Sen Gitmeden Önce.

By jensenology

8M 170K 11.3K

☆ ★ WATR 2013 En İyi Teen Fiction Hikayesi ★ ☆ Genç bir kızın yıllar sonra İstanbul'a dönüp geçmişiyle tekrar... More

-1- Bahşiş.
-2- ''Sana arkadaşlık etmek istiyormuş.''
-3- Anılar.
-4- Sahilde parti.
-5- ''Seninle aynı yatakta asla yatmam.''
-6- Kıyafetler.
-7- Fahişe ?
-8- Anılardan kaçamazsın.
-9- Çalışma.
-10- Kaza ?
-11- Yolculuk.
-12- Konfetiler..
-13- Tüm dileklerimde o vardı.
-14- Doğruluk-cesaretlik ve biraz da sarhoşluk..
-15- Düne dair anıları hatırlamak.
-16- Olmak istediğim yer.
-17- "Tutmam gereken bir sözüm var."
-18- Artık gerçeklerin vaktiydi.
-19- Yapılacaklar Listesi.
-20- ''Eğlence anlayışınız bu mu cidden ?''
-21- 4 peluş hayvan.
-22- ''Bu bir evlenme teklifi değildi.''
-23- Üniversite mevzuları.
-24- "Evinin önünde."
-25- Minik sır.
-26- "Acaba bu sebep Buğra olabilir mi ?"
-27- Bir bar sürprizi daha.
-28- Kız tavlama teknikleri.
-29- "Sana bu kadar yakından bakmak.."
-30- Siyah ve dantelli.
-31- "Lades yapalım mı ?"
-32- "Kampa mı gitsek ya ?"
-33- Davetsiz misafir.
-34- Küçük sürpriz.
Notumsu bir şey.
-36- İltifatlar.
-37- Uzun bir yürüyüş fikri.
Minik dünyamız.
-38- "Sleeping with sirens,"
-39- "Pasif kalan her zaman bendim, Buğra."
-40- Gerçeklerin acı versiyonu.
-41- İyileşme süreci.
-42- Yine bir kural listesi.
-43- İşkence zamanı.
-44- Hazan vakası.
-45- "Buraya kadardı."
-46- Karmaşık olaylar döngüsü.
-47- Mail saçmalığı.
-48- Karşılık vermeme durumu.
-49- ''Ve son bir şey,''
-50- Loser.
-51- Minik bir döngü.
Özel bölüm. ☆ Yıllardan kesitler. ☆
-52- Esmer çocuk.
-53- Koala mevzusu.
Final.
Veda Şeysi.
İkinci Kitap!

-35- Kamp Kahkahaları.

127K 2.4K 307
By jensenology

"Ezgi'yi bir daha gören oldu mu ?" diye sordum, bizimkilere. En son otobüsten inerken görmüştüm onu, ve üstünden saatler geçmişti. Hepsi başını olumsuz anlamda iki yana sallayınca Onur'a hitaben sordum bu sefer, "Sen ?"

"Hayır."

"Hiç haber vermeden gitti mi yani ?"

Dudak kıvırdı. "Hazalım biliyorsun ki, tek gecelik kızlar konusunda ertesi sabahımın olduğu zamanları pek bilmiyorum."

Cümlesindeki imayı fark ettiğim için, sessizliğimi öne sürüp kapattım konuyu.

"Ondan da kampa gelmesini istemeyecektin değil mi ?" diye sordu Buğra, yüzündeki şaşkınlık kırıntıları ile birlikte 'Sen ciddi misin ?' dercesine bakıyordu bana.

Kendi kuyumu kendim kazmak gibi bir aptallık yapacak değildim, Ezgi'nin Buğra'ya olan imalı tavırlarını veya Onur ile haşır neşir olmasını çekemezdim. Yani tabii ki de gelmesini istemeyecektim, sadece nerelere kaybolduğunu merak etmiştim.

"Saçmalama," dedim yüzümü buruşturarak. "Sordum sadece."

