taç yaprağı

Von ancillulaa

56.9K 6.1K 4.4K

"İntihar etmek havalı bir şey değil ki," diye fısıldadım bir süre sonra. "Aptal." © yamen 2018 Mehr

1 ❦ mutfak bıçağıyla öldürülen ruhlar
2 ❦ Venüs'e taşınan çocukluk
3 ❦ saksı çiçeğinin altındaki ev anahtarı
4 ❦ yara bandı satmayan eczaneci
5 ❦ balonu patlayan kız çocuğu
6 ❦ eski hatıraların arasındaki yaşlı ruh
7 ❦ tahta kılıcın koruduğu kumdan kalesi
8 ❦ camdan converse giyen aptal prenses
9 ❦ okyanusun derinliklerine gömülmüş gülümsemeler
10 ❦ iyi olmak isteyen cehennem volkanları
11 ❦ kalbe dayanan silahın içindeki çiçekler
12 ❦ renkleri akmış gökkuşağı
13 ❦ ay'a mektup yazan kurt
14 ❦ ayna'yı öldüren yansıma
15 ❦ sessiz limana varan çığlık vapurları
16 ❦ yanan evin içindeki akşam yemeği
17 ❦ bir cenaze töreni var, kırmızı giyeceğim
18 ❦ terastaki sessiz çiçeklerin melodisi
19 ❦ üşüyen anılar ve kül olmuş duygular
20 ❦ suyu sevmeyen japon balığı
21 ❦ hayali; büyüyünce katil olan kelimeler
22 ❦ havva'ya yasak limon
23 ❦ ölen insanlar hep mutlu anılarımızda!
24 ❦ ay'a çıkan ilk duygular
25 ❦ yalnız kalmak hiç havalı bir şey değil!
26 ❦ Sakura'lar uyumamı söylüyor
28 ❦ bir varmış, bir yokmuş
29 ❦ kiraz çiçekleri ne çabuk soluyormuş, hiç var olmamış gibi
30 ❦ az kalsın yaşıyorduk, tanrı korudu
31 ❦ tanrı'sını kaybeden ruh
üzgünüm, satusu

27 ❦ ölen kişi için ölmek kolaydır

899 105 45
Von ancillulaa



#linkin park - in the end.

#clarity - zedd (sam tsui & kurt schneider cover)





Eğer bana soracak olursanız, dünyadaki en güçlü duygunun acı olduğunu söylerdim. Ne aşk, ne nefret, ne de ki intikam insanı acının değiştirdiği kadar değiştiremezdi.

Aşık olduğunda gözlerin güler, kalbin göğüs kafesini parçalayacak şekilde atar ve damarlarında dolaşan kanı hissedersin. Nefret ettiğinde içine bir sıkıntı oturur, bakışların etrafta sivri bir şeyler arar ve bir insana nasıl en etkili işkence yapılabilir diye aklında senaryolar kurup durursun. İçin intikam isteğiyle yandığındaysa, zaman geçmesini beklersin. On kat fazlasını yaşatmak için incelikle düşünüp, detaylıca incelersin.

Fakat, iki yıl, on yıl geçtikten sonra bütün bu duyguların bir anlamı kalamazdı. Aşık olduğun kişi değişir, nefret ettiğin kişi en yakının oluverir ve intikam ateşin sönerdi.

Acı öyle değildi.

Hani acı çeken insana merak etmemesini, su akar yolunu bulur diye bir teselli söylerlerdi ya. Su akar yolunu bulur. Ha. Eğer o suyun akması için bir yol çizmezsen akamazdı. Durduğu yerde su birikintisine dönüşür, seni de içinde boğardı.

Acı tuhaf bir kavramdı, herkesin üzerindeki etkisi farklıydı ama hisler aynıydı.

Kimisi acıyla dünyaca ünlü bir kitap yazar, kimisi de acıyla bedenini dünyadan saklardı.

Eğer acı çekiyorsak acının dağıtmak için türlü türlü şeyler yapardık; resim çizerdik, dans ederdik, kitap okurduk, ders çalışırdık, müzik dinlerdik, evi temizlerdik.

Bunlara tutunur acı içinde olan hayatımıza biraz ara vermeye çalışırdık. Ama eğer bunlara bile tutunamayacak kadar yorgunsak, sadece ve sadece tek bir şansımız kalıyordu; İntihar.

İyi de, intihar etmek o kadar da havalı bir şey değildi ki.

Ölen kişi için ölmek kolaydır.

Peki ya geride kalanlar? Bir sabah uyanıpta görmek için sabırsızlandığınız o kişiyi artık göremeyecek olmanızın gerçeği? Aniden boğaza yapışan düğüm ve bakışlar uzaklara dalırken, içinde olduğunu fark edemediğin gürültülü sessizlik?

Onlar için de kolay mıydı gerçekten?

Ağır adımlarla terasa doğru ilerledim. Ev karanlıktı. Tahminimce Çağan çoktan gelmişti, odadan hiç çıkmadığım için onunla karşılaşmamıştım. Terasın girişine vardığımda yüzüme çarpan yağmur damlalarıyla duraksadım.

Bu şehir yağmurludur. Kaldırımlardan çok yanaklarını ıslatıp dururdu.

Soğuk rüzgar, soğuk bir duştan sonra üzerime geçirdiğim pijamamın altından bedenimi avlamış, kanımı donduruyordu. Keşke, hissedemediğim şey soğuktan donan bedenimden tümüyle farklı olsaydı. Acıyı hissedemeseydim mesela. O zaman ruhumun saniyede dört kez intihar edişine tanıklık etmek zorunda kalmazdım belki de.

