KARANLIK OKYANUS "KİTAP OLDU"

AsiMavera tarafından

5M 52.6K 10K

Kanı bitene kadar içti dudaklarımı. Kanım bitene kadar içtim dudaklarını. Omuzlarından göğsüne doğru inen avu... Daha Fazla

KARANLIK OKYANUS
დ1დ ↑ ZEHİR ↓
დ2დ ↑İZ BIRAKAN↓
დ4დ ↑ PARAGRAF SONU ↓
დ5დ ↑ YILAN ↓
დ6დ ↑DEMİR KAPILI CEHENNEM ↓
დ9დ ↑ KÜÇÜCÜK ↓
დ36დ ↑ İLK TEMAS ↓
WhatsApp Grubu
Tanıtım Filmi
KARANLIK OKYANUS| 2. KİTAP
KİTAP OLDUK!

დ3დ ↑ ÖLÜ BİR RUH ↓

196K 6.2K 1.1K
AsiMavera tarafından

3. BÖLÜM: "ÖLÜ BİR RUH."

'Bilmelisin ki ellini tutan olmasa da, tekmeler savurup seni yerle bir eden insanlar her zaman var olacak. Ağlama, düştüğün yerden tek başına kalk ve gözyaşlarını asla saklama. Ağlarken dahi nasıl güçlü olunur göster onlara...'

Ruhumun ucuna geçirilmiş görünmez iplik; canıma tutunmuştu. Olduğu yeri kesiyor, yakıyor, yaralarla dolduruyordu. Lakin benim kanayan yaralarıma derman olan bir annem, sert bir kayaya çarptığımda arkamda olduğunu bildiğim bir babam yoktu. Ama ben, buna rağmen payıma biçilmiş ömrümün hiç bir kısmında suç işlemekten korkmamıştım. Bile isteye gitmiştim üzerlerine hataların. Belki sorumsuz biri olursam daha fazla ilgi göreceğimi düşünmüştüm, ama umduğumu bulamadığımda dimdik durmayı da bilmiştim yaptıklarımın karşısında.

Güçlü biri miydim;

Asla.

Her gece altına girdiğim o battaniye dile gelse isyan ederdi; tüm dişlerimi kıracak gibi sıktığım halde dudaklarımdan firar eden o çığlıklarımdan. Sevdiğimmiş gibi sarmaladığım yastığım sırtını dönerdi bana; sırılsıklam ettiğim tüylerinin hesabını sorardı bir bir.

"Nerelere gittin yine?"

Alin'in sesiyle düşüncelerimden sıyrılarak saniyeler içinde olduğum ana dönüş yaptım. Dün Alin'le birlikte hastaneden döndükten sonra önce biraz sohbet etmiş, sonrada Alin'e yerini hazırlayarak odama çekilmiştim. Yaklaşık iki gün önce yaşadığım olay aklımı karıştırdığından sürekli bir yerlere dalıp gitmekten alıkoyamıyordum kendimi.

"Hiç." diyebildim sadece. Zihnimin içinde türlü pusunun kurulu olduğu kelimeleri üç harf, tek kelimeye sığdırabilmenin gururunu yaşadım o an.

"Düşünüyorum yalnızca. Hiç mi vicdanı sızlamıyor bu parayı eline aldığında." Alin elini uzatıp önündeki laptopun ekranını kapatıp, kucağımdan aldı. "Yeter artık onları düşündüğün." dedi katı bir şekilde. "Neden sürekli geçmişi düşünüp canını sıkıyorsun ki sanki?"

Buruk bir tebessüm kondurdum dudaklarıma. Alin'in benim hakkımda anlamadığı tek şey buydu belki de; benim durmadan geçmişi düşünüp kendimi üzdüğüm falan yoktu. Geçmiş, geçmiyordu. Buradaydı, iki göğsümün arasında, alıp verdiğim her nefesteydi. Geçmiş benim bir saniye olsun sesini susturamadığım kafamın içindeydi.

Oturduğum yerde dikleşerek annemin tam gözlerinin içine baktım. O benim aksime bana bakmıyor, konuşurken gözlerini kaçırıyordu. Diline dolanan yılan, her kelimesinde daha acı bir şekilde zihnimi sokarken, sanırım bu kadarını yeterli bulduğundan gözleriyle de eziyet etmek istemiyordu.

'Biz daha kendimize bakamıyoruz kızım. Büyüdün, koca kız oldun artık. Git çalış, yap bir şeyler işte.'

Soluk boruma tıkanan nefesim gözlerimi karartırken, kendimi zorlayarak belli belirsiz başımı salladım. Ne itiraz ettim, ne de söylediği şeyin ağırlığını kaldırıp yüzüne çarpmayı tercih ettim. Sadece sustum; canım yansa dahi içine düştüğüm bu durumu kabullendim.

"Tamam." diyebildim sadece. "Tamam anne."

Benden sadece çalışmamı istemiyordu; bu cümleyle benden evlerini terk etmemi, kendince de kibar bir dille beni kocası ve çocuklarıyla yaşadıkları evden kovuyordu.

Annemin gözlerinde sallandığı salıncaktan düşen küçük bir çocuğun çaresizliği görüyordum. Kalkmak onun elindeydi ama o kendisine uzatılan eli beklemeyi tercih etmişti. Çok sevdiği kocası gibi...

Belki o zamana dek çokça yaralamıştı beni ama bu sözcüklerle tamamen çürütmüştü ruhumu annem, gözünü kırpmadan kelimeleriyle öldürmüştü kendi canından olan kızını. Bu sözler asla kendisine ait değildi, kıyamazdı ki o küçük kızına. Ya da benim hayallerimde canlandırdığım annemin oynamasını istediğim rol buydu, konduramadığım için suçunu da yükleyemiyordum kendisine, bilemiyordum. Bildiğim tek şey ettiği laflar, harfi harfine canı gibi sevdiği kocasına, üvey babama aitti.

