taç yaprağı

By ancillulaa

56.9K 6.1K 4.4K

"İntihar etmek havalı bir şey değil ki," diye fısıldadım bir süre sonra. "Aptal." © yamen 2018 More

1 ❦ mutfak bıçağıyla öldürülen ruhlar
2 ❦ Venüs'e taşınan çocukluk
3 ❦ saksı çiçeğinin altındaki ev anahtarı
4 ❦ yara bandı satmayan eczaneci
5 ❦ balonu patlayan kız çocuğu
6 ❦ eski hatıraların arasındaki yaşlı ruh
7 ❦ tahta kılıcın koruduğu kumdan kalesi
8 ❦ camdan converse giyen aptal prenses
9 ❦ okyanusun derinliklerine gömülmüş gülümsemeler
10 ❦ iyi olmak isteyen cehennem volkanları
11 ❦ kalbe dayanan silahın içindeki çiçekler
12 ❦ renkleri akmış gökkuşağı
13 ❦ ay'a mektup yazan kurt
14 ❦ ayna'yı öldüren yansıma
16 ❦ yanan evin içindeki akşam yemeği
17 ❦ bir cenaze töreni var, kırmızı giyeceğim
18 ❦ terastaki sessiz çiçeklerin melodisi
19 ❦ üşüyen anılar ve kül olmuş duygular
20 ❦ suyu sevmeyen japon balığı
21 ❦ hayali; büyüyünce katil olan kelimeler
22 ❦ havva'ya yasak limon
23 ❦ ölen insanlar hep mutlu anılarımızda!
24 ❦ ay'a çıkan ilk duygular
25 ❦ yalnız kalmak hiç havalı bir şey değil!
26 ❦ Sakura'lar uyumamı söylüyor
27 ❦ ölen kişi için ölmek kolaydır
28 ❦ bir varmış, bir yokmuş
29 ❦ kiraz çiçekleri ne çabuk soluyormuş, hiç var olmamış gibi
30 ❦ az kalsın yaşıyorduk, tanrı korudu
31 ❦ tanrı'sını kaybeden ruh
üzgünüm, satusu

15 ❦ sessiz limana varan çığlık vapurları

1.2K 141 114
By ancillulaa




#jason walker - down.

#taylor swift - the moment i knew.

#selena gomez - perfect.

#crush - beautiful.







Kulplarını tuttuğum sırt çantamın kaldırımda sürünürken fermuarına taktığım zincirlerin birbirine çarpma sesini duyuyordum. Sadece onları duyuyordum. Ne yanımdan geçerken kafasını ilgilendiği telefondan kaldırıp beni baştan aşağı süzen bakışları ve alayla gülen dudakları, arkamdan fısıldaşan diğer okuldan çocukların kısık seslerini, ne de ki yürüdüğüm sahilin dalgalarının kızgın sesini. Hiçbirini.

Tık. Tık. Tık. Tık.

Zincirlerin halkası kaldırımdaki taşa iliştiğinde çantamı sürüklemek zorlaştı ama zinciri çözmek yerine bütün gücümle onu kendime çektim ve kırılan zincir kaldırım orada öylece kaldı.

"Aslında ben de öyle düşünüyorum ama gardiyanların hepsi bir fikirde değil." Birkaç adım ötede duyduğum tanıdık sesle tuttuğum çantamın kulpunu daha da sıktım. Şimdi olmazdı, şimdi hiç kimseye görünmeden eve gitmeli ve duş almalıydım. Ama hiç kimse görmemeliydi beni.

"Hem geçen mavini anmadığım için kıçıma tekmeyi yiyordum, iyi ki evimi kilisenin bodrumuna yaptırmışım. Yoksa seninle banklarda birlikte uyurduk Elizabeth."

Tuhaf konuşmalarını dinledim ama bu sesin sahibi en az bu konuşmalar kadar tuhaftı. Biliyordum. Kafamı kaldırıp sesin sahibine baktığımda gördüğüm manzara beni yanıltmamıştı; Meran bankta oturmuş siyah köpeğin yanında oturarak denizi izliyor ve arada köpekle konuşuyordu. Daha çok köpeğe derdini anlatıyordu.

"Hey, sen?" Meran köpekle konuşmasının arasından bakışlarını tesadüfen etrafta gezdirdi ve beni görmesiyle gözleri iri iri açıldı. "Açıklayabilirim." Hızla oturduğu yerden ayağa fırladığında bir taraftan da bağırarak bana doğru geliyordu. "Kesinlikle delirdiğimi düşünebilirsin ama hâlâ düşünme yetimi kaybetmedim. Yemin ederim delirmiyorum. Sadece konuşuyorduk.." Bir an duraksadı.

"Sana ne oldu?"

"İnsan olmaktan sıkıldım," diyerek kollarımı iki yana açtım ve bıkkınlıkla mırıldandım. "Pasta olmayı deniyorum şu sıralar."

"Senin adın neydi?" Meran koyu mavi gözlerini üzerimde gezdirerek konuştu. Kaşları tüm ciddiyetiyle çatılmış bir şeyler düşünüyordu.

"Erva," diye mırıldandım sakince.

"Tamam, sana yardım etmemi ister misin?" Meran gülümseyerek yüzüme baktığında tükenmiş bakışlarımı gördü ve gülümsemesi yüzünde donup kaldı.

Birkaç adım arkaya atarak işaret parmağımı havaya kaldırdım ve ona doğrulttum. "Sen geçen gün sıradan olmayacak kadar tuhaf bir şey yapmıştın. Tam gözümün önünde. Şu an arkama bakmadan topukluyor olmam gerekirdi. Ve karşımda durmuş insanüstü birisi olduğunu bildiğimi bildiğin halde yardımdan mı bahs ediyorsun?"

Haklıydım. Geçen gün kırılan bacağıma sadece dokunarak iyileştirmişti. Bana açıklama bile yapmamıştı. Acaba pembe atkılı amcada mı onun gibiydi? Öyle olmalıydı. Çünkü kavga ederlerken sıradan olmayan şeylerden bahs edip durmuşlardı; gardiyanlar, savaşlar ve canavarlardan. Acaba dünya III dünya savaşına mı hazırlanıyordu ve onlarda gizli ajan mıydı?

"Evet yani hayır," Bir şeyler söylemek için aklını zorlamaya başladı ve uzunca düşündü. "Aslında her şey göründüğünden daha karışık. Açıklayabilirim."

"Açıkla." dedim saniyesinde. Bu tepkime şaşırmış olacak ki ilk birkaç saniye tepkisizce yüzüme baktı.

"Ben karşında durmuş insanüstü birisi olduğumu bildiğini bildiğim halde sana yardımdan bahs ediyorum." dedi tek nefeste.

Her ne kadar bütün hücrelerime kadar tereddüt etsem de, onun bana yardım etmesine izin vermekten başka şansım kalmıyordu, çünkü bu halde eve gidemezdim. Bu halde ailemin karşına çıkamazdım ve onların üzülmesini sağlayacak tek bir şey dahi yapamazdım. Onları üzmemek için her defasında kendimi üzüyordum ama bu önemli değildi.

"Tamam," dedim ve elimde tuttuğum okul çantamı ona doğru uzattım. "Bana yardım et."

Meran çantamı aldı ve arkasını dönerek elini yumruk yapıp bir kahraman edasıyla havaya kaldırdı. "Erva'nı kurtarma operasyonu Meran Soy tarafından artık vizyonda. Bakkallardan ısrarla isteyiniz!"

Omuzunun üzerinden bana baktı. "Beni takip et cüce."

