Uğultulu Tepeler

De ClassicsTR

54.8K 3K 631

İngiltere'de XIX. yüzyılın ikinci yarısı, "Victoria Dönemi" olarak adlandırılan bu dönem, orta sınıfın yüksel... Mais

I
II
III
IV
v
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII
XIV
XV
XVII
XVIII
XIX
XX
XXI
XXII
XXIII
XXIV
XXV
XXVI
XXVII
XXVIII
XXIX
XXX
XXXI
XXXII
XXXIII
XXXIV

XVI

794 73 13
De ClassicsTR

O gece on iki sularında, Uğultulu Tepeler'de tanışmış olduğunuz Catherine dünyaya geldi. Bu bir erken doğumdu. Yedi aylık ancak vardı, sıska, çelimsiz bir şeydi... Doğum gerçekleşeli iki saat olmadan da hanımı kaybettik. Kadıncağız kendine gelemeden vefat etti. Ölmeden önceki o son dakikalarında bilinci o kadar zayıftı ki, ne Heathcliff'in yokluğunu fark etti, ne de Edgar'ı tanıyabildi. Bu kayıp, Edgar'ın yıkımı oldu. Adamcağız öyle büyük bir üzüntü duydu ki, anlatması bile bana derin bir hüzün verir. Ancak onun bu acısının ne kadar derinlere işlediği, asıl sonradan belli oldu. Bana kalırsa felaketin büyüğü, adamcağızın vârisi olmayışıydı. O çelimsiz, öksüz yavruya her bakışımda bunu hatırlamaktan kendimi alamıyor, her aklıma geldiğinde oturup ağlıyor, bir taraftan da malını mülkünü oğlunun kızına bırakacağına, kendi kızına bıraktığı için, yaşlı Linton'a kızıyordum. Aslına bakarsanız, yaşlı Linton'ı bu davranışından ötürü de suçlayamazdım, çünkü bu, haklı nedenleri olan bir kayırmaydı. Bu arada olan, benim garibime olmuştu. Zavallı yavrucakla kimsenin ilgilendiği yoktu. Çocuk gözlerini daha dünyaya yeni açmışken, ağlaya ağlaya çatlasa kimse dönüp bakmayacaktı. Elbette sonradan, hak ettiği ilgiye kavuştu, ama bu dünyadaki ilk günleri, ne yazık ki böylesine kötü oldu. Yapayalnız başladığı hayatı öyle de sona erecek gibi görünüyor ya, neyse.

Ertesi sabah dışardaki parlak, aydınlık hava, sessiz odanın panjurları arasından süzülerek, yatağın içinde yatan bedeni tatlı, hafif bir ışıkla aydınlattı. Edgar Linton başını yastığa koymuş, gözlerini yummuştu. Adamın o gencecik, güzel yüzü öyle bir hal almıştı ki, yanında uzanan ölüden bir farkı kalmamıştı. Bu iki yüzü birbirinden ayıran tek şey, birinin acıdan bitkin düşmüş, diğerinin ise dingin ve huzurlu olmasıydı. Catherine'in alnı pürüzsüz, gözleri ise kapalıydı. Yüzünde hoş bir gülümseme vardı. İnsan yüzüne baktığında, hiçbir meleğin ondan daha güzel olamayacağına inanırdı. Onun bu sonsuz sessizliği benim de benliğimi sardı. Tanrısal huzur bu olsa gerekti. Baktıkça gönlüme daha önce hiç tatmadığım bir huzur, o güne kadar tanımadığım kutsal bir hava yayılıyordu. Onun daha birkaç saat önce söylediği sözleri, elimde olmadan tekrarladım: "Bizlerden, ölçülemeyecek kadar ötelerde, yükseklerde! İster hâlâ yeryüzünde, ister göklere çıkmış olsun, onun ruhu, Tanrı katında rahat edecektir."

