NOKSAN | ✓

By celestial_bones

404K 15.1K 2.6K

O, bir kraliçeydi; hayran kaldığım ancak asla ulaşamadığım. Güzeller güzeli, fakat acımasız olan, beni gidişi... More

[ Bölüm Bir: Kâğıtlar]
[ Bölüm İki: Paranoyak ]
[ Bölüm Üç: Aslan ]
[ Bölüm Dört: Hız ]
[ Bölüm Beş: Tesadüf ]
[ Bölüm Altı: Güller ]
[ Bölüm Yedi: Zebani ]
[ Bölüm Sekiz: Rubik Küp ]
[ Bölüm Dokuz: Alevler ]
[ Bölüm On: Yabancı ]
[ Bölüm On Bir: Düş ]
[ Bölüm On İki: Salıncak ]
[ Bölüm On Üç: Sitrin ]
[ Bölüm On Dört: Karanlık ]
[ Bölüm On Beş: Bulutlar ]
[ Bölüm On Altı: Düşman ]
[ Bölüm On Yedi: Kibir ]
[ Bölüm On Sekiz: Bay Resmiyet ]
[ Bölüm On Dokuz: Yapmacık ]
[ Bölüm Yirmi: Kural Tanımaz ]
[ Bölüm Yirmi Bir: Küçük Kalp ]
[ Bölüm Yirmi İki: Gerçekdışı ]
[ Bölüm Yirmi Üç: Pembe Dizi ]
[ Bölüm Yirmi Dört: Kireç ]
[ Bölüm Yirmi Beş: Minnettar ]
[ Bölüm Yirmi Altı: Bilmece ]
[ Bölüm Yirmi Yedi: Şenlik ]
[ Bölüm Yirmi Sekiz: Paha Biçilmez ]
[ Bölüm Yirmi Dokuz: Yoldaş ]
[ Bölüm Otuz: Söz ]
[ Bölüm Otuz Bir: Büyü ]
[ Bölüm Otuz İki: Baskı ]
[ Bölüm Otuz Üç: Gazap ]
[ Bölüm Otuz Dört: Strateji ]
[ Bölüm Otuz Beş: Büyük Gün ]
[ Bölüm Otuz Altı: Cevher ]
[ Bölüm Otuz Yedi: Panik ]
[ Bölüm Otuz Sekiz: İyi ]
[ Bölüm Otuz Dokuz: Çilek ]
[ Bölüm Kırk: Teklif ]
[ Bölüm Kırk İki: Şehrin Soytarısı ]
[ Bölüm Kırk Üç: Kist ]
[ Bölüm Kırk Dört: Şehrin Prensesi ]
[ Bölüm Kırk Beş: Soysuz ]
[ Bölüm Kırk Altı: Affedilmez ]
[ Bölüm Kırk Yedi: Başkaldırı ]
[[FİNAL] Bölüm Kırk Sekiz: Cadı Avı ]
[ YAZARDAN FİNAL NOTU ve İKİNCİ HİKÂYE BİLDİRİSİ ]
[ Şarkı Listesi ]

[ Bölüm Kırk Bir: Takdire Şayan ]

2.1K 112 26
By celestial_bones

Hikâyeye başlamadan önce bölümde kullandığım 'proleterkelimesinin anlamını yazayım buraya: Proletarya alt sosyal sınıfı tanımlamak için kullanılan terimdir, bu sınıfa mensup kişilere ise 'proleter' denir.

İyi okumalar dilerim herkese ^^

Şarkı: Zella Day - Hunnie Pie 

[ Bölüm Kırk Bir: Takdire Şayan ]

Doğal sayılar yalnız bırakılmalıydı bana göre; sadece matematik işlemlerinde değil, gerçek hayatta da muhatap olunmamalı ve benim gibi, saatlerdir aynı odada, aynı floresan lambanın altında oturan bir öğrenciye teslim edilmemeliydi. Ancak başladığım yoldan geri dönmenin, ulaştığım beş basamaklı sayıya şaşırmamamın imkânı yoktu: Fatura hesaplıyordum, karakolun elektrik, su ve doğal gaz faturasını.

Alakasızdı; buraya ilk adım attığım andan beri o kadar çok şey geçmişti ki aklımdan, toplama yapmak ve sayıların önemini ilkokulda anlatıldığı gibi kavramak, fişlerin heybetli basamaklarını indirgiyor, onları 'bir-iki-üç-dört-beş' örüntüsüne çeviriyordu. Her sayışımda parmaklarım yüzüme gitgide yaklaşıyordu, ancak bu dahi hafızamdaki ismi değiştirmeye yeterli olmuyordu; kavuşamadığım ve özlemekten tükendiğim o ismi.

Eda, minik ellerini adate bir yelpaze gibi açardı bir şeyler öğretmek istediğinde. Ses tonunu olgunlaştırır, tek kişilik eğitmen kadrosunu oluştururdu; kâğıda yazdığı eğri büğrü sayıları okuyabilmek adına gözlerimi ne denli kıstığım, ona karşı olan ilgimi açıkça ifade ederdi.