Bana ne olduğunu irdelemediği için memnundum çünkü sorsa bile söyleyecek cesareti kendimde bulamazdım. Ben böyleydim işte, bu kadar içine çekilen ve sessiz. Hiç kimseye bir şey anlatamazdım ama sürekli beni anlamalarını isteyip dururdum. Oysa insanın kulakları öyle tasarlanmıştı ki, ona ulaşamayanı duyamazdı. Ben konuşmasam bile sesimin birilerine ulaşmasını istemiştim.

"Sensin cüce,"

"Ben cüce olmayacak kadar uzunum ve yakışıklıyım."

"Boyun kaç?"

"1,79" dedi kendinden emin bir şekilde. "Bu kadar uzun ancak sokağın tavanı olur, cüce değil."

"Benim abim 1,80" diye mırıldandım. "Senden uzun." Tam bir pervasız olduğumu biliyordum. Ama işte ben de böyleydim. Aklıma gelen ilk şeyi söylerdim.

"Hah!" diye burun kıvırdı Meran. "Benim yakışıklığım anlaşılmayacak kadar fazla ki, dipsizlikte boyut atladı. Mariana çukuru karşımda ceketini ilikleyerek diz çöker."

"Sen yakışıklı değilsin." dedim kaşlarımı çatarak. "Sıradan bir yüzün var."

"Zaten dedim ya, yakışıklığım anlaşılmayacak kadar çok. Mariana çukurunun dibini göremediğin gibi, yakışıklılığımı göremiyorsun ama hayatında görüp görebileceğin en yakışıklı kişiyim ben."

Sessizce Meran'ın arkasından yürümeye başladığımda ilk birkaç dakika iyice saçmalamıştı fakat beni bir türlü güldüremeyeceğini anladığında saçmalamaktan vazgeçti ve yolun geri kalanında sessizce ilerlemeye başladık.

Küçüktüm.

Annem hep "Kafam konuşuyor," diye söylenirdi. Ama ben annemin ne demek istediğini, bunun ne anlama geldiğini o zamanlar anlamıyordum. Dedim ya küçüktüm. Çok konuşurdum hep ve sessiz olan insanların uzaydan falan geldiğini düşünürdüm. Konuşmak bu kadar çok güzel bir şeyken niye herkes bir ağızdan konuşmak yerine susmayı tercih ederdi ki?

Ve bir süre sonra büyüdüm.

Küçükken durmayan çenem varken şimdi önünü kesemediğim düşüncelerim vardı. Hatta o kadar çok düşünüyordum ki bazen konuşmayı dahi unutur olmuştum. Annemin o hep dediği tuhaf laf şimdi çok mantıklıydı işte.

Kafam o kadar çok konuşuyordu ki, kelimelerime gerek bile kalmıyordu.

Çocukken çok konuşmaktan ve büyürken çok düşünmekten bahs ediyordum. Eğer bu döngüden kurtulabilirsek gerçekten kim olduğumuzu, ne yamak istediğimi bulabilirdik. Konuşmadan, düşünmeden çırılçıplak ruhumuzu görebilirdik.

Sessiz geçen otobüs yolculuğunun ardından, on beş dakikalık bir yol yürümüştük ve Kilise'ye varana kadar hiçbir şey konuşmamıştık. Kilise'ye girdiğimizde sessizdik, geçen geceye nisbeten dolu olmasına ve Kilise'deki bakışların üzerime çevrilmesine fakat onlara karşılık vermeyip sessizce Meranı takip ettim ve en sonunda Kilise'nin bodrum katına indiğimizde Meran yerden tavana kadar yükselen büyük bir kapıyı açtı. Girdiğimiz yer kocaman bir fotoğraf stüdyosuydu.

Bakışlarımı etrafta gezdirdim. "Stüdyoda mı yaşıyorsun?"

Meran çantamı siyah koltuğun üzerine bırakıp montunu çıkarırken bakışlarımız tekrardan kesişti. "Evet. Burayı seviyorum."

İleriye doğru birkaç adım attım, eşzamanlı olarak hâlâ stüdyonu inceliyordum; etrafta bir sürü kamera ve ismini bilmediğim aletler vardı, siyah-gri tonu daha ağırlıklıydı ve mutfak, salon, yatak odası hepsi kocaman tek bir odanın içindeydi. Odanın içinde iki tane kapı vardı, muhtemelen biri banyoydu. Fakat bütün bunların dışında Meran gerçekten pasaklıydı. Lavaboda yığılmış bir sürü bulaşık vardı ve mavinin yoğunluk taşıdığı kıyafetleri koltuğun köşelerinden sarkıyordu. Yüzümü buruşturdum.

"Ne oldu?" diye sordu Meran. Bakışlarımı ona çevirdiğimde dolabından temiz mavi kıyafetler çıkardığını gördüm. Üzerinde bacaklarını saran siyah kot pantolon ve boğazlı koyu mavi kazağı vardı. Maviye takıntılı olmalıydı.

"Evin pasaklı." dedim açık sözlülüğümü konuşturarak. "Hiç temizlik yapmaz mısın sen?"

"Ya, insan bir teşekkür eder. Sana ne benim evimden? Hayır sen yaşamıyorsun ben yaşıyorum ve halimden memnunum." Meran çıkardığı temiz kıyafetleri kucağıma fırlattı ve ilerideki beyaz ahşap işlemeli kapıyı çenesiyle işaret etti. "Banyo o tarafta."

Arkamı dönüp gitmeye yeltendiğim sırada duraksadım ve tekrardan arkamı döndüm. Meran kollarını göğüsünde birleştirmiş ifadesiz suratıyla bana bakıyordu. Koyu siyah saçları dağılmıştı, ve göz altlarına dikkatli baktığımda ilkokulda kullandığım mor sulu boyamın rengini aldığını gördüm. Yorgun bir duruşu vardı.

Yine de ona baktığımı fark ettiğinde bana gülümsemişti.

Eğer küçük prensin dediği gibi gözlerinizle değil, kalbinizle ona bakacak olursanız, dünyadaki en hüzünlü kişini görürdünüz.

Oysa ben dünyadaki en hüzünlü kişinin pembe atkılı adam olduğunu sanıyordum. Fakat şimdi, hüzünün ne olduğunu bilmediğim bu yüzden önüme gelene hüzünlü damgasını yapıştırdığımı fark etmiştim. Meran acı içindeydi. Evet, hüzünlü değildi. Yaralı ruhu 1,79 bedeninin içinde acıyla kıvranıyordu sanki.

"Neden burada hiç ayna yok?" diye sordum bakışlarımı tekrardan etrafta gezdirerek.

Omuz silkti. "Öylesine," Beni yanıtladığında bakışlarını benden kaçırıp ayak uçlarına dikti. Omuz silkip gitmek yerine gerçeği söylemesi için birkaç saniye daha bekledim olduğum yerde. Sessizliğimden gerçek bir cevap beklediğimi anlamış olacak ki, derin bir nefes alıp verdi.

"Aslında," dedi fısıltıdan farksız bir sesle. "Aynaya bakmaktan korkuyorum."

"Neden?"

"Çünkü ben, soğukkanlı değilim," Gözlerindeki acı kuyusuna rağmen yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirdi. "İlk cinayetimi işlediğim kurbanımla göz göze gelemem. Bakışları beni öldürür."

Ne tuhaftı ki, acılarını gülerek anlatırdı.

"Sen göründüğün gibi değilsin." diye fısıldadım.

"Evet, insanüstü daha yakışıklı bir varlığım."

"Hayır, hayır." diyerek kafamı iki yana salladım. "İnsanüstü bir varlıktan daha acı verici bir durumun var," Kucağıma fırlattığı kıyafetlere daha sıkı sarıldım. "Sen fazla üzgünsün."

