NAFS

By menurkay

11.6K 1.6K 1.9K

Farah Nefes Saral, bir kış gününde kuzeni Gazel tarafından şelaleden hiç beklemediği bir anda aşağı itilir. Ş... More

NAFS

1.Bölüm: "Yedi Başlı Yılan"

1.5K 816 878
By menurkay

1.BÖLÜM
"YEDİ BAŞLI YILAN"

Oylarınızı ve yorumlarınızı esirgemeyin, keyifli okumalar hepinize.

Uzun zaman sonra.

Kayıt başladı.

Elimdeki pusula parçalara ayrıldı ve yolumu bulmam imkânsız bir hâl aldı. Zihnimin bana oynadığı bir oyun sandım ama hayır bu gerçekti. Yüzüme sürülen katran karası siyahı boya, gökyüzünden akan yağmur yüzünden gözlerime doğru akıyordu. Gözlerim karardı, zihnim bulandı, bedenim iflas bayraklarını çekmeyi bekliyordu. Biraz daha yürüdüm. Çamur dizlerime kadar gelen çizmeyi bulamış, siyah rengi yerine kahverengi bırakmıştı.

Hemen gövdesi kocaman olan çınar ağacının arkasına sakladım. Duyduğum sesler zihnimin bir oyunumu anlamadım. Bekledim. Büyük bir canlının, Ölüm Diyarı'na girdiğini anladığımda aşağıda akan nehirin akış sesini bastırdı. Kaç kişinin geldiğini anlamak için bedenimden çıkan büyük bir enerji dalgası şeffaf bir huzme şeklinde kilometrelerce uzağa gitmeye başladığında gözlerim karardı.

En az iki buçuk metre büyüklüğünde büyük bir sürünün üstüme doğru geldiğini anladığımda kurt süresi değildi. Aksine Pussalar geliyordu.

Beni buraya öldürmek için gönderdiklerini biliyordum. Ölüm Diyarı'ndan sağ çıkmayacaktım. Ya da çabalayıp, didinecektim.

Kolay vazgeçmeyecektim...

Enerji dalgası büyük bir hızla tekrar bedenimle buluştuğunda artık Pussa sürüsü hemen beş altı metre ötemde duruyorlardı. Havayı kokladığını işittiğimde Pussa çınar ağacına yaklaştı ve elim hemen belimdeki baltaya gitti. Bir faydası olacak mıydı bilmiyordum, tek başına değildi. On tane Pussa vardı ve benim iki katım bir hayvana saldırsam sağ yine çıkamazdım.

Hırladığını duyduğumda yıllardır kök salmış çınar ağacına indirdiği darbe ile çınar ağacının kökleri koptu ve metrelerce uzun olan çınar ağacı üzerime devrilecekken hemen ağacın arkasından çıktım.

Simsiyah, parıl parıl parıldayan teni muhteşemdi. Altı bacağı kocaman bedenini taşıyor ve lav kırmızı çizikler vardı bedeninde. Gece yanan bir lamba gibiydi ve bedeninden ışık yayıyordu. Uzun kuyruğu kendisi gibi kocamandı. Altı tane kocaman dikeni vardı...

Çok korkutucuydu...

Asla itaatkar olmadıklarını biliyordum Neçirvan'dan. Pusalar kimsenin yönetemeyeceği harika yaratıklardı. Çenesinin gücü sadece sizi küçük bir ısırıkla bütün bedeninizden kafanızı kopartacak kadar güçlüydü. Pusaların bedeni kendi kendine salgıladığı büyük bir zehir ve antikor üreticisiydi. Salgıladıkları antikorlar günümüz dahil birçok hastalığın çaresiydi ama bunu insanların kullanmasına izin vermiyordular. Zehirleri ise asla dönüşü olmayan bir yola sizi götürüyor ve ölümle karşı karşıya kalıyordunuz.

Elimdeki baltayla hemen atak pozisyonuna geçtim.

Bana doğru atıldığında, aklımdan sadece bir şey geçiyordu.

Yaşayacaktım ve on altı bakana gününü gösterecektim.

***

Günümüz.

Gökyüzü bugün daha da karanlıktı. Ay, güneşi küstürmüş ve bizi karanlığa teslim etmişti. Güneş devriyesini aya bıraktığında, Ankara'nın hiç bu kadar karanlık olduğunu hatırlamıyordum. Zihnimin bir oyunu olmasını istedim. Çünkü içimde büyük bir savaş vardı ve kendi içimdeki büyük kargaşayı daha halledememişken, dışarıda olup bitenleri toparlayamıyordum.

Telefonuma gelen mesaj üzerine, gökyüzünden yağan karlardan gözlerimi ayırdım.

Gazel'den gelen mesaj bize geleceğine dairdi ve yarın sabah kapımda biteceği anlamına geliyordu. Şakaklarıma giren ağrıyla elimdeki telefonu komidine bıraktım. Tekrar yağan karı ve Ankara'nın bembeyaz halini izlemek için pencereme döndüğümde, gecenin üçünde duyduğum sesle evin içinde iki koca dananın hâlâ yatmadığının kanıtıydı.

Yatağımdan kalkıp odamın kapısına ilerleyip, odadan çıktım. İlk işim sesi duyduğum yere yani salona gitmek oldu. Kapısı yarı açıktı ve televizyonun ışığı yüzüme güneş gibi patlıyordu. Kapının önüne gelip durduğumda içeride fısır fısır gelen sesle kapıyı araladım.

Görüş açıma ilk giren kişi Doğukan oldu ve hemen arkasından gördüğüm kişi Doğuhan'dı. Doğukan, Doğuhan'ın üzerine çıkmış bildiğin boğuşuyorlardı. Doğuhan'ın altta kalmaktan beyaz teninin kızardığını gördüm. Tamamen salona girdiğimde, onlar beni daha fark etmemişti.

"Gece gece," dedim. "Salak mısınız?"

İkiside elektirik yemiş gibi hızla doğrulduğunda şaşkınlıkları yüzlerinden okunuyordu.

"Abla?" dedi Doğuhan. Arkasından Doğukan yetişti.

"Abla!"

Üç küçük kardeşinin ablasıydım ve üçü de erkekti. Benden hemen sonra gelen iki zibidi elbette küçük sayılmazdı ve gece yarısını geçtiğimizize göre on sekiz olmuşlardı artık. Ben Doğuhan ve Doğukan'dan iki yaş büyüktüm. Ay ve gün olarak tam iki yıl olmasada yakında yirmi olacaktım.

Doğukan, sporcu ve atletik bedeniyle kocamandı. Bir doksan boylarında zürafa boyundaydı kardeşim. Benim gibi sarı saçları vardı ama içinde kahverengi de karışıktı. Biçimli kahve kaşları, dolgun dudaklarını tamamlayan düzgün bir burnu vardı. Çenesi keskindi ve elmacık kemikleri bir bireye göre daha fazla belli oluyordu. Saçları alnına dökülmüştü ve açık kahve gözleri parıldıyordu.

Doğuhan ise Doğukan ile aynı benzer özellikleri gösteriyordu. Aralarında sadece birkaç farklılık göz önündeydi. Doğukan'a göre daha kası azdı. Sporla ilgilenmek yerine onun tercihleri bilgisayar ve bir şeylerden yeni şeyler üretmek olurdu. Şu an on sekiz yaşına girmişlerdi. Nasıl hissediyorlardı? Sanırım kendilerini büyümüş zanneden iki tane zibidim olmuştu artık...

