Emma

By ClassicsTR

44.7K 3.1K 773

Jane Austen, 1815'te, 39 yaşındayken tamamladığı Emma'nın en sevdiği romanı olduğu söyler. Aşk ve Gurur ve Ma... More

1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
36. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
39. Bölüm
40. Bölüm
41. Bölüm
42. Bölüm
43. Bölüm
44. Bölüm
45. Bölüm
46. Bölüm
47. Bölüm
48. Bölüm
50. Bölüm
51. Bölüm
52. Bölüm
53. Bölüm
54. Bölüm
55. Bölüm

49. Bölüm

529 52 32
By ClassicsTR


Ertesi sabah da hava hemen hemen aynıydı. Hartfield'in üstüne de aynı ıssızlık, aynı hüzün çökmüş gibiydi. Ama öğleden sonra yağmur dindi, rüzgâr yumuşadı, bulutlar açılıp güneş çıktı ve gene yaz geldi. Böylesine bir değişimin verdiği hevesle Emma bir an önce dışarı çıkmaya karar verdi. Fırtınadan sonra dinginleşip ısınan doğanın o parlak renkleri, nefis kokularıyla güzelliği gözüne hiç bu kadar çekici görünmemişti. Bunlar sayesinde içinin de yatışabileceğini umuyordu. Yemekten hemen sonra Mr. Perry'nin, serbest bir saatini Mr. Woodhouse'la geçirmeye gelmesi üzerine hiç vakit geçirmeden kendini fidanlığa attı. Burada, yüreği biraz tazelenip kafasındaki düşünceler biraz durularak biraz dolaşmıştı ki Mr. Knightley'nin bahçe kapısından geçerek kendisine doğru geldiğini gördü. Onun Londra'dan döndüğünden haberi yoktu. Daha şimdi onun en az yirmi beş kilometre uzakta olduğunu aklından geçiriyordu. Kendini toparlayacak pek az zamanı vardı, gene de serinkanlı, tasasız olmalıydı. Yarım dakika sonra bir aradaydılar.

Selamlaşmaları, her ikisi yönünden de durgun ve gergin geçti. Emma ortaklaşa akrabalarını sordu. Herkes iyiymiş. Mr. Knightley ne zaman ayrılmıştı yanlarından? Daha bu sabah. Öyleyse yağmur altında gelmiş olmalıydı... Evet... Emma onun kendisiyle dolaşmaya geldiğini anladı. Mr. Knightley önce yemek odasına bakmış, orada kendisine gerek olmadığını görünce açık havaya çıkmayı seçmişti.

Emma onun konuşmasının da, bakışlarının da hiç neşeli olmadığını görebiliyordu. Bunun nedeninin ne olabileceğini düşündü. İçindeki korkular yüzünden aklına gelen ilk olasılık, Mr. Kinghtley'nin Harriet'le evlenme planını Londra'da kardeşine açtığı ve olumlu tepki almadığı için karamsarlığa kapıldığıydı.

Birlikte dolaşmaya başladılar. Mr. Knightley sessizdi. Emma onun sık sık kendine bakarak yüzünü daha iyi görmeye çalıştığını sandı ve bu, içinde yeni bir korku uyandırdı. Belki de adam ona Harriet'e olan aşkından söz etmek istiyordu da başlamak için yüreklendirilmeyi bekliyordu. Ama böyle bir konuyu kendisi açmak Emma'nın yapmak istemediği, açmaya gücünün yetmeyeceği bir şeydi. Adam istiyorsa kendi yapmalıydı bunu. Beri yandan Emma onun sessizliğine de katlanamıyordu. Suskunluk Mr. Knightley için öyle olağandışı bir şeydi ki! Emma bir an kafasını çalıştırdı, kararını verdi ve gülümsemeye başlayarak lafı açtı:

"Sizi bekleyen bir haber var burda, oldukça şaşıracağınızı sanıyorum."

Erkek usulca, "Öyle mi?" diye sorarak kıza baktı. "Nasıl bir haber?"

