Arıza tespit

By BookGanstas

1M 54.5K 6.2K

Gümüş rengindeki gözleri beni ilgiyle süzerken, "Neden tamircilik?" diye bir soru yöneltti. Birkaç saniye öl... More

👉1. Akü
👉2. Tamirci Kız🔧
👉3. Yüzleşme
👉4. Sözleşme📃
👉5. Yavuz
👉6. Yeni iş
👉7. Baskın
👉8. Tamirhane🛠
👉9. İş tulumu
👉10. Le petit palais🍽
👉11. Arkanlar
👉12. Arabaya bin🚘
👉13. Yangın🔥
👉14. Kısır
👉15. Tapu📄
👉16. Garaj
👉17. İmza✍
👉18. Game over☠
👉19. Açıklama
👉20. Emre
👉21. Bar🔮
👉22. Küçük oyun🤝
👉23. Tanışma🙋
👉24. Benimlesin
👉25. Sırılsıklam âşık💕
👉26. Gece ve gündüz
👉27. Aşk mı illüzyon mu❓
👉28. Kutu kutu pense💃
👉29. Ne hissetmeliyim❓
👉30. Söz
👉31. Sarışın kaplan🐯
👉32. Saf mısın❓
👉33. Kaç kaç🏃
👉35. Paintball🔴
👉36. Paintpall🔵
👉37. Tabu
👉38. Belçıka çikolatası🍫
👉39. Aylin nerede❓
👉40. Çok güzelsin
👉41. Psycho🔫
👉42. Bırakma beni
👉43. Zıt kutuplar
👉44. Günaydın prenses👸
👉45. Çiçek💐
👉46. Uyuyalım💤
Yeni hikaye!
👉47. Korkak
👉48. Origami
👉49. Kaslı prenses
👉50. Şekerli mısır
👉51. Küçük prens
👉52. Sen kimsin❓
👉53. Sana aşığım💗
👉54. Sıyah gerbera
👉55. Masal🏰
👉56. Saat 12🕛
👉57. Korkuyorum sevmekten
👉58. Teslim ol
👉59. Biberli buluşma
👉60. Krep🥞
👉61. Seni seviyorum🖤
👉62. Kavga
👉63. Umut
👉64. Sevimsiz
👉65. Aile
👉66. Bana aşık mısın❓
👉67. Güzel bir gün🎀
👉68. Gelecekten bir gün - SON
Özel bölüm

👉34. Merak ediyorum

13.7K 738 148
By BookGanstas

Zillere basıp kaçma fikrime bir türlü ikna edememiştim onu. "Ya sen kaç yaşındasın?" demişti bana.

"İnsanın içindeki çocuk diye bir şey var, sen ne yaptın ya o çocuğa?" diye sorduğumda ise, "İcabına baktım," diye karşılık vermişti sadece.

Itiraf etmem gerelirse buna pek ikna olmamıştım. Acaba bay mükemmel neler saklıyordu derinlerde?

Yürürken şöyle bir baştan aşağı süzünce onu aslında baya uzun olduğunu fark ettim. "Boyun kaç senin?" diye soruvermiş bulundum sonra birden.

Yüzünde beliren hayret çok da şaşırtıcı değildi. Ne alaka yani değil mi. Boyun kaç senin nedir acaba. Sana ne bundan.

"Hayır, ona göre taktik belirleyeceğim ondan sordum..." diye ekledim toparlarcasına. Yoksa merak ettiğimden değil yani.

Ne merak etcem.

Alaycı gülümsemesi çok fazla bekletmedi kendini. "Sence?" Ne bileyim ben. Ben seni mi inceliyorum da boyunu tahmin edeceğim. 1,86? Doksan yoktur. Var mıdır? Ben hiç tahmin edemem ki böyle şeyleri. Ben insanların yaşını bile hiç tahmin edemem. "Seksenaltı?"

Dudakları biraz daha kıvrıldı. Al işte. Ben bilemem demiştim ama. "O taktik olmaz tamirci kız, tekrar hesaplamak zorunda kalacaksın."

Gözlerimi devirdim. Aman sakın söyleme zaten. "Devlet sırrı ya çünkü..." diye söylenirken ileride gözüken arabaya doğru yürümeye devam ettim.

"Seksensekiz!" diye seslendi arkamdan. Yaklaşmışım ama. İki santim. Seksensekiz. Hm. Evet baya varmış. Yürümeye devam ettim. Bana boyunu söyledi diye ona teşekkür edecek değilim sonuçta. "Yetmişiki!" diye tekrar seslenince olduğum yere çakılı kaldım.

Yavaşça ona doğru dönerken yüzümü ifadesiz tutmaya çalışıyordum. Tamamen dönüp gözlerimi ona diktiğimde başını hafifçe yana yatırdı. "Değil mi?"

Değil demeyi çok isterdim aslında. Nereden bilebilirdi ki bunu? "Sen nasıl...?" Önemsemez bir tavırla omuz silkti. "Sadece tahmin ettim." İnsan bunu nasıl santimine kadar tahmin edebilir ki? Gerçekten sadece tahmin mi etmişti? Ne gözmüş arkadaş. Hayır, ben de tahmin etmiştim ama 2 santimle ıskaladım.

Şüpheli bakışlarımı çekmedim. Sadece bakarak boyumu tahmin edebilmesi imkânsız değil mi? "Peki kaç kilosun?" Kaşlarım alayla kalktı. "Naapcan? Vücut kitle endeksimi mi hesaplayacaksın?" "Sadece merak ettim..."