Meran mavinin gölgelendirdiği siyah gözlerini gözlerime çıkardığında renklerin birbirine karıştığını hissettim. İrem'in hep kullandığı o nadir boya çıktı ortaya ve dünyadaki bütün acılarının üzerini kapattı. İnsanlar görmesin, üzülmesin diye. Fakat acının ta içinde olan bir oğlan çocuğunun da üzerini kapattığının farkında değildi. Şimdi o oğlan çocuğu üzerindeki renkten asla kurtulamazdı, bu yüzden hep o acının içinde var olmaya devam edecekti.

"Öyle mi dersin?" diye gülümseyerek sordu Meran. Daha çok kendine soruyor gibiydi.

Acı neydi?

Cevap herkese göre değişirdi. Acının ne olduğunu bilmiyordum bu yüzden acı benim için bir sürü şeydi; etime bıçağın saplanmasıydı, en sevdiğim kalemin kaybolmasıydı ve sevdiğim kişinin yüreğimi deşmesiydi, ya da uzaylıların haline üzülmemdi. Acı birçok şeydi. Fakat aynı zamanda aslında hiçbir şeydi. Çünkü tam olarak acının ne olduğunu bilmiyorduk. Hiçbirimiz.

Acının ne olduğunu bilmeden onun altında ezilemezdik.

Bir gün acının tam olarak ne demek olduğunu bulduğumuzda, işte o zaman artık acının altında ezilmek zorunda kalmayacaktık. Çünkü o zaman acı biz olacaktık ve etrafımızdaki acı o kadar yoğun olacaktı ki, o mu bizim üstümüzde biz mi onun üstündeyiz pek anlamı kalmayacaktı.

Acıyı bulduğumuzda artık acıtmayacaktı.

Sonra hiçbir şey konuşmadık. Arkamı döndüm ve kocaman stüdyoda onu yalnız bırakarak banyo olduğunu gösterdiği odaya girdim. Kapıyı arkamdan kapatıp kilitlediğimde hiçbir şey düşünmüyordum. Kulaklarımda yankılanan kilit sesiyle sırtımı kapıya yasladım ve kayarak soğuk fayansa oturdum.

Her şeyi zihnimde önemsizleştirmeye çalıştım. Çünkü ben göz kapaklarımı aşağı indirirsem etraf karanlık olmak zorundaydı, renkler gözüme gözüme girse de. Ben kulaklarımı ellerimle kapattığım da bütün sesler yok olmak zorundaydı, kulaklıklarımdaki şarkılar bas bas bağırsa da. Ve ben düşüncelerimin üzerine örttüğüm zaman bütün dünya varlığından şüphe duymalıydı, tenime değen rüzgarı hâlâ hissediyor olsam da.

Hiçbir şey önemli değildi.

Kapının arkasında kalan Meran hiçbir şey bilmiyordu ve hiç kimse hiçbir şey bilmezken hiçbir şey sorun değildi. Hem bu acı beni öldürecek kadar derin değildi. Daha kötüleri mutlaka vardı. Ben iyiydim.

Hızlı bir duş alıp kirli kıyafetlerimi çıkardım ve Meran'ın bana verdiği üzerime kat kat bol gelen kıyafetleri giydim ve kirli kıyafetlerimide alıp banyodan çıktım. Banyoda bile ayna yoktu.

"Onları çamaşır makinesi at." Meran elindeki kupalardan birini bana uzattığında, kalçasını mutfak tezgahına yaslamış beni bekliyordu. Ağır adımlarla yanına gidip kirli çamaşırları çamaşır makinesine attım ve elindeki kupayı aldım. Sıcak çikolata. İşte tam da ihtiyacım olan şeydi bu.

"Hiç soru sormayacak mısın?" diye sordum çamaşır makinesini başlatan Meran'a meraklı gözlerle bakarak. Omuz silkti ve kendi kupasından bir yudum daha aldı.

"Halden anlıyorsun." diye fısıldadım. Ellerim arasında tuttuğum kupanı daha sıkı kavradım ve çalışan çamaşır makinesinin önünde oturdum.

Çamaşır makinesinin içinde dönen çamaşırlar zihnimi anımsatıyordu. Şu an her şey her yerdeydi zihnimde ve birbirini bıçaklayan bir sürü düşünce bıçağın sivri ucunu bu kez boğazıma dayanıştı. Meran sessizce gelip yanımda oturdu ve parmakları arasında tuttuğu, dumanı tüten kahvesinin geride kalanını içti.

İki yaralı ruh gibi, sessizce dönen çamaşır makinesini izlemeye başladık.

"Keşke," diye mırıldandım uzun sessizliği baltayla bölerek. "Dünya kocaman bir çamaşır makinesinin içine girseydi ve herkes tersine dönerek ölseydi. Dünya sırılsıklam olsaydı. İnsanlar da ıslanan dünyanın içinde olduğu için bütün kirleri kara deliğin içine akıp gitseydi."

"Ufaklık," Meran kupasını önüne bırakarak gevşekçe gerindi. "Eğer okulda bir sorunun varsa bunu birisiyle konuşmalısın. Ebeveynlerine ya da öğretmenlerine anlatmalısın. Seni tehdit mi ediyorlar? Bu korkulacak bir şey değil, onlar da senin gibi birer çocuk. Seni öldürecek değiller ya. Onlardan korkarak sessiz kalamazsın."

Seni öldürecek değiller ya.

Peki ya İrem? Ama ben onu öldürmüştüm. 

"Eğer konuşmazsan sesin ulaşılamaz."

Konuyu değiştirmek ister gibi sesli nefes vererek bakışlarımı bir morg kadar sessiz ve soğuk olan stüdyoda gezdirdim.

"Neden kocaman bir stüdyoda tek başına yaşıyorsun ki?" diye sordum hiç tereddüt etmeden. "Ailen yok mu senin?"

Meran'ın dudağının sol tarafı alayla havaya kalktı. Konuyu değiştirme alakasızlığıma gülmüştü. "Uzaylılar tarafından dünyaya ışınlanmadığıma ve kendi kendime doğamayacağıma göre, vardır herhalde."

"Neredeler peki?" Meran onlardan ayrı mı yaşıyordu?

"Kendi evlerindeler muhtemelen."

"Ayrı yaşıyorsunuz demek," Büyük olduğu için sürekli omuzu düşen kazağın boynunu tekrardan kaldırdım. "Peki onları görmeye gidiyor musun?"

"Hangi evde olduklarını bilmiyorum ki, nasıl gideyim?" Meran gözlerini dönen çamaşır makinesine dikmiş, asla çekmiyordu. Derin düşüncelere dalmış gibi beni isteksizce yanıtlıyordu.

"Kaç tane eviniz var ki? Ara ve sor işte."

"Arayamam." dedi fısıltıdan farksız bir sesle.

"Niye?"

"Numaralarını bilmiyorum. Bulsam bile telefonu açtıklarında onlara ne diye sesleneceğimi de bilmiyorum. Ne demeliyim? Gül, Emine, Hilal? Ya da Ali, Aras, Samet? İsimleri ne ki? Boyları, annemin saç rengini bilmiyorum, babamın hangi takımı tuttuğunu da bilmiyorum. Ne kadar kalın kafalısın."

Sonunda anlamıştım. Geç anladığım için mahçup bir ifadeyle kafamı önüme eğdim. Bu kadar didiklememeliydim.

"Bir ailen yok yani?"

"Benim bir ailem var, sadece onların bir oğlu yok."

"Ben.." Meran cümlemi tamamlamama izin vermeden beni böldü. "Biliyorum üzgünsün. Önemli değil."

"Üzgün değilim, sonuçta hiçbirini tanımıyordum." dedim pervasızlığımdan ödün vermeden. "Bence sen de üzgün olmamalısın. Çünkü üzgün olduğunda kalbin kırılır ve dünyanın bir anlık durmasını istersin."