Sona yaklaşıyoruz.

Adım adım.

Eğer ben her şey normalmiş gibi davranırsam, hiçbir şeyin sorun olmayacağını düşünmüştüm. Eğer ölen insanlar için üzülmek yerine, onları iyi anarsam bir anlamı olacak sanmıştım. Bir şeylerin hâlâ bir anlamı olacak diye umut etmiştim.

Ama öldükten sonra sebeplerin ve geride kalanların bir anlamı vardı. Olmalıydı. Bu kadar kolayca ölmemeliydi insan.

"Kız çocuğu,"

Hep aynı ses. Ruhumun düştüğü bataklığa giderek çekilmesiyle bana ağaç dalı uzatan o sesleniş. Beni anlık karanlığımdan uyandıran o ses. Hep aynı ses.

Bakışlarımı terasta oturan adama çevirdim. Çiseleyen yağmurun altında oturduğu için hafif ıslanmıştı. Yarına hasta olacaktı.

"Bir sorun mu var?" diye sordu kaşlarını çatarak.

"Sorun yok,"

Hep aynı yalan.

"Peki sen iyi misin?"

"Ben iyiyim."

Hep aynı kandırmaca.

Çağan'ın inanmamış gibi yüzümü izlemesine bir son vermek için yanına doğru ilerledim ve yere oturdum. Onun yaptığı gibi sırtımı duvara yaslayarak, üzerime damlayan yağmuru izlemeye başladım.

Sessizdik. Hep olduğumuz ve hep olacağımız gibi.

Ergenliğin başındaki bir kız çocuğu ve orta yaşlı bir amcanın konuşacağı konular birbirine ne kadar uzaksa o an, kalplerimiz arasındaki mesafede bir o kadar uzak ve belirsizdi.

Neden?

Neden böyleydik? Ya da neden hep her şeyi sorgulayarak kendime sürekli neden diye sorup duruyordum. Cevaplarını asla bilemeyeceğim bir kuyuya atlamak gibi bir şeydi bu. Ama neden hâlâ çektiğim küreklerin boşa gitmesine aldırmadan neden diye soruyordum ki? Aptal falan mıydım acaba?

Kocaman dünyanın içinde sadece neden diye sorgulayarak yaşıyorduk. Her ne kadar bu aptalca olsa da, bir nedene tutunmadan yaşayamazdı ki insan.

"Sanki 916 yaşındayım," diye fısıldadım kendi kendime. Onun beni dinlediğini biliyordum. Çünkü hep dinlerdi, itiraz etmeden.

"Sıradan bir yaşlının yaşından çok daha gencim fakat ondan daha yaşlıymışım gibi hissediyorum. Göz altlarımda kırışıklıklar yok ama, ruhun röntgeni çekilseydi eğer, eminim kırılıklıklardan başka hiçbir şey görünmezdi." İç çektim. "O kadar kırışığım ki, kendimi binlerce kez katlanmış ve hiç açılmamış gibi hissediyorum."

Unutulmuş gibi.

Kısa bir sessizlik oldu. Genelde ona dertlerimi anlattığımda sessizce beni sonuna kadar dinlerdi. Beni teselli etmezdi. Onun gibi değildi çünkü. Birisini yalanlarla teselli etmek onun yapacağı gibi değildi.

Onun gibi olmak nasıldır bilmem ama onun gibi olmak isterdim.

"Lunaparka gidelim, kız çocuğu."

Çağan'ın ondan günlerce istediğim sonunda da vazgeçtiğim teklifi tekrardan önüme sunmasına şaşırarak gülümsedim. İşte onun gibi olmak böyle bir şeydi. Beni boş laflarla teselli etmemiş, nutuk çekmemişti. Beni iyi hissettiren şeyleri kötü zamanlarımda bana hatırlatan mucizevi bir insandı o.

Mucizevi bir insan.

"Sanırım şu kadarcık kırışığım açıldı," diyerek işaret parmağımla baş parmağımı birbirine yaklaştırarak aralarında küçük bir boşluk bıraktım.

"Sadece o kadar mı? Ben bütün kırışıklıkların çözülür sanmıştım." Çağan alayla güldüğünde ben de onun gibi güldüm.

"Bakma sen onun böyle gözüktüğüne, çok derindir aslında."

Aynı boşluğu dudağımın hemen yanına yaslayıp gülümsedim.

"Burası çok uzun süredir kırışıktı." dedim gülümsememi kast ederek. "Kırışığı açılmayalı baya oluyor cidden."

Dudaklarıma ve onun solgun dudaklarına tekrardan sessizlik devrildiğinde ikimizde sustuk. Yağmur yağdı, ıslandık. Ruhumdaki kırışıkları saymaya koyuldum, bu Çağan'ın gökyüzündeki yıldızları saymaya çalışmasıyla aynıydı. Pek bir şey konuşmadık.

Yine saat gece dörttü. Hüzünlü bakışlara sahip tuhaf bir amcayla, ben terasta oturmuştuk.

Neden hep geceleri kalkıp parka gittiğini yada terasta oturduğunu bilmiyordum. Onun hakkında bilmediğim ne kadar çok şey olduğunu fark ettim. Belki de ruhumdaki kırışıklardan bile fazlaydı onun hakkında bilmediklerim.

Neden ki?

"Eve geldiğimde abinle konuşmanı duydum," Sessizliğe balta gibi saplanan sesi ona bakmamı sağlamıştı. Ne kadarını duymuş olabilirdi?