"Çok kibarsın gerçekten. Kadınlara yaşları ve kiloları sorulmaz, bunu bilmiyor musun?" Sinir bozucu ukala gülümsemesi biraz daha büyürken, "Kibar olduğumu öne sürmedim ki..." dedi açıklarcasına.

"Hm, sorun değil, zaten ben de kibar olduğunu hiç düşünmemiştim. Buna göre ikimiz de zararda değiliz."

Bu konuda da anlaştığımıza göre artık devam edebiliriz. Yine yürümeye devam ettiğim sırada yine seslendi arkamdan. "Kırkaltı?"

Kaşlarım çatılırken omzumun üstünden 'yok deve' bakışı attım. 1,72 boyunda birinin kırkaltı kilo olma ihtimaline biz anoreksi diyoruz. Zayıflık ve hastalık arasında bir fark var.

"Kırk?" dedi bunu üzerinde. Ben de dayanmayıp, "Yok otuz beş!" dedim alayla. Arkamdan güldüğünü duydum. Sonra bana yetişip, "Ben biliyorum aslında ama şimdi kabalık yapmayayım..." dedi kendinden emin ve gizemli bir şekilde. Gözlerimi devirdim.

Hi, tabi biliyorsundur...

Ukala.

Nereden bilecekse? Biliyor mudur ya?

Elimi arabanın kapısına attığımda bana baktığını hissettim ve gözlerimi kaldırdım. Sorarcasına bir bakış attım. "Aç mısın?" diye sorarken gözlerinde hala eğlence parıltıları vardı.

Düşündüm. O kadar adrenalinden sonra yemeğe hayır demezdim herhalde. "Hadi gel," dedi sanki aklımdan geçenleri anlamış gibi. Sokağın devamında karşı tarafta kafe tarzı yerler vardı. Bu defa tereddütsüz düştüm peşine demek ki baya açım.

Yan yana kafelere doğru yürürken yan yan beni süzdüğünü fark ettim. Sanki bir şeyler sormak istiyor da, soramıyor gibi. Ve bu şekilde kıvranması, ne sormak istediğini bilmek istemediğimi hissettiriyordu bana. Çünkü o Zeyd Arkan, kolay kolay bir şeyler için kıvranmaz.

Derken kafelerin birinin önünde durdu. Şöyle bir göz gezdirdim. En azından kasıntı değildi bu defa. Gayet normal, onun gibi insanların pek bulunmayacağı ama benim gibi insanların gideceği türden.

Bildiğin normal sıradan bir yer işte ama Arkan soyadı için fazla sıradan. Buna rağmen sanki onu tanıyor gibiydiler. "Sizi yukarı alalım, her zamanki yer?" diye sordular ve Zeyd başıyla onay verdi. Her zamanki yer?

Demek ki sık sık geliyordu. Ve gerçekten de nereye gelmesi gerektiğini biliyormuş. Yukarı çıktığımızda çatı misali yer denize bakıyordu. Kafeyle denizin arasında biraz mesafe olmasına rağmen, yukarı kısımdan sanki denize bitişikmiş gibi bir görüntüsü vardı.

Deniz kokusu ve deniz manzarası ikilisi muhteşemdi. Korkulukların yanında en köşedeki masaya oturduk karşılıklı. Bir an garip hissettim, onunla böyle karşılıklı oturmak, arkadaşça.

Dalgalanan denize diktim gözümü, sonuz mavi, oturup saatlerce izlenecek bir güzellik. Uzunca bir sessizlikten sonra ona döndüğümde bana bakıyordu. "Güzelmiş burası. Sık sık gelir misin?" "Aylin'le geliriz genelde." "Abi kardeş mekânı diyorsun."

O sırada menüleri getirdiler. Garson gittiğinde açtığım menünün üzerinden ona bir bakış attım. "En azından bu defa menüye Fransız kalmadım," dedim alayla. "Sen her defasında durumu gayet iyi kurtarıyorsun. Yine garsonla flört etme ama bozuşuruz," deyince sinirim tepeme fırladı. "Ya sen...! Ben kimseyle flört etmedim," dedim dişlerimi sıkarak. "Hm orada olmasam bu çıkısına inanacağım."

Masadaki kürdanlardan fırlattım ona. "Beni delirtme Arkan!" Bir dakika. Kürdan ne alaka ya? Et restoranına geldik sanki. Kafede masalara kürdan koymak nedir? Her neyse iyi olmuş aslında, işime yaradı. Ona tuzluk fırlatamam ama kürdan iyidir, kürdan fırlatılır. Olmadı kürdanla gözünü de oyabilirim. Kürdanla çareler tükenmez.

"Atma." Elini kürdanlardan korunmak için havaya kaldırdı. "Ya çocuk musun sen. Atma şunları." "Antin kuntin ithamlarda bulunma sen de." Kızgın bakışlarımı diktim yüzüne. "O zaman söyle bakalım, iki numara neymiş?" dediğinde kaşlarımı çattım. "Hi? Ne numarası?" "Ölmeden önce yapılacaklar listesinden iki numara?"

Bu listeyi nereden anmıştım ben ya. Her ne kadar sesi ilgili de olsa özelime girilmiş gibi hissediyordum resmen.

Beklentili bakışlarına boş boş karşılık verirken sorusuna cevap verip vermemek arasında gidip geliyordum. Eğer bir damla alay olsa asla söylemezdim ama gerçekten merak ediyor gibiydi ve bu beni tereddüt ettiriyordu.

"Dalış yapmak. Ama denizde. Böyle tam balıkların içinde." Tek kaşını kaldırdı. "Korkmayacak mısın?" Omuz silktim. "İnşallah korkmam," dedim umursamazca.