Bilmiyorum yalnız ben mi böyleyim, ama bir ölünün odasında beklerken, eğer yanımda yas tutup ağlayan biri yoksa, çoğunlukla içimi bir mutluluk doldurur. O odada, ne dünyanın, ne de ahiretin bozamayacağı huzuru görür; sonsuz, gölgesiz ahiretin güvenliğini; hayatın sonsuz, aşkın sınırsız olduğu bu sonsuz güvenliği hissederim. O gün ayrıca Catherine'in bu hayırlı kurtuluşu karşısında Bay Linton'ın duyduğu korkunç acıyı da gördüm ve onunki gibi bir sevgide bile ne çok bencillik bulunduğunu anladım. Bir de aklıma şöyle bir şey takıldı: Kendi bildiğini okuyan, huysuzluk ve kaprisleriyle çevresine huzursuzluk veren Catherine, acaba böyle bir huzura kavuşmayı hak ediyor muydu? Evet, soğukkanlılıkla düşündüğünde insan şüphelenebilir. Ama elbette onun cenazesiyle karşı karşıya bulunduğu sırada değil. Bir defa Catherine'in ölüsüne baktığınızda, görünüşüyle o, sükûna erdiğini anlatmakta; bir zamanlar taşıdığı ruhun da aynı sükûna kavuştuğuna tanıklık etmekteydi.

Siz, bu gibi insanların öbür dünyada mutluluğa erdiklerine inanır mısınız efendim? Doğrusu, bunu öğrenebilmek için çok şeyler verirdim.

Bayan Dean'in, bana göre dine aykırı olan bu sorusuna cevap vermedim. O da şöyle devam etti:

Catherine Linton'ın hayatını inceleyecek olursak, korkarım ki, böyle bir mutluluğa erebileceğini söylememiz doğru olmaz. Neyse, en iyisi onu Tanrı'ya bırakalım.

Bey uyuyor gibiydi. Ben de güneş doğduktan hemen sonra odadan dışarıya, biraz temiz hava almaya çıktım. Hizmetçiler, uzun süren cenaze nöbetinin ardından uyuşukluğu gidermek için dışarı çıktığımı sanmışlardı. Oysa benim asıl düşüncem Bay Heathcliff'i görmekti. Eğer bütün gece kara çamların altında kalmışsa, Grange'de olup bitenleri duymamış demekti. Yalnız Gimmerton'a gönderilen habercinin atının nal seslerini işitmiş olabilirdi. Eğer eve daha yakın bir yerde durmuşsa, odadan odaya dolaşan mum ışıklarından, dış kapıların sık sık açılıp kapanmasından içerde işlerin hiç de iyi gitmediğini anlamış olacaktı. Kendisini bulmak istiyor, bir yandan da korkuyordum. Kötü haberin verilmesi gerektiğini biliyor, bu işi bir an önce halledip kurtulmayı istiyordum, ama nasıl yapacağımı bir türlü bilemiyordum. Evet, işte orada, daha doğrusu koruluğun birkaç metre içinde, kocaman bir dişbudak ağacına yaslanmış duruyordu, başı açıktı. Tomurcuklu dallardan damlayan çiylerle saçları sırılsıklam olmuştu. Uzun süredir öyle durduğu belliydi. Çünkü bir iki adım ötesinde durmadan gidip gelerek yuvalarını yapmaya çalışan bir çift ardıç kuşu hiç istiflerini bozmadan işlerine devam ediyorlardı; belli ki Heathcliff'i de bir ağaç kütüğü sanıyorlardı. Ben oraya doğru yaklaşınca, kuşlar havalanıp kaçtılar, o da gözlerini yerden kaldırdı.

"Öldü," dedi. "Bunu öğrenmek için gelmeni beklemedim... Burnunu çekiştirip durma karşımda. Tanrı hepinizin cezasını versin. Hiçbirinizin gözyaşına ihtiyacı yok onun!"

Ben, hanım için olduğu kadar, kendisi için de ağlıyordum. Hem başkaları, hem de kendilerine karşı duygusuz olan kimselere acırdım. Daha yüzüne bakar bakmaz felaketi duyduğunu anlamıştım. Gözlerini yere dikip, dudaklarını kıpırdatışından da, budalaca bir düşünceyle, yüreğinin yumuşayıp dua ettiğini sanmıştım.

