Bir Kadının Yaşamından Yirmi...

By ClassicsTR

48.1K 2K 555

Zweig bu novellası'nda bir kadının yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken, in... More

1. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
Bir Yüreğin Ölümü - 1.Bölüm
BYÖ - 2. Bölüm
BYÖ - 3. Bölüm

2. Bölüm

5.5K 260 38
By ClassicsTR


  Tartışmamız, sonunda şövalyelere yakışır bir şekilde geçiştirilmiş olsa da, karşılıklı sert sözler nedeniyle diğerleriyle benim aramda bir parça yabancılık oluşmuştu. Alman evli çift sonraki günler bana karşı mesafeli davranmaya başlamışken, İtalyan çift "cara signora (sevgili bayan) Henrietta"dan bir haber alıp almadığımı soruyorlardı şakayla. Birbirimize nazik davransak da, masadaki grubumuzun samimiyetinden ve içtenliğinden bir şeyler, bir daha geri gelmemek üzere yok olmuştu.

Mrs. C. ile yaptığımız o tartışmadan sonra eskiden bana karşı olanların alaycı ve soğuk tavırlarının yerini aşırı bir samimiyete bırakması, giderek daha çok dikkatimi çekmeye başladı. Başka zamanlarda son derece çekingen olan ve yemek saatlerinin dışında masadakilerle hiç konuşmayan Mrs. C., türlü bahanelerle benimle bahçede konuşmaya çalışıyordu ve – neredeyse beni onurlandırdı diyeceğim, çünkü nazik ve mesafeli tavrı onunla yapılan sohbeti özel kılıyordu. Dürüst olmam gerekirse, beni arayıp bulduğunu, benimle konuşmak için çeşitli fırsatları değerlendirdiğini söylemeliyim, üstelik bunu öyle gözle görülür bir şekilde yapıyordu ki, yaşlı ve ak saçlı bir bayan olmasa, aklıma bambaşka şeyler gelebilirdi. Fakat birlikte sohbet etmeye başladığımızda konu her defasında dönüp dolaşıp aynı yere, Madame Henriette'e geliyordu. Görünen o ki, Mrs. C. sorumluluklarını unutan, yüreğinin sesini dinleyen güvenilmez Madame Henriette'i suçlamaktan gizli bir zevk duyuyordu. Fakat aynı zamanda benim bu nazik ve narin kadına duyduğum sempatinin sarsılmadığını görmekten de hoşlanıyordu. Her defasında konuşmayı bu noktaya getiriyordu, sonunda bu tuhaf, neredeyse acayip diyeceğim ısrar karşısında ne düşüneceğimi şaşırdım.

Derken böyle birkaç gün geçti, beş ya da altı gün, bu esnada böyle bir konuşmanın onun için neden önem taşıdığı konusunda hiç açık vermedi. Ancak bir gezinti sırasında buradaki zamanımın dolduğunu, öbür gün ayrılacağımı söylediğimde, onun için önemli olduğunu anladım. Endişesiz yüzünü birdenbire tuhaf, gergin bir ifade kapladı, deniz grisi gözlerinden adeta bulut gölgeleri geçti. "Yazık! Sizinle daha çok konuşacak şeyim vardı." O anda gözle görülür bir tedirginlik ve dalgınlıkla bunları söylerken, başka şeyler düşündüğünü ve bu düşüncelerini kafasından uzaklaştırmaya çalıştığını açığa vurdu. Anlaşılan bu dalgın hali kendisini rahatsız etmişti, çünkü birdenbire susmuşken beklenmedik bir şekilde elini uzattı.

"Aslında söylemek istediğim şeyi size açık açık söyleyemediğimi görüyorum. En iyisi size yazayım." Sonra her zamankinin aksine hızlı adımlarla otele doğru gitti.

Gerçekten de akşamleyin yemekten kısa bir süre önce odamda onun canlı ve net el yazısıyla yazdığı bir mektup buldum. Ne yazık ki gençlik yıllarımda yazılı belgelere pek önem vermemiştim, bu nedenle sadece içinde yazılanların bir özetini verebileceğim. Mrs. C. bana yaşamının bir bölümünü anlatmasına izin verip vermeyeceğimi soruyordu. Yaşamının bu bölümünün çok gerilerde kaldığını, şimdiki yaşamıyla hiç ilgisi olmadığını ve ben öbür gün oradan ayrılacağım için, yirmi yıldan uzun süredir yüreğini oyan ve düşüncelerini meşgul eden bir şeyi bana anlatmakta zorluk çekmeyeceğini yazıyordu. Eğer böyle bir konuşmayı aşırı bir ısrar olarak algılamayacaksam, verdiği saatte görüşmekten memnun olacağını belirtiyordu.

