fire and blood • malik

By carmenfkahlo

158K 12.4K 6.4K

Yüzyıllardır güney toprakları ve ejderhalara hükmeden, ilk insanların soyundan gelen Malikler kuzeydeki krall... More

I| northern fugitive
II| dinner at sunset
III| the sadness of winter roses
IV| bloody gift
V| hot beauties
VI| night escape
VII| mercy and betrayal
VIII| little cabin in the woods
IX| the dragon prince
X| price
XI| brownland
XII| the king is back
XIII| love is weakness
XIV| city rumours
XV| red
XVI| we always alive
XVII| cruel man
XVIII| gods
XIX| blind eyes
XXI| north is here
XXII| you're a wolf
XXIII| peace, feast and dance
XXIV| powerful women
XXV| first day of the tournament
XXVI| down the cliff
XXVII| the queen of love and beauty
XXVIII| pride
XXIX| between fireflowers
XXX| dream syrup
XXXI| dead message
XXXII| dance of dragons
XXXIII| falling snowflake
XXXIV| king in the north
XXXV| cold death
XXXVI| betrayal
XXXVII| the lion's claw
XXXVIII| first judicial
XXXIX| kissed by fire
XL| green eyes
XLI| changing game
XLII| the dragon always comes for you
XLIII| poverty
XLIV| survivor
XLV| shame
XLVI| life and death
XLVII| love is sacrifice
XLVIII| new toys
XLIX| where is your god
L| together
LI| tattoo
LII| taste of ashes in your mouth
LIII| snake and black wolf
LIV| uri
LV| fighting to death
LVI| the price of the facts
LVII| three months
LVIII| fear
LIX| plans on azul island
LX| fire and blood [I]
LXI| fire and blood [II]
LXII| ashes of burning bodies
LXIII| preparations for the new war
LXIV| political behavior
LXV| towards the tear river
LXVI| burn them all
LXVII| victory or defeat
LXVIII| immortal man

XX| snowflakes

2.7K 171 41
By carmenfkahlo

SHAWN 

Çevresindeki kayalıklara ve ağaçlara, kamp için kurulmuş çadırlara, muhafızlara, atlara ve hizmetçilere baktı ama Shawn, kurdunun nerede olduğunu göremedi. Snow sadece avlandığı zamanlarda Shawn' ı yalnız bırakıyor ve Shawn da böyle zamanlarda kendisini çok eksik ve savunmasız hissediyordu. Ulu kurdu yanında olmadığı zamanlar birisinin ona zarar verebileceğini bile kurabiliyordu aklında. Oysa buradakiler onun krallığının insanlarıydı. İnsanları prenslerine neden ihanet etsindi ki?

"Bir isteğiniz mi var prensim?" dedi Sör Michael Clifford. Kral babası bizzat Clifford varisini kendi muhafızlarından birisi yapmıştı. Bunun olması için Irwinlerin olaya el attığına yemin edebilirdi ve Irwinlerin krallık işlerine bu kadar çok karışması sadece Shawn' ı rahatsız ediyordu galiba. Kral Manuel birçok kez Irwin Hanedanı' ndan hoşlanmadığını dile getirse de onları uzak tutmak için çabalamıyordu.

"Babamın nerede olduğunu biliyor musunuz sör?"

"Kralın en son çadırında olduğunu duydum." Shawn başını aşağı yukarı salladıktan sonra büyük adımlarla kampın iç taraftaki çadırlarına doğru yürüdü. Sör Michael da hemen arkasındaydı ve bu durum gittikçe can sıkıcı olmaya başlamıştı.

Binlerce çadırın içindeki en büyük ve görkemli çadır elbette Kral Manuel' in çadırıydı. Çadırın içine girmeden önce ayaklarının altındaki yeşil otlara bakmıştı. Bulundukları toprakta neredeyse hiç kar yoktu. Öyle ki, birkaç gün sonra kuzey topraklarının sonuna geleceklerdi. Evden çok uzak, diye düşündü Shawn. Bir daha evimize geri dönebilecek miyiz? Yoksa ölümün açtığı kollara mı yürüyoruz?

İçeride babası ve Kuzey Krallığı' nın birkaç büyük lordu vardı sadece. Lord Jarah Irwin -elbette Irwinler her yerde olmalı- Hood Hanedanı' nın lordu ve aynı zamanda krallık defterdarı Lord David Hood, Kral Eli Lord Jeremy Bieber, Lord Daryn Clifford, Lord Leonardo DiCaprio ve Lord Brad Pitt. Hepsi burada, krallarının yanındaydı. Ne yazık ki bu adamların hiçbirine güvenmiyordu. İçinden bir ses hep bunu söylemişti ona.

Prens için herkes selam verirken "Oğlum." demişti Kral Manuel. "Bize eşlik et."

Uzun masadaki boş iki sandalyeden birisine oturdu. Buraya neden geldiği hakkında bir fikri yoktu ama gelmek zorunda hissetmişti. Politik açıdan hiçbir şey bilmiyordu ve bu sebeple herkesin alay konusu olmuş, bazı askerler karşısında alay edecek kadar ileri bile gitmişti.

Çadırın içindeki herkes olası bir sorun çıkması karşısında ejderhalar için neler yapılabileceğini tartışıyordu. Shawn kuzey adamlarını bilirdi. Onlar iri ve güçlüydüler, kış onları sert adamlara dönüştürmüştü. Bu sebeple karadaki savaşı almak kuzey için zor olmazdı. Ancak Shawn ejderhalar konusunda ne yapılabilir bilmiyordu. Eğer bir sorun çıkarsa yaşayacaklarını da düşünmüyordu zaten.

