KARANLIK İKİLEM

By leyagediz

18.7K 4.2K 1K

© Tüm Hakları Saklıdır Hayat, beni iki karanlık adam arasında bırakacak kadar acımasız mıydı? **** Öyle bir b... More

K.İ.1
K.İ.2
K.İ.3
K.İ.4
K.İ.5
K.İ.6
K.İ.7
K.İ.8
K.İ.9
K.İ.10
K.İ.11
K.İ.12
K.İ.13
K.İ.14
K.İ.15
K.İ.16
K.İ.17
K.İ.18
K.İ.19
K.İ.20
K.İ.21
K.İ.22
K.İ.23
K.İ.24
K.İ.25
K.İ.26
K.İ.28
K.İ.29
K.İ.30
K.İ.31
K.İ.32
K.İ.33
K.İ.34
K.İ.35
K.İ.36
K.İ.37
K.İ.38
K.İ.39
K.İ.40
K.İ.41
K.İ.42
K.İ.43
K.İ.44
K.İ.45
K.İ.46
K.İ.47
K.İ.48

K.İ.27

297 67 6
By leyagediz




İyi okumalar.

****

Kağan-

Sessizce kapıyı kapatıp, yine aynı sessizlikle garajda olan arabama doğru ilerledim. Yağan yağmura aldırmıyordum, adımlarımı atarken. Sadece yağmuru değil aslında, iç dünyamdan başkasına aldırmıyordum o sıralarda. Bugünlük dışarısı benim için pek mühim değildi çünkü. İnsanlar, onların düşünceleri, ne dedikleri... Ve bir çoğu. Bugün sadece iç dünyamın kahramanıydım. Sadece orada olan biteni dinleyip, izleyecektim. Her ne kadar acı verici olsa da... Çünkü bugün orası tam bir kaos alanı olacaktı... Tam bir kaos meydanı... Kırık kalp parçaları... Nefret kırıntıları... Öfke tozları... Hüzün yelleri... Akmayan damlalar... Küçük kızımın akıttıkları... Onun üzüntü bulutları... Ve ölen çocukluk... Bugün orası tam bir karmaşaydı. Bunlar daha sabah gözümü açtığım an yer edinmişlerdi kendilerine, iç dünyamda. Sabah gözümü açışımdan belliydi.

Sessizliğim hala üzerimdeyken, arabama binip çalıştırdım. Hareketlerimin sessiz olmasına çok dikkat ediyordum. Kimsenin çıkaracağım sesleri duymasını istemiyordum. Daha doğrusu sesleri duyup beni görmelerini istemiyordum.

Evden çıkana kadar aynı sessizliği sürdürüp evden çıktıktan sonra gaza yüklendim. Daha erken olduğundan etrafta fazla kimse yoktu. Bu benim işime geldi ve hızımı daha da artırdım. Ayağımı tek saniye bile gazdan ayırmadan, ana caddeye çıktım. Burası daha kalabalıktı ama bu benim hızımın düşmesini gerektiren bir etken değildi açıkçası. Arabaları, insanları, yanan ışıkları, yağan yağmuru önemsemeden kullandım arabayı.

Bugün yine, her yıl olduğu gibi beynim, içim karmakarışıktı. Ama sanki önceki yıllara göre biraz daha karmaşıktım. Biraz daha büyüktü öfkem, biraz daha büyüktü nefretim, daha büyüktü kırık parçaların boyutu ve sanki daha ölüydü çocukluk... Sanki biraz daha yorgundum. Bilmiyorum, ama sanki bu yıl biraz daha bitiktim. Herkesin bildiği o güçlü, o yenilmez, hep kazanan, Kağan Soykan bugün öyle değildi sanki. Fazlasıyla yorgundum çünkü. İçimin karmaşıklığı da daha fazla yoruyordu beni. Evet güçlüyüm, evet yenilmezim, evet hiçbir bokumdan korkmam ama sanki bunlar her yılın bugünü için geçerli değildi. Çünkü tam on yıl önce bugünü yaşamamış olsaydık ben daha güçlü olacaktım, daha yenilmez olacaktım, daha korkusuz olacaktım. Çünkü arkamda babam olacaktı. Bütün gücüyle, bütün sahip olduklarıyla arkamda olacaktı. Ve bu beni daha da iyi edecekti.

