Bir Kadının Yaşamından Yirmi...

By WattpadClassicsTR

47.7K 2K 554

Zweig bu novellası'nda bir kadının yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken, in... More

1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
Bir Yüreğin Ölümü - 1.Bölüm
BYÖ - 2. Bölüm
BYÖ - 3. Bölüm

5. Bölüm

2.5K 186 38
By WattpadClassicsTR


Mrs. C. durdu ve birden ayağa kalktı. Anlaşılan artık istese de sesi çıkmıyordu. Pencereye doğru ilerledi, birkaç dakika sessizce dışarıya baktı ya da belki de alnını soğuk cama dayadı: Dikkatli bakmaya cesaretim yoktu, çünkü yaşlı kadını heyecanlanırken izlemekten utanıyordum. Bu nedenle sessizce, hiç soru sormadan, sesimi çıkarmadan, rahatlayıp geri gelinceye ve karşıma oturuncaya kadar bekledim.

"İşte, en ağır şeyi söylemiş oldum. Umarım bana inanıyorsunuzdur, kutsal olan her şey üzerine, şerefim ve çocuklarım üzerine yemin ederim ki, o saniyeye kadar bu yabancı ile bir... bir ilişki kurmayı aklımın ucundan bile geçirmemiştim, evet, gerçekten de asla kendi isteğimle değil, düz yolda giderken yolumu kaybetmiş gibi birdenbire varlığımla bu durumun içine, bilincimin dışında itilmiştim sanki. Size ve kendime dürüst olacağıma dair yemin ettim, bu nedenle tekrar ediyorum, sadece yardım isteğiyle, başka hiçbir nedenle, kişisel bir duyguyla, bir arzuyla ya da bilerek bu trajik maceraya sürüklenmedim.

O odada, o gece neler olduğunu anlatmamamı hoş görün; yaşamım boyunca bir saniye bile o geceyi unutmadım ve asla da unutmak istemiyorum. Çünkü o gece bir insanla onun hayatı için mücadele ettim, çünkü yine söylüyorum: Bu bir ölüm-kalım mücadelesiydi. Tüm duygularımla bu yabancı insanın, bu, neredeyse her şeyini kaybetmiş insanın, ölümün eşiğine gelmiş bu insanın tüm hırsları ve tutkularıyla son bir şeye tutunduğunu hissediyordum. Ayağının altındaki uçurumu hisseden bir insan gibi kenetlenmişti bana. Ben ise sahip olduğum her şeyle onu kurtarmak için çabalıyordum. İnsan böyle bir ânı hayatında ancak bir defa yaşar ve böyle bir şey ancak milyonda bir insanın başına gelebilir, o korkunç tesadüf olmasaydı, ben de asla bir insanın, her şeyden vazgeçmiş, her şeyini kaybetmiş bir insanın nasıl bir ateşle, nasıl bir umutsuzlukla ve karşı konulmaz bir istekle hayatın her kızıl damlasını emdiğini asla öğrenemeyecektim; yirmi yıl boyunca varlığın her türlü şeytani güçlerinden uzak yaşadığım için, doğanın bazen nasıl da ateşi ve buzu, ölümü ve yaşamı, coşkuyu ve umutsuzluğu birkaç nefese sığdırabildiğini hiç kavrayamayacaktım. Ve o gece mücadele ve konuşmayla, tutku, öfke ve nefretle, yalvarıp yakarmanın ve sarhoşluğun gözyaşlarıyla öyle doluydu ki, bana bin yıl sürmüş gibi geldi ve uçurumun dibinde birbirine kenetlenmiş şekilde sendeleyen iki insan olan biz, biri ölüme susamış, diğeri her şeyden habersiz, bu öldürücü karışıklıktan bambaşka, tamamen değişmiş bir şekilde, farklı duyular ve duygularla çıktık.