Burada içeriğini aktarmakla yetindiğim bu mektup beni fevkalade büyülemişti: Sadece İngilizce yazılmış olması bile mektuba belli bir netlik ve kararlılık kazandırmıştı. Yine de yanıt yazmam kolay olmadı, kesin yanıtımı yazıncaya kadar üç deneme yaptım:

"Şahsıma gösterdiğiniz bu güven beni onurlandırdı. Eğer beklediğiniz bir yanıtsa, dürüst olacağıma dair söz veriyorum. Kuşkusuz arzu ettiğinizden fazlasını anlatmanızı istemeyeceğimi bilmenizi rica ediyorum. Fakat anlatacaklarınızı kendinize anlatır gibi açık yürekle anlatınız. Bana duyduğunuz bu güvenin benim için bir onur olduğunu bilmenizi rica ederim."

Mektubu aynı akşam ona gönderdim, ertesi sabah yanıtı buldum:

"Son derece haklısınız: Yarım gerçeğin hiçbir değeri yoktur, her zaman tüm gerçek önemlidir. Kendimden ya da sizden hiçbir şey saklamamak için tüm gücümü kullanacağım. Akşam yemeğinden sonra odama gelin – altmış yedi yaşında biri olarak yanlış anlaşılmaktan korkmam. Çünkü bahçede ya da diğer insanların yakınında konuşamam. Bu kararı vermenin benim için de kolay olmadığına inanmanızı isterim."

Aynı gün öğle yemeğinde havadan sudan konuştuk. Fakat bahçede karşılaştığımızda Mrs. C. gözle görülür bir şaşkınlıkla benden uzaklaştığında, bu ak saçlı yaşlı bayanın bir genç kız çekingenliğiyle çamlarla dolu caddeye çıkıp kaybolması beni utandırdığı gibi üzdü de.

Akşamleyin sözleştiğimiz saatte kapısını tıklattım, kapı hemen açıldı: Oda donuk bir loşluk içindeydi, sadece masanın üzerindeki küçük okuma lambası karanlık mekâna sarı ışık saçıyordu. Mrs. C. çekinmeden yanıma geldi, oturacağım koltuğu gösterdi, kendisi de karşıma oturdu: Tüm bu hareketlerin provasını daha önce yaptığı hissine kapıldım. Derken bir sessizlik oldu, besbelli iradesi dışındaydı, verilmesi zor bir kararın sessizliğiydi, uzun ve de gittikçe uzayan, benim de bir şeyler söyleyerek bozmaya cesaret edemediğim bir sessizlikti bu; çünkü burada güçlü bir iradenin güçlü bir dirençle karşılaştığını hissediyordum. Aşağıdaki konuşma salonundan bir valsin melodisi duyuluyordu hafif hafif, sessizliğin ağır baskısını almak istercesine gergin bir şekilde müziği dinliyordum. Mrs. C. de bu suskunluğun olağandışı gerginliğinden rahatsız olmuş gibiydi. Derken sanki atlayacakmış gibi toparlanıp başladı:

"Söze başlamak zordur. İki gündür açık ve dürüst olmak için hazırlanıyorum, umarım başarırım. Belki size, yani yabancı birine bütün bunları neden anlattığımı anlamıyorsunuzdur, fakat bu olayı düşünmeden geçirdiğim tek bir gün, hatta tek bir saat bile yok; bir insanın yaşamı boyunca tek bir olaya, tek bir güne takılıp kalmasının tahammül edilmez olduğunu söyleyen bu yaşlı kadına inanın lütfen. Çünkü size anlatmak istediğim şey, altmış yedi yıllık yaşamımın sadece yirmi dört saatlik bir dilimidir. Ve ben bir an aptalca hareket ettiysem ne önemi var bunun, dedim kendi kendime yüzlerce kez, deli çıkıncaya kadar. Fakat vicdan dediğimiz o müphem şeyden insan kurtulamıyor; geçenlerde sizin Henriette'in olayı hakkında o nesnel görüşlerinizi dinlediğimde, hayatımın o tek günü hakkında bir yabancıyla konuşmaya karar verirsem, o günü böyle anlamsızca tekrar tekrar düşünmeyeceğimi, kendimi suçlamayacağımı düşündüm. Anglikan değil de Katolik olsaydım, günah çıkartarak içime gömdüğüm sözcüklerden kurtulurdum. Fakat bizim böyle bir tesellimiz yok ve ben bugün bu tuhaf denemeye girişerek, sizin önünüzde içimdekileri anlatarak özgür olmak istiyorum. Biliyorum her şey çok tuhaf, fakat siz hiç tereddüt etmeden teklifimi kabul ettiniz, bunun için size teşekkür ederim.