Babam... Keşke yanımda olsaydı. Keşke bana neyin iyi neyin kötü olduğunu söyleseydi. Keşke mesleği elin adamlarından değilde ondan öğrenseydim. O... keşke olsaydı da siktiğimin hayatı beni bu kadar yormasaydı. Biliyordum, eğer onlar yaşıyor olsaydı bizim bu hayattaki konumumuz, şuan böyle olmazdı. Girdiğim ortamlar böyle olmazdı. Çevredekilerin bana olan tavırları böyle olmazdı. Küçük kızımın acısı bu kadar yoğun olmazdı. "Ah be hayat! Bir kerede götünle gülmeseydin olmuyordu değil mi?" Direksiyona vurarak konuştum. Ya da bağırdım. Bir kere de adam gibi gülmemişti bu hayat bize. Hep götünü çevirip de gülmüştü. Alacağı olsun ne deyim. Ne diyebilirim ki zaten? Direksiyona attığım ikinci bir yumrukla birlikte hızımı daha da artırdım. Arabaların arasından attığım makaslar, bana çalınan kornalar, yerin ıslaklığı da umursamadıklarım arasındaydı.

Mezarlığa yaklaşınca yolun kenarında gördüğüm çiçekçiyle durdurdum arabayı. Sultanımın çiçeklerini almadan gider miydim hiç?

Arabadan indiğim anda yağmur damlaları bütün şiddetiyle yüzüme düşmüştü. Buna rağmen ağır adımlarla girmiştim çiçekçiye. Beni gülümseyerek karşılayan çalışana karşı dümdüz bir ifadeyle bakmıştım ben.

"Nasıl yardımcı olabilirim efendim?" diye yine aynı sevecenlikle konuşmuştu, karşımda duran genç kız. "İki dal beyaz kasımpatı." söylediğim tek şeydi bu. Kasımpatılar... Dalya sultanımın çiçekleri. Kızın yüzünden gülümsemesi düşmezken "Peki efendim. Hemen hazırlatıyorum." deyip bir iki adım atmıştı ki "Demet falan yapma. Sadece iki dal getir yeter." dememle durmuştu. Bakışlarını bana çevirip, kafasını salladı aşağı yukarı, 'evet' anlamında.

Annem her şeyin doğalını severdi. Ve bunun için de sadece iki dal kasımpatıyı bana vermesi yeterliydi. Ben buz gibi bakışlarımla yerimde dururken kız elinde iki dal çiçekle bana doğru geldi. Kız yanıma ulaştığında cebimden parayı çıkarıp ona verdim. Ve elinde olan çiçekleri de alıp beklemeden arkamı döndüm. Kızın arkamdan "Ama efendim bu para fazla!" diye seslenmesini önemsemeden çıktım dışarıya.

Para... Fazlasıyla vardı bizde o bok şeyden. Fazlasıyla mevcuttu bizde o kağıt parçalarından. İki hayatın elinden alınma sebeplerinden bizde çokça vardı. Şimdi kalkıp da kıza verdiğim fazla parayı önemsemezdim. Paranın benim için ifade ettikleri koca bir hiçti. Kullanmak mecburiyetinde olduğumdan kullanıyordum onu, yoksa varlığı yokluğu bir taraflarımda değildi. Bir de şu siktiğim dünyada paran var diye her şeyin var sanıyorlardı. Geri zekalılar, bilmiyorlar ki param var diye hiçbir şeyim yok.

Elimde olan çiçekleri yağmurdan korumaya çalışarak mezarlığa adımladım. Yaklaşmıştım zaten, arabayla devam etmeme gerek yoktu. Islanmış bir halde ulaşmıştım mezarlığa. Elime o koca demir kapıyı itip içeriye girdim. Girdiğim an içimdeki karmaşa daha da büyümüştü. Kaos meydanı felaket bir biçimde büyümüştü. Yavaş olan adımlarım, onların mezarlarına ilerlerken daha da yavaşlamıştı. Her geldiğimde böyle oluyordum. Ölüm kokusu bedenimi ağırlaştırıyordu sanki. 'Sanki'si fazla oldu, bedenim ağırlaşıyordu. Acı dolu yükler yükleniyordu omuzlarıma. Kaldırabileceğim ama altında ezildiğim... Buraya girince kaldırmayı reddediyordum çünkü. Yorgunluğumu hissettiğimdendi bu.