"Dünyanın en iyi haberi. Bir evlilik."

Mr. Knightley kızın başka bir şey söylemeyeceğinden emin olmak ister gibi biraz bekledikten sonra, "Miss Fairfax'le Mr. Churchill'i demek istiyorsan, onu duydum."

Emma, "Ama nasıl olur?" diyerek ateş basan yüzünü ondan yana döndü. Çünkü daha konuşmak için ağzını açarken onun yolda Mrs. Goddardlara uğramış olabileceği aklına gelmişti.

"Bu sabah Mr. Weston'dan iş konusunda birkaç satırlık bir mektup aldım; sonunda da kısaca olup biteni anlatmış."

Emma çok rahatladı ve biraz sonra daha bir sakinlikle konuşabildi:

"Siz, herhalde hepimizden daha az şaşmışsınızdır çünkü zaten birtakım kuşkularınız vardı. Bir ara beni uyarmaya çalıştığınızı unutmuş değilim." İçi kararıp derin bir göğüs geçirerek, "Keşke size kulak vereymişim ama ne yapayım, gözlerimin açılmaması alnıma yazılmıştı sanki."

Birkaç dakika sessizlik oldu. Emma yanındaki adamın kendisini özel bir ilgiyle dinlemiş olduğunun ayırdında değildi ama Mr. Knightley birden onun elini alıp kolundan geçirdi, sonra kalbine bastırarak, son derece duyarlıklı bir sesle, "Zaman, biricik Emma'm," diye usulca konuştu, "zaman her yarayı iyileştirir. Kendi parlak zekân, aklın var... seni meşgul edecek sevgili baban var; kendini bırakmayacaksın, biliyorum..." Emma'nın kolunu gene göğsünde sıkarak, deminkinden daha da titrek, üzgün bir sesle, "En sıcak arkadaşlık sevgisi... öfke... pis herif, alçak!" diye bir şeyler ekledi. Sonra, daha yüksek, tok bir sesle, "Yakında gidecek. Yakında Yorkshire'a gidecekler," dedi. "Kıza acıyorum. Daha iyisine layık o."

Emma onun ne dediğini anladı ve bu şefkatli, yakın ilginin yüreğinde uyandırdığı sevinç çarpıntısını biraz bastırdığı zaman, "Çok iyisiniz ama yanlışınız var," diye karşılık verdi. "Bunu düzeltmem gerek. Benim şu sırada böyle avutulmaya ihtiyacım yok. Olup bitenlere karşı kör gibi gezdiğim için, onlara karşı, ömür boyu utanç duyacağım biçimde davrandım. Kendimi tutamayıp söylediğim, yaptığım birçok şey yüzünden kendimi tatsız, çirkin izlenimlere açık bıraktım. Ama onların sırrını daha önce öğrenmediğime yalnızca bu yüzden üzülüyorum, başka nedenle değil."

Mr. Knightley onun yüzüne sevinçle bakarak, "Emma!" diye ünledi, "Öyle mi gerçekten?" Sonra kendini tutarak, "Yok yok, seni anlıyorum, bağışla beni. Senin bu kadar bile konuşabilmene sevindim. Aslında onun için üzülmeye değmez, inan! Bunu çok yakın zamanda yalnız kafanla değil, duygularınla da kavrayacağını umut ediyorum. Duygularının bu konuda sınırlı kalmış olduğu için şanslısın! Açık konuşayım, senin davranışlarından ona olan sevginin derecesini hiçbir zaman kestiremedim. Yalnızca bir tercih durumu olduğunu biliyordum; onun bu tercihe layık olduğuna da asla inanmamıştım. Bu adam erkeklik için yüz karasıdır. Yani şimdi de o dünya tatlısı genç kızı almakla ödüllendirilecek ha? Jane, Jane! Yazık olacak sana!"