Fakat bundan bahsetmek istemiyorum. Bunları ne tasvir edebilirim ne de tasvir etmek istiyorum. Yalnızca ertesi gün uyandığımdaki o inanılmaz dakikayı anlatmak istiyorum. Kurşun gibi ağır bir uykudan, o güne kadar hiç bilmediğim bir gecenin karanlığından uyandım. Gözlerimi açıncaya kadar uzun bir süre geçti, gördüğüm ilk şey, yabancı bir odanın tavanıydı; gözlerimi yavaş yavaş bu tamamen yabancı, tanıdık olmayan, nasıl geldiğimi bilmediğim çirkin odada gezdirdim. Önce bunun bir rüya olduğuna inandırdım kendimi, bunaltıcı ve dağınık bir uyku sonrasındaki daha açık ve daha net bir rüya olduğunu düşündüm, fakat pencerelerden berrak ve gözle görülür gerçek güneş ışınları girmekteydi, sabah güneşi, aşağıdan, caddeden arabaların gürültüleri, tramvayların zilleri ve insan sesleri geliyordu – ve bunları duyduktan sonra artık rüya görmediğimi, uyanmış olduğumu anladım. Kendimi toparlamak için gayriihtiyarı doğruldum ve orada... bakışlarımı yana çevirdiğimde... orada gördüm –duyduğum korkuyu asla size tasvir edemem–, yabancı bir adamın geniş yatakta, benim yanımda uyuduğunu... fakat yabancı, yabancı, yabancı, yarı çıplak, tanımadığım bir insan... Hayır, o korku, biliyorum, tanımlanamaz: O kadar korkunç bir şekilde üzerime geldi ki, bitkin bir şekilde geri yığıldım. Fakat bu, olan biteni anlamadığım ve gerçekten kendimden geçtiğim anlamına gelmemeli, tam tersine şimşek hızıyla her şeyi hatırladım, ancak açıklayamadım, kendimi birdenbire tamamen yabancı bir insanla, yabancı bir yatakta ne olduğu belirsiz pis bir yerde bulduğumda, duyduğum tiksinti ve utanç nedeniyle sadece tek bir şey istedim: ölmek. Bugün gibi hatırlıyorum, kalp atışlarım durmuştu, nefesimi tuttum, sanki böylece hayatımı ve bilincimi söndürebilirmişim gibi, her şeyi kavrayan ancak anlamayan bu berrak, korkunç derecede berrak bilincimi.

Tüm uzuvlarım buz kesmiş bir halde orada ne kadar yattığımı hiçbir zaman öğrenemeyeceğim: Ölüler de herhalde böyle donuk bir şekilde tabutta yatarlar. Hatırladığım tek şey, gözlerimi kapatıp Tanrı'ya, gökteki herhangi bir güce, bütün bunların gerçek, doğru olmaması için dua ettiğimdi. Fakat keskin duyularım bütün bunların yalan olmadığını söylüyordu, yandaki odada insanların konuştuğunu, suyun aktığını, dışarıda koridorda ayak seslerini duyuyordum ve bu işaretlerin her biri duyularımın acımasızca uyandığını gösteriyordu.