Neyse, dediğim gibi, size yaşamımdan yalnızca tek bir günü anlatmak istiyorum – geri kalan her şey benim için önemsiz, başkaları içinse sıkıcı. Yaşamımın kırk ikinci yılına kadar geçen döneminde olağandışı tek bir şey yok. Anne ve babam İskoçya'da toprak sahibi aristokrattı, büyük fabrikalarımız ve çiftliklerimiz vardı, taşra soylularında alışılageldiği üzere yılın büyük bölümünü çiftliklerimizde geçirir, mevsimi geldiğinde ise Londra'ya giderdik. On sekiz yaşındayken bir toplulukta eşimle tanıştım, ünlü R... ailesinin ikinci çocuğuydu ve Hindistan'da on yıl orduda hizmet etmişti. Kısa süre içinde evlendik, ait olduğum sosyal sınıfın kaygısız, tasasız yaşamını sürmeye başladık, yılın üç ayını Londra'da, üç ayını çiftliklerimizde geçiriyor, geri kalan zamanda İtalya, İspanya ve Fransa'da otellerde kalıyorduk. Evliliğimize en ufak bir gölge bile düşmedi, dünyaya gelen iki oğlumuz bugün yetişkin birer insan. Kırk yaşına geldiğimde eşim apansız öldü. Tropiklerde kaldığı yıllarda karaciğeri rahatsızlanmıştı. Korkunç geçen iki haftanın sonunda onu kaybettim. Büyük oğlum o tarihlerde askerdi, küçüğü ise kolejde okuyordu, böylece birdenbire kendimi bir boşlukta buldum, şefkatli bir beraberlik yaşamaya alışmış olan benim için bu yalnızlık korkunç bir işkenceydi. Her eşyası çok sevgili eşimin trajik ölümünü hatırlatan bomboş evde bir gün daha kalmak imkânsız görünüyordu: Böylece ben de, oğullarım evlenmediği sürece, ilerleyen yılları sık sık seyahate çıkarak geçirmeye karar verdim.

Aslında o andan itibaren yaşamımı tümüyle anlamsız ve gereksiz bulmaya başlamıştım. Yirmi üç yıl boyunca her saatimi paylaştığım adam ölmüştü, çocuklarımın bana ihtiyacı yoktu, bense karamsarlığım ve melankolimle onları rahatsız edeceğim diye korkuyordum – kendim için ne bir şey istiyor ne de arzuluyordum. Önce Paris'e gittim, can sıkıntısından mağazaları ve müzeleri gezdim; fakat kent ve çevremdeki her şey bana yabancıydı, insanlardan kaçıyordum, çünkü matem elbiselerime diktikleri merhamet dolu bakışlarına katlanamıyordum. Bu amaçsız ayların nasıl geçtiğini hatırlamıyorum bile: Yalnızca hep ölmek istediğimi, ancak bu acı sonu hızlandıracak gücü bulamadığımı hatırlıyorum.

Matemimin ikinci, yaşamımınsa kırk ikinci yılında değersizleşen ve benim için hiçbir önemi kalmayan kaçışım sırasında mart ayında kendimi Monte Carlo'da buldum. Doğruyu söylemek gerekirse, nedeni can sıkıntısıydı, bir bulantı sonucu hiçbir şey kalmamışçasına boşalan ruhumu, dış dünyanın cazip, küçük şeyleriyle doldurmaktı. İçimdeki duygu kıpırtıları azaldıkça, yaşamın son sürat aktığı yere doğru çekiliyordum ben de: Hiçbir şey yaşamayan biri için başkalarının tutkulu huzursuzluğu, tıpkı tiyatro ya da müzik gibi, sinirleri harekete geçiren bir şey olabilir yine de.

