." Küçük kız önce ismiyle seslenmesine şaşırdı. Çünkü genelde Yusuf Selim ona bücür, küçük gibi sinir bozucu lakaplarla hitap ederdi. D...
16.3M 931K 55
Mine internet üzerinden Yeşil Küpeli Kız takma ismiyle magazin haberleri yaparak milyonlarca takipçiye ulaşmıştır ve Mine'nin şimdiki haber hedefi ge...