Bu korkunç durumun ne kadar devam ettiğini anlatamam: Böyle saniyeler yaşamın ölçülebilen zamanından farklıdır. Fakat birdenbire başka bir korku çöktü üzerime, avcı gibi kovalayan, zalim bir korku: Adını bile bilmediğim bu yabancı adam şimdi uyanacak ve benimle konuşacaktı: Yapmam gereken tek bir şey vardı: o uyanmadan giyinip kaçmak. Ona görünmemem, onunla konuşmamam lazımdı. Geç olmadan kendimi kurtarmalıydım, uzaklaşmalı, uzaklaşmalı, uzaklaşmalıydım, herhangi bir yaşama, otelime gitmeli, trene atlayıp bu iğrenç yerden, bu ülkeden uzaklaşmalı, onunla asla bir daha karşılaşmamalı, bir daha gözlerine bakmamalı, bir tanık, suçlayan ya da olanları bilen birini görmemeliydim. Bu düşünceler sersemliğimi silip attı: Büyük bir dikkatle, bir hırsızın hafif adımlarıyla adım adım (gürültü yapmamaya gayret ederek) yataktan çıktım, el yordamıyla elbiselerimi aradım. Büyük bir dikkatle elbiselerimi giydim, onun uyanacağı korkusuyla her saniye titredim, derken hazırlanmam bitti, başarmıştım. Sadece şapkam yatağın ucundaydı ve işte şimdi parmaklarımın ucunda onu almak için yaklaşmıştım – o an elimde olmayarak, yaşamıma gökten bir taş gibi düşen bu yabancı adamın yüzüne bakmak istedim. Sadece şöyle bir bakmak istedim, fakat... tuhaftı, çünkü orada uyuyan yabancı, genç adam – gerçekten benim için bir yabancıydı: İlk anda dünkü yüzü tanıyamadım. Çünkü dün ölesiye heyecanlı olduğu için tutku ve krampla gerilmiş çizgiler adeta yüzünden silinmişti – şimdi burada yatan kişinin yüzü bambaşkaydı, bir çocuğun, saflık ve neşenin aydınlattığı bir oğlan çocuğunun yüzüydü. Dün öfke ve kızgınlıkla dişlerinin arasına kenetlediği dudakları tatlı düşler kuruyormuş gibi hafif aralanmış, gülümsüyordu; kırışıksız alnına sarı saçları düşmüştü ve göğsünden aldığı nefes, hafif dalgalar gibi dinlenmekte olan bedeninden çıkıyordu.

Belki anımsarsınız, daha önce anlatmıştım; kumar masasında izlediğim bu yabancı adamın yüzünde gördüğüm hırs ve tutkunun bir insanda böylesine güçlü ve insanı korkutacak şekilde ifade bulduğuna daha önce hiç tanık olmamıştım. Şunu da söylemek isterim ki, o güne kadar hiç kimsede, hatta çocuklarda bile, hani emzirildikten sonra uyuduklarında etrafına iç açıcı pırıltılar saçan bebeklerde olur ya, onlarda bile onun yatarken yüzünde gördüğüm o parıltıyı, mutlu huzuru görmedim. Bu yüzde tüm duygular ortaya çıkıyordu, yüreğindeki tüm ağırlıkları atmış, fevkalade hafiflemiş ve kurtulmuştu. Bu şaşırtıcı manzara karşısında tüm korkularım ve endişelerim ağır siyah bir örtü gibi sıyrılıp gitti – utanmıyordum artık, hayır, aksine neredeyse sevinçliydim. Korkunç olan, elle tutulmayan şey, birdenbire benim için bir anlam kazanmıştı, seviniyordum, hatta gurur duyuyordum, şurada mutlu ve bir çiçek gibi sessiz yatan bu genç, narin, güzel insan, ben olmasaydım, parçalanmış, kanlar içinde, ezilmiş bir yüzle, cansız, gözleri yuvalarından çıkmış bir şekilde bir kayanın dibinde yatıyor olacaktı. Onu kurtarmıştım, kurtulmuştu. Ve ona baktım, yatan adama, –başka türlü ifade edemem– bir annenin bakışlarıyla, yeniden hayat verdiğim adama, kendi çocuklarımı doğururken bu kadar acılı değildi. Ve bu eski, kirli odada, bu iğrenç ve pis otel odasında –komik bulabilirsiniz– kilisedeymişim gibi bir duyguya kapıldım, mucize ve arınma duygusuyla kutsanmış gibiydim. Yaşamımın en korkunç saniyesinden ikinci bir saniye, en inanılmaz ve en muhteşem saniye doğmuştu.

Çok gürültü mü yaptım, yoksa kendi kendime mi konuştum? Bilmiyorum. Ancak uyuyan genç gözlerini açtı. Korktum ve geri çekildim. Genç, şaşkınlıkla etrafına baktı – tıpkı benim biraz önce yaptığım gibi, anlaşılan büyük bir derinlikten ve karışıklıktan zorla doğruluyordu. Bakışları güçlükle yabancı ve tanıdık olmayan odada gezdi ve şaşkınlıkla bana takıldı. Fakat o konuşmaya başlamadan, tamamen kendine gelmeden ben kendimi toparladım. Onun konuşmasına fırsat vermemeli, soru sormasına, yakınlaşmasına izin vermemeliydim, hiçbir şey tekrarlanmamalıydı, dün ve gece hakkında hiçbir şey konuşulmamalıydı.

