NOKSAN | ✓

By celestial_bones

404K 15.1K 2.6K

O, bir kraliçeydi; hayran kaldığım ancak asla ulaşamadığım. Güzeller güzeli, fakat acımasız olan, beni gidişi... More

[ Bölüm Bir: Kâğıtlar]
[ Bölüm İki: Paranoyak ]
[ Bölüm Üç: Aslan ]
[ Bölüm Dört: Hız ]
[ Bölüm Beş: Tesadüf ]
[ Bölüm Altı: Güller ]
[ Bölüm Yedi: Zebani ]
[ Bölüm Sekiz: Rubik Küp ]
[ Bölüm Dokuz: Alevler ]
[ Bölüm On: Yabancı ]
[ Bölüm On Bir: Düş ]
[ Bölüm On İki: Salıncak ]
[ Bölüm On Üç: Sitrin ]
[ Bölüm On Dört: Karanlık ]
[ Bölüm On Beş: Bulutlar ]
[ Bölüm On Altı: Düşman ]
[ Bölüm On Yedi: Kibir ]
[ Bölüm On Sekiz: Bay Resmiyet ]
[ Bölüm On Dokuz: Yapmacık ]
[ Bölüm Yirmi: Kural Tanımaz ]
[ Bölüm Yirmi Bir: Küçük Kalp ]
[ Bölüm Yirmi İki: Gerçekdışı ]
[ Bölüm Yirmi Üç: Pembe Dizi ]
[ Bölüm Yirmi Dört: Kireç ]
[ Bölüm Yirmi Beş: Minnettar ]
[ Bölüm Yirmi Altı: Bilmece ]
[ Bölüm Yirmi Yedi: Şenlik ]
[ Bölüm Yirmi Sekiz: Paha Biçilmez ]
[ Bölüm Yirmi Dokuz: Yoldaş ]
[ Bölüm Otuz: Söz ]
[ Bölüm Otuz Bir: Büyü ]
[ Bölüm Otuz İki: Baskı ]
[ Bölüm Otuz Üç: Gazap ]
[ Bölüm Otuz Dört: Strateji ]
[ Bölüm Otuz Beş: Büyük Gün ]
[ Bölüm Otuz Altı: Cevher ]
[ Bölüm Otuz Yedi: Panik ]
[ Bölüm Otuz Sekiz: İyi ]
[ Bölüm Otuz Dokuz: Çilek ]
[ Bölüm Kırk: Teklif ]
[ Bölüm Kırk Bir: Takdire Şayan ]
[ Bölüm Kırk İki: Şehrin Soytarısı ]
[ Bölüm Kırk Üç: Kist ]
[ Bölüm Kırk Dört: Şehrin Prensesi ]
[ Bölüm Kırk Beş: Soysuz ]
[ Bölüm Kırk Altı: Affedilmez ]
[[FİNAL] Bölüm Kırk Sekiz: Cadı Avı ]
[ YAZARDAN FİNAL NOTU ve İKİNCİ HİKÂYE BİLDİRİSİ ]
[ Şarkı Listesi ]

[ Bölüm Kırk Yedi: Başkaldırı ]

1.6K 78 31
By celestial_bones

Multimedya: Ecrin (üzerindeki de giydiği elbise).

Şarkı: Panic! At The Disco - Far Too Young To Die

[ Bölüm Kırk Yedi: Başkaldırı ]

Bir meleğin kanatlarıydı bana verilen; taleplerin ardındaki o alçakgönüllü varlık, ancak kutsal olandı sahiplendiğim. Yüceltiyordu ruhumu; itinayla yaratılmış parmakları düşleyebileceğimden daha narin, ancak yaralarımı mahcup bırakacak kadar dayanılmaz hissettirendi.

Şaraptı bu sefer boğazımdan aşağı akan; ekim ayının soğuk esintisini beraberinde sürükleyen ve enfes bir uykunun öngörülebilir uyuşukluğunu getiren. El eleydik onunla; bütün şehri kıskançlığa gömen o meşhur gülümsemesi suratında, varlığı gibi alımlı olan dudaklarındaydı.

İsmimi söyleyişini seviyordum en çok; "Ecrin," diyordu Işık, saten gibi parlayan gözleriyle. "Bu geceyi tanımlayabilecek bir kelime bulunmuyor sözlükte."

Onunla karakoldan sonra geldiğim o üç katlı villadaydım; şezloglardan birinin üzerinde, karşımızdaki boş havuzun nahoşluğuyla oturmaktaydık. Yalnızca birkaç saat vardı etkinliğin başlamasına; makyajım ve saçım hazır olsa bile henüz elbisemi giymemiştim.

