Kırmızı Anahtar

By EsraCanlii

3.8M 185K 272K

Tüm Türkiye'de aranan azılı bir kanun kaçağı ve onu asıl kimliğini bilmeden evine alan gazeteci bir kızın hik... More

OKUMADAN BAŞLAMAYINIZ!
2. Bölüm: Redkey
3. Bölüm: Tarhana ya da menemen
23. Bölüm: Kaldığı Yerden Devam Etmedi - 2. Kitap
24. Bölüm: Günler
25. Bölüm: Zarf
26. Bölüm: Koku
27. Bölüm: Hayatımın Casusu
28. Bölüm: Başarısız Girişimler
29. Bölüm: Piyango
30. Bölüm: Yeni Bir Yıl
31. Bölüm: Cevaplar Kitabı
32. Bölüm: Deniz'den Okyanusa...
33. Bölüm: Ev
34. Bölüm: Geçmişin Anahtarı
35. Bölüm: '1Numaralı Şüpheli'
36. Bölüm: 'Güvercin De Uçurur Muyuz?'
37. Bölüm: 'Burada İşler Üç Şekilde Yürür!'
38. Bölüm: 'Dünyayı Satan Adam'
39. Bölüm: Her Şeyin ve Hiçbir Şeyin Kutusu
40. Bölüm: 'Güzel Çocuklar'
41. Bölüm: Sırlar ve Ölümler Üstüne
42. Bölüm: Yeni Yetme Bir Gangster
43. Bölüm: Zincirkıran - 2. Kitap sonu
44. Bölüm: Şekerin Tadı - 3. Kitap
45. Bölüm: 'Suç değil rövanş'
46. Bölüm: Olasılıklar
47. Bölüm: 'Sadece beş dakika'
48. Bölüm: Yanılgı
49. Bölüm: Ödenmemiş Bir Hesap
50. Bölüm: Yol Ayrımı
51. Bölüm: Gördüğümüz Şey, Baktığımız Yer
52. Bölüm: Şüphe
53. Bölüm: 48 Saat
54. Bölüm: Masumiyet Karinesi
55. Bölüm: Yüzleşme ve Karmaşa
56. Bölüm: Bin Basamaklı Merdiven
57. Bölüm: Tesir altında
58. Bölüm: Uyanmak II
59. Bölüm: Kefaret
60. Bölüm: Bir Kelebek Kanat Çırptı
61. Bölüm: Yeşil Kasa - 3. Kitap sonu
62. Bölüm: 'Bazı bedeller ağırdır' - 4. Kitap
63. Bölüm: 'Deniz Bitmez'
64. Bölüm: 'Canavar'
65. Bölüm: İllüzyon -I
66. Bölüm: İllüzyon II
67. Bölüm: Suç ve Ceza
68. Bölüm: Deniz'e Doğru
69. Bölüm - Final: Kurşun Asker ve Dansçı Kız

1. Bölüm: Kapımdaki yabancı - 1. Kitap

125K 7.1K 6.2K
By EsraCanlii


***

Dereceleri temmuzla yarıştıran sıcak bir eylül akşamında, gökte ay kristal top gibi parlarken, karanlıklardan çıkagelen yabancı bir adam, yaralı gövdesini kapımın tam önüne bıraktı.

Yorgun ve yalnızdı. Elinde, her kilidi açan bir anahtar, önünde daha önce kimseye açılmamış bir kapı vardı. Eşiğin ardını öngörebilseydi belki de bir adım daha atmaz, damlası denize karışmaz, elini ateşe uzatmazdı. Oysa biraz düşünse, kendisini bekleyen muhtemel sonu, henüz çocukken okuduğu acıklı bir kitabın son sayfalarında gördüğünü hatırlayacaktı. Kurşun Asker'i ve Dansçı Kız'ı.

Kor alevli bir şöminede eriyen simsiyah bir kurşunun, bükülüp kalp şeklini alana dek bir külün koynunda yanması ona hiçbir zaman romantik gelmemişti zaten. Hazin sonuna şiddetle karşı çıktığı bir çocuk kitabının, kendi kaderini belirleyeceğinden de henüz haberdar değildi. Ne o ne de ben.

Dereceleri, temmuzla yarıştıran sıcak bir eylül akşamı beni, hiç okumadığım bir çocuk kitabının hazin sonunda, kaderimin kesişeceği adamla buluşturdu.

Burada takvim yaprakları Eylül'ün 1'inden sayılıyor.

Çünkü burası, tam da o yer.

Kelepçesinin ibresi, parmağıyla bileği arasında gidip gelen o adamı, sonsuz bir döngüde bekleyeceğim yer.

Burası, elimizin ateşe uzandığı yolun bir adım gerisi;

Kurşun Asker ve Dansçı Kız'ın hikayesinin başladığı yer.

❧⸻₭.₳⸻❧

Yatak odamın zeminine saçılan eşyaların yarattığı karmaşa anksiyetimi kaşısa da, hiçbiri elimde tuttuğum kağıt parçası kadar canımı sıkmıyordu. Önlü, arkalı yazılmış, utanç vesikası gibi bir kağıt parçasıydı bu. Birkaç güne mahalleden taşınacak olan yan komşum Nazmiye Teyze'nin istediği boş kolileri ararken birden bire elime geçivermişti. Yatağımın bazasını kaldırmış, katlanmış kolileri dışarı çıkarırken eski bir poşet dosyanın içinde görmüştüm.

Üzerinde yazan, "Aşkın icadı" başlığını okuduğumda dosyayı hiç açmamam gerektiğini biliyordum. Yine de... Mazi bir yerlerden dürtmüştü işte. Kağıda baktıkça kalp atışlarım hızlanmaya, hafızamın derinlerine gömdüğüm geçmiş, küçük bir çatlaktan sızarak gözlerimin önünde kanlı, canlı dirilmeye başladı.

O vakitler üniversite ikinci sınıfın güz dönemindeydim. Nagehan isimli, aklını duygular ve duyguların insan davranışları üzerindeki etkisiyle bozmuş hocamız, aşkın ortaya çıkışına yönelik bir deneme yazmamızı istemişti bizden. Bunun içinse hayal gücümüzün sınırlarını zorlamamızı, hatta mümkünse tamamen hayali, destansı bir teori bulmamız gerekiyordu. Çünkü Nagehan'a göre, iyi bir gazeteci, en olmaz denenleri bile mantık düzleminde temellendirebilendi. Bu nedenle denemeler, ikna kabiliyetimizin kalemtıraşıydı, bizlerse kanatlı atların, peri tozlarının, ok atan Eros'un olduğu bir ütopyayı içselleştirip edebiyatın sihirli dünyasıyla buluşturacak olan acar gazeteciler(!) Üç gün süremiz vardı. Ağlak, dramatik fedakarlıklarla bezenmiş histerik hikayelerden bir data oluşturmak istediği son derece açık olan Nagehan Hoca'yı memnun etmek için tüm sınıf seferber olmuştuk. Ortaya neler çıkmadı ki... Adem'le Havva'dan, Leyla ile Mecnun'a kadar bolca gözyaşı yüklü kavuşamamalar, sürgünler, çöle düşenler, zehir içenler... Dahası peri kızları, kurbağaya dönüşmüş asıl oğlanlar, vampirler, yarasalar derken 'Aşkın İcadı' Nagehan Hoca için yeterince tatminkar cevaplar bulmuştu. Biri hariç.

550781322 numaralı bendenizin, Deniz Doğanay'ın yazdığı ve Nagehan Hoca'nın koca sınıfın önünde, iğneleyici bir ifade takınarak yüksek sesle okuduğu kağıt parçası:

"Aşkın İcadı"

"İnsanlık tarihinin dönüm noktalarını oluşturan birtakım icatlar vardır. Bu icatlardan en kritik olanları ise sırasıyla; ateşin, tekerleğin ve aşkın icadı...

Kronoloji aynen şöyle işledi: İlkel insanların ileri gelenleri, çetin doğa koşullarıyla savaşırken önce ateşi icat etti. Taşları birbirine sürterek ateşi bulan ilkel insan, o gün toplumsal anlamda da kademe atlamıştı. Şöyle ki, sürtünen iki taşın arasındaki uyum, günümüzde sık rastlanan 'birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan zaman' ve 'bir elin nesi var, iki elin sesi var' gibi bütünleştirici dopinglerin de fitilini ateşlemiş oldu.