Derin bir nefes aldım; "Ama kırılan kalpler dünyayı durdurmaya yetmiyor ki."

"İşte bu yüzden sana dokuz yüz on altı yaşındasın diyorum, nineciğim." Meran esneyerek geriye doğru kendini bıraktı ve yere uzanıp tavanı izlemeye başladı. Fazla rahattı. "İçimi çürüttün. Az liseli sohbeti yapsana."

Düşünür gibi uzunca tavanı izledi. "Sizin şu aynı bardaktan içince dolayı yoldan öpüşme olayı hâlâ devam ediyor mu? Bir ara denemeliyiz. İlk öpücüğünü yakışıklı ve havalı birisine vermen çok daha havalı olurdu."

"Sen gardiyan mısın?"

"Evet,"

"Kilisedeki pembe atkılı amca da mı gardiyan?"

"Çağan mı? Ah, evet. Ama sadece— Dur bir dakika?" Meran hızla doğrularak tam karşımda şaşkınca oturdu. "Sen benim gardiyan olduğumu nereden biliyorsun?"

Demek ismi, Çağan'dı.

Tuhaf.

"Gardiyan ne demek?"

"Önce ben sordum. Sen bütün bunları nereden biliyorsun?"

"Ne için gardiyanlık yapıyorsun?"

"Yoksa bir Youme misin?" O da neydi?

"O çiçeğin mi gardiyanısınız?"

"Çiçeği nereden biliyorsun?"

"Pembe atkılı ve sen evli misiniz?"

"Geçen Kilisede ne yapıyor— Dur ne?" Meran iri iri açtığı gözleriyle şaşkınlıktan kendini geriye doğru sürükledi. İşaret parmağını heyecanlı bir şekilde bana doğrultup stüdyoda yankılanacak kadar yüksek bir sesle bağırdı.

"Neler geçiriyorsun sen aklından öyle? Liseli dedim içinden sapık çıktı. Derslerde sapıkça şeyler mi öğretiliyor size? Tabii ya! Yeni neslin biyoloji kitabını gördüğümde anlamalıydım."

"Sorularıma cevap ver. Bilmeye hakkım olduğunu düşünüyorum." dedim dizlerim üzerinde doğrularak ve bakışlarımı etrafta hızlıca bir şeyler arıyormuşçasına gezdirdim. "Bana o çiçeği veren oydu. Beni kiliseye götüren de oydu, her ne kadar ısrar eden ben olsam da."

Odak alanıma aradığım şey girdiğinde aniden ayağa fırladım ve koşarak tezgahın üzerindeki makası elime aldım. Bir elimle üzerimdeki mavi kazağı tutmuş, diğer elimdeki makası ona dayamıştım. Tehditkar bir şekilde Meran'ın yüzüne baktım.

"Mavi'nin kutsal olduğunu söylemiştin. Sadece boş yapıyor olamazdın. Bunca zaman her şeyi dalgayla boş yapmak için söylediğini sanmıştım, senin bir kaçık olduğunu düşünmüştüm ama gayet aklı başında bir herifsin ve ortada dönen benim bilmediğim şeyler var."

Makası gittikçe kazağa yaklaştırdım. "Eğer bana söylemezsen, kazağın ölür."

"Ne bilmek istiyorsun?" diye sordu hiç beklemediğim bir şekilde.

"Ne çabuk pes ettin?" Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. "Senin söylemiyorum diye benimle kavga etmen gerekiyordu. Benim de sana işkence etmem ve ağzından cımbızla laf kopartmam falan. Yanlış bir şey var. Baştan başlayacağım. Ne yaptığımı anlayamamış olabilirsin."

Tekrardan makası kazağa yaklaştırdım. Bu gerçek bir deja vu gibiydi. "Eğer bana söylemezsen kazağını doğrayacağım. Mavi'nin kutsal olduğunu söylemiştin. İtiraf et, yoksa kazak ölür."

"Erva," Meran ayağa kalkarak ciddi adımlarla yanıma geldi. Az önceki dalgacı halinden eser yoktu. Kazaklarını bu kadar çok mu seviyordu? Yoksa onu tetikleyen başka bir şey mi vardı?

"Yaklaşma! Bir adım daha atarsan kazağının başı bedeninden ayrılır."

Beni dinlemedi. Ardı arkası kesilmeyen adımlarıyla üzerime doğru yürüdü. Aramızdaki mesaja tek bir adıma indiğinde gerginlikten ne yapacağımı bilemedim ve makasın ucunu kazağa batırdım. İşte o an, gözlerim çoktan fal taşı gibi kocaman açıldı ve irislerimde koca bir heyecanın anısı yüzeye yansıdı. Meran atacağı adımı atamamış, karşımda aniden iki büklüm olmuştu.

"Kahretsin," Meran karnını sıkıca tutarak dizleri üzerine yere çöktü. Yüzünden acı çektiğini görüyordum. Bir an da ne olmuştu ki?

"Hey, sen iyi misin?"

"Lanet olası makası o kazaktan çek. Gardiyanların her birinin bir rengi olur ve eğer o renge zarar verirsen onlara zarar vermiş olursun. Canım yanıyor."

Meran zorlukla konuştuğunda dediklerini idrak etmek için birkaç saniye bekledim. Sonra hızla makası kazaktan uzaklaştırıp tezgahın üzerine fırlattım. "Ben üzgünüm. Bilmiyordum."

Meran'ın yanında oturup, yardım edeceğim düşüncesiyle boş boş ne yapmam gerektiğini tarttım. Eşzamanlı olarak Meran karnını bırakıp doğrularak oturmuştu.

"Bilmek istediğin ne?" diye sordu az önceki oranla sakin sesiyle.

"Bilmek istediğim birçok şey var, ilk önce gardiyan ne? Ne için gardiyansınız? Bu bir oyun gibi bir şey mi? Ya da bir teşkilat mı? Müzedeki pahalı eserleri koruma amaçlı mı gardiyan oldunuz?"

"Bu öyle bir şey değil," Meran uzun bacaklarını ileriye doğru uzatıp derin nefes aldı. "Dünya'yı korumamız gerekiyor."

"Dünyayı korumak?"

"Evet."

"Peki kimden?"

"İnsanlardan."

Kaşlarım mümkünmüş gibi daha da çatıldı. Meran bunu görmüş olacak ki, açıklamaya devam etti. "Bir kaos mu desem bir iç savaş mı bilmiyorum ama dünyanın başı dertte. İnsanlar var dünyada. Yabancı insanlar. Dünyayı ve diğer insanları onlardan korumamız gerek."

"Uzaylılar gibi mi?"

"Hayır." Meran kafasını iki yana salladı. "Her bir insanın bir yansıması. Biz onlara Youme diyoruz. Youme'ler insanlarla bir savaşa hazırlanıyorlar ve şu an aramızdalar. Belki de her gün onlardan birkaçıyla konuşuyor bile olabilirsin. Youme'lerin tek amacı kazanmak, bunun için seni nereden vuracağını çok iyi bilirler. Onlarla savaşta asla kazanamazsın çünkü bir aynayla savaşır gibidir Youme'ler savaşmak. İnsan kendisiyle olan savaşı asla kazanamaz, bilirsin."

"Peki gardiyanlar?"

"Gardiyanlar insanları Youme'lerden korumak için görevlendirildi. Başka bir evrenden geldik. Onlarla savaşta asla insanları koruyamazlar tabii ki, sadece insanları Büyük Felakete kadar Youme'lerden saklamaya çalışıyorlar. Youme'lerin ait olduğu insanı bulamaması için tüm güçleriyle savaşıyorlar. Büyük Felaket başladığında Youme'lerle insanların güçleri beraberleşecek. Fakat şu an Youme'ler katbekat güçlüler bu yüzden insaları onlardan korumamız gerek."