"On, bir rakam değildir," diye belirtirdi her zaman. "Rakamlar sıfırdan dokuza kadardır."

Bunu neden öğrettiğini sorardım ona; her daim aynı yanıtla çıkagelirdi: "Faturalarını hesaplayabilmen için."

O işin annemlere özgü olduğunu söylesem dahi beni dinlemezdi; sayı kümelerini sever, sahiplenirdi ve hareketlerinin ardında bilinmedik bir mantığın yattığına inandırırdı beni. Çocuk aklım bu gizemi çözmekle yükümlüydü o günlerde; saçlarının altında yatan ve yanaklarını allaştıran bu üst düzey denklem, onu adeta gıdıklar, kahkahalar içerisinde bırakırdı çünkü.

Annem ona yavaş olmasını tembihlerdi; ben ise onun sınırlarını zorlamasını izlerdim, tıpkı o geceden sonra gelen yargı sürecine ve şu an olduğuna benzer, Eda gibi düşünmeye zorlardım kendimi. Bu sebepledir ki oldukça sert olan masaya kolumu dayamış, başımı üzerine yaslamışken daha önce de bu odada, bu pozisyonda saatlerce beklediğimi ve faturaları düşündüğümü biliyordum.

"Yani Ecrin Hanım, evden çıktığınızı, ablanız Eda Karayel ve sevgilisi Caner Kesici ile birlikte olduğunuzu kabul ediyorsunuz?" diye sorulduğunu ve ardından gelen baygın bakışları anımsıyordum.

"Evet," diye doğrulamıştım karşımdakileri.

"Fakat onları akşamleyin dokuz buçuğa doğru kaybettiğinizi ve bir daha bulamadığınızı söylüyorsunuz?"

"Evet," diye başımı sallamıştım. "Eda'yı aradığım halde bana herhangi bir dönüşte bulunmadı ve ben de arkadaşlarımla takıldım gecenin devamında."

"Arkadaşlarınızın isimleri..."

Yalanlar o geceyi mat bir beyaza boyamış, açıkları kapamak da yine aynı boyaya düşmüştü; Bade'nin ve İpek'in isimleri verilmiş, ancak Amas Akbulut'tan söz edilmemişti. Yeteri kadar önemli olmadığından değildi; onu kendime saklamaktı mesele, kimseye anlatmadan kuytu bir köşeye gömmek ve üzerine küçük, kırmızı bir karanfil bırakmak.

Saat o kadar geç olmuştu ki, babam bankların birinde uyuyakalmış, Enver ise eline gelen her şeyi okuduğundan gözlerindeki şişliklerle etrafı incelemekteydi; annem evde, muhtemelen ileri geri volta atıyordu ve aile içerisindeki gerilimi biz gizliden gizliye yürütürken o, sert adımlarıyla açığa vuruyordu.

Bir ejderhadan farksız soluk alıp veren annem, "Eda," derdi, salonu baştan aşağı katederken. "Noksandı; hep takılırdı sayılara, insanlara, şekillere ve aklın alabileceği diğer her şeye. Olacağı buydu işte." Son cümleyi çenesi ağrıyıp dudakları kuruyuncaya dek bastırır, tekrar ederdi; kaderin kaçınılmaz olduğu gerekçesiyle ev halkını zehirler, ancak kendisi sağlam çıkardı.

Boğazımda bir yumru birikirdi ve günlerce geçmediği gibi yutkunmamı engeller, soluk borumu tıkar, su içmemin önünü keserdi; o tanıdık his vardı dilimin arkasında, burnumu sızlatıyor, kaburgalarımdaki ağrıyı daha gerçekçi, daha yüce kılıyordu ve gözlerimi kapamak bile herhangi bir fayda sağlamıyordu. 

Kapının tıklatıldığını duyduğumda, başımı koyduğum yerden yavaşça kaldırdım ve sandalyemde zor da olsa dikleşerek içeri giren kişiye doğru döndüm. Müdafim gelmişti, bir bakıma hiç tanımadığım, prosedür gereği yanıma atanan adam, yorgunluktan sapsarı kesilmiş suratıyla bana tebessüm etmeye çalışıyor, ancak göz altı morlukları onun bu girişimini samimiyetsizleştiriyordu.

"İyi haberlerim var," diye güldü ve kapıyı tamamen açarak, "Artık çıkmakta özgürsün," dedi.

"Ne?" diye geveledim, kendi kendimce.

"Çıkabilirsin," diye tekrarladı adam. "Seni kalmaya zorlayan herhangi bir şey yok."

"Suç duyurusu," diye ekledim otomatik olarak. "Düştü mü?"

"Maalesef," diye başını salladı. "Henüz daha sanık konumunda olmadığınızdan..."

Sözünü, "Bu demek oluyor ki çıksam dahi karakola geri dönme ihtimalim var?" diyerek böldüm.

"Ne yazık ki," dedi, fakat hemen ardından sesini alçaltarak, "Ama böyle bir şeyin olacağını zannetmem," diye ilave etti.

Kaşlarımı çatarak, "Nasıl?" diye sordum.

"Duyuruyu düşerecek çok fazla etmen var, başta alkol olmak üzere."