"Dur şimdi sıralıyorum. Uçak sürmek istiyorsun, denizde dalış yapmak istiyorsun ve paraşütle atlamak istiyorsun, sonra sana adrenalin bağımlısı olduğunu söyleyince bana kızıyorsun." Göz devirdim. "Ne var ya, bence gayet normal şeyler, birçok insan yapıyor bunları," diyerek karşı çıktım. "Devam et." "Bir de atış yapmak var..."

"Ah hayır, bu fazlasıyla tehlikeli, sana silah kullanmayı öğretmek? Yok artık." Ona öldürücü bir bakış attım. "Cidden mesela bu şekilde bakarken elinde silah olduğunu düşünmek bile istemiyorum." Yapmacık bir dehşetle kafasını salladı.

"Abartmasan mı acaba?" "Başka? Listenin devamı var mı?" Olumsuz anlamda kafamı salladım. "Şimdilik bu kadar."

"Allahtan, senin kafanda dönen tilkilerle çok daha fenasında olabilirdi." "İlle de bir laf atacağım diyorsun yani?" Gülümsedi, ukala ve kibirli ama yine de sıcak bir gülümseme. Bununla pek sık karşılaşmadığımı fark ettim. "Hep beni soruyorsun, biraz da sen anlat," dedim. Düşünceli ve şaşkın bakışlarını bana dikti. "Ne öğrenmek istiyorsun mesela?"

"Hm. Boş zamanlarda ne yaparsın mesela? Buradan göründüğün kadar ruhsuz bir insan mısın merak ediyorum." Kaşlarını çattı.

Ben ne güzel şeyler söylüyorum yine.

"Oradan bakınca ruhsuz mu görünüyorum?" "Yani. Genelde. Çoğu zaman. Hani her zaman demeyim şimdi, her zaman olsa sen zaten ruhsuz biri olurdun ve benim de sormama gerek kalmazdı. Yani bazen ruhun varmış gibi oluyor ondan sordum acaba var mı yok mu diye..."

Daha fazla saçmalamadan sustum. Daha fazlası kalmış mıydı onu bilmiyorum gerçi...

Hayır o öyle mi sorulur acaba? "Anladım. Alya," dedi hem gülmek ister gibi hem de 'ne diyon sen ya' arasında bir yerdeydi. "Yalnız soru biraz garip oldu, şimdi sen bana ruhumu mu soruyorsun, yoksa sadece hobilerimi mi?"

"Hobilerin var yani?" diyerek durumu biraz olsun düzeltmeye çalıştım. Alaycı bir tavırla bir süre baktı gözlerime. "Fotojenik misin?" diye sordu sonra.

Sorusu kaşlarımı çatmama neden olunca, "Ne alaka, anlamadım?" dedim garipseyerek. "Fotoğraf çekiyorum," dediğinde gözlerim irileşti. Buna şaşırmıştım işte. Onu fotoğraf çekerken hayal etmeye çalıştım.

Bence fotoğraf çekmek ince bir iş. Detaycı. Odak isteyen. Estetik.

Kesinlikle ruhsuz birinin yapacağı bir şey değil. Bir yandan hiç yakıştıramasam da diğer yandan net bir şekilde canlanmıştı kafamda. Yüzündeki mağrur ifadeyle elinde bir fotoğraf makinesi, karşısında seksi uzun bacaklı bir model.

Oha bir dakika.

Model derken? Yok artık... Model falan yok. Çiçek böcektir en fazla. Profesyonel değil ya bu adam.

Ama uzun bacaklı seksi modelleri objektiflerine yakalayabilmek için profesyonel olması gerekmiyor. Sıraya girmiş beklediklerine eminim.

O sert ve mağrur bakışları çevreleyen bebeksi kirpiklerle, keskin yüz hatlarıyla, karizmasıyla, kendine güveniyle, hiç olmadı adıyla kolayca modelleri tavlayabilirdi.

Hop. Tavlamak nerden çıktı ya, fotoğraf çekmekten bahsediyorum ben burada. Hem bana ne ya, neyi çekerse çeksin...

Gözümün önünde şaklayan parmaklarla sıçradım. "Hi?" "Ne oldu ya, daldın gittin?" Dehşetle ona baktım.

"Bilinçaltımın bana oynadığı korkunç oyunlardan dolayı iç sesimle tartışıyordum ama hallettim galiba. Kontrol hala bende." Bana garip olduğumu düşündüğünü söyleyen bir şekilde bakıyordu.

"Bilinçaltının sana oynadığı oyunlardan dolayı iç sesinle tartışıyordun?" Tamam. Sesli söyleyince gerçekten garipmiş.

Şirince sırıttım. "Oluyor öyle bazen, iç sesimle çok anlaşamıyoruz..." Ben ne yapıyorum acaba. Konuştukça batıyor muyum? Hep o iç ses yok mu. Onun ben bir ara icabına bakacağım.

Bana bakışıyla sanki gülücükler fırlayacaktı gözlerinden. Haklı. Komik duruma ben düşürdüm kendimi. "Tanıdık gelemedi pek. Ben iç sesimle çok iyi anlaşırım."

Ona ne şüphe. Bay mükemmel. "Nasıl yapıyorsun ya onu? Sadece benim iç sesim mi haddini bilmez, çokbilmiş, geniş fantezili ve biraz manyak?"

"İstersen konuşabilirim," dediğinde gülerek başımı iki yana salladım. İç sesimle onu konuşturmak. Evet rezil olmak istediğim bir gün bunu yapabiliriz. Kesinlikle.

