Mürekkep Kokunu İçime Çektim...

By ofluoglumert

20.5K 2.9K 2.5K

Hayatının en zor döneminden geçen Irmak, bir gün bir kitap alıp okumaya başlar ve her şey değişir. /// Genç b... More

tanıtım
1
2
3
4
5
6
7
8
...
9
10
11 / kalp narin bir yaratıktır
12
13
14
Yeni bölüm ne zaman?
TUHAF DERGİ'NİN YENİ SAYISINDA HİKAYEM VAR!
16 / lirik sevgilim
Bundan sonra Atlas'a ne olacak?
17
18
19 / sarmaşıklar doladı kalbimi (büyük final... mi?)
YAZMAK ÜZERİNE...
MÜREKKEP KOKUNU İÇİME ÇEKTİM (BÖLÜM ÖZETLERİ)

15 / şüphe açmış çiçek

571 87 57
By ofluoglumert

Yaklaşık iki bölüm uzunluğunda bir bölüm sizleri bekliyor. Çok heyecanlı. Ve bölümün sonunda şarkıyı dinlemeyi unutmayın. Bu bölüme yaklaşık 50 oy ve 250 satır arası yorum geldiği an yeni bölüm kapınızda! Çünkü onu da yazdım ve sizlerle paylaşmamak için kendimi zor tutuyorum. Ve heyecanın, şokların ve beklenmedik gelişmelerin devamı da yolda! Haydi hemen bölüme geçelim, her bir cümleyle ilgili yorumlarınızı merakla bekliyorum!

Şüphe açmış çiçek. 

"Çiçek şüphe açıyorsa tohumundan, şüpheyle büyüyorsa verdiğiniz sudan, şüphe içinde soluyorsa bakmayı bilmediğinizdendir."

Bölüm şarkısı: Bea Miller - Burning Bridges 

BİR TERSLİK OLDUĞUNU biliyordu.

Anne son zamanlarda eskisi gibi davranmıyor ve gülümsemiyordu.

O, gördüğü en güzel insandı. Hala çok güzeldi ama artık zayıflamış, solmuş ve kurumuştu. Evet, hikayelerini yazdığı defterin yaprakları arasına sakladığı papatya kadar kurumuştu anne.

Sonunda her şeyi öğrendi. Baba onları kenara çekip, annenin nesi olduğunu anlattı. O da babayı pür dikkat dinleyip anlamaya çalıştı. Anne hastalanmıştı. Bu zor bir süreç olacaktı. Ve babanın dediğine göre, bu süreçte çocuklarının onu üzmemesi, ona anlayış göstermesi gerekiyordu.

"Artık eskisi gibi banyodan sonra seni bornozuna sarıp giydiremeyebilir," dedi baba.

Önce anlamadı.

Ama sonra babanın eve getirdiği ve "doktor bey" diye hitap ettiği gözlüklü bir adamla konuşmasını duydu. Neden artık annenin mis kokulu, güzel ve akıllı küçük oğlu olmadığını, annenin neden saçlarını okşayıp taramadığını ve neden ona eskisi gibi bakmadığını sonunda anlamıştı.

Annesini elinden kimin aldığını artık biliyordu.

*

Kapı zili çaldığında Atlas daktilosunun başına oturalı henüz beş dakika bile olmamıştı. Her zamanki gibi yarı çıplaktı ve şimdi küllük niyetine kullandığı eski bir tabakta az önce vişneli bir kek yemişti. Ama kapıyı açmaya giderken rahatsız edildiği için hiç de oflayıp puflamadı, kimin geldiğini biliyordu.

"Selam," dedi Irmak kapı açıldığında, Atlas'ın çıplak bedenini aşağıdan yukarı süzerek.

"Selam..."

"Tamam, belki de benim yüzsüz bir kız olduğumu düşünüyorsundur," diye itiraf etti Irmak. "Beni orada öylece bırakıp gittin ama bak işte, ben yine senin kapına geldim. Tabii sana da kızmıyorum, Necati'nin geldiğini görüp gittin, değil mi?"

"Necati mi? O orada mıydı?"

"Evet? Görmedin mi?"

"Yoo..."

"O zaman niye kaçarcasına gittin Atlas?"

"Irmak... Ah... Ben bilmiyorum..."

"Bilmiyorsun demek, öyle mi? Boş ver. Artık çok da normal biri olmadığını anladım," diyen Irmak, içeri girip kapıyı arkasından kapattıktan sonra hiçbir şey demeden onu öpmeye başladı. Yirmi dakika sonra Atlas'ın yatağında yan yana uzanmış, derin derin soluyorlardı. Irmak, parmağını Atlas'ın göbek deliğinde ve daktilo tuşları şeklindeki dövmelerinin üstünde gezdirerek belli belirsiz bir şarkı mırıldanıyordu. Atlas'sa gözlerini kapatmıştı, Irmak onun bedenine her bir dokunuşunun ona nasıl keyif verdiğini görebiliyordu. Sonra Irmak başını onun göğsüne yasladı, Atlas gelecekleriyle ilgili sevgi dolu bir şeyler söyledi. Ses tonunda ne bir yapaylık ne de bir mecburiyet vardı. Irmak o sözlerin ağzından değil, kalbinden çıktığını biliyordu. Atlas onu, o da Atlas'ı özlemişti. Bu kadar basitti. Dışarıda yağmur azalıyordu. Güzel bir akşam olacağı belliydi.

Irmak başını göğsünden kaldırıp ona baktı. "Hafta sonu seni bizimkilerle tanıştırmak istiyorum, ne dersin?"

Atlas hemen cevap vermedi. Düşünüp bunun ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyor gibiydi.

"Annemle kardeşimi kastediyorum yani..." dedi Irmak. "Ama eğer istemezsen, yani henüz erken falan dersen, tabii ki bunu anlarım."

"Yoo," dedi sonunda. "Ben de onları merak ediyorum."

"Harika."

Sonra sessizlik oldu ve Atlas bir sigara yaktı. Irmak bir şey demedi ama rahatsız olduğunu belli edercesine ona hafifçe sırtını döndü.

"Ah, affedersin, unutmuşum. Kahrolası evde balkon namına hiçbir şey de yok." Irmak, onun sigarayı söndüreceğini sandı ama Atlas dudağına sıkıştırdı, üstüne aldığı yorganla yatak odasının penceresine ilerleyip camı açtı ve orada içmeye başladı.