Esnedim ve az önce bana söylenilenleri idrak etmeye çalışarak, "Pekâlâ," diye mırıldandım. Masadan destek alarak ayağa kalksam da, uyuşan bacaklarım fazla ilerlememe izin vermeksizin beni yolun ortasında durdurdu; gözlerim kapıya, kapının ardındaki gri koridora saplandı.

Tiyatro salonunda bana bahsettiği cevherlerden biri, Işık Arınkan'ın kendisiydi; hemen burada, yan odada, onu göremediğim ancak hissedebildiğim bir uzaklıkta, pek çok konunun birden baş şüphelisi, fakat her daim paçayı sıyıran, absürt bir romanın ana karakteriydi. Yedi saattir içimi kemiren şüpheye baş kaldırıyor, ruhuma işleyen yoğun kasveti dağıtırcasına zihnimde beliriyordu; eksik olan tek şey, ona karşı olan güvenimdi ve bunu kazanması pek de olağan değildi.

"Emin misiniz," diye fısıldadım müdafime, hala odanın ortasında dikilmekteyken. "Yani çıkmakta özgür olduğumdan."

Adam yüksek sesle kahkaha patlattığında koridordan geçmekte olanlar ikimize de ters bir bakış gönderdi, ama onları umursamaksızın bacaklarımı hareket etmeye zorladım ve böylelikle odayı, lambaları yanar halde geride bıraktım.

"Babanız sizin çıkmanız için gerekli olan işleri halletti," diye belirtti müdafim. "Ancak az önce karakoldan ayrıldı."

"Anlamadım?" diye kollarımı kendi etrafıma sardım ve babamın gelip gitmiş olduğuna bir mana yüklemeye çalıştıysam da başarısız oldum.

"Bana sormayın, babanızın nereye ve niçin gittiğini bilmiyorum," diye mahcupça gülümseyince ellerimi sıkıntıyla saçlarımın arasından geçirdim.

"İnanmıyorum," diye homurdandım. Babamın beni beklemeden sadece evrak işlerini halledip eve dönmesinin altında yatanın annem olduğuna ikna olmuştum bile.

Müdafim beni eve bırakmayı önerdi, ancak adamın sorusunu yanıtsız bırakarak gözlerimi zemine dikip yürümeye koyuldum. Polislerden birinin pembe bir battaniye ile bana yaklaşmasıyla duraksadım ve hakkımdaki gerekli soruları cevaplayıp eşyalarımı aldığıma ve çıkış yaptığıma dair birkaç kâğıt imzaladım.

Babamın karakolda olmadığına emin olmak istercesine polis merkezini tekrardan taradığımda, Ela Göz'ün küçücük, zar zor seçilebilen tebessümüyle karşılaştım ve mecburen ona yapay bir gülümseme gönderdim. Yanıma yaklaşmadı; ben de ona karşılık herhangi bir adımda bulunmadım, ancak bakışlarında yüklü bir imanın yattığını algılayabiliyor, dış kapıya doğru ilerlerken bunu fazla düşünmemeye çalışıyordum.

Cam kapıların ardındaki soğuk gece, vaktimi karakolun dikdörtgen odasında, arkamı rahatsız edici bir sandalyede ve dirseklerimi ise çay lekelerinin parladığı bir masada heba ettiğimi tüm vuruculuğuyla gözler önüne seriyordu. Dudaklarımı sertçe dişlerken dışarıya çıkmak istemiyor, kalbim gümbürtüyle attıkça da sokağın ıssızlığı, nefesimi akciğerlerime hapsediyordu.  

Binanın önüne çıktığımda, battaniyeme sarınıp merdivenleri inmek üzere hareketlendim, ancak daha iki basamak inmemle karşımda dikilen kişiye tosladım ve başımı kaldırıp kime çarptığımı görünce ağlayıp ağlamamak arasında ikileme düştüm.

Sarı sokak lambasının altında adeta bir hortlağa benzeyen, çıkık elmacık kemikleri ve bitkin mavi gözleriyle Işık Arınkan'dı önümdeki; kocaman bir gülümsemeyle bana bakıyor, kolları sarılmak üzere açılıyordu.

İtiraz etmeye fırsatım dahi olmadan ayaklarım yerden kesilivermişti; bedenim tamamen Işık'ın vücuduna dayalı halde havada dönüyor, yanaklarım onun dudaklarıyla pespembe, utanç verici bir renge bürünüyordu. Beni yere sabitlediğinde de düşmemek adına ona tutunmak zorunda kalmış, avuç içlerim kolunu tutarken terden sırılsıklam olmuştu. 

"Işık deli misin sen ya?" diye cırlasam da o, halinden gayet memnun bir tavırla beni tekrardan kendisine çekti. 

"Sonunda," derken gülümsüyordu bana.

"Bıraksana beni," diye ondan çekilmeyi denediğim halde beni bırakmadı.

"Sabahtan beri bunu yapmayı hayal ediyordum," diye alay edip benden ayrıldığında, soluk alış-verişimin düzene girmesi adına yanaklarımı havayla doldurdum.