"Neyse. Ne çekiyorsun?" diyerek konuyu değiştirdim. "Aslında insanların doğal halini çekmekten hoşlanıyorum. Ama doğal insan pek bulunmadığı için daha çok tarihi eserlere yoğunlaştım." Gözlerinde bir parıltı vardı bunları anlatırken. Sonra kafasını yana doğru eğip dikkatle yüzüme baktı. Gözleri yüz hatlarımı tarıyordu sanki. "Seni çekiyim mi bir gün?"

Hayretle kaşlarımı kaldırdım. Uzun bacaklı seksi modellerin soyu mu tükendi ki?

Gerçi simdi doğruya doğru, benim de bacaklarım kısa sayılmaz...

"Tarihi eser olacak kadar çok yaşamadım aslında," diyerek şakaya vurdum. Gözlerini hala yüzümden ayırmamıştı ve artık bakışları huzursuz olmama neden oluyordu. Rahatsızca kıpırdandım.

Gözlerindeki dikkat bir sanatçının eseri baktığı cinstendi. Benim resimlerimi çekmek? Bu eylemde eser ben oluyordum değil mi? O yüzden mi böyle bakıyor? Bakışları bile rahatsız ederken ben fotoğraf çekinebileceğimi hiç sanmıyorum. Zaten kabul edeceğimden değil de.

"Güzelsin," dedi düşünceli ses tonuyla.

Gözleri gözlerimi buldu. Yutkundum. Güzelsin. Bunu o kadar umursamaz söylemişti ki garip hissettim. Güzel bir şey söylemişti ama öyle laf arasında. Önemsiz bir şeymiş gibi. Diğer yandan önemli bulması daha tuhaf olurdu değil mi.

"Doğalsın." Gümüş gözlerini gözlerime kenetlemişti. Ben az önceki bakışlarından mı rahatsız olmuştum? Bu bakışların yanında onlar hiçbir şeydi. Sanki bakışlarıyla delip geçmeye çalışıyordu. Hatta belki kafamın içini bile görebiliyordu, öyle bir bakıştı. Birçok şey vardı orada ama ne olduğunu anlamam imkânsızdı.

Derin bir nefes alıp içimde tuttum sonra zorlukla gözlerimi kaçırdım. Hala önümde açık duran menüyü hatırladım. İlerde seçim yapmamızı bekleyen garsonu gördüm. Ve hiçbir şey söylememiş gibi davranmaya karar verdim.

Menüyü karıştırmaya başladığımda bakışlarını hala üzerimde hissedebiliyordum. Bir daha asla onunla yemek yememe kararı aldım. O gün restoranda da bana böyle bakmıştı. Öküzün trene baktığı gibi.

Gözüm seçeneklerin üzerinde dolanırken hiç de beynime ulaşmıyordu o seçenekler. Eğer bana bakmayı kesmezse ulaşmayacaktı da. Sonunda gözlerini indirdi ve rahat bir nefes aldım. Benim gibi o da dikkatini menüye vermişti.

"Çektiğin resimleri ne yapıyorsun?" diye sordum gözlerimi menüden ayırmadan. "Kayda değer olanları basıyorum. Birçoğu çöp zaten. 100 tane çekiyorsan sadece üç veya dört tanesi kabul edilebilir oluyor, o da şansım varsa."

"Hiç öyle düşünmemiştim. Sadece üç dört tane çekiyorsundur sanmıştım. Görmek isterim bir gün..." dedim menünün üzerinden ona bakarak. "Seni çekmeme izin verirsen gösteririm," dediğinde bakışlarımı tekrar menüme indirdim.

Neden bu kadar ısrar ediyordu? Bu benim yapabileceğim bir şey değil. "Eski makinelerim var. Onlarla çektiklerimi basmak bir ayrı oluyor." "Onları da mı kendin basıyorsun?" diye sordum ilgiyle tekrar bakışlarım onu bulduğunda.

Başını olumlu anlamda sallayınca gözlerim irileşti. "Karanlık odan mı var senin?" "Hm." Gerçekten bir hobiydi yani. Öyle zaman öldürmek için değil de, sevdiği için yapıyordu.

"Evinde mi?" Israrlı merakıma güldü. "Evet." Gözlerimin parladığına eminim. Belki de teklifini tekrar düşünmeliydim. Alt tarafı iki fotoğraf çekecek.

İki değil, yüz diye karşı çıktı iç sesim. Kesinlikle sabırlı biri değilim, doğal olarak bu çektiği fotoğraflara yansıyacak, dolayısıyla çekmekten vaz geçecek ama ben karşılığında çektiği resimlere ve belki karanlık odasına bakabilirim. Gayet cazip.

"Karar verdin mi?" Bir an fotoğraf meselesini kast ediyor sandım ama sonra yemeği kast ettiğini anladım. Menüyü kapatıp, "Aman söyle bir şeyler," dedim. Zaten bir türlü konsantre olamadım şu menüye.

Önündeki menüyü kapattığında bekleyen garson bize doğru yaklaştı. "Seçiminizi yaptınız mı efendim." "Sen bize her zamankinden getir iki tane." dedi Zeyd ona hiç bakmadan. Hayır insan konuştuğu kişinin yüzüne bakmaz mı hiç, sonra da bana flörtleşiyorsun diyor.

"Yalnız yarım saat menüye baktıktan sonra her zamankinden isteyince ayıp oldu biraz." Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastım.

"Senin garsonlara zaafın mı var?" Sinirle kaşlarımı çattım. "Bak yine aynını yapıyorsun. Sadece senin aksine bende insanlık var," dedim.

Hiç etkilenmemiş bir tavırla arkasına yaslandı. "Bana hakkında kimsenin bilmediği bir şey söylesene." "Neden yapıyım öyle bir şeyi?" "Sana yardım ettiğim için."