Bu nedenle sıklıkla kasinoya gidiyordum. Başka insanların yüzünde mutluluğun ya da sarsıntının izlerini görmek, içinde korkunç bir hareketsizlik olan benim için cezbediciydi. Ayrıca düşüncesiz bir insan olmamakla birlikte, eşim arada sırada oyun salonuna giderdi; bana gelince; onu sevgiyle yâd etmek için eski alışkanlıklarını sürdürüyordum. İşte orada, oyundan daha heyecanlı olan ve yıllarca kaderimi altüst eden o yirmi dört saat başladı.

Öğle yemeğini ailemin bir akrabası olan Düşes M. ile yemiştim. Souper'dan (gece yemeği) sonra ise uyumak isteyecek kadar yorgun değildim. Böylece kumarhaneye gittim, kendim oyuna katılmadan, masadan masaya dolaşarak oynayan insanları özel olarak seyrettim. Özel olarak diyorum, çünkü bunu bana ölen eşim öğretmişti. Bir defasında seyretmekten yorulmuş, hep aynı yüzlere bakmaktan sıkılmıştım: Bir fiş almaya cesaret etmeden önce, saatlerce koltuklarında oturan yaşlı, her tarafı kırış kırış olmuş kadınları, o hilekâr profesyonelleri, kumar kokoşlarını, acıklı romanlarda hep anlatılan, ancak ne resmetmeye değer ne de romantik olan, fakat fleur d'élégance (Şıklık sembolü) ve Avrupa'nın aristokratları sayılan çeşitli insanların oluşturduğu o tuhaf topluluğu seyretmekten sıkıldığımı söyleyerek şikâyet etmiştim. Fakat ben yirmi yıl öncesinin kasinolarından, masalarda fişlerin değil de nakit paranın döndüğü, hışırdayan banknotların, Napoléon altınlarının, küstahça fırlatılan beş frankların birbirine karıştığı, günün modasına uygun olarak yeniden inşa edilen gösterişli oyun kulelerinde burjuvalaşmış uyduruk seyahat ahalisinin karaktersiz oyun fişlerini har vurup harman savurduğu bugünkülerden çok daha cezbedici olan kasinolardan bahsediyorum. Daha o zamanlarda, birbirinin aynısı olan o yüzlerde pek bir çekicilik bulmazdım, ancak hobisi el falına bakmak olan eşim bana seyretmenin özel bir biçimini göstermişti, gerçekten de öylece durup seyretmekten çok daha ilginç, çok daha heyecan vericiydi: Asla yüzlere değil, aksine sadece dört köşeli masa ile, oynayanların ellerine ve el hareketlerine bakar insan. Bilmem siz de yeşil çuhalı masayı, ortadaki topun bir sarhoş gibi o sayıdan bu sayıya gittiği yeşil karree'yi (Kare) gördünüz mü hiç? Dörtgen köşelerin içine banknotların, gümüş ve altın paraların tohum gibi düştüğüne, krupiyenin küreğiyle bunları biçer gibi kazananın önüne sürdüğüne tanık oldunuz mu hiç? Böylesi bir perspektif diziliminde değişen tek şey ellerdir – yeşil masanın etrafındaki açık tenli, hareketli, bekleyiş halindeki ellerdir, her biri atlamaya hazır vahşi bir hayvan gibi, her biri farklı biçimde, farklı renkte, bazısı çıplak, bazısı yüzük ve şakırdayan zincirlerle dolu, bazısı vahşi hayvanlar gibi kıllı, bazısı nemli ve yılanbalığı gibi kıvrık, fakat hepsi de gergindir ve olağanüstü bir sabırsızlıkla titreşir. Orada olduğum her defasında ister istemez at yarışlarının olduğu pisti düşünürdüm, yarış başlamadan önce ileriye atılmasınlar diye dizginlenen atlar gelirdi aklıma: İşte masanın etrafındaki eller de aynı o şekilde titrer, ayağa kalkar ve şahlanır. Bu ellerde her şey açığa çıkar, nasıl bekledikleri, nasıl tuttukları ve durdukları anlaşılır: Hırslı, tamahkâr olanları pençe gibi, müsrif olanları gevşek, hesabını bilenleri sakin, umutsuz olanları titreyen ellerinden tanımak mümkündür; yüzlerce karakteri, parayı kavrama biçiminden anlayabilirsiniz. Parayı buruşturuyor mu, yoksa sinirle küçük parçalara mı ayırıyor, bitkin ve yorgun düşmüş avuçlarıyla mı ortaya sürüyor? Kumar