"Bu kadar özleneceğimi tahmin etmezdim," diye söylendim, düşen battaniyemi düzeltirken. 

Beni de kolunun altına alarak yürümeye başladı. "Muhteşem bir ucuzluğa sahip olan duvar saatinin yanında seni özlemediğimi söyleyemem," diye güldü. 

"Onu bunu bırakıp gerçekten konuşmamız gerekenler olduğunun farkındasın herhalde," dedim.

Birkaç sokağın ardından koyu mavi bir arabanın önünde durduğumuzda Işık, cebinden çıkardığı anahtarlarla arabanın kilidini açtı ve ön kapının kulpunu tutarak, "Eğer arzu ederseniz Bayan Karayel, konuşmak için size çok mütevazi bir ortam sunabilirim," diye beni içeri davet etti.

Şüpheyle bir arabaya bir de Işık'a baktım. "Sizinle ne zaman bir yere gidecek olsam başım dertten kurtulmuyor," diye söylendim.

"Gecenin bu saatinde herhangi bir anormalliğe karışmayacağımızın sözünü vermek isterim," diye yüzünden eksilmeyen gülücüklerden birini gönderdiğinde ister istemez ofladım.

"Yarın sabah buluşabiliriz," diye tersledim onu.

"Yarına kadar diyeceklerinizi unutursunuz Bayan Karayel," diye meydan okudu. "Bilim gösteriyor ki insan aklı henüz bu düzeyde bir gelişmişliğe ulaşamadı." 

"Bay Arınkan, doğruyu söylememi ister misiniz?" diye onu taklit ettim.

"Zaten bildiğim bir şeyden mi bahsediyorsunuz yoksa?"

"Madem biliyorsunuz," diye mırıldandım ve onu itip ön koltuğa yerleştim. "Şaşırtın beni."

"Nasıl isterseniz," diyerek direksiyona geçtiğinde, arabayı park ettiği yerden çıkarıp ana yola sürdü.

Nereye gittiğimize kafa yormak istemiyordum, ancak Işık'ın da en az benim kadar yorgun olduğunu, çökmüş gözaltlarından ve konuşurken büyük bir çabayla halsizliğini gizlemesinden anlayabiliyordum. Onu zorlamadım; o da bana arada kısa bakışlar atmak dışında özel bir harekette bulunmadı. 

Ancak kendimi tutamayıp "Mehtap'ın annesi..." diye konu açmak üzereydim ki, "Şşş," diye beni susturdu. "Arabadan indiğimizde bunu konuşacağız, şimdi değil."

"Ama..." diye ısrar etmeme rağmen kafasını olumsuz anlamda salladı ve ben de ona uyarak gözlerimi farların dahi bir noktaya kadar aydınlatabildiği karanlık yola diktim; düşlerimdeki ses Eda'nın ismini çağırıyor, zihnim onun imgesiyle çalkalanıyordu.

Yıldızların adeta altın madenlerini andırdığı ve eteklerinde herhangi bir kırışıklığın bulunmadığı, büyüleyici bir geceliği vardı Eda'nın. Onu dünyadışı bir canlıya, gökyüzünden kopup gelmiş bir kız çocuğuna benzetirdi.

Bu sıradışı varlık, serin yaz akşamlarında ev halkı uyuduğunda çatıya tırmanır, beni de yanında çekiştire çekiştire götürürdü. Her seferinde çatının nemi ayak parmaklarımızdan saçlarımıza kadar yükselir, ağaçlara, şehre, fakat sıklıkla tam tepemizdeki geceye yönlendirirdik bakışlarımızı.

"Eda," diye seslenirdim ona, ayakta dikildiği sürece. "Kayıp düşeceksin, otursana."

"Bağırmasana," diye beni uyarır, annemlerin uyanma ihtimalini vurgulardı.

Bu konuşma fazla uzamazdı; ikimiz de sessizliğe gömülür ve ortak bir vakitte karar kıldığımızda da odalarımıza çekilirdik. Ancak bir gün, Eda'nın çatının en uç noktasına kadar yürümesi ve gözlerini dümdüz, hiç kırpmaksızın Rasatya'nın ufak binalarına, yanıp sönen ışıklarına sabitlemesi beni endişelendirmiş, ona yanıma gelmesini söylemiş, düşeceğini belirtmiştim.

"Bağırma ya," diye beni uyarmıştı, her zamanki gibi.

"O halde sen de ayakta durma," diye ben de ona kızınca, çatının eğimini aşıp yanıma varmıştı Eda. Kolumdan tuttuğu gibi beni aşağıya çekmiş, az önceki konumuna yerleştirmişti titreyen bedenimi.  

"Uçarsak," demişti sessizce odaklanmış gözleriyle. "Birlikte uçacağız."

"Eda..."

Sözümü devam ettirmeme müsaade etmemiş, hayali bir varlıkla konuşurcasına, "Haksızsın," diye ısrar etmişti. "Sadece senle değil, herkesle uçacağım; annemle, babamla, Enver'le, yan komşumuzla, hatta sınıf arkadaşlarımla, belki de o gıcık Akbulut ailesiyle..."