Emma şaşkınlaşmıştı, gene de sakin konuşmaya çalışarak, "Mr. Knightley, çok tuhaf bir durumdayım," dedi. "Yanılgınızda ısrar etmenize izin veremem. Beri yandan, davranışlarım mademki böyle bir izlenim bırakmış... sözünü ettiğiniz kişiye hiçbir zaman gönül vermedim, diye itirafta bulunmak belki, 'Evet, onu sevdim,' demekten daha utandırıcı bir şeydir. Ama, doğrudur, onu hiçbir zaman o anlamda sevmedim."

Mr. Knightley hiç sesini çıkarmadan dinliyordu. Emma o konuşsun istiyordu, ama o konuşmamakta ısrarcıydı. Genç kız onun yumuşamasını sağlamak için kendisinin daha da açık konuşması gerektiğini tahmin ediyordu; ama kendini bile bile onun gözünde daha da alçaltmak zor görevdi. Gene de konuşmayı sürdürdü:

"Davranışımı temize çıkaracak çok bir sözüm yok. Onun gösterdiği ilgiye kapıldım, bundan çok hoşnut kalmış gibi davrandım. Eski bir hikâyedir bu, herhalde, olağan bir şey... benden önce yüzlerce kadının başından geçmiş bir durum, en sonunda. Ama benim gibi, kendini kafalı bulan birinde kolayca bağışlanmayabilir. Aklımı çelen birçok şey vardı: Bir kez Mr. Weston'ın oğluydu... hep buralardaydı... onu eskiden beri sevimli bulurdum... yani kısacası..." Bir iç çekişiyle, "Nedenleri ne denli kurnazca çoğaltırsam çoğaltayım, hepsi gelip aynı şeyde düğümleniyor: Gururumu okşadığı için çevremde dönüp dolaşmasına, bana iltifatlar etmesine izin verdim. Gerçi son zamanlarda... epey zamandan beri, bu ilginin hiçbir şey ifade etmediğini biliyordum. Bir alışkanlık diye bakıyordum buna, ciddiye almamı hiçbir biçimde gerektirmeyen bir oyun, falan. O beni kullandı, evet, ama bana zararı dokunmadı. Hislerim asla ciddi değildi. Öyle ki şimdi onun davranışını oldukça anlayabiliyorum. Beni kendisine bağlamayı hiçbir zaman istememişti. Gösterdiği ilgi, başkasıyla olan ilişkisini gizlemek için bir maskeymiş, yalnızca. Amacı çevresindeki herkesin gözünü boyamakmış. Kimsenin de gözü, benimkinden fazla boyanamazdı, herhalde. Ne var ki gözümü boyayamamıştı, aslında... yani şansım varmış ki çok şükür... kısacası, şöyle ya da böyle, nasıl olduysa, o tehlikeden kendimi koruyabilmişim."

Emma buraya gelince erkekten bir yanıt, hiç değilse, "Davranışını anlayabiliyorum," diye birkaç sözcük bekledi ama o hâlâ susuyordu. Derin bir düşünceye dalmış olduğu belliydi. En sonunda, eski sesine epeyce benzeyen bir sesle, "Frank Churchill'i hiçbir zaman çok fazla beğenmedim," dedi. "Ama tam değerini vermemiş de olabilirim. Ne olsa kendisini ancak şöyle bir tanıdım. Bundan önce pek kişilikli değildiyse bile bundan sonra pekâlâ düzelebilir. Yanında öyle bir kadınla buna şansı vardır. Onun kötülüğünü istemem için hiçbir neden yok. Hele Jane Fairfax'in hatırı için onun her zaman iyiliğini isterim, çünkü o kızın mutluluğu kocasının kişilik ve huy yönünden sağlam olmasına bağlıdır."

Emma, "Onların birlikte çok mutlu olacaklarından benim hiç kuşkum yok," dedi. "Birbirlerini gerçekten çok sevdiklerine inanıyorum."