'Şimdi gitmeliyim,' dedim çarçabuk, 'siz burada kalın ve giyinin. Saat on ikide kasinonun girişinde buluşuruz: Sizin için gerekli olan her şeyi hazırlayacağım.'

Ve onun bir şey söylemesine fırsat vermeden ve o odayı daha fazla görmek istemediğimden arkama bile bakmadan tıpkı geceyi geçirdiğim yabancının adını bilmediğim gibi adını bile bilmediğim binadan kaçarcasına uzaklaştım."

Mrs. C. anlatımına bir solukluk ara verdi. Fakat sesindeki tüm gerginlik ve acı kaybolmuştu. Yokuşu güçlükle çıkıp tepeye vardıktan sonra yokuş aşağı gayet kolay ve çabucak inen bir araba gibi rahatlamış bir şekilde anlatmaya devam etti.

"İçimdeki acı duyguların silinip gittiği gibi, sabah ışıklarının aydınlattığı ve fırtınanın gökyüzünden tüm karanlığı alıp götürdüğü caddelerden hızla otelime doğru gittim. Çünkü daha önce size anlattığım şeyi unutmayın. Eşimin ölümünden sonra hayatımdan tamamen vazgeçmiştim. Çocuklarımın bana ihtiyacı kalmamıştı, kendimden vazgeçmiştim, belli bir hedefi olmayan her hayat bir hatadır. Ve ben ilk kez beklenmedik bir şekilde bir görev edinmiştim. Bir insanı kurtarmıştım, bütün gücümü seferber ederek onun kendi kendini yok etmesini engellemiştim. Küçük bir şeyin daha üstesinden gelinerek bu görev tamamlanmalıydı. Otelime geldim, sabahın dokuzunda geldiğim için şaşkın bakışlarla bakan kapıdaki görevliye aldırmadım – yaşadığım olayla ilgili utanç ve kızgınlık duymuyordum, aksine yaşam sevincimin birdenbire yeniden uyanması, varlığımın işe yarar olduğuna dair hissettiğim yeni bir duygu, damarlarımda sıcak bir kan gibi dolaşıyordu. Odamda çarçabuk giysilerimi değiştirdim, farkında olmadan (çok sonra fark ettim) matem giysilerimi bir yana koydum ve daha açık giysiler seçtim, para çekmek için bankaya gittim, trenlerin saatini öğrenmek için aceleyle istasyona uğradım; şaşırtıcı bir kararlılıkla birkaç diğer işi ve randevuyu hallettim. İşte şimdi kaderin önüme çıkardığı insanın eve dönüşünü ve nihai kurtuluşunu halletmekten başka bir şey kalmamıştı.

Elbette onunla şimdi karşılaşmak için güce ihtiyacım vardı. Çünkü dün cereyan eden her şey karanlıkta olmuştu, tıpkı çağlayandan atılan iki taşın birbirine vurması gibi bir girdapta olmuştu; birbirimizin yüzünü doğru dürüst tanımıyorduk; evet, yabancının beni tanıyacağından bile emin değildim. Dün – bir tesadüf, bir sarhoşluktu, yolunu şaşırmış iki insanın ihtirasıydı, bugün ise kendimi ona dünden daha açık, net bir şekilde göstermem gerekiyordu, çünkü gün ışığının acımasız berraklığında kişiliğimle, yüzümle, hayat dolu bir insan olarak karşısında olacaktım.