Korkudan titreyen bacaklarım, havanın gittikçe soğudunu hissettiriyordu bana; Eda'nın geceliği ilk defa dalgalanarak bacaklarını açığa çıkarıyor, bahçemizin karanlık çim denizini işaret ediyordu.

Kekeleyerek, "A-anlamıyorum," diyebilmiştim. "Neden uçmak istiyorsun, hem de sevip sevmediğin herkesle?"

"Çünkü," diye derin bir iç çekmişti Eda. "Kimse burada, yıldızları dahi göremediğin bu şehirde kalmaya mecbur değil."

Dediklerini anlamam, altı yaşındaki bir Ecrin Karayel modelinin aylarını götürmüştü; ürpererek battaniyeme sarındığımda, "Ne var biliyor musun Işık," deyiverdim, istemsiz, tıpkı Eda'nın o günkü dondurucu sesiyle. "Ablamın beş aydır kayıp olduğu doğru değil; o, bundan çok daha uzun zaman önce gitti."

Arabadaki sessizlik derinleşerek neredeyse bir kuyuyu oluşturdu vücudumda; ailemin beni karakoldan almayışı, Işık'la yabancısı olduğum bir yere gittiğim gerçeği düştü içerisine, ancak kimse bu dehşet verici duygunun farkına, çaresizlikle kasılan göğsüm haricinde varamadı. 

Araba durduğunda gözlerimi birkaç defa kırpıştırdım ve bulutlu gecede nereye geldiğimizi anlamaya çalışarak araçtan inip etrafıma bakındım.

Devasa merdivenleri andıran pek çok çam ağacı tarafından kuşatılmıştı üç katlı villa. Ay ışığının önü bu ağaçlar tarafından kesilirken, evin büyük pencereleri ve geniş avlusu burayı terk edilmiş, hakkında 'lanetli' diye dedikoduların çıktığı şatolardan birine dönüştürüyordu. 

"Burası senin mi?" diye sorduğumda, solgun suratında minik bir tebessüm oluştu, ancak herhangi bir cevapta bulunmak yerine eve yöneldi.

Işık, giriş kapısının kilidini açtığında ben de peşine takılarak evin içerisine geçtim, fakat o, herhangi bir lamba yakma gereği duymaksızın odadan odaya geçmeye başlayınca, yönümü kaybetmemek adına eline yapışmak zorunda kaldım.

Işık da karşılık olarak elimi kuvvetlice kavrayıp, beni genişçe bir odaya soktuğunda elektronik eşyalardan yayılan hafif mavi ışık sayesinde mutfakta olduğumuzu kavradım; ortasında büyükçe bir masa ve masanın yüksek tabureleri bulunuyor, bunların önünde ise uzunlamasına bir tezgâh ile buzdolabı yer alıyordu.  

"Lambalardan birini yakamaz mıyız?" diye tavandaki geniş avizeyi işaret edince, Işık, başını olumsuz anlamda salladı.

"O zaman buranın sadeliği ve sıradanlığı ortaya çıkar," diye önerimi reddetti ve hemen ardındansa ortadan kaybolup beni tek başıma, koca mutfakta yapayalnız bıraktı.

"Sen buraya sıradan mı diyorsun?" diye kendi kendime konuşarak buzdolabına doğru ilerledim ve normalde ayıp olacak bir davranış sergileyip dolabın kapağını açtım.

İçinin bizim evdekinden daha dolu olduğu kesindi; pek çok sebze ile meyve, buzdolabının beyaz ışığı altında kendini gösteriyor, aralarından biri seçilmeyi bekliyordu. Hepsini alabilirdim belki de, ancak sadece bir elmayı tercih ederek buzdolabını kapadım ve lavaboya ilerleyip elmayı suyun altında yıkadım.

Ben elmayı yerken karanlık koridordan çıkagelen Işık, az daha elmanın boğazımda takılı kalmasına sebep olacaktı. Koltuk altına sıkıştırdığı bir şişe ve elinde tuttuğu şamdan ile yanıma yaklaştığında hızla lokmayı yuttum, sorgular gözlerle Işık'a baktım.

"Bu kadar zahmete gerek yoktu," dedim.

"Karakoldan sonraki hoşgörülü ödülümüzle tanıştırayım seni," diye neşeyle elindekileri masaya yerleştirdi. "Son kullanma tarihi belli olmayan, muhtemelen epekşi kesilmiş bir şişe şarap ve iki tane güzeller güzeli mum eşliğinde bir şamdan. Sahi, Bayan Karayel şarap sever mi?"

"Alkolsüz bir gecede anlaşmaya ne dersin?" diye sorup tabureye oturduğumda, Işık elimdeki elmayı kaparak bir ısırık aldı.

Ağzı elma ile doluyken, "Kolonyadan votka yapmış birine söylediklerine bak," dedi.

"Ölmediğine şaşmamalı," diye mırıldandım kısık, ancak duyabileceği bir sesle. "Takdire şayansın." 

