Kırmızı Anahtar

By EsraCanlii

3.8M 185K 272K

Tüm Türkiye'de aranan azılı bir kanun kaçağı ve onu asıl kimliğini bilmeden evine alan gazeteci bir kızın hik... More

OKUMADAN BAŞLAMAYINIZ!
1. Bölüm: Kapımdaki yabancı - 1. Kitap
2. Bölüm: Redkey
3. Bölüm: Tarhana ya da menemen
23. Bölüm: Kaldığı Yerden Devam Etmedi - 2. Kitap
24. Bölüm: Günler
25. Bölüm: Zarf
26. Bölüm: Koku
27. Bölüm: Hayatımın Casusu
28. Bölüm: Başarısız Girişimler
29. Bölüm: Piyango
30. Bölüm: Yeni Bir Yıl
31. Bölüm: Cevaplar Kitabı
32. Bölüm: Deniz'den Okyanusa...
33. Bölüm: Ev
34. Bölüm: Geçmişin Anahtarı
35. Bölüm: '1Numaralı Şüpheli'
36. Bölüm: 'Güvercin De Uçurur Muyuz?'
37. Bölüm: 'Burada İşler Üç Şekilde Yürür!'
38. Bölüm: 'Dünyayı Satan Adam'
39. Bölüm: Her Şeyin ve Hiçbir Şeyin Kutusu
41. Bölüm: Sırlar ve Ölümler Üstüne
42. Bölüm: Yeni Yetme Bir Gangster
43. Bölüm: Zincirkıran - 2. Kitap sonu
44. Bölüm: Şekerin Tadı - 3. Kitap
45. Bölüm: 'Suç değil rövanş'
46. Bölüm: Olasılıklar
47. Bölüm: 'Sadece beş dakika'
48. Bölüm: Yanılgı
49. Bölüm: Ödenmemiş Bir Hesap
50. Bölüm: Yol Ayrımı
51. Bölüm: Gördüğümüz Şey, Baktığımız Yer
52. Bölüm: Şüphe
53. Bölüm: 48 Saat
54. Bölüm: Masumiyet Karinesi
55. Bölüm: Yüzleşme ve Karmaşa
56. Bölüm: Bin Basamaklı Merdiven
57. Bölüm: Tesir altında
58. Bölüm: Uyanmak II
59. Bölüm: Kefaret
60. Bölüm: Bir Kelebek Kanat Çırptı
61. Bölüm: Yeşil Kasa - 3. Kitap sonu
62. Bölüm: 'Bazı bedeller ağırdır' - 4. Kitap
63. Bölüm: 'Deniz Bitmez'
64. Bölüm: 'Canavar'
65. Bölüm: İllüzyon -I
66. Bölüm: İllüzyon II
67. Bölüm: Suç ve Ceza
68. Bölüm: Deniz'e Doğru
69. Bölüm - Final: Kurşun Asker ve Dansçı Kız

40. Bölüm: 'Güzel Çocuklar'

28K 3.3K 2.9K
By EsraCanlii

***

Peşi sıra gelen silah sesleri uçsuz bucaksız dağın eteklerinde yankılanırken ellerini başının üstüne koyan beş çocuk tam da o an hayatlarının kararını vermek üzereydi.

Ellerini titreten korku, yüreklerine düşen korku, dillerini bağlayan büsbütün korkuydu. Fakat bu korku o beş küçük çocuğun gözlerinde dipdiri parlayan düşmanlığı ve intikam duygusunu örselemekte yetersiz kalmıştı.

"TC Askerinin sözlerine neden inanalım?" dedi, beş çocuktan en büyüğü. Adı Şeyhmuz'du. "Bizi dağdan indirip hapise koymayacağın ne malum?"

"Bizi kandırırsın sen" diye devam etti öbürü. Berken adında dokuz yaşında bir oğlandı. "Neden gelelim seninle?"

"Siz bize 'kanı bozuk' dermişiniz. Ondan kanımızı dökermişiniz." En küçükleri Azad, en büyük cümleyi kurmuştu.

Kaldı ki beşi de küçük ömürlerine büyük cümleler sığdıran çocuklardı. Ve de büyük ölümler. Şimdi ise karanlık bir mağaranın soğuk duvarlarına sırtlarını yaslamış, karşılarında bir ordu misali dikilen askerin kendilerini ikna etmesini bekliyorlardı.

Omzundaki yarasından oluk oluk kanlar sızan asker, Azad'ın ağzından dökülen cümlenin ardından elini hızlıca kamuflajının cebine soktu ve içinden bir bıçak çıkardı. "Uzat elini," dedi karşısında titreyen minik Azad' bakarak.

Azad, çocukluğunu üzerinden silkeleyip en cesur hâlini giyindi o an ve elini, karşısında dikilen düşman bildiği askere tereddütsüzce uzattı.

Asker, Azad'ın avucuna küçük bir kesik attı önce. Sonra yaralı omzuyla tuttuğu bıçağı kendi avucuna sapladı. "Bak," dedi minik Azad'ın yaralı avcunu kavrayarak. "Bu senin kanın." Ardından kendi avcunu gösterdi çocuğa. "Bu da benim kanım." Elleri başlarının üstünde olan biteni izleyen çocuklara döndü. "Bir fark görüyor musunuz?"