İsimleri yazılı olan mezarların yanına ulaştığımda iyice ağırlaştı bedenim. İlk önce annemin ıslak olan mezar taşına oturdum. Hayatım boyunca görüp görebileceğim en güzel kadının mezar taşına... Acaba toprak ondan güzelliğini almış mıdır? Hayır. Alamamıştır. Onun güzelliği ruhuna işlemişti çünkü. "Merhaba anne." dediğim ilk şeydi.

Buraya gelince sanki konuşmayı unutuyormuşum gibi oluyordu. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Toprağın altındaki bedenlerle konuşurken afallıyordu, çünkü insan. Hissettiği acı sebep oluyordu buna. "Rahat mısın o kara toprağın altında Dalya sultan? Huzurlu musun o gittiğin yerde?" Huzura, rahata, güvene, insana olan değere çok önem verirdi o çünkü. Dolunay... Bu özelliklerini annemden almıştı. O da hep huzurlu, güvenli, değer gördüğü bir yerde olmak isterdi. Demiştim ya, aynı annemin bir küçük kopyasıydı. Dolunay'ı, küçük kızı düşününce içimde olan karmaşanın arasından çok büyük bir acı sıyrılıp gelmişti bir anda. "Ah be anne neydi bu aceleniz?" Çok erken gitmişlerdi. O kadar erkendi ki, bizim için de her şey erken olmuştu. Erken büyümüştüm, erken yorulmuştum, erken yaşlanıyordum. Yaşlı sayılmak için illa ki bedenin çökmesine gerek yoktu, ruhun çökünce zaten yaşlanmışsındır. "Çok mu geç kalmıştınız da hemen gittiniz?" Ağzımdan çıkan kelimeler yağmur damlalarına karışıp da düşüyordu toprağının üzerine. O kelimeler, gözümden akmayanlardı. Hem zaten ağlamak için göz yaşına gerek yoktu ki. Bazen o akmayan yaşlar bir kelimeye dönüşürdü, bazense koca bir sessizliğe.

"Çok mu büyümüştük de bir başımıza bıraktınız bizi?" Şimdi büyümüştüm, hem de öyle bir büyümüştüm ki... Acı ile, öfke ile, nefret ile, hırs ile. Sanki geç kalmış gibi, erkenden büyümüştüm. Çok erken adım atmıştım ben koca bir geç kalınmamışlığa.

"Yaşıtlarım sokakta top peşinde koştururken, ben içimdeki acılardan kaçıyordum anne." Her kurduğum cümle daha fazla yoruyordu beni. "Millet oradan buradan öğrendiklerini küçük kardeşine anlatırken, ben kardeşimin yüzünü bile doğru düzgün görmedim." Dolunay'ı o sıralarda sanırım toplam dört kez görmüştüm. O yaşında gitmediği doktor, gitmediği terapist, gitmediği psikolog kalmamıştı. Oyuncak bebeklerle oynayarak gününü geçireceğine, gittiği manyak psikologlarla geçirmişti gününü. Ya da herkes gibi normal bir okula gideceğine o iki yıl içinde sadece özel kişiler için olan okula gitmişti. beni en çok yoran kendi acılarım değildi, onun acılarıydı. Ben bir türlü taşıyordum ama o... O kolayca taşıyamıyordu.

Boş olan elimi kalbime bastırdım. "Tam şuramda var ya anne, mutluluktan başka her şey var. Acı var, öfke var, nefret var, hırs var ama mutluluk, sevgi yok." O duygular bana çok yabancıydı. Tanıyamıyordum, bilmiyordum onları. Aslında bir yandan iyiydi çünkü gücümü bunlardan almıştım . Sırf bunun yüzünden bazen Dolunay'ın bu duygularını bile körüklemeye çalışmıştım. Geri zekalıydım. "Dolunay'a bile yansıttım bunu anne." Ne yaptığımı bilmiyordum bazen. O kıza önceden yaşattıklarım aklıma geldikçe, ebemi sikesim geliyor. Beynimi ya da. Boğulacakmış gibi olduğum anda ayağa kalkmıştım. Elimdeki çiçekleri mezar taşının arkasına bırakıp mezar taşını okşadım. "Sen bizi merak etme annem, rahat uyu." diyerek babamın mezarına geçtim.