"Frank Churchill çok şanslı çocuk, bence. Henüz bu genç yaşta... yirmi üçünde... o yaşta evlenen erkekler çoğunlukla yanlış kişileri seçerler... Yirmi üç yaşında böyle bir hazine bulabilmek! Tanrı ömür verirse önünde uzun mutluluk yılları var demektir. Öyle bir kadının aşkından emin olmak... çıkar gütmeyen bir aşk, çünkü Jane Fairfax'in karakteri çıkarcı bir kadın olmadığının garantisidir... yani her şey bu genç adamdan yana: sosyal yönden uygunluk, önemli huy ve davranışlardaki uyum, tek bir nokta dışında eşitlik... Bu söz konusu nokta da gencimizin mutluluğunu eksiltmeyip artıracaktır. Çünkü karısının aşkının tertemizliğine inandığından, onun yoksun olduğu her şeyi sağlamak kendisi için gurur kaynağı olacaktır. Erkek her zaman kadınına, onu aldığı evden daha iyi bir ev sağlamak ister. Bunu yapabilen erkek de... kadınının aşkından kuşku duymadığı sürece... yeryüzündeki ölümlülerin en mutlusu sayılmalıdır. Frank Churchill de gerçekten, şans tanrısının gözdesi olmalı, çünkü her işten o kazançlı çıkıyor. Bir sayfiye yerinde genç bir kadınla tanışıyor, onun gönlünü öyle bir kazanıyor ki ihmalci davrandığında bile onu bıktırıp bezdiremiyor... Oysa o ve bütün sülalesi dünyayı dolaşıp ona kusursuz eş arasalar bu kızdan daha üstününü bulamazlardı. Mrs. Churchill onun mutluluğuna engeldir. Mrs. Churchill ölüyor... Gencimizin iki laf etmesi yeterlidir. Dostları o saat onun mutluluğu için seferber oluyor... Herkese karşı saygısız davranmıştır, ama herkes onu bağışlamaya can atıyor... Evet evet, gerçekten şanslı adam!"

"Onu kıskanıyormuş gibi konuşuyorsunuz."

"Evet, gerçekten kıskanıyorum. Bir yönden haset ediyorum ona."

Emma bir şey söyleyemedi. Harriet konusuyla aralarında yarım cümlecik bir şey kalmış gibiydi. Emma'nın o anda içinden gelen, elindeyse bu konudan kaçınmaktı. Sessizce karar verdi: Bambaşka bir konuyu açacaktı: Brunswick Meydanı'ndaki çocuklar. Soluğunu alır almaz konuşmaya niyetleniyordu ki Mr. Knightley, "Ne yönden kıskançlık duyduğumu sormayacaksın," diye söze başlayarak onu şaşırttı. "Anladığım kadarıyla merak göstermemeye kararlısın. Akıllılık ediyorsun... ama ben akıllıca davranamayacağım artık. Emma, senin sormadığını ben söyleyeceğim. Belki ertesi dakika pişman olacağım ama olsun!"

Emma heyecanla, "Öyleyse söylemeyin, ne olur söylemeyin!" dedi. "Biraz daha düşünün, hemen açıklamayın!"

Mr. Knightley son derece üzülmüş, alınmış bir sesle, "Teşekkür ederim," dedi, sonra tek bir hece daha söylemeden sustu.

Emma onu üzmeye dayanamazdı. Erkek ona açılmak, belki de akıl danışmak istemişti. O da, kendine neye mal olursa olsun, onu dinleyecekti! Belki onun karar vermesinde ya da verdiği zor bir kararı benimsemesinde yardımcı olabilirdi; Harriet'in olumlu yanlarını övebilir ya da bağımsızlık konusunu işleyerek onu kararsızlık eziyetinden kurtarabilirdi. Çünkü kararsız kalmak, Mr. Knightley karakterinde bir adam için, en kötü seçenekten bile daha katlanılmaz olmalıydı. Bu arada eve varmışlardı. Mr. Knightley, "Giriyorsun herhalde, değil mi?" diye sordu.