"Peki Youme'ler Büyük Felaket'ten önce insanları bulursa? O zaman ne olacak?"

Meran'ın içi sıkıntıyla dolmuş gibi yüzünü ovalamaya başladı. "Bunları anlattığım için Kilise'den ceza puanı alacağım ama sen tuhafsın. Bunu sorun etmezler herhalde."

"Nasıl tuhaf?"

Meran sorumu duymamazlıktan geldi.

"Youme'ler insanları bulduğunda, insanlar diye bir şey kalmayacak. Çünkü insanlar şu an onları yenebilecek güçte değiller. Bu yüzden herkesin bir gardiyanı var ve onu Büyük Felaket'e kadar saklamak için elinden geleni yapıyor."

"Benim gardiyanım kim?"

"Sence?" Meran'ın dudağı hafifçe havaya kalktı. "Son günlerde yeni tanıştığın ve sürekli tesadüfen karşılaştığın, peşinden ayrılmayan ve asla yakışıklı olmayan kişi kim?"

"Sen misin?"

Meran hafifçe kafama vurdu. "Ben yakışıklıyım aptal, asla yakışıklı olmayan kişi dedim. Çağan Eflah işte senin gardiyanın. Şu mendebur yaşlı."

Çağan Eflah.

"Neden sırıtıyorsun?" Meran'ın yüzümün hemen yanında duran sorgulayıcı yüzüyle irkilip kendimi geri çektim.

"Ne sırıtması? Çamaşır makinesi durdu. Ben eve gitmeliyim. Her şey için teşekkürler." Taramalı tüfek gibi nefes almadan kpnuşarak ayağa kalktım ve nereye gideceğimi bilmediğim halde yürümeye başladım. Arkamdan seslenen Meran'ın sesi kulaklarımda yankılanmıştı.

"Hey, kıyafetlerini giymen için önce kurumaları lazım!"







"Sen insanları tanıyor musun?"

"Tanıyorum."

"Tanısaydın bu kadar mutlu olmazdın, inan."

Evren'in iğneleyici sözleriyle birlikte keskin bakışlarımı ona çevirdim. Önüne bakarak yanımda yürüyordu. Dudaklarımı temiz hava almak için araladım ve kafamı yağmurun usulca damladığı göğe çevirdim. Gökyüzü güzelliğini karanlığın arkasına saklamıştı yine. Sahilin orada ağır adımlarla yürüyorduk. Evren annemlerin birkaç saat önce gittiğini ve kendisinin de az sonra gideceğini söylemişti. Bu yüzden, kaburgalarımdan asılan eller kalbimi sıkıca tutmuş sıkıyordu.

"O adam kimdi?" diye sordu merakını bastıramıyormuş gibi. Saf ayaklarına yatarak kaşlarımı yukarı kaldırdım. "Hangi adam?"

"Seni eve bırakan," dedi bakışlarını yerdeki ıslak kumlarda oyalamağa başladığında. Ayakkabılarının ucu çamura bulaşmıştı. Yanlış bir şey yapmamıştım bu yüzden endişeli değildim ama yinede keşke görmeseydi.

"Birisi," dedim dedemin bana anlattıklarına gönderme yaparak. Dedem hep başkalarına söylemek istemediğimiz insanlar var derdi, işte o insanlardan bahs etmek zorunda kaldığımızda birisi diyerek geçiştirebilirdik. Ama Evren bunu bilmedi. Yine de kendimi konuştuktan sonra kötü hissettim çünkü Evren bir başkası değildi. Ağabeyimdi. Benim ağabeyimdi.

"Bir şey soracağım," diye mırıldandı Evren içindeki sıkıntını havaya üfleyerek. "Bana hâlâ kızgın mısın?"

Ama sen, sendin işte Evren. Hiçbir kılıfa sokulamazdın. Sadece sendin işte.

Sana kızamazdım ki ben. Beni kapının önüne de koysan, susuzluğumda bir damla suyu bile çok görsen bile, yine de sana kızamazdım uzun süre. Çünkü zamanımın çoğunu sana kızarak geçirirsem seni sevmek için zamanım kalmazdı. Oysa zamanı tasarruflu kullanmalıydım. Ne de olsa ne zaman tükeneceğini bilmiyordum. Vazgeçemezdim ki ben kolay kolay senden. Çünkü eğer bırakırsam, bir daha hiç kimse Evren'i Erva gibi sevemeyecekti. Hiç kimse Evren'in kaprisli küçük kız kardeşi Erva olamayacaktı.

"Bilmiyorum," dedim kısık sesimle.

"Biliyorsun." diyerek bana doğru bir adım attı. Onun attığı adımlardan dolayı bende arkaya birkaç adım atmıştım. Aramızda sessizce bu oyunu oynadık. O bana geliyordu ben ise ondan bütün kalbimle kaçıyordum. Oysa aslında kaçmak istemiyordum sadece kırık kalbimin açık yarasına yara bandı yapıştırmasını istiyordum.

"Bana ne olursa olsun doğruyu söyle demiştim kız çocuğu." dedi ağır adımlarla yürümeye devam ederken. "Gerçek beni kızdırsada, kırsada sadece söyle demiştim," Adımları bir süre sonra daha da yavaşlayıp sonunda durdu. "Gerçeği sen bana söylemezsen hiç kimse söylemez ki."

Göğüs kafesimi parçalayan kalbim olduğu konumu beğenmiyor gibiydi. Belkide gitmek istiyordu, belkide onu çok fazla sıkıyordum. Sadece özgür kalmağı bekliyor olabilirdi.

Benden önce harakete geçip birkaç adım uzaklaşan Evren'in yanına koşarak gittim ve küçük elimle onun kocaman kemikli elimi tuttum. Kirpiklerine giydirilmiş sorgulayıcı ifade eşliğinde bana baktığında omuz silkmekten başka bir şey yapamadım. "Elma şekeri ister misin?" dedi karşımızdaki küçük kulübeyi işaret ederek. Küçük çocuklardaki heyecanla başımla onu onayladım. "Bir deri bir kemik kalmışsın zaten. Sen mi yemek yiyorsun yemek mi seni anlamıyorum ki. Annem kesinlikle geri döndüğünde sana yemek vermediğim içim zayıfladığını söyleyip duracak." Alayla gülerek bana elma şekeri aldı.

Büyük mutlulukla elma şekerini yalamağa başladığımda Evren'e kaçamak bakış attım. Elindeki elma şekerine bakarak bir şeyler düşünüyordu. Tabii ya, bu İrem'in en sevdiği şeydi. Elma şekeri. Düşünceleri şerit gibi gözlerimin önünden geçtiğinde çekinerek sordum. "Onu mu hatırlattı sana?"

"Bilmem," dedi düşünceli sesiyle, beni geçiştiriyormuş gibi.

"Unutsan olmaz mı artık o kızı?" diyerek Evren'in yürüdüğü yolda aniden durmasına neden oldum. Koca bir çukuru anımsatan bakışlarını bana çevirerek düz sesiyle konuştu.

"Unutmak için sevmedim."

"Biliyorum," dedim elma şekerimi dudaklarımdan çekip üzgünce indirdiğimde. "Ama sana sürekli acı veriyor. Onu hatırladığında sürekli bakışların biryerlere dalıyor, mutlu olsan bile bir süre sonra gülümsemen yüzünde soluyor, onu hatırlıyorsun çünkü. Biliyorum ben. Onunla yaşadığın anılarını hatırlıyorsun, onu nasıl sevdiğini.. Belki ben sizinki gibi tutkulu bir aşk yaşamadım ama biliyorum işte. Ondan sonra birşeylere bağlanamamanı anlıyorum." diyerek iç çektim.