"İki gün önce anlamsız bir cumartesi akşamı yaşayacağından bahsediyordun," diye alay ettim laflarıyla.

Şaraptan son bir yudum daha aldı ve elindeki kadehi yanındaki sehpaya yerleştirip, "Gelmeyi kabul ettiğinden beri şahane olacağına inanıyorum," diye izah etti.

İçkimi bitirsem dahi boş kadehi elimde oyalamaktaydım. "Benim için günün niteliği önemli değil," diye itiraf ettim. "Birlikte olacağımız sürece."

"O şerefsizlerle seni tek başına bırakacağımı düşünme bile," diye yüzünü buruşturdu Işık. "Sıfatsızların sana kene gibi yapışmasına izin veremem."

"Davetlilerin yarısından çoğunu tanıyorum," derken ona karşı çıkıyordum. "Doğrusu, birkaç kişi hariç diğerlerinden bir zarar geleceğini zannetmiyorum."

"Onlara kanma," diye öğütledi. "Katrana bulanmış zihinlerin önderliği, en masum ruhu dahi cehenneme davet eder."

"Çok tekin insanlarmışız gibi," dedim. "Hemen tuzaklarına düşeceğiz; yankesicilik yapan biri ve onu destekleyen bir öteki."

Işık bir kahkaha patlatırken, "Ufak bir detayı es geçiyorsun Ecrin," dedi ve uzanıp, bir süredir elimde tuttuğum kadehi aldığı gibi sehpaya bıraktı. Yeniden bana döndüğünde, "Kalıplaşmış inançlar sınırlandıramaz bizi," diye devam etti.

Şezlonglarımız bitişikti; bir eli belimi kavrayarak, beni kendisine doğru çektiğinde dengemi sağlamak adına Işık'ın göğsüne yerleştirdim avuçlarımı. "Biz," diye sorguladım, onu sınarcasına. "Nerede son bulacağız, o halde?"

Çarpan yüreğimi işaretledi parmakları; bir saat gibi tıklıyordu damarlarımdaki kan. "Burada," diye fısıldadı, yakınlaştıkça ısıtan nefesi. "Gökyüzünde veya yerin altında değil; bedeninde, sana hayat veren o kusursuz yerde."

Dudakları dudaklarımı bulduğunda öpücüğü acıttı yaramı, fakat bir süre sonra önemi kalmadı bunun; belimden yukarı tırmanan dokunuşlarıydı beni baştan çıkaran. Ona karşılık veriyor, kollarımı boynunun etrafında sarıyordum; bacaklarım belirgin bir istekle, beni bilinçsizliğin kıyısına iten o koyu arzuyla sarsılıyor, buna rağmen iradesizce geri çekiliyordum.

"Işık, dur," derken ondan ayrılmış, şezlonga bastırmıştım kendimi. "Saçım ve makyajım dağılacak," diye aklıma ilk geleni dışa vurduğumda, Işık'ın dudaklarının rujumun etkisiyle pembeleştiğini gördüm.

"Biliyorsun," diye gülümsedi, coşkuyla alevlenen gözleri. "Seçenekler asla tükenmez."

Istıraplı, uzun soluklu öpücükler yerini aldı boynumda; rüzgârın etkisiyle dalganan saçları gıdıklıyordu suratımı, inkâr edilemez bir hoşlantıyı yayıyordu bedenimde. Kızgın bir lava dönüşüyordu kazağımı sıyıran elleri; çıplak karnımın üzerinde dolaşıyordu parmak uçları.

Öpücükleri kaburgalarımı takip ederken soluğum kesilmişti; sonsuz bir talep yumağı, heveslerin gölgede bıraktığı ihtiraslı kıza dönüşüyordum o benimle oldukça. Elleri kalçalarımı kavradığında, yarı yarıya inmişti pantolonum; bacağımın iç tarafında, hassas bir bölgenin üzerindeydi dudakları. Öptüğü yerin moraracağını hissedebiliyor, ancak acil durum sirenleri yankılanıyordu kulaklarımda: Çok, çok yakındı.

Fırsatı kollayarak Işık'ın bacaklarıma gömülen suratını çekip dudaklarını dudaklarıma bastırdım ve bir busenin ardından, "Artık elbisemi giysem iyi olur," diye nefes nefese konuştum.

Işık ise bu ani hareketimin şaşkınlığı içerisinde, "Daha filmin en heyecanlı kısmını gelmemiştik hâlbuki," diye sızlandı.

"Kimseyi bekletmek istemezsin," dedim ve şezlongdan kalkıp kıvrılan kazağımı, düşmekte olan pantolonumu düzelttim. "Ayrıca, makyajımı tazelemeliyim."