Bakışlarındaki şaşkınlık ve şüphe kaybolmamıştı hala, "Sadece sormak için sorduğuna eminsin değil mi ?"

Gözlerimi devirerek "Evet Buğra." diye yanıtladım o saçma sorusunu. "Her neyse, araba konusu ne oldu ?"

"1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, ve ben 11," dedi Berk her zamanki şapşallık ifadesiyle birlikte hepimizi tek tek sayarak. "Yani..." Elini havada sallayıp konuşmasına devam etti, "Normal arabaya sığmamız imkansız. Otobüs veya servis gibi bir şey ayarlamamız lazım."

"Önce nereye gideceğimizi söyleyin siz."

"Şile olabilir bence. Güzel kamp alanları var." Fikir Arya'dan çıkmıştı.

"Ya ama orada şimdi bir sürü kişi vardır, doludur çoğu yer." diye itiraz eden kişi ise Selin'di, bugünkü nadir konuşmalarından biriydi bu.

"Belgrad ormanları ?" diye gülerek konuşmaya atladı Doruk.

Orada kamp yapılıyor muydu ya ?

"Orada kampa izin var mı ki ?" Ada, varlığını bu cümle ile kanıtlayıp her zamanki gibi yine aklımdaki düşünceleri kelimelere dökmüştü.

"Vardır bence," Ve Gökçe. Arada sırada böyle kısa cümlelerle konuşmaya ortak oluyordu, bu bile iyi bir şeydi. Hiç konuşmamasından daha iyiydi en azından.

Ve bu herkesin tek tek ortak olduğu diyaloğu sonlandıracak olan cümleyi Kaan omuz silkerek dile getirmişti : "Olmasa bile kimin umurunda ki ?"

Doğru, kimsenin umurunda bile değildi. Hele de bizim.

Tuğba "Sonuç olarak son karar Belgrad ormanı yani ?" diye sorunca hepimiz aynı anda evet anlamında başımızı salladık.

"Bir şey söyleyeceğim ama dalga geçmek yok ?" Kurduğum bu isteksiz cümleyle birlikte tüm kafalar bana döndü, ne diyeceğimi merak ederek bakıyorlardı. Sesimdeki tereddüt onlara, önemli olan ama şu ana kadar hiç söylemeye bile niyetlenmediğim kelimelerin varlığını belli etmişti direkt olarak. "Belgrad ormanları neredeydi ?"

"Bununla mı dalga geçmemizi bekliyordun ?" Buğra'nın bile şaşırdığı belliydi, benimle her konuda dalga geçme eğilimi olan biri olduğu halde bu olayda dalga geçecek bir konu bulamamıştı. Hayret. "Sarıyer'de. Bahçeköy taraflarında yani."

"Asıl dalga konusu o değildi zaten." Derin bir nefes aldım, biraz sonra gelecek olan kahkahalara hazırlıklı olmam gerekiyordu. "Neden bilmiyorum ama küçüklüğümden beri Belgrad ormanlarının İngiltere'de olduğunu sanıyorum."

-----

"Ya İngiltere bu kadar yakın mıydı cidden ?"

"Kapat çeneni Kaan."

O aptal cümleyi kurduğumdan beri dalga konuları ben olmuştum, her saniye başı alay edip duruyorlardı. Biri bitince diğeri başlıyordu dalga geçmeye, ve böyle bir döngü içinde devam ediyordu olay. Kahkahalarının ve dalga dolu cümlelerinin hiç bitmeyeceğini biliyordum.

Kaan bana laf yetiştirirken ben de etrafı gözetlemekle meşguldüm. Belgrad Ormanı'nın o çift kapımsı -yani kapıya benzeyen- girişinden içeri adımımızı atar atmaz gür bir orman ve rahatlık dolu bir hava karşılamıştı bizi. Her nefes alışımda temiz havanın ciğerlerime kadar ulaştığı yolu hissedebiliyordum. Ve ağaçlar... Onlar hakkında pek bir bilgim olmamasına rağmen ne kadar yaşlı ağaçlar olduğu tartışmasız bir gerçekti.