"Aşk böyle birşey mi Evren? Yani bilerek ateşe koşmak gibi mi? Sırf ona ait diye cehennemi sevmek gibi mi? Aşık olunca cenneti yaşarlar sanıyordum ama seni görünce cennetin asla var olmadığını anladım. Aşık olmak cehennemde onunla yanmak mı?" Sinirlendiğim için bağırdım.

Sinirlenince bağıran tiplerdendim asla kendimi sakinleştiremezdim. O an ne hissediyorsam kırmaktan korkmadan söyler, sonra pişmanlıktan iki gün kendimi tuvalet kağıdıyla boğmaya çalışırdım.

"Eğer bu aşksa sana acı vermemeli. Adı bile sevgi olan bir şey nasıl canını yaksın ki? Ama sen o kadar aptalsın ki, adı sevgi olan bir şey bile senin canını yakıyor! Geri zekalı!"

Ben galiba onu unutmanı istiyordum Evren. Kalbinin faturası sana pahalıya patlıyordu işte. Sen faturaları ödeyemeyince de kalbimi sana borç vermekten başka şansım kalmıyordu benim de.

"Zaten birisi sana bu denli acı verecekse onu sevmenin anlamı ne ki?"

"Erva," dedi gözleri yerdeki kumlara sabitlenirken kısık sesiyle. "Sus."

Kalp kırığı.

Bu kelime ne demekti? Zihnimde o an sürekli yankılanmaya başladı. Ama yaptığı sadece paslı duvarlara vurup geri dönmekti. Neden unutmasını istiyordum ki? Bunu niye deli gibi istiyordum hatta? Boş anıma denk gelerek elma şekeri parmaklarımın arasından kayarak yerde paramparça oldu. Kulaklarıma ilişen sesiyle yere baktım: Çamurun üzerine dağılmış kırmızı şeker.

Belkide sadece daha fazla acı çekmeni istemiyordum Evren. Belkide artık sonu hüzünle biten kitapları sevmeni istemiyordum. Galiba sana acıyordum. Ama bu kötü birşey miydi? Seni gülümsetebilmeyi istemek kötü birşey miydi?

Ona ait bir kadın.

Ölmüş sevgilisinin tanımı tam olarak buydu işte. Ona aitti. Böyle bir kavram vardı benim dünyamda. Evren'e ait olmak. Mesela büyükannemizin ona aldığı kolyesini hiçbir zaman boynundan çıkarmazdı, odasını asla temizlemezdi ve sürekli siyah kıyafetler giyerdi. Bütün bunların hepsi onun ruhuna ait gibiydi. Sadece onun gibi.

Ama sanırım ben asla onun dünyasına giremeyecektim.

Ona bazen yük olduğumu düşünüyordum. Kız kardeşi olduğum için bana katlanmak zorunda olduğunu, aslında benim gibi onu sürekli aşağılayan birisini asla sevmediğini hissediyordum. Hem üstelik sevdiği kızın intiharına neden olan kişi de bizzat bendim. Sadece ben. Bunun için benden daha fazla nefret ediyor olmalıydı. Kendisi fark etmese de, kız kardeşi olduğum için benden nefret etmesin diye kendini kastıkça kasıyordu.

Bunu fark ettiğim an gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Kendimi durduramadım.

"Erva," demişti. İsmim ağzından ilk kez bu kadar yaralı çıkmıştı. "Sus." demişti bana. Sesimi her zaman havalı bulan kişi sesimi dahi duymak istememişti bu gece.

"Biliyor musun?" diye öfkeyle bağırdım. "Götlük yapmak istemiyorum ama başına gelen her şeyi hakediyorsun aslında. Benim için hiçbir anlam ifade etmiyorsun!"

Yalan söylüyorum, sakın inanma bana.

"Sen sadece aynı evde yaşadığım, odamın karşısında odası olan bir yabancısın. Nasıl kaldırımda yanımdan öylece geçip giden birisi umurumda değilse, sende benim umurumda değilsin. Acıdan boğulsan bile umurumda değil. Kendine bu denli acı çektirdiğin için tam bir zavallısın sen! Bu kadar acı çektiğin için senden nefret ediyorum cidden."

İnanmadın değil mi?

"Aslında Ankara'ya gidip gitmemen bile benim için fark etmez. Aynı evin içindeki iki yabancıdan başka bir şey değiliz sonuçta. Sen hayatımda gördüğüm en ezik kişisin. Her şey için acı çekip kendi kabuğuna çekiliyorsun ve her şeyini benden devlet sırrı gibi saklıyorsun. Cidden tam bir zavallısın."

Öyle bakma gözlerime. Bakma işte.

"Öyle miyim gerçekten?" Evren benim durmadan akan gözyaşlarıma rağmen zorla gülümsedi. "Öyle olduğum için üzgünüm, kız çocuğu."

Ağlayacağını sanmıştım ama o bana gülümsemişti. Kendimden ölesiye nefret ettim o an. Keşke zamanı dört dakika önceye sarabilseydim. Keşke zaman makinem olsaydı.

Keşke bir zaman makinem olsaydı.

Neden bir zaman makinem yok ki? Tanrı bu kadar yanlış yapan bana bir zaman makinesi vermeliydi. Ama neden hâlâ bir zaman makinesine sahip değilim? Neden çocukken solan çiçeğimi daha çok sulamak içim geri dönemiyorum? Neden çocukken intihar eden arkadaşımı kurtarmak için geriye dönemiyorum? Neden İrem'in hastaneye kaldırıldığı o gün, komaya girmeden önce ona

"Sen!" diye hıçkırarak bağırdım.

İnandın mı gerçekten?

Aptal.

Sonunda buna daha fazla katlanamayacağımı anladığımda arkamı dönüp hiç düşünmeden koşmaya başladım. Nefesimin yettiği kadar, ciğerlerimin idam kürsüsüne çıkmaya hazır olana kadar koştum.

Sanki her şeyden kaçabilecekmiş gibi adımlarımı iri iri attım ama ne kadar koşarsam koşayım zihnimden kaçamıyordum. Kaçtığım her an Evren'in bana bakan gözleri hayal kırıklıkları ile parlıyordu. Hayır parlamıyordu, parçalanıyordu.

Neden bütün o söylediklerime inandın ki?

Aptal!

Bir keresinde Evren'le bu sahilde aynı bugünkü gibi yan yana sessizce yürümüştük. Evren'in aldatıldığını öğrendiği ve hiç kimseye söyleyemediği o gündü. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızıydı ama ben utanmaması için onun bu acısını görmüyormuş gibi yaparak havadan sudan konuşup durmuştum. Acısı yokmuş gibi, hiç ağlamamış gibi ve hiç canı yanmıyormuş gibi, anlattığım saçma şeylere bile gülmüştü o gün.

O gün yanağına bir kirpikin düşmüş olduğunu fark ettim ve karşısında durup bir dilek tutmasını söyledim. Evren gözlerini sıkıca kapattı ve içime işleyen bir sesle, "Mutlu olmak istiyorum." dedi. Sonra ona kirpikinin hangi yanağında olduğunu sordum; sağ dedi. Oysa sol yanağındaydı. Evren'in dileğinin gerçekleşmeyeceğini anlamaması için sağ yanağına dokundum ve kirpik varmış gibi alıp hemen elimi silkeledim. "Dileğin gerçekleşecek." diye ona gülümseyerek karşılık vermiştim.

Fakat şimdi neden böyleydik? O zamanlar kalbinin kırılmaması için titrerken şimdi neden en anlamsız şey için onu paramparça ediyordum?