Tüm o lafları şahsi iradesiyle söylese bu denli canım yanmaz, yıpratmazdım kendimi belki de.

Çünkü birini sevmiyorken ettiği tüm kelimeler mubahtı insana; lakin göğsünde yeşertmeye dahi kıyamadığın bir sevgiden, sevdiğin birinden gelen küçücük bir kelimeyle dahi dağılmaya meyil duyuyordu insan...

O günün üzerinden sadece bir hafta geçmişti ki üniversiteyi kazandığım yerin ilk tercihim olan şehir, İstanbul olduğunu; yaşadığım şehirden 700 km uzaklaşacağımı, annemin istediği gibi benden kurtulacağını öğrenmiştim.

Hayatımın en büyük dönemecini yaşamıştım o gün. Artık yapmam gereken yeni düzenim için çabalamaktı. Kendisini tanımasam da babamın, üzerime bıraktığı yükü sırtlayan adamlarından yardım almıştım. Elimden geldiğince en hızlı şekilde geçirmiştim bu süreci. Konya'dan çıkıp gelmiştim adından başka hiçbir şeyini bilmediğim bu şehre. Dört sene. Tam dört sene başımı dahi kaldırmadan çalıştığım derslerimden başka hiçbir şeyi görmemişti gözüm. Tek bir arkadaş dahi edinmemiştim.

Kazanmak için gereken çabanın çok daha azıyla ulaşmıştım olduğum yere belki ama umurumda değildi. Sonuçta bu dünyada herkes hak ettiği yerde durmuyordu.

Bunu net bir örnek olarak annemle babamı gösterebilirdim. Zerre sorumluluk alamayan bu iki kişi, kurban olarak beni seçmişlerdi. Sorumluluk üstlenemeyen bireylerin, çocuk edinmemesi üzerine bir kanun getirilmeliydi.

Birkaç dakikanın ardından oturduğum yerden kalktım, elimi saçlarıma doğru gitti. Bir şeylerden kaçmak istediğimde tek çıkış yolum olduğundandı belki de. "Hazırlanıyorum bende. Çıkarız birazdan." deyip omuzlarıma salınan saçlarımla birlikte odama doğru yürümeye başladım. Boğazımdaki kuruluk canımı yakıyordu. Yüreğime açtıkları yara; göz kapaklarımı sızlatıyordu en çok. O neşeli, mutlu geçirilen çocukluğumu arayan benliğimin üzerine, en sert kapılarını örtüyorlardı.

Çünkü en iyi onlar biliyorlardı; aradıkları şeyin bende olmadıklarını.

O çocukluğun asla yaşanmadığını...

Annem, kocası ve o adamın kızı da olsa kardeşimle olan aramdaki tek bağlantı artık aylık olarak hesabını yatırdığım paraydı. Kardeşim belki ayda yılda bir olacak şekilde annemin telefonunu araklayıp beni arıyor, en fazla iki üç dakika süren konuşmalarımız annesinin yakalayıp arkadan saydığı hakaretlerle son buluyordu. İlk başlarda bu durum benim için bir yıkım kadar ağır olsa da, şimdilerle gülüp geçtiğim en basit dertlerimden yalnızca bir tanesiydi.

Bu sene ikimizin de başlayacak olan stajlar için hastanenin önünde durduğumuzda titreyen ellerimi bir birine kenetledim. Bana alayla bakan Alin, sırıtıyordu. "Ufacık sıyrığa dayanamayan kızın burada ne işi var anlamıyorum ki."

"Çok konuşma sen." deyip aşağı indim. Alin'in kıkırtı sesleri iyice sinirimi bozarken hızlı adımlarla girdim kapıdan. "Beklesene kızım ya!"

"Defol Alin!" dedim kısık bir sesle ona dönerken. "Görüyorsun halimi, destek olacağına daha da çok geriyorsun beni."

Yüzündeki gülümsemeyi bozarak uzanıp ellerimi tuttu. "Ne olursa olsun başaracağını biliyorum çünkü." dedi samimi bir şekilde. "Belki defalarca bayılacaksın, belki de şoklara gireceksin ama alışacaksın Hazel. Kimse anasının karnından doktor doğmuyor."

Kıstığım gözlerinin üzerinden yüzüne baktım, son derece içtendi. "Eğer insan bir şeyi gönülden istiyorsa, istediği o şey bir iğne olup dağların arkasına da saklansa gidip bulur, belki er belki de geç ama bir gün mutlaka sahip olur."

"Teşekkür ederim." dedim gözlerinin içine doğru gülümserken. "Affettim seni, hadi gidelim."

Kurduğum cümle kahkaha atmasına neden olmuş, boynuma doladığı koluyla beni kendine çekip yürütürken sıkıca sarılmıştı. Omuzlarının üzerinde süzülen turuncu saçlarını geriye attı. Soyunma odasından içeri girmiş bulunuyorduk. Aslında ikimizin yerleri farklıydı ama Alin benim dolabımdan giyinmeyi pek sorun etmiyordu. Bakışlarım bir anlığına yüzüne değdiğinde, onun ne kadar tatlı göründüğünü düşünmüştüm. Çekik gözlerine sürdüğü eyeliner ela gözlerini ortaya çıkarmış, zaten güzel olan gözlerini daha da çekici kılmıştı. Bir an sonra önüme doğru dönüp, önlüğümü giyindim.

"Ayrılık vakti bebeğim." dediğinde çantasını dolaba tıkmakla uğraşıyordu. "Nasıl üzüldüm bilemezsin." deyip kapıdan çıkacağım an bana kötü kötü bakan arkadaşıma dudaklarımı öne doğru uzatıp sinir bozucu olduğunu düşündüğüm bir öpücük atıp soyunma odasından ayrıldım.