Yağmurdan artık iyice ıslanmıştım. Yorgunca mezar taşına oturdum. "Merhaba baba." diye başta, anneme söylediğim ilk şeyi ona ona da söyledim. "Yoruldum baba." Gerçekten yorulmuştum. Yirminci yaşımın ortasında kendimi o kadar bitkin hissediyordum ki, sanki ertesi günü görmek istemiyordum. Bir gün daha yorulmak istemiyordum. "Acıyla büyümekten yoruldum. Nefretle yaşamaktan yoruldum. Boktan insanlarla uğraşmaktan yoruldum. Yoruldum bu hayattan baba." Hayatın yüzünü çok erken görmüştüm. Ve bu beni çok yormuştu artık. İçine girdiğim insanlar, bulunduğum ortamlar, uğraştığım kişiler, Dolunay'a iyi bir abi olma çabası... Bunlar beni hakikaten yormuştu. Çok erken büyüdüm derken laf olsun diye demiyordum, gerçekten çok erken büyümüştüm. Öyle ki bunu daha on altı yaşıma adımımı attığım gün benden tam altı yaş büyük bir kadınla birlikte olmamdan anlayabilirdik. Daha erkenlik çağının ikinci yılında yetişkin birinin yaptığı şeyi yapmıştım ben. Hem de yetişkin bir kadın ile. Bunu yapmak zorundaydım. Girdiğim o ortamlara gerçekten büyüdüğümü kanıtlamak için bunu yapmalıydım. Oralarda 'Adamlık' böyle oluyordu çünkü. Bir sürtüğü becermeden adam olmuyordun. Düşüncelerine soktuğum insanlar! 'adamlık' bunu sadece kelimeyle yaşıyordu o insanlar. Ben de hata etmiştim başta onlara uyarak.

Sırf o ortamlarda büyüdüğümü kanıtlamak için bunu yapmıştım. Ben öyle bir yola girmiştim ki, çıkış kapısı çok sapa bir yerdeydi. Çıkamıyordum bir türlü. Ya da belki çıkmak istemiyorum. Yorulduğum o ortamlardan, yorulduğum o insanların arasından çıkmak istemiyorum çünkü oralarda büyüyorum ben. Yorula yorula büyüyorum. Acı ile, o insanların arasında büyüyorum. Dedim ya, eğer onlar ölmeseydi ben bunları yaşamazdım. Eğer babam olsaydı bana o ortamların nasıl olduğunu söylerdi. Girmemem için uyarırdı beni. Ama yoktu işte, uyarılmamıştım birileri tarafından. Kimse bana dememişti oranın çıkış kapısının nasıl sapa bir yerde olduğunu. Kimse bana göstermemişti nasıl yaşanacağını. Ben de kendim öğrenmeye çalışmıştım. E benim öğrendiğim de buydu işte. Ama alışmıştım artık. Yadırgamıyordum. Önemsemiyordum. İçinde bulunduğum hayatı yadırgamıyordum.

"Çok yorgunum be Kaya Soykan." deyip mezar taşına dokunarak ayağa kalktım. Çok yordu bu yaşım beni. "Sen de rahat uyu baba." deyip arkamı döndüm ve yürümeye başladım. İçimdeki karmaşa saniyeler geçtikçe, içinden çıkılamayacak bir hal alıyordu. Geçen saniyelerle birlikte orası da bir çığ gibi büyüyordu. Azalmak yerine katlanıyordu her şey. Boğulacakmışım gibi oluyordum. Çıkamıyordum bir türlü o karmaşanın içinden. Bitik adımlarla mezarlıktan çıkıp arabama doğru ilerledim. Adımlarımı atarken aklımda tek bir düşünce vardı; Bu yıl her yıl yaptığımı yapmamak. Bu yıl her zamanki gibi yapmayacaktım. Her yıl o bok dağ evine giderdim, anne ve babamın öldürüldüğü eve. Bir kez daha çocukluğumu öldürmek için giderdim oraya. Bir kez daha acıyı tatmak için. Bir kez daha mutluluğumu, sevincimi öldürmek için. Ama bu yıl... Bu yıl gitmeyecektim. Dolunay için. Sırf onun için gitmeyecektim. Çünkü eğer gidersem, ölen sadece çocukluğum olmayabilir...