"Gözlerin ağlamaktan kızarmışken beni kandırabileceğini düşünmen, çocukçaydı."

Yağmuru izleyen bakışları beni buldu. "Sen iyi değilsin."

Keşke farklı bir şekilde doğsaydım.

"Ben iyiyim." Ayağa kalkmak ve bir an önce odama gidip yorganın altında ağlamak istiyordum. Çünkü onun karşısında bunu yapamazdım, ağlayamazdım. Ağlarsam sebebini sorgulardı. Ben ona bunun sebebini anlatamazdım. Asla anlatamazdım.

Keşke farklı bir şekilde tanışsaydık. Aptal bir taksi çekişmesi olabilirdi mesela. Yada arkadaşımın arkadaşı olabilirdin.

Ona cevap vermeden ayağa kalkmaya yeltendiği an, elimden tutarak beni kendine çekti ve gitmeme izin vermedi. Elinin sıcaklığı bildiğimiz sıcak gibi değildi, soğuk teninden tenime sıcak bir lav akıyordu sanki.

"İyi misin gerçekten?" Çağan öfkeyle soludu. "İyiyim derken bile ağlayacakmış gibi bir halin var."

Elimi sıkıca tutmuştu. Büyük elinin arasındaki küçük elimi sıkıca tutmuştu. Ne tuhaftı.

Keşke farklı bir ismim olsaydı. Gözlerimin rengi, dudaklarımın şekli, boyum, vücudum, hepsi farklı olsaydı. Bakma bunların küçük detaylar olduğuna, aslında bir insanı tanımaktaki en büyük yardımcılardır.

Farklı olsaydım belki beni severdin.

Belki.

"Bırak beni." Elimi onun elinden kurtarmak için çabalarken diğer elini yere yasladığım elimin üzerine yasladı ve böylelikle üzerime eğilmiş oldu.

"Dert ortağı olduğumuzu söylemiştin," diye konuştu sakin bir sesle. "Eğer gerçekten dert ortağın bensem o zaman duyguların konusunda felsefe yapmak yerine, gerçek olayları anlat bana. Seni nasıl üzdüklerini değil, seni neyin üzdüğünü."

Beni neyin üzdüğünü bilseydin, benden nefret ederdin. Bu riski göze alamazdım.

"Sana iyi olduğumu söyledim," Tanrı'nın bir şakasıymış gibi sol yanağıma damlayan gözyaşı onun bakışlarındaki şaşkınlığı ortaya koydu.

"İyiyim dediğimde neden inanmıyorsun ki aptal yaşlı?" Gözyaşları ardı sıra yanağıma damlamaya başladığında ellerimi şaşkınlığından faydalanarak ondan kurtardım ve omuzlarından ittim.

"İyi değilsin," Çağan tekrardan bana yaklaşmaya çalıştığında ondan önce davranarak yakasına yapıştım ve kendime olan bütün öfkemi ondan çıkarmak istercesine onu yere itip üzerine çıktım.

"İyiyim," diye bağırdım. "Çok iyiyim. Ölecekmiş gibi iyiyim hatta. Neden her şeyi bu kadar kurcalıyorsun ki?"

Gözyaşlarım çenemden sıyrılıp onun yanağına düşüyordu ve onun güzel yüzü benim hüznümle ıslanıyordu.

Çağan'ın sıcak elleri yakasını sıkıca tutmuş titreyen ellerimin üzerine kapandı ve onları naifçe tuttu.

"İyi değilim de," diye fısıldadı tam gözlerimin içine bakarak. "Hiç kimse bunun için seni suçlamayacak."

"Anlamıyorsun," Kafamı ağlayarak iki yana salladım. Sorun hiçkimse değildi ki, sorun sendin.

"İyi olmadığını söyle."

"Hayır."

"İyi olmadığını söylersen sana sarılmam için bir sebebim olacak."

Bir katile sarılmayı istemesi ne tuhaf değil mi? Ah, doğru. Senin bir katil olduğunu bilmiyor ne de olsa. Öyleyse bunu bildiğinde yine böyle sana sarılmak için sebep arayacak mıydı?

Ellerimi tutan ellerinden kurtararak hızla üzerinden kalktım ve koşmaya başladım. Her zaman yaptığım gibi gerçeklerden kaçtım. Beni yakalarlarsa acı çekeceğimi bilerek kaçtım. Dünyadan kaçmak isteyerek kaçtım.

"Kız çocuğu." Arkamdan bağırmasını duyuyordum fakat ben artık orada değil gibiydim.

Odama girdiğim gibi kapıyı arkamdan kilitledim. Nefes nefese kalmıştım.

"Ben iyiyim," Akıl hastanesinin küflü odalarından birinde yatan hastalar gibi aynı şeyi yüzlerce kez tekrarlamaya başladım.

"Erva," diye mırıldandı Çağan sakinlikle kapının diğer tarafından. Ama onu duyduğum ilk andan gözlerimin önündeki görüntüler yok oluyordu yavaş yavaş. Hayır, hayır, hayır.. Bu anı tekrardan yaşayamazdım. Bu olayı yaşamamlıydım. Her şey başa dönemezdi.

"Hayır," diye konuştum çığlıktan farksız bir sesle. Gözümün önünden giden görüntüleri tutmak için ellerimle onları yakalamaya çalışıyordum ama bu faydasızdı. Her gece Çağan'ın üzerime örtmek için geldiği yorgan, yatak yok oluyordu. Perdeler, çalışma masasının üzerindeki çizimlerim, kalemlerim, çalışma masasının kendisi, dolap, avize, duvarlar.