"Sevgilime sataşmayın." diyen Buğra'ya baktığımda onun da gülmemek için kendini zor tuttuğunu fark etmiştim. Kahkahasını serbest bırakmamak için alt dudağını dişlerinin arasına almıştı ve yüzünde yalan olduğu fazlasıyla belli olan kaşları çatık bir ifade vardı,  "Sarıyer'i İngiltere'de sanması gayet de -"

Buğra, karnına yediği sert dirsek darbesi sayesinde susmak zorunda kalınca ondan alışkanlık edindiğim alaycı sırıtışı yerleştirdim yüzüme. Vurduğum yerdeki kaslarının, pardon düzeltiyorum, kas yığınının kasıldığını aradaki Buğra'nın tişörtüne rağmen hissetmiştim. Ona her dokunduğumda hissediyordum bunu, ufak bir dokunuşta bile oluyordu aynısı.

"Aoovv," gibisinden bir ses çıkarttı. Elini vurduğum yerde gezdirip karnını ovuşturuyordu, "Acıttın." Acımadığına emindim, dalga geçiyordu.

"Laf atmasaydın o zaman."

"Kaan deyince hiçbir şey olmuyor ama ben deyince dirsek atmayı ihmal etmiyorsun. Neden ona ayrımcılık yapıyorsun ?"

"Çünkü....Sana vurmak alışkanlık haline geldi bende, vazgeçemiyorum."

"Deneme tahtasıyım ben zaten," diye homurdanarak önümden ilerlemeye başladığında, ona yetişmeye çalışarak paytak adımlarımı atıyordum arkasından.

"Pişt," Başarısız.

"Buğra," Yine başarısız.

"Aşkım." Ve bu kelimeye rağmen yine başarısız.

Farklı şekillerde üç kere seslenmiştim ona ama o bana cevap vermeye bile tenezzül etmemişti. Etrafımızın sık ağaçlarla çevrili olduğu ormanda adımlarını yavaşlatmadan yürüyor ve yaprak hışırtıları dışında hiç bir ses çıkartmıyordu. Adımlarının çıkardığı ses olmasa tam bir sessizliğe bürünmüş olacaktı burası. Ah, tabii doğa sesleri hariç.

Ona son seslenmemin üstünden yaklaşık 1 dakika falan geçmişti ki, adımlarını durdurdu aniden. Sonra da vücudunu hafifçe yana çevirdi, başı ise tamamen bana doğru dönüktü.

"Ne dedin sen ? En son ?" Dediklerimi daha yeni yeni idrak ediyor gibiydi.

Kollarımı önümde bağlayıp klasik baş kaldıran pozisyonumu koydum devreye. Kaşlardan bir tanesi yukarıda, ayaklar hafif tempoda yere tekrarlı bir şekilde vuruyor ve gözlerde o deli bakışı var. "Dediklerimi tekrarlamamı bekliyorsan daha çok beklersin." Klişelerle uğraşıp "Ne demişim ya ?" gibisinden şeyler demek benim tarzım değildi, direkt olarak aklımdakileri cümlelere dökmeyi daha çok severdim. Normal bir kız değildim, kabul. Zaten şu önceden gittiğimiz sahil partisinde bile elbisenin altına converse giyen bir kızdan ne kadar normal olmasını bekleyebilirdik ki ?

"Aşkım dedin değil mi ? Sen ?"

"Art arda sorularını sıralamaktan zevk mi duyuyorsun ?"

Konuyu değiştirme çabalarım hüsrana uğramış olacak ki, "Hazal," dedi gözlerini kapatıp, başını ovuştururken. Şimdi vücudu da tamamen bana dönüktü. "Sadece delirmediğimi kontrol etmeye çalışıyorum."