"Kafayı mı yediniz siz?" dedim sinirle ve aynı zamanda sesime karışan şaşkınlıkla. "Ne oluyor gece gece?"

Doğukan ve Doğuhan hızla birbirlerinden uzaklaştıklarında, Doğukan'ın eli ensesine gittiğinde onunda utandığını anlamak mümkün oldu. Utanmasının sebebi beni uyandırmış olmalarıydı. Tabii, utandırmak ve mahçup olmak arasında çelişiyordu diyebilirim.

"Yani abla biliyorsun, bizim program başlayacak." dedi Doğuhan.

Aklıma gelen görüntüler ile ikisini de pataklamak istedim gerçekten. Çıplak çıplak, bikinili kadınların podyumda yürüdüleri yabancı bir programdı ve bizim televizyonda ise yabancı kanallarda yayınlanıyordu. Gecenin bir saatinde!

"Zevk mi alıyorsunuz anlamıyorum ki!" diye sinirle soludum. Fakat bu onları güldürdü. Tabii ki de zevk alıyordu! Pislikler! İkisini de süzdüm. "Siz ikiniz kafayı yemişsiniz ve sabah kahvaltıda babamla paylaşacağım konular var." Gülümsemem dudaklarıma yayıldığında ikisininde yüzündeki gülümseme donuklaştı ve bakakaldılar. Gülümsememi bozmadan kaşlarımı kaldırıp indirdim ve istikamet olarak balkona yöneldim. İkisininde birbirine hızla döndüğünü hissettim ve arkamdan apar topar kalktılar.

Salonumuz orta derecede büyüktü. Fazlasıyla güzel bir şekilde dizayn edilmişti.

Balkonun kapısını araladığım an hissettiğim soğuk o kadar belliydi ki sanki beni buzlu küvetin içine bırakmışlar gibi bedenimde yankı uyandırdı. Yerdeki pofuduk terlikleri ayağıma geçirip iyice balkona girdim. Üstümdeki sweet ve taytımla az da olsa ısınmayı diledim. Kar o kadar şiddetli bir şekilde yere düşüyordu ki sanki hiç karın ne olduğunu bilmeyen biri kar değilde dolu sanacaktı.

Kafamı kaldırıp dolunaya baktım. Evimizin balkonundan çok belliydi ve onu bu kadar net görüyor olmak bazen beni tedirgin ederken bazen çok mutlu edebiliyordu. Ne hissettiğimi bende bilemiyordum. Gökyüzünün karanlığından ve bulutların arasından gri veya yarı saydam -tam anlayamadım- kanatlı bir yaratık çıktı ve özgürce gökyüzünde kanat çırpmaya başladı. Kuş olmayacak kadar büyüktü ve bir insanı bile andırıyordu.

"Abla gözünü seveyim söyleme!" diye balkona giren Doğukan dikkatimi kendine çektiğinde bakışlarım kanatlı yaratıktan ona çevrildi. Gözlerindeki korkuyu gördüm ve geçiştirir gibi, "Tamam tamam söylemeyeceğim." dedim. Bakışlarım tekrar gökyüzüne çevrildiğinde orada değildi.

Yaşadığım ve gördüklerimin bir hayal olup olmadığını bilmiyordum ama hayal olmayacak kadar gerçekti. Bedenimin korku ile kapandığını hissettiğim an buz gibi soğuk beni yakıyordu. Hissettiğim ve gördüğüm çok farklıydı. İrislerimi gökyüzünden çekip sokak lambasına düşürdüğümde gördüğüm şey ilk başta karanlıktan ibaretti ama öyle olmakla kalmadı. Aksine sokak lambasının altında uzun boylu, dalyan gibi bir adam duruyordu. Buradan simsiyah saçlarına düşmüş karlar gözüküyordu. Üstüne geçirdiği kapşonun şapkası açıktı ve keskin, köşeli çenesi fazlaca belki oluyordu. Alnına dökülen saçları o kadar tatlı gösteriyordu ki yanında olup saçlarına dokunmak istedim. Uzaktan bile dolgun dudakları belli oluyordu. Soğuktan morarmasını beklerdim ama aksine hâlâ kan kırmızısıydı. Bir doksan beş bilemedin iki metre boylarında, fit ve kaslı bir vücudu vardı. Ellerini kapşonun cebine sokmuştu ve altında siyah pantolonu vardı. Siyah bilekten botlarıylada harika duruyordu. Nasıl bu kadar güzel olabiliyordu?

Gözlerim gözlerine tutunduğu an onun da beni izlediğini gördüm. Ve o an içime düşen ateş parçası o kadar kuvvetliydi ki kocaman ormanı ateşe kolaylıkla verebilecekti. Neden beni izlediğini bilmiyordum ama beni korkutmaya yetmişti. Gözlerimi gözlerinden kurtarmak istemsemde Doğuhan'ın seslenişiyle gözlerimi ayırmak zorunda kaldım ve içeriye girmek için arkamı döndüm.

Gökyüzünden gelen kar yine çok şiddetliydi. Bugün sanki tipi asla durmayacak gibi yağıyordu ve nasıl bu kadar kuvvetli olduğunu anlayamıyordum. Her yerin tatil edildiği bir gün hâlini almıştı. Ailecek şok olduğumuz bu durumun karşısında sadece izlemek kalıyordu. Haberlerin saati değildi ama bütün kanalların eşlik ettiği bir düzen vardı. Saat on üç elliydi ve her yerin tatil edildiğine dair geçen haber yazılarını okumaya devam ettim.

Oturduğum kanepenin beni bu kadar rahatsız ediyor olması kalkmamı sağlayacak raddeye getirmişti ama kalkamayacak kadar da uyuşuktum.

Değişik bir düzenin içinde mahvoluyordum.

Canlı yayına geçildiğinde spiker kadın konuşmaya başladı.

"...Günün bu saatlerinde size canlı haberleri sunuyoruz sayın seyirciler. Daha önce görülmemiş fırtınayla birlikte yoğun biçimde yağan kara şahit oluyoruz. Trafiği kapatıp bütün yolları tıkayan şiddetli tipi yüzünden marketler bile açılmayacak durumda. Bütün hayat şu an durmuş durumda. Can güvenliğiniz için dışarıya çıkmamanız gerektiğini önemle arz ediyoruz."

Kadın sustu. Kulaklığını konuşulmuş olmalı ki kadın onu dinliyor gibiydi ama duydukları hiç iyi şeyler olmasa gerekti. Gözlerinin ferinin gittiğine şahit olurken, kazağımın kollarını avucumun içine sıkıştırdım. Kadının teni korkunç bir şey görmüş gibi kireç gibi olurken, teni kat ve kat beyazladı.

Ne diyorlardı?

Spikerin sesi kapatılmadan önce söylediklerini duyduk. "Bunu nasıl söyleyebilirim? Dalga mı geçiyorsunuz benimle?!"

Sinirli olmaktan çok alaya alınmış oluşunun şaşkınlığı ve ne diyeceğini bilemiyor oluşunu seyrediyor gibiydik. Kadın kulaklığı çıkarttı. Sinirden ellerinin titrediğini gördüğümde merakım içimde bir zehir gibi dolaşmaya başlamış ve beni yiyecek hâle gelmişti. Hissettiğim duygu patlaması, içimde savunmasız bir alan oluşturmuştu ve kendimden kaçarken bulmuştum kendimi. Şimdi yine yansımamdan kendimi görüyorum ve çığlık çığlığa bağırıyordum. Kendi kendime hissettiğim kaçma hissini yok etmeye çalışarak kendimi kanepenin sırtına daha çok yasladım, bacaklarımı yerden kestim ve kendime doğru çekip kollarımı etrafında saracak şekilde kaldırdım.