Hala bir strateji üretmeye uğraşan lordların yüzlerine tek tek baktı Shawn. Masanın başında oturan Kral Manuel' in sol yanında oturan Lord Jarah Irwin' in bakışları kuzeyin Le Dağları kadar soğuktu. Hiçbir duyguyu ya da düşünceyi taviz vermiyor, sadece dinliyor ve gerektiğinde kısa, öz cümleler kuruyordu. Babasının diğer yanında oturan Lord Jeremy Bieber ise düşünceli görünüyordu. Bir çözüm aradığı belliydi ancak Shawn hiçbir zaman onun zeki olduğunu kabul etmemişti. Lord David Hood sürekli komik şakalar yaptığını sanarak ortamı yumuşattığını düşünüyor ama hayır, sadece kendini küçük düşürüyordu. Bu adamın matematiksel hesaplamaları iyi yapmaktan başka bir becerisi yoktu. Zaten bu yüzden Kral Manuel onu Krallık Defterdarı unvanını vermişti. Lord Daryn Clifford ise huzursuz görünüyordu. Muhtemelen kızı ejderhaların arasında olduğu içindir. Benim de kızım düşman elinde olsaydı ben de huzursuz olurdum. Ve konuşmaktansa dinlemeyi tercih ediyordu. Konuşurken de gözlerini Lord Irwin' den çekmiyordu. Bu tuhaf.

Lord Leonardo DiCaprio ve Lord Brad Pitt... Anneleri tarafından kuzen olan bu iki büyük lord güzelliklerine önem verirlerdi. Yeşil mavi gözleri ve sarı saçları ile kadınlar ilk bakışta onlara aşık olur, ellerine ise bir erkek evlat bırakmak isterlerdi. Lord Leonardo böyle bir teklife hayır demezdi çünkü birçok karısı vardı kalesinde. Çok fazla kadın. Lord Brad ise kuzeni gibi olmasa da bunu yapacağına emindi. Lordun bir karısı vardı. Leydi Angelina. Leydinin güzelliğini tüm diyar bilirdi ancak yine de bu, karısını defalarca kez aldatmadığı anlamına gelmezdi. Erkekleri anlamıyordu Shawn. Bir kadınla evlendiğinde bazı yeminler ederdin. Ona sadık olmak ve onuruna leke sürmeyecek gibi yeminler...

Bu yeminlerin kuzeydeki kadınlar için geçerli olduğu bir gerçekti. Zira kadının kocasını aldattığı ortaya çıktığında kendisine bir ölüm beğense iyi olurdu. Fakat adam karısını aldattığında ise kimse bir şey demiyordu. İşte Shawn' ı esas kızdıran da buydu. Evleneceğim kadına hep sadık olacağım, diye düşündü. Babam gibi olacağım. Babam her zaman annemi sevdi ve ona sonsuz bir sadakatle bağlı kaldı.

Tüm lordlar birden ayağa kalktığında toplantının bittiğini anlamıştı Shawn. Öyle dalgındı ki, bir an için insanların neden ayaklandığını algılayamamıştı. Kendisi de ayağa kalkıp kralı için selam verdikten sonra çadırdan dışarı çıktı. Hem bu kapalı ve boğuk ortamdan sıkılmıştı hem de acilen su dökmesi gerekiyordu. Michael peşinden geleceği sırada kendisi için birkaç dakika vermesini istedi. Michael da prensi çadırının önünde bekleyeceğine dair söz vermişti. Ona selam veren lordlara hafif bir baş sallaması ile cevap vererek kampın batı tarafına doğru hızlı adımlarla yürüdü. Kamp öyle büyüktü ki ormana açılan bölgeye hiçbir zaman varamayacağını düşünmüştü bir an. Neyse ki ormana geçiş yaptığında biraz daha yürüdü ve onu kimsenin göremeyeceği bir noktaya vardı. Pantolonunun düğümünü çözdü ve organının ucunu ağacın dibine doğru yönelttiğinde içinde tuttuğu idrarı serbest bıraktı. Kuzey topraklarının sonuna gelmelerine rağmen hava öyle soğuktu ki idrarından buharlar yükseliyordu ve Shawn garip bir şekilde gözlerini buhardan ayıramamıştı. Sonunda işi bitti ve rahat bir nefes vererek yünlü pantolonunu toparladı. Arkasını dönüp kampa geri döneceği sırada üç metre arkasında, elinde neredeyse paslanmış bir kılıç olan bir adam ile karşılaştı. Üzerindeki kıyafetler çok eskiydi. Muhtemelen yıllardır giyiyordu bu kumaş parçalarını. Yırtık ve delikler içinde olan pelerininin başlığı başının çoğunu kapatsa da yağlı, uzun, bitli saçları omuzlarından dökülüyordu. Shawn ilk bakışta onun bir haydut olduğunu anlamıştı. Bunun gibi birçok haydutla karşılaşmışlardı yol boyunca.

"Bana zarar verirsen seni ve aileni öldürürler." dedi Shawn sinir bozuculuktan uzak bir sesle. Haydut hayatı yaşayan insanların çoğu bu hayata mecbur kalmıştı çünkü. Onların da içindeki iyiliğe inanırdı.

"Ailem çoktan öldü. Ben de öleceğim. Ne fark eder?"

"Benim kim olduğumu biliyor musun?" .

Haydut güldü ve kılıcını kendisine çevirerek bitli saçlarını kılıcının ucuyla kaşıdı. "Kim olduğunu buradan bakan herkes görebilir Yumuşak Prens. Küçük sürtük kardeşin bile senden daha kuzeyli. Ormanda bunlar söyleniyor." Tekrar güldüğünde yere tükürmüştü. "Kılıcım senin kanını tattığında ilk defa kuzey için bir iyilik yapmış olacağım."


"Ölmem hiçbir şeyi değiştirmez." Shawn korkuyordu. O kendisini savunmayı bilmezdi ki... Üstelik kamptan çok uzakta, onu burada koruyacak kimse yoktu.

