MIH

Oleh _Mehsa_

7.3M 325K 182K

İntikamın kıyafetini hiç merak ettiniz mi? Peki ya bedenini? İntikam,nefretle kararmış lacivert gözlerdi. İn... Lebih Banyak

TANITIM VE PROLOG
1-*Canavar(Canver)*
2-*Ceylan*
3-*Kuyunun Hikayesi*
4-*Azrail'in Evi*
5-*Gazap*
6-*Ezinç*
7-*Cefa-Pişe*
8-*Gönülçelen*
9-*Kaçak*
10-*Nikah*
11-*Lahza*
12-*Charlie*
13-*Kale*
14-*Şiraze*
15-*Müge*
16-*Zar*
17-*Tutulma*
18-*Figan*
19-*Hükümdar*
20- *Mecruh*
21-*Kral Payı*
22-*Billur*
23-*Hançer*
24-*Sanrı*
25 -* Raks*
26-*Dildâde*
27-*Kor*
28-*Sevda*
29-*İhtilal*
30-*Bahar*
31-*Meftun*
32-*Ateşpare*
* SİRAÇ VUSLAT 19.04*
33-*Fedakar*
34-*İrade*
35-*Oda*
36-*Cambaz*
37-*Vurgun*
38-*Asil*
39-*Kırmızı*
40-*Azap*
41-*Uçurum
42-Veda
43-*Güz*
44-*Acı*
46-*Safderun*
47-*Devran*
*19.04 & Doğum Günü Özel*
48-*Anne*
49-*Baba*
50- *Bedel*
51-*Kader*
52-*Masal*
53-*Şakayık*
*Özel Bölüm*
*54- Toprak*
*21.21*- DUYURU

45-*Katran*

74.6K 4.6K 4.9K
Oleh _Mehsa_

SOHBET KÖŞESİ 

Selamünaleyküm babyyylerimm! Ben geldim, Mehsa'nız geldi!  🥳😍😍🥳

Uuu ne yeni bölüm ama! 😍aksiyon var, şiddet var,dram var.😎🔥 🥳

En bir sevdiğim. 😎

İnşAllah çok seversiniz.😍 

Nasılsınız? Hadi bakalım siz buraya nasıl olduğunuzu yazın bende kısa bir açıklama yapacağım sonra bölüme başlarız.😍🥳 

(AÇIKLAMA)

Bilmem biliyor musunuz ama bu bölümler gelene kadar bazı gerginlikler oldu. Bölümlerin geç geldiğine ve bölüm sınırı geçmeyince herkesi cezalandırdığıma dair ithamlar aldım. 

Bu yüzden bu açıklamayı yapma ihtiyacı hissettim. Öncelikle bölümlerin geç gelmesi hakkında konuşayım. 

 Ben KPSS için ara vermem haricinde bölümleri en fazla bir ay geciktirdim. 

Onda da telafi etmek için elimden geleni yaptım ki yine kısa bir ara olsa da  öyle oldu çünkü KPSS'ye çalışıyorum. Ayrıca okullar açıldığında meşgul olduğunuz için arada 2 bölüm daha Firuze'ye stok yazdım.

Yani boş durmuyorum canlarım. KPSS gibi zor sınava rağmen sizi mutlu etmek için çabalıyorum ve verdiğim çabanın karşılığı bu olmamalı. 

Elbette bu süreçte gecikmeler olabilir çünkü çalışıyorum ve stok bölüm biriktirmeye çalışıyorum ama Allah izin verirse böyle uzun ve tatmin edici bölümler atarak gecikmelerimi telafi etmeye çalışacağım. 

Sınır geçmiyor diye sizi cezalandırma gibi bir durum yok. Ben 20'li bölümlerde sınır koymaya başladım ve  o zamandan beri bir veya iki kere sınır geçildi. Eğer böyle bir ceza olsaydı biz bu bölüme gelmezdik. 

Ama bu aralar ekstra rahatsız olduğum bir durum var. Bölümün okunma sayısını görüyorsunuzdur eminim hepiniz ama yorumlar çok az ve bundan sonra yorum sınırı da koyacağım bu yüzden. 

Ben oydan daha çok yorumlardan beslenen bir insanım ve cidden buna ihtiyaç duyuyorum. Yorum yapanlar bilir, en sevdiğim faaliyet yorumlara cevap vermektir. 

Lütfen bu isteğimi görmezden gelmeyin ve zor olan bu  sınava çalışırken beni yanlız bırakmayın. 

(AÇIKLAMA BİTTİ)

Sizi seviyorum bebeklerim. İyi okumalar dilerim! 😍🥳

MÜZİK KUTUSU 

Andro- Kak Ne Lyubit

Carla Morisson- Disfruto

Chase Atlantic- Friends

Mabel Matiz- Sarmaşık 

🌙Instagram Sayfamız: Mehsa Hikayeleri

🥀🌙 Kişisel Instagram Sayfam: _mehsaa_
🥀🌙 Twitter: mehsahikayeleri

🥀🌙Takip edebilirsiniz. Özellikle duyurular ve alıntılarımız için çiçeklerim.🌺

(SINIR 4 K OY VE 4 K YORUM!😌)

🌌☀️🌌☀️🌌☀️

Siraç'ın kaçtığı belki de korktuğu soru sonunda gelip onu buldu.

Eylül usul usul acısını dökerken aslında susmuyordu. Dili acılarına lâl olmuş gibiydi.

Onun da bu soruyu defalarca kendine sorduğunu biliyordum aslında ama yine de sonunun hep hayal kırıklığıyla bittiği bir soruydu bu.

Siraç, Levent dedeme baktı. Levent dedemin tıpkı bizim gibi gözleri dolu doluydu. "Ben yıllardır bu gerçeği ortaya çıkartmaya çalışıyorum. Çok yaklaştık, artık çok yaklaştık." Tüm inancını bu ihtimale yatırmıştı. "Hissedebiliyorum bu yüzden ona söylemek zorundaydım." dedi dedem.

Siraç dişlerini birbirine bastırdı. Öfkesi yükseldiğini hissedebiliyordum. "Niye ümit veriyorsun?" dedi dişleri arasından. "Ya yine sadece bir oyunsa. Ya yine bir piyon gibi kullanılıyorsak? Niye durduk yere daha çok üzüyorsun onu?"

Eylül ellerini onun dizlerine bastırdı. "Benimle konuş!" dedi. Onunla konuşmayarak aslında kıyamıyordu Siraç ona ama Eylül de önemsenmediğini düşünüyordu bu şekilde muhatap alınmayınca.

Bunu en iyi ben anlayabilirdim çünkü uzun zaman boyunca bana da böyle davranmıştı. Kıyamadığından yapıyordu ama en çok bu şekilde bize kıyıyordu.

"Ne olur konuş, artık dayanamıyorum ben! Demir babam yüzünden gitmiş, sen babam yüzünden benden uzaklaşmışsın. Şimdi anlıyorum her şeyi. Babam yüzünden yalnız bırakılmışım. Belki de annem de böyle yalnız bırakıldı. Ne uğruna!" diye haykırdı Eylül.

Herkes onun haykırışıyla donup kaldı. Siraç dönüp ona baktı.

"Ne uğruna oldu her şey! Neden yaptı babam bütün bunları?" O bağırırken geçmiş haykırıyordu sanki. Onunla birlikte ağlayan bizler yalnızca bu yasın eşlikçileriydik.

"Annem başka bir adamı mı sevmiş? O adamı sevdi diye mi? O adam gidince zayıf mı görmüşler onu? Sen onun oğlusun diye sevmemişler mi? Neden, neden!" Ellerini saçlarına geçirdi Eylül.

"Çıldıracağım artık biri bir şey söylesin ne olur!" Saçlarını çekiştirmeye başladı Siraç'ın gözleri önünde.

O an Siraç'ın, o an Melek Hanımın aynı bu şekilde ki yıkılışları canlandı gözümün önünde. Bir aileyseler şayet her biri tam da bu şekilde paramparça edilmişti. Öyle yara almışlardı ki yaraları da acı çekişleri de birbirlerinin yansımasıydı.

Demir ona ulaşmak için ayağa kalktığında Levent dedem engel oldu çünkü o an bir mucize gerçekleşti. Siraç, Eylül'ün bileklerini tuttu. Onu kendinden de öğrendiği bu gerçeklerden de korudu.

"Yapma..." dedi canını nasıl yaktığını en iyi o anlarken. "Zarar verme kendine."

Eylül yavaşça başını kaldırdı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. O kadar yıkılmış gözüküyordu ki kahroldum bu görüntü karşısında.

Siraç'ta ilk defa acı çektiğine dair bir belirti gösterdi. "Kıyma saçlarına, annen hep çok severdi saçlarını hatırlamıyor musun?" Sesindeki sakinliğe rağmen gözlerinde yaraları, yüzünde ise acıları vardı. Eylül sessiz sessiz ağlamaya başladı. "Her gün saçlarını tarardı. Saatlerce camın kenarında oturur, başını okşardı."

Onları uzaktan izlemişti. Annesizliğin nasıl bir şey olduğunu belki de ilk oradan görmüştü. Canının yandığına sebep olduğunu düşündüğü kadını uzaktan izlemişti.

Buna bile kahroluyordu insan. Buna bile kahrolurdu her insan.

"Kıyma." dediğinde Eylül'ün bütün gardı kırıldı sanki, sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Başını Siraç'ın dizlerine koydu ve hıçkıra hıçkıra ağlarken yas tuttu. Geçmişlerine, onun yaşayamadığı çocukluğuna, kendi yarım kalmış çocukluğuna, hiçbir zaman bir aile olamayışlarına.

Hepsine bir bir göz yaşı döktü.

"Çok isterdim." dedi Eylül. "Senin abim olmanı o kadar isterdim ki." dedi hıçkırıkları arasında.

Siraç'ın elleri havada kalmıştı. Sanki dokunmaya korkuyordu. Sanki bu ihtimale inanmaya bile korkuyordu. Nitekim sanki Eylül bunu hissetmiş gibi dile getirdi. "Sana ulaşmak için sebebim olurdu. Bana dokunmaya korkmazdın hem kardeşin olunca."