Çocuklar hiçbir cevap vermedi.

Asker bu kez bıçakla çizdiği avcunu Azad'ın yaralı avcuna bastırıp sordu. "Bunun anlamını biliyor musunuz?"

"Kan kardeşliği." Konuşan ortancaları Dara'ydı.

"Kan kardeşliği, evet!" Asker yüzünü tekrar Azad'a döndü. "Bak!" dedi. "Şimdi kanlarımız birbirine karıştı. Artık senin kanın bozuksa benim de kanım bozuk. Benim kanım temiz ise senin kanın da en az benimki kadar temiz. Artık eşitiz. Yalan yok. Söz. Kan kardeşi sözü..."

O sıra mağaranın az ötesindeki çatışma sesleri daha da yakından gelmeye başladı. Askerin fazla zamanı kalmamıştı. Çarçabuk sırtındaki çantasını açıp bir kâğıt parçası ve bir kalem çıkardı. Kâğıda hızlı hızlı bir şeyler karalayıp çocuklardan en büyüğünün, on bir yaşındaki Şeyhmus'un eline tutuşturdu. "Şilan öldü," dedi keskin bir sesle. "Ben öldürdüm. Ahmed, diğer kardeşlerine yaptığı gibi Şilan'ı da Erbil'e, Ankava'ya götürecek yarın. Oraya gömecek. Arabasını patlattığım için mecburen kamyoneti kullanacak. Kamyonetin kasasındaysa bir tane branda var. Eğer içine saklanmayı başarırsanız şehre gelebilirsiniz. Yarın gün batımına kadar sizi Erbil'de, kâğıtta yazdığım adreste bekleyeceğim. Gelmenizi bekleyeceğim."

Üç ay boyunca örgüt kampında esir tutulan asker, işkencecileriyle yaptığı bu son konuşmanın ardından arkasında sayısız ceset ve örgütün eylem planları ile teçhizat akışını içeren dokümanlarla birlikte Hakurk'tan ayrıldı.

O zamanlar Türk Özel Kuvvetler Komutanlığı'na üsteğmen rütbesiyle mensup olan Ali Yağız Saran'ın o beş çocukla asıl hikayesi bundan sonra başlamıştı...

***

Yeni yılın ilk gününde, şöminede kor kor ateş ve kadehlerce şarap eşliğinde geçmişindeki tüm kilitli kapıların anahtarlarını avucuma tek tek bırakan adam...

Belki bilerek, belki de-... Belki de yine bilerek o beş küçük çocuğun hikayesini birkaç cümleyle geçiştirmişti o gün.

Sonraları onlardan bahsettiği zamanlar yine çokça derine inmez, ağzından yaşananları kestirebileceğim iri ufak tek bir kelime çıkmazdı.

Yüzünde varla yok arası o tanıdık tebessüm oluşur ve onlardan her defasında hep aynı şekilde söz ederdi:

"Güzel çocuklar" derdi. "Hepsi güzel çocuklar."

O günlere ve o çocuklara dair bildiklerim oldukça yüzeyseldi. Yağız'ın anlattığı kadarıyla; dört yıl evvel Özel Kuvvetler'e mensup bir askerken Kuzey Irak'ta bulunduğunu, o esnada araçlarına kurulan pusu sonrası yaralanıp gözlerini Hakurk kampında açtığını, sonrasında üç ay boyunca esir tutulduğu o yerde işkence gördüğünü, üstelik kendisine bu işkenceleri yapanların da dokuz on yaşlarındaki çocuklar olduğunu biliyordum.

O çocukları terör kampından kaçtığı gün oradan ayrılmaya ikna ettiği, hatta hepsini beraberinde Türkiye'ye getirdiği ve tüm bunları bağlı bulunduğu askerî birimin bilgisi dışında yaptığı gibi küçük detaylardan henüz haberim yoktu.

Ve "o gün" gelene kadar da haberim olmayacaktı.

***

Şeyhmus, Dara, Cejno, Berken ve Azad.

Şeyhmus hariç, diğer dördü Irak'ın kuzeyindeki örgüt kamplarında dünyaya gelmiş öksüz ve yetim çocuklardı.

Yine Şeyhmus hariç, diğer dördü anne babasını hiç tanımamıştı. Kıdemli büyüklerinin dediğine göre Türk askeri öldürmüştü hepsini. Kimi dağda kimi şehirde ölmüştü. Şeyhmus'un durumu ise daha farklıydı. O, anne babasının ölümüne bizzat şahit olanlardandı.

Örgüt sempatizanlarının Eruh'ta çıkardığı bir ayaklanmaya katılan karı koca, o sıralar henüz altı yaşında olan çocukları Şeyhmus'u da yanlarına almışlardı. Baba, elinde posterlerle slogan atarken çıkan arbedede vurulmuştu. Kadın ise kocasının vurulmasının ardından askerlerin üzerine koşarken zırhlı aracın altında kalmıştı. Ve tüm bu olan biten sadece altı yaşındaki Şeyhmus'un gözleri önünde cereyan etmişti. Sonrası malum. Sonrası daha çok ölüm, daha çok kan ve en nihayetinde daha da çok nefret.