_______

Aynı günün gecesi

Dolunay-

Eve adımımı attığım anda ışıkları açmıştım. Eve gelmiştim. Gecemi evde geçirmek istiyordum. Annem ve babamın odasında. Bilmiyordum ama yıllardır girmeye çekindiğim odaya girmek istemiştim birden. Bu odaya girince her seferinde kötü olduğumdan çekiniyordum ama bu gece çok yoğun bir şekilde girmek istemiştim. Onun için Merih'e beni eve bırakmasını söylemiştim. Merih ve diğerleri başta gitmemem konusunda ısrar etmişlerdi ama bende ısrar edince sesleri çıkmamıştı. Çantamı ve o artık kıyafet demeye bile bin şahit gereken kıyafetleri merdivenin kenarına bırakıp öyle çıktım. O kadar halsizdim ki, onları yukarıya çıkaracak gücü kendimde görmüyordum. Omzumdan aşağı kayan Merih'in hırkasını biraz yukarı çektim. Onun hırkası vardı üzerimde, onun pijamaları vardı. Ve ben bunları ona vermeyi düşünmüyordum. Hem o da istememişti zaten. Böyle düşününce hafifçe gülümsemiştim. Dizlerimdeki acıyla birlikte çıkmıştım bütün merdivenleri. Önce o odaya yönelmek yerine kendi odama yöneldim.

Yavaş olan adımlarımla birlikte odama girdim. Bu dizler beni bu kadar zorlamak zorunda mıydı ya? Odama girince üzerimde olan Merih'in hırkasını çıkardım. Dolabıma giderek ona da kendi kıyafetlerim arasında bir yer açtım. Hırkayı askıya asıp kendi hırkalarımdan bir tane geçirdim üzerime. Onun hırkasını hemen çıkarmamın sebebi üzerindeki kokunun uçmasını istemediğimdendi. Gerçi o koku uçsa bile ben hala hissederdim ya neyse. Dolabımın üst rafından anahtar alıp kapağını kapattım. Tekrar odamdan çıkıp o odaya yöneldim

Yavaş olan adımlarım sanki oraya doğru yönelince daha da yavaşlamıştı. Aynı mezarlığa girince hızlanan kalbim şimdi de hızlanmıştı. Oraya çok nadiren girmiştim. Orası sanki benim için ağır geliyordu. Ve ben bu gece oraya girmek istemiştim. Neden bilmiyordum. Sani birisi bana oraya girmem gerektiğini söylüyor gibiydi. Kulağıma fısıldıyorlardı sanki.

Aydınlık holde attığım yavaş adımlarla ulaşmıştım anne ve babamın odasına. Elimde olan anahtarı güçlükle kapı deliğine sokup yine güçlükle çevirdim. Anahtar bile çok ağır geliyordu. Kapı kolunu indirmeden önce gözlerimi yumdum birkaç saniyeliğine. Nedensizce biraz korkuyordum içeriye girmekten. Sesini buradan bile duyduğum kalbim beni gülümsetmişti. Aynı Merih'in bana sarıldığında attığı gibi hızlı atıyordu. Gözlerimle kapıyı aynı anda açtım. Elim kapı kolundayken, kapıyı ittirip odaya girdim. Odanın ışıkları kapalıydı ama holden içeriye ışık doluyordu. Toz kokusunun annemin kokusunu bastıramadığı odaya girince gözlerim dolmuştu. Yavaş olan adımlarımı bu sefer de bu odada attım. Kalbim daha ne kadar hızlanabilir diye düşündüm o an. Yanağımdan bir damla göz yaşı süzülünce dudağımı ısırdım. Görüş alanıma ilk önce hala üzerinde yıllar önce örtülmüş olan örtüyle yatak girmişti. Sabahları yaptığım ilk iş bu odaya gelip bu yatakta zıplayarak onları uyandırmak olurdu. Ya da geceleri kendi yatağımda yatmak yerine burada bu yatakta babamın göğsüne başımı koyarak uyumak isterdim. Hatırladığım kadarıydı bunlar. Birçok sahne silinmişti onlarla ilgili beynimden. Onlarla ilgili hiçbir şeyi unutmak istemiyordum. Bari yaşadıklarımız aklımda canlı kalsın istiyordum. Onlar ölmüştü, en azından yaşadıklarımız canlı kalsın istiyordum.