Hepsi yavaş yavaş yok oluyordu. Onları çıplak ellerimle tutamıyordum.

"Lütfen gitme. Lütfen. Lütfen. Yalnız kalmak istemiyorum."

Yüzleşmek istemiyorum.

Zihnim zincirlerini en güçsüz halkasına darbe indirerek kırdığında, anılar bölük pörçük ayaklarımın altına dağıldı. Düşüncelerim birbirine çarparak kaza yapmış, beyin kıvrımlarım çözülerek işlevini yitirmişti.

Ben artık burada değildim.

Etrafımdaki duvarlar yıkılmaya başlamış, heryer karanlığa boyun eğmişti. Avizeye bir ip, ipin ucuna geçmiş kavramı boynunu geçirmişti. Parmak eklemlerim sızlıyordu çünkü ruhum parmak uçlarımı yakıyordu.

Pişmanlık, kalbime saplayamadığı hançeriyle göğüskafesimi paramparça etmek için gelmişti.

Bilincim kayboluyor, dünya beni reddediyordu. Karanlık bir sokak yapboz parçaları gibi önüme serildiğinde dizlerim bana ihanet ederek çözülmüş, yere çakılmıştım. Kaldırımda giderek soğuyan bir ceset yatıyordu. Onun hemen başucunda sessizce ağlayan bir yaşlı ve bütün bunlardan uzakta, duvarın köşesine sinerek ruhsuzca elindeki kanı izleyen bir çocuk vardı.

"Sen sadece yalnız kalmamak için sana her daim tek kibar davranan kişini kaybetmekten korkuyorsun!" diye boğuk bir ses zihnimin içinde yankılandı. Daha sonra bütün sokak lambaları söndü.

Karanlık yerimizi bulmuştu, karanlık bizi yakalamıştı.

Ellerimde hâlâ kan varken, o sokak yok oldu ve ben sahilde, kumların üzerinde yürümeye başladım. Parmak uçlarımdan kan damlıyordu. Koca okyanusta kaybolan bu damlalar hiç yok olmuyordu.

"O kadar korkaksın ki, arkadaş edinip sıradan bir hayat yaşamak yerine sürekli var olan acılarını çürütene kadar kurcalayarak acı çektiriyorsun sen kendine."

Başka birisi çello simlerini vahşice çalmaya başladığında kanlı ellerimi kulaklarıma götürüp, onları sıkıca kapattım. Hiçbir şey duymak istemiyordum.

Okyanusun suları taştı, küçük bedenim altında kalarak boğulmaya başladı. Fakat kan, hâlâ ellerimdeydi.

Okyanus beni daha da içine çekerek nefessiz kalmamı sağladığında ciğerlerime tıka basa dolan acı dikişlerimi patlatıvermişti. Nefessizdim. Ayak bileklerime sarılan yosunlar sıkılaşarak güçsüz bedenimi kendilerine doğru çektiler. Koyu yeşil bitki bakışlarımın içindeki çiçeği kapatarak, onu karanlığa hapsetti. Okyanusun en derinlerinde boğuluyordum ve hiç kimse beni göremiyordu.

"Etrafındakileri görmüyorsun, baksan bile asla görmüyorsun. O kadar bencilsin ki, sana değer verenlerin sadece senin yanında kalmasını istiyorsun. Sadece onların yakınında, onlarla birlikte olmak istiyorsun."

Tren raylarına çığlık attıracak şiddetle bir tren önümden öylece geçip gitti. Korkuyla karışık birkaç adımı arkaya atmıştım. Yapamayacaktım. Eğer ölmeyi istiyorsam daha az acı veren bir yöntem denemeliydim.

Hep yaptığım gibi ellerimle sıkıca kulaklarımı kapattım ve kaldırımda koşmaya başladım. Ta ki, dizlerim çözülüp beni yere devirene kadar. Canım yanmıştı. Hep olduğu gibi, hep olacağı gibi. Bu yükten kurtulmakta imkansızdı.

"Onların nasıl hissettikleri, ne yaşadıklarıyla zerre ilgilenmiyorsun."

Kalabalıktaki insanların arasına karışıp herkesin hayretle fısıldaşarak izlediği yöne çevirdim bakışlarımı. Niye bütün okul buraya toplanmıştı ki? Gözlerimin önüne çekilen şeritle olduğum yerde donakalmıştım.

Dördüncü katın penceresinde biri vardı.

Hayır, hayır, hayır..

Eğer bunu yaparsa ölmezdi ki, sakat kalırdı. Ama bunu anlamayacak kadar da küçük görünüyordu. Bir adım atmak, onun yanına gitmek istedim ama görünmez gölgeler iplerini enseme geçirmiş gibiydi. Kımıldayamıyordum.

O küçük kız çocuğunu kurtarmalıydım. Bunu yapmamalıydı.

Endişeli bakışlarımı ona çevirdiğimde göz göze geldik. Aniden bütün kalabalık dağılmış, bütün sesler susmuştu. Sanırım ben, geçici olarak hem kör hem sağar olmuştum. Çünkü penceredeki kız çocuğu bendim.

Kulaklığını takarak şarkı dinleyen çocuk benden başkası olamazdı.

Bana burukça gülümsedi ve pencereden atladı. Ayaklarımın ucuna düşen kanla kaplı bedenini görmemek için gözlerimi sımsıkı kapatmıştım. Ama nafileydi. O an beynime en ince detayına kadar kazınmıştı.