"Yüzüne gülen ama arkandan seninle dalga geçen lordlar bana teşekkür edecek. Beyaz Tanrı da yaptığımdan memnun kalacak."

Shawn' ın korkudan titreyen eli kılıcının kabzasına gitti ve yavaşça çekti. Kılıç ustası Sör Toby' nin öğrettiği her şeyi unutmuştu. Ne yapacağını bilmiyordu ama yaşamak istiyorsa bir şeyler yapmalıydı.

Haydut, Shawn' ınkinin yanında bir dal parçasından farksız olan kılıcını tekrar kaldırdı ve Shawn' a doğru koştu. Kılıcını Shawn' a indirecekken Shawn refleks olarak kendi kılıcını kaldırdı ve birbirine çarpan kılıçların çıkardığı metalik ses ormanda yankılandı. Haydut zayıf bir adam olmasına rağmen güçlüydü. Shawn bunu aldığı darbeden hissedebiliyordu. Haydut kılıcını çekip bu sefer sağ taraftan saldırdı ama Shawn son anda geriye kaçmıştı. Bir adım ve bir adım daha... Haydut öfkeyle üzerine gelmeye devam ettikçe karşılık vermek yerine geriye kaçıyordu.

Sör Toby bu halimi görseydi yüzüme tükürür ve benim için harcadığı zamana lanet ederdi. Ben kendini savunmayı bilmeyen bir korkağım. Korkağım! Korkak bir bebeğim!

Sırtında büyük bir ağaç hissetti. İşte sonum geldi. Gelen kılıç darbesinden artık kaçamayacağı için kendi kılıcını kaldırdı. Yine o metalik ses... Fakat haydut kılıcını geri çekmek yerine Shawn' ın bileğine sertçe vurarak kılıcının yere düşmesine sebep oldu. Eğilip Shawn' ın kılıcını aldı ve kendi kılıcını metrelerce ileriye fırlattı. Yeni kılıcına mutlulukla bakarken Shawn alnından boynuna doğru yol alan ölüm terlerini hissedebiliyordu.

Haydut, kılıcının sivri olmayan yüzey bölgesi ile bacağına vurduğunda Shawn acıyla inleyip yere düştü. Panik içinde acıyan bacaklarını kaldırıp hayduta birkaç tekme attı. Bu onun son çırpınışlarıydı. Haydut şimdi daha öfkeliydi ve sabrı tamamen tükenmişti. Parlak kılıcı havaya kalktı. Sivri ucunu Shawn' ın göğsüne girmesine birkaç santim kala gece kadar siyah bir varlık haydutun üzerine atıldı.

Snow.

Ulu kurt, Shawn' ın bugüne dek hiç duymadığı kadar büyük bir öfkeyle kükredi ve ağzını açarak kolayca haydutun kafasını dişlerinin arasına aldı. Ulu kurt, nefes almak kadar kolay bir şekilde kafasını haydutun bedeninden ayırıp kanlar akan kafayı sağa sola salladıktan sonra ileriye fırlattı ve ormana uzun bir uluma gönderdi. Korkuyla kurdunun bir insanı nasıl parçaladığını ilk defa izlemişti. Snow' un uysallığına öyle alışmıştı ki, kurtların vahşi olduğunu zamanla unutmuştu Snow da bir kurttu. Bir ulu kurt.

Snow' un ulumasına çok uzaklardan karşılık veren kurtların ulumalarını duyduğunda Snow onlara bir uluma daha gönderdi. Ardından kar kadar beyaz -adı da bu yüzden Snow olan- gözlerini Shawn' a çevirdi. Yine bir ilk olarak Shawn kurdundan korkuyordu. Hayatını kurtarmış olsa bile korkuyordu. Ağzından kan salyaları akan kurt zarif adımlarla prensin dibine kadar gelip dört ayak üzerine çöktü, büyük kafasını Shawn' ın hala acıyan bacaklarına yasladı ve üzüntülü bir inilti çıkardı. Shawn ondan korkmaması gerektiğini anlamıştı. Snow onun kurduydu. Snow onun bir parçasıydı. Artık herkesin kendisine zarar verebileceğine inanıyordu ama Snow asla, asla onu incitmez, kötülükten korurdu.

LAURIE

Günler geçiyordu Clifford Kalesi için. İşkence dolu, üzüntü dolu, nefret dolu... Laurie bu kapalı duvarlar içinde boğuluyor gibi hissediyordu. Kendisini Üstat Kulesi' ne kapatmıştı ve kuzeyde kalan boktan üstatlar ile birlikte yazıları okuyamayacak hale gelene dek eski kitapları okuyordu. Aradığı tek şey ejderhalar ile ilgili bilgilerdi. Onlara zarar verecek, yok edecek ya da birkaç zaaf... Bildiği iki şey vardı: Güneş tutulması ejderhaların ateşini tutulma boyunca yok ediyordu. İkincisi ise ejderhalar ölümcül darbeler ile ölebilirdi. Bu darbeler de baş kısmına aldığı darbeler olmalıydı.

Eski kuzey krallarından birisi olan Kral Aleph kuzeyi kaybetmek üzereyken üstatlarına icat ettirdiği bir silah sayesinde Sönen Ateşler Savaşı' nda birçok ejderhanın ölümüne sebep olmuş, o savaştan sonra Kral Aleph' e 'Ejderha Felakati Aleph' denilmeye başlanmıştı. Oysa yaptırdığı silah oldukça basitti. Normal bir arbeletin katlarca büyüyü, bir balista yapılmıştı. Tek zorluğu uçan bir ejderhaya nişan almak olan bu alet savaşlarda çok ejderha kanı dökmüştü.