Gözlerim üzerimdeki beyaz önlüğe değdiğinde dudaklarım hafifçe yana doğru kıvrıldı. Yolunda giden tek şeydi belki de eğitimim; ah tabi birde sevgili kardeşimi de unutmamak gerekti.

"Hadi şuraya toplanın."

Gelen sesle dün tanıştığım genel cerrahın yanına doğru ilerleyip, diğerleriyle aynı yerde beklemeye başladım. Dünden beridir bu duruma hazırlandığımız için pek bir yadırgamamıştım halimi. "Dördüncü senen mi?"

Yanımdan gelen tiz sesin sahibine çevirdim bakışlarımı. Boyu en fazla bir atmış civarında olan, ufak tefek kelimesine uyan aşırı tatlı bir kızdı. Onaylarcasına başımı salladığım da, Allah kurtarsın der gibisinden yüzünü buruşturup önüne döndü.

"Hazel, Oğuz'u takip ediyorsun." Kadının gösterdiği kişiyle birlikte topluluktan ayrıldık, "Merhaba." dedi, adının Oğuz olduğunu öğrendiğim çocuk.

"Hazel ben." deyip elimi uzattım. "Muhtemelen tahmin edebiliyorsundur ama dördüncü sınıfım." Gülümsedi. Benden biraz uzun olan boyu, arkaya taradığı siyah saçları vardı. Yüz hatları bir erkeğe göre yakışıklılıktan uzak, tatlı denecek bir boyuttaydı ama aksine bu ona farklı bir hava katmıştı.

"Oğuz. Son sınıfım, büyük ihtimalle bu dönem çok fazla iş çıkaracağız birlikte." Acilin önüne geldiğimizde, "İlk iş gününde acile verilecek kadar şanssız bir tipsin demek." dedi alaylı bir tavırla. Başımı salladım dertli bir şekilde. "Şanstan konuşmayalım hiç."

Adımımızı attığımız an bize dönen üniformalı Doktor; "Oğuz 3 no'lu sedyeye bak." deyip göz ucuyla yaka kartıma baktı. "Hazel'le birlikte." Üzerimde oyalanan ela gözlerden yüzümü çevirip, Oğuz'un arkasından hastaya doğru ilerledim.

"Neyiniz var?"

Gözlerini açan kadın zorlukla baktı gözlerine. "Boğazım ağıyordu; buraya gelirken ateşim de çıktı." Oğuz çekmeceye eğilip karıştırırken, kadın dikkatle onu izliyordu. Çıkardığı cihazı bana uzattı.

"En baştan başlayalım. Ölç bakalım hanım efendinin ateşini."

Ellili yaşlardaki kadının beyazlanmış saçları geriye doğru taranarak sıkı bir şekilde bağlanmıştı. Hasta olmasına rağmen oldukça bakımlı görünüyordu göze. Elimdeki cihaza parmağımın ucuna yerleştirip kadının alnına dokundurdum.

"38.3" dedim ekranı göstererek. Boynunda asılı olan tansiyon aletini çıkarak bana uzattı. "Tansiyonunu da ölçmemiz gerek."

Tansiyonunu da ölçtüğüm de, Oğuz kadının boğazını inceliyordu. "Boğaz enfeksiyonu." deyip yazdığı reçeteyi doktora onaylatıp, kadının eline verdi. "12 saat aralıklarla, tok karnına için." dedi ilgili bir sesle. Oğuz kadına arkasını döndüğü anda, "Evlâdım." diyen kadın çekingen bir ifadeyle bakıyordu Oğuz'a. "Birde ağrı kesici ekler misin oraya. Evde bitmiş de."

Gülümseyen Oğuz, kadının dediğini yapıp memnun bir şekilde gönderdi kadını. Parmaklarından eldiveni çıkarırken; "Çok ilgilisin." dedim birden. "Yıllardır hastanede işini böyle yapanı görmedim." Gülümsedi. Omuz silkip; gözlerini kaçırdı benden. "İşimi seviyorum sadece." dedi mırıldanarak.

"Oğuz!"

Kendisine seslenen acildeki doktora döndüğümüz de, aynı anda içeri sedyeyle bir hasta geldi. "Neyse, sen hastayla ilgilen geliyorum." deyip Oğuz'u gönderirken, eliyle beni işaret ettiği sıra, yanına gitmemi istediğini anlamıştım.

"Bunu al." deyip ufak bir kâğıt uzattı elime. "Gereken iznin kocası tarafından alındığını belirt ve bunu içerideki doktora ver." Yaka kartına baktım. "Peki, Çağan Bey."

Adam arkamı döndüğüm an, "Ve koş! Burada işler hızlı yürür Hazel." Amatörlüğümün getirdiği utanç karşısında yutkunup, dediğini yaparak hızlı bir şekilde koşmaya başladım. Kâğıdın üzerinde yazan kata ulaştığımda, elim çok fazla hızlı atan kalbime gitti. Nefes nefese kalmıştım. Karşımda kocaman harflerle doğum hane yazan kapıyı gördüm.

Hızlı bir adım daha atıp kapıya kartımı okutarak içeri girdiğimde, kuvvetli bir patlamanın ardından etrafa saçılan parçacıkların; zihnimin bir köşesine kapattığım duygusal yanım olduğunu biliyordum. Kaburgalarımın arasında şiddetli bir deprem var olup, beni şiddetli bir şekilde sarsanken; karşımda gördüğüm bu mucizevi anın soluğumun değdiği her yeri kuruttuğunu hissettim. O an ameliyat masasında, her şeyden bir haber yatan annenin, rahminde can bulan bebeğin ağlama sesi doldurdu tüm koridoru.