Siraç'ın ondan uzak durmasını ne kadar dert edinmişti, şimdi tam manasıyla anlayabiliyordum. Ona karşı yüreği kırgındı.

Elimi korumak istercesine karnıma bastırdım. Nefes alamıyordum bu acı karşısında artık. Bir çocuğun ya da çocukluğun yaralı oluşuna şahit oluyordum.

Bir gün anne olacaktım. Yalnızlığında bir çocuk için ne büyük bir yara olduğunu karşımda duran iki yetişkine bakarken anlıyordum.

Onu yalnız bırakmamak için canımı ortaya koyacaktım. O yara almasın diye ömrümü ona adayacaktım.

Bir çocuk yara alınca hiç tam olmuyordu çünkü.

Siraç'ın yaraları parmak uçlarındaydı. Eylül'e dokunamazken kanıyordu her bir ucu. Yavaşça Eylül'ün başına elini uzattığında nefesimi tuttum.

İstedim ki bir nebze olsun sarsın yaralarını. Eylül'ün başına yavaşça elini koyduğunda, Eylül birden sustu.

Hani olurdu ya sevgi gören her çocuk bunu hissedince acısı sanki sarılmış gibi susardı. O da tıpkı bu şekilde sustu.

Ağlarken gülümsedim. Ondaki bu gelişme, Eylül'e uzun zaman sonra ilk defa şefkat gösterişi kalbimi ısıttı.

"Daha hiçbir şey belli değil ama her ne olursa olsun bil ki herkesten yaptıklarının hesabını soracağım." diyerek dilinin acıdan bağını kopardı, Siraç. "Susmadım!" Yavaşça okşadı Eylül'ün saçlarını.

Ona şefkat verirken aynı zamanda sözler de verdi.

"Sadece zamanın gelmesini bekliyordum. O gün kendimi öldürseydim bile," dönüp kısa bir bakış attı bana. "Bir mektup bırakmıştım. Esin'in de yaptıklarını ortaya çıkartacak, üstüne bir kadın suikastçımı yollatacaktım."

Bana bakarken kırılganlığını aslında her şeyin ne kadar yarım kaldığını gördüm onda. Gitseydi şayet yaşadığı bunca acı hiçbir şeye değmeyecekti. Kendini mutlu etmeden bu dünyadan göçüp gidecekti.

Ona zulüm edenleri ardından güldürecekti. Ölseler bile onlara yenik düşecekti.

"Ama ölmedim." dedi sanki düşüncelerimi hissetmiş gibi. Onunla aynı renkte olan saçlarını okşadı Eylül'ün.

"Herkeste yaptıklarının hesabını verecek."

Eylül başını kaldırmadan ona en ağır gelen soruyu sordu. "Peki ya bütün bunları yapan gerçek babansa ve sen gerçekten benim abimsen olacak?"

Siraç sustu. Buna bir cevabı yoktu. Gerçekler ortaya çıkmadan verilen hiçbir cevap tam manasıyla gerçekliği yansıtmayacaktı.

Şayet o adam Siraç'ın karşısına çıkarsa asıl o zaman bütün sır perdeleri aralanacaktı.

Yalın ve tüm gerçekliğiyle.

Acılarla ve hüzünlerle.

Bir türlü dile gelmeyen geçmişle.

🔱⚜🔱

Siraç evden Demir'le birlikte çıktıktan sonra içi boşalmış gibi hissediyordu. Yıllardır sırtında nasır tutmuş bir yük vardı.

Kabuk bağlamıştı, kanasa da bir türlü içinden söküp atamıyordu ama dün ve bugün bir şey olmuştu. Sevdiği kadın o yükten bir parçayı zorlayarak da olsa koparmıştı.

Şimdi geriye kalan kabuslarının yüklerini bir arada tutamıyordu. Her biri engel olamadan bir bir yere savruluyor, düşerken ona son kez zarar veriyorlardı.

Eylül'ün tahminleri doğruydu. İbrahim onu tam da o gün tehdit etmişti. Yanağına yediği tokadın onda bir hükmü yoktu ama sözlerini hala unutamıyordu.

"Sen piçsin." demişti. Siraç, o gün İbrahim'in de gerçekleri bildiğini fark etmişti ama ne kadarını bildiğini kestiremiyordu. O yaşta bile bu hakaretin bir hükmü yoktu. Kim ve ne olduğunu zaten biliyordu. "Baban yok, olsa da bir hükmü yok. Senin kanında şeytanlık var. Eğer yetişmeseydim kızıma zarar verecektin." Onu omuzlarından sarsmıştı. "Uzak dur ondan. Uzak dur bizden! Bir daha sakın evimize gelme!" demişti.

Sanki bir vebalıymış gibi. Sanki yok edilmesi gereken bir günahmış gibi. Herkesten uzak durması gerektiği kafasına vurula vurula öğretilmişti.

Şimdi etrafındaki insanlar yakın dursun, bir aileleri olsun diye öyle büyük bir çaba gösteriyordu ki doğruyla yanlış tamamen birbirine girmişti.

Eylül dizlerine yaslandığında ona dokunmak büyük bir korkuydu. Ona merhamet etmemek ise en büyük acımasızlıktı.

Eylül saçlarını çekiştirirken ona her daim gülümseyen küçük kızı görür gibi olmuştu. Her daim asık suratlı bir çocuktu Siraç ama Eylül ona tebessüm etmekten, yardım etmeye çalışmaktan hiç vazgeçmemişti.

Büyümüşlerdi, aralarına mesafe girmişti ama hiçbir zaman onu hayatının dışında düşünmemişti.

Yine de bugün yaşanan yüzleşme de Eylül'ü çok kırdığını da görmüştü.

Eylül arkadaşı değil, kardeşi olmak istiyordu Siraç'ın. Aslında ailesi olarak gördüğü herkese bunu yapmak istiyordu ama Siraç listenin başında kendisi olduğunu öğrenmişti.

İstese ona merhamet etmeyebilirdi. Zihninde bunu yaparsa zayıflayacağına dair fısıltılar gittikçe çoğalmıştı. Çoğu zaman hissizliğinin ardında hep bu çığlıklar vardı zaten.

Ama Eylül onu tam olarak yalnızlıktan vurmuştu. Bu yüzden ilk defa ona kıyamamıştı.

İlk defa onun kız kardeşi olma ihtimaline sırtını çevirmemişti. Geçmişe kör olamamıştı.

Zihnindeki acımasızlıkla ortak düşüncelerinden biri de geçmişe dair bir ümitleri olmamalarıydı. Duyacağı hiçbir gerçeğin onu mutlu etmeyeceğini biliyordu çünkü.

Aslında farkında değildi ama zihninin gerilerinde bir babası olduğu gerçeğinden ziyade Melek'in annesi olma ihtimalini kabullenemiyordu.

Çünkü Melek akli dengesini yitirdikten sonra onu unutmuştu.

Bir anne hiç çocuğunu unutur muydu? Onun zihninde gerçek bir annenin görüntüsü yalnızca bırakmayan ve sarıp sarmalayandı.

Tıpkı o gün gibi. Tıpkı dövülmeden önce ona sarıldığı günkü gibi. O hala o günden ve 4 yaşında başlayan kabusundan bir adım öteye gidememiş bir çocuktu aslında.

Şimdi bir çocuğu olacaktı. Yaşadıklarından dolayı her şey kırık, her şey yarım hatta bir parça da çarpıktı.

İntikam zihninde sürekli huzursuzdu. Elif haklıydı, zihnindeki ikinci kişiliğinde bir zafiyeti vardı. Bebeği, dolayısıyla Elif'i korumak istiyordu.

Eskiden de Elif'in yanında sessizleşirdi ama yine de isyan eder, Elif'in onları zayıflattığını da söylerdi. Şimdi zihnine bıraktığı şüphe tohumlarına rağmen onu suçlamayı bırakmıştı.

Sürekli artan bir koruma iç güdüsü doğuyordu çift başlı zihninde. Siraç bu koruma isteğinin saplantı haline geleceğini biliyordu ama kendine engel olamıyordu.

Elif onları affetmedikçe, kuruldaki her piç ölmedikçe rahat etmeyecekti. Gittikçe ona ve kuracakları aileye karşı büyük bir takıntı oluşturacaktı.

Bunu tahmin ediyordu ama durdurmak da istemiyordu.

Kökleri gittikçe dünyaya bağlanıyordu.

Ölüm onlar için artık bir seçenek değildi. Elif, zihnindeki bütün zehirli fısıltıları duyuyormuş gibi her birine kendine has tarzıyla karşılık veriyordu.

Zihni bir şüpheyi fısıldayınca, sanki dudaklarını kulağına dayıyor ve bu fısıltıyı susturana kadar kendi hissettiklerini ona anlatıyordu.

Bu yaptığı aslında en büyük savaştı, haberi yoktu sevdiği kadının. O hem kendi rahatsızlığıyla mücadele ederken hem de onunla hem de zihnindeki düşüncelerle savaşıyordu.

Siraç, yaşı küçük olmasına rağmen tanıdığı en güçlü kadın olarak görüyordu onu. Gücü bileğinde değildi. Gücü inancındaydı.

Başta Allah'a öyle büyük bir sadakatle bağlıydı ki bütün gücünü buradan alıyordu. Sonra sevgisi takip ediyordu bu inancı. Sevdiklerinin gözünün içine bakarken bile onların neye ihtiyacı olduğunu anlayabiliyordu.

Empati güzel karısında vücut bulmuş gibiydi.

Gece yaşanılanlar bunun bir özetiydi. Kızgın ve çok kırgın olmasına rağmen yine de ona elini uzatmıştı. Onu anlamış, ona saygı duymuş, ondan doğacak çocuklarını esirgememişti.

Ama onu affetmemişti.

Bakışlarında öyle bir kırgınlık vardı ki Siraç her gözünü kapattığında bu kırgınlığı görüyordu. Özgüvenini yitirmişti. Bunun sebebi ise bizzat kendisiydi.

Onu o halde gördükçe kendine zarar vermemek için kendini zor tutmuştu. Bu zararı engelleyen tek şey artık bu hakkını yitirmesiydi.

Tek bir hatada karısını da karnındaki bebeği de yitirecekti. İşte tam bu sınırda duruyordu.