"Anlamadım ne söyleyebilirim ki?" "Sadece seni iyi tanıyan birinin bilebileceği bir şey bilmek istiyorum." "Ya öyle bir şey yoksa?" "İllaki vardır."

Tereddüt. Bugün zaten çok fazla açık vermiştim. Buna devam etmeli miyim? Ona istediğini vermekte bir sakınca var mı yok mu kestiremiyordum. Vereceğim cevap bana karşı kullanabileceği bir şey olmasa da söyleyip söylememek konusunda emin olamıyordum.

Bana yardım etmişti ve şimdi karşılığını bekliyordu. Bu verebileceğim bir şey. Sadece bir cevap. Ama ne kadar önemsiz ve basit bir şey olsa da benim özelimdi. Sadece beni iyi tanıyan birinin bilebileceği bir şey. Bana özel bir şey.

Başını salladım. "Sanırım söylemek istemiyorum." Elini başparmağı ve işaret parmağı arasında küçük bir mesafe bırakarak gösterdi. "Minicik bir şey?" Kafasını eğmiş şeker bekleyen bir çocuk gibi bakıyordu. "Neden?"

"Seni sen yapan bir şey bilmek istiyorum. Kim olduğunu, nasıl biri olduğunu merak ediyorum." "Neden?" "Çünkü ilgi çekici bir insansın."

Çünkü ilgi çekici bir insansın. Bu tam olarak ne anlama geliyor? Sanki özellikle kafamı karıştırmak için yapıyor. İlgi çekici bir insan. Bu iyi bir şey miydi? Bu ilgisini çektiğim anlamına mı geliyor? Ne şekilde mesela.

"Tamam." Düşünmek yerine ona istediğini verecektim. Çünkü düşündükçe daha çok kafam karışıyordu.

"Sadece minicik bir şey," dedim pazarlık edercesine. Başıyla onayladığında, "Kar kürelerine zaafım var," dedim öylesine bir şey söyper gibi.

"Kar küreleri? Tanrım artık söylediğin şeylere şaşırmamalıyım." Öne doğru eğilip dirseğimi masaya koydum, sonra çenemi üzerine yasladım. "Allaana, kar küresine neden şaşırasın ki?" O da öne doğru eğildi. "Kar küreleri güzeldir tamam, ama sen zaaftan bahsediyorsun."

"Hepsi değil ama. Bazısına kar küresi denemez bile, içine iki üç tane pul atıyorlar. Kar küresi dediğin bol karlı olacak." Aklıma en sevdiğim kar kürem gelince hayran hayran gülümsedim.

"Böyle ters çevirince karlar bütün yüzeyi kaplayacak. Sonra yavaş yavaş aşağı doğru süzülecek ve içindeki şeyi ortaya çıkaracak." Lafımı bitirdiğimde bana garip bakıyordu. "Ne? Neden öyle bakıyorsun?" diye sordum kuşkuyla.

"Bir eşyadan bahsederken bu kadar hayranlığı ilk sende görüyorum. Neden zaaf dediğini şu an anlıyorum." Yanaklarımı şişirdim. Tam olarak ne demem gerektiğini bilmiyorum. Sonra omuz silktim.

"Kar küreleri..." diye mırıldandı kendi kendine. "Galiba hiç elimde kar küresi tutmuşluğum bile yok. Canlısını gördüm mü onu bile bilmiyorum," dedi düşünceli bir tavırla.

"On iki parçalık bir koleksiyonum var," dedim. Kesinlikle Sultan Ahmet kar kürem koleksiyonun en nadide parçasıydı. Bol karlı. En bi sevdiğim.

"Ciddi mi? Ne işine yarıyor peki?" "Ters çevirip kar yağdırıyorum ve huzur buluyorum." "O kadar kolay huzur bulabilmen güzel bir şey."

O kadar basit olduğunu sanmıyorum ama neyse.

"E başka?" Yalnız bu iyi alıştı böyle. Birazdan eski günlüklerimi falan isteyecek diye çok korkuyorum.

Allahtan eski günlüğüm yok.

Yeni de yok.

Yani genel olarak günlük tutmuşluğum yok.

"Ne başka. Minicik bir şey dedin söyledim işte. Artık gerisi karşılıklı."

"Peki." Ben ona şaşkınca bakarken o gayet memnun ve kendinden emin görünüyordu. Hayır, ne söyleyecekti ki bana. Bankada ne kadar parası olduğuna karşılık beni ben yapan şeyler? Garajındaki arabalarına karşılık benim fobilerim? Evindeki tablolara karşılık benim hayallerim?

Hayır. Yok öyle bir dünya.

"O zaman soruyorum," dediğinde alt dudağımı ısırdım. "Cevap alacağına söz veremem," dedim kararsızca. "O zaman basit başlayalım. En sevdiğin renk?"

Renk? Bu kolaymış. "Siyah," dedim kararlılıkla. "Siyah?" diye tekrarlayınca başımla onayladığımda, "Teknik olarak siyah..." diye başladı, "Renk değildir biliyorum," diye tamamladım bıkkınlıkla.

"İnsan hiçbir zaman bir rengin bütün tonlarını sevemez değil mi? Deniz mavisi? Çimen yeşili? Hepsi birer ton, tıpkı siyah gibi."

"Doğru," diye kabullendi. "Ama siyahı sevmek nedir ya? Kapkara, simsiyah. Acıyı sevmek gibi."

Hayde. Şimdi de acıyı sevmek olur mu ya bağladı işi. Fon müzik olarak arkadan çalsak ya bunu.