Kirpiklerimin nemlenmesine neden olan gözyaşlarımla birlikte burnumu çektiğimde, yüreğimin en derinlerine gömdüğüm annemin kırıntıları olduğu yerde oynaşarak gün yüzüne çıkmışlardı. Bende bir bebektim ve bende bir anne olacaktım belki. Ama ben hiç çocuk olmamıştım ki, annenin ne demek olduğunu bilmeyen biri başka birine annelik yapabilir miydi sahi...

Gözlerinin içi gülen doktora çevirdim bakışlarımı. Bir insan işini bu kadar güzel yapabilir miydi? Bazı kadınlar daha kendi çocuklarına bile bakamamışken bir yabancı başkasının canına bu denli güzel bakabilir miydi?

Hıçkırık sesim, bebeğin ağlama sesiyle aynı anda döküldüğünde; birkaç kişinin dikkatini üzerime çektiğimi biliyordum. Bebeği tamamen sahiplenmiş gibi bakan doktorun kısık, derin bakışlarını yakaladım üzerimde. "Ne işin var senin burada?"

Hemşire bana doğru ilerlerken gözlerimi doktordan çekip, kadına çevirdim. Titreyen avuçlarımda tutmaya zorlandığım kâğıt parçasını bıraktım avuçlarına. "Bunu vermem istenmişti." dedim bir kez daha sessiz bir şekilde burnumu çekip, ağzımın içinde konu mırıldanırken. Kadın kaşlarını çatıp, elindeki kâğıdı açtı.

"Yan doğum hanenin bu." dedi katı bir sesle. "Tamam, ben veririm sen gidebilirsin." deyip koluma çarparak hızla çıktı ameliyathaneden.

Başlarım tekrar bebeği bulduğunda, kucağında duran doktorun maskesini çıkardığını gördüm. Yalnızca sedyenin üzerinden vuran ışığın yansıdığı yüzünden aşağı inen maskeyle önüme serilen mavi gözler, olduğum yerde bedenimin kaskatı kesilmesine neden olmuştu. Ben kelimenin tam anlamıyla dikildiğim yerde donakalmış vaziyette karşımdaki doktorun suratına bakmaya devam ediyordum. Sertçe yutkunup, olduğum yere yığılmamak için geniş sürgülü kapının pervazına tutundum sıkıca.

"Alın."

Dakikalar önce bebeğe bakarken gözlerine yerleştirdiği şefkat parçalanarak dağılırken kalın sesiyle, tok bir tonda konuştu hemşireyle. Bakışlarını ağır bir biçimde yüzümden çekip hemşireye vermek üzere son kez bebeğe çevirdiğinde; içime derin bir soluk çekip hızla açılan kapıdan dışarıya attım kendimi. Soluklarım göğüs kafesimi yakıyordu, elim sızlayan yerin üzerine gitti. Adını dahi unuttuğum duygular yıllar sonra onun gözlerinde sakladığı sırla ortaya çıkmış, ruhumdaki damarları keskin bir bıçak gibi keserek içerisindeki tüm kanı boşaltmasını sağlamıştı.

Ne zaman bindiğimi hatırlamadığım asansörden hızlı adımlarla ayrılırken sert bir şekilde birine çarptım. "İyi misiniz hanım efendi?"

Orta yaşlarda olan adamın dağılmış halimi fark edip sert çıkmayışına sevinirken, başımı zorla onaylar şekilde sallayıp çıkış kapısından geçip bahçeye çıktım hızlıca. Tuttuğum nefesimi verdim bir solukta. Adımlarımı yavaşlarken bahçenin ortasında duran havuzun başına gidip, çimlerin üzerine attım bedenimi. Elimin üzerine düşen bir damla suya baktığımda bilinç dışı, gözyaşlarımın kendiliğinden aktığını fark etmiştim. Neden, dedim kendi kendime. Ben neden bu haldeyim? Kaç yaşına gelmiş, kocaman bir genç kız olmuştum; neden hala ihtiyaç duyuyorum ki hayatımın hiçbir karesinde anneliğini bir kez olsun hissetmediğim kadına?

Asıl merak ettiğim, insanın hiç bilmediği bir duyguyu nasıl özlediğiydi? Hiç tatmadığı o şefkatin yokluğu nasıl olurda sızlatırdı ki en içlerini?

Biliyordum, yapayalnız geçirdiğim dört senenin sonunda kendimi bu denli salmamın nedeni Alin'di. Evet, onun gelişi çiçekler açtırmıştı kalbimde belki ama bu zamana dek harladığım öfkemin de yatışmasına sebebiyet vermişti. Hırsımın, öfkemin, kinimin yanarak yok olması onun yüzündendi. Geçmiş sayfaların birden bire açılarak canımı yakmasının tek nedeni geçmişimden çıkıp gelen Alin'di.

"Tuhafsın."

Zihnimde dağılan kelimeleri toparlayamadım. Bir kez daha çok yakınımda duyduğum o tok ses dövdü sert bir şekilde beynime geçirdiğim prangaları. İki elimin tersi refleks bir şekilde yüzüme gitti ve aceleyle kuruttu kendiliğinden dökülmüş olan yaşları.

"İnsanlar hassas olduğu noktalar üzerinde meslek seçimi yapmazlar bildiğim kadarıyla."

Yüreğimin içinde biriktirdiğim acılarımın nemlendirdiği kirpiklerimi kırpıştırarak, yanımda oturan adama baktım. İki elini belinin gerisine doğru atarak yerden güç almış, uzattığı ayakları bir birinin üzerine çıkarak rahat bir pozisyon almıştı. İrislerindeki mavinin etrafını saran koyu sarı halkalar yeşille birleşmiş, inanılmaz bir şey çıkarmıştı ortaya. Ve o inanılmaz şey doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. Son derece ifadesiz olmalarına rağmen içinde bulunduğum o çaresizliği avuçlarında tutmuş gibi bilinçliydiler. Dakikalar önce yeni doğan minik bir bebeğe şefkatle bakan o gözler, şimdi bir ucubeye bakıyormuş gibiydi. Fakat hikâyedeki bu ucubeliğin yalnızca beni değil, onun etrafında dolaşan tüm insanlığı kapsayan bir yargı olduğuna emindim.