Bu sınırı geçmemek için savaşması ve her savaşı kazanması gerekiyordu. Bu yüzden baştaki hedefi Aziz Nehar'dı. Onu yakaladıktan ve hesabını kestikten sonra sıra kurula gelecekti.

Onları bu süreçte oyalıyordu. Hepsinin dağıldığını o da bu sabah öğrenmişti. Bu onun işine gelirdi. Aralarında bağlantı olmazsa tek tek planladığı bütün cinayetlerin hiçbir görsel zevki kalmazdı.

Vuslat bu anı bekliyordu. Zihnindeki intikamın yıllardır beklediği ilk fırça darbesini gözlüyordu.

Bu sırada it oyununa devam edeceğini biliyordu.

Aziz, bir başka hamlesini yapmış bir gerçeği daha ortaya çıkartmıştı. Elbette haberlerde onun adı da geçiyordu. Sonuçta Esin onun annesi olarak sayılıyordu.

Siraç saymıyordu.

Gerçekten annesi olsa bile yıllardır saymamıştı. Onu sadece korkutmak üzere bir aracı olarak kullanıyordu.

Bir de dile getirmediği kendine dair bir sözü vardı; Hiçbir kadına ve çocuğa şiddet uygulamayacaktı. Bu zihnindekiyle tek anlaşmasıydı. Bu sınırı da geçerse bir hayvandan farkı kalmayacakmış gibi hissediyordu.

Bu yüzden onun Antalya'da ki yazlığa gitmesine bir şey söylemedi. Gözcüler dikti çevresine, en son sıranın ona geleceğin bilerek onu terk etti.

Gündüz boyunca haber kaynağına ulaşmak için sürekli kaynaklarıyla buluştu. Tahmin ettiği gibi tanıklardan birinin üstüne davayı açtırmışlardı. Arkada bir avukat ordusu dikmişlerdi.

Siraç tanıklara bulaşmadan savunmayı yapacak avukatın bürosunu ziyaret etti.

Büro Ankara'daydı. Üç katlı binanın önünde kimse yoktu çünkü hazırlıksızlardı. Siraç'ın öncelikle tanıklara ulaşmaya çalışacağını düşünüyordu karşı taraf ama Siraç onu bir kez daha tuzağına düşürdü. Yalnızca iki koruma dikilen büronun önündeki adamlar, bu sefer öldürülmeden zapt edildi.

Bürodan içeri girdiğinde cilalanmış mermer zemin genç adamın tok adımlarının sesiyle yankılandı. Onu görünce ayağa kalkan resepsiyonisti umursamadan yanından geçti. Arkasında Umut ve bir adamı daha vardı.

Sayıca azınlıkta olmasına rağmen yine de girişteki görevli tehlikenin varlığını Vuslat'ı gördüğü anda sezdi. Telefonuna sarılırken Siraç çoktan yukarı katta, büronun başındaki avukatın katındaydı.

Türkiye de ünü sınırlarını aşan ceza avukatı Hasan Akbaş'ın odasının önünde, sekreterinin küçük bir odası vardı. Diğer avukatlarında kapıları da açıktı. Vuslat yürüdükçe odanın kapısından uzanan bakışlar onu buldu.

Sekreter Siraç'a, "Randevunuz var mı beyefendi?" diye sordu ama bir cevap alamadı.

Birden çıkan tok ses haricinde ofisi yalın bir sessizlik kapladı. Hasan'ın odasının önünde durup kapıyı açmasının sesi ortamda büyük bir gürültüymüş gibi algılandı.

Hasan odasında, tam resepsiyondaki görevli tarafından tehlikeye karşı uyarılırken bizzat karşısında tehlikeyi görünce donup kaldı.

Bir elinde telefon varken buz gibi bakışlara sahip bir adamın bizzat bakışlarının muhatabıydı. Mafya babalarıyla yıllardır karşı karşıya gelen Hasan, karşısındaki adamın o olduğunu anlamadı ilk önce.

Yaşını öğrendiği ilk andan itibaren daha toy biri bekliyordu ama karşısındaki adam hem yüz ifadesi hem de duruşuyla girdiği ortama hükmediyordu.

Aslında onun hakkında peşin hükümlü olmaması gerektiğini, Uraz gibi kirli para aklamakla büyük bir ün kazanmış avukatı avuçları içine almasından fark etmeliydi ama yapmamıştı.

Şimdi anlıyordu. Uraz gibi sinsi bir zekaya sahip bir adamı bile alt etmişti. Bu yüzden siyaha çalan lacivertler onu incelerken tuzağa düşmüş gibi hissettirdi.

"Telefonu kapatın, Hasan Bey." dedi. "Ziyaretim kısa olacak."

Soğuk emri, itiraz istemiyordu. Hasan akıllı bir adamdı. Gür gri saçları özenle taranmıştı. Lüks takımının ardında gerçekten kaliteli bir adam vardı. Yaşlılığın getirmiş olduğu karizmatikliğe ve olgunluğa sahip dürüst de bir avukattı. Konuşmak için fırsatı varken ona karşı çıkmak gibi bir aptallık yapmadı.

Telefonu kapattı ve ellerini masanın üstüne koydu. Bu açıkça verilen bir mesajdı.

Benden sana zarar gelmez.

Nitekim Vuslat'ın gözleri kısa bir an Hasan'ın ellerine takıldı. Sonra tekrar ona bakarken gözlerinde memnuniyet parıltısı belirip yok oldu.

"Şaşırttınız beni. Bu ani ziyaretinizi neye borçluyuz?" dedi Hasan usulen de olsa cevabını bildiği soruyu sormayı tercih ederek.

Ama Vuslat, direkt konuya girmeyi tercih etti. "Bende Aziz Nehar Beyin bir emaneti var. Size ona iletmeniz şartıyla bu emaneti vermeye geldim." dedi.

Hasan bilmiyormuş gibi davranmadı. Davranırsa karşısındaki adamın sakin kalacağına güvenmiyordu. Onun zekayla savaştığını ve genç yaşına rağmen büyük bir zekaya sahip olduğu anlatılmıştı.

Akıllıyla, aptal oyunu oynanmazdı.

"İletirim, ama güvenliğimden emin olmalıyım." dedi direkt sadede gelerek bu yüzden. "Ben sadece adaletin savunucusuyum. Eğer elçinin güvenliğini sağlayacaksanız kabul ederim." dedi.

Bu ithamının karşılığını ise Vuslat sert çıktı. Bir adım attı ona doğru. Tehditkâr ses tonuyla Hasan cüretkâr davrandığını anladı.

"Hakaret sayarım."

Buz gibi bakışlar karşı tarafı ezip geçti. Hasan tek elini kaldırdı genç adamın sakinleşmesi için. Tehditkâr ses tonu asıp kesen kabadayılar gibi değildi. Soğuk bir keskinliğe, eğitilmiş bir öfkeye sahipti.

"Kusura bakmayın. Sizi tanımadığım için güvenliğimi öncelik saymak zorundayım." dedi Hasan.

Vuslat bunu mantıklı buldu. Yine de eli cebine giderken onu korkutmayı ihmal etmedi. Paltosu hafif geri çekildi. Siyah gömleğinin üstündeki silah askılığı görünüp yok oldu.

Hasan onun silahına davranacağını sanıp tedirgin olurken cebinden çıkardığı fular ile Hasan farkında olmadan tuttuğu nefesi verdi.

Siraç uzun ve güçlü iki adımla Hasan'ın masasına ulaştı, fular ve küçük bir zarfı masaya bıraktı.

"Söyleyin ona çok az bir zaman kaldı." dedi masaya doğru eğilerek. "Yakında bizzat beni karşısında bulacak. Testi yalnız taştan korkarmış." Tehlikeli bir şekilde gülümsedi. "Kendisi karşıma çıkmazsa ben onu bulduğumda affıma mazhar olmayacak."

Sonra gelişinin bıraktığı kasırga etkisiyle terk etti büroyu. Arkasında bıraktığı tahribatta, tehdidi de istediği adama Hasan tarafından  ulaştırıldı.

O adam fularla birlikte minik notu aldığında hissiz bir gülümseme bahşetti yazılan nota.

Notta şöyle yazmaktaydı;

"Katili olduğun kadından bir tutam saç yolluyorum senden.

Seni öyle mahrum edeceğim ki bir tutam saçına muhtaç kalacaksın.

Sıra bende.

Seni bulduğumda kapanmamış bütün hesaplar kapanacak.

Beni bekle."

Notu okuyan adam uzun bir süre sessiz kaldı. Elindeki bir tutam saça hasretle baktı.

Yanındaki yardımcısına, "Karısının ondan aldığı intikamı da bana yaşattırıyor." dedi. Siraç'ın Elif'e gönderdiği mektuba atıfta bulunuyordu.

"Çok canı yanmış olmalı." dedi yardımcısı kuru bir sesle. Bu yalnızca yalın bir tespitti.

Adam bu tespite karşılık sustu. Sonra sanki genç adam karşısındaymış gibi konuştu.

"Ben onu sonu böyle bitsin diye sevmemiştim. Öldüğüm günden beri ben zaten gurbetteyim."

Bileğindeki dövme, bu ölümden yadigardı. Ölümünü kara kanatlı, bileğinde sonbahardan bir pranga takılı dövmeyle taçlandırmıştı.

🔱⚜🔱

Siraç'ın serasının altındaki deposuna Mehmet'in yakaladığı adam getirildiğinde akşamdı. Siraç tüm gün boyunca haberin etkileriyle, kurulun hesapladığı adımların sonuçlarıyla uğraştıktan sonra oraya geçti.

Şirketin işleri ve bütün bu yoğunluğu arasında bir saate bir Elif'le ilgili bilgi alıyordu. Mehmet gelmişti ve yine gardiyanları evin önüne dikmişti.

Tek umurunda olan karısıydı Siraç'ın ama yine de Mehmet'e kendini affettirmezse Elif'e tamamen ulaşamayacağını biliyordu.

Bunun siniriyle girdi yakalanan adamın yanına. Mehmet'in ve iki oğlunun yönettiği operasyonda karşısındaki adam, bir kamyonun küçük kasasında boğazına kadar soktuğu namluyla kendi canına kıymak üzereyken bulunmuştu.