Pencerenin açılmasıyla birlikte odaya soğuk hava doldu. Bir süre boş boş arkasından bakan Irmak, Atlas'ın sigarayı bir an önce bitirmek için hiç de aceleci davranmadığını, dahası çatının birine konan kuşları izlemeye başladığını görünce, sonunda yataktan kalktı. Üstüne alıştığı üzere onun ropdöşambırını geçirdi ve tembel adımlarla mutfağa doğru ilerledi. Susamıştı, raftan cam bir kupa alıp kendine su doldurdu.

Birden, çok tuhaf şeyler düşünmeye başladı. O an salonu ve evin geri kalanını ilk kez alıcı gözüyle inceliyordu. Bunu neden ancak şimdi fark ettiğini bilmiyordu ama, Atlas oraya, bu eve ait değilmiş gibi görünüyordu. Bir yanda lüks abajurlar, iki sütunun arasında sallanan hamak ve mermer mutfak tezgahı, bir yanda ruhu yaralı, kendini yazmaya adamış, daktilo başındaki Atlas Siyah... Bu iki resimde birbiriyle örtüşmeyen bir şeyler var gibiydi. Sanki ev ve Atlas birbirlerine yamayla tutturulmaya çalışılmış gibiydi, ama Irmak bunun başarısız bir yama olduğunu artık görebiliyordu. Evet, Atlas bu modern döşenmiş evin içinde son derece iğreti duruyordu. O gittikten sonra Atlas'ı o kocaman yatakta tek başına hayal edemiyordu. Sanki Atlas bu evin içinde hep o varken vardı, o gittiğinde yokmuş gibiydi.

Şimdi düşündükçe aklına geliyordu: Aslında bu hisse, Atlas'la ilk kez birlikte olduğu gecenin sabahında, mutfağa gidip de onu tezgahın başında kahvaltı hazırlarken bulduğunda da kapılmıştı. O an Atlas orada adeta kendisine verilen görevi yerine getiren bir figüran gibi duruyordu. Ama sonra bu his Irmak'ın aklından uçup gitmişti. Ya da üstüne düşünmeye kafa yormak hiç aklına gelmemişti, buna vakit bulamamıştı. Ama şimdi tekrar düşünüyordu. Atlas sanki bu eve ait değilmiş gibiydi. O tam bunları düşündüğü sırada, "Seni bekliyorum, gelmiyor musun?" diye seslendi Atlas içeriden.

"Geliyorum," dedi Irmak çabucak ve mutfağa, salona son bir kez göz attı. Belki de, her zamanki gibi, seyrinde giden işlerin içinde bir bityeniği arama huyu yeniden yakasına yapışmıştı. Sonunda kendi kendine omuz silkip boş verdi. Yolunda giden bir ilişkiyi kendi kafasından uydurduğu kuruntularla yıpratmak istemiyordu. Elindeki bardağı lavabonun içine bırakıp mutlu adımlarla yatak odasına gitti. On saniye sonra Atlas'ın kolları arasındaki yerini aldığında, az önce kapıldığı şüpheyi ve ucu açık soruları çoktan unutmuştu.


Saat akşamın onunu bulmuştu ve ikindi vaktinden bu yana zamanı yatakta geçirmişlerdi. Yalnızca bir ara evdeki malzemelerle karınlarını doyurmak, ekmek kızartıp gül reçeliyle yemek için kalkmışlardı o kadar. Irmak o gece orada kalacaktı.

"Sana göstermek istediğim bir yer var," dedi Atlas heyecanla. Yastığı başının arkasında ikiye kıvırıp yatak başlığına yaslanırken söylemişti bunu.

"Şimdi mi?" Göz ucuyla saate bakan Irmak şaşırmıştı.

Atlas hevesle başını salladı.

"Çok yorgunum," diye mızıldandı Irmak. "Artık uyusak olmaz mı?"

Ama Atlas bir anda yataktan fırladı ve üstünü giyinmeye başladı.

"N'apıyorsun?"

"Haydi kalk, seni bir yere götüreceğim."

"Bu saatte nereye gideceğiz Atlas?"

"Sürpriz."

"Ya istemiyorsam?"

"İsteyeceksin. Bunu biliyorum."

Irmak biraz gönülsüz de olsa yataktan kalktı ama Atlas'a aniden enerji veren şeyin ne olduğunu merak da etmeye başlamıştı. Atlas odanın bir duvarını boydan boya kaplayan gardırobun kapaklarını açarak üstüne bir şeyler seçerken, Irmak dikkatle izliyordu. Onun omzunun arkasından görebildiği kadarıyla askılıkta envaiçeşit gömlek, dizleri yırtık kot pantolonlar, sweatshirt'ler ve incecik tişörtler sallanıyordu. Bu biraz garibine gitti çünkü bunlar, özellikle de yırtık kot pantolonlar, pek de Atlas'ın giyeceği tarzda şeyler değildi. Hatta onun bir keresinde "Ben asla kot pantolon giymem" dediğini bile hatırlıyordu sanki, ama bundan çok da emin olamadı. Beş dakika sonra dışarı çıktıklarında, üstündekilerin Atlas'ın tarzı olmadığına kesinlikle yemin edebilirdi ama bununla ilgili ağzını açıp tek kelime etmekten özellikle kaçındı.

Şehrin o bölgesinde cumartesi akşamı sokaklar tenhaydı. Motosiklete bindiler, oysa Irmak yürüme mesafesinde bir yere gidip döneceklerini sanmıştı. Ama aslında bu dert değildi çünkü önemli olan birlikte bir yolda gidebiliyor olmaktı. Belli ki Atlas'ın canı macera istiyordu ve Irmak da ona zevkle ayak uyduracaktı.

Ama şehir merkezini geride bırakıp Atlas'ı daha önce Necati'yle birlikte gördüğü ormanlık alana doğru gittiklerini fark edince ister istemez huzursuz oldu. Orman gece gece gitmek için pek de uygun bir yer değildi ve bu konuda Atlas'ın da kendisiyle hemfikir olacağını tahmin ediyordu.