Tabii, icatlar tarih sahnesinde kapalı gişe oynarken insanlık da rehavete kapılmadan edemedi. Çünkü ateşi bulan ilkel insanın ilk işi bulduğu ateşi bacasına sardırmak olmuştu. Tarihi bulgulara göre, ateş bacayı ilk o zamanlar sarmıştır. Alışılmadık bu alevler karşısında uzun süre direnemeyen o bacalar da zamanla birer birer erimeye başladı. Çağlar boyu eriyik halde seyreden lavlar, bakırı ve tuncu da ele geçirdikten sonra ilerleyişine basına kapalı olarak devam etti. Takribi aynı günlerde ise ilkel insanlık aleminde müthiş bir isyan baş gösterdi.

Ateşin söylendiği kadar matah bir buluş olmadığını, bacası tutuşan vatandaşların mağduriyetini, ateşin mağaralar arası anlaşmazlığa yol açıp ikircik yarattığını öne süren bir grup, duvarlara kazıdığı birtakım şekillerle tarihin ilk protestosunu gerçekleştirdi. Bu başkaldırışı ise intihar teşebbüsleri takip etti. Ateşinin bir türlü sönmediğini iddia eden birkaç ilkel insan, kendini kayalıkların yamacından aşağı bıraktı. Ama bu acı olay, insanlığın başını karanlık çağın uykusundan kaldırmasına sebep olacaktı. Kendini yamaçtan aşağı bırakan insanların hem hızlı hem de ahenk içindeki bu yuvarlanışı toplumda büyük bir aydınlanma yaratmıştı. Ve böylece bir yerden bir yere yuvarlanılarak daha kolay gidileceğini gözlemleyen ilkel insanlık, tekerleği icat etmede ilk domainini elde etmiş oldu. Sonrası ise çorap söküğü gibi geldi. Ateşi bulup bacasına sardıran insanlık, tekerleği de bulduktan sonra ateşini söndürecek diyarlara keşfe çıktı. Ve işte aşk da böylelikle icat edilmiş oldu.

Mayasında; buzları eriten ateşler, bakıra, tunca şekil veren lavlar ve yoluna, önüne çıkan her şeyi içine katarak devam eden asırlık bir devinim barındıran aşk, bu sebepledir ki, yüzyıllardır hep aynı tabirlerle tarif ediliyor. 'İçin erimesi, tenin yanması, aşkla şekil almak, aşkı aramak, aşka sürüklenmek' gibi beylik laflar bu yüzden bugün her kalbe bu kadar tanıdık geliyor. Yani aşk için yeni bir sistem yok. Dün ne yapıyorsa, bugün de arkasında...

Sözün özü, insanlığın en çetrefilli icadı olan aşkı, bu istikrarından dolayı hem ilkel hem de modern insanlık adına kutlamayı bir borç bilirim."

Önlü arkalı, iki sayfayı dolduran bu kağıt parçası yüzünden, hocayla dalga geçmekten, aşkı tekerlekle bağdaştırma hadsizliği göstermeme, duygusuzluğumdan terbiyesizliğime dek paçalarıma kadar kınanmıştım o gün. Türk ahlak sisteminin çöküşünü hızlandıran yeni bir popüler kültür akımıymışım gibi bakıyordu Nagehan Hoca bana. O dönem beni dersinden büyük bir hoşnutlukla bıraktı. Ve kişisel bir takıntıdan çok, kamu yararı gözetir gibi yaptı bunu. Tabii, yazdığım deneme de tüm İletişim Fakültesi'nde alay konusu olmuştu. Duygusuzlukla, sevgiyi tatmamakla ya da ihanete uğradığımdan hayattan vazgeçmiş olmakla itham edildim. Sanırım bel üstü söylentiler daha fazla acıtmıştı canımı. Zira kalbim, beş santim kadar yukarısına denk geliyordu.

O günlerde avazım çıktığı kadar bağırmak istemiştim. "Bütün çıkarımlarınız tam isabet. Hatta fazlası yok, eksiği var" demek istemiştim. İstemiştim. Yapamadım. Bir köşeye sinip söyleyeceklerim alnımda yazılıymışçasına anlaşılmayı bekledim. Anlamalıydılar. Benim gibi biri, aşk gibi karmaşık bir meseleyi nasıl tasvir edebilirdi? Filmlerdeki öpüşme sahnelerinde kafasını öte yana çeviren, insanlarla tokalaşmaktan dahi imtina eden hasta ruhlu birinden aşka dair duygu yüklü çıkarımlar beklemek büsbütün bir hata olurdu. Bana aşktan bahsedemezlerdi. Yıldızları bilmeyen birine galaksiyi anlatamazsınız.

Şimdiysebu kağıdı niye saklamış olduğuma dair hiçbir fikrim yoktu. Zira anılarıylabarışık biri değildim. Aşağı yukarı sekiz yıldır hatırlamakla ilgili tümeylemlerden, bulgu ve kalıntılardan itinayla uzak duruyordum. Dünü unutur,bugünü yaşar, yarını programlardım. Çünkü bilmem gerekti. Yarın saat 14.30'danerede ne yapıyor olacağımı bilmem gerekti. Ve bir de kendime, bendenize dürüstolmam; Çünkü dünü öylesine unuttun ki,bilmeye dair tüm hıncını yarından çıkartıyorsun, Deniz!

Çıkartıyordum.

Ta ki, araladığım bir kapının ardından tüm geçmişim ve geleceğimin tepetaklak olduğu o güne kadar...

〰 ⏱ 〰

Elimdeki kağıdı hızlıca katlayıp yatak odamdaki dolabın en alt rafına kaldırdım. Beni bir anda hiç hatırlamak istemediğim o eski zamanlara götüren kağıt parçasını daha fazla göz önünde tutamazdım.

Yüzüme bolca soğuk su çarpıp koliyle birlikte evden çıktığımda saat akşam 8'e geliyordu. Dışarısı ise son derece bunaltıcıydı. Kendini temmuz zanneden şizofren bir eylül akşamı ancak bu kadar sıcak olabilirdi. Tek bir dal bile kıpırdamıyordu. Gri tonda bir ağırlık, dar sokağımızın iki yakasına da hakim olmuştu.

Çok fazla oyalanmak istemiyordum. Sokağın sonuna kadar hızlı adımlarla yürüdükten sonra sağdaki ahşap apartmanın iki numaralı ziline bastım ve elimde tuttuğum dev koliyi yüzümde sahte bir gülümsemeyle yan komşuma teslim ettim.

"Teşekkür ederim Denizciğim" dedi, yaşı 80'lere dayanmış sevimsiz komşum Nazmiye. "E yani artık sen de ne bileyim, şu gastecilik şeysini bir kenara mı bıraksan... Belki artık haber peşinde koşmaktansa koca peşinde koşarsın da, yakında evini barkını kurup sen de taşınırsın buralardan inşallah... Yaşın da geldi malum. Yok mu bir isteyenin falan?"

"Valla senin de yaşın geldi Nazmiye teyze inşallah..." dedim, iğneleyici bir sesle. "E yani artık şu taşınma şeysini, ne bileyim, bu fani işleri bir kenara mı bıraksan sen de? İki gün sonra ebedi istirahatgahına uğurlanacaksın ama hala dünyalığının peşindesin... Yok mu bi' hastalığın falan?"

"Terbiyesiz!"

Orada durun işte Nazmiye Hanım. Bende bir hissiyatın yoksunluğuna dair tespit yapmadan evvel, rica ediyorum önce siz onun varlığını kendinizde ispatlayınız.

"Bilmukabele teyzeciğim!"

Nazmiye'den aldığım hayır duanın ardından evimin bulunduğu apartmana doğru yürümeye başladım. O sıra etraftan polis sirenleri geliyordu. Beyoğlu için sıradan şeyler dedim içimden, üzerinde durmadım.

Hızlı adımlarla eve dönüp kendime bol salçalı bir tost yaptıktan sonra ise televizyonun başına oturmuştum. Koca peşinde değil, haber peşinde koştuğumdan olacak, evlilik programlarını zaplayarak haber bültenlerine göz atmaya başladım.

Gündemde değişen hiçbir şey yoktu. Kaygan zemin kazayı beraberinde getirmiş, işçiler greve çıkmış, cinnet getiren adam iki çocuğu ve karısını öldürüp intihar etmiş.

Ama tabii hiçbirinin haber değeri onun kadar değil;

Redkey.