"Geç gideriz," diye ısrar etti. "Ne söyleyecekleri umurumda dahi olmaz."

"Kötü bir izlenim vermemeliyiz," diye bastırdım. "Onca insanın içinde."

"Onca patates yiyenin içinde demek istedin herhalde," diye düzeltti beni Işık. "Doğrusu, ne yediklerinin detayına inmek istemiyorum."

Hayıflanarak ayağa kalktı; birlikte verandadan geçip arka kapıdan içeri girdiğimizde Işık, üst kata yöneleceğim sırada beni kendisine çekerek durdurdu. "Bu," diye fısıldadı, sesindeki talepkâr ton eşliğinde. "Yarım kalmayacak Ecrin; tüm salon şahit olsa dahi."

"Böyle bir şeyi düşünüyor olamazsın Işık," derken gözlerimi şüpheyle kısmıştım.

"Neden?" derken devasa bir sırıtış şekillenmişti suratında. "İçgüdülerine engel olamazsın ve sana ait olanı inkâr edemezsin."

"Deneyebilirim," diye gülerek kollarından ayrıldım ve merdivenlere yönelmeden önce, "Oyalanmadan takımını giyinsen iyi olur," dedim.

Ona arkamı döndüğüm halde sürdürdüğü gülümsemenin beni takip ettiğini biliyordum; üst kata, Işık'ın bana ayırdığı odaya geldiğimde, kapıyı kilitleyip yatağa çöktüm.

Büyük bir coşkuyla çalkalanıyordu zihnim; felaket bir yakınlaşmaydı az önce deneyimlediğim. Bitiyordum buna; en ufak dokunuşu dahi sürükleyici bir tutkunun haşmetli başlangıcı, kendimi dizginleyemediğim o şehvetin darağacıydı. Fakat izin çıkmıyordu vücudumdan; savunmasız kaldığımı belirten kelimeler sınırlandırıyordu beni.

Erken saatlerde Işık'la buluşup villaya gelme nedenim, o gün aldığımız ve mecburen ona emanet ettiğim kıyafetti. Petrol mavisi, koyu bir elbiseydi giyeceğim; üç parmaklık bir açıklık vardı belinde ve bu, bir şeritin oluşturduğu fiyonk sayesinde desteklenmekteydi. Yuvarlak yakalı, dümdüz inen eteği ile kabul edilebilir, ancak sıradandı; benim aksime Işık vurulmuştu buna. Dikişleriydi onu etkileyen; kusursuz nitelikteki doğruları ve ışıldayan kumaşın yarattığı illüzyon.

"Fevkalade," demişti görür görmez. "Minimal ve şık."

Elbisenin sadeliğine methiyeler dizerken öpüşmenin etkisinden kurtulamadığımdan başım dönüyordu; itiraz etmeyerek elbiseyi sahiplenmiş, fiyatına dahi bakmamıştım.

Elbiseyi giyip, dağılan rujumu tazeledim, önüme düşen saçlarımı krem rengi bir tel toka ile sabitledim. Mavi top küpelerimi taktığımda odadan çıkmaya hazırdım; minik el çantamı aldım ve kilitlediğim kapıyı açarak, koridoru geçip merdivenlerden aşağı, ayakkabılığın bulunduğu yere indim.

Kısa topukluklarımı ayağıma geçirdiğimde, aynanın karşısında topladığım saçlarıma incelemekteydim ki, Işık'ın yanıma varmasıyla aklımı kurcalayan tüm o çeldirici fikirler dağılıverdi.

Kirpiklerimi ağırlaştıran rimele karşın koskocaman açılmıştı gözlerim, baştan sona süzüyordum Işık'ı; ütülü beyaz gömleği, lacivert ceketi ve pantolonu ile mükemmeliyetin temsili, ilahı boyutların antik sözcüsüydü. Kararsızca elindeki papyonu sallıyor, yanaklarını havayla doldurup bırakıyordu; önünde durduğumu dahi fark etmemişti.

"Vay canına," diye hayranlıkla konuştuğumda, başını kaldırıp bana dönmesiyle yüzünde tatminkâr bir gülümseme belirdi; bakışlarının sıcaklığında eriyebilir, olduğum gibi zemine yığılabilirdim.

"Akıl almazsınız Bayan Karayel," diye bir nefes verdi Işık. "Diz çökmek isterdim karşınızda, ancak affınıza sığınarak söylüyorum ki, bu riski alamayacağım."

Pantolonun zarar görme ihtimalinden bahsediyordu; onun bu laflarına gülerek, "Teşekkürler Bay Arınkan; siz de bir o kadar etkileyicisiniz," diye iltifat ettim.