🎵Acıyı sevmek olur mu? Hani hayat bir oyundu? Artık içime sinmiyor.🎵

Evet, çok güzel. Tek eksiğimiz fon müzikti. Onu da tamamladık şükür.

"Siyah iyidir. Detayları gizler. Siyah demek asalet demek. Zariftir bir kere. Ağırbaşlıdır. Kibar ve şık."

"Hala renkten bahsediyoruz değil mi? Ben fark etmeden başka bir şeye mi geçtik?" Gözlerimi devirdim. "Ne var ya, ben sevdim mi öyle severim."

"Ondan zor seviyorsun demek ki." Kaşlarımı çattım. "Zor seviyorsun derken?" diye sordum şüpheyle. "Öyle, varsayım..." dediğinde sesi yine umursamazdı. Bu umursamazlığı hep garip şeyler söylediğinde ortaya çıkıyor. Sanki bir şeyler saklamak ister gibi ifadesizleşiyor sesi.

"Sen söyle," dediğimde hiç tereddüt etmeden. "Gün batımı," dedi. "Gün batımı tek bir renkten ibaret değil ki," dediğimde bana 'hadi canım' bakışı attı.

"O yüzden ben de sarı, turuncu veya mor demedim. Gün batımı dedim." "Tamam ya ne kızıyon," dedim gülerek. "Aptal," derken başını iki yana salladı. "Bak burada hala kurdan var," dedim tehditkârca. Gerçi gülerken ne kadar tehditkâr olunabildiği muamma.

"En sevdiğin çiçek?" "En sevdiğim çiçek: gerbera çiçeği," diye cevapladım. "Ya senin?" "Papatya."

Papatya?

Bu ilginç bir cevap. En çok papatyayı sevmesi. Oysa papatya basit bir çiçek. Yani ne bileyim ona hiç yakıştıramadım nedense.

"Ben aslında sana başka bir şey sormak istiyorum." İşte. Ta restorana girmeden söylemek için kıvrandığı meseleye geldik sonunda. Bütün bu soru cevap oyununu sırf oraya gelebilmek için yapmadıysa ben de ne olayım.

Gözlerinde ne alay kalmıştı ne de eğlence, sadece ciddiyet vardı. Ciddiyetten nefret ederim. Ciddiyet hep zor konuşmalar getirir beraberinde.

Cevap vermediğimde sessizlik uzadı. Gerginlik vücudumu esir aldı. Neydi bu kadar zorlandığı?

*****

Zeyd

Cevabını bilmek istemediğim şeyler sormalı mıydım bilmiyorum...

Ya istediğim cevabı verirse?

"Üzgün müsün?" diye sordum pat diye. "Biraz önce yaptığımız şey için üzgün müsün?" Gözlerim karamel gözleri bulduğunda anlamayan bir bakışla karşılaştım.

"Anlamadım," dedi yavaşça. Sana aptal olduğunu söylediğimde bana kızıyorsun ama tamirci kız. "Biraz önce sözlünü yolladık. Yani artık sözlü değilsin, bu seni üzmedi mi? Hayal kırıklığı? Gerçi yüzüğü takmıyorsun ama..."

Son söylediklerimle gözlerim ellerinde takılı kalmıştı. İnce uzun zarif parmakları boştu.

"Yine de geleceğe dair bir takım hayaller kurmuşsundur. Sonuçta önemli bir adım atmıştın."

'Ben sevdim mi öyle severim' demişti az önce. Bir kar küresinden, onu da geçtim bir renkten bile hayranlıkla bahsedebiliyordu. O adamla sözlenmişti. Böylece bitmesinin onda hiçbir etki bırakmadığını düşünemezdim.

Âşık olmadığını söylemişti ama yine de canı yanmış mıdır? Bunu düşününce o adamın öyle elini kolunu sallaya sallaya gitmesine izin verdiğim için kendime kızdım.

En azından ağzını burnunu dağıtıp öyle gönderebilirdim. O da sırf Alya'nın hatırı için. Şöyle sağlam iki yumruk atsaydım bari. Hatta belki tekneyi geri çağırmalıydım. Onu bir güzel benzetirdim.

Elimi yumruk yaptım. Eğer Alya'nın canı yandıysa, gittikleri yerde de bulurdum ben onu.

"Bilmem," derken sessizce, düşünceli ve temkinli bakıyordu. "Üzgün değilsin yani? Üzgün olsan bunu bilirdin herhalde," dedim ben de tereddütle.

"Sana dürüst olayım mı? Sadece üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi hissediyorum."

Buna bu kadar sevinmem doğru mu acaba? Üzerinden bir yük kalkmıştı. Yani hiçbir şekilde o adama bağlanmamıştı. Bu iyi.

Bu çok iyi.

"Ben galiba o fikre hiç alışamamıştım. Ayrıca yüzüğü de geri verdim. Sordun diye söylüyorum."

Aferin çok iyi olmuş.

Ben sana alırım, istediğin yüzük olsun.

"Hayaller?" Omuz silkti. "Hayal kurmuş gibi bir halim var mı?" "Ben demiştim sana aşk olmadan olmaz diye." "Mesele o değil ki..." diye başladı. "Her neyse ya. Tekrar oralara girmeyelim hiç," dedi sonra. Öylece kapattı konuyu. Ama ben kapatmıyordum.

Aşk diye bir şey yok öyle mi?

Seni bu sözleri söylediğine pişman edeceğim ben. Aşk neymiş göreceksin. Bana öyle bir âşık olacaksın ki, bir zamanlar o sözleri söylediğine inanamayacaksın.

Hazır ol tamirci kız. Kalbin benim için atana kadar durmayacağım.