Yüzüne taktığı kar maskesiyle, suçlu olduğunu iddia ettiği birtakım kişileri kamera karşısında konuşturan, ardından da boyunlarına kırmızı bir anahtar takarak emniyete teslim eden bir tuhaf adam... Kendisi gündemden düşecek gibi görünmüyor.

Haber başlıkları ise hep aynı:

"Redkey kod adlı şahsın izine son olarak Bahçelievler'de rastlandı. Özel timin nefes kesen operasyonu birazdan Billur TV'de..."

"Redkey son birkaç aylık sessizliğini ne zaman bozacak? Neyi bekliyor? Gazeteci Yazar Eyüp Kulaçan canlı yayında açıklıyor!"

"TBMM önünde bulunan bomba düzenekli paketin yankıları sürüyor. İçişleri Bakanlığından yapılan açıklamaya göre en önemli şüpheli ise Redkey!"

"Redkey bir proje mi? Arkasında MOSSAD mı var? Birazdan ZAN TV'de..."

"MİM TV açıklıyor! Cinlerle bağlantı kuran Maşuki-i İdris Hoca Efendi'den Redkey'e dair tüyler ürperten sözler! Redkey sadece bir suçlu mu yoksa Deccal mi? Birazdan..."

Daha fazla dayanamayıp TV'yi kapattım. Aşırı uçlarda gezinen bu militarist insanlardan bunalmıştım. Ne Redkeymiş! Kimisi onu peygamber ilan ediyor kimisi ise şeytanın yeryüzündeki temsilcisi?

"Palavra!" dedim, o an kendi kendime hayıflanarak. "Bir insanın aynı anda birbirine böylesine zıt iki şey birden olduğu iddia ediliyorsa, bence o her ikisi de değildir."

Yine ne çok biliyorsun sen ya? Tostunu ye Deniz, tostunu.

"Buz gibi olmuş..." Tostumdan bir ısırık alıp memnuniyetsiz bir ifadeyle film zulama daldım. Pazar gününün Yeşilçam kuşağında bu akşam 'Yaban' filmi vardı.

Gülşen Bubikoğlu ve Kadir İnanır'ın başrollerini paylaştığı filmde, iki farklı hayat süren Alev ve Ali'nin öyküsü anlatılıyordu. Sosyetik Alev, yabani bir hayat süren Ali'ye gönlünü kaptırır ve sonra olaylar, olaylar...

Beş yıl öncesine ait bir kağıt parçasının ruhunda dağıttıklarını toparlamak adına yapabileceğin yegane eylem bu çünkü Deniz; film izlemek.

Kimin değil ki? Gerçeklerin yükü ağır geldiğinde, savaşmaktan yorulduğumuzda ya da hayatta anlam vermeye değer hiçbir yaşantı keşfedemediğimizde daha çok film izliyor, daha çok kitap okuyoruz. Bu sayede bir süreliğine de olsa kendi sorunlarımızı unutup hayallerimizi konuşturuyoruz sanırım. Romandaki seri katilin kim olduğuyla meşgul oluyoruz mesela? Ya da filmdeki Alev olup ayrı dünyaların insanı olduğumuzu bile bile Ali'nin peşinden koşuyoruz.

Yok Tanrım, bu bir şikayet değil! Biz... Biz kıyıda köşede kalmış insanlar, böyle iyiyiz. Filmleri ve kitapları İnsan Hakları Ruhsal Seyahat Özgürlüğü Beyannamemiz olarak kabul ediyoruz. Çünkü kendimizi dış dünyadan soyutlamanın daha zahmetsiz bir yolunu henüz icat edemedik. Ya daha çok film izleyip kitap okuyacağız ya da madde bağımlısı olacağız.

O sıcak eylül akşamında da, bundan önceki diğer ayların, hatta mevsimlerin diğer akşamlarında da olduğu gibi, birinci seçeneği tercih ederek film izlemeye başlamıştım. Çayımla eşgüdümlü olarak azalan film, henüz ortalarına gelmemişti ki, sokağımdan birtakım sesler yükselmeye başladı. Merakla kalkıp perdeyi hafifçe araladım. Önlü arkalı üç kişinin sokağı koşarak geçtiğini görmüştüm. Birinin elinde silah olduğuna emindim. O an yarım saat kadar önceki polis sirenlerini ciddiye almam gerektiğini anlamıştım. Ya da tam anlıyor gibiydim ki, anlamam büyük bir gürültüyle yarıda kesildi. Kaldı ki anlama dair bir şeylerin sonunu getirmem, ender rastlanan bir şeydi.

Gürültü, şiddetli bir kapı kapanması gibiydi. Ve kapanan kapının da oturduğum apartmanın kapısı olduğu bir hayli açıktı. Hoş... Bu durum, dört katlı 'Görgülü' apartmanı için sıra dışı bir hadise sayılmazdı. Yaşadıkları apartmanın adına tepki olarak dünyaya getirdikleri dört oğullarıyla bir üst katımda yaşayan ailenin rutin vukuatlarıydı bunlar.

Saadet Hanım ve eşi Fahrettin Bey'in iri kıyım çocukları: Hamdullah, Hakkı, Hasan ve Bora. Evet Bora! Ama adı kimseyi yanıltmasın. Dördüncü veledin yapım damgasında modernizme geçişler görülse de çiftin eserlerinde genel olarak nihilist bir çizgi var. Yok sayıyorlar; komşuları, uyuyanları, uyuyamayanları, hastayı, ölüyü, diriyi. Özellikle de dış kapıyı! Bu umursamaz, kin dolu kapı çarpışı tamamdı da, zabıtadan kaçan işportacı misali merdivenleri tırmanan dört azmanın toynak sesleri eksikti. Zira anneleri Saadet Hanım'ın beyanatına göre, asansörü, içine sığamadıkları için kullanamıyorlarmış. O yüzden ki ne zaman apartmandan içeri girip merdivenleri çıkmaya başlasalar, bu sıradan hadise bana, yer kabuğunu çatlatan büyük bir doğa olayı gibi gelir.

"Ay kim geldiyse geldi, bana ne!" diye homurdandım o sıra kendi kendime. Perdemi kapatıp gece gece yaşadığım gereksiz atraksiyonu boş vererek mutfağa çayımı tazelemeye gittim. Kulağımı, merdivenden gelecek velet seslerinden de büyük ölçüde uzaklaştırmıştım ki, elimde fincanımla holden salona geçerken az önce sırtımı döndüğüm merakıma ansızın tekrar yenik düştüm.

Kendimi birden evimin kapısında bulmuştum. Yüzümü kapının gözetleme deliğine yapıştırarak, içeriden apartman boşluğunu izlemeye başladım.

"İlginç..."

Sensörlü ışığın yanmasına rağmen ortada kimseler yoktu.

"Bozuldu mu acaba?"

O sıra ışık birden söndü.

"Apartmana kedi mi girdi ki?"

Derken ışık tekrar yandı.

"Ne-... Ne oluyor ya?"

Yüzümü, kapımın gözetleme deliğinden yavaşça uzaklaştırdım o an. Durumdan işkillenmeye başlamıştım. Sensörlü ışık dediğin, bir hareketi algıladığında yanmalıydı. Ki çoğu zaman o durumda bile yanmaz, insanı türlü tuhaf hallere sokardı. Şimdi ise ortada kimseler yokken-... Ya da var mıydı?

O an elimdeki çay fincanını portmantonun üzerine bırakıp kapımın gözetleme deliğine bir kez daha merakla yanaştım. Ve sensörün aynı şekilde yanıp sönüşünü tam yedi kez daha seyrettim. Son üç, diye geçirdim içimden. Üç kere daha yanıp sönerse, kapıyı açıp bakacaktım.

Önce polis sirenleri, derken gürültülü bir kovalamaca, sonra sokağımda koşturan silahlı adamlar, hızla çarpılan apartman kapısı ve şimdi de kendi kendine yanıp sönen apartman ışığı...

Hayatta mesleki refleksimi ayrı tutarsak çok az şeyi merak eden, dahası çok az durumdan heyecan duyan ben, o gece; o ışığın onuncu kez yanıp sönmesini beklerken, meraktan mı yoksa korkudan mı kaynaklandığının ayrımını yapamadığım tuhaf bir duygunun içindeydim.

Işık, onuncu kez yandığında ise beklediğim an gelmişti. Derin bir nefes aldım ve kapımın kilidini yavaşça açtıktan sonra kulpu aşağı indirip kapıyı hafifçe araladım. Kendime doğru bir karışlık mesafede araladığım kapı, sadece saniyeler içinde içeriye doğru hızlı bir manevrayla açıldı. Ve hemen ardındansa kapımın dışına tüm ağırlığını vererek yaslanmış, üstü başı kan içinde bir adam, holümün girişine boylu boyunca serildi.