"Atlas nereye gidiyoruz?" diye sordu ama cevap alamadı. Belki de duymamıştı. Sözlerini tekrarladı. Atlas bu sefer duymuştu, ama cevap vermedi. Irmak korkuyor muydu? Hayır... Belli ki aklında bir şeyler olan Atlas'a güveniyordu. Yaklaşık yarım saat sonra saat on biri geçmiş, Irmak artık iyice yorulmuştu ama yolun sonunda kendisini neyin beklediğini bilmemek gözlerinin kapanmasını engelliyordu. Nihayet Atlas motosikleti ormanın girişinde park etti. Ormanın içi karanlık ve soğuktu. Atlas telefonunun fenerini açtı ve önlerine çıkan kurumuş dalları eze eze yürümeye başladılar. Belli belirsiz bir sis de vardı. Etraf gecenin o saatinde korku filmi setlerini andırıyordu. Irmak Atlas'a o kadar yakın yürüyordu ki, omuzları birbirine değiyordu. Atlas'ı santimi santimine takip etti ve tepelerinden sarkan ağaç dallarının, ardında ne olduğunu asla bilmediği ağaçların önünden geçtiler. Uzaklarda bir yerde bir köpek havlayınca Irmak dakikalardan beri içinde tuttuğu çığlığı koyverdi.

"Hey, sakin ol," dedi Atlas gülmeye başlayarak.

"Buraya beni gündüz de getirebilirdin, değil mi?" dedi Irmak, sinirleri bozulmuş bir şekilde. Ama Atlas cevap verme zahmetine bile girmedi. Zaten ondan ne cevap bekliyordu ki? Atlas o kadar güzel ve iyi, karakteri o kadar dalgalı ve tuhaftı ki.

Gecikmiş yanıt dakikalar sonra geldi. "Gece burada kalacağız. Burayı gündüz de dilediğin gibi görebileceksin." Hoş, bunu kendisinin dediği şeye karşılık olarak söylediğini bile başta anlamadı Irmak. "Hemen şurası."

Fenerin ışığı, ağaçların arasındaki küçük ahşap bir kulübeyi aydınlatıyordu. Irmak endişeyle etrafına bakındı, sanki tüm orman yalnızca bu kulübeyi gizlemek için varmış gibi hissetti. Atlas cebinden bir anahtar demeti çıkardı ve karanlıkta iki yanlış denemenin ardından kapıyı açtı.

Önce o girdi. Irmak dışarıda bekledi. Atlas düğmeye basıp kulübeyi aydınlattı. Turuncumsu bir sarılıkta ışık saçan çıplak bir ampuldü bu.

"Artık girebilir miyim?" dedi Irmak kollarıyla kendini ısıtmaya çalışırken.

"Elbette," dedi Atlas ve Irmak uğursuz orman hislerini geride bırakmak için aceleyle içeri girdi.

"Ama burası... muhteşem."

Evet, gerçekten de muhteşemdi... Tek göz oda bir kulübeydi ve böylesi ıssız bir yerde olması beklenmeyecek türden sıcak bir atmosfere sahipti. Bunda hiç şüphesiz dört duvarın ve zeminin o eski siyah beyaz filmlerdekini andıran cinsten ahşap olmasının da etkisi vardı. Her yer detaylarla doluydu. Üst üste yığılmış kutular, duvarlardaki küçük çerçevelerde bir sürü resim, posterler, kitaplar, yığınla eşya. Bir köşede üç-dört tane boş kuş kafesi ve bir balık fanusu vardı. Balık fanusunun içinde iki tane küçük turuncu balık birbirlerinin peşi sıra kuyruklarını takip ediyorlardı. Bakımlı, canlı orkideler, irili ufaklı kaktüsler, yeşil bitkiler... Yere yeşilli kahverengili, zaman içinde yıprandığı oldukça belli olan bir kilim serilmişti ve üzerinde tek kişilik bir yer yatağı duruyordu. Hemen yanında da kolçakları yırtılmış eski, yeşil bir koltuk vardı. Odanın bir tarafındaki küçük kitaplığın içi alabildiğine kitap doluydu. O üç küçük rafta, her ne kadar alt alta, üst üste sıkış tıkış dizilmiş olsalar da, belki üç yüz tane kitap vardı. Bir de ısınmak için elektrikli bir ısıtıcı bulunuyordu. Ve Irmak kulübedeki tek pencerenin önünde duran tarçınlı siyah çay kavanozunu görünce kendi kendine gülümsedi. Buranın gerçekten de Atlas'a ait olduğuna dair tek gösterge oydu. O çatı katıyla bu kulübe arasındaki tek ortak nokta. Irmak o an, Atlas'ın çatı katındansa böyle bir yere çok daha uygun olduğunu düşündü.

Ayakkabılarını çıkaran Atlas sonraki ilk iş olarak elektrikli ısıtıcıyı çalıştırarak, "Su kaynatayım mı, çay ister misin?" diye sordu.

"Atlas, burası neresi böyle? Beni nereye getirdin?"

"Burası... böyle bir yer işte. Güzel değil mi?" Irmak'ın etkilenmiş gözlerle her köşeyi incelemesinden memnun bir hali vardı.

"Evet. Yani beni nereye getirdin bilmiyorum ve... Çok küçük ama, sanki seni yansıtıyor. Kafanın içinde dönüp duran düşünceleri. Belki henüz yazmadığın yeni kitaplarını, bilmiyorum."

Irmak kitaplığa doğru yürüdü. O kadar alçaktı ki, çok uzun boylu olmamasına rağmen, kitapları inceleyebilmek için çömelmek zorunda kaldı. Çocuk kitapları, masallar, hayvan kitapları, bitki ansiklopedileri, çizgi romanlar... Gerçekten de çok güzel ciltleri olan bir sürü eski kitap vardı. Raftan rastgele bir kitap alıp sayfalarını çevirmeye başladı.

"Çok güzel bir masaldır," dedi Atlas arkasından yaklaşarak. "Belki bin kez okudum."

Irmak gülümsedi. Kitabı raftaki yerine geri koymak istedi ama bu imkansızdı, çünkü onu çıkardığı yer yarım santimlik bir boşluktu ama şimdi o boşluğu göz açıp kapayıncaya dek yukarıdan, sağdan ve soldan kayan diğer kitaplar kapatmıştı.

"Bir de buna baksana," dedi Atlas ve elini uzatıp o sıkış tıkış kitap istifinin arasından, sanki daha az önce koymuş gibi adeta ezbere bir kitap çıkardı. Ama bu bir kitap değil, bir defterdi. Bir yazı defteri. Irmak'a uzatıp "haydi oku" dercesine ona baktı.