Emma, "Hayır," diye yanıtladı. Mr. Knightley'nin soruyu soruşundaki karamsarlık genç kıza kesin kararını verdirtmişti. "Ben biraz daha dolaşmak istiyorum. Mr. Perry henüz gitmemiş nasılsa." Birkaç adım sonra, "Mr. Knightley, biraz önce bencilce konuştum," diye ekledi. "Sizi istemeyerek üzdüm, sanıyorum. Eğer benimle bir arkadaş olarak serbestçe konuşmak istiyorsanız, tasarladığınız bir konuda akıl danışmak falan, arkadaş olarak emrinizdeyim. Söyledikleriniz ne olursa olsun dinleyeceğim, ne düşündüğümü de tam olarak söyleyeceğim."

Mr. Knightley, "Arkadaş olarak ha!" dedi. "Emma, korkarım ki bu sözcük öyle bir... hayır, söyleyecek hiçbir şeyim yok. Ama dur, evet, ne diye duraksayacakmışım? Nasılsa geri dönemeyecek kadar ileri gittim artık. Emma, çok tuhaf da olsa önerini kabul ediyorum ve sana bir arkadaş olarak soruyorum: Söyle bana, öyleyse, benim için hiç umut yok mu?"

Durdu, Emma'ya bakıp sorusunu gözleriyle sordu ve gözlerinin bakışı Emma'yı tepeden tırnağa sarstı. Mr. Knightley, "Bir tane Emma'm," diye sözünü sürdürdü. "Çünkü bu konuşmanın sonucu ne olursa olsun sen her zaman benim bir tanem olacaksın. En sevdiğim, biricik Emma'm benim, hemen yanıt ver bana. Öyle gerekiyorsa, 'Hayır,' de."

Emma gerçekten konuşamıyordu.

Mr. Knightley sevinçle, "Susuyorsun!" diye ünledi. "Hiçbir şey demiyorsun. Şu sırada benim de bundan ileri bir isteğim yok!"

Emma o dakikanın heyecanıyla neredeyse yıkılmak üzereydi. En belirgin duygusu, dünyanın en güzel rüyasından uyanıvermek korkusuydu. Biraz sonra erkek, "Ben şairane laflar etmesini beceremem, Emma," diye konuştu. Sesi öyle içten, kararlı, apaçık bir sevgiyle öylesine dopdoluydu ki ona inanmamaya olanak yoktu. "Seni daha az sevsem belki bu konuda daha çok konuşabilirdim, ama sen beni tanıyorsun. Ben ancak ve yalnızca doğruyu söylerim. Şunca zamandır sana az mı kabahat buldum, az nutuk mu çekip akıl verdim? Şu ülkede başka hiçbir kadın çekmezdi bunu ama sen çektin. O doğrular gibi şimdi söyleyeceğim doğruları da sabırla dinle, sevgili Emma'm. Tavrım pek gönül çelici olmayabilir. Tanrı biliyor ya, aşkımı sana gerektiği gibi belli edemedim. Ama sen beni anlarsın. Evet, içimden geçenleri görüyorsun, anlayabiliyorsun sen. Eğer olabiliyorsa, bunlara karşılık da vereceksin, biliyorum ama şu sırada tek istediğim senin sesini duymak, Emma, bir şeyler söyle bana."

O konuşurken Emma'nın zihni yıldırım gibi işlemiş ve dinlediklerinin tek sözcüğünü kaçırmadığı halde her şeyi bütünüyle görüp kavramayı başarmıştı: Harriet'in umutları tümüyle temelsizdi, bir yanılgı, bir sanrı, bir aldanış, aynen onun kendininkiler gibi bir kendi kendini aldatış; bu erkeğin gözünde Harriet hiçti, kendisi her şey! Harriet'i düşünerek söylediği her şeyi o, Emma'nın kendi duygularıyla ilgili sanmıştı: Bütün o heyecanı, duraksamaları, isteksizlik ve olumsuzluğu Emma'nın kendi gönül lehçesi olarak kabul etmişti.