Tüm bunlar... Yaşanan tüm bu korkunç döngü bir çeşit karma mı, denge mi yoksa bir bakıma kader mi, bilmiyordum. Bir yanım, ölümle büyüyen bir çocuğu yaşamdan yana kılmanın, bataklıkta gül bahçeleri yetiştirmek gibi bir hezeyan olduğunu söylüyordu. Nefret tohumları serpilen topraktan sevgi çiçekleri yeşertmek umudu, kulağa büsbütün bir yanılgı gibi geliyordu. Daha da fenası bunu mutlak anlamak için mutlak yanılmak gerekmesiydi...

Peki ya diğer yanın, Deniz?

Bir kalbin orta yerinde kemikleşmiş kini, nesilden nesle aktarılmış genetik bir kini, yeni doğan bir bebeğin kulağına fısıldanmış o kini ne tür bir çaba oradan söküp atmayı başarabilirdi?

Şimdi belki o asker olsaydı, büyük bir inanç içinde bunun mümkün olduğunu haykırırdı. Tıpkı iki avuçtan akan iki kanı tek bir potada birleştirip eşitlemesi gibi, birilerinden kalplerindeki kini atmasını isteyenlerin masaya önce kendi kalbini koyması gerektiğini söylerdi.

Şeyhmus, Dara, Cejno, Berken ve Azad...

Dört yıl evvel, henüz bu tip toplumsal çıkarımların istatistiğine dönüşmeden önce, dağdan şehre inmiş olmayı talihsiz kaderlerinin sona ermesi olarak yorumlamışlardı.

Erbil'de Üsteğmen Yağız'ı bulmaları ve onunla sınırdan geçerek Türk topraklarına adım atmaları çok da zor olmamıştı. İlk önce Şırnak'taydılar. Kuşkuyla yaklaştıkları asker onları gizlemiş, sınırdan geçirmiş, açlıktan birbirine yapışmış karınlarını da bir güzel doyurmuştu. Çocukların ilk kez önünde bir yırtığı olmayan ayakkabıları, yamasız kazakları, bedenlerini sıcak tutan, güzel kabanları olmuştu.

Ertesi gün ise hayatlarında ilk defa uçağa bindiler. "Asker" diye hitap ettikleri Üsteğmen Yağız, onları İstanbul'dan getirttiği özel bir jet uçağa bindirmişti. Her birinin Saran Vakfı'na ait bir yurda yerleştirilmesini sağlayan Asker, aynı gün birliğine geri dönmüş, uzun sorguların ardından GATA'da tedaviye alınmıştı.

Ve zaman akmaya başladı.

Asker Yağız, GATA'dan taburcu olduktan kısa süre sonra trafik kazasında vefat eden amcası vasıtasıyla babasının kayıp olan kırmızı kaplı dosyasının yerini öğrendi. Artık "Asker Yağız" değildi. Önce apoletlerini söktü. Sonra yüzüne bir maske takıp bu kez savaş meydanlarına "Redkey" olarak döndü.

Ve zaman akmaya devam etti.

Çocuklar şehir yaşamına uyum sağlamaya çalışıyorlardı. Okula gidiyor, Asker'den harçlık alıyor, İstanbul'u yavaş yavaş tanıyorlardı.

Zaman akıyordu.

Çocuklar şehir yaşamına bir türlü adapte olamıyordu. Okulu asıyor, Asker'den daha çok harçlık istiyor, İstanbul'u artık oldukça iyi tanıyorlardı.

Zaman tuhaf şeydi.

Çocuklar şehir yaşamının bir tek arka sokaklarına uyum sağlayabilmişler, Asker'in tüm itirazlarına rağmen okulu bırakmışlar, ondan aldıkları parayı sentetik uyuşturuculara vermeye başlamışlardı.

Henüz bir yılı bulmadan beşi birden Saran Vakfı'na ait yurttan ayrıldı. Fikir Şeyhmus'dan çıkmıştı. Yurtta, okulda, çarşıda, pazarda herkesin yüzlerine nefretle baktığını, konuşmalarıyla, hatta isimleriyle alay edildiğini söylüyordu Şeyhmus. Öyle ki bir defa yurt müdürü, Şeyhmus'un yüzüne dahi söylemişti. Tek yaptığı çorbayı hızlı içmek olan Şeyhmus'a, "Dağdan mı geldin? Ayı mısın evladım!" demişti. Bu Şeyhmus için son nokta oldu.

Her ne kadar olayı öğrenen Asker, yurt müdürünü işten çıkarsa da, bu çaba Şeyhmus'a çocuk avutmak gibi görünmüş, yeterli gelmemişti.

Çocuklar en nihayetinde sıcak bir temmuz gecesi yurttan kaçmayı başardılar. Muhtemel her biri sokağa düşen ortalama bir çocuğun geçtiği süreçleri yaşayacaktı. Öyle de oldu. Dara dilenmeye başladı. Azad otobüslerde mendil satıyordu. Şeyhmus madde bağımlısı arkadaşlarıyla takılıyor, Cejno ve Berken ise ceplerini yankesicilikle dolduruyordu.

Zaman aktı.