"Bugünkü sorguyu yapan üniformalılar da ölmediğime şaşırıyor," diye karşılık verdi, ne dediğimi duyduğunu belirterek. "Pek çok proleterden ve bu sınıfın üstünde olan senden duyduğum o kelime çıkıyor ağızlarından: Takdire şayan. 'Işık Arınkan'ın önümüzde oturuyor olması, takdire şayan.'"

Elmaya uzanmaya çalıştığımda, meyveyi havaya atıp tuttu ve sözlerine devam etti. "Sizi burada göreceğimizi tahmin etmezdik Işık Bey.', 'Işık Arınkan mı o konuşan?', 'İnanamıyorum, yoksa bir fıçı viskiyi üç dakikada bitiren Işık Arınkan siz mi oluyorsunuz?'"

Daha pek çok örnek verecekmiş gibi görünse de, sesini bir inceltip bir kalınlaştırarak gerçekleştirdiği gösteriye son vererek, "Bu cins cümlelerden sonra gelen ilk sıfat, 'takdire şayan' oluyor," diye açıkladı. "Bu sözcük, tıpkı kendileri gibi bazen beğenme, bazense küçümseme anlamı taşıyor ve bunu asla anlamayacağımı farz ediyorlar." 

Bir atak yapıp elmamı kaptığım gibi masanın üzerine koyduğumda, "Sana gıcık oluyorlar," diye doğruyu yüzüne vurdum. "Bu sebeple seni iğnelemek istiyorlar ki, şahsen benim de sana gıcık olduğumu bilmende bir sakınca yok."

"Ne kadar da kibarsın," diye bir kahkaha patlattı. 

"Ama bunlar gerçek," diye ısrarımı sürdürdüm. "Bazen aşırı sıcakkanlı oluyorsun, bazense adeta bir sosyopata dönüşüyorsun Işık. Ve unutmadan ekleyeyim, ne mumları yaktın ne de mutfağın lambasını. Sayende karanlıkta oturuyoruz ve bundan memnun olmadığımı anlayabilirsin." 

"Yani bir lambayı yakmadığımdan dolayı gıcık olduğumu mu söylüyorsun?" diye lafları çarpıttığında ellerim saçlarımdaki düğümlere gitti. 

"Hayır, gıcıklığının kaynağının tutarsız davranışlarından geldiğini söylüyorum." 

"O zaman mumların konuyla bir ilgisi yok." 

"Aslında var." 

"Ben anladım anlayacağımı," diye uslanmaz bir gülümseme sergileyince yüzümü ellerimin arasına aldım. 

"Gerçekten sinir bozucusun," diye hayıflandım ve asıl konuyu açmadan önce mumları yakmaya karar verdim. Şamdanı elime alıp ocağı açtım ve mumların fitillerini tutuşturduktan sonra ocağı kapayıp yerime döndüm, şamdanı da masanın ortasına yerleştirdim.  

"Polislerin seni, Mehtap'ın annesini öldüren ve o patlamayı düzenleyen kişi olarak düşündüğünün de bilincindesindir o halde," diye giriş yaptım mevzuya.  

"Senin kadar açık konuşmadılar," diye ayağa kalkıp dolaplardan birine yürüdü Işık. Birkaç şangırdama beraberliğinde uygun bardakları bulmaya çalışırken, "Beni sorguya almalarındaki asıl ama konuşulmayan etmen de buydu zaten," dedi.

"Seni ele vermemi istedikleri konu da buydu," diye belirttim. "Hakkında tanıklık edersem suç duyurusunu, yani şu yankesicilik meselesini düşüreceklerini söylediler."

"Çok inandırıcı," diye küstahça güldü, şarap kadehleriyle masaya dönerken. "Sana en az beş, bana da on beş sene yazdıracaklarını söylemeyi es geçmişler."

"Ben neden beş sene yiyormuşum?" diye dediklerinin üzerine gittiğimde Işık, şarabı bardaklara doldururken bana ufak, belli belirsiz seçilen bir gülümseme gönderdi.

"Meslek sırrını paylaşmaya iznim yok," dedi ve doldurduğu bardağı içmemi ısrar edercesine uzattı.

Şarap kadehini aldım, fakat dudaklarıma yerleştirmeyerek, "Yani bana da ceza yazdırabilme kapasitesinde olduğunu mu söylüyorsun?" diye doğrulama ihtiyacı hissettim.

"Tabii ki de," dedi ve kendi kadehinden bir yudum aldı. "Suç ortağım Ecrin Karayel, potasyum nitratları döşememde bana yardımcı oldu ve zamanı geldiğinde tiyatroyu izlemeye gelenleri yerlerine yerleştirip..."

Ona sataşma isteğimi içime gömerek bardağı masaya bıraktım. "İşin ciddi olduğunu bir türlü çözemedin mi sen?"

Sorgulayıcı bir ifadeyle, "Sen çözebildin mi?" diye sordu. "Rasatya'nın en zengin kişilerinden birinin, göstermelik bir beş yüz lira yüzünden peşinde olduğunu ve seni her daim takip edeceğini, nereye gittiğinden tut da kiminle olduğuna kadar seni gözlemleyeceğini kavrayabildin mi?" 