Şu an kendimi daha güvende hissediyordum.

Kadının sesini tekrar duyar olduğumuzda kapının çaldığını duydum. Doğukan, Doğuhan, Efe, annem ve babam yerlerinden kıpırdamaz bir şekilde otururken ben yerimden kalktım ve o savunmasız alana tekrar döndüm. Gökyüzü yarılmış hissi ve gerçekliği arasında kaybolmuşken hangisi gerçekti bilmiyordum.

Antreye çıktığımda, karın beyazlığı içeri yansıyor ve harika bir his uyandırıyordu. Bedenimi hiçbir zaman asla ısıtamazdım ve sanki içimde bir buzdolabı taşıyor gibi olurdum. En çok ayaklarımı soğuk etkisi altına alırdı ve genellikle ayaklarımı ısıttığım an bedenim bir marshmallowun ısıyı hissettiği an yumuşaması ve erimesi hâlini bedenim alıyordu. Kendimi ısıtmam genel olarak sıcak su torbaları veya kardeşlerimin giydiği sıcak kazakları onlardan alarak giymekle oluyordu. Bazende üç kat yorgan ve pofuduk yorganları ayaklarıma sarıp sarmalıyordum. Komik bir tipim oluyordu, hemde fazlasıyla... Ama ne önemi vardı tipimin?

Aydınlık ve karın beyazlığı ile ışıldayan holde yürümeye başladığımda hemen kapının yanına gelmiştim bile. Kapıyı açmadan önce delikten kimin geldiğini baktığımda, tipinin kaydığını gördüğüm kuzenimden başka birisi elbette değildi.

Hızla kapıyı araladım.

Gazel'in o güzel yüzünü gördüğümde, gözlerim parılpadı. Uzun zamandır görüşemiyorduk ve şimdi gelmiş olması içimde uçuşan kelebeklerin durdurulamayacağının bir kanıtı gibiydi. Bu tipide nasıl gelmişti, hiç bilmiyordum ama özlemim bu soruları es geçmeme neden oluyordu. Kafasını kaldırıp kahverengi gözleri beni bulduğunda aynı parlama onun gözlerini de kapladı. Uzun ve kemikli yüzü elmacık kemiklerinin daha da belirmesi eskisi gibi çokta yemek yemediğinin kanıtıydı. Omuzlarından iki karış aşağıda biten kahverengi saçları vardı ve her zamanki gibi parıl parıl parıldıyordu. Gazel için bakım her zaman önemliydi. Asla vazgeçmediği kaşının üstünde bir piercinge sahipti. Güzel yüzüne bir yapboz parçası gibi yerleştirilmiş düzgün ve uzun bir burna; hemen onu takip eden dolgun -normal insan gibi- vişne rengi dudaklara sahipti.

Tek kelime ile afetti.

Küçükken, ailesinin onu terk etmesiyle birlikte baba tarafından dedesi ile birlikte kalmaya başlamıştı. İşler onun için fazlasıyla zor bir hâldeydi maalesef. O benim için bir kuzenden ziyade kız kardeş gibiydi ve bunun benim için önemin çok olması kadar Gazel içinde olduğunu biliyordum. Zor zamanları bitmemişti ve dedesi de iki sene önce ölmüştü. Hayatı artık daha karmaşık ve zordu. Teyzemin kızı olması kuzenden çok bizim bir aile ferdimiz hâline getirmişti onu.

Her ne kadar yirmi bir yaşında olduğunu söyleyip kendi evinde yaşasada annem ve babam asla onu yalnız bırakmıyordu. Bize nasıl anne ve babaysa ona da öyle ebeveyn oluyordular. Bu bizim için hiçbir zaman sorun olmamıştı. Çünkü Gazel bizim için bir kuzen değil kardeşti.

"Ne haber kız?"

Neşesi ve yüzünü saran gülümseme beni de hemen etkisi altına aldı ve kendimi gülerken buldum.

"Öyle işte, ne olsun." dedim Gazel'e bakarken. Gözleri geçen hafta dudağımın üzerini deldirmiş olduğum yere gitti. Gözleri büyüdü ama o gözlerde ki parıltıyı gördüm. Uzun zamandır bana piercing deldirmemi istiyordu ve sonunda yapmıştım. Ama onun isteği ile değil kendi isteğimle. Kulaklarımda üç tane kulak mememde, iki tanede kıkırdaklarımda vardı. Diğer kulağımda ise iki tane sadece kulak mememde delik vardı. Onun dışında geçen hafta da dudağımın üzerini deldirmiştim. Aşırı ağrılı geçmiş olsada yavaş yavaş alışmaya başlamıştım.

Şimdi ise ilk defa görüyordu Gazel, haber bile vermemiştim.

"Oha, oha, oha... Kızım piercing deldirmişsin! Nasıl haber vermezsin!?"

Kısa ve öz bir cevap onun için yeterli olmayacaktı ama benim için olacaktı.

"Anlık gelişti."

Anlık gelişme ihtimali yüzde sıfırdı. Asla böyle bir şeyi tamamen araştırmadan, gerçekten incelemeden ve hoşuma gitmeyeceği hissi hâlâ içimde yer edinirken kabul etmeyeceğimi bilirdi. Aşırı kararsız biri olarak bile hâlâ aklımda yaptırmasa mıydım acaba sorusu dolaşıp duruyordu. Ama iş işten geçeli çok olmuştu ve yüzümde bir piercing vardı. Artık kabul etmesem de başka bir yol olmadığı için mecburen kabul etmek kapımı tıktıklatıyordu.

Alış kızım alış...

"At yalanı, yapayım inananı!" dediğinde gülme isteğimi bastırmadım ve hoş kahkaham holde yankılandı. "O öyle değildi sanki Gazel ama neyse."

Üzerini çıkarırken benimle konuşmaya devam etti.

"Senin gibi kararsız bir kadının asla böyle bir şeye anlık gelişti diye kılıf uydurmasını beklemezdim. Hele ki bunu yaklaşık bir yıldır düşünüyorken, sen kimi kandırıyorsun ya!?"

"Uf sus tamam!" Ağzımdan sıkıntılı çıkan lafları esirgemedim. Onu arkamda bırakıp, tekrar içeri gitme amacıyla koridoru yürüdüm. İçeri girdiğimde ise hiç beklemediğim bir şey ile karşılaştım. Ekranda geçen gece gördüğüm uçan yaratığın dolunaya doğru süzüldüğünün videosu vardı. Kim çekmişti, nasıl çekmişti bilmiyordum ama net olmamakla birlikte ne olduğu belli değildi. Ama insan gibi bir şeyin uçması mümkün olsaydı, uçan bir adam derdim. Lakin olmayacak kadar farklı bir dünyada yaşıyorduk. Fantastik bir evrenin içine hapsolmuş bir dünyada değildik, aksine fazlasıyla realistik bir gezegendeydik.

Dün gece gördüğüm uçan yaratığın bir hayal olduğunu düşünürken, şimdi gerçek olduğunu bilmek beni fazlasıyla etkilemişti. Uykumu tam alamadığımın düşüncesi içindeyken, şimdi gerçek olduğunu bilmek beni fazlasıyla sarsmaya yetmişti.

Kabus olmasını diledim.

Çünkü bir adam semada süzülüyordu.

Kapının önünde ayakta kalakalmışken, şimdi aklım bulanık, zihnim karanlığına tutunmuştu.

