Bir Kadının Yaşamından Yirmi...

By WattpadClassicsTR

47.6K 2K 554

Zweig bu novellası'nda bir kadının yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken, in... More

1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
7. Bölüm
Bir Yüreğin Ölümü - 1.Bölüm
BYÖ - 2. Bölüm
BYÖ - 3. Bölüm

6. Bölüm

2.7K 178 38
By WattpadClassicsTR


"Gerçekten de o on saat içinde gerçeğe dair edindiğim bilgi ve deneyim kırk yıldır sürdürdüğüm burjuva hayatında gördüklerimden çok daha fazlaydı.

Fakat onun bu günah çıkartmasında yine de beni korkutan bir şeyler vardı, o da, kumar tutkusundan bahsederken yüzünün tüm sinirlerini elektrik gibi titreten gözlerindeki o ateşli parıltıydı. Yaşadıklarını anlatmak bile onu heyecanlandırıyordu ve o yumuşak yüzü korkunç bir netlikle, her gerilimi neşe ve acıyla ortaya koyuyordu. Elleri, o çok güzel, ince kemikli, sinirle kaplı elleri tıpkı kumar masasında olduğu gibi istemdışı, vahşi hayvanlar gibi, kovalayan ve kaçan varlıklar olmaya başladı: O anlatmaya devam ederken eklemlerden yukarıya doğru titremeye başladığını, bütün gücüyle büküldüğünü, yumruk gibi sıkıldığını, sonra yine gevşediğini ve birbiri içine girdiğini görüyordum. Broşları nasıl çaldığını anlatırken, elleri (burada gayriihtiyarı irkildim) şimşek gibi öne doğru –hırsızların yaptığı gibi– ani bir atak yaptı: Parmakların nasıl da mücevherin üzerine atladığını ve aceleyle onu avucunun içine aldığını görür gibi oldum. Ve adlandıramayacağım bir korkuyla bu insanın kanının son damlasına kadar tutkusundan zehirlendiğini gördüm.

Onun öyküsünde beni o denli sarsan ve dehşete düşüren şey, genç, pırıl pırıl, aslında kaygısız bir doğası olan bir insanın acınası bir şekilde saçma bir tutkunun esiri olmasıydı yalnızca. Bu nedenle ilk görevim olarak beklenmedik bir anda himayeme aldığım bu insanı dostça ikna etmeye çalışacaktım, ona derhal Şeytan'a uymasını kolaylaştıran Monte Carlo'dan ayrılmasını, broşların kaybolduğu fark edilmeden ve geleceğini tehlikeye atmadan bugünden ailesinin yanına dönmesi gerektiğini söyleyecektim. Ona, seyahati ve mücevherleri rehinden kaldırması için para vereceğime dair söz verdim, ancak elbette bir şartım vardı, bugün hemen buradan ayrılacak ve bir daha asla kartlara el sürmeyeceğine ya da herhangi bir şekilde kumar oynamayacağına dair bana söz verecekti. Bu yabancı ve yolunu kaybetmiş insanın beni önce alçakgönüllü minnettarlıkla, sonra ise yavaş yavaş parıldayan bir tutkuyla dinlediğini, ona yardım edeceğime söz verdiğimde, sözlerimi adeta içtiğini asla unutmayacağım. Birden ellerimi masanın üzerinden uzatarak unutamayacağım bir hareketle hayranlığını belirtirken yeminler etti. Açık renkli ve başka zamanlar biraz da huzursuz olan gözlerinde yaşlar vardı, bütün vücudu mutlu bir heyecanla titriyordu. Onun hareketlerindeki eşsiz ifade gücünü çok defa size tasvir etmeye çalışmıştım, fakat bu hareketini anlatamam, çünkü bu normal olarak bir insanın yüzünde hemen hemen hiç göremeyeceğimiz türden bir kendinden geçiş ve olağanüstü mutluluk ifadesiydi. Bu ancak o beyaz gölgeyle karşılaştırılabilir, hani insan bir rüyadan uyanır da karşısında bir meleğin kaybolan yüzünü gördüğünü sanır ya, işte böyle bir şey.