Irmak eline alıp sayfalarını karıştırmaya başladı, içinden yere çoktan kurumuş bir papatya düştü. Almak için yere eğildiğinde, Atlas'ın kendisinden önce davrandığını gördü. Papatyayı ona verdi. Irmak sanki tereddüt etmişti. Papatyayı yaprakların arasına geri koyarken sebepsizce elleri titriyordu. Atlas'ın çocukluğunda yazmış olduğuna dair hiçbir şüphesinin olmadığı hikayeleri ve yanlarına kuru boyayla çizdiği küçük resimleri gördü. Biraz baktıktan sonra gülümseyerek defteri Atlas'a geri uzattı. "Güzelmiş. Senin yazdığın şeyler mi?"

"Evet," dedi Atlas ama Irmak beklediği kadar ilgilenmediği için biraz alınmış gibiydi. "Çok uzun zaman önceydi..."

"Efendim?" dedi, kitaplıktaki başka kitaplarla ilgilenmeye başlayan Irmak, ona bakmadan.

"Hiç," dedi Atlas ve kitaplığın önünden uzaklaştı. Ama kulübe o kadar küçüktü ki her ne kadar başka bir köşeye gitmiş olursa olsun, yine de hala elini uzatsa Irmak'a dokunabilecek bir mesafede sayılırdı.

Irmak başını çevirdiğinde Atlas'ın yer yatağının üstüne oturmuş olduğunu gördü. O da gidip yanına oturdu. Atlas bir kibrit çakıp yerde ne kadar mum varsa yakmakla meşguldü. Mumların hepsini yaktıktan sonra gidip ışığı söndürdü ama o kadar çok mum vardı ki kulübenin içi az önceki turuncu ışığın bile aydınlatamadığı kadar aydınlanmıştı şimdi. Çok yakındılar, Irmak onun nefesini ensesinin, saç diplerinin hemen arkasında hissedebiliyordu. Uzun bir süre sessizlikte oturdular. Sanki başlarının hemen tepesinde bir yerde bir kuş öttü. Sonra sessizliği Atlas bozdu.

"Burası da böyle bir yer işte," dedi. "Sana göstermek istedim çünkü burası benim bir parçam. Burayı anlamadan beni de anlayamazsın."

"Bana çalışmadığım yerden sormazsın değil mi?" dedi Irmak, şakayla karşılık vererek.

"Burada kalmak istiyorsun, değil mi?"

"Ben senin yanında kalmak istiyorum."

Saat gece yarısını çoktan geçmişti ama o cumartesi günü henüz sona ermeye hazır değildi. Atlas ona baktı ve "Sabaha kadar duralım mı?" dedi. Kastettiği uyumayıp saatlerce, saatlerce ve saatlerce sohbet etmek, oradan buradan konuşmak, birbirlerini daha yakından tanımak ve belki çok saçma ya da basit konular üzerinde bile bir fizik problemini inceliyormuşçasına tartışıp onları masaya yatırmaktı. Başını salladı Irmak. Önce uzun uzun öpüştüler.

Ve sonra sabaha kadar durdular.


Irmak uyandığında nerede olduğunu anlaması epey zamanını aldı. Atlas'ın yanında kaldığını biliyordu. O halde onun evinde olmalıydı. Ama değildi. Sonra bir yapbozun parçaları gibi olaylar zihninde sıraya dizildi: Atlas'ın evine gitmişti, kendini geceyi orada geçirmeye hazırlarken Atlas'ın ani bir teklifiyle motosiklete atlayıp ormandaki bir kulübeye gelmişlerdi. Ne zaman uyuduğunu bile hatırlamıyordu. Saatlerce sohbet etmişlerdi, hayata dair her şey, ama her şey hakkında. Sabaha karşı yatmış olmalıydı çünkü gözünü kapattığında gün ağarmak üzereydi. Acaba şimdi saat kaçtı? Herhalde öğleni çoktan geçmişti. Uyku düzeni fena halde bozulacaktı. Çünkü ne zaman ipin ucunu kaçırsa, o gelecek bir hafta içinde ancak toparlanıyordu.

Şiltede doğruldu. Sırtı ve kolları uyuşmuştu. Mumların çoğu sönmüştü, yalnızca iki tanesi ürkek ve titrekçe yanmaya devam ediyordu. Belki Atlas kalktığı zaman iki tanesini tazelemişti. Sahi, Atlas yine yerinde yoktu, yine mi ondan önce kalkmıştı? Bu çocuk hiç uyuyamaz mıydı? Irmak sanki kendisi uykuya daldıktan hemen sonra Atlas kalkıyormuş gibi bir hisse kapıldı. Birden Atlas kendisini o küçük odaya kilitleyip gitmiş gibi hissetti.

Başını sağa sola çevirdi. Atlas gitmişti.

"Atlas," diye mırıldandı kendi kendine. "Atlas!"

Tam o sırada kapı kolu aşağı indi. Irmak onun geldiğinden emin bir şekilde kapıya baktı. Evet, Atlas'tı bu. Altında boxer, ayağında uçları çamurlanmış kovboy çizmesi, üstünde ince bir deri ceket, kafasında bir ressamınkini andıran bir kasket vardı. Üstünde kırmızı şeritler olan mavi çoraplarını dizlerine kadar çekmişti. Ve hepsi bu kadar. Tişörtü ve pantolonu olmadan yarı çıplak bir şekilde nereye çıkmıştı böyle? Kulübeye girmeden önce parmaklarının ucundaki sigarayı yere attı. Ceketini, ayakkabılarını ve son olarak çoraplarını çıkardıktan sonra yatağa, Irmak'ın yanına girip yorganın altına girdi. Onun yatağa girmesiyle birlikte sigara, tatlı bir ter kokusu ve ormana ait çamla kozalak karışımı bir koku Irmak'ın burnunda sızladı. Ama Irmak ona ait her kokuyu çok seviyordu.

"Sen dışarı böyle çıkmadın değil mi?"

"Ne var ki bunda?"

"Atlas sen delirdin mi?"

Atlas ona girmek istemediği bir tartışmadan kaçınırcasına baktı.

"Yani tamam burada kimse yok diyen bendim ama yine de... Hava çok soğuk ve... Bacaklarına diken batmış!"

"Ne? Onları çıkarmama yardım eder misin?" dedi Atlas, sanki daha önce umurunda değilmiş de Irmak söylediği andan itibaren canı yanmaya başlamış gibi.