"İyi misin Farah?" Arkamdan Gazel'in sesini duyduğumda ona doğru dönemedim bile, ağzımı açıp bir şey söylemek ve iyi olduğumu söylemek bir kenara dursun; başımı sallamaktan bile acizdim.

Daha sonra bütün hepsinin bakışları bana döndüğünde bedenim elektrik yemiş gibi oldu ve hızla başımı sallarken buldum kendimi.

"İyiyim."

Belki de iyi olduğum sadece yalandı.

Akşama doğru gökyüzü kendi siyah ve gece mavisini semaya bırakırken kendimi daha çok toparlanmış hissediyordum. Belki de öyle olmak istiyordum, çünkü aklım hâlâ karmakarışık bir hâldeyken, nasıl kendimi toparlayacağımı bilemiyordum. Bazı şeyler yapbozda eksik gibiydi, parçaları etrafa saçılmış onları bulmam için çırpınıyorlardı. Ama ben nereden başlamam gerektiğini bile bilmiyordum.

Kar fırtına hâlinden kurtulmuş ve daha sakin bir hâl almıştı. Artık daha mistik bir havaya bürünmüş yavaş yavaş süzülüyordu. Dışarısı bembeyazdı ve hiçbir yer belli değil gibiydi. Ama sisler dağılmış ve hepimizi eve kapatan fırtına dinmişti. Şimdi ise tam kar topu oynamak için dışarı çıkmak isteyecek bir hava vardı.

Derin bir nefes aldığımda sanki soluk boruma bıçak batırmışlardı, bıçağın sahibi boydan boya beni yarmak için bekliyordu.

İyi değildim.

"Farah?"

Başımı bulaşık makinesinden kaldırıp Gazel'e baktım. "Efendim."

Gözlerini şüphe ile kıstı. "Sen hiç iyi değilsin. Dışarı çıkmak ister misin? Hava alırsın hem."

"Gerek yok." Tezgahın üstündeki suya tutulmuş tabağı alıp makinenin gözüne yerleştirdim. O an Gazel elimi tuttu.

"İyi değilsin işte," diyerek ona bakmamı sağladı. "Gel dışarı çıkalım senin için de iyi olur."

"Hayır dediysem hayır Gazel, anlamak mı istemiyorsun?"

"Senin bu tavırların aynısını bende görsen sende aynısını bana yaparsın, beni iyi etmek için çabalarsın ama senin için ağzımı bile açmama izin vermiyorsun; neden?" diye sorduğunda dediklerinin doğru olduğunu bilmek beni üzdüğünü hissettim. Gerçekten ona izin vermiyorken, nasıl onunla ilgilenmeme izin vermesini bekliyordum ki?

Derin bir nefes çektim içime. "Tamam," dedim kabullenirken. "Çıkalım. Ama soru sormak yok!" diye de uyarıda bulundum.

"Hadi ya, niye çıkıyoruz o zaman? Derdini anlat çare bulalım, çaresi yoksa da beraber dertlenelim diye."

"Uf tamam ya!" diye sitem ederken, hızla son suya tutulmuş tabağıda bulaşık makinesini koyup, deterjanı yerine yerleştirip kapağını kapattım. Ekonomi seçeneğini seçip başlattım ve ellerimi suyu açıp sabunla köpürttüm.

Montumu giyinmek için hole girdiğimde Gazel bizimkilerle konuşuyordu. O an kapının önünden geçerken durdum ve bizimkilere baktım ve annemin de gözü bana takıldı. Efe, koltukta oturuyor meyve yiyordu. Göz kırptım ona, bembeyaz dişlerini gösterecek şekilde güldü. Doğuhan ve Doğukan ise ellerinde telefonla meşguldüler. Her zamanki gibi, insanı hiç şaşırtmıyorlardı.

Bakışlarımı tekrardan annemle babama çevirdim.

Babam, "İyi, çok uzağa gitmeyin ama!" derken gülümsemem yüzüme yayıldı. Babamın sarı gözleri bana değerken içinin cız ettiğini hissettim. Sanki kırgın gibiydi, neden böyleydi? Babamında yüzüne gülümseme yayılırken buruktu. Anneme döndüm ve aynısını onda da görmeyi beklemiyordum.

Ayrılıyor gibiydik...

"Çok uzağa gitsekte sen bizi bulursun." dedim gülerken.

"Her zaman..." dedi. Devamını getirmek ister gibi.

"Her zaman." diye fısıldadım.

Arabanın içinde kendime gelmeye çalışırken, hâlâ zihnimle sanki yetmiş beş tur atmışım gibi bir his vardı. Nasıl oluyordu ve kendimi bu kadar yorgun hissediyordum? İlk defa bu yorgunluğu atmak için litrelerce göz yaşı dökmek ve sabaha kadar ağlamak istiyordum. Ama beni bir şey durduruyordu. Biraz sonra başıma büyük bir bela alacağıma dair olan his kalbimin en yakınında dolaşıyor, karnıma bıçak sokuluyormuş hissi ile beni başbaşa bırakıyordu.

Aldığım nefesin etkisiyle göğsüm kalkıp indi.

Kar kendini dinginlediğinde Gazel'e çevirdim başımı, arabasını kullanırken aşırı ciddiydi. Ve bunu görmek beni huzurlu etmiyordu aksine fazlasıyla tedirgin olmama sebep oluyordu.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordum ama bir cevap almayı umarak. Lakin aldığım dönüş sadece bir boşluktu.

"Gazel?" Sorar gibi ismini soğukken, bakışları bana döndü ama çok kalıcı değildi.

"Gidince göreceksin."

Bu ne salak bir cevaptı?

"Ne oluyoruz kızım söylesene!" Dönüp bakmasını bekledim ama bakışlarını saatine çevirdi.

İçimde peyda olan korkuya ise ilk defa bu kadar sıkı sıkıya tutunacaktım. Ne oldu bilmiyorumdum ama yarım saat önce benim için dışarıya çıkmayı teklif eden kuzenimle alakası yoktu. Neden şimdi başıma bela açacak biri gibi duruyordu? Ve bu bana kötü hissettiriyordu.

Araba durduğunda ise daha önce hiç görmediğim bir yere geldiğimi fark ettim. İleride yürüyüş yolu için ayrılmış ve ormana çıkan yer vardı. Etrafı sokak lambaları ile aydınlatılmıştı ama hiç kimse etrafta yoktu. Hemen arabayı durduğu yerin önünden gelen gümbür gümbür ses önümüzde bir şelalenin olduğunun kanıtıydı. Bu soğukta neden buraya gelmiştik.

Düşünmek istemiyordum çünkü düşündükçe aklımı kaybedecek gibi oluyordum.

"Sıcak bir şeyler içmek için gitseydik, ne işimiz var burada?"

Gazel, "İn Farah arabadan." dedi. Sesindeki soğukluk beni derinden etkiliyordu. Daha önce onu bu kadar soğuk ve yıkılmaz gördüğümü hatırlamıyordum. Şimdi ise evdeki hâlini göz önüne getirince bambaşka biri vardı karşımda.

"Ne?" diye ağzımdan kaçan inleme ile bakakaldım.

"Sadece arabadan in!" diye söylediğinde sesindeki hiddet belliydi. Kafayı sıyırmak üzereydim.