Saklamak boşuna, bu bakışlara dayanamadım. Minnettarlık mutlu ediyor, çünkü insan ender yaşıyor bu duyguyu, nezaketli davranış da insana iyi geliyor ve benim gibi ölçülü, mesafeli insana böylesi bir duygusallık hoş ve mutluluk verici yeni bir şey. Ayrıca: Tıpkı bu sarsılmış, çiğnenmiş insan gibi olan manzara da dünkü yağmurdan sonra büyüleyici bir şekilde uyanmıştı. Restorandan çıktığımızda tamamen sakinleşmiş deniz pırıl pırıl parlıyordu, gökyüzüne kadar uzanıyordu maviliği, ancak biraz ilerisinde başka, daha mavi olan yerlerde beyaz martılar uçuşuyordu. Riviera'nın kıyılarını bilirsiniz. Her zaman güzeldir, fakat düz kartpostallar gibi canlı renklerini gözler önüne serer, kendini seyreden bakışlara aldırmayan, uyuklayan, ağır bir güzelliktir, o sonsuz bereketli haliyle neredeyse Doğu'yu çağrıştırır. Fakat bazen, çok ender de olsa öyle günler vardır ki, bu güzellik ayaklanır, coşar, çeşitli ve parlayan renklerle insana seslenir, rengârenk çiçeklerini zafer edasıyla uzatır, kor gibi yanar, duyuları coşturur. İşte o gecenin fırtınalı kaosundan böylesi coşkulu bir gün doğmuştu, tertemiz yıkanmış caddeler pırıl pırıl parlıyordu, gökyüzü firuze rengindeydi ve her tarafta suya doymuş yeşilliklerden, renkli ışıklar gibi fundalıklar yanıyordu. Bunaltıcı havanın terk ettiği dağlar, güneşli havada daha aydınlık, daha yakın görünüyordu. Temizlenmiş ve parlayan kente sürüler halinde yaklaşıyordu sanki, insanların bakışlarında doğanın ısrarcı ve davetkâr çağrısı hissediliyordu ve bu çağrı, ister istemez her yüreği fethediyordu: 'Bir faytona binelim,' dedim, 've Corniche boyunca gezelim.'

Sevinçle kabul etti: Bu genç adamın buraya geldiğinden beri ilk kez bu güzel manzarayı gördüğü ve fark ettiği anlaşılıyordu. Şimdiye kadar ağır ve ter kokan kasinonun boğucu havasından, çirkin, çarpık suratlı insanlardan, haşin, gri ve çalkantılı denizden başka bir şey görmemişti. Fakat şimdi kızgın güneşin altındaki kıyı yelpaze gibi açılmıştı, gözlerimizle kıyının bir ucundan diğer ucuna keyifle bir gezinti yapıyorduk. Yavaş yavaş giden fayton (o zamanlar otomobil henüz yoktu) muhteşem yolda ilerliyor, villaların ve insanların önünden geçiyordu: Her evin, yeşil çamların gölgesindeki her villanın önünden geçen kuşkusuz yüz kez içinden şunu geçirmiştir: İnsan burada sessiz sakin, mutlu ve dünyadan uzak yaşayabilir.

Hayatımda hiç o an olduğumdan daha mutlu olmuş muydum? Bilmiyorum. Arabada yanımda genç adam oturuyordu, daha dün ölüme ve kötü yazgısına tutunmuşken, şimdi güneşin beyaz ışınlarının keyfini çıkarıyordu: Bütün yılları üzerinden atmış, tıpkı küçük bir oğlan çocuğuna benziyordu, duyarlı nezaketinden büyülendiğim coşkulu ve aynı zamanda saygılı gözleri olan, güzel, oynayan bir çocuğa: Araba yokuş yukarı çıkarken atlar zorlandığında, çevik bir hareketle aşağıya inip arabayı arkadan itiyordu. Yolda bir çiçeği işaret ettiğimde koşup onu koparıyordu. Dünkü yağmurun dışarıya çıkardığı küçük bir kaplumbağayı yolun ortasında gördüğünde arabaların altında ezilmesin diye yerden alıp yeşil çimenlerin üzerine koydu. Arada bir coşkulu bir şekilde komik, hoş şeyler anlatıyordu: Sanırım böyle gülmesi bir tür kurtuluştu onun için, çünkü gülmese, şarkı söyler, sıçrar ve çılgınca şeyler yapardı herhalde, ani gösterdiği bu taşkınlıkta öylesine mutlu ve sarhoştu.