oynarken insan kendini ele verir, biliyorum, ama ben diyorum ki, kumar sırasında özellikle elleri, kumarbazın kişiliğini ayna gibi yansıtır. Çünkü tüm kumarbazlar ya da hemen hemen hepsi, bir süre sonra yüzlerindeki ifadeyi kontrol etmeyi öğrenirler –yukarıda, gömlek yakalarının üstünde vurdumduymazlığın soğuk maskesini taşırlar–, ağızlarının etrafındaki kıvrımları yok etmeye çalışır ve heyecanlarını dişlerinin altına hapsederler, gözlerindeki endişeyi saklar, yüzlerinde hareket eden kasları yapmacık bir kibarlığın şekillendirdiği kayıtsızlıkla gizlerler. Fakat işte bütün ilgilerini, varlıklarının en görünür yeri olan yüzlerine verdikleri için ellerini unuturlar ve sadece bu ellere bakarak yukarıda gülümseyen dudakların ve kasıtlı olarak kayıtsız gibi görünen bakışların neleri gizlediğini anlayan insanlar olduğunu unuturlar. Fakat eller onların sakladıkları sırrı hiç çekinmeden açığa vurur. Çünkü öyle bir an gelir ki, güçlükle zaptedilen ve uyur gibi duran parmaklar birdenbire o kibar uyuşukluklarından silkiniverirler: Rulet topunun küçük deliğe girdiği ve kazanan numaranın ilan edildiği an, yüz ya da beş yüz el gayriihtiyarı tamamen kişiye özel, bireye özel içgüdüsel bir hareket yapar. Ve insan benim gibi –eşimin en eski tutkusuyla iyi öğrenmiş biri olarak– ellerin bu arenasını gözlemlemeye alışkınsa, her zaman başka başka, her zaman beklenmedik şekillerde açığa çıkan insan doğasını gözlemlemek, bir tiyatro oyununu izlemekten ya da müzik dinlemekten daha çok heyecan verir: Kumar oynarken ellerin kaç bin çeşit hareket ettiğini size anlatamam, kıllı ve kıvrık parmaklı vahşi canavar gibi olanlar, örümcek gibi parayı kavrayanlar, sinirli, titrek, solgun tırnaklı, neredeyse paraya dokunmaya bile cesaret edemeyenler, soylular ve aşağı tabakadan olanlar, sert tipler ve çekingenler, hilekârlar ve kekemeler – fakat her biri farklıdır, çünkü her çift el bambaşka bir hayatı ifade eder, sadece dört beş krupiyeninki istisnadır. Onlar makineler gibidir, kumarbazların heyecanlı ellerinin aksine, onların elleri tıpkı sayım aleti gibi nesnel, işine odaklı ve kayıtsız bir şekilde işler. Fakat bu soğukkanlı eller de, av peşinde ve tutkulu kardeşlerinin tam zıddı olmakla birlikte, onlar da şaşırtıcı bir etki yaratır: Deyiş yerindeyse başka türlüdür bu eller, tıpkı isyan eden, dalgalanan ve coşan halk yığınının arasındaki polisler gibidir. Bunun dışında bir de birkaç gün sonra bazı ellerin alışkanlıklarına ve tutkularına alışmış olmanın verdiği kişisel zevki düşünün; birkaç gün içinde onların içinde bazılarını iyice tanımaya ve her birini tıpkı insanlar gibi sevimli ve düşmanca diye ayırmaya başlardım. Bazıları o kadar kaba ve açgözlü olurdu ki, çirkin bir şey görmüşçesine bakışlarımı çevirirdim. Fakat masadaki her yeni el, benim için bir yaşantıydı ve merak kaynağıydı: Çoğu zaman kişinin yüzüne bakmayı unuturdum, yukarıda yakanın içinde, bir smokin gömleğinin üzerinde ya da ışıl ışıl bir göğsün üzerinde hareketsiz duran yüze.

Continue Reading

You'll Also Like

74K 4.2K 6
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu'nun kadın kahramanını sadece uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek içi...
165K 3.9K 41
Yoksulluktan öğrenimine devam edemeyen üniversite öğrencisi Raskolnikov, toplumun yararı için kuralların ve kanunların yok sayılabileceği düşüncesiyl...
588K 15K 28
Paylaşan: HmeyraHarman
64.3K 2.3K 10
Hayvan Çiftliği'nin kişileri hayvanlardır. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin'...