"Ah, abartılacak bir şey değil ki," dedi Irmak, onu rahatlatmak istercesine.

"Ama sen bacaklarıma diken battığını söylüyorsun?"

"Evet, batmış. Ama bu bir sorun değil. Atlas bak. Seni annemlerle tanıştıracağım ama nedense onların yanında şu çocuksu davranışlarını sürdüreceksin diye kaygılanmıyor değilim."

"Neden bahsettiğini bile bilmiyorum," dedi Atlas. Sahiden de, o an konuyla uzaktan yakından alakası yokmuş gibi görünüyordu.

Irmak ona baktı. Atlas'ın sahiden içinden geleni söylediğine hiçbir şüphesi yoktu.

"İçinden geldiği gibi davrandığını biliyorum. Ben seni böyle, olduğun gibi seviyorum ama herkes bunu anlamayabilir. Hatta bazılarına çok batabilir bile hareketlerin. Seni kötülemek için söylemiyorum, sadece seni seven biri olarak davranışlarındaki bu yanlışları düzeltmen için söylüyorum. Yanlışları demeyeyim de, tuhaflıkları. İnan bana sen daha mükemmel bir Atlas Siyah olabilirsin." Gülümsedi. Çok ileri gitmediğini, onu incitmediğini umuyordu.

Atlas henüz bir cevap vermeden ona bakmaya devam etti. Irmak onun ne diyeceğini ya da bir şey deyip demeyeceğini merakla beklemeye başlamıştı. Sonunda Atlas konuştuğunda, yüzünde kibar bir gülümseme vardı. "Beni bu kadar önemsediğin için teşekkür ederim, Irmak. Doğrusunu istersen ben bile kendimi bu kadar önemsemiyorum."

Irmak yanıt olarak yalnızca gülümsedi. Bir süre sonra toparlanıp şehre dönmek üzere ayağa kalktılar. Tam giyinmiş, kapıdan çıkmak üzerelerdi ki Irmak durdu ve başını çevirip hala birbirlerinin kuyruklarını kovalamakta olan balıkları işaret etti. "Şu balıklar... Onları neden evine götürmüyorsun? Üstelik çok bakımlı görünüyorlar. Yani fanus yosun falan da tutmamış. Sen yokken onlarla kim ilgileniyor? Yemlerini falan kim veriyor?"

Atlas'ın gözleri bir an için balıklara takılı kaldı. Sonra Irmak'a bakıp nazikçe gülümseyerek "Ben gelmesem aç kalıp ölürler tabii ki," dedi kafa karıştıran gizemli bir sesle ve başka bir şey demeden kapıdan çıktı.


Cem duş başlığında, suyun tam altında duruyordu. Dikiş yerinin ıslanmamasına özen gösteriyordu tabii. Hatırlamak bile istemediği o lanet olası akşam kendine geldiğinde, yerde, cam kırıkları içinde yatıyordu. Güç bela kalkıp hastaneye gitmiş, dikiş attırmıştı. Ama bunun için Irmak'a kızmıyordu. Suçlu olan kendisiydi.

Nasıl yapabilmişti böyle bir şeyi, hala aklı almıyordu. O an'ı hatırladıkça sanki bir yabancının yaptıklarını izler gibi izliyordu kendisini. Kitabı saksının dibinde yakması, sonra Irmak'a saldırması... Kendinden iğreniyordu. Sanki garip bir değişime uğramıştı karakteri. Sanki bir tiyatro metninde yazılanları yapmıştı.

O akşamdan sonra onu birkaç kez aramış, beş altı kez de mesaj atmıştı ama hiçbirinde yanıt alamamıştı. Irmak ondan tiksiniyor olmalıydı. Doğrusu, o da kendinden tiksiniyordu. Şu yaptıkları okulda bir duyulacak olsa, tüm akademik kariyeri yerle bir olurdu. Mahvolurdu. Ama işin bu kısmı çok da önemli değildi. Yeter ki Irmak onu affetsin, ona geri dönsündü. Onun için gerekirse işini bile kaybetmeye razıydı.

Ama bu işi nasıl düzeltecekti, dahası düzeltebilecek miydi, onu bile bilmiyordu. Irmak'ı kaybetmişti. Peki geri kazanabilecek miydi?

Zuhal masaya son bir kez göz attı. Tam da olmasını istediği gibi sıcaklık, aydınlık, güller vardı her yerde. Peçeteler yelkenli gibi kıvrılıp zarifçe tabakların bir köşesine, çatallarla bıçakların altına sıkıştırılmıştı. Kapı zili çaldığında su lekesi olan bıçaklardan birini yenisiyle değiştiriyordu.

Açmak için telaşla koşturdu. Uzay biraz daha geride kaldı. Kollarını göğsünde kavuşturup "ablasının yeni sevgilisiyle" tanışacağı an'ı beklemeye başladı.

"Anne, biz geldik," dedi Irmak heyecanını belli etmemeye çalışarak. Atlas'ın kendini rahat hissetmesi için el ele tutuşmuşlardı.

Atlas gülümseyerek boştaki elini kaldırdı ve "Herkese iyi akşamlar," dedi. Ama o sırada tuttuğu çikolata kutusunu yere, paspasın üstüne düşürdü. Almak için hamle yaptığında Zuhal da eğilmişti ve tekrar doğruluyorlarken ikisi kafa kafaya çarpıştılar.

"Sanırım ben buz getirsem iyi olacak," dedi Uzay, bezgince.

On beş dakika sonra dördü masanın etrafında oturuyordu. Her şey yolunda ilerliyordu. Atlas kibar ve saygılıydı, Zuhal o hiç itiraz etmediği için önüne aynı çorbadan üçüncü kase koymakla meşguldü.

"Bu benim spesiyalimdir," dedi. "Öyle herkese kolay kolay yapmam."

"Öyle gerçekten," diye araya girdi Irmak. "Ben boşları toplayayım."

"Ben de ablama yardım edeyim," dedi Uzay hemencecik.

"Ay şuna bak! Gören de ev işlerine çok hevesli sanır! Hayır eli de yakışmıyor..." dedi Zuhal.

Uzay ve Irmak boş tabaklarla masadan kalkarken, Zuhal kendinden memnun bir şekilde Atlas'ı inceliyordu. Gerçekten pek düzgün ve terbiyeli bir çocuğa benziyordu. "Demek yazarsın?" dedi.

"Evet, efendim... Yani... Yazıyorum ama yazar mıyım, bilmiyorum."