Asker, çocukların ipini artık tutamasa da izlerini hiçbir zaman kaybetmemişti. Sayısız kez karakoldan topladı her birini, zabıtaya oluk oluk para akıtıyordu. Ne vardı yani? Şehirde haydut olmaları dağda kurşun sıkmalarından daha kötü değildi ya? Sonuçta bu bir geçiş dönemiydi. Çocukların köklü bir değişimden sonra bocalaması kadar normal ne vardı? Hâlâ "Asker, asker," diye seslenseler de seviyorlardı üstelik Yağız'ı. Köprü altlarında içinde birkaç odun parçası yanan bir teneke kutusunun başında az sabahlamamışlardı birlikte. Bir somun ekmeği bölüşmüş, aynı tavadan menemene banmışlardı.

"Güzel çocuklar" demesi bundan mıydı Yağız'ın? Pencerelerinden İstanbul'un yedi tepesi görünen deniz manzaralı sıcacık bir oda dururken soğuk bir kartonun üstünde uyumayı yeğlediklerinden... Yahut o ışıltılı hayatta kendilerine tutunacak en küçük bir yer dahi edinemediklerinden... Hor görülmektense hiç görülmemeyi tercih ettiklerinden... Kim bilir? Onlara, kendilerini sözde modern insanlığa karşı böylesine eğreti, böylesine âtıl hissettiren duygu, bir yere ait hissettirirken nasıl bir yol izlemişti?

Ama kimse bilmese de onun bilmesi gerekirdi. O kusursuz sezginin, her şeyi gören o gözün, kontrolden çıkmış bu aidiyetsizliğin neticelerini ıskalaması korkunçtu.

Yazın, not alın.

Kelime anlamıyla korkunç: Korkunun belirdiği anki duygu durumu değil, aslında hiç belirmediği zamanki tedirginlik, bir diken üstünde olma hâli.

Yazın, not alın.

Kelime anlamıyla daha korkunç: Korkunun ne belirdiği ne de aslında hiç belirmediği zamanki eş güdümlü rahatlık.

Yağız için ise geçen koca dört senenin üstüne o gün, o kelimenin ikinci anlamı geçerli olacaktı.

***

Önce Kevin'la vedalaştı.

"Uzun süre, çok, çoook uzun süre görüşmeyelim," dedi nemli gözlerle valizlerini toplayan Kevin'a.

"Boss, şimdi game over mı sahiden?" Kevin oldukça üzgün ve karmaşıktı. "Şahbozanlar yok! Depozone yok! Senin anahtarlar yok, hack yok back yok... I think, alışmak biraz... Zor olacak Boss! Senin için de öyle değil mi?"

"Değil."

"Ha, tabii Boss..." dedi Kevin. "Şahbozanlar'ın lideri meselesi var hâlâ tabii..."

"Kevin."

"Boss?"

"Sadece valizlerini topla."

"Boss!" Kevin iç çekti. "You know... Her ne kadar... Böyle aksi, menfi, nemrut, huysuz, budala, ukala, kaşalot, kaknem bir adam da olsan seni özleyeceğim Boss!"

"Hah!" Yağız kaşlarını kaldırdı. "Kaşalot?"

"Yeah." Kevin başını salladı.

"Kaknem?"

"Yeah, yeah!" Kevin başını bir daha salladı.

"Bana hakaretler edebilmek için kursa falan mı yazıldın sen?"

"Iıııı no no no no..." Kevin valizine yerleştirmek üzere olduğu kitaplardan birini havaya kaldırdı. "Türkçe sözlük aldım." Yağız'ın tehditkâr bakışlarını gördükten sonra sözlüğü ileri doğru uzattı. "Well... Aaa... Bak, kalın da Boss! İstersen kafama da vurabilirsin. Sonrasını da düşündüm!"

Yağız gülümsedi. "Kaçık herif."

"Boss!" Kevin merakla Yağız'a döndü. "Sen bana böyle başka ülkeye git falan dedin ya, sen de, yani siz de gideceksiniz yani travel durumları... Böylece gitmemiz sorun olmaz, değil mi? Son anda paçayı ele vermeyelim." Güldü. "Son cümlemde deyim kullandım, fark ettiysen Boss!"

"Tereyağından kıl çeker gibi olacak!"

"Bu da deyim! Yeah!" Kevin sevinçle işaret parmağını ileri uzattı. "Bunu da biliyorum. Kolay olacak demek yağın içindeki tüyle!"

Yağız başını salladı. "Nereye gideceğine karar verdin mi?"

"Tayland'a Boss!" Kevin masanın üstündeki uçak biletini işaret etti. "Bak, biletimi bile aldım. You know, Phuket Adaları'nı hep merak etmiştim!"

Yağız'ın surat ifadesi aniden değişti.

"Neden öyle baktın Boss? Ouu, yoksa siz de..."

"Hah!" Yağız elini cebine soktu ve içinden çıkardığı kâğıtları hızla yırtıp çöpe attı.

"Boss! Yoksa o yırttıkların Tayland uçak bileti mi?"

Yağız sinirle gülümsedi. "Sabahtan beri internette yedi defa Tayland'ı arattı kız. Ben de... Tamam, tamam neyse... Tayland'a git. Git, git. Oradan nereye geçeceksin?"