Yolun yukarısında küçücük bir köyün içinden ağır ağır ilerlerken birden kibarca şapkasını çıkarıp selam verdi. Şaşırdım: Kimi selamlamıştı, yabancılar içindeki bu yabancı – sorum karşısında yüzü hafif kızardı ve neredeyse özür dilercesine, bir kilisenin önünden geçtiğimizi, memleketi Polonya'da, tüm katı Katolik ülkelerde olduğu gibi çocukluktan itibaren her kilisenin, her ibadethanenin önünden geçerken şapka çıkarmayı öğrendiğini söyledi. İnanca karşı gösterdiği bu hoş saygı beni derinden etkiledi, aynı anda o bahsettiği haç geldi aklıma ve ona inançlı olup olmadığını sordum. Utangaç bir hareketle, mütevazı bir şekilde evet dediğinde ve Tanrı'nın lütfundan mahrum olmamayı ümit ettiğini söylediğinde, birden aklıma bir fikir geldi, arabacıya 'Durun!' dedim ve aceleyle arabadan indim. Şaşkınlıkla beni takip etti. 'Nereye gidiyoruz?' 'Gelin benimle,' dedim.

Onunla birlikte arkamızda bıraktığımız kiliseye gittim, tuğladan inşa edilmiş küçük bir taşra kilisesiydi. Kireçli, gri ve boş iç duvarlar pek ayırt edilmiyordu, kapı açıktı, öyle ki bir parça sarı ışık içeri sızıyor, küçük mihrabın çevresinde mavi gölgeler yapıyordu. Buhur gibi sıcak bir alacakaranlıktan iki mum, peçeli bir çift göz gibi bakıyordu. İçeriye girdik, o şapkasını çıkardı, elini günah çıkartma kabına soktu, istavroz çıkardı ve dizlerinin üzerine çöktü. Tam ayağa kalkmıştı ki, kolundan tuttum. 'Gidin,' dedim, 'mihrabın önüne ya da sizin için kutsal olan bir resmin önüne ve orada söyleyeceklerimi tekrarlayarak yemin edin.' Şaşırarak, neredeyse korkarak bana baktı. Fakat söylediğimi çok çabuk anlayarak içinde heykel olan bir oyuğun önünde durdu, istavroz çıkarıp diz çöktü. 'Söylediklerimi tekrar edin: Yemin ederim,' – 'Yemin ederim,' diye tekrarladı ve ben devam ettim: 'Ne tür olursa olsun para karşılığında bir oyun oynamayacağıma, hayatımı ve şerefimi bu tutkuya kurban etmeyeceğime yemin ederim.'

Titreyerek bu sözcükleri tekrarladı: Net ve yüksek bir ses tonuyla söylediği bu sözler tamamıyla boş mekânda çınladı. Sonra bir an sessizlik oldu, öyle bir sessizlik ki, dışarıda rüzgârın yapraklarına değdiği ağaçların hışırtısı duyuluyordu. Derken genç, bir tövbekâr gibi, daha önce hiç duymadığım biçimde kendinden geçmiş bir halde anlamadığım Leh dilinde hızla ve arka arkaya bir şeyler söyledi. Bu bir dua olmalıydı, teşekkür ettiğine ve pişman olduğuna dair bir dua, çünkü coşkulu biçimde günahlarını itiraf ederken başını kürsünün önünde eğiyor, her defasında daha büyük bir tutkuyla yabancı dilde dua ediyor ve gittikçe daha ateşli ve tarif edilemez bir içtenlikle duasını tekrar ediyordu. Daha önce ve daha sonra dünyanın hiçbir kilisesinde böyle bir dua etme görmedim. Elleri, bütün gücüyle ahşap dua kürsüsünü kavramış, bedeni içindeki kasırganın etkisiyle sarsılıyor ve kâh doğruluyor, kâh yine yere kapanıyordu. Bir şey görmüyor, bir şey hissetmiyordu: İçindeki her şey başka bir dünyada gibiydi, değişimin arafında ilerliyor, çok daha kutsal bir boyuta yükseliyor gibiydi. Sonunda yavaş ayağa kalktı, istavroz çıkarıp güçlükle döndü. Dizleri titriyordu, yüzü çok bitkin bir insanın yüzü gibi bembeyaz kesilmişti. Fakat beni gördüğünde, gözleri parladı, saf ve gerçekten inanan bir insanın gülümseyişiyle aydınlandı yüzü; yaklaştı, Ruslar gibi yerlere kadar eğildi, iki elimi tuttu ve saygıyla dudaklarına götürdü. 'Sizi bana Tanrı yolladı. Bunun için ona teşekkür ettim.' Ne diyeceğimi bilemedim. Fakat o anda kilisenin orgunun bu mütevazı duygulara eşlik etmesini arzu ettim, çünkü her şeyi başarmıştım: Bu insanı sonsuza kadar kurtarmıştım.