Bütün bu yanlışları düzeltip mutlulukla ışıldatmanın zamanı elbet gelecekti. Emma şu sırada Harriet'in sırrını kimseye söylemediği için sevinmeye ve asla söylememesi gerektiğini düşünmeye fırsat buldu. Zavallı arkadaşına bundan böyle yapabileceği en büyük hizmet buydu. Belki yüreği daha yiğit olsa bir özveride bulunup erkeğe, sevgisini kendinden alıp Harriet'e yöneltmesini, çünkü onun buna kendinden daha layık olduğunu söyleyebilirdi. Ya da daha basit bir yüce ruhluluk göstererek onunla evlenmeyi (adam kızların ikisini de alamayacağına göre) baştan, hiç neden göstermeksizin reddedebilirdi. Gelgelelim Emma bu kadar kahraman değildi. Harriet'e, yüreği burkularak, pişmanlıkla dolarak acıyordu. Ama her türlü aklı ve mantığı yadsıyan çılgın bir gönül bolluğuna da kapılmıyordu. Arkadaşını yanlış yollara sürüklemişti ve bu, vicdanına ömür boyu azap verecekti. Gelgelelim mantık ve yargı gücü de duyguları kadar güçlüydü ve Harriet'in George Knightley için son derece uygunsuz bir eş olacağına hâlâ eskisi kadar inanıyordu. İzlemesi gereken yol çetin, pürüzlü ama düzdü.

Sonunda Emma erkeğin istediği o birkaç sözü söyledi. Ne mi dedi? Neyi demesi gerekirse onu, elbet. Gerçek hanımefendiler her zaman böyle yapar. Umutsuzluğa gerek olmadığını açıklamaya ve erkeği daha çok konuşmaya özendirmeye yetecek kadar konuştu. Mr. Knightley bir ara gerçekten umutsuzluğa kapılmıştı. Emma ona susması, bir şey söylememesi için tüm umudunu yıkan bir içtenlikle yakarmış, onu dinlemek bile istememişti. Sonraki değişikliğin pek ansızın gerçekleştiği düşünülebilirdi: Emma'nın biraz daha dolaşmak istemesi, demin yarıda kestiği konuyu tazelemesi biraz garipsenebilirdi. Bundaki tutarsızlığı kız kendisi de fark ediyordu. Neyse ki Mr. Knightley bunu böylece kabul etmek ve açıklama istememek inceliğini gösterdi.

İnsanların birbirlerine yaptıkları hemen hemen hiçbir açıklamanın tümüyle doğru olduğu söylenemez. Hiçbirinin en ufacık bir ayrıntısının bile hiç maskelenmediği, azıcık olsun gerçeği saptırmadığı seyrek görülür, hem de çok seyrek. Ne var ki şu olayda olduğu gibi, tavır yanlış yorumlansa da duygular doğru anlaşılmışsa, doğruluktan ufacık sapmalar önemli olmayabilir. Nitekim o sırada Emma'nın bağrında çarpan yürek de Mr. Knightley'nin sandığından daha az yumuşak, daha az aşk dolu sayılmazdı.

Aslında Mr. Knightley, Emma'nın duygularını son ana kadar tahmin bile etmemişti. Fidanlıkta yeniden dolaşmaya başladıklarında kendisinin Emma'ya açılmak gibi bir niyeti de yoktu. Onun, Frank Churchill'in nişan haberini nasıl karşıladığını görmek için kaygı ve telaşla geri dönerken kendisini hiç düşünmüyordu; tek düşüncesi onu avutmaya, yatıştırmaya çalışmaktı, yeter ki o buna ufacık bir fırsat versin. Gerisi kendiliğinden oluvermişti, dinlediklerinin, hisleri üstündeki etkisinin o andaki dışa vurumu... Emma'nın, Frank Churchill'e hiçbir ilgi duymadığını kalbinde onun asla yer etmemiş olduğunu kesinlikle öğrenmenin sevinci Mr. Knightley'ye yepyeni bir umut vermişti: Kızın kalbini belki kendisi kazanabilirdi! Gene de şimdiye ait değildi bu umut. O, heyecanının bir an için ihtiyatından baskın çıkmasıyla, kızın ona, umut edebilmek için izin vermesini umut etmişti! Böylece, önüne yavaş yavaş serilen daha da ileri olasılıklar başını büsbütün döndürmüştü! Kızın kalbinde uyandırmaya çalışmasına izin verilsin diye yalvardığı sevgi meğer zaten onunmuş! O da yarım saat içinde, bütünüyle karamsar bir ruh halinden, ancak "kusursuz mutluluk" diye betimlenebilecek bir ruh haline geçmişti!