Birden yarı çığlık, yarı inlemeye benzer cılız bir ses çıktı ağzımdan. Sonrasındaysa sebebini o an anlayamadığım bir refleksle elim birden ağzıma gitmişti. Olası çığlığımı bastırmak istemiştim.

Ama belki de tam tersini yapmalıydın, Deniz. Çığlığınla tüm apartmanı ayağa kaldırmalı, polisi çağırmalı, karakolluk olmalıydın. Bu şekilde Görgülü Apartmanının değerli sakinlerinden, en çok da Saadet Hanım ve eşi Fahrettin Bey'in zürriyetinden intikam almış olurdun. Tutanaklar, ifadeler, yersiz bir tedirginlik, günlerce sürecek bir huzursuzluk... Etrafında kötü adamların cirit attığı tescillenmiş olan apartmanınız, böylelikle topyekun korkuya sürüklenirdi. Korkunun o erdemli sessizliği ise apartmanı, kısa bir süre için de olsa yaşanabilir bir yer yapardı belki...

Fakat o gece olaylar pek de öyle gelişmedi. Beynim bir an için tutukluk yapmış ve meselenin daha sakince çözülmesine hükmetmişti. Ağzımı elimle kapatıp iki üç adım geri çekildim o an. Gözlerim, kapımın eşiğinden içeri düşen yabancıyı şöyle bir süzdüğünde, adamın hem sağ omzunda hem de sağ ayak bileğine yakın bir noktada kanaması olduğunu fark ettim. Kan, kapım ve holün girişine de belirgin halde bulaşmıştı.

Yıllardır gördüğüm terapi balonu ise o an büyük bir gürültüyle patladı; Kan hala beni tutuyordu. Yakamdan, paçamdan tutuyordu... Bırakmaya da niyeti yok gibiydi. Başım dönmeye, midem yoğun şekilde bulanmaya başlamıştı. Gördüğüm o al kanlı manzara karşısında tansiyonum gitgide düştüğünden, kapının hemen yanındaki duvara yaslanarak hızla yere çöktüm.

Bakışlarım hala holün girişine yığılmış yaralı yabancının üzerindeydi. Adam, baştan aşağı siyah giyinmişti. Ayağında toz içinde kalmış siyah bir pantolon, üzerinde kolları yarıya kadar sıvanmış siyah salaş bir gömlek, boynunda da çenesine kadar çektiği aynı renkte bir fular vardı. Kafasındaki şapkası ve elinde tuttuğu sırt çantası ise kapının açılmasıyla birlikte yere düşmüştü.

O an, kendimi güçlükle toparlayarak derin bir nefes aldım ve yerimden yavaşça doğrulmaya başladım. İyisin Deniz, sorun yok. Bu defa kilitlenmeyecek ya da bayılmayacaksın. Yoksa adam kan kaybından ölecek!

Kendime yaptığım türlü telkinlerle ayağa kalktığımda, ellerim zangır zangır titriyordu. Sendeleyerek adamın yanına yaklaşmıştım ki, birden durdum.

Adamın bilinci açıktı. Gözlerini zar zor aralayarak yüzüme bakmaya çalışıyordu. İlk defa o an göz göze geldik. Yaralı bir hayvan gibi bakıyordu; yarı öfkeli, yarı endişeli. Biri diğerinden daha fazla değildi.

Bir şeyler sormam gerek diye düşündüm içimden. "Kimsin?" , "Neden bu haldesin?" , "Niye buradasın?", "Peşindeki adamlar kim?" benzeri sorular... Ama bana fırsat kalmadan o konuştu.

Kalan son takatiyle, "Sakın" dedi. "Polisi-... Arama!" Ardından güçlükle ekledi. "Ambulans falan-... Çağırama!" Yarı baygın haldeki adamın ağzından dökülen son cümle ise oldukça caydırıcıydı. "Yoksa-... Beni öldürürler!"

Artık, tam baygın haldeydi.

〰 ⏱ 〰

"Nesnenin kokusu ve rengi fiziki varlığından önce gelir. Çünkü insan zihni bir nesneyle karşılaştığında onu ilk olarak görme ve koklama duyularıyla tanımaya çalışır, tat alma ve dokunma evreleri ise bunlardan sonraki aşamalardır. Bu sebeple hatırlamakla ilgili içgüdüleri öncelikli olarak nesnenin görünen hali tetikler" demişti psikiyatristim Lali.

O gece, kapımda yaralı halde bayılan adama nasıl yardım edebileceğimi düşünürken Lali'nin terapi seanslarındaki bu telkinleri geldi aklıma. O yüzden ilk olarak 'nesnenin kokusu ve rengi'nden kurtulmaya odaklandım. Kanın o ürpertici kırmızısını görmemem ve keskin kokusunu hissetmemem gerekiyordu. Tabii bir de bayılmamam...

Bu sebeple önce evin tüm lambalarını kapatıp, abajurlarımı yaktım. Böylelikle ortam loşlaşmış, kanın rengine olan hassasiyetim kırılmıştı. Ardındansa kan kokusunu azaltmak için pencereleri açarak evi bir miktar havalandırıp parfümümün hepsini içeriye boşalttım. Özellikle de hole...

Sırada adamı içeriye taşıma işi vardı ki, sanırım en zorlu aşama buydu. Tahmini 1,90'a yakın, irice bir adamdı. Kendisini koltukaltlarından kavrayarak bin bir güçlükle evimin kullanmadığım küçük odasına kadar sürükledim.

Sonrasındaysa koştura koştura tuvaletin yolunu tutmuştum. On dakika arayla ettiğim iki ayrı istifradan sonra aynaya baktığımda gördüğüm manzara korkunçtu; Tepeden topuz yaptığım kahverengi saçlarım elektrik çarpmış gibi sağa sola dikilmiş, ter içinde kalan kaküllerim, alnıma talihsiz bir kader gibi yapışmıştı. İçine kan oturan gözlerimin rengi maviden kırmızıya dönerken, akan rimelimse gözaltlarımdan çeneme dek simsiyah bir şerit oluşturmuştu.

"En-... En azından bayılmadın, kızım!" dedim o an, aynada bakıştığım kendimi teselli ederken. "Bu önemli bir adım-..." Adam hayatta kalırsa öyle olacak, Deniz! Biraz elini çabuk mu tutsan?

Yüzüme defalarca soğuk su çarptıktan sonra çantamdan aldığım nefes spreyimi hızla ağzıma dayadım. Aldığım birkaç dozun ardından kendime gelmem çok sürmemişti.

Cesaretimi toplayıp batikon ve sargı bezleri eşliğinde küçük odaya döndüğümde ilk işim yaralı adamın nabzını kontrol etmek oldu.

"Yaşıyor."

Sen ölmesi için elinden geleni yapsan da, yaşıyor gerçekten Deniz!

"Ne yapacağım şimdi?"

Herhalde pansuman yapacaksın ama işine karışmak gibi olmasın.

"Allah'ım daha önce-... Daha önce hiç yapmadım ki-..." İşaret parmağımı tereddütle havaya kaldırıp adamı birkaç kez dürttüm o an. "Hey!" Hiçbir tepki vermiyordu. Son çare elime telefonumu aldım:

"Pansuman nasıl yapılır, enter."

Teknolojiden yararlanma seviyene tüküreyim, Deniz! 25 yaşındasın, gerizekalı.

Çıkan sonuçları okumaya başladım. "...Yaralının durumu kritik ise öncelikle mutlaka bir ambulans çağırar-... Olmaz-... Bu, olmaz. Çağırma, dedi. Devamı nasıl-... Heh! Öncelikle bölgeyi sterilize etmeli, kanamayı durdurmalısınız. Bu, olur."

Aldığım üst düzey sanal yardımla birlikte önce adamın üzerindeki gömleği çıkardım.

"Bu-... Ne? Eşek ölüsü gibi ağırsın!"

Sağ ayak bileği ve sağ omzunda bıçak kesiğine benzer yaralar vardı. Bunlara mutlaka dikiş gerekirdi ama şimdilik kanamayı durdurup enfeksiyonu önlemek yeterli olmalıydı. Olmak zorundaydı.

"Belki de sana çok bile!" dedim o sıra, öğüre öğüre adamın yaralarının üzerine sargı bezleri yığarken. "Acaba neye bulaştın? Kimsin?"