Karşımdaki apartmana gözlerimi kırpmadan baktığımda derin bir nefes ciğerlerime zincirlerini geçirdi ve orada çürümeğe mahkum oldu. Hâlâ yağmur atıştırıyordu. Yerdeki küçük taşlardan birini soğuktan donmuş parmaklarım arasına alarak tüm gücümle pencereye fırlattım. Kapınıda dövebilirdim ama böyle daha havalı olacağımı düşünmüştüm ve onun evde olup olmadığından emin olmalıydım. Evren'le kavga ettikten sonra uzunca koşmuş daha fazla adım atamayacağımı anladığımda taksiyle eve dönmüştüm.

Pencerenin karşısında dağınık saçlarıyla ve göz altları çökmüş bir adam şaşkınca çıktığında sol elimi havaya kaldırarak ona el salladım. En başından beri gözümün önündeydi demek.

O amca..

Kısa bir süre sonra merdivenleri çıktım ve zaten yanına geleceğimi anlayan adamın evinin kapısı açık bir şekilde karşımda kahverengi gözleriyle durduğunu gördüm.

"Kız çocuğu?"

Göz altları cidden berbat görünüyordu. Bakışlarım gözlerinden yavaş yavaş aşağı kaydığında üzerindeki pembe pijamalara gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Tuhaftı.

Hep olduğu gibi kaşlarını kaldırarak bana bakıyordu. İç çektim. "Büyük Felaket," dedim az önce ağladığım için kısık çıkan sesimle. "Senin başlarda organlarımı almak isteyen bir sapık olduğunu düşünmüştüm. Ama sen, en başından beri, daha en başından beri beni korumaya çalışıyordun."

Elimin tersiyle akan gözyaşlarımı hırçınla sildim ve burnumu çektim. Hâlâ sessizce beni dinliyordu. "Senin kim olduğunu biliyorum. Devlet sırrı gibi sakladığın ismini artık biliyorum!" diye bağırdım aniden. Öfkemi kontrol edememiştim.

Neden sevdiğim herkes art arda benden uzaklaşıyordu? Neden iyi bir hayata asla sahip olamıyordum? Neden sözcüğü düşüncelerime ihanet ederek kendi kamburuna çekildi. Zaten bugünlerde herkes kendi kamburuna çekilerek beni yapayalnız bırakıyordu. Hiç kimseye ulaşamıyordum.

"İsmimi bana hiç sormadın ki." dedi dümdüz sesiyle. Sözcüklerine ifadesizliğin kefenini giydirmişti. Duygusuzdu, çoktan ölmüşte gömmeyi unutulmuş bir ceset gibi. Zaten o hep böyle değil miydi, daha en başından beri?

Çatıdan atlamaya kalkıştığımda bile bana engel olmamıştı. O andan sonra hep merak ediyordum neden diye ama daha sonra bu sorunun cevabını duymaktan korktuğumu fark ediyordum ve merak etmekten vazgeçiyordum.

"Sen," dedim bir adım daha atarak tam dibine girerek. Boyu benden çok fazla uzun olduğu için kafamı kaldırmak zorunda kalmıştım. "O kişisin değil mi? Gardiyan," Şaşırdığı için kaşlarını mümkünmüş gibi biraz daha havaya kaldırdı ve dudaklarını hafifçe araladı. Bakışlarım anormal derecede solgun olan dudaklarına kaysada tekrardan gözlerine çıkardım.

"Çağan Eflah'sın."

"Gardiyan olduğumu nereden biliyorsun?" Kendine engel olamayarak şaşkınlıkla sordu. Onun şaşkınlığını kullanarak kıvrak bir haraketle kolunun altından küçücük bedenimi eve sokmaya çalıştım ama düşündüğüm gibi beni engelledi. Saçlarımdan tutarak beni geri yerime, kapının önüne sürükledi. "Ne yapıyorsun?"

"Resmî olarak bu geceden sonra kimsesiz kaldım. Ve sen bir gardiyan olduğun için işin beni korumak. Bu yüzden seninle yaşamaya geldim. Sana her gün yanıma gelmek eziyet olurdu. İşini kolaylaştırdım bir bakıma." Aslında bunları bir yerlerimden uyduruyordum. Bir şekilde onunla yakınlaşmak zorundaydım ve içinde olduğumuz bu tuhaf durumu anlamalıydım.

Bugün kaçıncı şaşkınlığını yaşıyordu bilmiyorum ama yine şaşırmış bir suratla bana baktı.

"Benimle yaşamak?"

Sanki her şey normalmişte, az önce abimle kavga etmemişim ve evde yapayalnız kalınmaya terk edilmemişim gibi kendimi zorlayarak ona güldüm.

"Evet," dedim arsızca. "Bavulumu bile getirdim. Benim bavulum?!" Aniden yeni hatırlamış gibi alnıma şaplak attım. "Ben onu evde unuttum ya. Bir de senden küçük bir ricam olacak," Cevap vermesine fırsat vermeden devam ettim.

"Şu an taksici amca seni bekliyor da. Ben hani lise öğrencisiyim ya ailem de evde olmadığına göre, malum çalışmıyorum da." Botlarımın ucuyla kapının önündeki çamuru eziştirmeye başladım. "Gelmek istediğim noktayı anladın mı?" Sıkıntılı bir nefes vererek kafasını hayır anlamında salladı. Ah, cidden. Ne ara bu kadar yüzsüz birisi olmuştum ben? Ama eğer şu an bunları yapmazsam hayatım kökünden çürüyecekti.

"Taksici amca para bekliyor. Taksi parası."

Sinirlerini kontrol edemiyormuş gibi gülmeye başladı.

Ama bu kısa gülüşten sonra bana bakmadan ve cevap vermeden içeri girdi ve kapının yanında birşeyleri karıştırmaya başladı. Birkaç dakika sonra elinde parayla, üzerinde pembe pijamalarıyla soğuğun koynuna, yani dışarı çıktı -tabii ben de onun peşinden gittim- ve az ilerdeki taksiye doğru keskin adımlar atmaya başladı. Onun sırtını izlerken kendi kendime hayıflanmaya başladım.

"Şimdi fena batırdım. Ya adam beni evine almazsa? Allah'ım lütfen beni nüfusuna alsın, söz bir ay yalan yok. İki gözüm önüme aksın yok!" Kendi kendime konuşmaya başladığımda ismini sonunda öğrendiğim Çağan pembe pijamalarıyla bana doğru ilerlemeye başlamıştı. Benden bıkmıştı sanırım. Daha beni göreli on dakika bile olmamıştı gerçi. Ama adam haklıydı, ben olsam bende kendimden bıkardım.

Tek kelime etmeden yanımdan geçti ve apartmana girdi. Kedi yavrusu gibi arkasından gidip girdiği evin içine bakan gözlerime bakarak kafasını iki yana salladı ve konuştu. "Gel bakalım. kız çocuğu." Kapıdan ayrılarak içeri doğru yürümeye başladı. Sıcak eve girdiğimde ruhumun ısındığını hissetmiştim. Usulca etrafta bakışlarımı gezdirdim.

"Beni neden evine aldın?" diye sordum ciddi bir ifadeyle. Ama bir taraftanda içimde Tanrı'ya Şükürler yağdırıyordum. Bakışlarını üzerime çevirerek duygusuz sesiyle konuştu.

"Bana sığınan küçük bir çocuğu yüzüstü bırakacak kadar şerefsiz birisi değilim, ondan."

"Beni evine almasaydın pencereni taşlardım zaten." dedim omuz silkerek.

Çağan merdivenlerden yukarı çıkarken üzerimdeki montu çıkardım ve portmantoya astım. Sonrada heyecanla koşarak onun ardına takıldım ve konuşmaya başladım. "Beni nüfusuna al." diye konuştum aniden.

"Bunu neden yapayım, kız çocuğu?" dedi bıkkın bir şekilde. İçimdeki umut siyah bir torbaya girip ağzını içeriden bağladı ve havasızlıktan öldü. Yazık.