Karnımdaki ipler dedikleriye sıklaşırken, "O kadar da değil," diye onu yalanladım. "Her şey kısa sürede son bulacak." 

"Peki ya, bunun tam tersini iddia etsem?" diye fısıldadığında, nefesinde oluşmaya başlayan alkolün kokusu beni baştan aşağı sardı ve geri çekilmek, ondan ayrılmak istedim.

"İddian geçersiz sayılır benim için," diye ona karşı çıktım. 

Taburesini öne doğru iterek bana yaklaştı ve alnıma düşen bir tutam saçı parmaklarının arasına sıkıştırarak, "Yapay bir vukuattan bahsediyoruz Ecrin," dedi. "Tıpkı bu ev, bu mutfak gibi, prefabrika ve defalarca kez yapılmış; orijinal olanın üzerini kapatmakla görevli, yorucu bir uğraş."

"Peki ya," diye sordum, şaraba uzanırken. "Bu adamları peşime takacak kadar orijinal olan nedir, Işık?" 

Eli, saçlarımdan ayrılarak kadehin üzerindeki parmaklarıma kondu ve başını hafifçe yana yatırıp dudaklarını büzdü; beni detaylıca, düşünceli düşünceli incelemeye koyuldu. "Güç," diye yanıtladı sorumu. "Otorite kurma gereksinimi diyebiliriz." 

Cevabına karşın kaşlarımı çattığımı görünce, "Ama bunu bir hevesle karıştırmamak lazım," diye söze girişti. "Bu bir hırs, bir şehvet, bağımlılık yapan bir ilaç; belki de bu şarabın kendisi, kandan koyu rengi ve tatmanı istediğim tadı. Hor görme içgüdüsü veya bir illüzyon yaratma, seyircileri kendine aşık etme isteği; bende ve sende var olduğunu iddia ettiğimin tam tersi." 

"Işık..." diye başlamıştım ki, baş parmağını dudaklarımın üzerine yerleştirdi ve konuşmamı istemediğini belirtti.

"Paha biçilmez olana arzu duyduğumuzu söylemiştim sana," diye devam etti, mum ışığının altında irileşmiş, gözlerinin akını dahi kaplayacak kadar siyah olan gözbebekleriyle. "Fakat belli ki hala bazı şeyler için biraz erken Ecrin Karayel." 

Dokunduğu yerlerde benim adıma belirgin bir iz çıkaran parmakları suratımdan ve ellerimden çekildiğinde, ona birkaç soru sormayı düşündüm ancak iradem, şarap kadehini yavaşça dudaklarıma, oradan da dilime doğru yaklaştırdı. Işık'ın gözlerinde bir sevinç pırıltısı belirdi böylelikle; dudakları kıvrılarak sembolik bir büste, üzerinde yorum gerektiren bir sanat eserine dönüştü, aldığım yudumu yutmamla bu başyapıttan melodik bir kıkırdama döküldü.

Beklediğimden daha güzel bir tadı vardı şarabın; diğer içkiler gibi genzimi yakmıyor, durgun bir tatlı su deresi gibi ağzımda yol alırken onun neden içmem konusunda inat ettiğini anlayabiliyordum.

"Ekşimemiş," dediğimde Işık, başıyla beni onayladı ve kendi kadehiyle benimkine hafifçe vurup bir 'dink' sesinin mutfakta yankılanmasını sağladı. Ardından bardağındaki şarabı bir dikişte içti ve bir bana bir de elimdekine baktığını görünce, ben de onun gibi kadehin dibini buldum.

"Bir kadehe daha olup olmadığını sormayacağım," dedi Işık ve oturduğu tabureden kalkıp şarap şişesini de koluna sıkıştırdı, elini tutmam için bana uzattı. "İlgilenirseniz arka bahçeye çıkarmak isterim sizi, orası bu evin sahip olduğu en açık alandır."

Omuz silkip tabureden indim ve Işık'ın elini tutup karanlık odalar boyunca yürümeye koyuldum; net düşünemediğimdendi belki, ancak şarabın aheste kokusu tedirginliklerimin vanasını kısmış, akış hızını kesmişti. Tenime işlemeyen bir hava kütlesi vardı çevremde; serin bahçeye adım attığımızda ne üşüyor ne de sızlanıyordum. 

Arka bahçe, dediği gibi açık bir alana sahip olmaktan ziyade, tıpkı evin girişi gibi hektarlarca dizilmiş çam ağaçlarına, bu ağaçların dikenli dallarına ve ıslak gövdelerine konukluk ediyordu; burayı ilgi çekici kılan yegâne şey, bahçenin ortasındaki dikdörtgen havuzdu. Ancak dikkatli bakıldığında koyu renkli, hastalık niteliğindeki yosunların havuzu sardığı, fayansları boğduğu ve evin bütün ihtişamını emdiği anlaşılıyordu.

Beni havuzun yanındaki şezlonglardan birine oturttuğunda kendisi de tam yanımdakine geçti ve elindeki şişeyi bir yere koymak yerine bana bıraktı. 

"Şarabı istediğin kadar içebilirsin," demeyi ihmal etmedi.