"Şüpheli sözler bunlar," diye kinaye yaptı. "Zira şu bahtsız kalbim o salondaki en güzel şahsın, kraliçelere yakışan o zarafetin yalnızca sizde bulunacağını haykırıyor."

Sürdüğüm allığın altından yanaklarım pembeden kırmızıya dönüşürken, "Çok cömertsin," diye yarım, utangaç bir kahkaha attım. "Ancak orada bir yığın insan olacak; kimin ne giyeceğini tahmin bile edemiyorum."

"Önemsiz," derken aynaya yönelmiş, papyonuyla uğraşmaktaydı. "Bu alçak şehirde ne denli bir lüks içinde yaşadıklarını kanıtlamaya çalışan, acınacak haldeki kişiler onlar."

"Bilmez miyim..." diye yakındım ve aklıma gelen ilk isme karşın, "Bir şey soracağım Işık," dedim.

Başını beni onaylarcasına salladığında, "Mehtap," diye sürdürdüm. "O gelecek mi?"

"Onun yerine kardeşi geliyor ve benimle konuşması gereken bir şey varmış, ancak çok da umursamıyorum," diye mırıldandı, aksesuarına odaklandığından. "Son birkaç gündür Mehtap'ın ortalıkta olmadığını duymuşsundur."

Oktay'ın bana telaşla anlattıkları üşüştü aklıma; kız, annesinin ölümünün ardından birden kayıplara karışmıştı. "Evet," dedim, olayın detaylarını anımsarken. "Onu hala bulamadılar mı?"

Işık, kafasını yukarı doğru hareket ettirerek 'cık' etti. "Yakın zamanda ortaya çıkar diye umut ediyorum."

"Polislere haber verildi mi?" diye sordum, sesime yansıyan endişeyle.

"Herhalde, fakat şehri birbirine katmak istemediklerinden olayı duyurmaktan kaçınıyorlar."

"Annesinin başına gelenlerden sonra oldukça sansasyonel olur," diye katıldım. "Yine de araştırıyor olmaları lazım; ciddi bir şey yatıyor olabilir altında. Ve ne kadar çok kişinin haberi olursa o kadar iyi olur, çünkü biri Mehtap'a rastlamış..."

Fazla detaya girdiğimi fark edince, "Bulunur umarım," diye sonlandırdım konuyu.

"Bulunur," diye yineledi. "Mehtap Baytın asla yenilen tarafta yer almaz."

Papyonunu bağlayıp ayakkabılarını giydiğinde üstümüze birer mont aldık ve evden ayrıldık; arabaya bineceğimiz esnada Işık, "Az kalsın unutuyordum," diye duraksadı. Hızla evin içerisine geri girdi ve birkaç dakika içerisinde tekrardan yanıma döndü; ellerini arkasında birleştirirken, suratına sevecen bir bekleyiş ifadesi yerleşmişti.

"Klişeleşmek istemiyorum ancak..." dedi ve bir soluk alırken, "Gözlerini kapa," dedi.

Söylediğini yaptım ve eş zamanlı olarak kolumda soğuk bir metalin varlığını hissettim; gözlerimi yeniden açtığımda, sağ kolumdaki bilekliğin farkına vardım. Birkaç sıra halinde dizilmişti mavi-beyaz boncuklar; alt sırada çiçekler, en üstte ise lacivert, beni büyüleyen pırıl pırıl bir taş bulunuyordu.

"Işık..." diye kekeledim, ne diyeceğimi bilemeyerek. "Ben... Yani... Çok teşekkür ederim; bu, çok ama çok güzel."

"Senin kadar değil," dediğinde, bileklikten bakışlarımı alıp Işık'a çevirdim.

Bilincinde değildi kendisi, ancak asıl güzel olan oydu; sığındığım içtenliği, vadedilen diyârların güvenliğiydi. Ona sarıldığımda kollarını etrafımda dolayışında yatan samimiyetti; dışlamıyordu beni, belki de binlercesi bu kanatlarda konaklamayı denemişti, fakat yalnızca ben dokunabiliyordum ona.

Birbirimizden ayrıldığımızda Işık arabanın ön kapısını açtı ve içeri geçtim; kemerimi bağlarken kendisi de yanımdaki yerini almış, arabayı çalıştırdığı gibi yola koyulmuştu.

"Sence," diye otoyolda ilerlerken konuştum. "Nizam Yalçınkaya bizi gördüğünde ne tepki verecek? Bir şey söyleyecek mi yoksa hiçbir şey olmamış gibi mi davranacak?"