Kevin sırıttı. "Sri Lanka!"

"Hah!" Yağız sinirden köpürür bir tavırla diğer cebinden çıkarttığı uçak biletlerini de bir çırpıda yırtıp çöpe attı.

"Yoksa Deniz Sri Lanka'yı da mı aratmış Boss... Kaç defa?"

Yağız dişlerini sıktı. "Üç." Ardından sinirini alamayıp Kevin'ın valizlerini tekmelemeye başladı.

Kevin ağlamaklı bir hâlde bağırıyordu. "Boss! Ah valizlerim! Boss! Yapma!" Yağız'ın koluna yapışmıştı. "Boss! Please... Fuck!" Yağız bir müddet sonra nefes nefese geri çekilerek üstünü başını silkelerken, Kevin bir anlık boşlukta valizlerinin önüne geçip kollarını iki yana açmıştı. "Boss..." Yalvaran gözlerle bakıyordu.

Yağız, aldırış etmeden Kevin'ın omzuna pat pat vurdu. "İyi tatiller!" Ardından evin çıkış kapısına doğru yürümeye başladı.

Kevin rahat bir nefes almıştı. Ya da tam alıyordu ki, bir anlık duraksamadan sonra elini kapı kulpundan çekerek hızla üzerine doğru gelen bir karartı gördü.

Yağız ani bir kararla geri dönerek tek bir hamleyle masaya uzanıp Kevin'ın uçak biletlerini eline aldığı gibi parçaları ayırdı. Ardından elindeki kâğıt parçalarını yere atıp üstünde tepinmeye başladı.

"Boss! Please! Ne yaptın? Biletlerim! O my tickets!" Kevin yere çökmüştü. "Oh my God! Oh Jesus christ! Stop it!"

"Jesus christ? Stop it? Please?" Yağız Kevin'ın taklidini yaptı. "Biraz önce TDK memuru gibi küfrediyordun bana? Kaşalot, kaknem... Hı? Şimdi ne oldu? Biletler elinden gidince ana diline mi döndün?"

"Fuck Boss!" Kevin ağlamaklıydı. "Fuck! Okay? Fuck!"

"Fuck?" Yağız diklendi. "Biz gidemiyorsak sen de gitmeyeceksin. Kimse gitmeyecek!"

"Tekrar bilet alırım!"

"Bütün seferleri satın alırım." Yağız, Kevin'ın üstüne tehditkâr bakışlarla yürüdü.

"Yarına alırım!" dedi Kevin dudak bükerek.

"Yarinkileri de satın alırım. Ondan sonraki günleri de. Ondan sonraki günleri de!" Yağız yavaş yavaş çıkış kapısına yürüyerek konuşmaya devam etti. "Ondan sonraki, ondan sonraki, ondan sonraki günleri de..."

Kevin arkasından bağırıyordu. "Fuck Boss! Tamam mı? Fuck! Küsüştüm sana! Sakın arama beni! Açmayacağım çünkü telefonlarını. Duydun mu?"

Duymuştu. Duymuş ve sadece gülümsemişti.

Bu, o gün Yağız'la Kevin'ın son görüşmeleri oldu.

Dışarı çıktığında saat 23.00'ü gösteriyordu. Arabasına atlayıp Beykoz'a doğru hızla yola koyuldu. Geciktiğinin farkındaydı. Fakat atlattığı onca badireden sonra, yaktığı ve yıktığı onca kavram, açtığı savaş, kapattığı cephe, yüksekten düşürdükleri ve alçakta olduğunu hatırlattığı yığınlardan, dahası koca bir ülkenin makûs talihinde bıraktığı hatrı sayılır izden sonra eve dönüş yolunu bulabilmesi dahi bir mucizeyle eş değerdi. Varsın geciksindi.

Varamadı.

Sahil yoluna geldiğinde birden frene bastı. Yol kenarında tezgâh açmış çiçekçi takılmıştı gözüne. Arabadan inip tezgâhın başına geldi. Kocaman bir papatya buketi istedi çiçek satan yaşlı kadından. Yüklü bir meblağ da bahşiş verdi.

Yaşlı çiçekçi arkasından seslendi.

"Çok para bu! Delikanlı! Hey... Helal ettin sayıyorum bak? Çok yaşa sen! Duydun mu?"

Duymuştu. Ve yine sadece gülümsemişti.

Çiçekleri alır almaz hızlı adımlarla tekrar arabasına döndü. Sonra uzandı, radyonun sesini açtı. Kalan her şeyin sesini kıstı. Ve tekrar yola koyuldu. Kar beyaz caddelerin, ışıklı vitrinlerin, şehrin dört bir yanından yükselen simsiyah gürültülerin içinden geçti. Düne dair tüm kaygıların sonlanması artık birkaç sokak mesafesinde gibiydi. Fakat "gibi", yanıltıcı bir zaman ölçerdi işte. Evin bulunduğu sokağa saptığında telefonu çalmaya başladı.

Duymuştu. Fakat bu kez gülümseyip geçmedi. Bu hattın numarasını bilen sadece beş kişi vardı. Beş çocuk... Arabayı kenara çekip tereddüt etmeden telefona cevap verdi.