Kiliseden çıktık, mayıs ayının parıldayan ve ışıldayan gün ışığına attık kendimizi: Dünya hiç böyle güzel gelmemişti bana. İki saat boyunca arabayla fevkalade manzarası olan ve her dönemecinde ayrı bir güzellik sunan yolda ağır ağır gittik. Duyguların böyle anlatılmasından sonra her sözcük önemsiz kalıyordu. Bakışlarım tesadüfen onun bakışlarıyla karşılaştığında utanarak kaçırıyordum: Kendi mucizemi görmek beni çok duygulandırıyordu.

Öğleden sonra saat beşe doğru Monte Carlo'ya geri döndük. Şimdi de akrabalarımla bir randevum vardı ve ertelemem artık mümkün değildi. Aslında içimden biraz dinlenmeyi, yaşadığım bu coşkulu duygu patlamasından sonra gevşemeyi geçiriyordum. Çünkü aşırı derecede mutlu olmuştum. Hayatımda daha önce hiç yaşamadığım aşırı heyecanlı ve coşkulu durumu sindirmek için biraz kendimi dinlemek zorunda olduğumu hissediyordum. Bu nedenle himayeme aldığım gence birkaç dakika otele kadar bana eşlik etmesini rica ettim; odama geldiğimizde ona eve dönüş yolculuğu ve mücevherleri rehinden kurtarması için para verdim. Ben akrabalarımla görüşürken o tren biletlerini alacak, Cenova üzerinden onun memleketine gidecek trenin kalkmasından yarım saat önce saat yedide istasyonun girişinde buluşacaktık. Ona beş banknotu uzattığımda dudakları tuhaf bir şekilde bembeyaz kesildi: 'Hayır... para... istemiyorum... rica ederim, para vermeyin!' dedi dişlerinin arasından konuşarak, o sırada parmakları sinirden kontrolsüz bir şekilde titriyordu. 'Para istemiyorum... para istemiyorum... para görmeye tahammülüm yok,' diye tekrarladı bir kez daha, tiksinti ya da korkuyla sarsılmışçasına. Fakat onun utancını gidermeye çalıştım, ödünç verdiğimi söyledim, kendini mahcup hissediyorsa bana bir makbuz kesebileceğini belirttim. 'Evet evet... makbuz,' diye mırıldandı bakışlarını kaçırarak ve sanki parmaklarını titreten yapışkan bir şeymiş gibi banknotları buruşturup bakmadan cebine koydu ve bir kâğıdın üzerine hızla bir şeyler karaladı. Başını kaldırdığında alnını nemli ter tanecikleri kaplamıştı: Sanki içinden bir şeyler dışarı çıkmak istiyor gibiydi, elindeki kâğıdı bana uzatır uzatmaz titremeye başladı ve birdenbire –ben farkında olmayarak korkuyla geri çekildim– dizlerinin üzerine çöktü ve elbisemin eteğini öptü. Anlatılamaz bir hareket: Bu davranışının etkisiyle tüm bedenim titremeye başladı. Tuhaf bir ürperti çöktü üzerime, şaşırıp kaldım ve kekeleyerek, 'Minnettarlığınızı gösterdiğiniz için size teşekkür ederim,' dedim. 'Fakat şimdi gidin lütfen! Akşamleyin saat yedide vedalaşmak için istasyonun girişinde buluşmak üzere.'