"Seçimlerim kimseyi ilgilendirmez." dedim katı bir biçimde. "Seni bile."

Olduğum yerden kalmak için hareketlendiğimde, bileğimi kavrayan kemikli parmakları demir gibi sertti. Gözümün önüne düşen saçlarımı tek elimle geriye verdiğimde, karanlık bir kuyunun en dibinde boğuluyormuşum gibi nefesim kesildi. Bir okyanusun tüm mavilerinin üzerine akıtıldığı gözleri derin bir boşluğa doldurulan siyah kadar korkutucu, içine sığdırılan bir gezegen ve yıldızlar kadar dikkat çekiciydiler. Onunla ilk karşılaştığımız gecedeki ifadesi bir film görüntüsü gibi gözlerimin önüne düştüğünde, konuştuğum kelimelere sansür katmam gerektiğini hatırlattı zihnim.

Tuttuğu bileğimdeki eli olduğu yeri tamamen kavrarken gözlerini kısmış, çatık kaşlarının altındaki irislerini en içimi görmek istercesine üzerime dikmişti. "Neden beni de o kimselerin içine sığdırmayıp, onlardan ayırdın?" dedi yavaşça.

Bakışlarım bileğimi sıkıca kavrayan ellerine indirip tekrar yüzüne çevirdiğimde, geri adım atmadı. Bileğimi bırakmadan, aynı sert bakışlarla yüzüme bakmaya devam etti. "Çünkü kafamda kurduğum hiçbir senaryoya uymuyorsun, nasıl olabiliyor da dün yol kesen çakma bir polisken bugün doktorluk yapıyorsun bilmiyorum ama kimliği belirsiz kişiler benim kimse kavramımı kapsamıyor." dedim nefret kusar bir şekilde. "Şimdi anladın mı?"

Afallayan halinden faydalanıp kolumu kurtardığım gibi kalktım yanından. Müdahale etmek istedi ama son anda vazgeçtiğini yavaş hareketlerinden anlayabilmiştim. Aksi halde ona karşı koyacak gücün çeyreğini bile barındırmıyordum bünyemde. Hızlıca hastaneye girip, sol koridorda ki acile doğru ilerlemeye başladım. Öylesine karışıktı ki kafam, zihnimdeki tüm düşünce düğümlerinin ucu bile bir birine dolanmıştı.

"Daha ilk günden işten kaytardın, bir açıklaman yoksa alacağın cezaya geçelim."

Daha saatler öncesinde tanıştığım adamın tavrı karşısında ezilirken, normalde böyle biri olmadığımı hatırlattım kendime. Tamam, işim o adamın dediği gibi hassas noktam üzerine olabilir fakat bu birilerinin sırf bu durum karşısında utanıyorum diye beni ezebileceği anlamına gelmiyordu "Ben.." dedim kelimelerimi toparlayamayarak. "Bir açıklamaya sahip.."

"Stajyerin benimleydi Çağan, umarım seni tatmin etmeye yetecek türden bir sebeptir bu." Hastanenin koridorlarına çarpan tok sesle, nabzımın hızlanıp; göğsümden yükselen nefesin soluk boruma çarparak derin bir kesik attığını hissetim. Elimi stresle enseme götürüp tırnaklarımı derime sürterken, göz ucuyla arkamda duran adama baktım. Çatık kaşlarının altında duran bir çift mavi göz, delici bir şekilde Çağan Bey'e bakıyordu.

"Oldu." dedi sert bir dille.

Tekrar önüme döndüğümde Çağan Bey'in doğruca beni izlediğini gördüm. Sakin sesinin altına sakladığı intikamı bir benim duymadığıma emindim. Benden on santim kadar uzun boyu yüzünden başını eğmeden, gözlerinin altından bakıyordu yüzüme.

"Yalnız bir dahakine kendi stajyerlerinizle ilgilenirseniz sevinirim Kamer Bey. Burası önemli bir kurum, ihmale gelmediğini en iyi sen bilirsin."

Kelimelerin altında yatan hırs ve mesafeyi resmen hissedebiliyordu insan. Birbirinden nefret eden iki kişi oldukları o kadar çok belliydi ki. Bu durumun uzamaması için karşımdaki adama baktım. "Özür dilerim." dedim suçumu kabullenir bir şekilde. "Benim hatamdı, verdiğiniz kâğıdı yanlış ameliyathaneye soktum ve görmemem gereken bir şeye tanıklık ettim. Kendimi kötü hissedince de..."

"Tamam, Hazel; Oğuz seni bekliyor." deyip açık açık gitmemi istediğinde, adımı söylediği an birkaç saniye önce adının Kamer olduğunu öğrendiğim adamın gerildiğini hissettim, bunu açık açık belli etmiyorsa bile dudaklarını sıkıca bir birine bastırmasından anlayabilmiştim. Verdiğim tepkiyi beklemiyor gibiydi.

Bunu beynimin en gerilerine itip, bakışlarımı üzerinden çektim ve hızlıca aralarından sıyrılıp Oğuz'a doğru ilerlemeye başladım.

"Az önce ne oldu öyle?" dedi Oğuz şaşkın bir şekilde. Çıkardığı anlamlar midemin kasılmasını sağlarken, hızlıca başımı salladım.