"İşte sırf bu yüzden, yalnızlıktan korktuğun halde hayatının sonuna kadar yalnız kalacaksın."

Elimdeki cam kırığına ve kanayan bileğime baktım. Canım acıyordu. Bedenimdeki bütün kan çekilmiş gibi hissediyordum. Karşımda bana engel olmaya çalışan ağabeyimi bile yaralamıştım. Soğuk fayansta öylece yatıyordu.

Ben kendimin katiliydim.

Ben elleri kan kokan bir çocuktum.

Yere çökerek gözlerimi ellerimle kapattım. Keşke hem sağar hem kör olabilseydim. O zaman ne karşımdaki ceset gibi yatan ağabeyimi görebilir, ne de annemin acı dolu çığlığını duyabilirdim.

Küvetin suyu üzerime boşaldı. Ben yine boğuldum ama bileğimdeki kan çıkmadı.

Yine o sokaktaydım. Aptal bir pet şişenin içindeki yarım suyla ellerimdeki günahı temizlemeye çalışıyordum. Şişe elimden kayarak kaldırımda yuvarlandı, yuvarlandı.. ve cesedin ayak ucuna toslayarak durdu.

O genç ceset de, baş ucunda ağlayan yaşlı da, onları uzaktan izleyen çocukta bendim.

"Lütfen," diye yalvarmaya başladım. Karanlık çekilmiş, yerine dünya geçmişti. Zihnim kendini benden sakınmayı bırakıp, kollarıma atıldı ve etrafı algılamaya başladım.

Çağan kapıya kapı kulpunu açmak için zorlamış, kilitli olduğunu anladığında kapıyı yumruklamaya başlamıştı. "Kapıyı aç Erva! Seninle konuşmak istiyorum."

"Beni yalnız bırak! Sana iyi olduğumu söylemiştim!" diye bağırdım kapıdan birkaç adım uzaklaştığımda.

"Çocuk mu kandırıyorsun sen?! Bir şeyler olduğunu biliyorum." Çağan kapıya şiddetle vurmayı keserek belirsiz aralıklarla yavaş yavaş vurmaya başlamıştı.

"Yalnız kalma. Sana yardım etmeme izin ver." diye öfkesi yok olmuş bir şekilde tükenmişlikle mırıldandı. "Lütfen,"

Yanağımdan akan sıcak gözyaşlarını elimin tersiyle silerek kapıya doğru gittim. Ama kilitlediğim kapıyı açmak yerine sırtımı kapıya yaslayıp kayarak yere oturmuştum. Ona söylemek istemiyordum. Kendim yüzleşmeliydim. Benim bir katil olduğumu bilmesini istemiyordum. Hem de hiç.

"Üzgünüm," diye mırıldandım onun gibi.

"Üzgün olmak yerine kapıyı aç Erva. Yanında olmama izin ver. Seni dinlemek istiyorum. Her şeyle yalnız başına mücadele edemezsin. Yalnızlık hiç iyi bir şey değil. İnan bana, sana sadece acı verir."

Çağan kapıya vurmayı kestiğinde küçük bir tıkırtı ilişti kulaklarıma. O da benim gibi zemine çökerek oturmuştu sanırım. Kapının arkasındaki varlığını iliklerime kadar hissediyordum. Sanki aramızda bir kapı yoktu ve ben sırtımı onun sırtına yaslamıştım.

Bacaklarımı kendime çekip alnımı dizlerime yaslayarak ağlamaya başladım. Neden onunla böyle bir ilişkim vardı? Neden klişe bir telefon çarpışmasıyla tanışmamıştık ki? Neden onunla aramdaki engeller sadece ailemden dışarı çıkmak için izin alamamam olmamıştı?

"Ağlama," diye konuştu Çağan acı dolu sesiyle.

Daha şiddetli ağlamaya başladım. Sanki benim hayatımı şekillendiren Tanrı'dan ziyade bir kadın vardı ve omuzlarıma en dayanılmaz acıları yüklemişti. O kadından nefret ediyordum. Gülümsememe izin vermiyor, beni usulca öldürüyordu. Belki de ben onun için sadece bir denektim. İstediği zaman silip tekrardan yazabileceği bir taslak.

Ama aynı zamanda o kadına acıyordum. Mutluluğun ne olduğunu bilmediği için sürekli melodram yaşatıyordu bana. Gülümsemenin nasıl olduğunu bilemediği için gözyaşlarını seviyordu.

İnsan yaşamadığı bir şeyi özleyemez.

O kadında böyleydi. Yaşayamadıklarını bana yaşatıyor, benim yaşadıklarımı bilmediği için de bana acımıyordu.

"Lütfen git." diye konuştum.

"Gidemem." Benim gibi tükenmişlikle karşılık vermişti. "Gidersem yalnız kalırsın."

"Ben zaten yalnızım!" Kendimi kontrol edemeyerek bağırdım. Neden ona git dediğimde gitmiyordu ki?

"Erva sen yalnız değilsin." diyerek bir süre bekledi ve tekrardan konuştu.

"Ben varım."

Alnımı dizlerimden kaldırarak kapıya yasladım. "Sana söyleyemem." diye direttiğimde sesim çok yorgun çıkmıştı.

"Neden?"

"Çünkü benden nefret edersin."

"Öyle bir şey söz konusu bile değil Erva. Ne yaparsan yap, senden nefret etmeyeceğim." Çağan'ın sesi kapının arkasından kulaklarıma dolduğunda derin bir iç çektim.

Cevap vermedim.