Emma'nın yaşadığı değişim de onunkine eşitti. Şu son yarım saat, ikisine de aynı derin aşkla seviliyor olmanın inancını bağışlamış, ikisinin içinden de aynı yanılgı, kıskançlık ve güvensizlik tortularını silip atmıştı. Erkeğin kıskançlığı çok daha eskiye dayanıyordu, Frank Churchill'in gelişinden daha öncelere. Emma'ya duyduğu aşkla Frank Churchill'e duyduğu kıskançlık aynı zamanda uyanmıştı. Bu duygulardan biri öbürünü tetiklemişti belki de. O sıralarda kasabadan uzaklaşmasına Frank Churchill'e duyduğu kıskançlık neden olmuştu. Box Tepesi gezisi ona kararını verdirtmişti. Kendisini, sevdiği kızın bir başkasına nasıl cesaret verdiğini görmek eziyetinden kurtaracaktı. Emma'yı unutmak için gitmişti. Ne var ki yanlış yere gitmişti. Erkek kardeşinin evinde çok fazla aile mutluluğu vardı. Isabella, Emma'ya çok fazla benziyordu. Isabella'da ve diğer kadınlarda gözüne çarpan kusurlar ona her zaman Emma'nın parıltılı kişiliğini çağrıştırıyordu. Gene de o dişini sıkıp orada günlerce kalmıştı, ta ki bir sabah postasından çıkan mektuptan Jane Fairfax'in öyküsünü öğreninceye kadar! Sevinmemek elinde değildi; hayır, sevindiği için kendini kınamıyordu da çünkü Frank'i Emma'ya asla layık görmemişti. Beri yandan Emma için öylesine sevgi dolu gene de keskin bir kaygıya kapılmıştı ki, orada artık kalamamıştı. Yağmur altında atını Londra'dan buraya sürmüş, yemekten sonra da hemen Hartfield'e koşmuştu... yeryüzünün bu en tatlı, en harika yaratığının, tüm kusurlarına karşın kusursuz olan bu kızın o nişan haberi karşısında ne halde olduğunu görmek için.

Heyecanlı ve keyifsiz bulmuştu onu. Frank Churchill alçağın biriydi. Emma onu hiçbir zaman sevmemiş olduğunu söylüyordu. Frank Churchill pek de kötü biri olmayabilirdi. Eve döndükleri zaman Emma onun Emma'sıydı, eli elinde, verdiği sözler kulaklarında. O sırada Frank Churchill'i bir an bile düşünebilecek durumda olsaydı, herhalde onun çok iyi bir çocuk olduğuna karar verirdi.

Continue Reading

You'll Also Like

1.7K 151 13
Hislerini gözlerinden okumak hiçte kolay değildi, keşke ne hissettiğini, en azından hakkımda ne hissettiğini anlamak için neleri vermezdim. Ancak o i...
940K 6K 200
Sevdiğim bir kafir ola kim, elinde asırlardır müebbetim...Nice cellat,ehl-i rahm kalır yanında...Ben yine de ''O aşktır!''derim her yadımda...
228K 11.7K 61
Gurur ve Önyargı, taşralı bir beyefendinin kızı olan Elizabeth Bennett ile varlıklı ve soylu toprak sahibi Fitzwilliam Darcy arasındaki çatışmayı anl...
38.5K 1K 45
Dünya edebiyatının en önemli klasik yapıtlarından biri olan İki Şehrin Hikâyesi, Paris ve Londra arasında gelişen olay kurgusuyla, tarihin en hareket...