"Tatsız bir olay yaşadım da, doktor beyde o anıma şahitlik ettiğinden yardımcı olmak istedi sanırım." dedim kısık bir sesle. Oğuz'a kısa bir açıklama yapsam da aslında benim bile anlayamadığım şeyler vardı. O adam için babamın üzerindeki paraları koruması için taktığı adamlardan biri desem bunu benden saklamaz, arkamdan iş yapmazdı. Söylediği gibi devlete çalışıyor olsaydı, burada doktorluk yapacak vakti kendi kendine de yaratacak da değildi. Onun kim olduğunu daha ben bile bilmiyorken Oğuz'a böyle bir açıklama yapmanın daha doğru olacağını düşünmüştüm.

"Neyse, hadi gel bakalım. Hasta geldi."

İlk günüm olmasına rağmen birçok şeyi alıştırmıştı bana Oğuz. Çoğuna ilk üç senemde kulak aşinası olsam da, pratikte ister istemez bocalıyordu insan. Dördüncü sene de, ilk defa başlıyormuş gibi hissettiğin cümlelerinin doğruluğunu tam manasıyla kavrayabiliyordun. Fakat gelen bir hastaya, hastanede onlarca hemşireye rağmen alıştırma amaçlı serum takmamı istediklerinde yapamadığımı fark eden Çağan Bey zayıf noktamı kavramış, hareketlerinden benimle çok uğraşacağını açıkça belli etmişti. İşim artık çok daha fazla zor olacağa benziyordu.

Günün sonunda kıyafetlerimi soyunma odasında değiştirip, kapının önüne çıkarak bir süre Alin'in gelmesini bekledim. O sıra yağmaya başlayan yağmur hızını arttırınca buruk bir tebessüm oluştu yüzümde.

'Tenine değen her yağmur tanesinde beni hatırla yeşil göz, çakan her şimşeğin sevgimi sana haykırdığımı sakın unutma...'

Bir adım daha atarak hastanenin binasının kapama alanından çıktım. Yağmur şimdi daha şiddetli çarpıyordu tenime. Akşamın batan güneşine inat, daha fazla aydınlatıyordu yüzümü çakan her şimşek.

Kerem.

İlk arkadaşım, ilk sırdaşım...

Bir değil, binlerce hayal kırıklığımdı o benim. Ruhumun kilit vurduğum noktalarına parmak basıp, insani duygularımı kazandırandı. Binlerce işkenceye maruz kalmış yüreğimin yaralarını kendi elleriyle sarıp, şefkatin en acı tonunu tattıran adamdı. Yumduğum gözlerimi zorlukla aralarken, sıktığım için karıncalanan görüntülü seçebildiğimde, biraz ilerimde duran araba çekti dikkatimi.

Oydu...

Camları siyah filmle kapatılmış olduğu için onu göremesem de, doğruca beni izlediğini kestirebiliyordum.

"Hasta olup kaytarmaksa niyetin, üzgünüm. Ölmene ramak kalmadığı sürece izin verme gibi bir huyum yoktur bilmiş ol."

Çağan Bey'in sesiyle olduğum yerde rahatsızca kıpırdandım, yüzündeki ciddi birkaç metre öteden beni seyrettiğini gördüm. Adam haklıydı. Bile isteye yağmurun altında ıslanan bir çocuk haricinde kimi görebilirdi ki insan.

"Rahat olun." dedim mesafeli bir sesle. "Benimde ölmeme ramak kalması haricinde izin almak gibi bir huyum yoktur zaten."

Başını 'öyle mi' der gibisinden sallayıp, gülümsedi. "Peki. Fazla iddialı oldu bu, sonrasında mutlaka hatırlatacağım bu söylediklerini. İyi akşamlar." deyip önüne gelen arabanın kapısını açtı. "İyi akşamlar, hocam."

"O kim be?" diyen Alin montuna sıkı sıkı sarılmış bana doğru geliyordu. "Hocam." dedim mırıldanarak. Beraber arabaya yerleştiğimiz de, kararsız bir şekilde Alin'e döndüm. "Alin." dedim tereddütle. "Sana bir şey söyleyeceğim ama sakin..."

"Ay!" dedi bağırarak. "Söyle çabuk başına bir şey mi geldi? Biri bir şey mi yaptı? Valla yıkarım hastaneyi başlarına!" Arka arkaya sıraladıklarına abartılı bir şekilde gözlerimi devirdim. "Tamam, yok bir şey. Vazgeçtim."

Sitenin olduğu sokağa doğru dönüş yaptığımda, Alin heyecanla ayaklarını yukarı çekip bana döndü. "Ya tamam, özür dilerim. Napayım kızım endişeleniyoruz artık. Her an bir atraksiyon bulmuyor mu bizi, paranoyak olmak benim suçum değil."

Dudaklarım kıvrıldı ama bunu ona göstermeyi reddettim. "Görüyorum işte, gülüyorsun. Haklı olduğumu biliyorsun çünkü."

"Tamam, tamam." dedim bıkkınlıkla. "Beni durdurdukları geceyi anlatmıştım sana." dedim dudaklarımı kıpırdatarak. "O gece beni köpeklerden kurtarıp, dağın başında bir yere götüren adam.."

"Yoksa.."

"Hayır, hayır." dedim hızlıca. "Düşündüğün gibi değil, adam hastanede doktor."

"Ne!"

Birlikte eve geçtiğimizde, üzerimi değiştirmek için odama girmiştim; Alin tam arkamdaydı. "Anlatsana kızım!" dedi bıkkın bir halde. "Çatlattın meraktan be." Üzerimdeki kazağı sıyırarak çıkardım. "Ya izin kâğıdını vermek izin yanlış ameliyat haneye girmişim işte." dedim dalgın bir halde. "Sonra onu gördüm. Kadının çekip kopardı bebeği. Öyle güzel bakıyordu ki.." deyip Alin'e döndüm. "Biliyor musun, daha önce kendi canından olmayan birisine öylesine güzel bakan hiç kimseyi görmedim ben. Annesinin bile bakamadığına, elin yabancısı nasıl öyle güzel bakabilir ki?" dedim dalgın bir şekilde.