Şimdi bileği sarılıydı çünkü namluya sıkamadan kolundan vurulmuştu. Kısa boylu ve oldukça sıska olan adam, Siraç'ın tahmin ettiği gibi yaşlıydı da.

Adı Kenan'dı.

Tıbbı genetik bölümünde çalışan olarak çalışan adamın sicilinin de kabarık olduğu anlaşılmıştı. Doktorların ek ücret istediği yalanıyla sayısız hastayı kandırmış, DNA testlerini karıştırmıştı ama bir şekilde bulunduğu bölümde kalmaya devam etmişti.

Kollarından sıkı bir iple tavana asılmıştı. Bileğinden kan sızıyordu.

Siraç, işkence odası olarak adlandırılan odaya girdiği andan itibaren inlemeyi kesti Kenan. Odada bir duvar kırmızıya boyanmıştı. O kısımda kurumuş kanın izi yaklaştıkça belli oluyordu. Yerler simsiyahtı.

Duvarın beyaz olan kısmında ise işkence aletleri vardı. Favorisi duvara monte edilmiş çarmıh, çatal uçlu boyun kafesleri ve masanın arkasındaki eski usule modernlik katan dikenli kazıktı.

Buraya getirdiği adamlarına psikolojik baskı uygulamayı severdi. Çok kullandığından değildi aslında, kontrolünü kaybettiğinde yalnızca birkaç kere kullanmıştı.

Üstündeki kanı da sildirtmemişti.

İşkence aletlerini kullandığında dair kanıtını, buraya getirdiği kurbanlarını göstermeyi daha çok severdi. Bu yüzden bilerek ilk önce işkence aletlerinin etrafında dolanıp bir karar vermeye çalışıyormuş gibi davrandı.

Korku arttıkça yalıtımı az olan odada adamın solukları arttı. Arkada biri birden bağırınca bağlı olan birden yerinden sıçradı.

Palalının oğluydu bağıran. Yıllardır burada tutuluyordu. Tutsaklıktan delirdiği bir raddeye gelmişti. Bu yüzden arada bağırıyordu.

Vuslat'ın da işine geliyordu.

Buraya getirilen kim olursa olsun korkmasına sebebiyet veriyordu. Elinde dikiş tutmayan bıçaklardan birini aldı ve yavaşça önüne döndü. Sargılı eliyle bıçak tutarken diğer eliyle de sürükleyerek sandalyeyi arkasından çekiştirmeye başladı.

Çıkan tiz ses, kurbanının daha çok tedirgin olmasına sebebiyet verdi. Birini korkutmanın en iyi yolu seslerdi. Bu yüzden korku filmlerinde sahnelerden çok sesler insanı korkuturdu.

Nitekim Kenan, Vuslat'ın bu hareketleriyle korkudan ölecek hale geldi. Simsiyah giyinmiş geç adamın suratında tek bir his dahi yoktu. Buz gibi bakışlar, öfkeli bir yüz ifadesi ve yanında kendini aciz hissettiği heybetli bir bedeni vardı.

Kenan aslında büyük bir korkaktı. Parayı çok sevdiğinden onu almak için her türlü yalanı söyleyebilir ve hileyi yapabilirdi ama bunları yaparken de bu korkaklığını kullanır, sığıntı gibi davranırdı.

Bu yüzden ecelden, ayağı yanmış bir köpek gibi kaçmıştı ama ayakları koşmaktan kül olmuş, sonunda yakalanmıştı.

Şimdi sandalyeyi ters çevirip dirseklerini sandalyenin sırt kısmına yaslayarak oturan adama bakarken korkak olduğunu tekrar hatırladı.

Korkaktı çünkü karşısındaki adam onu tek bir yumrukla bayıltırdı ama o daha vurmadan bayılacakmış gibi hissediyordu.

"Konuş!" dedi karşısındaki adam sadece.

Ses tonundaki sertlikten bile korktu Kenan.

"Ben- ben..." dedi kekeleyerek. "Ben ne ko-nuşa- cağı..." Vuslat onun sesini kesti.

Bıçağı ona doğru fırlattı. Karnını sıyırıp da geçen bıçak arkadaki duvara saplandı. Bıçağın sapı fırlatmanın etkisiyle çan gibi sallandı. "Konuş!" dedi bir kez daha Vuslat.

Kenan başını eğip bıçağın kestiği tişörtün kumaşına baktı. "Ben- ben..." dedi korkudan titreyerek. Karnından sızmaya başlayan kanı gördüğünde bembeyaz oldu.

"Bir kez daha tekrar etmeyeceğim," dedi Vuslat. Kenan başını korkuyla sağa ve sola doğru salladı. Yüzü terden sırılsıklam olmuştu. Karşısındaki adamı reddetmenin daha kötü bir sonucu olacağını bilmiyordu.

Ama çok geçmedi saniyeler sonra öğrendi. Vuslat, sandalyeyi itti ve ayağı kalktı. "Konuş lan, it!" diye bağırdı. Eceli gibi yükseldi Kenan'ın üstünde. Sesinin öfkesi duvarlarda yankılandı. Sabrı kum tanesi kadardı.

Vahşete yalnızca bir adım yakındı.

Ama istediği olmadı. Sonunda Kenan pes etti. Korkusu ona yine kazandırdı. Ölümünü geciktirdi.

Bu sırada teker teker döküldü yıllardır sakladığı gerçekleri.

Adlarını bilmediğine yeminler ettiği bir adam ve bir kadın tarafından görevlendirilmişti. Yıllar tam da Siraç'ın 5 yaşında olduğu zamanları işaret ediyordu.

O zaman tıbbı genetik alanının Türkiye'deki datasına erişimi olan bir uzmandı Kenan. Bu dataya sınırsız erişim imkanı verilerek sadece ona talimat verildiğinde bu kayıtları değiştirilmesini istemişlerdi.

Kenan'da bunu defalarca yapmıştı. Verdiği tarihler ile dna testi yapılan tarihler hep birbirini tutuyordu.

Bir köstebekle konuştuğunu, bazı saç ve kanın içindeki dna genetiği numunelerini saklamıştı. Eğer gizli bir dna testi isteği gelirse hangi şehirde olursa olsun mutlaka sisteme düşmeden önce oraya gider elindeki numunelerle karşılaştırırdı.

Bunun için kaç kere şehir değiştirdiğini anlatmıştı. Bir keresinde bir ay boyunca İstanbul'da kalmak zorunda kaldığını söylemişti.

Dna testi kime isteniyorsa ona aitte bir bilgisi vardı. Hasta bir kadın olduğunu biliyordu. O kadının yanında da bir köstebek vardı. Herhangi bir şüpheli hareket tespit ederse o gün kadının kanına bir özel bir ilaç enjekte ediyordu böylece geçici olarak kanın genetiğini bozuyordu.

Peşine takıldığında ona hiç tanımadığı adamlar yardım etmiş ve onu yurt dışına çıkartmayı vaat etmişlerdi ama son dakikada sınırdayken ona bir silah bırakıp kaderine terk etmişlerdi.

Aziz Nehar'ın adamları olduğu bariz belliydi.

Hasta kadının, Melek olduğu da anlaşılan gerçeklerden bir diğeriydi. Esin de asla yanında koruma olmadan kan aldırmazdı, Siraç bunu çok iyi hatırlıyordu. Hastaneye bile gitmemek için diretirdi.

Test yapılacak bir tek Eylül kalmıştı. İçinden bir ses Eylül'e DNA testi yapılmasın diye İbrahim'in müdahale ettiğin söylüyordu.

Melek'in yattığı klinikte bu kadar dikkatli olan bir köstebek, yalnızca Esin'in işi olamazdı. İbrahim'le iş birliği yapmış olmalıydı.

Siraç, o adamdan hiçbir zaman haz etmemişti ama Melek'i sevdiğini düşünmüştü. Şimdi bu sevginin aslında başka bir şey olabileceğini düşünüyordu.

Bir oyun. Belki de hastalıklı bir takıntı. Esin'e yaptığı hiçbir şey için şaşırmazdı ama İbrahim hakkında çıkan bilgiler hem Levent'i hem de Eylül'ü mahvedecekti.

Kenan her şeyi itiraf ettikten sonra serbest kalmanın ümidiyle karşısındaki adama baktı. Onun gözlerinde sevdiklerinin acısından doğan öfkeyi görünce, ağa takılmış balık gibi çırpınmaya başladı.

"Hayır," dedi. "Ben sadece ne dedilerse yaptım. Benim hiç suçum yok." dedi. Oysa suçu vardı. Bir çocuğun ailesinin çalınmasına, zulüm görmesine sebep olmuştu.

Birçok suçu vardı. Vuslat'ın zihninde ki gazap fısıldadı.

Cezalandır, cezalandır, cezalandır!

Gazabın sesi gittikçe yükselmeye başladı. Siraç'ta bu sese teslim oldu. Kenan'ı dinlerken işkence aletlerinin etrafında dolandığı için eline aldığı bıçağı hiçbir uyarıda bulunmadan karşısındaki adama fırlattı.

İlk hedef yerini buldu, Kenan'ın karın boşluğuna doğru saplandı. Kenan şok olmuş bir şekilde karnına saplanmış bıçağa baktı. O daha şoku atlatmadan karın boşluğuna doğru iki bıçak daha saplandı.

Ölümün dehşetine bürünmüş gözler Vuslat'ı buldu. Tam bu sırada Vuslat'ın fırlattığı bir sonraki bıçak Kenan'ın kalbini buldu.

Kenan kan kusmaya başlarken Vuslat konuştu. "Senin suçun var!" dedi, Azrail son saniyelerinde ona günahlarını gösteriyordu sanki. "Bu da hatalarının bedelinin sadece küçük bir kısmı."

Bir sonraki bıçağı fırlatmak için eline alırken zayıf bir itirazla Kenan başını sağa ve sola doğru salladı. Bu ölüme son direnişti ama kaçış faydasızdı. Hedef yerin buldu, bıçak Kenan'ın tam iki kaşının arasına saplandı.