Arayan çocuklardan en büyüğü Şeyhmus'du. Sesi oldukça kötü geliyordu. "Azad yakalandı," dedi Şeyhmus. "Bir adam yakaladı. Cüzdanını çalarken görmüş. Çok fena dövdü Azad'ı. Değişik bir adam çok. Böylesini görmedik. Polise gideceğim, diyor. Asker... Ocağına düştük yine. Sen gelirsen ikna edersin adamı. Yoksa başımız büyük derde girecek."

Yağız telefonu kapattı. Arabanın, kar tanelerini bir sağa bir sola savuran sileceklerinin arasından evin ışıkları görünüyordu. Bir süre evin yanan ışıklarına baktı. Sonra başını yan tarafa çevirdi. Ön koltukta duran papatya buketine baktı. Sonra bir kez daha evin ışıklarına. Ardından derin bir nefes aldı. Arabayı çalıştırdı. Ve U dönüşü yaparak geldiği yönün tersine saptı.

Çocuklar Esenyurt'ta, boşaltılmış, eski bir mezbahada kalıyorlardı. Önceleri hayvan pazarı olarak da kullanılan geniş, çorak arazi şimdilerde en kurnaz emlakçıların zararına dahi elden çıkaramadığı bir kalıntı yığınına dönüşmüştü.

Berken, Azad ve Cejno özellikle dilencilik ve yankesicilik yapacakları vakit sıklıkla Eminönü ve Tarlabaşı'nı mesken tutardı. Şeyhmus ve Dara ise son zamanlar Eyüp'e dadanmıştı. Fakat gece olduğunda hepsinin adresi muhakkak Esenyurt'taki o mezbahadan bozma bina yığınları oluyordu.

Çok değil, daha bir hafta kadar önce gitmişti Yağız oraya. Bir sağanak gitmiş, her birini yoklayıp dönmüştü. Kendince vedalaşmıştı da aslında. Sıkı sıkı tembihlemişti bir kez daha; çalmak, dilenmek yok, demişti.

"O zaman daha çok para ver," diye mızıldandılar.

Daha çok para verdiği vakit uyuşturucu aldıklarını biliyordu Yağız. Dara'yı iki kez ölümün eşiğinden döndürmüştü. Şeyhmus'u ve hatta Azad'ı da öyle. Çocuklara madde sattığını öğrendiği birkaç aracıyı fena benzetmiş, çoğunu bir şekilde tutuklatmıştı. Ama kötülerin bileğine kelepçe geçse de kötülük zapt altına alınabilecek bir şey değildi işte. Prospektüsünde çocukların uzanamayacağı yerlere koyulması gerektiği yazmıyordu.

*

Saat gece yarısını vurduğunda, Yağız köprü trafiğinden henüz çıkmıştı. Buzlanmış zeminde son hız ilerlerken kırmızı ışığın yandığını biraz geç fark etti. O sırada araçların arasında meyve satan küçük çocuğu hemen fark etmişti. Pencereyi açtı. Çocuğun omzunda bir kasa kırmızı elma vardı. Hepsini satın aldı. Çocuk elmaları büyükçe bir filenin içine koyarak pencereden uzattı; Yağız'sa cüzdanından çıkardığı parayı. Çocuk gülümsedi. Yağız göz kırptı.

Sonra yeşil ışık yandı. Kırmızı elmalar, bir buket papatya ve bir adam o karlı ve soğuk gecede herhangi bir istikamete giden herhangi bir arabadaymışçasına kalabalığın arasına karışıp gözden kayboldular.

Mezbaha ana yoldan üç kilometre kadar içerdeydi. Kar kalınlığı yer yer bir metreyi dahi aşıyor, ulaşım giderek daha güç bir hâle geliyordu. Yağız, çocukların kaldığı metruk binaya ulaşmak için her zaman çıktığı dik yokuşu kullanmıştı yine. Daha yokuşun başından mezbahanın üzerinde tüten dumanlar görülüyordu. Çocukların ısınmak için teneke kutularında yaktığı odunların alevi yıkık dökük binaları kızıla boyamıştı.

İçki şişeleri ve atık çöplerin şeritler oluşturduğu dik yamacı aşan Yağız, arabasını her zamanki yere park etti. Elmaların bulunduğu fileyi eline alarak arabasından indi ve mezbahanın tenekeden bozma giriş kapısına doğru yürümeye başladı. İçeriden yanan odunların çıkardığı çıtırtıdan başka ses gelmiyordu. Teneke kapıyı ittirip içeri girdi. Etrafta kimse görünmüyordu. Tek tek çocukların isimlerini saydı.

"Şeyhmus?"

Cevap yoktu.

"Dara?"

Cevap yoktu.

"Azad? Berken? Neredesiniz? Cejno?"

Yağız'ın sesine bir cevap gelmiyordu. Yürümeye devam etti. Bir yandan da seslenmeye.

"Nereye kayboldunuz?"

O sıra, mezbahanın çıkışında Şeyhmus göründü. Yağız'ın yanına doğru ağır adımlarla yaklaşıyordu. Yüz ifadesinden ters bir şeyler olduğu belliydi.