"Deliler klubüne hoşgeldin diyeyim o zaman !" dedim alayla. "Çünkü öyle bir şey demedim."

Tamam, aşkım demek bana göre bir şey değildi, hatta bunu Buğra da çok iyi biliyordu. Zaten aşkım diye seslenmemin tek sebebi de buydu : Dikkatini bana çekmek. Ve bunda başarılı da olmuştum. Ama bu konuyu bu kadar uzatmasa olmaz mıydı ? O kelimeyi deyişimi her hatırlattığında kendimi şu ormanın içinde kaybedesim geliyordu.

Aşkım kelimesi benim için ; günümüz ergenleri tarafından istilaya uğrayıp anlamını yitirmiş olan, samimiyetsiz kelimenin tekiydi sadece. Benim için hiçbir özelliği, anlamı yoktu bile.

"O kelimeyi duymaktansa deli olmayı tercih ederim zaten." dedi bir homurdanma eşliğinde. "Sana yakışmamasını geçtim, ben o kelimeden nefret ederim bir kere."

Buğra'yı bu kadar sevmemin en büyük nedenlerinden birinin örneğiydi bu cümle.

"Bir kelime bir insana ancak bu kadar yakışamazdı,"

İşte bu cümle de Buğra'ya bu kadar sinir olmamın en büyük nedenlerinden birinin örneğiydi.

Omuz silktim, zaten ben de kendime yakıştırmıyordum, dediği beni şoke falan etmemişti yani.

Yanına ilerledim ve kolumu koluna sarıp yapışabildiğim kadar yapıştım yan tarafına. "Öküzsün falan ama seviyorum ya seni."

Onu da beraberimde ilerleterek yürümeye başladığımda kolunu omzuma atıp adımlarını hareketlendirdi. "Sen de odunsun falan ama hayattaki tek gerçeğimsin." deyip sanki beni daha da kendine doğru çekebilecekmiş gibi omzumdaki koluyla beni biraz daha bastırdı kendine.

"Uyumsuzluğun uyumu olduğumuzun uyumundasın değil mi ?" Cümlemdeki saçmalığı fark ederek duraksadım ve daha Buğra'nın dalga geçmesine zaman bırakmadan düzelttim cümlemi. "Farkındasın değil mi diyecektim, aklım karıştı bir an." Uyum kelimesinin çoğunluğunu kapladığı bir cümlede aklımın karışması gayet de normal bir şeydi.

"Hı hı," dedi beni onaylarcasına. "Tabii ki de uyumundayım hayatım."

Eğer Buğra'nın kolu omzumun üstünde bir yuva kurmasaydı omuz silkmeyi planlıyordum. Planlarımın başarısızlığından daha önce bahsetmiştik değil mi ? O konuyu es geçip, diğer 9 manyağın nereye gittiği konusuna geliyorum o zaman.

Omuz silkme eylemim yerine konuyu tamamen başka bir yere çekip "Bizimkiler nerede ?" demeyi tercih etmiştim. Buğra lafı tamamen ayrı bir boyuta taşıma huyuma o kadar alışmıştı ki artık konu değişimlerini pek de umursadığı söylenemezdi. Bir konuya bağımlı kalmaktansa, kendini konunun gittiği yere kaptırıp konudan konuya atlamayı tercih ediyordu. Tıpkı benim gibi.

"Yan yana yürüyoruz Hazal, görmedim onları. Nereden bileyim ben."

"Bir şeyi de bilsen şaşardım zaten."

İnsanın içine huzur dolduran kahkahası etrafta yankılanırken neyin bu kadar komik olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ve insanların fazla olmadığı bu yerde olduğumuza da şükrediyordum. Toplum içinde böyle iç gıdıklayıcı -o ne demekse artık !- ve çekici kahkahalar sergilemesini sevmiyordum, etraftakilerin dikkatini direkt olarak kendisine çekmek gibi bir potansiyeli vardı çünkü. Zaten yolda yürürken bile birçok kızın gözünün onda olduğunu düşünürsek, bu sempatik kahkahalarıyla bu sayı daha da artıyordu. Ve böylece kıskançlık duygum, nefret edilecek kız sayısında sınıra ulaşma hayaline daha yaklaşıyordu.