Bana baktı, duygulandığı için parlayan gözleri nemlenmişti; bir an bana bir şeyler söyleyecek sandım, bir an bana yaklaşmak istiyormuş gibi geldi. Fakat birdenbire eğildi, iyice eğildi ve odadan çıktı."

Mrs. C. yine anlatımına ara verdi. Ayağa kalkıp pencerenin önüne gitti, dışarıya baktı ve uzun bir süre hareketsiz öylece durdu. Belli belirsiz görünen sırtında hafif, titreyen bir sallanma görür gibi oldum. Birdenbire döndü, o zamana kadar sakin ve kayıtsız olan elleri sanki bir şeyleri parçalamak ister gibi aniden sert bir hareket yaptı. Derken sert, neredeyse cüretkâr bir şekilde bana baktı ve birden anlatmaya devam etti:

"Dürüst olacağıma dair size söz verdim. Ve şimdi bu sözün ne kadar gerekli olduğunu görüyorum. Çünkü ilk kez şimdi o gün neler yaşandığını ilk kez olduğu gibi anlatmaya çalıştığım, o anda iç içe geçmiş ve karmakarışık olan duygular için net sözcükler bulmaya çalıştığım şu an, o gün farkına varmadığım ya da varmak istemediğim şeyleri çok net görebiliyorum. Bu nedenle kendime karşı sert ve kararlı olmak, size de gerçeği anlatmak istiyorum: O gün, genç adamın odamdan çıktığı ve benim yalnız kaldığım saniyelerde –baygınlık gibi bir şey çökmüştü üzerime– yüreğime adeta sert bir şeyle vurulmuş gibiydim. Bir şey beni ölesiye yaralamıştı, fakat ne olduğunu bilmiyordum –ya da bilmek istemiyordum–, himayeme aldığım gencin dokunaklı ve saygılı tavrında beni acıyla yaralayan şey neydi?

Fakat şimdi geçmişteki her şeyi acımasızca ve olduğu gibi, içimdeki yabancı bir şeyi çekip çıkarmak istercesine kendimi zorladığım, sizin tanıklığınızın da, utanç verici bir duyguyu korkakça saklamama izin vermeyeceğini bildiğim şu an her şey benim için çok net: O gün beni o kadar çok yaralayan şey, hayal kırıklığıydı... bu genç insanın öyle boyun eğerek çekip gitmesinden duyduğum... hayal kırıklığı... yani beni tutmak, benim yanımda kalmak için hiç çaba harcamadan... evine dönmesi, ilk söylediğimde boyun eğerek, saygıyla kabul etmesi... beni kendine çekmek yerine... bana, yoluna çıkmış bir azize gibi tapması... ve... beni bir kadın gibi görmemesi.