"Kendin gibi beni de alkolik edeceksin," diye sitem ettim ona.

"Alkol tüketmek bir sanattır," diye karşı çıktı. "İçmeyi öğrenip öğrenmemek size kalmış Bayan Karayel." 

Ona cevap vermedim; bacaklarımı şezlonga uzatıp sırtımı yasladığımda bir süre gökyüzünü aradım tepemde, fakat bu, içe içe geçmiş bir yığın anlamsız semboller dizisine, bir bakıma kargaşaya sebep oldu zihnimde. Benim aksime Ay'ı görebildiğini, yıldızları rahatlıkla seçerek ağaç yapraklarıyla uğraşmadığını düşündüm Eda'nın; Güneş'in bulutlara takılmaksızın doğduğunu, hayal ettiği şehre kavuştuğunu. 

"Sence," diye sordum Işık'a. "Daha yaşanılabilir yerler varken neden burada, Rasatya'dayız?" 

Işık'ın gülümserken yüzünün canlandığını gördüm. "Mecburiyet," diye cevapladı sorumu. 

"Mecburiyet," diye tekrarladım yanıtını. "Şimdi gidersem eğer, beni suçlu ilan edecekler çünkü." 

"Birbirimize tahmin ettiğimizden daha çok benziyoruz Ecrin," diye onayladı dediklerimi. 

"Nedenini sormak istemiyorum," diye bir nefes verdim, battaniyeyle üzerimi örterken. 

"Dinlemek istemesen de, bu benzerliğe karşı gelebileceğini zannetmiyorum," diye laflarında ilerledi. "Çünkü o üniformalılar, beni nasıl görüyorsa seni de aynı şekilde görüyor." 

"O nasıl oluyormuş?" 

Gülümsemesi genişledi Işık'ın. "Onlara göre sen de patlamanın sorumlusu, Mehtap'ın annesinin katilisin."

"Ne?" diye sorarken kan akışım bir kez daha canlılık kazanıyordu. 

"Bu bir taktik," dedi. "Bizi birbirimize düşürmek için, fakat takdire şayan bir gıcıklık makinesi olmak, onların bu işten asla galip çıkamayacaklarını gösterse de, bunu anlamaya o işçi sınıfı zekaları yetmeyecek Ecrin." 

"Bu durumda ne önerirsin, şahsi gıcıklık makinesi?" diye histerik bir gülüş sergiledim dediklerine karşın. 

"Benimle olmanı," diyerek bana çevirdi yüzünü Işık. "Benimle olduğunu onların gözüne sokmanı." 

"Bir Oktay sendromuna daha katlanabileceğimi sanmıyorum," diye doğruyu söylesem de, Oktay'dan çok daha farklı bir şeylerin peşinde olduğunu, mavi gözlerindeki elmaslarla ima ediyordu Işık. 

"Beni ona benzetmek, yapabileceğin en büyük hata olur," diye sarıldığı şişeyi yere bırakıp, tüm vücuduyla bana döndü. "Oktay gibileriyle en fazla çocuk büyütebilirsin Ecrin, fakat bazıları vardır ki, seni akıl almaz yollara sokan ancak hiçbir zaman vazgeçemediğin..."

Estikçe esen bir rüzgârdı kendisi; baştan aşağı tehdit edici bir kurnazlık yayılıyordu bedeninden, unutulmayanın tam olarak bu bakışı, kısılmış gözleri ve yukarı kalkan elmacık kemikleri olduğunu fısıldıyordu kulaklarıma. Çünkü onun o şatafatlı sözleri keşfe çıkmıştı üzerimde; kıtaları birer birer aşarken karşı konulamaz olduğunu belirtse bile alın yazısında güven duygusuna yer yoktu. 

"Sana..." diye yutkundum, aklımdakileri toparlayabilmek adına. "Güvenmiyorsam eğer, bunu nasıl yeneceksin?"

"Sabırla," diye mırıldandı, bir kedi gibi yavaşça gözlerini kırpıştırırken. "Akla karayı seçebileceğin günü sabırla bekleyerek." 

Continue Reading

You'll Also Like

4.5M 383K 94
1 KIZ, 6 ERKEK, ÖLÜMCÜL BİR EV. Afra'nın diğer tutsaklardan dört farkı vardı: Birincisi, bir kız olmasıydı. İkincisi, tutsak alınan son kişi olmasıyd...
58.1K 10.4K 20
''Koştum, günlerce koştum Alvea. Göğe bakıp Aztlan'ı buldum, Denizden vardım Panotlan'ı buldum, Turnaları izledim Ay Gölü'nü buldum, Kanımı denize...
İHTİLAL By Fatma Demir

Mystery / Thriller

792K 27.8K 63
"Benimle oynarken iyi düşün." diye hırladı. Sesi karnımı burkarken dudaklarıma kilitlenmiş bakışlarını görünce karanlığın verdiği cesaretle güldüm. "...
733K 22.5K 24
Sevgiden nefrete dönüşen imkansız bir aşkın hikayesi. "Onlar cehennemi yaşayacak, Aşk cennetin dilinden onlara kalan tek an olarak kalacak, bu aşkın...