"Niye güldün o kadar ?" diye sordum her zamanki huysuzluğumla, yine çocuk hallerime geri dönmüştüm. Huysuz Hazal. Çocukluk hallerime dönmemin en güven verici duygusu Buğra'nın beni o zamanda da sevdiğini bilmemdi. Çocukça bir şey olsa bile, o minicik kalbinde bana karşı ufak da olsa duygular vardı işte. Ya o değil de ben Buğra'nın benim gibi huysuzun tekini nasıl sevdiğini hala anlayamıyorum. Bebekler yerine arabalarla oynamamdan mı etkilenmişti acaba ?

"Yok bir şey," deyip cebinden telefonunu çıkardı ve rehber yerine girip İkiz diye kayıtlı olan Kaan'ı aradı. Burada telefon mu çekerdi ya ? Sanırın ormanın girişinden pek fazla uzaklaşmadığımız için çekiyordu, bilemiyorum. Ama iç kısımlara ilerledikçe telefonun çekmeyeceğinden emindim ve biz yavaş yavaş o kısımlara gidiyorduk.

Biraz uzağımızda, ağaçların arkasından bir tane telefonun zil sesi yükselirken Buğra da ben de o tarafa döndük. Bizimkiler görüş açımıza girince tüm dikkatim tamamen onlarda toplanmıştı ama onlar bizi daha görmemişti büyük ihtimalle.

Kaan cebinden telefonu çıkarırken, saçının önünü düzeltmek için başını sağ tarafa doğru savuran Berk "Kim arıyor ?" diye sordu.

Aramızdaki mesafeye rağmen Kaan'ın Berk'e doğru çevirdiği delici bakışlarını fark etmiştim. Eli cebindeyken duraksadı, "Daha telefonu bile çıkaramadım farkındaysan," Telefonu çıkardığında yüzünde oluşan o ifade ise tam Oscarlık bir ifadeydi. O kadar içten bir şekilde sırıtırken, aynı zamanda nasıl bu kadar alaycı bir tip olarak görünmesi... kesinlikle takdire layık bir hareketti.

"Kertenkele arıyor," Kaan'ın konuşmasıyla Arya'nın bizi görüp  "Hazallar burada !" diye bağırması eş zamanda olmuştu. E yok artık, zamanlamaya bak.

Kaan önde ilerlerken diğerleri de onun biraz arkasından ilerliyordu. Buğra aramayı iptal edip telefonu tekrardan cebine yerleştirirken Kaan "Neredeydiniz oğlum siz ?" diye hesap sormakla meşguldü. Daha sonra elindeki pakette duran iki çadırı Buğra'nın gözüne sokmak istercesine salladı, "Eşeğin mi var burada ?"

Buğra "Bu gerçeği heleşükür kabullenebildin," diyerek dalga geçerken diğerleri de çoktan yanımıza ulaşmışlardı bile. Cidden de tüm eşyaları onlara bırakmıştık, bizde olan tek şey küçük sırt çantasıydı. İçinde ufak tefek kıyafetler vardı, onu da ben taşıyordum zaten.

"Ya o değil de biz nereye kuracağız şu çadırları ? Bence biraz daha içlere doğru ilerleyelim, burada kamp kuracak kadar açık bir alan yok gibi,"

Bu dahiyane fikrime gelen tepkiler, fikrimi kabullenme yönünde olduğu için kendimi bir kez daha alkışlama isteği doldu içime. Bu konudan şunu anladım ki; oksijen beynime gittiği zaman en ufak bir olayda bile sevinecek bir yön bulabiliyormuşum.

Her neyse.