"Göreceğiz," diye umursamaz bir tavırla yanıtladı. "Fakat kendisini rezil etmeyeceğine garanti edebilirim; eğer bir gram olsun aklı varsa bas bas bağırmaz ortalıkta."

"Tabii," diye mantık yürüttüm. "Polislere bana içki ısmarlarken yaşımı sormadığını söyledim; bu, onu suçlu konumuna getirmeye yetiyor."

"Haklısın," derken sahte bir hüzünle role girişti Işık. "Bundan sonra belirtmem gerekir ki, on sekiz yaşınıza bastığınız ana değin sizinle şarap yudumlayamayacağım Ecrin Hanım. Kimi zaman on yedi olduğunuzu unutuveriyor şu hafızadan yoksun kafam; daha büyük gösteriyorsunuz eğer belirtmek gerekirse."

"Pek çok kişi olduğumdan küçük gösterdiğimi söyler," diye güldüm. "Gözlerimi yaşartıyorsun."

"Yaşarmasın o en güzel tasvirlerin dahi yetersiz kalacağı gözleriniz," diye tiyatrosuna devam etti. "Hep gülün isterim; çocuklar gibi kahkaha atın başıboş şeylere, eğlenin ve üzüntünün olmadığı ülkelere, insanlara ulaşın."

"Şiir yazmaya başlamalısın Işık," diye karar verdim. "Bu cümleleri herkes kuramaz."

"Teşekkürler Ecrin, ancak mübalağa yapmakla yetiniyor şu niteliksiz kelimelerim," diye gürültüyle iç çekti.

"Bu, mübalağa sanatı o zaman," diye üstledim. "Kabul et."

"Buna sanat diyemem," dedi. "Sanatı ancak yaşayarak hissedebilirsin; kendini adayarak. Ucuz kelimelerin ve boş lafların doldurduğu şahıslar aracılığıyla, benimle birlikteyken değil."

"O halde kiminle?" diye ısrar ettim.

Şehrin içerisine girdiğimizden hava kararmış, sarı sokak lambaları yanmıştı; dükkânlar göz alıcı bir parlaklıkla yanıyor, gün ışığında solgun sayılacak renkler, her an kalkıp dans edecekmişçesine izliyordu yolları. Işık cevap verene kadar caddeyi seyrettiğimden konuşmaya başlayınca ona çevirdim bakışlarımı.

"Bir anlam ifade etmeli öncelikle," diye açıkladı. "Bir başkaldırı belki de; ufacık, ancak ruhları bedenlerinden ayıran; küçücük, fakat kitapların yakılmasını emredecek kadar korkutucu olan."

Düşündürücüydü sözleri; cevap verip vermemeyi seçemiyordum, fakat kendimi tutamadım yine de. "Sözlerinde anlaşılacak bir şey bulunmadığını mı söylüyorsun?" diye baskıladım. "Ezbere konuştuğunu?"

"Hayır," dedi. "Tetiklemiyor sözlerim seni; ilham vermiyor sana."

"Sanatçı kaprisleri," diye vurguladım.

"Değil," diye ısrar etti. "Geçmişe bakarsan olmadığını anlayabilirsin."

"Konuşmalarımızın kaydını almıyorum," diye güldüm.

"Oysaki fazla geriye gitmene gerek yok," diye minik bir tebessüm gönderdi ve dikkatini varmamız gereken yere, etkinliğin düzenlendiği dernek binasına odakladı.

Beklediğimiz gibi merkezde değil, daha izbe bir alanda ortaya çıktı bina; uzaktan seçilebilen beyaz silueti, üç katlı bir yazlık evi andırıyordu. Üçgen biçiminde çatıları olan türdendi bu; geniş merdivenleri ve neredeyse bir tarla büyüklüğündeki bahçesi ile mütevazi ve öz geçmişi sağlam bir yapı sunuluyordu davetlilere.

Işık'ın arabayı valeye teslim edeceğini zannetsem de, direksiyonu kırarak ara sokaklardan birine daldı ve arabayı hemen kaldırımın dibine park etti. Bir yorum yapacağım esnada, "Böylece," diye mırıldandı Işık, emniyet kemerini çözerken. "Etkinliğe girmeden önce birkaç dakikamızın olacağını umuyorum."

"Ne için?" diye kafa karışıklığıyla sorduğum sırada önümde bulunan göze ulaştı ve orayı açıp içinden ufak bir şişe ile kanyak matarası çıkardı.

Şişenin içindeki sıvıyı mataraya aktarmaya başladığında, "Dalga mı geçiyorsun Işık?" diye ofladım ve şişeyi elinden aldım. Burnuma yaklaştırıp kokladığımda, "Resmen votka bu!" diye azarladım onu.