Laurie önündeki kitabı kapattı ve uykulu gözlerini ovaladı. Daha fazla kitap görmeye katlanamayacaktı. Oturduğu sandalyede geriye yaşlandığında karşısındaki ciltli kitaplarla dolu büyük, beş katlı rafa sahip dolabı inceledi. İşte yine olmuştu. Ne zaman bir şeyler okumasa düşünmeye başlıyordu ve düşündüğü şey de o okçu çocuk oluyordu. Bjorn. Sekiz gün önce onunla tesadüf bir şekilde ormanda karşılaşmıştı ve kısa süre de olsa konuşma fırsatı bulmuşlardı. Laurie bir daha onu görmemek üzere kendine yemin etmişti. Ancak günlerdir yapmak istediği tek şey yine o ormana gitmek ve gün ışığı kadar parlak sarı saçlara sahip Bjorn ile tekrar konuşmaktı. İki gün önce onu görmek için neredeyse kaleden çıkmıştı. Ancak sonrasında kendisini dizginleyip geri dönmüş ve uyuyana kadar tarih kitaplarını okumuştu. Berbat bir haldeydi... O an kendisine bu şekilde işkence etmek yerine Bjorn' a gidip istediğini yapmak mantıklı geldi. Onu görene kadar rahatlamayacağını biliyordu çünkü. Kendisini tanırdı.

Hızla ayağa kalktığında eskiden kalma yıpranmış parşomenleri yeni kağıtlara aktaran Üstat Qymon, Laurie' ye bakmıştı. "Nereye gidiyorsun Laurie? Henüz çok erken."

"Kes sesini bunak. Buradan sıkıldım ve hava almam gerekiyor."

"Ama-" Laurie dinleme zahmetinde bulunmadan odadan çıktı. Uzun merdivenleri inip Üstat Kalesi' nden de çıktı ve koridorları yürüdükten sonra kendi odasının bulunduğu kulenin merdivenlerini tırmandı. Aptal hizmetçisinin yardımıyla giyindikten sonra hizmetçiyi biraz azarladı ve daha sonra ise Clifford Kalesi' nin gizli yollarını kullanarak kalenin dışına çıktı. Laurie' nin ne yaptığını yıllardır kimse umursamadığı için bu yollar gibi birçok gizli şeyi bilirdi. Sessiz insanların göz ardı edilmesinin ne kadar tehlikeli olduğunu sadece Laurie anlıyordu muhtemelen. Kendisi yıllardır suskundu.

Kasabanın içinden geçtikten sonra ormana açılan yoldan yürümeye başlayıp aynı zamanda Bjorn ile tam olarak nerede karşılaştıklarını hatırlamaya çalıştı. O gün babasının kendisine söylediği sözler yüzünden çok üzgündü ve nereye gittiğinin farkında değildi. Bu sebeple durumu hislerine bıraktı. Akçaağaçlar ile dolu olan alana geldiğinde o tanıdık his tüm kalbini kaplamıştı. Şimdi hatırlıyordu. Etraf kırmızı yapraklar ile kaplıydı. Bu detayı nasıl unutmuştu? Ayakları onu bir akçaağının yanına götürdü. Ağacın kavuğundaki ok izi Laurie' nin zaferle gülümsemesine neden oldu. Burasıydı. Bjorn onu burada ağlarken bulmuştu. Şimdi de bulacak mıydı?

Gelmeme ihtimalini Laurie şimdi düşünmüştü. Burada olması şans meselesiydi ve Laurie zaten doğuştan şanssızdı. Derin, bıkkın bir iç geçirerek ağaca sırtını dönüp yaslandı. Etrafa bakarken burasının ne kadar da güzel olduğunu şimdi fark edebiliyordu. Ormanın çoğu bölgesi normal yeşil ağaçlar ile kaplıyken bir bölümü de kan kadar kırmızı gür yapraklara, ince kahverengi bir gövdeye sahip akçaağaçlarla doluydu. Üstelik bu manzaraya kar da eklendiğinde muhteşem bir görüntü çıkıyordu ortaya. Laurie daha önce hiç bu detaylara takılmamıştı. Güzelliğe pek önem vermezdi.

Sert bir rüzgar kahverengi kıvırcık saçlarını yüzünün önüne savurdu. Huysuzca söylenerek saçlarını geriye itmeye çalışırken başlığını alnına kadar çekti. Ardından sırtını ağaçtan ayırarak yürümeye başladı. Burada aptal gibi bir piçi bekleyecek değildi. Sert adımlarını bulunduğu yamaçtan Gözyaşı Nehri' ne doğru çevirdi. Nehir zaten çok uzak değildi, kısa süre içinde varmıştı. Nehrin kenarındaki büyük kayaya oturdu ve hızla akan suyu izledi. Nehrin adının bu olması çok eskiye dayanırdı, bir kitapta okumuştu elbette. Savaş uzun yıllar boyu öyle çok can almıştı ki her dönemin kadınları bu nehrin yanına gelir ve ölü olan çocukları, kocaları, kardeşleri için gözyaşı dökermiş. O yüzdendir adının Gözyaşı Nehri olması...

"Gözyaşlarını nehre dökmeye mi geldin?" Laurie' nin kalbi tekledi ve ne yapacağını bilmeden ayağa fırlayıp arkasına döndü. İri bedeni ile orada duran Bjorn, gülümseyerek Laurie' nin yüzüne bakıyordu. Üzerinde kahverengi deri yeleği ve yine o yün pantolonu ile eskimiş çizmeleri vardı. Başının üst bölgesindeki sarı saçları sıkıca toplanmıştı. Ağırlığını sağ ayağına vermiş bir halde öylece duruyordu. Yayı ve içi ok dolu sadağı da sırtında asılıydı.