"Öyle, öyle muhakkak!" dedi Zuhal. "Keşke kitabından getirseydin be çocuğum. Konusu nedir? Kişisel gelişim falan mı?"

"Şey... Öyle de denebilir..."

Mutfağa girerlerken ise Uzay burnundan soluyarak ablasına bakıyordu. Irmak onun bir şeylere tepki gösterdiğini ve konuşmak için en ufak bir boşluğu beklediğini hemen anlamıştı.

"Ne var Uzay?"

"Abla! Şu Atlas mevzusunu bana doğru dürüst anlatacak mısın artık? Onu evimize sokuyorsun ama duyduğuma göre pek de parlak bir geçmişi yok. Bunu annem duysa emin ol ona o kadar da güler yüzlü davranmazdı." Konuşurken gözleri salonda Atlas'a dördüncü kasesini koyup koymamak üzerine tartışan annesindeydi.

"Sessiz olur musun?" dedi Irmak fısıldayarak. "Bunları nereden çıkarıyorsun? Atlas bana her şeyi anlattı, tamam mı? Ben ona güveniyorum, yoksa herhalde kolundan tutup evimize getirmezdim onu."

"Peki o adam kim?"

"Hangi adam?"

"Ormanda gördüğümüz o adam! Partiye de geldi."

Irmak, onun Necati'den bahsettiğini anlayıp panikledi. "Yoksa seninle de mi konuştu?"

"Hayır. Ama Selin'in yanında gördüm onu. Abla, bu Atlas'ın sağlam pabuç olduğuna emin misin?"

Irmak derin bir nefes aldı. "Ben onu çok uzun zamandır tanıyorum, Uzay. Seni böyle dolduruşa getiren kişiye de söyle, gerçi ben onun kim olduğunu çok iyi biliyorum, seni kendi tarafına çekmeye çalışmasına hiç gerek yok." Uzay'ın bir şey daha demesine fırsat tanımadan salona geri döndü.


Irmak iki hafta önce aldığı kitapları teslim etmek üzere okul kütüphanesinin gişesinde sıra bekliyordu. Bunlardan biri eski bir bilimkurgu romanı, diğeri sanat tarihiyle ilgili bir araştırma kitabıydı. Atlas Kitabı Cem tarafından yakılarak yok edildiğinden beri, Irmak eline ilk kez başka kitaplar almıştı.

İşini hallettikten sonra kütüphaneden çıkmış dalgın adımlarla yürüyordu ki, köşe başını döndüğünde Aslı'yla karşılaştı. Yüzündeki hafif renk ve ifade değişimine bakılırsa Aslı adımlarını hızlandırıp onu atlatmaya niyetlenmişti. Irmak, kendisinin bile hiç beklemediği bir şey yaptı; hızla öne atıldığı gibi onu kolundan çevirip durdurdu. Konuşmak için ağzını açtığında ne söyleyeceğine hala karar vermemişti. Taban tabana zıt iki şey, özür dilemekle hesap sormak arasında gidip geliyordu. Saliseler içinde ikincisinden yana kararını vermişti.

"Aramızdaki bu belirsizlik belki netleşir diye bekledim. Ama görünen o ki daha da bulanıklaşacak." Parmakları hala Aslı'nın koluna yapışık vaziyetteydi.

Aslı sakince iç geçirdi ve kolunu onun elinden kurtardı. "Sana söyleyemeyeceğim bir şeyler olması ihtimalini niçin görmezden geliyorsun?"

Evet, artık birbirlerine "merhaba" deme faslını çoktan geride bırakmışlardı.

"Hmm, mesela Atlas'la sevişmiş olman gibi mi?"

"Ah, işte yine başa döndük."

"Tamam ya," dedi Irmak, bir adım geri atarak. "Hiçbir yere döndüğüm falan yok. Sadece etrafımdaki insanlardan uzak dur demek istiyorum."

"Yani Atlas'ı mı kastediyorsun?" diye sordu Aslı, sahici bir merakla.

"Atlas'ı, Uzay'ı..."

"Uzay mı?" Afallamış gibiydi. "Uzay'la çoktan bitirdim ben. Bunu sen de biliyorsun."

"Öyle mi? Ama hareketlerin bunun aksini gösteriyor."

Aslı artık sıkılmaya ve hiçbir yere gitmeyen bir nehirde kürek çektiği hissine kapılmaya başlamıştı. "Of ne demeye çalışıyorsun Irmak? Biriyle buluşacağım, acelem var." Beklediği kişinin henüz gelip gelmediğini görmek için etrafına bakındı.

"Uzay'ın etrafında dolaşmaktan, onun aklını karıştırmaktan vazgeç Aslı. Tamam mı?"

"Benim kardeşinle bir alıp veremediğim yok. Artık kafandan kurup durma bence."

"O zaman niye o gün bizim evimize gittin?"

"Irmak... Ben sizin evinize hiçbir zaman gelmedim."

"Yapma Aslı. Bana yalan söyleme." Konuşmaya sesini alçaltarak devam etti. "Uzay'a biri Atlas'ın katil olduğunu söylemiş. Aklıma nedense senden başka hiç kimse gelmiyor." Bu son sözünde kendi kulağına bile sinir bozucu gelen alaycı bir tını vardı.

"Neden yalan söyleyeyim ki? Eğer bahsettiği kişi ben olsaydım, eminim bunu senden saklamazdı. Bence sen benimle değil onunla yüzleş."

Irmak, Aslı'nın doğru söylediğini anladığı an, yaptığı şeyden utandı. Başını istemsizce önüne düşürdü. Kendi kendini utanç bir duruma sokmuş, rezil olmuştu. Aslı karşısında arkadaşlıkları sona erdiğinden beri hep cool duruşunu korumaya çalışmıştı. Ama şimdi cidden imajı fena zedelenmişti.

"Pekala, madem öyle Uzay'la tekrar konuşa–" diyerek başını yukarı kaldırdığında, Aslı'nın çoktan gitmiş olduğunu gördü. Gözleriyle okulun bahçesini taradı ve onu ileride buldu. Efe'yle birlikte okul çıkışına doğru yürüyorlardı. Birden ikisinin arasında nasıl bir ilişki olduğunu, gözden kaçırdığı şeyin ne olduğunu anladı ve müthiş bir heyecanla doldu.