***

"Daha hızlı git! Daha hızlı git! Daha hızlı..."

Bir elim direksiyonu tutuyor, diğer elim ise onu yumrukluyordu.

"Daha hızlı! Daha hızlı!"

Önümdeki GPS'te gitmek istediğim uzaklığın 65 kilometre olduğu yazıyordu. Daha önce bir kez dahi adım atmadığım Esenyurt'a şimdi bir ceset teslim almam için gitmem gerektiği söyleniyordu. Cesedin ona ait olduğu, Yağız'a ait olduğu.

Ben onun gelmesini beklerken, onun ölümünü haber eden bir notla sarsılmamın üzerinden sadece dakikalar geçmişti. Evden nasıl çıktığım, arabaya nasıl bindiğim ve yola nasıl devam ettiğim hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Tek bildiğim arabanın kesinlikle yeterince hızlı gitmediği.

"Bu mu? Gidebileceğin hız bu mu?"

Direksiyonu yumruklarken gözlerimden boşalan yaşlar hâlihazırda kardan dolayı azalan görüş mesafemi daha da düşürüyordu. "Yağız!" diye bağırıyordum sürekli. Boğazım parçalanmış gibi acıyordu. "Sakın ölme! Sakın ölme! Ölme!"

Yanan kırmızı ışık, yoldan geçen insanlar, arabalar... Hiçbirini tam olarak görmüyordum. "Pislik herif!" Direksiyona bir yumruk daha attım. "Bundan böyle bütün planları benimle ilgiliymiş, öyle mi? Yalancı! Neredesin hani? Pis yalancı... Sakın ölme! Sakın!"

***

"Şeyhmus? Neredesiniz siz?" Yağız, yanına ağır adımlarla yaklaşan Şeyhmus'u baştan aşağı süzdü. Çocuk titriyor, ayakta zor durduğu anlaşılıyordu. "Bir şey mi oldu?"

Şeyhmus cevap vermedi.

"Azad nasıl? O nerede?" dedi Yağız panikle. "Ya diğerleri nerde?"

Şeyhmus yine cevap vermedi.

"Konuşsana Şeyhmus!" Yağız diretiyordu. "Azad'a mı bir şey oldu yoksa?"

Şeyhmus'un soğuktan morarmış dudakları hafifçe aralandı o an. Yağız'ın üzerine doğru bir adım daha attı. "Olan sana oldu Asker!" dedi gözlerini Yağız'ın gözlerine dikerek. "Ölüm fermanını yazmışlar! Olan... Sana oldu."

Sonra bir sessizlik oldu. Belki birkaç saniye belki daha fazla sürdü. Sonra bir ses oldu. Ses, Yağız'ın karnında yankılandı. Neydi bu? Biraz canını yakmıştı sanki. Biraz soğuk, biraz sıcak fakat acı bir şeydi. Başını öne eğdi, karnının tam ortasına saplanmış bir bıçak gördü. Ve bir de Şeyhmus'un gözlerini. Gözleri Yağız'ın yüzüne bakıyor, elleri onun karnına saplanmış bir bıçağı tutuyordu.

Yağız ise daha çok bir şokun etkisindeydi. Kızarmış göz bebeklerini Şeyhmus'un gözlerine dikmiş, hafif aralık ağzından aldığı birkaç kesik soluktan ötesi çıkmamıştı.

Ötesi berisi sarılıydı.

♫ Beautiful Boyz - CocoRosie ♫

Henüz aldığı ilk darbeyi idrak edememişken birden karnının ortasında hissettiği acının aynını sırtında da hissetti. Başını hafifçe arkaya çevirdi. Bu kez karşısında ona bakmakta olan gözler Dara'ya aitti. Dara'nın yemyeşil gözleri, dünya üzerindeki hiçbir duyguyu taşımıyormuşçasına hissiz bakıyordu.

Yağız'dan birkaç küçük inilti yükseldi o an. Ağzı aralanıyor, bir şeyler söylemek istiyor ama uğradığı ihaneti bir cümle hâline getiremiyordu. Derken kalbinin birkaç santim aşağısında bir sızı daha hissetti. Bedeninden dışarı hücum eden sıcak kan şimdi kendine bir yol daha açmıştı. Bu, Yağız'ın vücuduna saplanan üçüncü bıçak oldu.

Başını, bir kez daha acısından yana çevirip bıçağı kalbinin hemen altına saplayan ellere baktı. En küçüğü bu ellerdi. Bakışlarını biraz daha yukarı kaldırdı. Siyah, iri gözler gördü karşısında. Dört yıl önce, o karanlık mağaradaki gözlerden alev topu gibi ışıldayan nefret hâlâ dipdiri, hâlâ aynıydı.

"Azad..." dedi kırık dökük bir sesle. Varla yok arası bir isim gibi çıkmıştı ağzından Azad'ın ismi. Kan kardeşi Azad'ın, kanını akıtan Azad'ın, henüz on bir yaşındaki Azad'ın, çocuk Azad'ın...

Ardı ardına irili ufaklı sesler gelmeye başladı o an. Yağız'ın bir müddettir elinde tuttuğu file düşmüş, içindeki elmalar mezbahanın zeminine çarparak kıyıya köşeye savrulmaya başlamıştı.