"Hazel?" diyen Alin'in sesi imalıydı.

"Saçmalama Alin. Adamın daha kim olduğunu bile bilmiyorum. Ama babamın tuttuğu biri olma ihtimali de çok yüksek, aksi halde beni içine düştüğüm durumdan çekip çıkarmazdı diye düşünüyorum. Çünkü basit bir durum değildi, köpeklerini üzerime salacakları kadar ciddi bir meseleydi ama o buna izin vermedi. Anlayacağın sadaka niyetine bile olsa asla dönüp bakmam. Yalnızca ne bileyim, etkilendim işte. Belki de, daha önce böyle bir şeye şahitlik etmediğimden bana öyle geldi sadece."

Alin'e baktığım sıra yüzündeki munzur ifadeyi silmediğini görünce, elimdeki kazağı yüzüne fırlattım. Sinirle bağırıp, dağılan saçlarını düzeltti.

"Uyuz musun kızım ya?" dedi huysuzca.

"Senin kadar olamasam da, öyle bir şeyler." deyip üzerine atladım. Saçanı iyice karıştırdığımda, artık çığlık çığlığa bağırıyordu. "Ya tövbe ya, bir daha ağzını sana açan ne olsun sana!"

Alin'den ayrıldığımda, gülmekten ağrı girmiş karnımı tuttum. "Ama çok güzel oldun sen ya." dedim alayla.

"Ben bilirim sana ne yapacağımı." deyip kalkıp çıktı odadan. Karşılık vermeyişinin nedeni, benim kendisini gibi saçı başı umursamayacağımı bilmesiydi tabi. Kendimi yatağa atıp, gözlerimi tavana diktim.

Gülümsedim, her şeye rağmen bir kez daha şükrettim. Çocukluğumun yarısı Kerem'le gitmiş olabilirdi ama diğer yarısı hala benimleydi...

🌊

Avuçlarımda duran ilaca baktım bir süre. Yutmak ve yutmamak arasında gidip geldim. Günler öncesinde sözünü çiğnemesinden korktuğum Alin'in olduğu konumda bu sefer ben duruyordum. Psikolojik olarak kendimi bunlara bir bağımlı gibi hissetsem de, artık ihtiyacımın olmadığını en iyi yine ben biliyordum. Daha kötüsü bana kalsa vazgeçmezdim ama içimdeki vicdan Alin'e ihanet etmemem gerektiğini söylüyordu.

"Hadi Hazel." Oğuz'un sesiyle parmak uçlarımdan süzülerek kayan ilaçlar, çöpe döküldü. Söz vermiştim bir kere. İçmeyecektim artık onları.

"Tahlilleri incele bakalım, ne görüyorsun."

Heyecandan kuruyan damağıma inat zorlukla yutkunup, uzanarak Oğuz'un elindeki kâğıdı aldım. Normalde son derece tatlı olan bu çocuk, neden söz konusu iş olduğunda bu kadar ciddi olurdu ki? Gözlerimi elimdeki kâğıda indirip, değerlerde gezdirdim.

"Evet, fikrin ne?"

"Tip bir diyabet." deyip hastaya döndüm kendimden emin bir şekilde. "Hastalık ciddiye alınıp öğütülen besinlere dikkat edilmediği için, ilerleyerek ameliyatla kurtulma ihtimali öldürülmüş. Hayatının geri kalanına, günde her öğünde insülin alarak devam edecek."

Adamın yanında duran karısı kurduğum cümlenin sonunda ağlamaya başlamıştı. "Hazel buraya gel." diyen Çağan'la kâğıdı Oğuz'a verip, kapıya doğru ilerledim. Son derece ciddi bir yüz ifadesi takınmış, gözlerinin üzerinden ters bir şekilde suratıma bakıyordu. Giydiği yeşil kazak ela gözlerini ortaya çıkarırken, uzayan kirli sakalları onu dünkü görüntüsünün aksine daha olgun bir hale büründürmüştü.

"Buyurun." dedim düz bir ifadeyle.

"Bak Hazel." dedi sakin ama sabırsız bir sesle. "Bu ilk olduğu için üzerine gelmek istemiyorum ama bundan sonra tanı koyarken sakın öznel yorumlarda bulunma. Olabildiğin kadar nesnel konuş, aksi halde bu sefer ki gibi anlayışlı olmayabilirler ve olmayabilirim."

Yaptığım şeyi farkına vardığım an büyük bir boşluğa düşmüş gibi sıkıldı içim. Oynadığım parmaklarımı sıktım. "Farkında olmadan konuştum." dedim ağzımın içinde geveleyerek. "Bir daha olmaz."

"Umarım." dediğinde sesi katıydı. "Birilerinin arkasına saklanman, sana ayrıcalık göstermez Hazel. Yerine göre davran."

Cümleleri boğazımda acı bir tat yaratırken, bir an gerçekten kulaklarımın uğuldadığını sandım. Ellerimdeki bakışlarımı ağır bir şekilde Çağan'ın yüzüne tırmandırdım. Ağzından çıkan kelimelerden son derece emin gibi, ağır bir duruş sergiliyordu karşımda. Dilimin ucuna gelen zehirli kelimeleri yutmak istedim ama sadece iki günde girdiğimiz diyaloglar aklıma geldiğinde az önceki ezik tavrımdan hızlıca sıyrılmayı seçtim. Hocam dahi olsa durması gerektiği yeri bilecek, yargıladığı yerden kendisi de incinecekti.

"Kelimelerinize dikkat edin Çağan Bey." dedim aramızdaki mesafeyi apaçık belirten bir sesle. "Bahsini ettiğiniz kişiyi tanımıyorum bile. Dünde dediğim gibi ilk defa şahitlik ettiğim bir anının getirisiydi yaptığım sorumsuzluk, söylediğiniz şey söz konusu bile olamaz benim için."