Tüm kızlar önden yürürken ben arkada yürümeyi tercih etmiştim. Onur ve Berk'in arasında ilerliyordum. ''Naber pikaçu ?'' deyip elimi Onur'un saçlarının arasına daldırdım. Sinirli bakışlarını bana çevirdiğinde bile elimi çekmemiştim, saçını iyice dağıttıktan sonra ancak çıkarmıştım parmaklarımı saç tellerinin arasından. 

''İkinci Buğra ya resmen,'' dedi mızmızlanır gibi. ''Kopyası gibisin.''

Sırıtarak omuz silktim. Bu aralar bu hareketi yine çok kullanmaya başlamıştım. ''Ne güzel işte,'' 

''Sen bir de bana sor,'' deyip çekti gözlerini üstümden. Ben de onu bırakıp Berk ile uğraşmaya başladım, Berk'in saçları daha gür olduğu için daha güzel karıştırılıyordu ama ellerimi orada kaybetmem an meselesiydi. Buğra'nın veya Kaan'ın saçını karıştırsam direkt olarak elime vururlardı hafifçe, Onur da genellikle bana laf atmayı tercih ederdi, ama Berk hiçbir tepki vermiyordu. Yürümesine sessizce devam ediyordu sadece.

Berk'in saçıyla oynamaktan da sıkıldığımda küçük mızıkçı çocuklar gibi iki omzumu da kaldırıp indirdim ve onların arasından ayrılıp kızlara katıldım.

Doruk, ''Orası olabilir bence,'' diyerek işaret parmağıyla azıcık ötemizdeki bir yeri işaret etti. Diğer ağaçlara göre birazcık daha cılız olan ağaçların çevrelediği, ortasının boş bir alan olduğu bir yerdi. Ve cılız diye nitelendirdiğim o ağaçlar bile, oraya güneşin direkt olarak vurmasını engelliyordu. Tüm ormanda genellikle bu durum hakimdi zaten ama burası daha da gölgede kalıyordu ve alan boşluğu işimize yarayacak gibiydi. 

Sonuç olarak... oraya gittik ve... ne oldu tahmin edin ? Çadırları gayet de düzgün bir şekilde, sapasağlam kurdular. Yani sadece Kaan, Buğra ve Berk kurmuştu ; diğer kalan takım olaraktan yere, yani toprağın üstüne oturup onları izlemeyi tercih etmiştik. Onur ve Doruk beceriksizin önde gideniydi zaten, bu işe bulaşmamaları hepimizin yararına olmuştu. 

Biz neden hiç filmlerdeki gibi anlar yaşayamıyorduk ? Benim, kamp fikrini ortaya atmamın en büyük sebebi onların çadırları kuramamasını izleyip onlarla dalga geçebileceğim fikriydi. Ama tek yaptığım oturup da büyük bir hayranlıkla onları izlemekti.

Nihayet çadırları kurma işini bitirebilen üçlü, kendilerine yataklarına atarmış gibi sırtlarını toprakla buluşturdular. Sanki aynı hareketi yapmaya programlanmışlar gibi hepsi de ellerini birleştirip karınlarının üstüne koymuşlardı, nefeslerinin düzene girmesini bekledikleri belliydi. 

''Size bir şey söyleyeceğim. Çok önemli.'' 

''Yine Hazal ve onun çok önemli açıklamaları,'' dedi Tuğba gözlerini devirerek. ''Şimdiki önemli açıklama ne acaba ? Ormanları kırmızı mı sanıyordun ?''

Yapmacık bir kahkaha atıp iki elimi de yere, toprağa, koydum ve sırtımı biraz geri yasladım. ''Espri kabiliyetine hayran olduğumu biliyorsun, değil mi ?'' 

"Tabii ki de biliyorum. Her neyse, şu önemli açıklaman neydi ?" Önemli açıklama derken iki elinin de işaret ve orta parmağını bükerek tırnak işareti yapmıştı.