"Bu ise beni uğraştırmamanın ödülü." Karşısındaki adam çoktan ölmüştü ama yine de lütfunu ona bildirdi. "Acısız bir ölüm herkese nasip olmaz."

Zihnindeki kana susamış canavar müsaade etmezdi.

🔱⚜🔱

Üç günlük kaçma kovalama olayında öğrenilen bilgiler çok işe yaradı.

Geçmişin gerçekleri ailenin içinde hızla yayılırken gerçeğe yalnızca birkaç adım uzaklıktalardı. Levent, haberi alınca neredeyse ağlayacaktı. Yıllardır uğraşıp didinmesi yalnızca bacak kadar boyu olan tek bir adam ve bir köstebek yüzünden engellenmişti.

Bir de oğlu, bir de her şeyden çok değer verdiği oğlu.

Buna takılı kalışı ayrı bir hüzündü, yıllardır tahmin ettiği gerçeğe ulaşacak olması ayrı bir mutluluk. Gerçekler ortaya çıkacağında Siraç'ın mutlu olup olmayacağıyla ilgilenmiyordu o. Sadece somut bir gerçeğe ihtiyacı vardı.

Sonra hesap soracağı kişileri bir bir dizerdi karşısına. Oğlunun da mezarına gider, son kez hesap sorar ve ona en ağır cezayı verirdi.

Varsa üç kuruşluk babalık hakkı, hiçbirini de helal etmeyecekti.

Levent her şeye rağmen ümit beslerken Siraç'a tam destek verdi. Siraç'ın ise ortaya çıkacak gerçekler umurunda değildi. O sadece yaşadığı yenilginin karşılığını vermek istiyordu. Bu üç günlük süreçte gün boyunca karşısındaki düşmanıyla oynadı.

Artık hedefi Vural'dı. Elif'i kaçıran, sorgu odasında onları tehdit eden adamdı. Bu sırada yakalanan iki adamı sorguladı ama ikisi de kan kussalar da tek bir laf etmedi.

Büyük bir sadakat söz konusuydu. Bir türlü bu sadakat duvarını aşamıyordu ve bu durumda onu gittikçe sinirlendiriyordu.

Siraç'ın bu süreçte fark ettiği tek bir şey vardı. Her yakaladığı adamın bileği dağlanmıştı. Sanki bir şey gizlenmek üzere yapılmıştı bu.

Adamlardan da bir şey çıkmayınca tek çare evini bildiği Vural'ı tuzağa çekmekti. Bunun için ilk adımı öğrendiği yeni bilgi sayesinde yaptı.

Vural'ın evinin önündeki bizzat Siraç'ın korumalarına ait arabaya dinleme cihazı yerleştirdiğini fark etmişti.

Cihazı çıkartmadı. Kendi lehine kullandı. Korumalara geri çekilme emri verildi. Sebebinin Melek'in yattığı, bizzat Siraç tarafından korunulan hastaneden çıkartılıp gizli bir bölgeye götürüleceği olarak belirtildi.

Taşıma bir sonraki gün gerçekleştirilecekti.

Vural bu yemi yutmayabilirdi çünkü Siraç'ın tahminlerine göre bu adam güçlü biriydi ve çevresinde Siraç'ın peşine takılacak bir sürü adamı olabilirdi ama yem yutuldu çünkü Aziz'in en iyi adamı Vural'dı ve Melek onun için oldukça önemliydi.

Vural haberi aldıktan beş dakika sonra evinden çıktı. Geriye sadece oltayı yukarı çekip avı yakalamak kalmıştı.

Siraç, planı için yarını beklerken üç gün sonra bulduğu ilk fırsatta soluğu Elif'in evinin önünde aldı. Üç gündür yine uykusuzdu, her gününü öğrenilen yeni bilgi için adamıştı. Bir kez daha DNA testi için kendisinden ve Melek Hanımdan kan alınmıştı.

Hala bu bilgiyi hazmedemediği için bir prosedür olarak görüyor ve zihnini bu konuya kapatıyordu.. DNA testinin korunması, yakalanan adamların sorguları ve Vural'ın yakalanması için uğraşmıştı.

Tam üç gündür sevdiği kadının ne sesini duyabiliyordu ne de onu görebiliyordu.

Her gün aynı mesajı atmaya devam etmişti.

Bugün de ölmedim.

Ama bir türlü onu görmeye fırsatı olmamıştı. Aramak bir çözüm değildi çünkü bir türlü birbirlerine ulaşamamışlardı. Her gün bir kere onu aramıştı ama Elif açmamıştı. Bahar'ı aramış, ondan da Elif'in uyuduğu haberini almıştı. Elif sonra aradığında ise o kadar meşgul oluyordu ki açamamıştı.

Görmek, öpmek, sevmek nefes almakla eş değer hale gelmişti bu anlarda.

Her birinden mahrum kalınca sanki yine kalbinin kurumaya başladığını hissedebiliyordu.

Elif'in tank olarak adlandırdığı Jeep'i evin önüne yanaştırdığı anda camı tıklatıldı. Siraç pencereyi açtığında karşısında Pars'ı buldu.

Pars'ın yüzünde sıkıntılı bir ifade vardı. "Mehmet baba, buraya gelmeni istemiyor." dedi Siraç'a bakarak. Bugün devriyenin başında o vardı. Bu yüzden ne yazık ki elçilik yapmak Pars'a düşmüştü.

Siraç bu uyarıyı umursamadı. Pars'a bakmadan arabanın farlarını söndürdü. "Umurumda değil." Cam bastığı tuşla tekrar yukarı kalkarken Pars geri çekildi.

"Kibirli pezevenk." diye mırıldandı Pars, Siraç'ın buz gibi haline karşılık. Aslında Siraç'ı severdi ama bu hallerine sinir oluyordu, Pars.

Kimseyi umursamıyordu. Hedefi olduğunda önünde kim varsa ezip geçmekten çekinmiyordu. Pars 'da bu kuralsızlığını sevmiyordu.

Siraç arabadan çıktıktan sonra beline silahı yerleştirdi. Pars'ın yanına iki adamı daha gelirken üçe karşı tekti. Onlara doğru yürürken sanki karşısında kimse yokmuş gibi bir hali vardı yine de.

"Kavga çıksın istemiyorum, beyler. Karım yaralanmamı pek hoş karşılamıyor." dedi rahat bir ifadeyle.

Pars bu yoruma karşı tek kaşını kaldırdı. "O zaman böyle gecenin kör bir vakti geleceğine gündüz adam gibi karşısına çık. Mehmet baba hala uyanık ve seni görürse yine olay çıkartacak." dedi.

Siraç, tam Pars'ın karşısında durdu. İkisi de aynı boydaydı ama Siraç daha cüsseliydi. Pars onunla dövüşmek istemiyordu.

Sol kroşesini bir kere tatmıştı ve gururuna dokunsa da yıldızları saymıştı. Ona aynı şekilde karşılık verse de o da mor bir yüzle evine gitmek istemiyordu. Yoksa Aslı onu tefe koyardı.

"Uykum var benim. Eve gireceğim." dedi Siraç onun sözlerini umursamadan.

Pars alaycı bir ses çıkardı. "Cidden kaşınıyorsun sen! O kapıdan elini kolunu sallaya sallaya girebileceğini mi sanıyorsun?" dedi.

Siraç ağzını hafif eğerek cıkladı. Lacivertleri alayla parıldıyordu. "Kapıdan gireceğimi sana düşündüren ne?" dedi. Pars gözlerini devirdi.

"Adam akıllı Mehmet babanın karşısına çıkıp yaptım bir eşeklik bir daha yapmayacağım desen her şey çok daha kolay olur, biliyorsun değil mi?"

Siraç'ın alaycı yüz ifadesi ciddileşti. "Sence yaptığım sadece eşeklik miydi?" dedi. Sözlerin sertliği Pars'ın da duraksamasına sebep oldu.

Karşısındaki adamın yaşadıkları berbattı. Bunun üstüne bir de hastalığı eklenince her şey daha beter hale geliyordu. Onu anlamaya çalışmıyordu çünkü anlayamazdı, sadece anlayışlı davranmaya çalışıyordu ama Siraç her fırsatta sabrını zorluyordu.

"Yolumdan çekil, Pars." dedi Siraç sanki onun düşüncelerini hissediyormuş gibi soğuk bir sesle. "Bir kavga istemiyorum. Yalnızca karıma gitmek istiyorum."

Pars onun önünde durabilirdi ki durması gerekiyordu çünkü Mehmet babanın emirlerini çiğnemek demek, büyük saygısızlık etmek demekti.

Ama karşısındaki adamın maraz çıkarmadan da buradan gitmeyeceğini biliyordu. Bu yüzden pes etti.

"Elif için." dedi. İşaret parmağını ona doğru salladı. "Yemin ediyorum sadece o kız için." Pars, Elif'i bugün görmüştü. Nergis her gün ona Siraç'ın yaptıkları hakkında rapor veriyordu. Bu da Siraç'ın emirlerinden biriydi.

Bu onun güvenini kazanmak içindi. Ayrıca Elif mahrum kalmaktan nefret ediyordu. Siraç stres olmaması gerektiğini bilerek bu riski almıştı. Elif'te bilgi almayı kabul etmişti.

Onu bu raporu dinlerken izlemişti, Pars. Her olayı dinlerken daha da solgunlaşan yüzünü izlemek işkenceydi.

Genç kız açıkça Siraç için korkuyordu. Bunu kısa bir süre incelemesinden anlamıştı. Mehmet babanın torununu daha iyi tanıdığı düşünülürse, adam kızmakta çok haklıydı.

Elif'in şu an yalnızca Siraç'a ihtiyacı vardı. Pars bu yüzden yana doğru kaydı ve Siraç yanından geçip evin bahçesinden kapısından içeri girdi.

Siraç bahçenin arkasına doğru giderken onunla iş birliği yapacak tek kişiyi aradı. Telefon ilk çalmada açılırken aslında Bahar'ın uyuyup uyumadığından emin değildi.

Ama şansına uyanık çıktı.

"Efendim, oğlum." dedi Bahar. Yumuşak ses tonunda biraz şaşkınlık gizliydi. Siraç'ta bunu hissetti.