Çağan uzun bir süre sessiz kaldığımı anladığında tekrardan kapıya yavaş yavaş vurmaya başlamıştı. "Eğer kapıyı açmazsan, açana kadar bunu yapmaya devam edeceğim."

"Niye sadece gidip beni yalnız bırakmıyorsun?" Ellerimle yüzümü ovuşturarak ağlamaktan acıyan gözlerimi art arda birkaç kez sildim.

"Çünkü gidemem. Yanında olmak istiyorum, seninle konuşmak istiyorum, tekrardan bana gülümse istiyorum, seninle çizgi film izlemek, evcilik oynamak, et yemek istiyorum." diyerek kapıya vurduğu yumruklarını durdurdu.

"Çünkü sen, benim kız çocuğumsun Erva. İnsan ailesi acı çekerken çekip gidemez ki," dedi.

"Sen benim ailemsin."

Bütün dünya sustu, gözlerimin önündeki karanlık aydınlanmaya başladı. Ya da ben hayal dünyamda kaybolmuştum. Solgun dudaklarının gebe kaldığı bu sözler çok fazlaydı. Gardımı indirmem için yeterli bir sebepti. Çağan Eflah küçük kız çocuğunu çok iyi tanıyordu. Bazen beni magazin dergisi gibi kolayca okumasından nefret ediyordum.

Ağır haraketle sırtımı yasladığım duvardan çekip, arkama dönerek kapının kilidini açmıştım. Kapıyı sessizce açtığımda tam karşımda oturmuş adamla göz göze gelmem birkaç salise almıştı sadece.

Aptalım.

Kan çukurunu anımsatan gözleri kalbime ilmik geçirip acını oraya dikmeye başladı: Ağlamıştı.

Birkaç saniye sessizce bakışmamızın ardından Çağan kolumdan tutarak beni kendisine çekmiş, sıkıca sarılmıştı. Gözyaşlarım kirpiklerimden atlayıp onun kazağına karıştığında göz kapaklarımı kapattım.

"Yanında kalmama izin verecek misin?" diye sordu ensemdeki saçlarımı okşayarak.

Sadece kafamı sallamakla yetinmiştim. Kollarımı Çağan'a dolamak, ona sıkıca sarılmak için elimi havaya kaldırdım ama bunu yapamadım. Havada asılı kalan elim zemine düştü.

Bir süre sonra Çağan bana sardığı kollarını çözmüştü. Ona anlatmamı bekliyordu. Oturduğum yerde ruhsuzca arkaya kaydığımda, belimden ve dizlerimin altından kavrayarak beni kendisine çekip, kucağına oturttu. Kaçamazdım. Bakışlarımı ona bakmamak için parmaklarıma sabitlendiğimde Çağan sırtını duvara yaslayıp usulca saçlarımla oynamaya başladı.

Sıkıntılı bir nefes dudaklarımdan koparak havaya karışmış, karanlığın içinde kaybolmuştu. "Ben çocukken çok sinir bozucu bir kız vardı." Dizlerimi kendime çekerek sarıldım.

"Kafasına estiği gibi davranırdı hep. Canı ne yapmak isterse onu yapar, yetmezmiş gibi beni de peşinden sürüklerdi. Onunla ilk tanıştığımda bana ismimi dahi sormadan açık hava festivaline sürüklemişti beni. Ağzımı açmama izin vermez sürekli kendi kendine konuşup, kendi esprilerine kendi gülerdi. Önce benimle aynı sıraya oturmaya başladı, sonra teneffüslerde öğle yemeğime göz dikti ve zorla yemeğimi bana paylaştırdı. Daha sonra her anı nasıl oldu bilmiyorum ama onunla geçirmeye başladım."

Küçük çocuklar gibi burnumu çektim. Daha sonra konuşmaya devam etmiştim.

"Okuldan sonra kendisine eve bıraktırırdı, sabah erkenden arayıp evimin önünde beklediğini söylerdi. Her teneffüs bana bütün okulu dolaştırırdı. Daha sonra ağabeyim ben ve o hep birlikte zaman geçirmeye başladık. O zamanlar benim yaşımdaki herkesten nefret ederdim, doğal olarak ondan da nefret ediyordum. Fakat bir gün bana, hiç kimsesi olmadığı için hep üzgün olan bana, eğer kafanı kaldırmazsan etrafındakileri göremezsin demişti. O zamanlar ne dediğini anlamamıştım ama çenemden tutup bana kalabalık caddeyi göstermişti.

"Eğer bakmayı denemezsen göremezsin, eğer konuşmazsan sesin ulaşılmaz. Eğer inanmazsan duan kabul olmaz, ve eğer sen elini kalbinin üzerine yaslayıp kalp atışlarını hissetmezsen yaşadığını anlayamazsın ki, demiş sonra da gülümsemişti.

"Birçok şeyi fark etmemde bana yardımcı oldu, hatta gözüme gözüme soktu. Sonra bir gün ikimizde ressam olacağımıza karar verdik. Çünkü o insanalara sadece kelimelerin ulaşamadığına inanıyordu. Onun için kelimeler insanlara ulaşmak için yetersizdi. Bu yüzden sürekli farklı yollar arayıp dururdu. Ve renklerin de bir seçenek olduğuna karar verdi. Renklere inanıyordu. Hangi salak renklere inanma gereği duyar ki? O inanıyordu işte.