Evet, geldik sonunda asıl niyetine! Acaba sen bu adama niye yardım ettin, Deniz?

"Sırf iyi niyetimden, insanlık namın-..."

He, namına he... Adam canıyla uğraşıyor, sen haber derdindesin. Acaba bu adamdan sağlam bir haber çıkar mı sana? Kimden kaçıyor bu adam? Peşindekiler kim? Senin derdin bu.

"Biraz da-... Mesleki refleks-..."

Mesleki reflekslerine kramp girsin senin! İki bıçak kesiğiyle yere serilen herif, kesin muazzam kariyerli bir suçludur ve yarın hemen büyük bir mafya yapılanmasını çökertecek bilgiler verir sana. Ertesi gün de terfiinle birlikte plaket alırsın. Canım Deniz.

"Tamam! Bitti! Bu kadar!" Adamın bileği ve omzundaki kesileri temizledikten sonra üzerlerine kapattığım sargı bezlerinin üstünden de beşer kez bantla geçmiştim. Pansuman işleminin ardındansa ilk defa rahat bir nefes verip evime aldığım bu yaralı adamı incelemeye koyuldum. Kemikli bir yüzü vardı. Siyaha yakın saçları oldukça gür ve dağınık görünüyordu. Göz rengini net seçememiş olsam da kahverengiye dönük olduğunu söyleyebilirdim. Burnu, bir erkeğe oranla oldukça biçimliydi. Hafif kirli sakalları ise aksesuar gibi duruyordu, olmasa da olurdu.

Ama dahası adamda tuhaf bir aura vardı. Sokağa çıkıp iki köşe döndüğünde insanın karşısına çıkacak öylesine bir adam gibi durmuyor, rastgele birine benzemiyordu. Bir hikayesi olduğu belliydi. Karnında ve sol omzunda kurşun yarasını andıran izler ve her iki kolunda da çeşitli yaralanmalardan kaldığı belli olan çizikler vardı. Yaralı ve baygın halde olmasına karşın yüzüne yansıyan ifade, onu her şeye rağmen güçlü gösteriyordu sanki. Üzerinde çalışılmış, eğitimli fiziği ise bu "gücün" kaynağını açıklıyordu. Bir mücadele içinde var olmaya çalışmış gibi... Omuzları, karnı, kolları alelade değildi. Hepsi orantılı bir uyum içinde dipdiri durmuş, tek bir amaca hizmet etmek için güç birliği yapmışa benziyordu.

Evet, Deniz... Tahminlerini alalım? Sıradan bir soyguncu, kiralık katil ya da basit bir kanun kaçağı gibi değil... I-ıh, çok daha fazlası. Daha üst sınıf, daha soylu. Belki suçlu ya da kaçak değil de, suyun karşı yakasından biri. İstihbarat? Yok, yok. Hiç devlet kokmuyor. Daha çok yaralı, yırtıcı bir hayvan gibi duruyor.

"Daha çok benim kariyer biletim gibi duruyor!" diye mırıldandım kendi kendime, oturduğum yerden yavaşça kalkarken. "Umarım biraz minnet duygusu vardır."

Üç yıldır çalıştığım haber ajansında işler bir türlü istediğim gibi gitmiyordu. İki yıl kadar ajansın gazete ayağında, hiç okunmayan haberlerin temsilcisi olarak yer aldıktan sonra son bir yıldır ise gazetenin haricinde ufaktan televizyon muhabirliğine de başlamıştım. Zira spikerlik için aldığım eğitimler, nedense hiç yeterli olmuyordu.

Genel Yayın Yönetmemiz Hikmet Tunaboyu bu durumu her defasında şöyle açıklardı:

"Böyle bu olmaz, Deniz! Bu şekilde şey yaparak olunmaz bu. Yok, yani. Bu şekilde şey olmaz."

Bu olmazlıkların meali ise şuydu:

"Biri arkandan ittirmedikçe olmaz."

Hoş, muhtemelen ittirseler de olmayacaktı. Bir kere alışık olmadıkları için hızı tutturamazlardı ya da ittirecekleri yeri bilemedikleri için muhtemelen sadece dürtüldüğümle kalırdım. Zaten her halükarda eğreti dururdu bu bende. E malum, hayatın boyunca biri seni ancak düşmen için ittirmiştir, Deniz. İlerlemen için değil.

Şimdiyse tüm kariyer ümidimi bu yaralı yabancıya bağlamıştım. İşin içine polisi ya da hastaneyi karıştırmadan onu evine alıp tedavi eden bu yüce gönüllü genç kıza, kuru bir teşekkür etmekle yetinmezdi herhalde. Belki de bana başına gelenleri anlatır, elime nur topu gibi bi' "mafya hesaplaşması" haberi bırakırdı?

Tabii, eğer sabaha çıkarsa...

Çıktı.

Evime gelişinden iki saat kadar sonra gözlerini yavaşça aralamaya başlamıştı. O sıra yanına biraz daha yaklaşıp şaşkın bakışlarının tam da odağına yerleştim. Bana doğru bakıyor ama sanki baktığı yerde hiçbir şey görmüyordu. Yaptığı tek şeyse, akli bir bulanıklık içinde birkaç defa eliyle boynunu yoklamak oldu. O an adamın bayılma sebebinin aldığı bıçak yaraları değil, muhtemelen boynundan bir yere saplanan bir enjektör olduğunu anladım.

Bu gelgitli halleri birkaç dakika daha devam etti. Nihayetinde sanki içinde bulunduğu durumu idrak etmiş gibi kaşlarının ortasını çattıktan sonra ise sonunda beni gördü. Ama bakışlarında minnettarlıktan çok sorgulayan, kuşkucu bir ifade vardı.

Bense o sıra, adamın içinde yaşadığı gerilimi azaltmak için yüzüme zoraki bir tebessüm yerleştirdim. Ona kurduğum ilk cümle de bu tebessümün ardından geldi. Soru, ne adı sanı ne de kim olduğu ve kimden kaçtığıyla ilgiliydi.

"Tarhana çorbası sever misin?" dedim, suratıma yedi ceddini kazıktan geçirip üzerlerine kızgın yağ dökmüşüm gibi nefretle bakan adama.

O ise yerden doğrulmaya çalışırken cevapladı sorumu. "Haydar'ın adamı mısın sen?"

Pardon. Ne? Haydar'ın mı adamıyım? Adam mı? Haydar'ın kadını mı deseydi Deniz? Evet, çünkü şu an seksist önyargılar panelindesin, evet. Yine de başıma böylesi bir belayı şu soruyu duymak için almış olamazdım. "Hayır!" dedim, sahte tebessümümü sürdürerek. "Nurullah'ın adamıyım. Kendisinin tarhana çorbası içmeyenlere karşı ayrı bir kini vardır. Şimdi seni zehirli okla öldüreceğim."

Kan kaybı şuur kaybına da yol açmış gibi duruyordu. Yaralı adam, sırtını yanındaki eski koltuğa dayayarak güçlükle fısıldadı. "Nurullah kim? Sen-... Sen kimsin? Ben neden-... Buradayım?"

Bir doktorun ameliyat sonrası bilinci yerine gelen hastasına yaptığına benzer bir açıklama yapmam gerekiyordu ama içinde 'Haydar' geçen bir cümleyle aynı soru çatısı altında buluşmamın şokunu henüz atlatabilmiş değildim.

"Nurullah benim dedem" dedim, gözlerime düşen kaküllerimi elimin tersiyle sıyırarak. "Tarhana çorbasının zihni dinç tuttuğunu söyler. O sebeple sürekli içer, içirir. İçenlerin içmeyenlere içirmesini de öğütler ki, şu an tam da bunu yapmaya çalışıyorum. Ben kimim? Adım Deniz... Ve sana yemin ederim, tek suçum, yanıp sönen apartman sensörünü gereğinden fazla ciddiye almak! Sen neden buradasın?" Derince bir nefes alıp ekledim. "Aynı soruyu çorbanı içtikten sonra ben sana soracağım. Gecenin bir vakti üstü başı kan içinde apartmanımıza girip tam da benim kapımın önünde bayılmanın sebebini gerçekten çok merak ediyorum."

"Sen-..." dedi, bir kez daha eliyle ensesini tutarak. "Sen ne çok konuştun ya..." Ardındansa koltuğa tutunarak ayağa kalkmaya çalıştı. Tabii ki kalkamadı.