Laurie cevap vermediğinde çocuğun tebessümü büyüdü. "Piç olmak hala seni üzüyor olmalı. Bunun için ağlamaya devam edeceksen seni yalnız bırakayım."

"Her zaman ağlayan leydi bebeği değilim." dedi huysuzca. "O gün gördüğün sadece bir kerelik bir şeydi."

"Öyle miydi?" Laurie gözlerini kaçırdı. İlk kez birisinin karşısında ne söyleyeceğini bulamıyor ve duvarları olmaksızın açık hissediyordu.

"Neden sıcak kalenden buralara kadar geldin?"

Seni görmek için.

"Duvarların arasında olmaktan sıkıldım. Ya sen? Yine avlanıyor musun?"

"Hayır, her gün buralarda dolanıyorum. Belki tekrar gelirsin diye."

Bu kadar açık olacağını düşünmemişti. Belki de benimle dalga geçiyor

"Kalene hemen dönecek misin?"

"Dönmek istemiyorum." diye itiraf etti.

"Bildiğim güzel bir yer var. Buraya çok uzak değil. Benimle gelir misin?" Laurie sessizce başını salladı ve Bjorn' a doğru ilerledi. Yanına vardığında yürümeye başladılar. Kendisini ilk defa normal hissediyordu.

"Senin kalede işler nasıl gidiyor?" Konuşmaya çalıştığı belliydi.

"Herkes gitti. Biliyorsundur."

"Yerinde olsaydım insanlara kendimi gösterirdim. Bunun için en doğru zaman."

"Soylu insanlar ve kale içinde yaşayanlar piçleri umursamaz. Bunu hala anlamıyorsun."

"Sen de piç olmanın hiçbir şeye engel olmayacağını anlamıyorsun." Bjorn' un bu işleri asla kavrayamayacağına emin olmuştu piç kız. O daha önce hiç bir kalede yaşamamıştı ve soyluların dünyasını anlamasına imkan yoktu.

"Sen sıradan birisi değilsin. Sana baktığımda istediği her şeyi yapabilecek hırslı bir kız görüyorum." Bir yamaçtan aşağı doğru inerken Laurie elbisesinin eteklerinden tutup hafifçe kaldırdı. Kar, zemini çok kaygan bir hale getirmişti ve Bjorn' un karşısında çocuk gibi düşüp rezil olmak istemezdi.

"Annem bana çok daha önceki zamanlarda soylu ailelerden gelen piçlerin hüküm sürdüğü hikayeler anlatmıştı."

Laurie büyük bir kahkaha atarken buldu kendini. Bjorn' un söylediği bu saçmalık öyle komikti ki, kahkahası ormanda yankılanmıştı.

"Seni güldürebildiğim için sevindim. Her şeyden nefret ediyor gibi bakıyordun.

Çünkü her şeyden nefret ediyorum.

"Zaman geçti Bjorn. Eskiler eskide kaldı. Düşünceler ise çok değişti."

"Ne gibi düşünceler?" Şimdi ise düz bir patika yolda yürüyorlardı. Laurie eteklerini serbest bıraktı. En azından düşme tehlikesi geçmişti.

"Evet, buradaki tüm orospu çocuklarının emrim altında olmasını isterdim ancak bir piç olduğum gibi aynı zamanda piç bir kızım. Kuzey bir kızın arkasında yürümez."

"Kuzeyin aradığı tek şey güç. Eğer yeterince güçlüysen piç bir kız olman arkanda durmalarına engel olmaz."

"Söylemesi çok kolay değil mi?" Gözyaşı Nehri' nin aktığı bir başka tepede durdular ve "İşte burası." dedi Bjorn. "Burada oturmak bana huzur verir."

Dediği kadar olduğunu düşündü Laurie. Yüksek bir tepeydi. Tepenin eteklerindeki türlü türlü renklere sahip bir araya gelmiş ağaçları, Gözyaşı Nehri' ni ve hatta ilerideki Cliffordlara ait Beyaz Kale' yi bile görebiliyordu. Burasına ise çam ağaçları hakimdi. Yumuşak karların üzeri kozalaklar ile doluydu. Laurie küçük bir çocukken kozalak toplamaya bayılırdı. Her zaman en güzelini bulmaya çalışırdı ama günün sonunda en güzelini bulan her zaman Rhoslyn oluyordu. Rhoslyn her konuda en iyisini alırdı zaten.

"Buraya oturabilirsin." Büyük bir kayanın dibine ondan çok daha küçük bir taş parçası bırakılmıştı. Bunun bir insanın yaptığı çok belliydi ve bu kişi de Bjorn' du. Kayadan bir koltuk yapmak istemişti muhtemelen. Gülünç bir durum.

Bjorn' un istediği gibi küçük kayaya oturdu ve sırtını büyük olana yasladı. Bjorn ise karşına geçip dizlerinin üzerine çöktü ve önünde daha önce ateş yakıldığı belli olan, çevresi küllerle dolu bölgede tekrar bir ateş yakmaya koyuldu. Çok uzun sürmemişti. Ateş yanar yanmaz Laurie üşümüş ellerini alevlere doğru uzatırken Bjorn ise yerde oturmaya devam etti.

Üşüyor olmalı.

"Annem bana savaşın yaklaştığını söylüyor."

"Annen çok konuşuyor olmalı."

Bjorn hafifçe güldüğünde dudaklarından buharlar çıkmıştı. "Savaş bir kaos demektir. Bir diyarı kaos sardığında ise yukarıya çıkmak ve hükmetmek için sadece zekaya ihtiyacın var."

"Doğru, çalışan bir zekanın binlerce kılıç ettiği söylenir."