Hayal kırıklığım buydu... ne o zaman ne de daha sonra kendime bile itiraf edemediğim bir hayal kırıklığı, fakat bir kadının duyguları sözcükler olmasa da, her şey apaçık ortaya dökülmese de, her şeyi hisseder. Çünkü... artık kendimi daha fazla kandıramayacağım – o insan o gün beni kucaklasaydı ve isteseydi, onunla dünyanın öbür ucuna giderdim, kendi adıma ve çocuklarımın adına leke sürerdim... başkalarının söyleyeceklerini ve içimdeki mantığı umursamaz, onunla giderdim, tıpkı Madame Henriette'in daha bir gün öncesine kadar tanımadığı o genç Fransız'la çekip gitmesi gibi... nereye, ne kadar süreliğine gideceğimizi sormaz, geçmişteki yaşamıma dönüp bakmazdım bile... paramı, ismimi, servetimi, şerefimi bu insan için feda ederdim... dilenirdim ve sanırım onun uğruna bu dünyada her türlü aşağılanmaya katlanırdım. Utanç ya da başkalarını saymak adına ne varsa hepsini bir kenara fırlatırdım; eğer bana tek bir kelime etseydi, bana bir adım yaklaşsaydı o saniye kendimi ona verirdim. Fakat... size söyledim ya... bu tuhaf, durgun insan beni ve içimdeki kadını görmedi... ve nasıl tutkulu bir şekilde onun için yanıp tutuştuğumu ise bir başıma kaldığımda, daha biraz önce onun aydınlık ve hayal gibi yüzünde hissettiğim tutku tüm karanlığıyla içime dolduğunda ve boşlukta kendimi terk edilmiş hissettiğimde anladım. Güçlükle kendimi toparladım, sözleştiğim randevuya gitmek hiç içimden gelmiyordu. Sanki kafamda demir gibi ağır, bastıran ve ağırlığından ayakta duramadığım bir miğfer vardı; akrabalarımla buluşmak için diğer otele gittiğimde düşüncelerim de adımlarım gibi dağınıktı. Orada herkes hiç durmadan konuşurken ben sıkılmış, öylece oturdum, arada bir bakışlarımı çevreme gezdirdiğimde bulutların ışık ve gölgeler saçarak oyun oynadığı delikanlının yüzünün aksine maske takmış ya da donmuş gibi hareketsiz yüzleri gördüğümde her defasında ürktüm. Sanki bir sürü ölünün arasında oturuyormuşum gibi korkunç donuktu bu ortamdaki insanlar; fincanıma şeker koyarken, aklım başka yerde onlarla konuşurken, içimdeki kan kıpır kıpır ediyor ve her hareketinde seyretmesi benim için tutkulu bir sevinç haline gelen ve –düşüncesi bile korkunç– bir iki saat sonra son kez göreceğim o yüz, gözlerimin önünde canlanıyordu. Farkında olmadan yavaşça iç çekmiş ya da derin derin inlemiş olmalıyım ki, eşimin kuzeni birden eğilip neyim olduğunu, kendimi iyi hissedip hissetmediğimi sordu, yüzümün soluk ve endişeli göründüğünü söyledi. Bu beklenmedik soru hemen ve zorlanmadan bir bahane bulmama yardım etti, migren ağrısı çektiğimi söyledim, bu nedenle kimseye fark ettirmeden kalkmak için izin rica ettim.

Böylece vakit kaybetmeden otele döndüm. Ve yalnız kalır kalmaz birden bir boşluk ve terk edilmişlik duygusu ve bugün bir daha görmemek üzere ayrılacağım gençle birlikte olma arzusu birbirine karıştı. Odanın içinde bir oraya bir buraya gidiyordum, dolabı açtım, üstümü değiştirip aynanın karşısına geçtim, böyle süslenirsem onu bağlar mıyım diye içimden geçirdim. Sonra birden kendimi anlamaya başladım: Onu bırakmamak için her şeyi yapacaktım. Olağanüstü bir saniye içinde bu istek karara dönüştü. Aşağıya indim, görevliye bugün akşam trenine bineceğimi ve otelden ayrılacağımı söyledim. Acele etmem gerekiyordu: Eşyalarımı toplamama yardım edecek kat görevlisini çağırdım – zaman daralıyordu; görevliyle beraber hızlı hızlı elbiseleri ve küçük eşyaları valize koyarken yapacağım sürprizin hayalini kurdum: Ona trene kadar eşlik edecektim, son, en son dakikada vedalaşmak için elini uzattığında birdenbire şaşkın bakışları altında trene atlayacak, o gece, sonraki geceler ve – beni istediği sürece onunla olacaktım. Hoş, heyecanlı bir sarhoşluk kanımı hareketlendiriyordu; elbiseleri valize atarken bazen kat görevlisinin şaşkın bakışları altında birdenbire kahkaha atıyordum: Duygularım karmakarışıktı, hissediyordum. Valizlerimi indirmeye gelen görevliye şaşkınlıkla baktım, içimdeki heyecan o kadar güçlüyken rutin şeyleri düşünmem imkânsızdı."

Continue Reading

You'll Also Like

18.7K 890 25
Roman, Martin'in aşkı uğruna eğitimsiz genç bir işçiden başarılı ve rafine bir yazara dönüşüm mücadelesini anlatır. Kahramanı hedefine ulaştığında is...
73.4K 4.2K 6
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu'nun kadın kahramanını sadece uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek içi...
4.4K 3K 80
Üniversitede okuyan genç bir kız bir gün evinin önünde mavi bir polis kulübesiyle karşılaşır... #doctorwho 1. 03.01.2021
58K 1.8K 7
Satranç, Zweig'ın psikolojik birikimini bütünüyle devreye soktuğu bir öyküdür ve bu öykünün baş kişileri, tamamen yazarın biyografilerinde ele aldığı...