Yüzümü ekşittim. "Sen benim kelimelerimi sayacağına nefesini mi saysan acaba? Çünkü bence ayağa kalkmak için kendini biraz daha zorlarsan, sayabileceğin kadar az bir nefesin kalacak geriye."

"Böyle mi... Öldüreceksin beni?" dedi, başını koltuğa doğru bırakarak. "Hiç susmayarak mı?"

"Hı-hı... Öldüreceğim insanlara önce pansuman yapmak gibi tuhaf fantezilerim var çünkü." Yanımdaki sehpanın üzerine uzanarak bir süredir orada beklettiğim çorba kasesini aldım elime o an. "İç şunu."

"İstemez."

"İster, ister." Kaşığı ağzına doğru uzatarak cümlemi tekrarladım. "İç şunu!"

O ise zayıf bir sesle beni yine reddetti. "Çek şunu."

"Vallahi polis çağırırım! Aç ağzını, iç şunu!"

Bir kaşık içti o an. Arkasından da hemen bir soru geldi.

"Haydar-... O değilse kime çalışıyorsun?"

Altında pembe pötikareli beyaz bir şort, üstünde çiçekli bir askılı ve kafanda yaptığın Adile Naşit topuzuyla, tam bir casusu andırıyor olmalısın, Deniz!

"Kendime... Kendime çalışıyorum. Oldu mu?"

"Ah!" Eli bir kez daha ensesine gitti o sıra. "Sikeyim!" Ardındansa yeniden kalkmaya çalıştı ama yine başaramadı. "Ne yaptınız-... Ne yaptınız bana?"

Sorularının peşinden türlü çeşit iftiralar da geldi. Baygın haldeyken ona zararlı bir sıvı enjekte etmemden dedemin kutsal tarhanasına zehir karıştırmış olmama kadar akla hayale gelmeyecek teoriler dönüyordu kafasında... Eski zamanların saray entrikaları ile günümüzün 'Ölümcül Deney' türevi filmlerini bir potada eriten yaralı adam, asıl film sen olmalısın!

"Bana bi' bak!" dedim, elimdeki çorba kasesini işaret ederek. "Halime bi' bak... Üzerimde pijamalarla sana tarhana çorbası içirmeye çalışıyorum. Ben sana en fazla ne yapmış olabili-..."

Cümlemi henüz tamamlayamamıştım ki "Başım çatlıyor" diye inledi. "Lütfen sus, pijamalı kadın. Sus. Ah-..."

"Çok meraklıyım ya çünkü ben de saçma sorularını cevaplamaya..." Dişlerimin arasından mırıldanarak yavaşça ayağa kalktım. "Hey! Bana bak... Ben çıkıyorum odadan şimdi. Olduğun yerde kal. Anladın mı? Hiçbir yere de dokunma. Güzelce uyu... Sabah kendine geldiğinde konuşacağız."

Bana hiçbir cevap vermeden hafif aralık gözleriyle yüzüme baktı sadece. Bu, çük kadar odada nereye gidebilirim, demekti muhtemelen.

Bense o anlarda yabancı adamı, kafasındaki soru işaretleriyle geride bırakarak kendi kafamdaki sorulara odaklandım. Gerekli tembihlerimi yaptıktan sonra odadan çıkmış, kapıyı da yabancı adamın üzerinden kilitleyerek hızlı adımlarla hole yönelmiştim.

Şimdi hedefimde tek bir şey vardı;

Adamın siyah sırt çantası.

〰 ⏱ 〰

Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna isimli kitabında şöyle der: "Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır."

Zira biz insanlar için bilinen en kötü gerçek dahi, bir bilinmezlikten yeğdir. Tehlikeyi bilmek, alınacak önlemi de beraberinde getirirken bilinmeyen karşısında ise gardımızı nasıl alacağımızı asla kestiremiyoruz.

O gece, uykuya dalan yabancının sırt çantasını açmaya çalışırken sorguluyordum tüm bunları. Hayatımda ilk defa fermuar düzeneği şifre sistemi ile korunmuş bir sırt çantasıyla karşılaştığımdan, ister istemez kuyu/ejderha hikayesi gelmişti aklıma.

İçinde ne olduğuna dair bir tahmin dahi yürütemediğim için bu zırhlı siyah çantanın zihnimde yarattığı endişe her geçen dakika büyüyordu. İçinde bir roketatar olduğunu söyleselerdi; parça tesirli bir bomba, nükleer atık ya da kesik insan kafaları... Muhtemelen daha az endişe duyacaktım. Ama çantayı bir türlü açamıyor oluşum, katlanılabilir bir tedirginlik değildi.

Belki bi' yarım saat kadar denediğim çeşitli şifrelerin sonunda ise çantayı açmanın mümkün olmadığını anladığımdan el mecbur pes etmiştim. Ancak çantanın sadece varlığı dahi, gece boyu içimi huzursuz etmek için yeterliydi.

Yatağıma geçip uzandığımda gözümün önünde şifreler uçuşmaya başlamıştı. Uyuyamıyordum. Yan odamda hiç tanımadığım yaralı bir adam, salonumda içinde ne olduğunu bilmediğim bir çanta ve kafamda sürekli dönen düşünceler, saatlerce yakamı bırakmadı. Nihayetinde uykuya daldığımda ise tuhaf bir rüya gördüğümü anımsıyorum.

Uçurum gibi bir yerdeydim. O malum siyah sırt çantası da ayaklarımın dibinde duruyordu. O an birden hiç tereddüt etmeden çantayı elime aldım ve tek bir hamleyle şifreyi kırıp fermuarı açtım. Çantanın içinden ise küçük bir sandık çıkmıştı. Bana hiç de yabancı olmayan bir sandık...

Görür görmez tanıdım. Annemin günlükleri, Fransa'daki babama gönderdiğim mektuplar, Fransa'dan gelen mektuplar ve Fransa damgalı son mektup... Hafızamdan silmek istediğim ve bir zamanlar kısmen de olsa başardığım o korkunç günlere dair tüm anılarım. Hepsinin içinde olduğu o sandık elimdeydi.

Ama çantayı açan ben, içinden çıkan sandığı ise bir türlü açamıyordum. Kilitliydi ve anahtarı da ortalarda yoktu. Ne yapacağımı bilemez halde düşünmeye başlamışken tam o anda biri geldi yanıma. Yüzünü seçemiyordum. Eliyle işaret ederek sandığı istedi benden. Bense kısa bir tereddüttün ardından elimdeki sandığı yavaşça ona doğru uzattım.

O ise cebinden çıkardığı bir anahtarla kilidi kolayca açmıştı. Ardından elini sandığın içine sokup içerisindeki her şeyi tek tek çıkardı. Onları bana vereceğini düşündüğümden elimi ileri doğru uzatmıştım. Ama onun planı başkaydı. Elinde tuttuğu her şeyi, bir kuşu kafesinden özgürlüğe bırakırcasına uçurumdan aşağı savurdu.

〰 ⏱ 〰

Ne demişler? İyilik yap, denize at. İşte onu, keşke demeseymişler... Çünkü böyle böyle deniz kirliliği aldı başını gitti. Etliye sütlüye karışmayan o küçük burjuvalar, ellerindeki tüm iyilik kırıntılarını denize attı. Sandılar ki, o iyilikleri balıklar, kuşlar yiyecek. Leylekler bebek getirmeye devam edecek, çiçekler dalında kalacak ve kimse çimlere basmayacak.

Halbuki olaylar hiç de böyle gelişmedi. Bu denli tozpembe yanılgılar içinde denize atılan o sahipsiz iyiliklerin yarattığı deniz kirliliği sonunda hat safhaya ulaştı. Bu öngörüsüz atasözündeki yanılgı payını keşfetmen için ise kafana soğuk bir namlu dayanması gerekti, Deniz!

Ertesi sabahtı. Tezgahta yumurta çırparken ensemde hissettiğim ağırlıkla birden havaya sıçradım. Ellerimi hızla yukarı kaldırmış olmama rağmen ağzımdan dökülense bir yardım çığlığı değil, tam olarak şöyle bir cümle olmuştu:

"Menemen yer misin?"

Bu adam sabahın bu saatinde ne ara uyanıp kendine geldi? Üzerinden kilitli kapıyı nasıl açabildi? Dahası o tüm bunları yaparken ben nasıl hiçbir şey anlamadım? Hiçbir ses duymadım? Anlayabilmiş değildim.