Bahar, onu anladıktan sonra bir anne gibi sahiplenmişti ve Siraç içten içe Bahar'a karşı sempati duyuyordu. Ayrıca Elif ondan bu kadar uzakken onun iş birliğine ihtiyacı vardı.

"İyi geceler, Bahar Hanım. Kusura bakmayın rahatsızlık verdim." dedi.

Bahar, "Estağfurullah oğlum. Ne rahatsızlığı, yine Elif'i mi aradın?" dedi. O cevap veremeden, "Eğer öyleyse uyuyor, oğlum. Sana demiştim birkaç gündür çok fazla uyuyor. Yine erkenden yattı." diyerek kendi sorusunu cevapladı.

Siraç ilk katın penceresinden gözüken hafif ışığa bakarken, "Hayır, ben sizden bir şey isteyecektim aslında." dedi Siraç tereddütle. İstemsizce uzak durduğu için Bahar'dan bir şey istemek onun için oldukça zordu.

Yine de yara bandını hızla çekmek en az canı acıtandı. "Eğer sizin için uygunsa Elif'in penceresini açar mısınız?" dedi, hiç dallandırıp budaklandırmadan.

Bahar'dan kısa bir an cevap gelmedi. Siraç kadının isteğini anlamlandıramadığını düşündü bu kısa anda.

Ama Bahar akıllı bir kadındı. "Sanırım babam hala izlediği belgeseli bitirmedi." dedi. Her şeyi anlamlandırmıştı.

Telefonla konuşurken hafif bir tebessüm ediyordu.

Ayrıca, "Bahçede arkadaki çitlerin orada bir tane merdiven var. Üstünü muşamba ile kapatmıştık, bir hırsız girerse görmesin diye. Onu kullanabilirsin." diyerek ona yardım da etmeye çalıştı.

Siraç ihtiyacı olmadığını, bu ev tekrar inşa edilirken taşlardan bazılarını çıkıntılı yaptırttığını söylemeyecekti. Bu geçmişe dair bir anıydı.

Elif'le evli değilken bu çıkıntılı taşları keşfetmişti. İlk gün kapıdan girdikten sonra tekrar tekrar onu ziyaret edeceğini anlayınca anne ve kız evde yokken akıllı kilit taktırmıştı. O geldiğinde elindeki küçük kumandayla pencereyi açabiliyordu.

Akıl edemediği pencereleri yine aynı sistemle yaptırtmasıydı. Bir daha Elif'in bu eve geleceğini hiç düşünmemişti çünkü.

Bu kibri hep başına bela oluyordu.

Arka bahçede tam pencerenin önünde durduktan sonra bir elini cebine koydu ve telefon kulağındayken kapalı pencereye baktı.

"Siz pencereyi açın, ben gerisini hallederim." dedi hiçbir açıklama yapmadan.

"Tamam oğlum, hemen hallediyorum. " dedi Bahar.

Siraç teşekkür ettikten sonra telefon kapandı. Gecenin ışığı pencereyi aydınlatıyordu. Kısa bir süre sonra pencere açıldı.

Bahar pencereyi açıp odadan çıkmıştı. Elif zaten top patlasa uyanmayan bir yapıya sahipti ama birkaç gündür ekstra uyku sarhoşu olmuştu. Yemek, namaz ve asli ihtiyaçları haricinde gözünü zor açar olmuştu.

Bu yüzden pencereyi açmakta hiç zorlanmadı Bahar. Siraç tam tırmanmak için duvara yaklaşmıştı ki biri sıkı bir şekilde omzundan tuttu.

Siraç ani dokunuşa refleksle tepki verdi. Arkasından omzuna dokunan kişinin kolunu kavradı ve öne doğru fırlattı. Öne doğru büyük bir sesle çakılan kişi yalnızca Pars'ın ekibinden bir korumaydı.

Arka tarafta nöbet tutuyordu. Daha haberdar olmadığı için şimdi yerde iki seksen bir şekilde yatıyordu.

Siraç, koruma sessiz bir şekilde inlerken yan taraftan koşarak gelen Pars'a baktı. Sonra işaret parmağını dudaklarına bastırdı sanki tüm gürültüyü o çıkartmamış gibi.

Pars görüntü karşısında olayın ne olduğunu hemen anladı. Birden durdu ve bağırmamak için kendini zor tuttu.

"Ulan!" dedi iki eli havada, sen iflah olmazsın der gibi.

Gerçekten de iflah olmazdı çünkü Siraç Pars'ı ve yerde yatan korumayı umursamadan taş duvarı tırmanmaya başladı.

Pencereden içeri girdiğinde ardında bıraktığı dünya umurunda değildi. Pencereyi kapattı ve soğuk havayla da dünyayla da bağlantısını kesti.

Daha ardına dönmeden burnuna dolan koku, gözlerini sımsıkı yumuk derin bir nefes almasına yol açtı.

Karısının kokusuydu; sevdiğinin, Elif'inin.

Geniş gövdesi pencereden vuran ışığı engelliyordu. Ardına döndüğünde ayın ışığı onun arkasından yükseliyordu.

Sanki bir dağdı, saklı bir hazinenin önünü kapatıyordu. Yatakta Elif'i görünce o hazine karşısında bir kez daha soluksuz kaldı.

Güzel karısı yine örtüsüz bir şekilde yatakta yatıyordu. Üstünde kısa kollu gri bir tişört vardı. Bacaklarına kadar uzanıyordu.

Saçları yatağa yayılmıştı. Yüzü pencereye doğru dönmüştü. Yüzünün yarısını tişörtün yakasının ardında gizlemişti.

Sanki bir kokudan kendini korumak için kendini saklamıştı ya da başka bir şey için...

İdraki aniydi.

Siraç bir anda gerçeği idrak etti ve yüzünde kalp durduracak bir gülümseme belirdi. Elif'in üstündeki kendi tişörtüydü. Üç gün önce kendini tutamayıp onu öpmemek için alelacele hazırlanmış ve eşyalarını onun yatak odasında bırakmıştı.

Bıraktığı tişörtü giymişti. Sanki onun kokusunu almak ister gibi iki eli de tişörtün yakasındaydı.

Bunu fark etmek Siraç'ın tüm yorgunluğunun dinmesine, zihnindeki sürekli tekrarlayan planların durulmasına sebep oldu.

"Sanırım beni özledin." dedi kısık sesle. Şefkati sesine bile yansımıştı.

Ona bakarken kurumuş yüreği tekrar yanmaya başladı.

"Ben de çok özledim." dedi. Öyle bir bakıyordu ki sanki gözlerini ayırsa, yok olup gidecek bir peri kızına vurgun dağ çobanıydı.

Öyle bir hasretti, öyle bir mucizeye şahitti o bakışlar.

Üstündeki paltoyu ve ceketi çıkartıp köşedeki koltuğa koydu. Silahı da komodinin üstüne yerleştirdi. Yatağın köşesine, tam onun yanına oturdu. Eli yavaşça uzandı ve gece gibi saçları usulca okşadı. Sonra eğilip mis gibi kokusunu içine çekti.

Zihnindeki nefret tısladı. Böyle anlarda sanki onun masumiyetinden, verdiği huzurdan rahatsız oluyordu ama artık bu Siraç'ın umurunda değildi.

O bu kokuya da huzura da önünde bütün güzelliğiyle yatan kadına da tam manasıyla bağımlıydı. Başını biraz daha eğip karısının geceden olan saçlarından öptü.

Geri çekilmeden önce ona kısık bir sesle seslendi. "Günışığı'm!" dedi. Sesindeki şefkat yüz ifadesine de yansımıştı. Elif hafif kıpırdandı. Küçük bir iç çekiş bu hareketini takip etti.

Normalde onu rahatsız etmeyecekti ama sesine de hasret kaldığını fark etti bu küçük iç çekmeden sonra. Gülümsedi. Bu tebessümü Elif görse şeytani olarak tasvir ederdi, öyle bir cazibe yayıyordu etrafına.

Uzun zamandır onu uykusunda konuşturmuyordu ama o kadar uzak kalmıştı ki bunun cazibesinden uzak duramadı. Bu kez şakağından öptü. Sonra kulağına eğildi "Güzel karım!" dedi usulca.

Bu sefer Elif açıkça ona cevap verdi.

"Efendim..." dedi. Sesi hala mırıltı halindeydi. Hafifçe Siraç'a doğru yaklaşırken sanki varlığını hissetmiş gibiydi.

Siraç'ın gülümsemesi genişledi. Elif'in hafif yüzünü buruştururken güzelliğinin yanında o kadar sevimli gözüküyordu ki elinin tersiyle yavaşça pürüzsüz yanağına dokunmadan edemedi Siraç.

"Kocanı özledin mi?" diye sordu. Elif'in dudakları aralandı. Derin bir nefes aldı.

"Çok." derken sanki ağzının içinden konuşuyormuş gibi çıktı sesi. Siraç'ın o an aldığı cevap haricinde hiçbir şey umurunda değildi.

Cevaba karşılık sırıttı. Sonra gülümseyişi yerini hayranlıkla dolu bir ifadeye bıraktı. Parmak ucu genç kızın küçük burnunun kavisinin üstünden geçti.

Siraç, "Ben kadar olamaz." dedi hasret dolu bir sesle. Saatler değil, saniyeler geçse bile hatta onun yanında bile bazen onu özlüyordu.

Bunu karşılık versin diye söylememişti ama Elif ona yine de cevap verdi.

"Yalan." dedi sanki o karşısındaymış gibi alaycı bir ifadeyle. Genç adam kıkırdadı.

"Niye yalanmış o?" dedikten sonra dayanamayıp dudaklarını karısının yanağına bastırdı.

Elif ona cevap vermedi. Normalde Siraç'ın zorlamaması gerekiyordu ama üç günün haricinde bir aydır da ondan uzaktı. Bu yüzden hazır uyuyorken Elif'in uyurken konuşma huyundan faydalanmak onun için tam bir zorunluluktu.

Zaten sakladıklarıyla hilekarlık kanına işlemişti. Bu yüzden onu böyle bilinçsizken konuşturmak hiç vicdan azabı çekmesine sebep olmuyordu.