Sessizlik oluştu. İkisi de bir şeyler söylemek istiyor ama sükunet ortama hakimdi. Bjorn bu sırada uzun bir dal parçası ile ateşi havalandırırken Laurie onun güzel ve kemikli yüzünü izlemişti. Bu piç çocuğun hayatında çok şeyi değiştireceğini şimdiden görebiliyordu.

RHOSLYN

Bir leydi olmak onun kanında vardı. Asil soydu ve bu sebeple belli davranışlar sergilemesi gerekirdi. Annesinin ve rahibelerinin ona öğrettiği en önemli kurallardan bazıları her zaman nazik, temiz, saygılı olmak, erkeğini mutlu etmek ve ona sağlıklı çocuklar doğurabilmekti.

Rhoslyn' in çevresi öyle aptal insanlarla sarılıydı ki en önemli olan nazik olma kuralını bazen hiçe saymak istiyordu. Şimdi olduğu gibi karşısında bir domuzdan farksız konuşan Leydi Lottie gibi insanların yüzüne bir yumruk indirmek ve bir leydinin asla söylememesi gereken küfürleri tek tek onun yüzüne bağırmak istiyordu.

Başını eğip anlatılanları duymamak için bacaklarının üzerindeki ellerine baktı. Sabah güneş doğar doğmaz Sör Tarlo Payne ile kılıç talimi yapmıştı ve sürekli toprağın içine düştüğü için elleri yıpranmış, küçük taşlar küçük kesikler oluşturmuştu. Buna rağmen Rhoslyn hiç pes etmiyordu. Talimlere başladığı günden bu yana çok şey öğrenmişti ve gerektiğinde kendisini savunacak kadar başarılıydı. Sör Tarlo' yu seviyordu. Yaşlı adam komik ve sempatik birisiydi.

Ellerine baktığını fark eden Leydi Lottie' nin annesi Leydi Johannah "Duyduğuma göre kılıç talimleri yapıyormuşsunuz?" diye sordu.

"Evet, yapıyorum."

"Kuzeyde kadınların kılıç tutmasına karşı çıkılıyordu sanırım." dedi kızı Lottie.

"Karşı çıkılıyor ama çok nadir de olsa tarihimizde bazı kadın savaşçılar vardır."

"Siz de mi onlardan biri olmaya çalışıyorsunuz?"

"Hayır, ben sadece kendimi savunmayı öğrenmek istiyorum ve öğreniyorum da."

Sör Tarlo' nun karısı sevimli Leydi Swan yumuşak yanaklarını daha da sevimli gösterecek şekilde gülümsedi. "Tarlo işinin en iyisidir benim tatlı çocuğum. Yıllar geçse bile asla gücünü kaybetmez ve genç insanlara silah bilgisi vermeye devam eder. Kudretli Ejderha Prensi' nin, Prenses Safaa' nın, yeğeni Liam' ın dahil birçok kişinin bu hale gelmesinin sebebi sevgili kocamdır."

Kralın kardeşi Lord Jacey' in karısı Leydi Darla "Sör Tarlo' yu genç kızlığımdan beri tanırım. Kendisini sevmeyen yoktur." dediğinde Rhoslyn onaylarcasına başını salladı.

Prenses Waliyha' nın küçük kızı Haven gürültülü bir şekilde ağlamaya başladığında prenses kızını uyutması gerektiğinden bahsederek kameriyeden ayrıldı fakat Rhoslyn aslında prensesin buradan kaçtığını biliyordu. Onun da böyle kalabalıklardan hoşlanmadığını anlamak zor değildi. Üstelik prenses, kardeşinin kanlı düğününde doğmasına bir süre daha olan bebeğini kaybetmişti. Bunun acısını yüzüne vurmuyor, kendini güçlü gösteriyordu ama bir kadın onun gözlerine bakarsa eğer canının yandığını çok iyi görebilirdi. 

"Evet, güneyli kadınlar bu gibi seçimlerde özgürdür fakat böyle talimler aynı zamanda cilde zarar da veriyor. Yakında prensle evleneceğim için neredeyse her gün cilt bakımı yaptırıyorum. Üstadımın özel olarak yaptığı kremden sana da getirebilirim Leydi Rhoslyn. Ellerin her zaman bir leydiye yakışır olmalı." dedi aptal Lottie. Evlenmekten bahsettiğinde Prenses Doniya' nın gözlerini devirdiğini görmüştü.

Kendisi ise öfkeden çıldırsa bile sakinliğini koruyarak sadece gülümsemişti. "Ellerime baktığımda iyi hissediyorum leydim. Teklifiniz için teşekkürler."

"Portakallı kek mükemmel olmamış mı?" dedi Prenses Doniya sıkkın bir sesle. Üçüncü dilimini yiyordu ve şimdiye dek hiç konuşmamıştı.

"Evet, tadı gerçekten de harika prensesim." dedi Leydi Anne Styles. Yanında oturan kızı Leydi Gemma ise bitki çayını yudumluyor, onlarca çeşit yemekten bir lokma bile almamaya yemin etmiş gibi görünüyordu.

Lord Greg Horan ile kardeşi Sör Niall Horan' ın annesi Leydi Maura kendi mutfağında denenmiş özel bir yemekten bahsetmeye başladığında Rhoslyn yine sıkkın bir iç çekti ve kendi portakallı kekini yemeye devam ederek şu evlilik olayını düşündü. Aklını bundan uzak tutamıyordu. Kıskanıyor ama elinden hiçbir şey gelmediği için de üzülüp çaresizce sessiz kalıyordu. Kadere bırakmaya karar vermişti uzun bir süre önce. Zayn ile kaderlerinde birlikte olmak yoktu ve Rhoslyn ne yaparsa yapsın yazılmışı değiştiremezdi.