"Kızma Ecrin," diye omuz silkti Işık, şişeyi çekiştirirken. "Aşırı derecede sıkılma ihtimalimize karşın yedek planın bir parçası bu."

"Hadi ya?" diye kaşlarımı çattım ve şişeye inatla tutundum. "Yedek planın başka neler içeriyor, Işık Bey? Bu matara bitince gidip yeniden doldurmayı falan mı?"

Elindekini masum olduğunu ima edercesine havaya kaldırdı, "Tartışılır," diye hayıflandı. "Alkolsüz bir organizasyon bu. Herkes hıyar suyu içip tavşanlar gibi havuç kemirecek."

"Yapma ama," diye mırıldandım. "Anlamayacaklar mı sence?"

"Alkolizm bir saklama öğretisidir; bunu lisede anlatmadılar mı size?" derken şişeyi hızla çekip alınca içkinin bir kısmı ellerime döküldü ve bu, iyice sinirlenmeme sebep oldu.

"Maalesef hayır," diye bağırdım ona. "Çok güzel! Leş gibi kokacağız."

Yine aynı çekmeceden aldığı peçeteyi elime tutuşturdu ve "Sarhoş olacağım," diye dalga geçti benimle; bir yandan da şişenin içindekileri mataraya aktarmakla uğraşıyordu. "Başta organizasyonu düzenleyenler olmak üzere herkesin üzerine teker teker, hesaplayarak, kusacağım," dedi. "Şaşırtıcıdır ki, şarabı içerken bunları hiç sorgulamıyordun Ecrin."

"Çünkü şarabın alkol oranı votka kadar yüksek değil," diye öfkelendim. "Ve fazla kokmuyor."

"Öğlenden beri şarapla gezdiğimiz göz önüne alındığında, şarabın kokup kokmadığına karar veremeyiz," dedi. Doldurduğu matarayı ceketinin astar cebine yerleştirdi ve dibinde bir iki yudumluk votka kalan şişeyi burnuna yaklaştırıp içine çekti, ardından ise tatlı tatlı gülümseyerek bana uzattı: "Bakmak ister misin?"

"Kalsın," diye yüzüme yaklaştırdığı camı ittim.

"Unutma Ecrin, hiçbir zaman çok içemezsin; votka azdır daima," diye bir kez daha ısrar etti.

"Işık, bu nasıl bir felsefe, kavrayamıyorum hala," diye sitem ettim. "Az votkaymış."

"Az votka," diye tekrarladı. "Kıymetli ve bir o kadar da çeldirici olandır."

"Bırak bunları," diye sinirlendim.

Dudaklarını büzerken, "Beni üzme ama," diye mırıldandı. "Biliyorum, seninle içmeyeceğimi söyledim ancak on sekizine girmeden önce alacağın son alkol olacak bu; kim, neden kaçırmak istesin?"

O böyle karşımda somurturken kendisini reddetmek, bir çocuğun oyuncağını hunharca parçalamak gibiydi; ilginç bir şekilde zor, beni esir alan ısrarları ile yıldırıcıydı. Hoşnutsuz bir tavırla elinden kaptım şişeyi ve dikip koca bir yudum aldım; o kadar sertti ki, boğazımdan yukarı ateş toplarının kümeleşmesine, bedenimin titremesine neden oldu.

"Bunu beklemiyordum," diye güldüğü esnada gözlerimi açıp kapatıyor, dünyada olup olmadığımı anlamaya çalışıyordum; Işık'ın şişenin dibinde kalanları içtiğini fark etmek dahi dakikalarımı almıştı.

Benim kadar çarpılmasa da boş şişeyi eski yerine koydu ve bana sokulup, "Sevdin mi?" diye sordu.

"Ben..." diye mırıldandım ve sıcak bastığını hissederek hala bağlı olan emniyet kemerini çıkardım, kendimi Işık'ın kollarının arasında buldum. 

"Bilemedim," diye doğruyu söyledim, tadın verdiği şokla. "Kötü sayılmaz."

"Kesinlikle," diye fısıldadı Işık. "Hatta bu, gerçekliğin enfes bir boyutu."

Dudaklarını dudaklarıma bastırdığında yavaşça öpmeye başladı beni; votkanın ağırlaştığını, birleşerek güçlendiğini hissedebiliyor, ancak tutmakta zorlanıyordum kendimi. Arabanın içinde kısıtlı alan olsa dahi bir önemi kalmıyordu çevremdekilerin; öpücükleri uzay boşluğuna kadar uzanıyor, sönmeyecek bir köz haline getiriyordu varlığımı.