Gözümden süzülen yaşlar ile bir kaç adım daha attım. Ama makyaj masasının yanında bir karartı görünce gözlerim korkuyla büyüdü ve daha adım atmadım. Başta holden içeriye sızan ışıkla ne olduğunu anlamamıştım ama sonra daha dikkatli bakınca ne olduğunu anlayabilmiştim. Ama tam kesin emin olmak için ışıkları açıp tekrar orya baktım. O an gözüme ondan başka bir şey daha ilişince adım atamadım. Tek bir adım... Tek bir adım daha atamadım. Bir adımı geçtim ayağımı yerinden dahi kıpırdatamadım. Yaşlar süzülen gözlerim korkuyla büyüdü. Yorgun olan bacaklarım o an tamamıyla işlevini kaybetti ve yaralı olan dizlerimin üzerine bir kez daha düştüm. Sessiz olan odada düşüşümün sesi yankılanmıştı. Dizlerimde hissettiğim acıyı o an umursamadım. Çünkü boğazıma çöken acı daha ağırdı. Zehirden olan kocaman bir yumru çöktü boğazıma. Ne göz yaşımla akıtabildim o zehri, ne de güçlükle dışarıya bıraktığım nefesimle... O zahirden yumru da boğulacağımı sandım. Ama ne beni boğdu ne de beni bırakıp gitti. Yapıştı boğazıma, gitmek istemezcesine.

Bütün bildiğim kelimeler, bütün bildiğim sözcükler, bütün bildiğim eylemler buhar olup havaya karıştı. Ya da sis olup boğazımdaki zehrin yanına çöktü. Soluksuz kaldım birkaç saniyeliğine. Göz yaşlarım da duran beynime eşlik edip durdu o an. Sessizlikle birlikte kulağım da çınlamaya başlamıştı. İnce bir ses kulağımda oluşmuştu. Ne yapacağımı bilemedim, ne diyeceğimi bilemedim. Sanki gördüğüm manzara birden beynimi yutuverdi. Bir koca bilinmezliğe düşmüş gibi oldum. Ne sesim çıktı ne soluğum... Yutkunamadım bile. Yemin ederim yutkunamadım. O zehir o kadar kuvvetliydi ki, yapamadım bunu. Yutkunamamak ne acıydı o sıralarda. Hareket edemedim, konuşamadım, gözlerimden yaşları akıtamadım, nefes bile güçlükle aldım. Öldüm sandım o an... Bittim sandım... Her şey bitti sandım... Bir kez daha acı içine düşeceğim sandım. Yok olacağımı düşündüm. İçimde ne varsa bin parça olup etrafa saçıldı sandım... Yemin ederim bunları hissettim.

Beynimin içinde küçüklüğümün attığı çığlıkla elim boğazıma gitmişti. "Hayır,!" diye bağırdı yine küçük Dolunay. Elimi daha da bastırdım boğazıma. Yumruyu geri yollamaya çalıştım. Ama dedim ya yapışmıştı sanki oraya, gitmedi. "Hayır!" diye yine bir çığlık yankılandı beynimde. Yüzümü buruşturdum acı ile. Canım yandı o öyle bağırınca. Gözlerimde duran yaşlar tekrar süzülmeye başladı. Onlar da bir bulutun üzerine binip ulaştılar boğazıma. O an sanki her şey beni boğmaya çalışıyordu. Çıkmayan sesim bile beni boğmaya çalışıyordu. Dudağım titremeye başladı, dişlerimi bastırdım ben de. Ama nafile titremeye devam etti. Elimi boğazıma öyle bir bastırdım ki, ardı ardına hıçkırıklarım kaçtı ağzımdan. "Y-yapma..." dedim konuşabildiğimde. Bana bakmıyordu. Ne dizlerimin üzerine düştüğümde bakmıştı ne de ağzımdan kaçan hıçkırıklarda. "A-abi..." dedim çenem titrerken. Bakmadı yine bana. Bakmadı acı çeken bana. Bakmadı küçük kardeşine. Göz yaşlarım boğazıma dolarken kendimi konuşmaya zorluyordum. "Lütfen..." dedim pürüzlü sesim ile.