Yavaşça emniyet kemerini açtım, bu sırada bakışlarımı Gazel'den hiç çekmedim. Aksine ona bakmaya devam ettim. Emniyet kemeri kayıp giderken, yerini bulduğunda tok bir ses çıkardı. Gazel, gözlerini bana değdirmiyor, dümdüz karşıya bakıyordu. Uzun, manikürlü ve bordo rengindeki tırnaklarımı harekete geçirip kapıyı açtım. Kapıyı açtığım an gelen buz gibi soğukluk iliklerime kadar dondururken beni, montumu daha çok sığınarak dışarı çıktım. Hafif alıştıran kar sarı saçlarıma düşüyor ve daha sonra hafifçe eriyordu. Bu his içimin ürpermesine sebep oldu.

Etrafıma bakarken, her yerin bembeyaz olması az da olsa içimi ferahlatıyordu, çünkü en sevdiğim mevsim kıştı; asla ısınamaz hep üşürdüm ama bu sevmeyeceğim anlamına gelmiyordu.

Gazel'in kapısını açtığını ve benim gibi onunda dışarı çıktığını gördüm. Yüzüne baktığım an kollarımı bedenime sardım. Gözleri bu sefer farklı bakıyordu ama onda ne olduğunu anlayamıyordum.

Arabanın diğer tarafından bana bakarken, "Bak Farah, benim içinde işler çok zor," dedi. Ama neden dedi, anlamadım. "Sana bunu ben yapmak istemiyorum ama mecburum."

"Ne anlatıyorsun Gazel?" Bilinmezlik öyle baskındı ki sesime gelen öfkenin sebebiydi.

"Ne anlatırsam anlatayım anlamayacaksın, sadece benim suçlu olmadığımı bil lütfen; bunu ben yapmamak için yalvardım, güvenini kaybetmemek için ama kabul etmediler." Gözlerime bakmıyor olsa sesinden ağlıyor sanardım. Ama aksine ağlamıyordu, sesi içindeki yangını anlatıyordu.

Kim onu zorlamıştı?

Ne için zorlamıştı?

"Şimdi ise seni ne zaman göreceğimi bilmiyorum," derken arabanın etrafında dolandı ve yanıma geldi. Tam arkamda durduğunda ona doğru döndüm. "Beni affet ve yemin ederim istemeden yaptığımı bil."

Kollarımı bedenimden ayırırken iki yanıma düştüler. "Neyden Gazel, neyden bahsediyorsun?"

Sabırsızlık saklandığı delikten güneş ışığına çıkarken, gözlerimin ağrıdığını hissettim. Kalbim ağrıyor, bedenim iflas bayraklarını çekiyordu. Şuraya bayılsam bile nasıl kendime geleceğimi bilmiyordum. Sanki düşsem ve bayılsam bir daha uyanamayacaktım. O yüzden kendime gelmek istiyorken, önüme çekilen engeller yüzünden geri düşüyordum.

Bana bir şey demeden şelalenin oraya doğru ilerlemeye başladığında arkasından gitmedim. Etrafıma baktım, ıssız ve ormana girmek için bekliyorduk. Kimsenin olmadığı bu yerde başımıza bir şey gelse ne yapacaktık?

Etrafıma bakmak yerine Gazel'i takip ettim. Hiç iyi değildi, bunu görebiliyordum.

Şelaleye yaklaştıkça gelen yoğun gürültü kulaklarıma acı veriyordu. Ama vazgeçmedim, Gazel'e doğru yürümeye devam ettim. Uçurumu andıran yere geldiğinde Gazel, aşağıya adım atmaya çalışsa şelaleden düşeceğini biliyordum. Ama böyle bir salaklık yapmadı, tam önünde durdu ve aşağıya baktı. Şelale aşırı yüksekti ve aşağısında ki biriken su beni aşırı korkutuyordu. Aşağısına bakmak bile beni korkutuyorken, düştüğümü düşünmek aklımı başımdan aldı.

Gazel'in bana doğru döndüğünü hissettim. Bakışlarım ona doğru döndüğünde gördüğüm şey gözlerindeki karartıydı.

Hiç mi hiç iyi şeyler olmuyordu.

Saat 23.00'dı.

Gazel'de benim baktığım yere baktığında saatin on bir olduğunu gördü. Bir adım geri çekildiğinde arkamda şelaleyi bırakarak, ona doğru döndüm. Bana baktı ve ağladığını gördüm. İyi değildi, iyi değildim, biz hiç iyi olmayacaktık belki de.

Şelalenin gelen sesi kulaklarıma dolarken, hissettiklerim bir boşluktan ibaretti.

Ve o an Gazel üstüme doğru gelmeye başladığında, "Seni seviyorum." diye bağırırken ağlıyordu.

Bana daha da çok yaklaştı, anladım ki ayrılıyoruz.

Ama hiç aklıma gelmeyecek, belki de gelsede asla inanmayacağım bir şey yaptı ve beni bütün gücüyle göğüsümden itekleyerek şelaleye attı.

Siktir!

Gazel'in beni aşağı iteklemesi ile ağzımdan firar eden çığlık o kadar kuvvetliydi ki ses tellerimin koparcasına acıdığını hissettim. Düşerken, şelalenin üstüme sıçrayan suları beni yalar yutarken, ağlamaya başlamak istedim ama şaşkınlık o kadar belliydi ki tepki veremeyecek kadar sakattım. Sadece ağzımdan dolu dolu çığlık kaçıyor ve tek tepkim o oluyordu. Soğuk rüzgâr ve şelalenin dondurucu suyu bedenime gelirken buz tutuyor gibiydim. Yukarıya bakıyordum ama hiç bir şey göremiyor gibiydim. Çünkü korku o kadar belliyken sanki kendimi kurtarabilecek gibi elimi, kolumu ve bacaklarımı oynatıyordum ama hiçbir faydası olmuyordu. O şelaleden düşmeye devam ediyordum. Gözlerim acımaya başladığı an nutkum tutuldu kaldı. Doruktan düşerken korkumu bile unuttuğumu hissettiğimde o soğuk sular beni hapsetti ve şiddetle şelalenin içine düştüm. Ağzım çığlık attığım için açıkken gölün içine düştüğüm an sular boca etti ve can havliyle ağzımı kapattım.

Bedenimi hareket ettiremiyor, bir göle düşmüş değilde sanki bir bataklığın içine girmişim gibi bir his vardı. Hiçbir uvuzumu hareket ettiremiyor, sadece dibe çekiliyordum. Ve bu bana acı veriyordu. Nefes alamıyordum ve nefes alamadıkça bedenim ölüm için hazırlık yapıyordu. Ellerimin, bacaklarımın ve bütün uvuzumun tutulduğunu hissederken gelen uyuşma hissi kendini belli etmişti.

O an yer çekimin etkisiyle dibi boyladığım an bedenimin toprağa değmesini bekledim ama beklediğim gibi olmadı.

Ve bir anda gökyüzünden düşüyor gibi oldum, su yok oldu ve hava bedenimi ele geçirdi. Soğuk rüzgâr bedenimi eşelerken, gözlerimi kapattım. Şelaleden değil aksine bu sefer gökyüzünden kovulmuşcasına aşağı düşüyordum. Canımın daha ne kadar açılacağını bilmiyorken, birkaç saniye sonra düştüğüm yumuşak şeyin içine gömüldüm.

Siktir, az önce ne olmuştu?

Beynim sanki kendine reset çekmek istiyordu.

Düştüğüm yumuşak şey buz gibiydi ve üstümün ıslak olması yüzünden de donuyordum. Ne yaşadığımı anlayamayacak kadar donup kaldığımı farkındaydım. Sanki her şey boşluk ibaretti ve orada bir şeyler bulmaya çalışıyordum. Ama büyük bir sorun vardı. Ben hiçbir şeye anlam veremiyordum. Gazel'in beni şelaleden aşağı iteklediğini biliyordum, ya dahası? Şelaleye girişim, çırpınamıyor bile oluşum neye işaretti? Sonra bir bataklık gibi dibe doğru çekilişim ve toprak beklerken gökyüzünden kovulmuşcasına aşağı düşüşüm. Bunların hepsi neye işaretti ve ben ne duruma düşmüştüm böyle?