Arabanın camına tıklatıldığını duyduğumda, Işık'ın bacağının üzerindeydim; bir eli, elbisenin fermuarını aşağıya indirirken öteki belimi sarmıştı ve onun omuzlarına asılmıştı kollarım. Sıçrarcasına dışarıya döndüğümüzde, ikimize de nemrut nemrut bakan sarışın bir kızla karşılaştık; Işık'tan ayrılmaya çalışıyordum ki, kalkmama izin vermeyerek beni sıkıca kendisine bastırdı ve sakince arabanın camını indirdi.

En fazla on beş yaşında gösteren kızı selamladı Işık. "Mısra!" dedi. "N'apıyorsun burada?"

"N'apıyorsun, öyle mi?" diye şaşkınlıkla bağırdı kız. "Şaka mısın sen?"

"Ahlak polisi gibi camı tıklattığına göre," diye küçümsedi Işık. "Öğrenmek istedim."

"Ben ve ahlak polisi olmak?" diye sordu kız, inanamayarak. Düzleştirdiği koyu sarı saçları elektriklenmiş, başının üzerinde bir çember haline gelmişti. "Manasız sıfatları yanlış kızlara yakıştırıyorsun Işık!"

"Işık," diye kendine hitap etti. "Ne zamandan beri sadece 'Işık' oldum?"

"Bugünden itibaren," diye söylendi kız. "'Abi' unvanına layık değilsin sen. Yarım saat boyunca kapıda beklettin beni! Sonunda araban gözüktüğünde ise binanın önünde duracağını sandım ama ara sokağa girdin; ne için, kızın tekiyle elleşmek için!"

"Suçu bende arama; o burjuva takımıyla aranın ne kadar iyi olduğunun farkındayım," diye nükte yaptı. "Sizi tanıştırmadığım için üzgünüm, ancak 'kızın teki' diye hitap ettiğin insan, sevgilim oluyor; elini uzatabilirsin Mısra'cığım, kız arkadaşım seni yemeyecektir."

Mısra, dönüp bana bakma zahmetine girmeksizin kahverengi gözlerini devirdi. "Hepinizden bıktım," diye şikâyetlendi. "Sen dahi erken geleceğini söyleyip unutuveriyorsun."

"Yaşlandım artık, n'apabilirsin?" diye ukala bir havayla camı kapadı Işık, fakat tavrından bilerek geciktiği anlaşılıyordu.

Arabanın içerisinde birbirimizden ayrılabildiğimizde, "Bu kız kim?" diye fısıldayarak sordum.

"Mısra Baytın; Mehtap'ın kız kardeşi," diye yüzünü buruşturarak cevapladı Işık ve araçtan inmeden, "Normalde bu kadar arıza bir tip değildir," diye not düştü. "Kendisine bir soru yönelttiğin takdirde seni her hâlükârda cevapsız bırakacaktır."

Taşlar yerine oturmuştu; Işık, buraya gelmeden önce Mehtap'ın kardeşinin kendisiyle bir konu hakkında konuşacağını söylemiş, ancak umursamadığını belirtmişti. Arabadan inip sokağa çıktığımda Işık'ı sorgulamaya devam edeceğimi zihnimin bir köşesine yazmıştım bile.

Mısra'nın gözleri Işık'ı takip etse dahi yanında durduğumu fark ettiği anda hevessizce elini uzatıp, "Ben Mısra," diye tanıttı kendini. "Belki ablamı tanıyorsundur."

Elini sıkarken, "Ecrin," dedim. "Tanıştığıma memnun oldum. Mehtap ile aynı okuldayım."

"Ecrin," derken gözlerini kısarak bir süre inceledi beni; ardından, "Seni bir yerden tanıyorum sanki," diye mırıldandı. "Ablam mı bahsetmişti acaba?"

"Muhtemelen," diye cevapladım. Ancak kızın bakışları beni bir kargaşaya sürüklüyordu. Mesafeli ve tedbirli, aynı zamanda olağanüstü bir görüntüyü canlandırıyordu suratı; uyumsuzdu fakat sürdüğü kalın far tabakası ve dantel işlemeli siyah elbisesi, spot ışıklarını çekmeyi başarıyordu.

Burada, benim yanımda durması dahi bir analiz konusu, kendi başına bir istatistik tablosuydu; annesinin ölümünden bir hafta dahi geçmemişti. Buna rağmen ifadesizdi Mısra; telefonuna gömülmüş, takır takır bir şeyler yazıyordu klavyede.

Işık, arabayı kilitleyip yanımıza vardığında, "Ben..." diye geveledim. "Son olanlar için üzgünüm. Başın sağ olsun."