Bir kez daha bastırdım elimi boğazıma. Bu sefer öksürmüştüm. Ama o yine bakmadı bana. Sadece... sadece karşısındaki duvara bakıyordu. Korku rüzgarları esti o an etrafımda. Yerimde titredim. Üşüdüm sanki birden. Düşüncelerim yüzünden üşümeye başladım. Olabilecekleri düşündükçe üşüdüm. "Lütfen yapma..." diye hıçkırırken konuştum. Dizlerimde olan yarayı önemsemeden öne doğru kaydım. Canımın yanması umurumda değildi. Eğer şimdi engel olmasam bütün hayatım boyunca canım yanacaktı. Bir kez daha ağzımdan hıçkırık kaçınca yaralı olan elimi bastırmıştım ağzıma.

Abim... O ne yapacaktı kendine? Nasıl yapacaktı bunu? Bu-bunu yapabilir miydi gerçekten? Bunu yapar mıydı? "Lütfen abi..." dedim elimi ağzımdan çekerken. Ben... Nasıl dayanırdım buna? Bana ne olurdu? Ne yapardım? Yine mi acı ile boğulacaktım? "Kaldıramam..." Kaldıramazdım ki. Yapamazdım ki. Biraz daha dizlerimin üzerinde kaydım ona doğru. Göz yaşlarım gündüz olduğundan daha çoktu. "Dayanamam... Lütfen bırakma beni." Dayanamam gerçekten. Yapamam onsuz. Ben de ölürdüm. Dudaklarımı bastırdım birbirine hıçkırıklarımı engellemek için.

Neden bana bakmıyordu? Neden yokmuşum gibi davranıyordu? Ve... Ve neden elinde bir silah vardı? Korkuyla tekrar yerimde titreyip biraz daha kaydım ona doğru. O silahla düşündüğümü yapmazdı değil mi? Yapmayacaktı değil mi? Lütfen... Lütfen düşündüğümü yapmasın. "Sen de gitme..." Beni hayata küstürüp de gitmesin o da. Bir kez daha... Bir kez daha kaldıramam ölümü. Bir kez daha teslim edemem ona birini. Bir kez daha ölümün gözlerimin içine bakarak benden birini kaçırmasına izin veremem. Bir kez daha gözlerimin önünde birinin ölmesini kaldıramam. "Sen de bırakma beni... " akıttığım her damlada boğulacakmış gibi oluyordum. O da giderse ne olurdu?

Dizlerimin üzerinde biraz daha yaklaştım ona. Sanki aramızda ki o bir kaç adımda kapanacak mesafe kapanmak bilmiyordu o anlarda. Yoksa ölüm mü giriyordu aramıza? Yoksa o mu uzatmıştı mesafeyi bu kadar?

"Yemin ederim... Yemin ederim dayanamam abi..." Annemi babamı ölüme teslim etmiştim, şimdi onu da edersem nasıl dayanırdım? Nasıl kaldırırdım o acıyı? Nasıl direnirdim? Yapamazdım... Dayanamazdım. "Ben de ölürüm..." O ölürse bende ölürdüm. "Ben de biterim..." Başka ne olacak zaten? Ben de biterdim. Ben de yok olurdum.

Sonunda dizlerimde hissettiğim sıcaklıkla yanına ulaşmıştım. O karşıdaki duvara bakıyordu, elindeki silah ile. Bir ayağını kendine doğru çekmiş, diğer ayağını uzatmıştı. Silah olan elini kendine taraf çektiği dizine koymuştu. Ben de dibine kadar girip öbür koluna dokundum. Beni hiç fark etmiyor gibiydi. "Yok edersin beni de abi... Anlıyor musun? Yaşayamam." Yalvarırcasına dokunuyordum koluna. Acı çekerek. Titreyen çenem, gözümden boşalan yaşlar, hıçkırıklarım... Bunların hiçbiri mi onun dikkatini çekmiyordu? Neden yok sayıyordu beni?

"Yapma bunu bana... Yapma bunu kendine... Yapma bunu bize ne olur." Hiç düşünmüyor muydu o gidince bana olacakları? Kendini önemsemiyor beni de mi önemsemiyor? O gidince benim de kalmayacağımı hiç mi bilmiyor? "Öldürme bizi..." ölen tek o olmazdı ki. Giden tek olmazdı. "Sen de gitme benden lütfen." dişlerimi birbirine bastırarak söyledim bunu. Lütfen o da gitmesin... Lütfen o da annem ve babam gibi beni yarı yolda bırakmasın. Yapmasın bunu lütfen.