Bunaltıcı hava onu bayıltacak gibi hissettiğinde daha fazla buna katlanamadı. Ayağa kalkıp leydilere selam verme zahmetini gösterdikten sonra kameriyeden çıktı. Ejderha Kalesi' nin görkemli bahçesinin tatlı kokusu onu biraz olsun rahatlatmıştı. Kalenin giriş kapılarından birisine doğru yürürken birisi "Leydi Rhoslyn." diye seslendi arkasından. Durup geriye döndüğünde kameriyeden kendisinden hemen sonra çıkan Leydi Darla Malik ile karşılaştı.

"Biraz yürüyebilir miyiz?" diye sordu samimi bir sesle. Leydi Darla' ya saygı duyuyordu. Buradaki insanlardan zeki olduğunu oldukça belli eden asil bir kadındı. Giydiği ördek yeşili kadife elbise, ince bedeninin üzerindeyken onu olduğundan daha da asil göstermişti. Otuzlu yaşlarında olan kadının kalp şeklinde bir yüzü vardı. Koyu renkli saçları beline dek dalgalar halinde uzuyordu. Hilal gibi kaşlarının altında ise zümrüt gibi ışıldayan koyu yeşil gözlere sahipti.

"Elbette." Leydi Darla kolunu Rhoslyn' in koluna attı ve küçük adımlarla yürümeye başladılar. Kendisi ile neden yürüdüğünü merak ediyordu. Konuşması gereken bir mesele olduğu belliydi.

"Tomlinson kadınları çok üzerine geliyor, değil mi?"

Rhoslyn bu gibi yerlerde asla dedikodu yapmaması gerektiğini bilirdi. Ne diyeceğini de bulamadığı için sessiz kalıp gülümsemekle kaldı.

"Benim yanımda rahat olabilirsin canım. Kendimi sana yakın hissediyorum çünkü onlar kadar sahte değilsin. Üstelik senin kadar ben de o lanet kadınlardan nefret ediyorum."

"Beni istememekte haklılar leydim. Onlara hak veriyorum."

"İstenmeseydin ben de senin burada olmanı istemezdim. Sorun şu Tomlinson kızında. Sadece seni kıskanıyor çünkü prens sana deliler gibi aşık ve herkes bunun farkında. Annesinin amacı ise kızını kraliyet ailesinin içine sokmak. Bir kadın, bir kadını çok iyi anlar tatlım. Benim anladıklarım bu."

"Ben onlar için bir engel değilim. Yakında buradan gideceğim zaten." dedi hüzünlü, buruk bir tebessümle. Bakışlarını indirdi ve etrafındaki rengarenk menekşelere baktı.

"Gideceksin ama prensin kalbiyle birlikte. Senin kalbin ise burada kalacak. Ah güzel çocuğum, bu çok üzücü bir durum." Rhoslyn başını sallamak ile yetindi.

"Keşke benim tatlı oğlum Jawaad da Zayn kadar nişanlısını sevebilse... Oğlum dünyadaki tüm kadınlara aşık ve sadık bir erkek olması imkansız."

"Ama müstakbel karısına sadık olmalı. Bu çok yanlış bir şey."

"Evet, öyle fakat ne yapılabilir ki?" dedi kadın çaresizce. "Erkeklerin yanlışlarını yalnızca doğru bir kadının aşkı durdurabilir. Jawaad ise aşktan çok uzak."

"Belki evleneceği leydiyi zamanla sevecektir. Bu kadar karamsar olmayın Leydi Darla."

Rhoslyn, Leydi Darla ile bir süre daha sohbet ettikten sonra, bir başka zaman mutlaka tekrar görüşmek üzere ayrıldılar. Hızlı adımlarla ve tanıdık kimseyle karşılaşmamayı dileyerek -artık dinlemek istiyordu- odasına geçti. Hizmetçisi Darra' ya yıkanmak istediğini söylediğinde Darra hazırlık yapmaya koyuldu. Bu sırada kendisi de saçlarındaki fil dişinden yapılma tokaları çıkarıp örgüsünü bozdu. Ardından üzerindeki yine fil dişi renginde, yakalarına kahverengi iplikle meşe palamutları işlenmiş elbisesini çıkardı. Darra ahşap küvetin içine diğer hizmetçi kızların yardımı ile sıcak su doldurdu. Tamamen hazır olduğunda Rhoslyn kendini sıcak suyun içine bıraktı. Darra arkasına geçti ve Rhoslyn' in sarı saçlarına bitkisel ürünlerden yapılmış kremsi karışımları dökerek saç köklerine masaj yaptı.

"İyi misiniz leydim?" demişti Darra. "Hasta gibi görünüyorsunuz."

"Sadece yorgunum."

"Dilerseniz üstatlar ile konuşabilirim. Birisi sizi ziyaret eder."

"Teşekkür ederim Darra ama hiç gerek yok. Biraz uyuduktan sonra daha iyi olacağıma eminim."

"Nasıl isterseniz."

Rhoslyn suyun içindeki ellerinden birisini kaldırdı ve elindeki ince kesikleri inceledi. Leydi Lottie' nin söyledikleri kulaklarında çınlarken merakla Darra' ya baktı. "Cildimi yumuşatacak karışımlar biliyor musun? Ellerim pek iyi durumda değil."

"Yanımda yok ama Baş Üstat Walter' ın istediğiniz türden karışımları olduğuna eminim. İsterseniz gidip hemen sorayım."

"İyi olur." Darra ayağa kalkıp odadan çıktı ve kısa sürede geri döndü. Rhoslyn küvetin içinden çıkıp iyice kurulandıktan sonra Darra' nın yardımı ile beyaz zambak kokulu kremi tüm vücuduna iyice yedirdi. Hem güzel kokuyor, hem de cildi yumuşacık olmuştu.

Üzerine gül kurusu rengindeki ipek geceliğini giyer giymez yatağının içine girdi. Şimdi tek istediği biraz sessizlik ve uyumaktı.