Fakat her şey düşündüğümden kolay oldu. Kararlaştırdığım saatte kasinoya doğru henüz yaklaşmıştım ki, genç bir insan oturduğu banktan fırlayıp bana doğru hızla gelmeye başladı. Şaşırmış halinde ve bir şeyler söyleyen her hareketinde öyle spontan, öyle çocuksu, öyle art niyetsiz ve mutlu bir ifade vardı ki: Gözlerinde minnettarlık ve aynı zamanda saygı dolu bir sevinç ışıltısı, bana doğru adeta koşuyordu, benim gözlerimin onun varlığıyla şaşırdığını görünce, bakışlarını alçakgönüllülükle indirdi. Minnettarlık, insanlarda bu duyguyu görmek çok enderdir ve özellikle en çok minnet duyan insanlar bu minnetlerini ifade edemezler, şaşırmış bir şekilde susarlar, utanırlar ve bazen duraklarlar, duygularını saklamak için. Fakat bu insanda, Tanrı'nın gizemli bir heykeltıraş gibi duyguların her hareketini duygulu, güzel ve canlı olarak ortaya çıkarma yeteneğini verdiği bu insanda, tıpkı tutku gibi minnettarlığının ifadesi de tomurcuk gibi açıyor ve bedeninin özünden dışarıya ışıldıyordu. Elimi öpmek için oğlan çocuğununkine benzeyen başını eğdi, bir dakika boyunca saygılı bir şekilde parmaklarıma hafif bir öpücük kondurdu, sonra geri çekildi, nasıl olduğumu sordu, dokunaklı bir şekilde bana baktı, sözcüklerinde öyle bir saygı vardı ki, birkaç dakika içinde son korkum da kayboldu. Tıpkı duyguların aydınlanması gibi çevremizdeki manzara da karanlığından arınmış, pırıl pırıl parlıyordu: Dün öfkeyle çalkalanan deniz hareketsiz ve sessizdi ve kıyıya çarpan küçük dalgaların altındaki her çakıl taşının parıltısı, olduğumuz yerden görülecek kadar berraktı, kasino, o cehennem batakhanesi bulutsuz gökyüzünde yükseliyordu ve dün sağanak fırtınadan korunmak için saçağının altına sığındığımız küçük dükkân bir çiçekçi dükkânına dönüşmüştü: Beyaz, kırmızı, yeşil ve rengârenk çiçekler, tomurcuk ve çiçeklerden oluşan büyük demetlerle doluydu ve üzerinde rengârenk bir bluz olan bir genç kız tarafından satılmaktaydı.