Boynumda dönen kanın hızını hissedebiliyordum. Tam karşımda duran adamın üzerine atlamak, en ağır hakaretleri sıralamak istiyordum belki ama onun yaptığının aksine haddimi aşmadan yanından ayrılmak en iyisiydi belki de. Gözlerinin altından dik dik yüzüme baktı. Mimikleri sinirlerimi gererken dişimi alt dudağıma geçirip sertçe ısırdım.

"Diyeceğiniz başka bir şey yoksa çıkacağım Hocam." dedim katı bir sesle.

"Yok Hazel, çıkabilirsin. İyi akşamlar." dedi düz bir sesle. Uzatmamayı seçtiği için teşekkür etmemi beklemiyordu umarım.

Başımı sallayıp arkamı döndüğüm an gözümün çarptığı kişi bir anlığına duraksamama neden oldu. Yalnızca birkaç metre ötemde duran Kamer, sırtını yasladığı duvardan yavaşça doğruldu. Kıstığı gözlerinin üzerimde gereğinden fazla durması, ağır bir şeklide yutkunmama neden olmuştu.

Konuştuklarımızı duymuştu...

Ne yapacağımı bilemediğimden, elim içinde bulunduğum stresin getirisi bir şekilde saçlarıma gitmiş birkaç tutamını tutarak kulağımın arkasına sıkıştırmıştım. Kamer'in bir an sonra Çağan'a dönen karanlık mavileri dipsiz bir kuyuyu andırıyordu. O kuyuya diri diri atıp, üzerine en ağır demir kapıları kapatmak istiyor gibi bakıyordu.

Çağan arkamda olduğu için tepkisini göremiyordum ama umurumda da değildi zaten. Daha fazla orada bulunmak istemediğimden başımı önüme eğip hızlı adımlarla asansöre doğru ilerledim.

"Sen daha giyinmedin mi?" dedi asansörde karşılaştığım Alin. Başımı dalgın bir şekilde sallayıp açılan kapıdan çıktım. "Beş dakikaya buradayım."

Aceleyle odama girip kıyafetlerimi değiştirdiğimde, Alin kapıda bekleyememişti. "Ne oldu sana yine böyle?"

"Çıkalım da bir önce anlatırım, Alin."

Arabanın olduğu parka doğru ilerlerken, göz ucuyla Alin'e baktım. İmkânsız bir şekilde fazla sessizdi. Ve bir ayrıntıyı daha aynı anda fark ettim.

Alin saçlarını toplamıştı...

Bu sadece çok fazla bunaldığında yaptığı bir hareketti. Küçüklüğümüzün getirisi bir şey olan saç takıntılarımız tamamen bir birine zıt olan karakterlerimizin yanında tek ortak noktamızdı belki de. Bakışlarım üzerinde derinlemesine bir incelemeye girdi, tuhaf bir kıpırtı sezdim mimiklerinde. Acaba ben mi abartıyordum?

"Alin?" dedim kısık bir sesle. "İyi misin sen?" Aynı onda yüzünde beliren munzur gülümsemeyle yüzüme bakması benim haklılık payımdı.

"Evet." dedi neşeli bir tonda. "Ne oldu ki?"

"Bilmem, bir şeyler mi saklıyoruz artık bir birimizden diye merak ettim." diye konuştum. Sesim mesafeliydi ve doğruca önüme bakıyordum şimdi.

"Hayır, hayır." dedi hızlıca. "Eve gidince konuşaca..."

"Alin!"

"Annemler geliyor." dedi yüzündeki gülümseme solduğunda. "Beni birkaç haftalığına bile tek bırakamayacak kadar güvenmiyorlar bana!" Yüzümü avuçlarken, tuttuğum nefesimi sesli bir şekilde dışarı bıraktım. Evet, ben bir başıma olabilirdim ama kardeşimin ailesi ikimizi birden zorlamaya yetecek kadar dişliydi.

"Kaçacağım!" dedi Alin birden. Duyduğum kelimeleri anlamaya çalışırken elimi yüzümden çekerek bakışlarımı üzerine diktim. "İstemiyorum artık beni kukla gibi oynattıkları bir hayat, gideceğim buradan!"

Güldüm.

Ne yapabilirdim ki başka?

Alin bir şey istiyorsa ona karşı koymak imkânsızdı. Her ne olursa olsun dediğini yapardı. Kötü olansa, yüzüne yerleştirdiği munzur gülümseme beni de bu işe dâhil edeceğini söylüyordu.

"Hayır." dedim hızlıca. "Sakın beni karış.."

"Üzgünüm bebeğim." dedi aniden. "Biletlerimizi aldım bile, bu hafta boş olduğumuz üç gün boyunca ortalıktan kaybolacağız!" 

Bölüm Sonu. 🥀

İnstagram: asimavera
ve asimavera_hikayeleri

SEVİLİYORSUNUZ.

Okumaya devam et

Bunları da Beğeneceksin

93.9K 3K 18
Hazan Şanlısoy - Demir Han Karabey
2.3M 137K 29
"Bir şeyleri anladığını anlarsa..." diye fısıldadı, dışarıdan bakan biri için şu an ayak üstü bir ön sevişmenin içinde gibi görünüyorduk. "Seni öldür...
569K 29.2K 49
Amelya 20 yıl sonra aslında ailesinin gerçek olmadığını intikam için bebeklerin karıştırılmasına nasıl bir tepki verecek gelin hep birlikte okuyup öğ...
1.8M 106K 64
Ulaş: Ev alma, komşu al demişler. Işık: Öyle mi demişler. Ulaş: Öyle demişler. Alacağım seni kendime. Mecburuz.