Bakışlarımı Tuğba'dan çekip diğerlerine çevirdim. "Farkındaysanız 11 kişiyiz ve 5 çadırımız var." Bir elimi topraktan çekip yüzümün önüne getirdim ve tırnaklarıma baktım, şu anda beni dengede tutan tek şey toprağa yaslı duran diğer elimdi. "Çadır planlarınızı ona göre ayarlayın."

"Ben Ada ile, Kaan Arya ile, Selin Gökçe ile, sen de Buğra ile kaldığına göre..." Bakışlarını, yerde yatan Buğra'ya ulaştırdıktan hemen sonra bana çevirdi, bakışları ikimiz arasında gidip gelirken gözlerindeki karmaşıklığı ben bile çözememiştim. Bana eskisi kadar aşık olmadığı belliydi ama benim aksime, bana karşı tamamen de tüketmemişti duygularını. "Geriye sadece 3 kişi ve 1 çadır kalıyor." 3 kişi derken Tuğba, Onur ve Berk'in üstünde gezdirmişti bakışlarını bu sefer.

"Neden sona biz kalıyoruz ki ? Haksızlık bu !" diye itiraz eden ilk kişi Berk olmuştu.

"Üçümüz aynı çadırda mı kalacağız yani ?" Tuğba'nın yüzünde şoke olmuş bir ifade vardı, haklıydı, üçü aynı çadırda kalamazdı.

Tek sesini çıkarmayan kişi Onur'du, Berk ile zaten iyi anlaşıyorlardı, zaten hiçbir kızla da bir sorunu olmadığı düşülürse gayet de normal bir davranıştı.

Kalma planımızın saçmalığını fark edince "O zaman ben Tuğba ile kalıyorum, Buğra Onur ve Berk ile kalır." cümlesi dökülmüştü dudaklarımın arasından, Tuğba'yı o ikisi arasında bırakamazdım. Erkek erkeğe kalmaları daha mantıklıydı.

Daha biraz önce Tuğba'ya karşı gülümseyen Buğra'nın yüzü Tuğba'nın şoke olmuş yüz ifadesine bürünürken, Tuğba'nınki de Buğra'nın ifadesine bürünmüştü. Rolleri değiştirmişlerdi yani.

"Çünkü kuzenlik bunu gerektirir canım, yeni çadırın hayırlı olsun."

Ah. Bu konuda bile Tuğba Buğra'ya hava atmayı eksik etmiyordu.

Sandığımın aksine, Buğra bir kere bile ağzını açmadı. Ne itiraz etti ne de Tuğba'ya karşılık verdi. Sessizce olayı kabullendi ve yattığı yerde doğrulup Onur ve Berk'e bir bakış attı. "Eğer akşam içinizden biri horlarsa o çadırı başınıza yıkarım," dedi normal bir şekilde. Söyledikleri, ikisi tarafından da kahkahalarla karşılandığında "Ciddiyim." diye eklemeyi de unutmamıştı.

Temiz hava mı kafa yapmıştı, yoksa yorgunluk mu ?

Anlamamıştım ama durumu pek de kurcalamaya niyetim olduğu da söylenemezdi.

"Akşam oldu resmen, hava kararmak üzere. Yakacak bir şeyler getirseniz diyorum ? Ateş yakmak için."

"Seni alkışlamak istiyorum Selin, süper fikirdi." deyip Selin'e sırıttıktan hemen sonra, erkeklere hitaben "Hadi gidin siz odun falan toplayın, ben ölüyorum." dedi Onur.

Yerde yatan ve çadır işi bittiğinden beri ağzını bile açmayan Kaan'ın bile yerinden doğrulmasını ve gözlerini pörtletmesini sağlamıştı Onur'un sözleri. "Ölmediğine göre sorun yok. Doruk ve sen toplayın lan onları da."

"Öldüm demedim zaten geri zekalı, ölüyorum dedim. Kendimi öldürmeye çalışıyorum yani." Onur'un çarpık gülüşü belirmişti suratında.

"Eğer o kıçını o topraktan ayırmazsan senin kendini öldürmeye çalışmana gerek kalmayacak, direkt olarak ben uygulayacağım bunu zaten."