Genç adamı küçük bir restoranda öğle yemeğine davet ettim; orada bana trajik macerasının öyküsünü anlattı. Anlattıkları, onun titreyen, sinirle sarsılan ellerini yeşil masada ilk gördüğüm zaman düşündüğüm şeyleri teyit ediyordu. Polonya'nın Avusturya kısmında yaşayan eski, soylu bir aileden geliyordu, diplomaside kariyer yapması planlanmıştı, yüksek tahsilini Viyana'da yapmış ve bir ay önce birinci sınavını başarıyla vermiş. Bunu kutlamak için yanında oturduğu ve genelkurmayda yüksek düzeyde bir subay olan dayısıyla birlikte faytona binip at yarışlarına gitmiş. Dayısının şansı açıkmış ve üç kez üst üste kazanmış: Kazandıkları kalın bir deste banknot ile şık bir restorana gitmişler. Ertesi gün başardığı sınavından dolayı diplomat adayına babası bir aylık harçlığı kadar parayı ödül olarak vermiş: Daha iki gün öncesine kadar onun için büyük miktar olan bu para, kazanmanın kolaylığını gördükten sonra gözüne önemsiz ve az görünmüş. Böylece yemekten hemen sonra yarış alanına gidip hırsla ve tutkuyla bu parayı oyuna yatırmış, artık şans mı, yoksa şanssızlık mı diyelim, parasını üçe katlayıp oradan ayrılmış. İşte sonra bu kumar çılgınlığı bazen at yarışlarında, bazen kafelerde, bazen kulüplerde devam etmiş, zamanını, öğrenimini, sinirlerini ve her şeyden önce parasını yiyip bitirmiş. Artık düşünemez, rahat uyuyamaz olduğu gibi, kendine hâkim olamaz hale gelmiş. Bir defasında bir gece her şeyini kaybetmiş olarak kulüpten eve geldiğinde giysilerini çıkarırken yeleğinin cebinde unuttuğu buruşuk bir banknot bulduğunda hemen tekrar giyinip dışarı çıkmış, kafelerden birinde domino oynayan birilerini buluncaya kadar deli gibi dolanmış ve onlarla sabahın ilk ışıklarına kadar oynamış. Bir defasında da evli kız kardeşi ona yardım etmiş ve büyük soylu bir adın mirasçısı olan kendisine seve seve kredi veren tefeciye borcunu ödemiş. Bir süre yine kumarda şansı iyi gitmiş – fakat sonra yine aralıksız kaybetmeye başlamış, kaybettikçe borçları ödemesi ve verdiği şeref sözlerini yerine getirmesi güçleşmiş. Saatini, elbiselerini rehine koyalı çok olmuş, ama en korkuncu, yaşlı yengesinin ender kullandığı iki broşu dolaptan çalmasıymış. Bunlardan birini yüksek bir para karşılığında rehine vermiş ve o parayla aynı akşam kumar oynayıp dört katı kazanmış. Ancak broşu rehinden almak yerine bütün parasıyla oynamış ve kaybetmiş. Evinden ayrılacağı sırada hırsızlık henüz fark edilmemiş, böylece ikinci broşu rehine koymuş ve seyahate karar vermiş, içinden gelen sese uyarak rulette hayal ettiği serveti kazanmak için Monte Carlo'ya gitmek için trene binmiş. Valizini, giysilerini, şemsiyesini çoktan burada satmış, kendisine yalnızca tabancası ile dört kurşun ve vaftiz annesi Prenses X'in verdiği ve hiç ayrılmak istemediği kıymetli taşlarla süslü küçük haç kalmış. Fakat bu haçı da, akşamleyin son bir kez kumarın içini titreten o zevkini tatmak, ölümüne ya da hayatına oynamak için öğleden sonra satmış.

Tüm bunları yaratıcı, canlı varlığının o çekici hoşluğuyla anlatıyordu. Bense sarsılmış, altüst olmuş ve heyecanlanmış bir şekilde dinliyordum; fakat bir an bile masamda oturan bu insanın aslında bir hırsız olduğunu düşünüp öfkelenmek aklımdan geçmedi. Eğer dün biri, kusursuz bir yaşam sürmüş, çevresindeki insanlardan katı, geleneksel değerler bekleyen bir kadın olan bana, kendi oğlumdan birkaç yaş büyük, broş çalmış hiç tanımadığım genç bir adamla aynı masada samimi bir şekilde oturacağımı söyleseydi, onun deli olduğunu düşünürdüm. Fakat o anlatırken bir an bile korku hissetmedim, çünkü olan biteni öyle doğal, öyle bir tutkuyla anlatıyordu ki, yaptığı bir suçtan çok bir ateş nöbetinin, bir hastalığın raporunu dinliyormuşum gibi geliyordu bana. Üstelik benim gibi bir gece önce, bir çağlayan gibi hiç beklenmedik şeyler yaşamış bir insan için 'imkânsız' sözcüğünün anlamı kalmamıştı."

Continue Reading

You'll Also Like

15.9K 1K 12
Alice Harikalar Diyarında, yazıldığı tarihten bu yana geçen yüz elli yılı aşkın süre boyunca, edebiyatın eşsiz eserlerinden biri olma özelliğini hep...
46.6K 3.9K 24
Romeo ve Juliet, İngiliz oyun yazarı William Shakespeare tarafından yazılmış bir oyundur. İngiliz edebiyatının klasiklerinden biri olan eser, yazarın...
18.8K 892 25
Roman, Martin'in aşkı uğruna eğitimsiz genç bir işçiden başarılı ve rafine bir yazara dönüşüm mücadelesini anlatır. Kahramanı hedefine ulaştığında is...
3.4K 605 19
12, 17 ve 21. yüzyılda yaşamış olan bu 3 genç kız, yollarının bir şekilde kesişeceğinden tamamen habersizdi. Psikolojik tedavi görmek için İstanbul'u...