Ben istediğimi alırım. Ve ihtimalleri hiç sevmem. Benim olacaksın! Karar verilmiştir.

Bu sırada garson siparişlerimizi getirdi. "İki tane Ayvalık tostu ve meyve suyu. Afiyet olsun efendim." Garson gidince Alya alaycı bakışlarını bana dikti. "E bu bildiğimiz tost..?" "Sen ne bekliyordun ki?" "Istakoz? Kaz ciğeri? Kurbağa bacağı?"

"Onlarla karın mı doyar?" "Doymuyor mu? Ben de zengin karnı doyuyor sanıyordum." "Senin karnın doymaz..." dedim. Masadaki kürdan kutusunu aldım. "Şunu da alayım ben, öyle ortada durmasın."

"Sen masayı komple topla bence, benim sağım solum belli olmaz. Ne de olsa az önce bana şişman dedin." "Ne? Kim demiş? Ne demiş?" deyince şaşırmış gibi yaparak, "Pislik," diyerek karşılık verdi o da.

"Peki söyle bakalım. Şu an dünyanın neresinde olmak isterdin?" diye sordum. "Hm. Ölmeden önce gidilecek ülkeler listesi..." dediğinde ona inanamayarak baktım. "Şaka...?" Güldü ve, "Sadece yüz ifadene gülüyorum şaka falan değil," dedi. "Bir de bence artık ağzını kapat. O kadar şaşırmanı gerektirecek bir şey söylemedim."

Şaka mı yapıyor bu kız? Ölmeden önce yapılacaklar listesi tamam da bir de ölmeden önce gidilecekler listesi mi yapmış? "Say," dediğimde alaycı bir bakışla karşılık verdi. "Emredersin." "Saysana kızım." "Çarparım."

Çarptın bile, ah bir bilsen.

"Önce sen söyle." Ben zaten olmak istediğim yerdeyim. Ne söyleyebilirim ki. "Şu an gitmek istediğim bir yer yok." "Gitmek istediğim yerlere gittim bile diyeceksin ona." "Ne istiyorsan onu de."

"Nerelere gittin?" "İtalya, Belçika, Fransa, Almanya..." "Kısaca Avrupa desene ya ona." Göz devirdim. "Şimdi ben Belçika'da okudum. Zaten Fransa, Almanya ve Hollanda komşu ülke. E Belçika'da küçük ülke olunca kolayca komşuda bulabiliyorsun kendini."

"Valla komşuyu bilmem, ben çikolatasını duydum." "Çok yerinde bir duyum olmuş. Efsanedir." "Yalnız senin sözüne de güven olmaz şimdi. Bir tattırman lazım."

"Bak bak, taktiğe bak. Şu anda benden Belçika çikolatası koparmaya mı çalışıyorsun?" "Yok canım. Onu da nereden çıkardın." Tek kaşımı kaldırarak bakınca, "Tamam hadi devam et," diyerek geçiştirdi.

Belçika çikolatası. Yazdım bunu kenara.

"Amerika, Yunanistan ve Endonezya," diyerek tamamladım. "Sıra sende," dedim direk arkasına.

Şu ölmeden önce gidilecek ülkeler listesi beni baya meraklandırdı. "Estonya, İskoçya, Norveç, Hırvatistan, Danimarka ve Tayland."

Estonya?

Estonya diye ülke mi var bizim dünyamızda? Yoksa uzaydan falan mı bahsediyor. "Baltık devletleri. Estonya onlardan bir tanesi," dediğinde çatık kaşlarımla ona baktım.

Aklımı mı okumuştu o?

"İskandinav ülkelerinin biraz altında. Coğrafyan biraz zayıf göründü gözüme, ondan açıkladım."

"Neden? Neden sen de herkes gibi Roma'ya, ne bileyim Paris'e değil de, hiç duyulmadık yerlere gitmek istiyorsun? Estonya nedir ya? Görecek ne var ki orada?"

"Görmek isteyene her yerde görecek bir şeyler vardır. Hele keşif edilmemiş yerlerde daha çok şey vardır emin ol. Bu güne kadar fark ettiğim bir şey varsa, o da herkesin yaptığı, herkesin gördüğü, herkesin gittiği, herkesin okuduğu, herkesin sevdiği şeyler benlik değil.

Yanlış anlama, sıradışı olmaya çalışmıyorum. Sadece asıl kimsenin görmediği, bilmediği şeyleri merak ediyorum. Mesela en çok satan listesine giren kitapları hiç sevememişimdir. Bazen dayanamıyorum, herkes beğendiyse iyidir diyorum ama hep hayal kırıklığı oluyor.

Artık ben duyulmadık kitaplar okuyorum. Efsane filmlerden hiç keyif alamam. O yüzden düşünüyorum da, sürü sürü insanların gezdiği bir ülke, turistlere yaranmak için aslını unutan insanlar, ülkenin cevherlerini ekonomiye çeviren düzen. Yok hiç tarzım değil."

"Doğa?" "Doğa... Uzaktan. Yani doğa güzeldir. Ağaç, dağ, taş, bayır, ama çok uzun değil. Ben daha çok ülkenin tarihi, kültürü, insanların yaşam tarzı, ne bileyim ülkenin kendine özgü yapısı, o gibi şeyler..."

"Sessizlik?" Başını iki yana salladı. "Sessizliği sevmem. Sessizlikte insan kendini dinlemek zorunda kalır, doğayla baş başayken insan kendini dinlemek zorunda kalır. Yapmacık ortamlarda da insan kendini dinlemek zorunda kalır."