Yabancı adam "menemen" soruma hiçbir cevap vermeden ani bir hareketle beni kolumdan çekerek mutfak kapısının arkasındaki fayans işlemeli soğuk duvara yaslamıştı. Sol elinde tuttuğu silah, hala kafamdaydı. Beni tepeden tırnağa mide bulandırıcı bir böcekmişim gibi küçümseyici bir ifadeyle süzdükten sonra "Kimsin sen?" dedi, bakışlarındaki kuşkuda hiçbir eksilme yoktu. "Neden aldın evine beni evine?"

Kalp çarpıntım yine başlamıştı. Tüm vücudum soğuk soğuk terliyor, nefesim kesiliyordu. Spreyimi sıkmazsam, tetiğe basılmasına bile gerek kalmadan oracıkta canımı teslim edebilirdim. Yabancı adam da o an durumumu sezinlemiş olacak ki silahı yavaşça aşağı indirdi. Bakışlarındaki şüphe sesine de sinmişti. "Hasta mısın?"

Kesik bir sesle cevap verebildim. "Spreyim..."

Elini arkasına götürüp silahı beline taktı. Ardından ruhu çekilmiş bir ceset gibi bembeyaz kesilmiş gövdemi kollarımdan kavrayarak ayakta tuttu. "Nerede?" diye sordu, mutfak kapısından çıkarken.

Bense "Bırak" dedim o an kesik kesik. "Do-kunma-... Dokunma bana-..." Mecalim olsa bağırırdım, yapamadım. İki eliyle kollarımdan tutarken sanki bedenime ayak diplerimden boğazıma kadar bir iğne batıyor gibiydi.

"Bırakırsam düşeceksin" dedi, boğuk bir sesle. "Spreyin nerede?"

"Salon..." Ellerini ittirmeye çalışırken cevapladım sorusunu.

O ise sözlerime aldırış etmeden beni iki eliyle tutmaya devam ederek salona kadar yürüttü. Ardındansa odaya şöyle bir göz gezdirerek orta sehpanın üzerinde duran spreyi işaret etti. "Şu mu?"

Başımı salladığımda gayet serinkanlı tavırlarla beni koltuğa oturtup sprey şişesini de elime tutuşturdu. Ama parmaklarımdaki uyuşma yüzünden elimde tutamadığım sprey, avuçlarımdan kayıp koltuğun altına yuvarlanmıştı. Adamın gözlerindeki kuşku, bu olayın üzerine tekrardan parladı. Acaba onunla oyun mu oynuyordum? Ne delilik!

Yüzüne tekrar takındığı o küçümseyici ifadeyle yere düşen spreyi alıp sert bir hamleyle boğazıma dayadı. Dozu almamı sağladıktan sonra ise bir müddet dinlenmeme müsaade etmişti. Kendime gelmemi beklerken, bir gözü bende olmak üzere birkaç defa perdeyi aralayıp dışarısını kolaçan ettiğini anımsıyorum. Ben, nefesimi toparladıktan sonraki ilk cümlemi kurarken de, gözü hala yarı aralanmış perdeden dışarı bakıyordu.

"Sebebi cüzdanımda" dedim o an, ağzımdan güç bela çıkan kelimelerle. "Seni niye evime aldığımın sebebi..." Sözlerimin ardından kafasını bana doğru çevirdi. Bense titreyen parmağımı ikinci kez kaldırıp duvar dibindeki koltuğun kenarına iliştirdiğim çantamı işaret ettim. "Onun içinde..."

Adam, gayet rahat hareketlerle yerde duran çantamı kavrayıp hızla yere boşalttı. Ruj, allık, parfüm, birkaç not defteri, kayıt cihazı ve bir sürü ıvır zıvır büyük bir gürültüyle yere saçıldı o an. Yabancı adam, bir enkazı andıran malzemeleri alelacele ayrıştırarak bulduğu cüzdanı eline aldıktan sonra karşımdaki koltuğa oturdu. Cüzdanın içinden çıkarttığı her karta, fotoğrafa, eline geçen her şeye şöyle bir göz gezdirip her birini yerdeki yığının içine gönderiyordu. Ta ki çalıştığım haber ajansına ait kartviziti bulana dek... Bakışları bir süre kadar kartvizitle suratım arasında gitti geldi. Durumu garipser bir hali vardı.

Utanmıştım. Onun bir şey sormasına fırsat vermeden kafamı önüme eğip mırıldanmaya başladım. "... Ben-... Ben belki seni evime alır, tedavi edersem... Başına gelenlerle ilgili bir haber şey yaparız belki diye-... Yani, ben öyle düşündüm ama... Saçmalamışım tabi. Sorun değil, ne olacak! İyilik yap, denize at. Değil mi? Şeyi mi olur yani-... Lafı mı olur?"

Açıklamam bittiğinde kısa bir sessizlik yaşandı. Başım hala önümdeydi. Gözlerim, salondaki halının desenlerini ilk defa fark etmiş gibi yere takılı kalmıştı. Uzun uzun halı ve nasıl dokunduğuyla ilgili çıkarımlarda bulunmaya başladım. Her an kafama bir kurşun yiyebileceğim ihtimalini de hesaba katmadım değil... Muhtemelen yüzüstü olarak düşerdim halıya. Yalnız yine halı. Belki de cesedimi bu halıya saracaktı. Sonra içinde beni yuvarlayıp bir kamyonetin arkasına koyardı belki. Halı önemliydi.

Beynim, ölümüm ve sonrasıyla ilgili senaryolarla uğuldarken bir kahkaha sesi yükseldi o an adamdan. Ama bu bir şeyi komik bulmanın kahkahası değildi sanki. Daha çok içinde bulunduğu durumu kabullenemiyor gibiydi. Salonda birkaç kez ileri geri gittikten sonra pencerenin hemen yanına çöktü ve sırtını duvara yasladı. İşaret parmağını kaş bitimine götürmüş, iri gözlerini yerdeki çanta enkazına kenetlemişti.

Suratında ise hala o alaycı gülümsemesi vardı. Esir aldığı kurbanını öldürmeden önce onunla oyunlar oynayan psikopat seri katillere benziyordu. Bense korku ve biraz da merak dolu gözlerle izliyordum bu hallerini. O an fark ettim, omzundaki yarası kanamaya başlamıştı.

Bakışlarımı derhal kanlı bölgeden uzaklaştırırken "Yaran kanıyor" dedim adama, "Doktora görünmen gerek."

Onunsa gülmesi bu cümlemle birlikte bir anda kesildi. Hızlıca doğrulup belinden çıkardığı silahı eline aldı ve bana doğru yaklaşmaya başladı. Oturduğum koltukta giderek küçülüyordum. Biraz şanslı olsaydım mindere dönüşürdüm. Dönüşemedim.

İyice yanıma yaklaştıktan sonra içine gömüldüğüm koltuğu kanatlarını açan bir kartal gibi iki koluyla sarmaladı. Gözlerini giderek solgunlaşan yüzüme kilitlemişti. "Avına karşı her zaman bu kadar merhametli mi davranırsın?" dedi, ardından. Sesinde apaçık bir alay vardı.

Hemen sonra ise silahını hızlı bir hareketle alnımın tam ortasına dayadı. Dut yemiş bülbül gibi susa kalmıştım. Ağzım bir titremeyle aralanıyor ama aklımdan geçen kelimeler dilime bir türlü ulaşamıyordu. Beş-on saniye kadar donuk bakışlarla adamın yüzüne baktım.

Sanırım şok geçiriyordum. Öldürülecektim. Gazetelerin üçüncü sayfalarını ayakta tutan cinayet emekçilerinden biri olacaktım. Ama bu hiç adil olmayacaktı ki... İster katil, isterse cani olsun, kendisine tarhana çorbası pişirmiş, üzerine bir de elleriyle içirmiş birini kim gözünü bile kırpmadan öldürebilirdi ki? Üstüne üstlük menemen de yoldaydı. Müthiş bir hayal kırıklığı yaşıyordum...

O ise benim hayal kırıklıklarımı silahından ayırdığı şarjörün sesiyle yarıda kesti. Şarjörde bir tane bile mermi yoktu. Boş silahı elinde sallayarak "Bazen ben de..." dedi. Şarjörü tekrar yerleştirip silahı beline takarken ekledi. "Merhametli davranıyorum."

Ben senin oynayacağın oyunu, merhametini, şarjörünü... Sakin ol, Deniz. En azından hala hayattasın, ölü olarak sarılı bir halının içinde değil.