"Konuş benimle. 'yapmayacağım' de abi lütfen." koluna dokunuyordum bana bakması için. Ama nafile. "Yaşayamam ki ben sen de gidince..." yanağına dokundum. Bu son dokunuşum muydu yoksa? Kalbim acıdı bunu düşünürken. Bir ölümü daha kaldıramayacağını haykırır gibi atmaya devam etti. Bu acıyı ona aşılamamamı söylercesine. Bir anda elimi yumruk yapıp yanda olan makyaj masasının kenarına vurdum. Dişlerimi sıkıp "Eğer... Eğer sen de benden gidersen abi, asla affetmem seni." dedim dişlerimin arasından. Sesimi de yükseltmiştim. Kafamı sağa sola sallıyordum korkuyla."Hiçbir zaman affetmem. Duyuyor musun beni? Hiçbir zaman." bunu deyince dakikalardır duvara sabitlediği bakışlarını bana çevirdi. Gözleri gözlerime değdiği an az önce olan tavrım yine yerini çaresizliğe bırakmıştı. Tekrar yalvarırcasına dokundum yanağına. Gözlerimi tek saniyeliğine ayırmıyordum gözlerinden. Gözlerimdeki acıyı, gözlerimdeki çaresizliği, gözlerimdeki üzüntüyü görsün de vazgeçsin diye. "Lütfen... Lütfen abi, bırak o elindekini." diye tekrar yalvardım. Bakışları ilk önce yanağımdan ardı ardına süzülen damlalara kaydı. Yavaşça o yolu izleyip titreyen çeneme baktı. Daha sonra titreyen dudaklarıma...

"Lütfen bırak o ölüm çırağını." diye bakışları hala dudağımdayken konuştum. "Korkuyorum abi. Lütfen bırakma beni, çok korkuyorum." gitmesinden o kadar çok korkuyordum ki... Tekrar gözlerimi buldu o ifadesiz gözleri. Yalvarırcasına baktım gözlerinin içine. "Lütfen... Yaşayamam abi yaşayamam. Annem ve babam zaten yok bir de abisiz bırakma beni..." artık o elindekini bırakması için delicesine yalvarıyordum. Gözlerimdeki yalvarış ses tonumda olandan daha baskındı. Çünkü gözümde öyle bir korku vardı ki... Tıpkı o gün olanınki gibi. "Bu 27 Aralığı da senin ölüm günün ilan etme. Lütfen..." On yıl önce olanı bugün de yaşamak istemiyordum. Eminim bugün daha ağır olurdu. Üç ölüm... Üç ölümü kaldıramam ben. Dayanamam.

Gözleri hala bendeyken elinde olan silah yavaşça kayıp, gürültülü bir şekilde yere düştü. O an tek salise bile beklemeden o silahı alıp yerden sürükleyerek odanın en köşesine fırlattım. Bakışlarımı ona çevirdiğimde hiç beklemeden beni kendine çekip, kollarını etrafıma doladı. Ben de tabi. "Çok korktum. Sen de gideceksin, sen de beni bırakacaksın diye çok korktum." hıçkırıklarım artarken söylediğim şeydi. O konuşmuyordu. Bu beni korkutsa da sesimi çıkarmadım, konuşmamasına. Ama hala az önceki manzarayı tekrar yaşamaktan korktuğumdan "Abi eğer beni bırakırsan, affetmem seni. Gerçekten affetmem." dedim ağlamam arasından.

Ve ben o an bir kez daha anladım ölümün hayatımdaki konumunu. Bir kez daha gördüm ondan nasıl korktuğumu. Ölmekten değil, ölümden korktuğumu bir kez daha anladım. Ve ben bugün bir kez daha ölüme boyun eğmek zorunda kalsaydım, ne abimi affederdim ne kendimi... Ne ölüme kurban giden onu affederdim ne yaşama mahkum olan beni...

*******

Ve bölüm sonu:)


Continue Reading

You'll Also Like

801K 36.2K 20
Son yirmi yedi saniye. Zaman gelmişti, kulaklıktaki ses son kez konuşacaktı. "Sonuna geldik, küçük hanım," Alacağı canları düşündükce duyduğu memnuni...
1.9M 69.9K 59
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Lavinia: Sana vermem gereken bir ceza vardı. Defne: Tobe hasa Defne: Ben ned...
174K 8.5K 20
Staj yaptığım hastanede karışan o kız çocuğu bensem?
913K 63.9K 37
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...