"Beni evlatlığa almaya ne dersin peki?" dedim aniden. Çağan merdivenlerin başında duraksayarak yüzüme baktı ve çözemediğim ifadeyle yüzümü taradı. "Saçmalama. 10 yaşında mı çocuğum oldu diyeceğim? Hem aniden bunu neden istiyorsun? Bir ailen yok mu senin?"

"Haklısın tabii ki var," diyerek iç çektim. "Ama bir şekilde seninle bir bağ kuramaz mıyım yani?" dedim çaresizlikle.

Uykulu gözlerini ovuşturarak kendine engel olmadan esnedi. Tekrardan yorgun bakışlarını bana sabitleyerek uykulu sesiyle sordu. "Bunu neden istiyorsun?"

"Çünkü seninle bir bağ kurarsam, beni daha rahat bir şekilde koruyabilirsin Youme'lerden. Senin içim canımı dişime takıp çabalıyorum burada."

"İnanmıyorsun bile," Çağan yüzümü dikkatilice inceleyerek devam etti. "Youme'ler, gardiyanlar ve bütün bu şeylerin hiçbirine inanmıyorsun."

"Hayır inanıyorum!" diyerek hemen itiraz ettim.

"İnansaydın bütün bunları böyle kolaylıkla kabul edemezdin. İnanmıyorsan seni korumamı neden istiyorsun?"

Bir an durdum. Gerçekten inanmıyor muydum? Ama nasıl inanabilirdim ki? Bunlar deli saçmasıydı. Meran'ın anlattıkları sayesinde beynimdeki bazı sorular cevap bulsa da, bazı taşlar yerine otursa da bunlara inanacak kadar çocuk değildim. Bana anlatmadıkları ve böyle inanacığımı sanarak anlattıkları çocukça şeylerle kamufle ettikleri başka bir şey olmalıydı. Kolayca anlatamayacakları bir şey.

Peki öyleyse neden buradaydım?

"Neyse," dedi cevap veremeyeceğim bir soru sorduğunu anlamış gibi. "Sanırım uyuyacağım."

Çağan'ın esneyerek konuşmasıyla bakışlarımı etrafta gezdirdim ve kapısı açık olan odayı gözüme kestirdiğimde hiç tereddüt etmeden oraya doğru ilerlemeye başladım. "Evet bence de uyuyalım. Benim de acayip uykum var. Sonuçta birkaç gündür mobilyaları sürükleyen üst komşumuz moruk yüzünden doğru dürüst uyuyamıyorum."

Arkamda kalan Çağan'ı umursamadan rahat bir şekilde açık odaya ilerledim. Bir taraftanda konuşuyordum. "Evin fazla sessiz yalnız mı yaşıyorsun? Bir ailen yok mu? Gerçi ailen çoktan ölmüş olmalı, sen bile birkaç yıla tahtalı kötü boylayacak yaştasın artık. Karın falan da mı yok peki?"

Tam Çağan'ın odasına girecekken okul üniformamın ensesinden tutarak beni geri çekti.

"Bir erkeğin odasına böyle dalamazsın, kız çocuğu." Bıkkın nefesini havaya savurarak beni tam karşıdaki odaya omuzlarımdan iteklemeye başladı. Odanın kapısını açarak içeri girdi ve benide peşinden içeri soktu. "Şimdilik burada uyu. Yarın bütün olanları konuşacağız ve bana bunları nereden öğrendiğini açıklayacaksın. Hadi iyi geceler." Artık uykusunun geldiğini anlayarak hızlıca konuşma faslını geçti ve odadan çıkmaya yeltendi ama hızla kolundan tutarak buna engel oldum.

"Ben yalnızlıktan korkarım, uyuyamam. Yatağın altından her an bir yaratık çıkıp bacaklarımı yakalayabilir."

Bana uzaylıymışım gibi baktıktan sonra kaşlarını çatarak konuştu. "Kendi odanda nasıl uyuyorsun o zaman?"

Güzel soru.

Hafifçe öksürerek ellerimi geçirdiğim kolundan çektim. Numaramı yememişti. "O bir istisna tabi." dedim umutsuzca. Alayla gülümseyerek sol elini saçlarımın üzerine koydu ve kafamı patpatladı.

"Ben karşıdaki odada olacağım kız çocuğu. Yaratıklar evimi basarsa önce beni yerler merak etme. Senden daha lezzetliyim, kaslarım da var."

Elini saçlarımdan çekerek bana yorgunca baktı. O kadar uykusuz görünüyorduki vicdanım sızladı ve daha fazla üstüne gitmeyerek kafamı olumlu anlamda salladım. Bana içten olduğu bir gülümsemeni sunarak odadan çıktı. Kapını kapattı ve gitti.

Yabancı bir oda da kendime çok yabancı duygularımla kalakaldım.

Acaba Çağan gerçekten bu kocamam evde yalnız mı yaşıyordu? Yalnız başına mı yemek yiyordu? Evdeki tek ses televizyon sesi miydi? Hiç arkadaşı var mıydı öyleyse? Peki ailesi, ya ebeveynleri?

Bu kadar hüzünlü bir adamın hiçbir şeyi yokmuş gibi hissediyordum. Bu ev bir tarafa, kocaman olan bu dünyada yapayalnızmış gibiydi.

Acıyan dizlerime bakarak derin nefes aldım. Canım hâlâ birazda olsa acıyordu ama olsundu. Ben yaralarımı çok seviyordum. Beni ben yapandı onlar. Mutluluğumu kontrollü kullanmamın nedeniydi. Aşırıya kaçarsam uzun süre tadına bakamayabilirdim, bu yüzden yaralarım bana dolu dolu mutlu olmamam için uyarıyordu. Sonra biterdi çünkü.

Benim yaralarımın ucu ruhuma saplanmıştı. Duygularımın her nefes alışında yaralanıyordum. Belkide sırf bu yüzden duygusuz olmayı herşeyden çok istemiştim. Bilemiyordum.

Acaba Evren Ankara'ya gitmiş midir?

Ağır adımlarla odanın içindeki odak alanıma takılan pencereye ilerledim ve yağan yağmuru izlemeye başladım. "Neden ağlıyorsun?" diye sordum kısık sesimle. "Yalnız olduğun için mi?" Karanlık perdenin üzerine dağıtılmış yıldızlı gökyüzünü izlerken kendi kendime mırıldanmıştım.

"Ben daha yalnızım," Derin bir iç çektim. Sanki görebilecekmiş gibi yağmura dil çıkardım.

Hayatımın bu denli değişeceğini, ve zorbalık yaptıktan sonra zorbalık gördüğüm için zor zamanlar geçirdiğimi sandığım günleri elimde fenerle arayacağımı aklımdan bile geçirmezdim.

Ve ben Büyük Felaket'in başlangıcını, adımımı bu eve atarak başlatmıştım.

Henüz bilmiyordum. Hayatımın ne kadar sakin olduğu için şükür etmeli olduğum bu zamanların bir gün tamamen kaosa dönüşeceğini.

Bilmiyordum işte.

Continue Reading

You'll Also Like

25.6M 909K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...
204K 10.1K 21
Staj yaptığım hastanede karışan o kız çocuğu bensem?
1.1M 44.7K 25
"Bana cehennemi yaşatmana rağmen, sen benim cennetimsin Meira." Fantastik değildir, karanlık aşk türündedir. DİKKAT! Bu kitapta cinayet, psikolojik...
590K 21.4K 50
"Oo küçük hanım iki gündür sizin peşinizdeyiz." "Siz de kimsiniz niye peşimdesiniz ne istiyorsunuz?" " sakin küçük kız" "Kimsiniz dedim" " babanın öd...