Cem okuldaki ofisinde oturmuş, otomattan aldığı kahveyi içerken yüzünü buruşturdu. "Bu süt bozuk mu?" dedi.

Oda arkadaşı olan Filiz gözlüğünü burnundan düşürerek, "Sakın sütlü içme, bayat oluyor," dedi.

O sırada kapı tıklatıldı. Cem gözlerini kapıya çevirdi. Gittikçe büyüyen aralıktan içeri Irmak'ın girdiğini görünce hemen ayağa kalktı. Filiz neler olduğunu anlamaya çalışarak kimin geldiğine baktı.

"Cem Hocam..." dedi Irmak.

"Gel, Irmak..." dedi Cem, kafası karışmış gibi. "Ya da dur, ben geleyim... Kendime yeni bir kahve alacaktım zaten." Masasındaki cüzdanı alıp ayağa kalktı.

"Kapının dışında bekliyorum," diyen Irmak dışarı çıktı. Cem kapıyı arkasından kapattığında, koridorun sonunu işaret ederek, "Sanırım şu köşede konuşabiliriz," dedi.

"Yok, ben kendime gerçekten kahve alacağım."

Ama Irmak onunla binadan çıkıp kampüsteki kahveciye kadar yürümek istemiyordu.

"Cem," dedi onu koridordaki su sebilinin yanında durdurarak. "Başın nasıl?" O olaydan sonra ilk kez karşılaşıyor ve konuşuyorlardı. Cem'in odasına kendi ayaklarıyla giden oydu. Ama o konuyu açarak doğru mu yapmıştı bilmiyordu.

Cem elini istemsizce başına götürdü. "Aslına bakarsan kalbim daha çok kırık." Irmak'ın bunu suratında bezgin bir gülümsemeyle karşıladığını görünce devam etti. "Hala arada bir sızlıyor. O gün dikiş attırdım."

Irmak dudaklarını ısırdı. Günün birinde Cem'e zarar vereceğini asla tahmin edemezdi. Şu anda çektiği fiziksel acıların sorumlusu kendisiydi. Bunun için çok mahcuptu.

Ama Cem'in ondan çok daha mahcup ve pişman olduğu anlaşılıyordu. "Bana bunu neden yaptın diye sormayacağım sana. Çünkü bir anda gözü dönen bendim. Hatta orada o şişeyi kafama vurarak beni durdurduğun için sana teşekkür ederim. Muhtemelen çok daha pişman olacağım ve asla yüzüne bakamayacağım bir şey yapmak üzereydim..." Sesi giderek kısıklaştı. "Biliyorsun, sarhoştum... İçmek bana yaramıyor." Başını iki yana salladı. "Özür dilerim, canımın içi." Öne uzanıp onu ellerinden tutmaya yeltendi. Ama bunun sakıncalarının farkında olan Irmak hemen ellerini kaçırdı.

"Olmaz Cem." Yanlarından biri geçerken sustu. "Olmaz. O akşam olanlar için ben de kendi adıma gerçekten üzgünüm. Ama bitti dediğimde gerçekten bitmişti."

"Irmak bir şans daha–"

"Ben onu gerçekten seviyorum, Cem. Onunla tanıştıktan sonra, aşık olmak istediğim kişinin o olduğunu anladım. Sana o kadar da aşık olmadığımı anladım."

"O kadar da aşık olmadığını mı?" Cem kendi kendine güldü. "Aşk yarım bir şey değildir, Irmak. Ya vardır ya yoktur."

"Belki doğru söylüyorsun," dedi Irmak düşünceli bir şekilde. "Belki de sana hiç aşık olmamışımdır."

Cem söylediklerini geri almak istedi. Irmak'ı kendi kendine haklı duruma getirmişti.

"Bak istersen seninle dost olarak kalabiliriz," diye devam etti Irmak. "Ya da istemezsen, tıpkı eskisi gibi bir öğrenci ve öğretmen oluruz. Bilmiyorum."

Onunla Uzay'ı, Atlas konusunda dolduruşa getirme girişimiyle ilgili de konuşmak istedi, ama sonra bundan vazgeçti. Cem'in hiç değilse o kadarına hakkı olmalıydı. Çünkü kendi cephesinde onun da uğruna savaşacak bir şeyi vardı. Ama artık kabul etmeliydi ki, bu savaşı kaybetmişti.

"Eğer söylenecek başka bir şey yoksa," dedi Irmak ona konuşması için biraz zaman verdikten sonra. "Hoşça kalın hocam..." Sırt çantasını omzuna takıp Cem'in yanından uzaklaştı.

Cem arkasından uzun uzun baktı. Peşinden koşup onu durduramazdı. Bu tamamen kendi suçuydu. Her şeyi berbat etmişti. Otomattan kendine sert, sütsüz bir kahve alıp, odasına geri döndü.


Cem'den öyle ayrılmak içini yaralamış, ruhunu acıtmış; sanki birisi teninden bir parçayı, vücudundan bir organı almış gibi hissettirmişti. Atlas'a duyduğu sevgiye rağmen, Cem'den öyle gitmek, onu sanki, sanki değil adeta yüzüstü bırakmak içine sinmemişti. Bunun yalnızca içine sinmemesi de problemliydi. O Atlas'la birlikte yoluna devam edecekti ama Cem'i nasıl bir hayal kırıklığına uğrattığını düşündükçe kendinden utanıyordu. Hele az önceki konuşmaları... Onu terk edişinden, kafasında kırdığı şişeden bile daha keskindi ona böyle "hocam" deyip her şeyi geçmişte bırakmaya çalışması. Okuldan çıkıp durağa doğru yürürken derin bir mutsuzluktan başka hiçbir şey hissetmiyordu.

Sonra Selin'e anlatması gerektiği şeyleri hatırlayıp yeniden heyecanlandı.

Aslı suratını yastığın altına gömmüştü. Arka fonda dizüstü bilgisayarından açtığı müzik çalarken o Irmak'la konuştuklarını düşünüyor ve bu, canını çok acıtıyordu. Irmak onun biricik arkadaşıydı. Onsuzluğa artık dayanamıyordu. Belki de hemen o an arayıp ona gerçekleri bir bir anlatmalıydı. Onunla telefonda saatlerce konuşup ona durumu anlattığını, sonunda Irmak'ın onu affettiğini, aralarındaki buzların bir an önce eridiğini ve ertesi gün dostluklarının kaldığı yerden devam ettiğini hayal ediyordu.