Sanki yattığım yerde iki gündür duruyormuşum gibi hissettim.

Düştüğüm yumuşak karlardan kalkmadan önce gördüğüm tek şey karanlık bir orman ve semaya doğru metrelerce uzanan ağaçlar. Yavaşça yattığım yerden oturur vaziyete geçtiğimde bir nazenin gibi olmak istedim. Ama büyük bir sorun vardı, nerede olduğumu bilmiyordum.

Kahretsin ben hiçbir şey bilmiyordum!

Etrafımda sadece sessizlik varlığını sürdürürken, korkmamak elde değildi. Burada kim, "Ben en cesurum!" diyen bir kişi bile varlığını sürdüremezdi. Sadece ayın ışığının düştüğü bu ormanda ben nasıl hayatta kalacaktım peki? Yaşadığım korku ilmek ilmek bedenime işlenirken, kalbim duracak kadar atıyordu. Hem korku benimle hem adrenalin benimleydi. Bu işten nasıl kurtulacaktım?

İçimden Gazel'e tonla söverken, oturduğum yerden kalmaya çalıştığımda rüzgârın esmesiyle bedenim daha da soğuğu hissettiğinde hiç bu kadar kendimi ölüme yakın hissetmemiştim. Sanki biri beni duyacakmış ve bu ormanın en büyük kuralı sessiz olmakmış gibi davranıp yavaşça oturduğum yerden kalktım. Tabii bu sırada muhakkak etrafımı incelemeye devam ediyor, herhangi bir tehlikeye karşı atakta bekliyordum.

Kendimi koruyabilecekmiş gibi!

Sessizlik beni korkutmaya bile yetiyordu, aklımı kaybetmeye yakın yanımda duyduğum bir ses ile hemen nereden geldiğini anlamaya çalıştım. Ses sessizliğe karıştığında arkasından bir ses duymak için sadece durdum ve kılımı bile kımıldatmadım. Kısa bir süre sonra aynı sesi tekrar duyduğumda bu ses sadece arkamdan geliyordu. Hızla arkamı döndüğümde yutkunamadığımı hissettim. Sırtımdan aşağı tüylerimi ürperetecek şekilde ter damlası indiğinde zihnim karanlığa gömülmek için bekliyordu.

Küçük bir kız çocuğu gözleri ışıldarken bana bakıyordu. Üstünde etek kısımları yırtılmaya başlamış bir elbise vardı. Siyah saçları yüzünü gölgeliyordu ve zar zor onu seçebiliyordum. Boyları sadece dört beş yaşlarında bir kız çocuğunu andırıyor olsada işin içinde bambaşka bir şeyin olduğunu fark edecek kadar akıllıydım. Açıkta kalan kolları ve bacakları hatta çıplak ayakları tozdan pislikten kararması beni daha da ürkütüyordu. Sabit duran dudakları, kızın bana karşı gülümsemesini görsem daha çok korkutmaya yeteceğini düşünüyordum ama bu gülümsemesini görene kadardı.

Küçük kızın dudakları yukarı doğru kıvrıldığında arkama doğru bakmadan kaçma isteği beni ele geçirmişti.

O an yanında duran yılanı gördüğümde sanki birisi enseme doğru üflüyor gibiydi.

Yılan bana atılacak gibi öne doğru süründüğünde hiç beklemediğim bir şey oldu ve küçük kız elini yukarı kaldırdığında yılan hızla eski yerine sindi.

"T," dedi küçük kız ve o an bunu yılana dediğini anladım. "Güzel kızı korkutmak istemeyiz."

Ne yani yılana T adını mı vermişti?

Kaşlarım çatılırken hâlâ aynı halde duruyordum. Beni görmüştü ama sanki hareket etsem bana doğru atılacakmış gibi hissediyordum.

"Merhaba," dedi benimle göz teması kurarken, o uğursuz gülümsemesi yüzündeydi ve ben o an yutkunamayacak gibi olduğumda, bu ölüm gibi yerde bana doğru yürümeye başladı. Geriye doğru adım atmak istedim ama hareket bile edemeyecek kadar korkuyordum. Sesli bir şekilde yutkunduğumda bana doğru gelmeye devam ediyordu. Kurumuş yapraklara her çıplak ayakları ile bastığında çıkan o çıtırdı kendimi korku filminin içine düştüğümü hissettiriyordu. Ve kolay güvendiğim için birazdan ölecek kişiydim.

O an hiç beklemediğim bir şey oldu ve ışık hızında sanki biri önümden geçti gitti. İleriye doğru fırlayan şeyin gücü yüzünden bende dengemi kaybettiğimde hemen önümden geçen şeyi sadece bulanık olarak görmüştüm hızı yüzünden.

Bedenim karın içine tekrar düştüğünde yüzüm kara gömülmeden hemen önce kafamı çekebildim. Ellerim karın soğukluğunu artık hissedemeyecek duruma geldiğinde başımı kaldırıp az önce beni bu duruma neyin düşürdüğünü görmek için arkama baktım.

Beni böyle bir şeyin karşılayacağını asla tahmin etmiyordum.

Üstü çırılçıplak, bütün kaslı ve yapılı bedenini açıkta olan bir adam az önceki küçük kızı boğazından kavradığı gibi ağaca çarptığını gördüm.

Küçük kız, onu duvara çarpan adamın yüzünü görebiliyordu ama benim gördüğüm ise altındaki siyah pantolonu upuzun, kaslı bacaklarını sarmışken, siyah botlarıda ayaklarında olan genç ve güçlü bir adamdı. Ve çıplak kaslı bedeninin yanı sıra simsiyah, dağınık ve gür saçları belliydi.

Bu adamda kimdi?

Düştüğüm yerden kendimi bile kaldıramayacak kadar donmuşken küçük kız çırpınıyor adam ise acımadan kızın boğazına pençelerini geçirmişti. Hemen ilerde duruyor, ikiside benim varlığımı fark etmesine rağmen sadece birbirlerine bakıyorlardı. Küçük kızın çırpınmasına devam etmesini bekledim ama hiçbir şey olmadı aksine bana sırıttığı gibi adama da gülümsedi.

"Merhaba Eflâh..." Kızın manalı konuşması aynı zamanda adamın ismini öğrenmemi sağlamıştı. Küçük kızın gözleri bana çevrildiğinde ise orada şeytanı pırıltılar hâlâ varlığını koruyordu. Sanırım Eflâh denen adam gelmeseydi beni çiğ çiğ yiyecekti bu manyak kız. Ve bu daha da korkmama hatta bedenimin hissettiği soğukluğu unutmama bile sebep oldu.

"Bana ait olan bir hazineyi almak için mi geldin?" diye sordu küçük kız.

O an nefesimi tuttum. Tüylerimi ürpertecek bir ses duyduğumda bu Eflâh'ın sesinden başka bir şey değildi.

"Aksine ecelin olmaya geldim."

Dediği gibi de oldu. Hiç beklemediğim bir an kızın kafasını tuttuğu gibi kırdığında çıkan ses o kadar kötüydü ki bir an kendimi tutamayacak ve midemde ne varsa dışarı çıkaracağım sandım. Kızın bedeni yere düştüğünde, gözleri bana doğru dönüktü ve açık olması beni daha da korkutuyordu. Ağzımdan kaçan korku nidası ile Eflâh o an orada olduğumu hatırlamış oldu ve bana doğru döndü.