Kız telefonunu yeniden çantaya yerleştirirken, "Sağ ol," diye geçiştirdi beni. "Ailenin hayatta kalan son üyesi falan olmalıyım."

Bu laflarına karşın ne diyeceğimi seçemezken Işık, "Düzgün konuş Mısra," diye uyardı onu. "Ne Ecrin'in karşısında ne de orada böyle konuşmaya devam edebilirsin."

"Niye?" diye huysuzlandı kız. "Böylelikle ablam gibi Suni Güzelliklerin Kraliçesi olabileyim diye mi?"

"Zırvalama," diye susturdu kızı. "Dediklerimi de yanlış yönlere çekme." 

Işık'ın rahatsız olduğunu bir bakışta anlamak basitti; yürümeye başladığımızda sık aralıklarla Mısra'yı kontrol ediyor, bir kedi gibi ayak uçlarında, huzursuzca ilerliyordu.

"Ben hakikati biliyorum," diye saçlarını arkaya attı kız. "Artık kimse önüme geçemez."

Işık kısa bir iç çekişle elini elime doladı ve sessizliğini korudu; onunla bir polemiğe girmekten kaçındığı, ancak söyleyecek pek çok lafı olduğu belliydi. Ben de tıpkı onun gibi Mısra'nın sözüne karışmadım; vefat eden öz annesine karşı yaptığı yorumlar acımasız olsa da onu ayıplayamıyordum nedense.

"Peki ya şu dünyada neyi başardı annem?" derken ıssız sokakta sesini yükseltti. "Hiçbir şeyi! Öldürüldü; ciddi manada öldürüldü!"

Bizden bir cevap alamayınca, "Kim yaptı dersiniz?" diye devam etti. "Kim olabilir? Bulması kolay; tüm şehir suçlu bundan. Başta olayı çözeceğiz deyip çözmekten kaçınan polisler ve ortadan kaybolan ablam, Mehtap. Vur, kaç; müthiş bir taktik. Şu ana kadar ortaya çıkmadığına bakılırsa."

"Pekâlâ," diye suskunluğunu bozdu Işık. "Kinini ve öfkeni anlayabiliyoruz Mısra, ancak ağzından çıkanlara dikkat etmelisin."

"Ediyorum zaten!" diye patladı. "Düşünmeden mi konuşuyorum sanıyorsun? Kaç gündür aklımda bunlar; bütün dünyayı etkisi altına almak için bekliyor sözcüklerim."

"Madem bu kadar ciddisin," diye tavsiye verdi Işık. "Neden Mehtap'a karşı bir ifade vermeyi düşünmüyorsun? Onun yaptığını kanıtlayabilmen için?"

"Sen geride kalmışsın Işık Abi," diye vurguladı kız. "Çoktan verdim bile."

Işık'ın ağzı şaşkınlıkla açılırken önerisinde ciddi olmadığını kavradım; ellerini saçlarından geçirdi ve "Buna bir yerlerde 'ihanet' adı veriliyor, anlarsın ya," diye sızlandı. "Elinde bir kanıt olmaksızın ailene karşı ifade vermen..."

"Anlıyorum," diye sözünü böldü. "Sana bahsedeceğim konu da buydu zaten. Ve haberin olsun, bu gece basınla konuşacağım."

"Basınla neyi konuşacaksın?"

"Onlara ablamın suçlu olduğunu söyleyeceğim."

Işık'la ben şok içerisinde birbirimize bakarken Mısra, "Yalnızca bununla yetinmeyeceğim," dedi. "Kürsüye bir konuşma yapmak için beni çağırdıklarında da anlatacağım."

Sandığımızdan daha ilginç bir gece bizi bekliyordu; bu, kızın kahverengi gözlerinden seçilebiliyordu.

Continue Reading

You'll Also Like

58.2K 10.4K 20
''Koştum, günlerce koştum Alvea. Göğe bakıp Aztlan'ı buldum, Denizden vardım Panotlan'ı buldum, Turnaları izledim Ay Gölü'nü buldum, Kanımı denize...
4.7M 391K 94
1 KIZ, 6 ERKEK, ÖLÜMCÜL BİR EV. Afra'nın diğer tutsaklardan dört farkı vardı: Birincisi, bir kız olmasıydı. İkincisi, tutsak alınan son kişi olmasıyd...
11.7K 527 21
Bahar en yakın arkadaşının düğününe mardine gider ve oraya damadın en yakin arkadaşı olan ateş'i görür ve o yüz bir daha aklından çıkmazsa ve bir ka...
2.3K 311 33
Gitmek için hazırlanırken, Yine kaldın kendi başına. Yükselmek için çabalarken, Dipte ve yalnızca