Konu Elif olunca hiçbir ahlaki erdem ona işlemiyordu. Elif'in yanına uzandı. Yüzüne ışık gelsin diye hafif aşağı kayarken yatağa dirseğini yaslayıp başını elinin üstüne koyarak manzarasını izlemeye başladı.

"Bebeğimiz nasıl?" dedi. Eli aşağı uzandı ve karnına dokundu.

Elif sanki onunla sohbet ediyormuş gibi cevap verdi. "İyi ." dedi. Sonra araya kısa bir yer değiştirme hareketi girdi. Bir elini geriye doğru attı ve bacaklarını kendine çekti. Sonra yüzünde ekşi yemiş gibi bir ifade belirdi.

"Kusarken ağzımdan düşmese bari." dedi sanki bunun rüyasını görüyormuş gibi.

Siraç kahkaha atmamak için dudaklarını birbirine bastırdı. Gamzeleri dudaklarının iki yanından göz kırparken uzaktan karısına hayranlıkla bakan çok aşık bir adamdı yalnızca.

"İyi olacaksınız. Sizi koruyacağım." dedi gülmemek için kendini zor tutarken. Elif dudağını hafif büzdüğü bir mimik yaptı.

Bu da karşısındaki adamın onu öpmemek için kendisini zor tutmasına sebep oldu. Dolgun dudaklar sanki sirenin şarkılarını söylüyordu. Elif ona açıkça söylememişti ama öpmekte şu an onların arasında büyük bir engeldi.

Bu engeli aşmak istiyordu Siraç. Ona ulaşmayı engelleyen her sınırı, her duvarı yok etmek istiyordu.

Elif tam bu sırada sitemini dile getirince tüm odağı değişti. "Yoksun ama," dedi uyanıkken asla söyleyemeyeceği bir sitemini dile getirerek. "Çok özledim."

Bu itiraftan sonra Siraç'ın gülüşü soldu. Özenildiğini hatta bu yüzden sevdiği kadının ona sitem etmesini çok özlemişti.

Onun sevgisini bu şekilde sınıyormuş gibi hissediyordu ama engel olamıyordu.

"Yemin ediyorum seni içime katmak, her an yanımda taşımak istiyorum."

Başını ona doğru yaklaştırdı. "Elimde olsa seni bir an bile yanımdan ayırmazdım."

Sonra dudaklarını o gül dudaklara bastırdı. Bir tutam nefesti aldığı. Geri çekildiğinde, "Çok seviyorum." dedi fısıltıyla. "O kadar çok seviyorum ki bazen nefes alamıyormuşum gibi hissediyorum bu sevgiden."

Baş parmağıyla karşısındaki güzel kadının hafif ıslak olan alt dudağına dokundu. Gözlerinin önündeki güzel yüzün en büyük hayranıydı.

"O kadar seviyorum ki göğüs kafesim senin sevgini bir türlü taşıyamıyor."

Siraç'ın yüzünde de şimdi aynı hüzün vardı. "Özle ama bunu da sakın unutma, olur mu?"

Genç kadının oynayan göz kapakları sanki onun rüyasında görüyormuş gibi titreşti. Gür kirpikleri oynarken karşısındaki adam, ona sevdalı, ona meftundu. O güzel yüzünde hüzünlü bir ifade belirdiğinde genç adam sanki yıkıldı.

O üzülmesin diye herkesi karşısına alırdı ama korunmaları gerekiyordu. Elif'in tam manasıyla onu affetmesi bile ne yazık ki bu yoldan geçiyordu. Kuruldan kurtulmalıydı, çevrelerini tamamen güvene almalıydı.

O zaman gitmeyeceğine tam manasıyla anlayabilirdi.

Üstünde ki gömleği çıkarttı ve kenara bıraktı. Örtüyü kendi tarafına çektikten sonra başını yastığa koydu. Sonra genç kızı omuzlarından tutup kendine çekti. Uyanır mı diye bir endişesi yoktu. Bu yüzden onu göğsüne yasladıktan sonra kollarıyla sımsıkı sardı.

Sonra üstlerine örtüyü çekti.

Elif sanki yanında olduğunu hissetmiş gibi boynuna doğru tırmandı . Bu da Siraç'ın gülümsemesine sebep oldu. Genç kız burnunu Siraç'ın boynuna yaslarken Siraç'ta onun başına eğilip kokusunu içine çeke çeke öptü.

Sonra gözlerini kapattı. Tam uykuya dalacaktı ki onun sesini duydu. Elif burnunun ucunu genç adamın boynuna sürterken, "Mide bulantım geçiyor kokunla." diye mırıldandı. Siraç bunun ne demek olduğunu tam anlamadı.

Bahsettiği kendi kokusu muydu? O yüzden mi tişörtü giymişti?

Elif dudaklarını hafif boynuna sürtünce irkildi. Sanki onu tadıyor gibiydi. Bu hareketi ona karşı bastırdığı hasretini uyandırdı.

Siraç bir yandan da anlamlandıramadığı bu cümleyi bu hareketten sonra daha çok merak etti. Elif çok geçmeden ona istediği cevabı verdi.

Derin bir nefes aldı ve verdi sanki kokusunu içine çeker gibi. "Bu çocuk şimdiden seni benden çok seviyor galiba." dedi.

Bu cümleden sonra tam manasıyla karısının kast ettiğinin ne olduğunu anladı. Anlayınca da yüreği hiçbir zaman tatmadığı bir mutlulukla doldu. Elif kesinlikle Siraç'ın kokusunu alınca mide bulantısının geçtiğinden bahsediyordu.

O yüzden tişörtüne başını gömerek uyumuştu çünkü kokusu onu rahatlatıyordu. Parçalar bir bir yerine oturunca tekrar eğilip saçlarından öptü onu.

Belki bencilce bir mutluluktu ama mide bulantısını geçirmek için ona ihtiyacı olması bile hoşuna gitmişti. Böylece bunu kullanabilirdi.

Siraç'ın uyumadan önce aklından geçen son düşünce mide bulantısının birkaç ay daha uzamasının sorun olmayacağıydı.

Nasıl olsa karısının kokusuna bağımlı olduğu bir kocası vardı.

O her zaman yanında olurdu.

🔱⚜🔱

Elif'ten:

Elim karnımda tavanı izlerken yaşadığımız olayların gerisinde kalan yorgun bir yabancıydım. Kısa bir süre önce başlayan hafif sancımı unutmaya çalışırken namaz kılmış sonrasında ise yine yatağa uzanmıştım.

Gözümü kapattığımda yapmak istediğim tek şey uyumaktı ama zihnim Siraç evden gittiğinden beri geçen dört günü hatırlatmaya fazlasıyla meyilliydi. Unutmak ardıma koymak isterken aklım yaşanılanları bir bir sıralamaya başladı.

Eylül gerçekleri öğrenmişti.

Dna testleri sahte çıkmıştı.

Hislerimin doğru çıkmıştı ama şimdi bunun bedelinin ne olacağından emin olmadığım için çok korkuyordum.

Sevdiğim adamın geçmişine dair her şey kocaman bir yalandı. Düşündükçe içimi acıtacak bir yaraydı bu. Onun buna karşılık nasıl bir tepki verdiğini bilmiyordum. Belki yalnızca görmezden geliyordu ama biliyordum ki tüm gerçekler ortaya çıktığında kaldıramayacağından fazlası olacaktı.

Bende tam olarak bundan korkuyordum.

Bir yanım değişmeye başladığını, artık bebeğimiz olduğunu ve her şeye daha farklı tepki vereceğini söylüyordu ama diğer yanım tekrar kaçıp gitmesinden deli gibi korkuyordu.

Tam dört gündür onu görmüyordum.

Nergis'i bana gelip ne yaptığını haber vermesi için görevlendirmişti. Her gün bana gelip rapor veriyordu. Ona da aynı şekilde benim hakkımda bilgi gittiğini biliyordum. Nergis eskisinden daha fazla evin içine girmeye başlamıştı. Eve gelen hemşireden tut da yediğim yemeğe kadar her şeyden haberdardı.

Bende Nergis sayesinde Siraç'ın yaptıklarından haberdardım. Siraç bugün beni kaçıran adamı yakalamıştı. Nergis bugün yatağımın kenarına oturup ballandıra ballandıra patronunun zekasını övdüğünden biliyordum.

Demişti ki; "Yemin ediyorum güçle alt edilen savaşlardan daha çok zekayla alt edilenlere aşığım. Patron dün bu Vural'ı yemledi. Evinin önündeki bizim korumaların arabasına dinleme cihazı yerleştirilmiş Vural. Bir güzel kullandı bunu patron. Lokum gibi oldu, lokum!"

Parmakları birleştirip çok lezzetli gibi yaptığında onunla keyiflendiğimi hissetmiştim. Onun bu hallerine bayılıyordum.

"Neyse işte Melek Hanımı hastaneye kaldırmıştı ya patron, yer değişikliği için korumaları çağırırmış gibi yaptı. Bu keriz de yedi bunu. Toplamış adamlarını, istihbaratta almış bir de bizden biri tarafından ne yapılacağına dair. Bizim içimizden de bir köstebek olduğunu ortaya çıkarttı böylece. Adamlarımızdan biri bilgi verirken yakalandı. Böylece bir taşla iki kuş vurduk!"

Parmağını şıklattı bunu dedikten sonra. Nergis operasyonu anlatırken bu haline gülmüştüm. Yaptığı işe gerçekten hayrandı.

"Neyse işte, patronun çok kullanmadığı bir helikopter pisti var. Alanı saldırıya çok müsait diye kullanmıyordu. Oraya çekti adamları, alan da dar ve çevresi telli. Arka tarafında minik bir depo var. Vural efendi, ambulans oraya girince baskın düzenledi ama ta da!" Ellerini havaya açtı. Sanki sürpriz der gibiydi hali.

"Biz çoktan hazırlıklıydık. Ortamıza düştüler. Sonra büyük bir kanlı çatışma oldu ama sen oraları bilme şimdi." Bilmiş bilmiş sırıttı. " Bebiş sansürü bu!"

Eliyle bebeğin üstünü kapatırmış gibi yapınca elini iter gibi yaptım. "Anlat, merak ediyorum!" dedim. Sonuçta hamile kalmadan önce beni çalıştırdığınız gibi az örnek sahne de izletmediniz."