"Benden bir istediğiniz var mı leydim?"

"Çok yoruldun. Gidip yemek ye ve sen de biraz dinlen." Gözleri kapalı olsa da Darra' nın selam vererek odasından ayrıldığını biliyordu.

*

Rhoslyn pembe bir kar tabakasının üzerinde yatıyordu. Karın pembe olmasının sebebi ise kandı. Bu kan kendisinin ve daha birçok insanın kanıydı. Neden orada yattığını bilmiyordu. Hava soğuk, çok üşüyor, üzerinde ise hiçbir şey yoktu ve buna rağmen gidebilmek için kıpırdayamıyordu. Bedeni sanki oraya çivilenmiş gibiydi. Yüzüne düşen kar taneleri sıcaklığı ile eriyor ama sorun şuydu ki, kar taneleri de kan kadar kırmızıydı.

Tüm gücünü toplayarak doğrulmaya çalıştı. Buradan gitmek zorundaydı. Tehlikede hissediyordu kendisini. Sanki sırtından ona destek verilmiş gibi bu sefer doğrulmayı başardı. O an gördüğü şey yeniden hareket edememesine neden oldu. Bacaklarının arasından oluk oluk kan akıyordu. Karın pembe olmasının tek sebebi kendi kanıydı, başkasınınki değil. Korkarak elini bacaklarının arasına değdirdi kanamayı durdurmak istercesine. Ama kanama hiç durmadı.

Gözlerini yeniden açtığında gördüğü rüyanın etkisindeydi ve ağlıyordu. Kendisinden bu kadar çok kan aktığını görmek onu korkutmuş ama bunun bir rüya olduğunu bilmek ise onu rahatlatmıştı.

Hızla doğrulup üzerindeki pikeyi ittirdi ve sonra da geceliğinin eteğini kaldırarak bacaklarının iç kısmına baktı. Hiçbir şey yoktu, tertemizdi ve beyaz zambak kokuyordu. Derin bir nefes verdikten sonra sandaletlerini giyerek ayağa kalktı ve penceresinin karşısına geçti. Temiz hava biraz daha rahatlamasını sağladı. Bu sırada gökyüzündeki ayı görerek çoktan geceyarısına vardıklarını da anlamıştı.

Zayn' i görmek istiyordu. Ona sarılmak ve kendisine hiçbir sorun olmadığını söylemesini istiyordu. Üstelik bugün onu hiç görmediği için çok özlemişti.

Kararlı bir şekilde odasından çıktı. Kapısında bir muhafız bekliyordu. Kendisine bakıp "Bir isteğiniz mi var leydim?" diye sorarken muhafızın gözlerinin göğüslerine kaydığını fark etti. Gül kurusu rengindeki geceliği çok inceydi ve hatları belli oluyordu.

"Prensin yanına gideceğim."

"Size eşlik etmek zorundayım."

"Prensin emri mi?"

"Evet, leydim." Muhafız olayları hala can sıkıcıydı ama Zayn' i de anlayabiliyor, sadece kendisini korumak istiyordu.

Muhafız arkasında olacak şekilde hızlı adımlarla prensin odasının bulunduğu kuleye doğru yürüdüler. Herkes uyuduğu için koridorlar boştu ve yanan meşaleler ortama loş bir hava veriyordu.

Zayn' in odasının kapısında dikilen Sör Louis' i ve tanımadığı bir başka muhafızı gördüğünde yaklaştığı için mutluydu.

"İyi geceler." dedi Sör Louis.

"İyi geceler Louis." Başka hiçbir şey söylemeye ya da açıklama yapmaya gerek duymadan prensin odasına girdi. Zayn, üzerinde sadece yünlü bir pantolon ile kadife koltuğunda oturmuş kılıcı Blackfire' yi bileyliyordu. Rhoslyn' in geldiğini gördüğünde şaşırdı ve kılıcını yanına bıraktı.

"İyi misin?" Ayağa kalktı. Rhoslyn onun güzel ve pürüzsüz vücuduna doğru ilerlediğinde Zayn onun için kollarını araladı. Ona sarılmak kendisini şimdi daha iyi hissettirmişti.

"Kötü bir rüya gördüm. Bugün seni de hiç görmeyince yanına gelmek istedim."

"Gün batımında senin yanına geldim ama uyuyordun."

"Keşke uyandırsaydın." Prens saçlarını okşarken başını onun sıcak göğsüne bastırdı. Üşüyor ama o sıcacıktı.

"Yorgun görünüyordun." Zayn kadife koltuğa otururken Rhoslyn' i de kendisine çekti. Küçük bir bebek gibi Zayn' in bacaklarının üzerine oturdu ve kolları arasında kıvrıldı. Kendisini hiç olmadığı kadar güvende hissediyordu. Bu kollar arasındayken Ashton bile ona zarar veremezdi.

"Güzel kokuyorsun." dedi Zayn sessizce. Rhoslyn hafifçe başını kaldırıp bu sözlere karşılık olarak prensin sıcak dudaklarını öptü.

Continue Reading

You'll Also Like

11.8M 576K 87
18 yaşında genç bir kızın yolu çıkmaz bir sokakta hiç kesişmemesi gereken bir adamla kesişti. Adam hayata ve mavi renge küskündü. Genç kızla beraber...
161K 16.5K 30
Ülkesine dönen delta ve kendi halinde takılan sessiz bir omega bir gece birlikte olur.
137K 12.4K 22
taehyung ve jungkook birbirlerinin yan komşularıydı. there is no other universe then, stay with me texting + instagram 03.02.24 This fiction is dedic...
betty By ︎ ︎

Fanfiction

2.4M 210K 33
Ama New York'a geldiğimden beri bir kokusu var. for vanilla baby