"Öğretmenimiz onun ressam olacağını duyduğunda onu birkaç sergiye götürdü, başarılı üniversitelerin bilgilerini verdi. Ne tuhaftı, oysa ikimizde ressam olacağımızı söylemiştik. Öğretmenin yanına kendim gittim ona benim içinde bilgi vermesini istedim. Bana beklememi ve mutlaka vereceğini söyledi ama sonra unuttu. Öğretmen sadece onunla konuştu. Zaten yetenek yarışması için gönderdiğimiz projelerden sadece onunki elemeyi geçmişti. Atölyede ilk dörtlüğe girdi. Artık ondan uzaklaştığımı fark ediyordum. Bana haber vermeden birlikte katıldığımız gösteriden ayrılmıştı.

"Birkaç gün sonra abimle sevgili olduğunu öğrendim. Bununla bir sorunum yoktu hatta mutlu bile olabilirdim ama bunu ne abimden ne de ondan duymuştum. Sınıf arkadaşımdan duymam beni gerçekten kırmıştı. Abime de ondan duydum diye yalan söylemiştim zaten. Daha sonra abim eve üzgün bir şekilde gelmeye başladı. Artık üçümüz vakit geçirmiyorduk ve abim gün geçtikçe daha da sessizleşiyordu. Bunun sebebinin o olduğunu sanmıştım. Gerçekten abimi aldattığı için abimin o halde olduğunu düşünmüştüm. Bu yüzden, bu yüzden sadece ondan intikam almak istemiştim. Abimi üzdüğü gibi üzülmesini istemiştim."

Ellerimle yüzümü kapattım. Anlatamıyordum. Anlatacak gücü kendimde bulamıyordum. Her kelimem onu ne kadar çok özlediğimi haykırıyordu. Pişmanlık her kelimemde üzerime çöküyordu.

Çağan sessizliğini koruyarak saçlarımı okşamaya devam ediyor, hüznümü kalp çarpıntılarında hissediyordu sanki. Onun kucağında böyle ağlarken ne kadar da masum gibiydim oysa.

"Ona, onu intihara sürükleyecek kadar zorbalık yaptım." dedim tek nefeste.

Çağan'ın saçlarımı okşayan parmakları saçlarımın üzerinde asılı kaldı. Ben o masum kız değildim. Ama olmayı her şeyden çok isterdim.

"O kadar çok pişmanım ki ölmek istiyorum. O kadar çok acı çekiyorum ki, ölmek istiyorum. Pişmanlık gerçekten bu dünyadaki en acı verici şey." Çağan saçlarımdaki ellerini çekip küçük bedenime kollarını doladı ve bana sarıldı.

Pişmanlık.

Kelimelerin ve hislerin bittiği yerdi. Bir kıyamet, bir felaket, bir intihar gibiydi.

Dünyanın patladığı o andı.

Bir annenin ana rahmine boca edilen suyun içinde boğulan çocuğun sessiz haykırışları kadar dikenliydi acısı. Şefkatle hiç tutulmamış küçük ellerinden damlayan kan, okşanmamış saçlarındaki ter ve açılmamış gözlerindeki hayal kırıklığıydı.

Pişman olduğum zaman, dünyada bir ben vardım sanki, bir de pişmanlığım.

Her şey yok olmuştu. Hiçbir şey yoktu. Sadece ben ve o vardık. Sonsuzluk gibi geçen birkaç dakikanın içinde sonsuza dek hapsolmuştuk. Bana yardım edecek hiç kimse yoktu. Yalnızdık, sessizdik ve kimsesizdik.

Pişmanlık, sadece pişman olmaktan ibaret değildi. Daha fazlasıydı, belki de çok daha fazlasıydı.

"Önemli değil," diye fısıldadı.

"Ne?" diye gözyaşlarımın arasından anlamayarak sordum. Duygularım o kadar yoğundu ki onun ne söylediğini anlayamamıştım.

"Önemli değil," diyerek yineledi. "Hiçbir şey önemli değil. Hiçbir şey tümüyle senin suçun değil. Ben yanındayım."

Bir günlük kelebeğin geleceği sevmesi ne tuhaftı, daha geçmişin hatıraları onu terk etmemişken.





Ben her zaman insanların yaşamının bir anlamı olduğunu düşünmüştüm.

Alt komşumuzun amacı kukla yapmaktı ve ölen insanların kuklasını yaparak onların sonsuza dek var olmasını sağlıyordu. Bu onun için bir yaşam anlamıydı. Ya da bir alt sınıftaki çocuk için kitap yazmak ve insanlara içinde oldukları tuhaf dünyayı yansıtmak onun için anlamlıydı. Operaları dinlemek ve onları söylemek ayrı bir anlamdı. Bir geziye çıkarak dünyadaki en güzel yeri keşf etmeyi kendine amaçlamak ise tümüyle başka bir anlamdı. Doktor olarak onlarca insanı kurtaracağına inanmakta bir anlamdı. Dünyayı değiştirerek film çekmek için yönetmen olmakta bir anlamdı. Anlamlı olan yüzlerce şey vardı.

Ama bunların hiçbirini yapmayan kişilerin anlamı yok muydu? Sadece kendini kurtarmak için yaşayan insanlar, sadece sevdiği kişiyi ya da arkadaşının hayatını kurtarmak için yaşayanlar, dünyaya bir iz bırakmayı isteyemeyen ve bilakis kendini ondan saklayan insanların anlamları ne olacaktı?

Kendi kabuğunda dönüp duran ve küçük dünyasında yaşayan insanların anlamları olamaz mıydı ki?

Ben her zaman yaşamak için hayatımızın bir anlamı olması gerektiğini düşünmüştüm.