Hıçkırıklarımı tuttum, gözlerimi kuruladım, "Evet öldü!" dedim. "Umarım cennete gitmiştir. Umarım, bizler de aklımızı başımıza alır, kötü davranışlarımızı bırakıp, doğru yola gireriz de ona cennette kavuşuruz!"

Heathcliff, dudak büker gibi yaptı, "Demek o, daha önceden aklını başına almıştı, öyle mi?" diye sordu. "Bir evliya gibi mi öldü? Her şeyi olduğu gibi anlat, hadi. Nasıl?.."

Adını söyleyecekti ama, dili varmadı; dudaklarını sıktı, içini yakan acıyı sessizce yatıştırmaya çalışıyor, bu arada derdine ortak olmak isteyişime de, yırtıcı bakışlarını yüzüme dikerek meydan okurcasına engel oluyordu. "Nasıl öldü?" diye sözünü tamamladı. Dayanıklı bir adam olmasına rağmen, sırtını yaslayacak bir ağacın bulunmasına memnun olmuştu. Ayrıca kendisini ne kadar tutmak isterse istesin, bütün vücudu titremekteydi.

"Zavallı budala!" diye düşündüm. "Senin de diğer insanlar gibi bir kalbin, onlar gibi sinirlerin var! Bunu ne diye gizlemeye çabalıyorsun? Gururun, Tanrı'yı da kandıramaz ya! Ne diye O'nu, sana 'Aman!' dedirtinceye kadar kızdırıp, kışkırtıyorsun?"

Yüksek sesle, "Bir kuzu gibi sessizce!" dedim. "Bir bebek gibi uykusundan uyanır, sonra yeniden dalar gibi, içini çekti, gerindi; beş dakika sonra yüreciğinde bir küçük atış daha duydum, hepsi bu kadar!"

"Peki... Benim adımı andı mı?" diye sordu. Bunu duraksayarak, sanki duymaya dayanamayacağı şeylerin söz konusu edilmesinden korkuyormuş gibi sormuştu.

"Bir daha kendine gelmedi; siz yanından ayrıldıktan sonra kimseyi tanıyamaz olmuştu," dedim. "Şimdi yüzünde tatlı bir gülümsemeyle yatıyor. Son anlarında bile o eski mutlu günlerini anımsadı. Hayatı tatlı bir düşle sona erdi... Umarım öbür dünyada da o kadar güzel uyanır!"

Heathcliff tutamadığı bir heyecan nöbeti içinde ayağını yere vurup, korkunç bir öfkeyle, "Umarım cehennemde uyanır!" diye bağırdı. "Sonuna kadar yalan söyledi! Nerede şimdi? Orada değil... Cennette değil... Yok olmuş değil... Nerede? Ah, senin çektiklerin hiç umurumda değil, demiştin! Benim de bir tek duam var; dilim tutuluncaya kadar tekrarlayacağım bir dua... Catherine Earnshaw, dilerim ki ben yaşadıkça rahat yüzü göremeyesin! 'Beni sen öldürdün,' demiştin, öyleyse peşimi bırakma! Öldürülenler, öldürenlerin peşlerini hiçbir zaman bırakmazlar sanırım. Yeryüzünde dolaşan hayaletler olduğunu biliyorum. Sen de hep yanımda ol... Dilediğin kılığa gir... Çıldırt beni! Ama seni bulamadığım şu uçurumun karanlığında bırakma! Hey ulu Tanrım! Anlatılır gibi değil bu! Ben cansız nasıl yaşarım! Ruhsuz nasıl yaşarım!"