Sözleri ne kadar ciddi gibi görünse de yüz ifadeleri tam tersini söylüyordu.

"Her neyse millet, biz o zaman yakacak bir şeyler arayalım." dedi ve Doruk'u kolundan tutup yanına çekti Onur. "Nerede bulacaksak artık," diye sitem etmeyi de ihmal etmemişti beyefendi.

Buğra kollarını geriye doğru itti, esnedi. "İyi o zaman, ben de biraz kestireyim. Yoruldum lan." Çadırlardan birine doğru hareket ederken "1 saat sonra uyandırın." da demişti.

Tüm herkesin gitmesini ve Buğra'nın çadırında o hariç kimsenin olmadığını fırsat bilen ben ise Buğra'nın peşinden ilerledim. İçeri girip açık bıraktığı, çadırın fermuarlı kapısından geçtim ve yere uzanmış olan Buğra'nın yanına kıvrıldım.

Yine tıpış tıpış onun yanına gideceğimi bildiği için kapatmamıştı o çadırın kapıya benzeyen o giriş yerini.

Bugün aynı hareketi ikinci kez yaparak yattığı yerde elini attı omzuma, ve sonra da başımı gövdesiyle kolu arasına aldı. Buğra'nın beni sarmalaması yüzünden yerim daralmıştı ama yine de rahattım.

"Akşam her an dikkat etmeni öneririm," diye mırıldandı. "Allah korusun içeriye arkadaşlarından biri dalar, seni yer falan."

Kaşlarımı çatarak ne dediğini, neyi ima ettiğini anlamaya çalıştım. Düşündüm... Düşündüm... Ve yine düşündüm. İma ettiği şey daha yeni dank ediyordu kafama.

Ayılardan bahsediyordu.

Ayılar. Arkadaşlarım. Ayılar ve arkadaşlarım.

Koluna çimdik attım, uyuz şey. "Senin gibi odunun çadırımı istila etmesindense ayıların istila etmesini tercih ederim."

"O zaman akşam çadırını iki kat daha güvende tutman gerekecek." dedikten sonra kafasını hafifçe yukarı kaldırdı ve alnıma bastırdı dudaklarını. Dudaklarını geri çektikten sonra, dudaklarının boşluğunu dolduran havadan bile daha hafif bir öpücüktü.

Ve 'Çadırını iki kat daha güvende tutman gerekecek,' derken... Ah. Buğra'nın o zaman hiç sesini çıkarmamasının sebebi buydu. Çadırıma gireceğinden her türlü emindi çünkü.

Buğra'ydı bu. Başka türlüsünü beklemek imkansızdı zaten.
 

Hiç okumadan paylaşmak zorundaydım, acelem vardı ve sizi bekletmek istemedim. Eğer hatalarım varsa üzgünüm yani. Neyse sizi seviyorum ve ben kaçıyoruuum :ddd

Bu arada multimedia hayran çalışması :dd Shopsever yani Arzu'dan geldiii, buradan da teşekkür edecektim ama tehditleri sayesinde susuyorum :SAD:ASD:SA

Continue Reading

You'll Also Like

186K 9.2K 36
Aşkın barut kokan hâli... UYARI! → İncelemekte olduğunuz kitap 16 yaş ve üzeri için uygundur. Olumsuz örnek oluşturabilecek unsurlar içermektedir. →...
1.2M 54.8K 51
Bebeği lösemi olan Arslan ile kardeşinin beyninde tümör olan Ayşegül, çaresizlik dolu bir dönemde kaderin ağlarını örmesiyle karşılaşır. Onların çare...
68.8K 553 17
Şehvet ve tutku için aşık olmak mı gerekliydi?Atlas Kuzey bekarlığa veda partisinde hiç sevmediği bir kadına dokunarak aslında şehvet ve tutku için s...
55.8K 5K 24
"Delibal, hem şifa hem zehir."