Ben her zaman bir şeylerin bir anlamı olduğuna inanmıştım.

Ama farkediyorum da, yaşamak için hayatımızın bir anlama mı ihtiyacı vardı?

Yoktu ki.

Sessizliğe boyun eğmiş yarım saatin ardından Çağan dizlerimin altından ve belimden tutarak ayağa kalktığında düşmemek için kollarımı boynuna sıkıca dolamıştım. Sessizce yürüyerek beni yavaşça yatağa bıraktı.

"İstersen seninle uyuyabilirim." diyerek sorduğunda bunu gerçekten istediğini anlamıştım.

Fakat yatakta dönerek ona arkamı çevirdim ve pencereni aydınlatan ay ışığını izlemeye başladım.

"İstemiyorum."

Çağan'ın şaşırdığına emindim. Çünkü bu eve geldiğimden beri sürekli onunla uyumak için kafasını şişirip durmuştum. Ama şimdi istemiyordum. Bu kadar kirliyken ruhum onun bedeniyle uyumak istemiyordum.

Arkamdan gelen tıkırtıları duydum. Bu tıkırtılar kapıyı kapatma ve odadan çıkmasına ait değildi, bu tıkırtılar hemen yatağın yanına çökerek oturmasına aitti.

Nefes alışlarını duyabiliyordum.

O an, aldığı nefesleri komodinin üzerinde duran telefonuma kaydetmek istedim. Bunu yapamayacak kadar tükenmiş olduğumu anladığımdaysa yastığıma sıkıca sarılmakla yetindim. Keşke ondan bir hatıra olarak adımlarını ve nefeslerini istediğim zaman şarkı gibi dinleyebilseydim.

Bir rüya gördüm.

Uyanınca tekrar tekrar geri yattım. Çünkü rüyamda seni görmüştüm. Aptaldım, görülen rüyanın bir daha görülemeyeceğini bilmiyordum işte.

"Youme'nle bir kez karşılaştın," diye mırıldandığını duydum. Sesi düşünceliydi. "Ama hâlâ hayattasın. Buna neyin neden olduğunu bulmaya çalışıyordum. Sanırım anladım."

"Çünkü Youme'yle aramda duygusal bağım var." dedim sakin bir sesle onu yanıtlayarak. "Bu yüzden de sen zarar görüyorsun."

Konuşmak için aldığı nefesten yine bir şeyler söyleyeceğini anladım ama ondan önce davranarak konuşmaya devam ettim.

"Meran birisiyle bir bağım olduğu için senin zarar gördüğünü söylemişti bana. Çok düşündüm. Eğer bahs ettiği bağ bir insanla olsaydı ve sen bu yüzden acı çekseydin bu çok saçma olurdu. Anlattığı bağın bir Gardiyanla ya da Youme'yle olabileceği ihtimalleri kaldı elimde. Youme'yle bir kez karşılaştığımı göz önünde bulundurursak, o ihtimal daha mantıklıydı."

Kısa bir sessizlik.

"Bu doğru ama seni hayatta tutan sebep o değil. Youme'yle ait olduğu insanın arasında olan bağ, o insanı yarı Youme yapar. Sen, bu yüzden hâlâ hayattasın. Yarı Youme olduğun için."

"Yarı Youme mi?" diye kısık bir sesle sordum.

"Yarı Youme." Ve beni şaşırtan o cümle çıktı dudaklarından. "İntihar eden arkadaşın da senin ait olduğun insandı. Onu buldun ve o muhtemelen seni öldürdü. Ama insanlarla Youme'ler arasındaki savaşta insan kendisiyle savaştığı için aslında kendisini öldürmüş oldu."

Yatakta doğruldum. Bu söyledikleri zihnimdeki taşları yerine oturtuyordu. Sadece tek bir soru vardı. Bütün soruları solduran ve ezen tek bir soru; Benim Youme'm kimdi?

"Bu çok saçma," diye fısıldadım yerde oturarak sırtını yatağın bacağına yaslayan ona bakarak.

"Gerçekler hep saçmadır zaten," Güldü. "Yalanlara inanmak gerçeklere inanmaktan daha kolaydır."

Farkı farkta arayamazdın. Farklı olmayanın ne olduğunu bulmalıydın önce, farkın ne olduğunu anlayabilmek için.

"Peki sen bu bağ yüzünden ölecek misin?" diye dudaklarımı acıtan bir sesle sordum.

Cevap vermedi. Bu beni daha da endişelendirdi.

"Sen gerçekten ölecek misin?" diye tekrardan sordum.

Cevap yine gelmedi. O cevap o gece asla gelmedi. Oysaki beklediğim tek şey oydu. Daha fazla hiçbir şey söylemeden tekrardan yatağa uzandım ve ona arkamı dönerek yastığıma sıkıca sarıldım. Acı, vardı. Her tarafta.

Her şey bittiğinde sen de beni bırakacaktın.

"Çağan Eflah hep mutlu anılarımızda," diye oldukça kısık ve yorgun bir sesle fısıldadım.

Çağan Eflah, hep mutlu anılarımda.

Weiterlesen

Das wird dir gefallen

372K 24K 24
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
1.1M 16K 39
Aşık olduğu adamın evleneceğini öğrenen Mavi, çareyi en yakın kız arkadaşında bulur. Düğüne kısa bir süre kala acilen bir plan yapmaları gerekmektedi...
25.6M 909K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...
369K 18.3K 72
4 arkadaşın numara komşuları üzerine iddiaya girmeleriyle başlar her şey... Argo, küfür vs. içerir!!!