"İnsan bazen kendini dinlemeli. Ne istiyorum. Neden istiyorum. İstediğime ulaşmak için ne yapmalıyım... Neden kendini dinlemekten bu kadar korkuyorsun ki?" dediğimde bakışlarını kaçırdı.

Karamel rengi güzel gözlerini denize dikti. "Çünkü kendini dinlediğinde suçluluk hissediyorsun," diye devam ettim. "Elinde olmayan bir şeye hissettiğin suçluluk yüzünden mi kendini dinlemiyorsun? Bu çok saçma."

Hala bana bakmayı reddetse de gerildiğini görebiliyorum. Çenesi gergindi. Denize bakan gözleri baktığı şeyi görmüyordu. Dalgın.

Söylediklerime sinirlendiğine eminim ama yine de bunları bilmesi gerekiyordu. "Neden susuyorsun?" "Bunun şimdi ne yeri ne zamanı." Gözlerini hala denizden almamıştı ve sesi ifadesizdi.

"Belki de tam yeri ve zamanıdır ama insanı değildir. Sen yine yardıma ihtiyacın olunca çalarsın kapımı." Bu defa bakışları bana döndü. Bomboş baktı suratıma.

Sanki söylediklerim onun içindeki her şeyi bir kutuya kapatmasını sağlamıştı. "Senin derdin ne?" "Ben neyim senin için? İşin düştüğünde kolayca halledebilecek zengin çocuk mu? Bu kadar mı?"

Güzel güzel konuşurken neden konu buralara gelmişti. Tam onu tanımaya başlarken. Mantığını biraz olsun anlayabilirken. Onun o yarattığı küçük dünyaya uyum sağlamayı öğrenmeye başlamışken neden gerilmiştik yine?

"Ne olmak istersin Zeyd, sen bana onu söylesene. Ne olmak istiyorsun? Benden ne söylememi istiyorsun? Kimsenin bilmediği şeyler biliyorsun ama bu seni sırdaşım yapmaz. İnan elimden gelse hepsini tek tek silerim hafızandan. Benden önüme gelenle oturup hayallerimi korkularımı konuşmamı bekleme. Bunu sakın yapma.

Bir şekilde sana bazı şeyler anlatmamı sağladın, bunu nasıl yaptın bilmiyorum. Ama hakkımda her şeyi bildiğini sanma. Bu konuştuklarımız, o listeler, ülkeler bunlara gerçekten inandığımı mı düşünüyorsun? Bunların hiçbirinin gerçekleşmeyeceğini ben çok iyi biliyorum. Saçma sapan şeyler olduğunu da biliyorum.

Beni tanımaya mı çalışıyorsun, bunu başaramazsın. Ben bile kendimi tanımıyorken, neyi neden yaptığımı bilmiyorken sen nerden bilebilirsin ki?"

Sert bakışlarını gözlerime dikmişti ama ifadesiz ve boş bakıyordu. Kahretsin bu boş bakışlardan nefret ediyordum. Beni böyle dışlamasından nefret ediyordum. Bana herhangi biriymişim gibi davranmasından.

Ama dur bir dakika. Ben zaten herhangi biriyim değil mi. 'Sen Arkan'sın, senin için çocuk oyuncağı'.

İşte ben bu yüzden buradaydım. Teknem olduğu için. Arkan olduğum için. Bu kadar. Bir gram fazlası yok. Yok işte.

Yok. Yok. Yok.

Baksana bomboş bakışlarına. 'Beni tanımaya mı çalışıyorsun, bunu başaramazsın'.

Neden?

Bana kendini bu kadar kapatmasan tanırım belki de. Belki de kendini bu kadar hafife almaman gerektiğini gösterebilirim sana. Ne kadar değerli olduğunu fark etmeni sağlayabilirim.

'İnan elimden gelse hepsini tek tek silerim hafızandan.'

İşte bu sözler canımı yakmıştı. Ben benimle bir şeyler paylaşmasına sevinirken o bundan rahatsız mı oluyordu yani? Bakışlarımı ondan çektim. Arkama yaslandım ve manzaraya baktım.

Sessizlik uzadı.

Gergin bir sessizlik.

Derin bir nefes aldı. "Tamam. Özür dilerim. Bana yardım etmek zorunda değildin. Ettiğin içinde sana minnettarım, gerçekten. Ama..." derken sözünü kestim.

"Ama haddimi aştım. Bir daha olmaz."

Kaşlarını çattı ve sonra hafifçe başını salladı. Sanki seçtiğim kelimelerden hoşlanmamıştı. Ama sonuç buydu. Bana söylediği şey buydu.

Haddini aşma.

*****

Yow🙋

Bugün hiç uzatamaycağım...

Komik vote sayımıza da değinmeyeceğim.

En iyisi gideyim ben🚶

Çemkirella'dan sevgiler🍀🖤

Continue Reading

You'll Also Like

Buz By gece__

Teen Fiction

323K 11.2K 43
Amerika'da araba hırsızlığı yapan bir kız. Türkiye'ye döner ve düşmanıyla karşılaşırsa; Neler mi olur? " Buz " gibi bir kızın hikâyesi.
5.4M 289K 30
!Acemi bir dille yazılmıştır! Sarhoş olduğu gece bir adamla birlikte olan Kayra, sabah uyandığında kendini tanımadığı bir adamla bulur. Evden apar t...
68.3K 27K 52
Asker, vatan; aşk ... kitabıdır.🌾❤️ 🌾"Ben, seni acılarım yüreğimi döverken tanıdım." dedi kadın, öfkeli bir ses tonuyla . Adamı, uzun bir sessizlik...
3.5M 127K 70
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum... "1 yıl, sadece 1 yıl sonra burdan herkesin seni bir ölü olarak...