Başını ağacın budaklı gövdesine vurdu. Sonra gözlerini yukarı kaldırarak ulumaya başladı; sanki bir insan değil, mızraklarla, kamalarla yaralanmış can çekişen, yırtıcı bir hayvandı. Ağacın orasında burasında bir yığın kan lekesi vardı, alnıyla elleri de kana bulanmıştı. Biraz önce gördüğüm sahne, gece boyunca yaşanan sahnelerin bir tekrarı olsa gerekti. Doğrusu, pek acımadım... sadece ürktüm. Bir de onu bu halde bırakıp gitmeye gönlüm razı olmadı. Ama o, kendisini izlediğimi fark edecek kadar kendine gelip de, gök gürler gibi bir sesle defolmamı emredince, dediğini yaptım. Çünkü, benim yatıştırma ya da avutma becerilerimin yeterli olmayacağı bir haldeydi.

Bayan Linton'ın cenaze töreni, ölümünden sonraki cuma günü yapılacak; o güne kadar da açık tabutu çiçekler, kokulu yapraklarla süslenmiş olarak büyük salonda duracaktı.

Linton, gece gündüz oradan ayrılmıyor, gözünü bile kapamadan tabutu bekliyordu. Benden başka kimsenin bilmediği bir şey de, Heathcliff'in bütün gecelerini, durup dinlenmeden evin çevresinde geçirdiğiydi. Onunla görüşememiştim, ama fırsat bulur bulmaz içeriye girmeyi tasarladığını biliyordum. Derken, salı günü ortalık karardıktan az sonra, Bey yorgunluktan bir iki saat odasına çekilmek zorunda kalınca, gidip pencerelerden birini açtım. Gösterdiği bağlılığa dayanamamıştım. Taptığı kadının solgun hayaline veda etmesi için bir fırsat verecektim. Bu fırsatı kaçırmadı. Çok dikkatli hareket etti ve içerde çok kısa bir süre kaldı. Kendisini ele verecek en küçük bir gürültü çıkarmamıştı. Oraya girip çıktığını ben bile, ancak, ölünün yüzünü çevreleyen tülün kırışmış olmasından; bir de gümüş bir telle bağlanmış bir tutam sarı saçı yerde görüp, elime alıp inceleyince, Catherine'in boynundaki madalyonun çıkarılmış olmasından anladım. Heathcliff, madalyonu açmış, içindekini yere atmış, onun yerine kendi siyah saçından bir bukle koymuştu. Ben her iki saçı da birbirine sararak madalyonun içine yerleştirdim.

Bay Earnshaw, kız kardeşinin cenaze törenine davet edildi; ama gelmediği gibi, gelemeyeceğini de bildirmedi. Bu yüzden cenaze töreni sırasında akraba olarak bir tek kocası bulundu. Geri kalanlar ise, kiracılarla hizmetçilerdi. Isabella davet edilmemişti.

Catherine'in, ne Linton'ların kilise içindeki oyma anıtlı aile mezarlığına, ne de kendi akrabalarının yanına gömülmeyişine bütün köylüler şaşıp kaldılar. Onu, mezarlığın köşesinde, yeşil bir çayıra gömdüler. Burada duvar öylesine alçaktı ki, öbür yanda bulunan fundalarla böğürtlenler duvarı aşıp mezarı örtmüşlerdi. Kocası da şimdi aynı yerde yatıyor. Mezarlarını belli etmek için, ikisinin de başucunda dikili sade bir taş, ayakuçlarında da dümdüz kara bir taş parçası var.

Continue lendo

Você também vai gostar

158K 4.2K 14
Hep başkalarının istediği gibi yaşayan Raif Efendi, memnuniyetsiz hayatının tek bir anıyla değiştiğine şahit olacaktır: Maria Puder isminde bir kadın...
745 62 7
Bakır Atlı, Aleksandr Puşkin'in üç uzun şiirinden; Bahçesaray Çeşmesi, Çingeneler, Bakır Atlı, üç acıklı hikayeden oluşmaktadır. Yayınevi: Cumhuriye...
54.8K 3K 34
İngiltere'de XIX. yüzyılın ikinci yarısı, "Victoria Dönemi" olarak adlandırılan bu dönem, orta sınıfın yükselişini, gösterişli yaşamların moda oluşun...
25.3K 4.7K 29
"Bu aşk seni yaşatırken beni öldürdü." texting.