Küçük kızdan bakışlarımı çekip Eflâh'a çevirdiğimde gördüğüm şey bu kadar mükemmel olmak zorunda mıydı?

Fazlasıyla çekici bir yüz hattına sahipken belirgin çene kemiği yüzüne eşlik ediyor simasını bir insana göre muhteşem gösteriyor ve daha çok ön plana çıkarıyordu. İster istemez ilk defa bu kadar yakışıklı olan bir erkek güzeli ile karşılaşıyordum. Kaşlarının arasından hafifçe büyüyerek inen düzgün burnu, vişne renginde; üst duduğuna göre alt dudağının daha dolgun olduğu dudaklara sahipti. Gözlerim gözlerine kamçılandığı zaman yeşilin en koyusuna sahip olan gözlerini gördüm. Gözleri sarmaşıklar içinde cansız bedenleri sahipleniyordu. Gözlerinin ortasına dağılan griye şahit oldum. Esmer, güçlü ve kaslı teni bir pırlanta gibi parlıyordu. Siyah uzun saçlarının üstünde ay ışığının küçük parçalarını taşıyordu ve ay ışığı saçlarının sanki parıldamasını sağlıyordu.

Yüzünün belli bölgelerine dağılmış olan benlerine bakakaldım. O kadar onunla bütünlenmişlerdi ki başkasına yerleştirseniz asla yakışmayacağı aşikardı. Dikkatimi gözünün altında ki en belirgin beni çekti ve ilk aklıma gelen benim de gözümün altına gömülen benim olduğuydu. Bu neydi bir işaret mi?

Çenesinin kasması bir şeylerin ters gittiğinin işareti gibiydi ve o an kendime gelmemi sağladı. Çenesini sıkması demek oluyordu ki dişlerini sıkıyordu. Yüzünün yarısına düşen gecenin perdesi, esmer tenine gölge bırakıyordu. Gerçekten nasıl bir erkeğe göre bu kadar güzel ve yakışıklı olabiliyordu?

Bana doğru harekete geçtiğinde hareket dahi edemedim. Beni öldürecek miydi? Küçük kızı öldürdüğü gibi beni de öldürür müydü?

Beni öldürecek biri gibi durmuyordu ama insanlara güvenmeyi çok uzun zaman önce bırakmıştım. Şimdi hiç tanımadığım bir yerde bir adam üstüme doğru geliyordu.

Yaklaşmamasını söylemek istedim ama sanki dilimi yutmuş gibiydim. Eflâh bana yaklaştıkça benim bal sarısı gözlerim onun sarmaşık yeşili gözlerine takılı kalıyordu. O bana doğru geldi, ben kıpırdamadım ama en sonunda tam önümde durduğunda o gözlerinin yakından daha güzel gözüktüğünü fark ettim. Ama bir sorun vardı, adamın emelini öğrenmeden onda kaybolmak büyük bir sorundu.

Gözlerimden gözlerini çekmem ise beklemediğim bir şey yüzünden oldu. Küçük kızın yanında sürünen yılanın Eflâh'ın arkasında küçük bir yılandan yavaş yavaş büyümesine şahit oldum. Küçük bir yılanken, büyüdü, büyüdü ve en az on beş metre uzunluğunda kocaman yedi başlı bir yılana dönüştüğünde kalbimin duracak kadar hızlı atmaya başladığını biliyordum. Sanki kalbim göğsümün içinde değil de kafamın içinde atıyordu. O hissettiğim şiddet karşımdaki manzarayı anlamakta zorluk çektiriyordu ama görüyordum ve bu dünyanın en kötü, en dehşete düşüren yılanı olabilirdi.

Siktir, neyin içine düşmüştüm ben?!

Gözlerim o an hissettiğim korku ile büyüdüğünde Eflâh'ın da bir şeylerin ters gittiğini anlamasını sağlamıştı belki. Çünkü o sadece benim gözlerimi izliyorken ben onun arkasında kocaman duran yedi başlı yılanı izliyordum.

"Bana bak," dediğinde sanki duymamış gibiydim. Aksine sesi kulaklarımda uğulduyordu. "Bana bak kızım, üç dediğimde koşacağız, duydun mu beni?"

O sakin sakin konuşurken bu durumda nasıl sakin bir şekilde tepki göstermemi bekliyordu bilmiyorum ama korku hiç bu kadar hissedilir değildi daha önce.

Sanırım altıma bile yapabilirdim.

"Kendine gel." dedi erkeksi sesiyle. Başka zaman olsa sesinin güzelliğinden bahsederdim ama şu an sırası değildi. "Hey!" dedi biraz daha yüksek sesle. "Eğer beni onaylamazsan seni burada bırakır giderim." dediğinde nasıl bir hızla kafamı ona çevirdim ben bile anlamadım. Sesim nereye kaçmıştı bilmiyorum ama o an hızla kafamla onayladım, Eflâh'ı anladığımı belirtmek için.

"Tamam, güzel." Bakışları arkasına doğru çevrildiğinde yedi başlı yılanı izlediğini fark ettim. Derisi kabarmış ve sanki öfkeli nefesler alıp veriyor gibiydi. Bunu düşünmesi bile beni etkilerken görmek bambaşka bir boyuttu. Hareket ettiğimiz an bize saldıracakmış gibi dururken, hangi kafasına bakmam gerektiğini bilemedim. Sivri dişlerini gösterirken ağızlarından salyaları dökülüyordu. Bembeyaz derileri çok güzel ve ışıl ışıl parıldıyorken, sadece ay ışığında bu haldeyse gün ışığında nasıl olacağını merak ettim. Ama şu an canım kıymetliydi. Harbi biz bu durumdan nasıl kurtulacaktık?

"Üç!"

Eflâh hızla ve bir o kadar kuvvetli bir şekilde kolumdan kendisine doğru çektiğinde ıslak bedenimle kaslı sıcacık bedenine yaslandım. Ama tutmasaydı belimden yerde yuvarlanacağımı biliyordum. Hızla koşmaya başladığımızda o an çığlık atma isteğim kabarıyordu.

Sadece koşuyordum.

Sadece...

Eflâh'ın sıcak parmakları parmaklarıma dolandığında ona yetişmeye çalışıyordum ama benden daha çok hızlı koşuyordu. Biraz gerisinden hızla ve gücümün yettiği kadar koşmaya çalışıyordum.

Yedi başlı yılan da bizim koşmaya başladığımız an peşimizden gelmeye başladığında, kulaklarımda sadece yerde derisinin sürtünme sesi yankılanıyordu. Çok ağır ve kuvvetliydi. Bu ister istemez beni korkutuyordu. Dönüp arkama bakma isteğimi yok ediyordu. O sırada öyle bir kükredi ki hangi ağzından bu sesin çıktığını bilemedim ama bir faydası var gibi çığlığımda firar etti. Pek bir faydası yoktu hatta duyuluyor muydu onu bile bilmiyordum ama ben bile ne yaptığımı bilmiyordum.

Bedenim acıyı farkında değildi ve sadece koşuyordum.

Korkumun ve ağzımda atan kalbime rağmen, "Bir ve iki nereye kayboldu?" diye sordum Eflâh'a sitem edercesine.

Bakışlarımı ona çevirdim, eline biraz daha sokuldum ama koşmayı bırakmadım. Dudakları yukarı doğru kıvrıldığında hesap sormak istiyordum. Beni bu kadar hızlı hareket ettirdiği için. Ama hiç mi hiç sırası değildi.