Birkaç saniye sonra üç çocuk birden, Yağız'ın kanına bulanmış ihanet bıçaklarını onun etinden bir bir çıkarıp yere fırlattılar. Sonra birden beş çocuk oldular. Hemen köşede Berken, onun yanında Cejno göründü.

Birbirlerine el hareketleriyle sorular sorup başlarıyla onayladılar. Ve tek bir söz etmeden mezbahanın arka kapısından çıkarak gecenin karanlığına karıştılar.

Yağız ise hâlâ ayaktaydı. Yanan birkaç teneke kutusunun ısıtmayı hiçbir zaman başaramadığı o soğuk, derme çatma bina yığının tam ortasında, bedeninden çıkan bıçakların ve tüm zemine yayılan kırmızı elmaların arasında öylece dikiliyordu.

Çok geçmeden arabasının sesini duydu. Yavaşça uzaklaşan arabasının sesini, bir korna sesiyle birlikte duydu. Çocuklar, Yağız'ın "güzel çocukları" sadece canını almak niyetinde değillerdi apaçık. Yutkundu. Gözlerinden belli belirsiz bir ıslaklık süzüldü. Zihninde biraz önce Şeyhmus'un kurduğu cümle dönüyordu sürekli.

"Ölüm fermanını yazmışlar!"

Güzel çocuklar, çirkin ağızlardan fısıldanan ölüm fermanına kalem olmuşlardı. Fakat neden? Neden böyle olmuştu? Asker nerede hata yapmıştı?

Kafasında dönen düşünceler, vücudundan akan kanla birlikte buharlaşıyordu sanki. Elini karnına bastırıp yürümeye başladı o an. Nereye gittiğini, neden gittiğini bilmeden yürümeye başladı.

Yürüdü. Mezbahadan dışarı çıktı. Kar inceden yağmaya devam ediyordu. Yürüdü. Kan, sırtından başlıyor, göğüs kafesini dolduruyor, karın boşluğuna sızıyordu. Yürüdü. Alabildiğince karla kaplı arazide, soğuk bir kışın, siyah bir gecenin ortasında kızıl bir hayalet gibi yürüdü. Attığı her adımda beyaz kar yığınlarının üzerinde kırmızı lekeler oluşturuyordu.

*

Yağız o gece, bir bilinmeze doğru ağır ağır ilerlerken, bense ona, daha çok bilinmeze doğru hızlı hızlı koşuyordum.

Üzerinden dumanlar tütmekte olan birkaç harabe gördüm en son. Kara saplanan arabamı yokuşun başında bırakıp koşmaya başlamıştım. Koşuyor, ağlıyor, bağırıyordum. Onun adını, ona bağırıyordum. Sesim kar altındaki arazide yankılanıyor, kulaklarıma geri dönüyordu.

Yağız o gece, bir müddet yürüdükten sonra bir bilinmezin içinde durdu. Bir bilinmezin içinde, ihanetin ortasında, turuncu ışığı yanıp sönen bir sokak lambasının tam altındaydı. Biraz sendeledi önce, başını kaldırıp beyaz göğe baktı. Ve gittikçe ağırlaşan gövdesini oracığa bıraktı. Şimdi kar taneleri solgun yüzüne düşüyor, giderek kapanan gözbebeklerinden içeri doluyordu.

Bense o gece, bir müddet koştuktan, ağladıktan ve bağırdıktan sonra bir bilinmezin içinde durdum. Giderek ağırlaşan diz kapaklarımı oraya kadar taşıyabildim. Yere çöktüm. Ve avazım çıktığı kadar son kez ismini haykırdım.

"Yağız!"

Muhakkak ki beni duymuştu. Duymuş ve belki yine sadece gülümsemişti. Belki de sesimi yavaş yavaş kapanan bilincinin bir oyunu zannetmişti.

O zaman henüz bilmiyordum.

Fakat sesim bir kişi tarafından daha duyulmuştu. Tüm olan biteni uzaktan izleyen üçüncü bir göz, silahının dürbününü kurbanının sesinin geldiği yöne çevirmişti.

O zaman henüz bilmiyordum.

Esenyurt'taki o izbe arazide, ince ince yağan karın altında tam kalbimin üzerine bir namlu doğrultulmuştu.

Şimdi ölüm benim için neredeydi?

Pusudaki bir namlunun ucunda mı yoksa bir sokak lambasının altında atmayı bırakacak bir kalpte mi?

***

Continue Reading

You'll Also Like

4M 120K 26
Bir metro istasyonu, 14 rehin. Sınırlı yemek, Sınırlı su. Tuzak ve ölümler. Hayatta kalmak için neler yapardınız? Peki onlar ne yaptı? Bu oyununun sa...
7.4M 530K 59
Tamamlandı MaaşıYatırmayanAdam: Ne? Siz: Ne için yazdığımı unuttum ben. Siz: İsmini görünce hatırladım. Siz: Maaşları yatırsana amk 04.02.2022 #kur...
MÂHÎ By AB

General Fiction

11.7M 446K 50
Beni sevebilir miydi gerçekten? Böylesi kötü bir adam, sevgi nedir bilir miydi? ▪▪▪
25.8M 916K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...