Ama Irmak kendisini hiçbir zaman affetmeyebilirdi de. Üstelik Aslı Efe'ye, Necati'ye söz vermişti. Belki de ta en başında, kendisine yaptıkları teklife "hayır" demeliydi. Artık bunun için çok geçti. Aslı başladığı işi bitirmek, sessiz kalmak zorundaydı. Bilmediği şey şuydu ki, büyük felaket de sessizce yaklaşıyordu.

Irmak, Atlas'ın önce evinde ve sonra kendisini götürdüğü kulübede kapıldığı o bir anlık şüpheden kurtulamamış, onu içinde büyütmüş ve sonunda başka biriyle, Selin'le paylaşma ihtiyacı duymuştu. Selin bunun tek bir yolunun olduğunu söylemişti: Onun evine birlikte gidecekler ve Irmak Atlas'ı oyalarken Selin de evi karıştırıp "görünenin ardındaki görünmeyeni" bulmaya çalışacaktı. Irmak başta bu fikre kesin bir dille karşı çıkmıştı. Atlas'a böyle bir oyun oynayamazdı, buna hakkı yoktu. Ama sonra düşündükçe, Selin'in önerisini akla yatkın buldu. En azından içindeki şüphelerden sonsuza dek kurtulmuş olacaktı.

Kapı zilini çaldılar. Ama açılmadı. Belli ki Atlas evde değildi.

"O zaman geri dönüyoruz," dedi Irmak. Buna sevinmiş gibi bir hali vardı.

"Hayır, bekle," dedi Selin. Çantasından uzun bir çubuk gibi bir şey çıkardı. Irmak hiçbir anlam veremeyerek ona baktı. "Yurtta oda anahtarımı içeride unuttuğumda hep böyle yaparım," dedi Selin, elini kolunu sallaya sallaya dairenin kapısını açarken.

Irmak bunun hırsızlıktan bir farkı olmadığının farkındaydı. Ama Atlas evde yokken bu kaçırılacak bir fırsat değildi ve onun sırlarını öğrenmeyi her şeyden çok istiyordu. İçeri girdiler. Irmak çatı katına ilk kez Atlas olmadan giriyordu.

"Selin... Bu yaptığımız doğru mu?"

"Irmak... Sence onun yaptığı doğru muydu? Yani, besbelli ki o gece Aslı'yla birlikte oldu ama seni kaybetmemek için sana yalan söyledi."

"Durduk yere bu konuyu aklıma getirdiğin için sağ ol. Gerçi hiç çıkmıyor ya."

"Birlikte olmadılarsa bile hepsi elbirliğiyle senden bir şeyler saklıyor işte. Atlas, Aslı, Efe, Necati, hepsi. Gözden kaçırdığımız şey ne olabilir?"

Böylece ipucu bulma umuduyla evin içinde dağıldılar. Selin yatak odasına girdi. Çift kişilik yatağı görünce "Demek her şey bu yatakta olup bitiyor," diye güldü. Ardından dolap ve çekmecelere baktı. Komodinin en alt çekmecesinde, yığınla erkek dergisi buldu. İçlerinde çıplak kız fotoğrafları vardı.

"Bunlar Atlas'ın mı?" diye kendi kendine mırıldandı, afallamış bir halde.

Antredeki boranın çekmecelerini karıştıran Irmak'sa bir sürü posta zarfıyla karşılaştı. İşin tuhafı, hepsi de Efe adında birine gönderilmişti. Banka, kredi kartları, internet, sabit hat, telefon faturaları... Hatta bir kargo kutusunda, internette malum oyuncaklar satan bir siteden gönderilmiş ama henüz açılmamış, Irmak'ın bakmaya bile utanacağı bir sipariş vardı. Bunların hepsi Efe adlı kişiye gönderilmişti.

Irmak şimdi, tuhaf bir kuşkuya kapılmıştı. Mutfağa giderek tezgahın altındaki, Atlas'ın daha önce o çay kaşığı aramak için bakacakken engel olduğu çekmeceyi kontrol etti. Orada ne bulmayı beklediğini bilmiyordu ama bulduğu şeyler tahminlerinin de ötesindeydi. Yalnızca reçeteyle satıldığı belli olan, daha önce adlarını bile duymadığı ilaç kutuları karşısında kaşlarını şaşkınlıkla kaldırdı. Tam o sırada içeriden Selin geldi.

"Irmak, bunu görmek isteyebileceğini düşündüm," dedi, elinde metal bir kelepçe sallarken. "Pek de senin melankolik yazarının tarzı olacak bir şeye benzemiyor."

Irmak'ın kafası allak bullak olmuştu. Eğilip yerdeki posta yığınını karıştırmakta olan Selin devam etti.

"Ayrıca kapının önünde neden Efe adında birine gelmiş yığınla posta var? Bunlardan biri neden o tür sitelerden gelmiş? Ve... neden kapı zilinde olması gereken isim kağıdı buruşturulup tuvalet çöpüne atılmış?"

Bahsettiği kağıdı Irmak'a uzattı. Buruşturulup çöp kutusuna atılmış kağıdı açarken Irmak neyle karşılaşacağını büyük ölçüde tahmin ettiği halde, belki tam da bu yüzden, elleri titriyordu. Aklına fanustaki turuncu balıklar, gardıroptaki yırtık kot pantolonlar ve uzun zamandır farkına varıp da bir anlam yüklemekten kaçındığı diğer bütün gariplikler geldi. Kağıdı mutfak tezgahının üstüne koyup dikkatle açtı. Üstünde Efe Işık yazıyordu.

Bir süre susup düşündüler. Sonra sessizliği Irmak bozdu.

"Çünkü burası Atlas Siyah'ın evi değil."

15. bölüm sonu, devam edecek

-----------********------------

instagram: ofluoglumert

twitter: ofluoglumert

facebook: ofluoglumert 

Continue Reading

You'll Also Like

1M 37.3K 58
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!
2.7M 87.3K 60
İtalyan bir mafya... Başka açıklamaya gerek var mı?
880 85 21
"Tıp fakültesi bitirip çocuk doktoru olan Alya'nın taininin Hakkariye çıkması nedeniyle hakkariye gider. Yeni hayatına adapte olmaya çalışan Alya has...
7.3K 460 19
Kul ve köle olmak gerek Allah için. .... Aşk ve İslam gerek insanoğlu için. .... Bekleme insanoğlu , De ki ALLAH BİRDİR.