Yedi başlı yılan tekrar kükrercesine bağırdı ama bu sefer ilkinden çok daha fazla şiddetliydi.

Kafamı çevirip arkama baktığımda gördüğüm şey, öfkeyle kabaran ve neredeyse dibimize yaklaşan yedi başlı yılandan başka bir şey değildi.

Siktir bu canavar bizi yiyecekti!

O an belki de şokda olduğum için anlamadığım bir şey oldu ve hızla havaya yükseldiğimde ani ve acı veren bir düşüş bekledim. Çünkü ne önüme dönmüştüm ne de bir şeyden haberim vardı.

Bedenim yumuşacık ve bir o kadar sıcak bir kürkün içine düştüğünde yüzüm gömülmeden son anda kollarımı etrafına sardım. Birkaç saniye ne olduğunu anlayamadım ama beynim ne yaşadığımı anlamaya başladığında siyah bir kurtun sırtında olduğumu fark ettim. Ve o an yaşadığım şok ise Eflâh'ın olmamasıydı.

"Hasiktir lan!" diye çığlık çığlığa konuştuğumda Eflâh'ın bir kurt olma düşüncesi bile deliceydi.

Eflâh bir kurt olmasa bile nereye kaybolmuş olabilirdi göz açıp kapayıncaya kadar?

Mantığa ters olabilirdi ama şu an mantığı taratacak neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamaya çalışacak değildim.

Canım için savaşıyordum.

Siyah kurt hızla koşarken kollarımı ona sıkıcı sarmıştım. Yedi başlı yılan hâlâ arkamızdaydı ve bunu bilmek beni daha da ürkütüyordu ve ne olduğunu anlamadım ama yedi başlı yılan acı verici bir bağırtı kopartığında başına bir şeyler geldiği belliydi. Kafamı çevirip arkamı döndüğümde yılan yavaşlamıştı hatta bir kafasının patladığını gördüm. Kafasındaki bütün her şeyin gözümün önünde parçalanıp kanla beraber fışkırdadığını görmek içimden kusma isteği getiriyordu. Bir kafasını kaybetmiş olması hem acıyla onu bağlarken hem de dikkatini dağıtmıştı.

Siyah kurt da bunu fırsat bilip hızını artırıp koşmaya devam etti. Biz hızla yedi başlı -teknik olarak artık altı başlı- yılandan uzaklaşmaya başladık.

Gökyüzü gerçekten bugün daha fazla karanlıktı ve sadece ay ışığı bize eşlik ediyordu. Karanlık ormanın içinde sadece bir kurtla baş başa kalmıştım.

Bu iş cidden bambaşka bir boyut kazanmıştı.

Siyah kurt yavaşlamaya başladığında, duracağını anladım ve tamamen durduğunda ise sabit kaldı. İki üç kez tüylerini salladığında sanırım bu artık benim inmemi istediğinin kanıtıydı.

Bende benden isteneni yaptım.

Benim boyutumdaki siyah kurtun tüylerine dokuna dokuna yavaşça kendimi aşağı bıraktığımda fark ettiğim şey normal bir kurt olmadığıydı. Küçük veya cılız değildi aksine kabarık ve taranmış gibi duran siyah tüyleri ile bir yetmiş ya bir yetmiş beş boyunda, dolgun bir kurttu.

Kurttan birkaç adım uzaklaştığımda arkamdaki ağaca tutundum. "Sen," dedim aklım karışık ve ne söylemek istediğimi bilmeden. "Sen Eflâh'sın." Bunu bu kadar emin söyledim ama içimden bir his de öyle olmamasını istiyordu.

Kurtun etrafını bir an da siyah bir duman kapadığında artık siyah kurtu hiçbir şekilde göremiyordum. Birkaç saniye daha devam etti duman ve kaybolmaya başladığında ise ortaya Eflâh'tan başka kimse çıkmamıştı.

Zorla yutkunmaya çalıştığım an parmaklarımı ağaca geçirdim. O bunu gördü ama sadece bekledi ve benim ona alışmamı istedi. Fakat bunu gözlerimle görmüş olmama rağmen alışabileceğime ve inanabileceğime hiç emin değildim.

Onu incelemeye devam etmek istiyordum ama o an yeni bir sorun oluştu ve arkamdan gelen sesle ben daha dönmeden Eflâh üstüme doğru gelip beni kalın gövdeli ağaçla arasına sıkıştırdı.

Ben daha ne olduğunu anlayamadan Eflâh'la yüz yüze geldiğimde az daha yaklaşsa dudak dudağa gelebileceğimizi fark ettim ve bu içimde bir duygunun yeşermesine sebebiyet verdi. Beni cayır cayır yakan bir duyguydu ve şu an ıslak kıyafetlerim olmasına rağmen yanıyordum. Bu nasıl duyguydu böyle?

Sarmaşık yeşili gözleri gözlerimdeki, bedenim titriyordu. Ama bu korkudan değildi. Aksine heyecan ve onun erkeksi, uzun ve büyük ellerinin bedenime dokunuyor olmasındandı. Eflâh, titrediğimi fark etti ve "Neden titriyorsun?" diye sordu.

Bilerek mi sordu yoksa gerçekten anlamadığı için mi sordu bunu anlamadım.

"Ben," dedim ona karşı nasıl bir açıklama yapacağımı bilemeden. Dudaklarım az daha hareket etse dudaklarıyla buluşacakken aklımı toparlamamın imkânı yoktu. "Ben," dedim bir kez daha ama arkamızdan gelen sesle yine susmak zorunda kaldım. Ama bu sefer Eflâh göğsünü göğsüme yasladığında artık ağaçla Eflâh arasında tamamen sıkışmıştım. Eflâh bakışlarını arkamıza doğru çevirdi ve o tarafa bakarken bende alttan Eflâh'ın güzel erkeksi yüzünü seyrettim.

"Üç dediğimde arkana bakmadan koşmaya başla." dedi tekrardan bana bakmadan.

"Bu sefer bir ve ikiyi unutma lütfen." dedim kinayeli bir şekilde.

Sarmaşık yeşili bakışları bana döndü ve vişne rengi, dolgun dudaklarını muzip bir gülümseme yerleşti.

"Sana üçe kadar sayacağım demiyorum, üç dediğimde diyorum." dedi kulağa hoş gelen erkeksi sesiyle. Ardından dolgun, vişne çürüğü dudaklarına çarpıcı bir gülümseme yerleşti. "Ve güzel kız, her zaman benim dediğim olur."

Biz döndük🥺

Bölüm yorumları da buraya gelsin o zaman...

🧿

Continue Reading

You'll Also Like

7.7M 452K 85
Fantastik #1 Siz hiç bir ruha aşık oldunuz mu? Gülüşünden bihaberken ya da öfkelendiginde nasıl baktığı bilemeden sonsuz bir melankoninin içine düştü...
2.5M 77.8K 54
Babasının borcu yüzünden genç kızı alı koyan Karahan başına büyük ama tatlı bela alır... Genç kız Karahandan küçük olmasına rağmen yalnız adama eş ol...
15.8K 699 21
Kaderin bana oynadığı o cilveli oyundu karnımdaki bağ. İki krallığın acımasız savaşının ortasında kalmış hamile bir kadın mı? Ondan hamileydim...
72.4K 3.9K 29
Gece yarısı sokakta karşısına çıkan evsiz bir kediyi evine alan bir kız en fazla kediyle ne yaşayabilirdi? "ben aslında evine aldığın kediyim, " ger...