Adam üzerimden çekilir çekilmez derin derin nefes alıp spreyimi birkaç kere daha ağzıma götürdüm. O ise bu aralıkta üzerindeki gömleğin düğmelerini ilikleyip tekrar yanıma gelmişti. Birden çenemden yakalayıp yüzümü kendisine doğru yaklaştırdığında içimden ruhum çekilir gibi oldu. Ben, ellerimi yumruk yapmış, tırnaklarıma avuçlarıma bastırarak sakinleşmeye çalışırken yabancı adam, bir hipnoz edasıyla konuşmaya başladı.

"Yüzüme iyi bak..." dedi, yumuşak bir tonla. "İyice yakından bak... Bak ve zihnine kazı. Bu yüzü bir daha görürsen, ilk defa görmüş olacaksın. Çünkü daha önce hiç görmedin." Ellerini çenemden ayırıp saçıma getirdiğinde uslu durması yoksa dayak yiyeceği tembihlenen bir çocukmuşum gibi başımı okşamaya başlamıştı. "Bu yüz bir yabancıya ait. Yabancılara nasıl davranman gerektiğini bilirsin... Sen bu yüzü tanımıyorsun. Ve hiç tanımadığın biriyle ilgili haber yapamazsın. Hiç tanımadığın birinden kimseye bahsedemeyeceğin gibi... Çünkü beni tanımıyorsun. Anladın mı Deniz Doğanay?" Bir süre yüzüme sözlerini anlayıp anlamadığımı teyit eder bir ifadeyle baktıktan sonra çarçabuk üzerimden çekildi. Ardındansa sırt çantasını takıp şapkasını kafasına geçirdi.

Ben, o anlarda oturduğum koltukla özdeşleşmiş halde öylece boşluğa bakarken yabancı adam ise evimden ayrılmadan önce salon kapısının aralığından günün son cümlelerini kurdu:

"Hayatımı kurtardın" dedi, alaycı bir tavırla kaşlarını alnına çekerek. "Bir daha Tanrı'nın işine karışma."

İyilik yap, denize at. Öyle mi?

Hayatını kurtardığım adam, bana bir daha Tanrı'nın işine karışmamamı salık vermişken hiç sanmıyorum!

Hatta 'İyilik yapıp denize atanları' 'merhametten maraz doğacağını' özümseyen şuurlu azınlığa havale ediyorum! Ayrıca artık şu yetkili merciler ataların sözleri meselesine bir el atsın... Mesela bu konuda toplumsal bilinçlendirmeye yönelik kamu spotları oluşturulsun, hatta doğru özdeyiş tercihiyle ilgili rehberlik programları üniversitelerde bölüm olarak okutulsun. Gerekirse de halk eğitim kursları açılsın... Yoksa bireysel anlamda bu engel nasıl aşılacak? Şu hayat, özdeyişler arasında seçim yapabilmek için fazla kısa değil mi?

〰 ⏱ 〰

Hayatımda ne zaman iyi bir şey olsa, tedirgin olur, endişeye kapılırım. Bir yerde bir yanlışlık olmalı, diye düşünürüm muhakkak. Yersiz bir huzursuzluk çöker hemen üstüme. O "iyi" şeyin altında başka bir mana aramaktan, ya işler yolunda gitmezse diye evhamlanıp içimi kemirmekten alıkoyamam bir türlü kendimi.

Oysaki kötüyü ne de güzel sindiririm. Üstümde hiç sırıtmaz. İşlerin kötü gitmesi, iyi gitmesinin tersine, insanın sırtına öyle büyük sorumluluklar da yüklemez. Kimse, arkandan bakıp "Ne zaman düşecek?" diye soramaz o zaman. Çünkü zaten düşmüşsündür.

Ve işte benim hikayem tam da orada, düştüğüm yerde başladı. Zamansız bir "iyi haber" hayatımın ortasına çöreklenerek tüylerimi diken diken eden o iki kelimeyi fısıldadı:

"Terfii aldın."

Yabancının evimden gidişinin ertesi günüydü. Gece, olup bitenleri düşünmekten doğru düzgün uyuyamadığımdan gün boyu iş yerinde hayalet gibi gezmiştim. Gözlerim yarı açık, yarı kapalı şekilde eve gelip zil çalan karnımla birlikte buzdolabının başına dikildiğimde, aklımda sadece bir şeyler atıştırıp kendimi yatağa atmak vardı.

O sıra telefonum çalmaya başladı. Arayan Genel Yayın Yönetmenimiz Hikmet Tunaboyu'ydu. Bezgin bir ifadeyle telefonu açtığımda, Hikmet'in ses tonunda tuhaf bir samimiyet sezdim. Her zamankinden farklı bir üslupla konuşuyordu benimle. Dahası konuşmuyor, bana "iyi bir haber" veriyordu.

"Terfi aldın Denizciğim" diyordu, Hikmet. "Özellikle son yaptığın haber, inanılmaz yaratıcı ve farklı bir bakış açısıyla kaleme alınmış... Maaşına iyi bir zam geldi. Hafta içi öğle bültenlerini de sen sunacaksın artık."

Son yaptığım haber mi? Çekirdek haberi... 100 gram çekirdekte 40 gram yağ bulunduğu ve bu oranın da istenmeyen kiloların habercisi olabildiği ile ilgili şişirme haber? Bu mudur yani? Çekirdek haberiyle mi terfii almıştım? Böyle söylemişti Hikmet. Hiçbir şeyi beğenmeyen, daima gazeteciliğin püf noktalarını anlatan İktisat Fakültesi mezunu Hikmet... Var bu işte bir hikmet?

Tam sevinecek gibi oluyor sonra vazgeçiyordum. Mantıklı mıydı bu? Yine de telefonu kapattığımda ağzım beş karış açıktı. "Nasıl oldu-... Bu?" dedim kendi kendime mırıldanarak. "Terfii hak edecek bir şey yapmad-... Tamam zaten hak etmiş olabilirim ama bu-... Allah'ım çıldıracağım!" Hızla banyoya koşarak yüzüme birkaç defa soğuk su çarptım:

"Sanki Redkey'in kimliğini deşifre ettim!"

Redkey'i geç, Deniz. Duvarlarında hamamböcekleri gezen bir imalathaneyi bile mühürletmedin. Plajda güneşlenen ünlü bir mankenin selülitlerini kırmızı halka içine almak desen, o da yok. Hepi topu uyduruk çekirdek haberiyle terfi mi alınır?

Alındı valla! Terfiim iki çıt uzağınızda... Lütfen tabağınızdaki tüm çekirdekleri çitleyip kabukları yavaşça elinizden bırakın! 40 gram yağ alsanız da olur, mühim değil. Sizin bu dedikodu aşkınıza meze ettiğiniz kutsal ayçiçekleri benim en onurlu davamdır bundan sonra. Kötü alışkanlığınızdan rant elde ettiğim için de lütfen kusura bakın. Şu kusura artık biraz bakın!

Aynanın karşısından çekildiğimde bir çekirdeğin çitinden kopup gelen terfiimi, mantığıma oturtmaya kararlıydım. Zihnimde, esasen bu terfiiyi ne kadar hak ettiğime dair beni ikna edecek anılarımı toparlamaya çalışırken aklımın bir ucuna ise o malum "yabancı" kanca atmıştı yine. Ayağı uğurlu mu gelmişti ne? Ondan bir haber dosyası çıkmasa da peşinden gelen terfiim, "iyilik yapıp denize atma" meselesini bir kez daha düşünmemi sağlıyordu.

Tabii, gece aklımı kurcalayan bu düşüncelerle ilgili hüküm vermek için oldukça uzundu. Zira o vakitler, ilerleyen saatlerde çalacak ikinci bir zille tüm ihtimallerimin değişeceğini henüz bilmiyordum.

Terfiim bir çıt uzağımdaydı, peki ya o "yabancı"?

***

Continue Reading

You'll Also Like

16.3M 931K 55
Mine internet üzerinden Yeşil Küpeli Kız takma ismiyle magazin haberleri yaparak milyonlarca takipçiye ulaşmıştır ve Mine'nin şimdiki haber hedefi ge...
24.3M 1.4M 80
Doğum gününden sonra, kardeşiyle eğlenmek için konsere giden bir genç kız... Fırtına yüzünden iptal olan konserden eve dönmeye çalışırken, kendini bi...
25.8M 916K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...
MÂHÎ By AB

General Fiction

11.7M 446K 50
Beni sevebilir miydi gerçekten? Böylesi kötü bir adam, sevgi nedir bilir miydi? ▪▪▪