Nergis alaycı bir şekilde güldü. "Onlar ne ki! Böyle aksiyonun dibine vurduk biz orada." Keyiften dört köşe oldu. " Ama ne çatışma! Böyle güçler savaşı gibiydi resmen. Kurşunlar havada uçuştu, kan, ter, gözyaşı! Hepsi birbirine karıştı."

Nergis eliyle bir ekranı gösterir gibi yapıp, "Tam bir film sahnesiydi." dedi. Sonra başının üstündeki siyah gözlüğü taktı ve, "Rakibimizin büyük hezimetiyle sonuçlandı." dedi.

O an bu anlatıma bayılmış olsam da şimdi çok gergin hissediyordum kendimi. Bir kez daha hafif sancımı unutmaya zorladım ama bu sefer de aklıma Eylül geldi.

İşler gittikçe kızışırken yine bir başka sınıra doğru ilerliyorduk sanki.

Eylül yapılan testlerin sahte olduğunu yanımdayken öğrenmişti. Hem sevincini hem de hüznünü görmüştüm onda. Seviniyordu çünkü geçmişin perdesi yavaş yavaş aralanıyordu. Üzülüyordu çünkü annesinin ve kendisinin hayatını karartanlardan biri babasıydı.

Diğeri ise teyzesi.

Her gün yanıma geliyordu ve yine her gün bambaşka bir şekilde karşıma çıkıyordu. Bir gün sinirliyse diğer gün üzgündü. Bir başka gün ise yeni bir umut beliriyordu.

Geçmiş belirsiz kaldığı sürece bu halde kalması çok normaldi. Ben bile aynı ruh hallerine bürünüyordum.

Üstelik bunun sebebi yalnızca geçmiş de değildi. Siraç yoktu. Aslında yanımda olduğunu her an hissettiriyordu ama yoktu.

Kendine dair sürekli haber yollatıyordu. Eve gelen bitkilerin, özel karışımların hatta kış yaklaşmasına rağmen mide hassasiyetine iyi gelen tropikal meyvelerin haddi hesabı yoktu.

Beni arıyordu da aynı zamanda. Tabi ben sürekli uyuduğum için ulaşamıyordu ama arıyordu. Sonra bende aramalarına geri dönüyordum ama bu sefer o açmıyordu.

Böyle garip bir döngüye girmişken evde hala onun adı anılınca bile gerginlik baş gösteriyordu. Dedem gidip geldikten sonra Siraç'a daha da öfkelenmişti. Onun içkili bir şekilde buraya gelmesini hazmedemiyordu.

Bir dede olarak hakkı vardı elbette kızmaya ama Siraç hakkında kötü konuşunca kendimi çok daha fazla sıkışmış hissediyordum. Dedeme üstü kapalı bir şekilde kötü bir geçmişi olduğundan bahsedince onun zaten çoktan her şeyden haberdar olduğunu öğrenmiştim.

Üstelik kulübede yaşanılanlardan da haberdar olduğunu dile getirmişti.

Ona ne bildiğini sorduğumda açıklama yapmamıştı ama bildiklerinin de şu an Siraç'ın yaptığı hataların üstünde hükmü yoktu onda.

Sert bir üslupla, Siraç'ın şu an yaptıklarını teker teker eleştirmişti. Elbette haklı olduğu noktalar vardı ama ben hala ona bir şekilde el uzatmasına da bekliyordum.

Siraç'ın içten içe ona tavsiye verecek, onu önemseyecek daha çok insana ihtiyacı duyduğunu biliyordum çünkü.

Bunları düşünürken yana doğru döndüm.

Üstümde hala Siraç'ın tişörtü vardı. Kokmasın diye yalnızca yatakta yatarken giyiyordum. O gittikten sonra keşfettiğim yeni bir gerçek vardı.

Siraç'ın kokusunu aldığımda mide bulantım geçiyordu ve kendi kokumu da almamaya başlıyordum. Bunu o gün gittikten sonra odama çıktığımda keşfetmiştim. Yatağımın üstünde eşyalarını katlayıp koymuştu.

Bende kokusuna bağımlı olduğum için tinerci gibi gidip koklamıştım. Kısa bir süre tinerci faaliyetine devam edince hafif olan mide bulantım resmen yok olmuştu.

Mide bulantım bu şekilde geçince tam dört gündür tabiri caizse ölü gibi uyuyordum.

Bazen o kadar çok uykum oluyordu ki namazdan sonra dua ederken bile gözlerimi açamıyordum. Sanırım bebeğimiz şimdiden kime daha çok düşkün olacağının sinyallerini yolluyordu.

Onu da suçlayamıyordum çünkü annesi de ondan farksızdı.

İkimizde ona bağımlıydık.

Burnumu hafif tişörte yasladığımda çok daha yoğun bir şekilde kokusunu aldım. Buna şaşırdım çünkü dün kokusu gitti diye neredeyse oturup ağlayacaktım.

Tekrar tekrar kokladım ama gittikçe yoğunlaşıyordu. Kaşlarımı çattım. Sabah namazına mide bulantısına uyandığım için hiçbir şey hissetmemiştim ama yanıma gelmiş olabilir miydi?

Tam bunu düşünürken midem guruldadı ve birden ilgi odağım kaydı.

Başımı eğip gurultunun geldiği yere baktım. "Şimdiden anlaşalım. Kapıyı sıkı tutacaksan yemeğe varım ben." dedim. "Yoksa o işkenceyi çekmektense yememeyi tercih ederim."

Evet, midemle konuşuyordum çünkü bu aralar ben ona yemek girdiriyordum o burun kıvırıp tekrar geri yolluyordu.

Biraz da delirmiş olabilirdim.

Daha fazla kendi kendime konuşmayı bırakıp bu fırsatı değerlendirmem gerekiyordu yine de. Bu yüzden yataktan kalktım ve odamdan çıktım.

Aşağı indiğimde annemle Mehmet dedemin konuştuğunu duydum ama ne konuştukları ile ilgili bir fikrim yoktu. Zaten yemeğe odaklanmıştım.

Mutfağa girdiğimde bir tek cümlelerinin sonunu yakaladım. Dedem, "Nasıl izin verirsin..." diyordu ama ben gelince konuşmasını birden kesti.

"Kime nasıl izin verir?" deyince ağzının içinde homurdansa da bana cevap vermedi. Annem ise bana yatıştırıcı bir şekilde gülümsedi.

Gerginliği hissedince yemek yemeden önce bir bardak su içmeye karar verdim çünkü en ufak bir gerginlikte iştahım kaçıyordu. Bu yüzden ikisi arasındaki gerginliğin geçmesini beklemem gerekiyordu.

Ama istediğim olmadı.

Su bardağını aldıktan sonra tezgâhın yanındaki sandalyeye oturduğumda dedem dayanamayıp konuşmaya başladı.

"Yadigarım," dedi. Sinirini bastırdığını sert ses tonundan bile anladım. Bardak dudaklarımdayken başımı ona doğru çevirdim.

"Memlekete dönelim mi? Ben seni yanımda istiyorum." dedi. Donup kaldım. Yavaşça bardağı aşağı indirirken su bile boğazıma dizilmiş gibi hissediyordum.

"Burada olmaktan sıkıldın mı dedem?" dedim onun sıkıntılı ifadesine bakarken.

Hemen itiraz etti. "Elbette hayır ama bu bölge güvenli değil ve çok fazla zafiyeti var." Arkamda duran anneme ters bir bakış attı.

"Bir şey olmuş." dedim o böyle bakınca. Arkamı dönüp anneme baktım. Tebessümü genişledi ama ağzına fermuar çeker gibi yaptı.

Konuşmayacaktı.

Beni reddetmedi ama kabul edip açıklamadı da. Dedem, "Ben orada size daha iyi bakarım, dedem!" dedi. Elini bastonunun üstüne koydu.

Bir şey söylemedim. Söyleyemezdim de çünkü buradan uzaklaşırsam her şey daha da karışırdı. Bir kere Siraç peşimden gelirdi. O gelmese bile ben onu terk etmiş gibi hissederdim yine de.

Aramızda ne yaşanmış olursa olsun, bebeğimin de babasıydı. Onu sanki mahrum etmişim gibi gelirdi. Dedem sanki düşüncelerimin yönünü tayin edebiliyormuş gibi açmaya korktuğum konuyu açtı.

"Bir karar vermen gerekiyor artık." dedi. "Yakında ortalık daha da karışacak. Seni ve bebeği böyle bir ortamda bırakamam ben."

Elimde tuttuğum bardağı sıktım.

"Dede," dedim ona bakarak. "Sana açık olabilir miyim?"

Dedem bir baş hareketi ile beni onayladı. "Asla çekinme." dedi.

Hafif bir tebessüm ettim ama yalnızca dudaklarımda kaldı. "Sen benim boşanmamı istiyorsun." diyerek konuşmaya başladı. " Bir dede olarak buna hakkında var çünkü babamın emaneti olarak görüyorsun beni ama birde benim tarafımdan bak lütfen. Bana da Allah tarafından emanet edilen bir can var."

Parmaklarımı karnımın üstüne bastırdım. "Bu emanete sahip çıkarken tek başıma karar veremem çünkü onun bir babası da var."

Dedem araya girdi. "Dokuz ay taşıyacak olan sensin. İnan bana senin hakkın onunkini ezip geçer."

Bazen inadımı nerden aldığımı sorgularken dedemi hatırlamam gerekiyordu çünkü uysal bir şekilde konuşsam da şu an bile kaşları çatıktı.

Onu yatıştırmak için uysal davranmam gerekiyordu.

"Ben hak yarışına girmiyorum ama bu Siraç'ın da üstünde hakkı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Birde dede..."

Bu konuya girmek istemiyordum ama karşımda böyle acımasız dururken de başka çarem kalmıyordu.

"Hadi kalbimi ezip geçtim diyelim ama vicdanıma ne yapacağız? Sen benden istiyorsun ki yaptıkları yüzünden tamamen yüz çevireyim ona. Denedim!" dedim kendi hayal kırıklıklarımla. "İnan ki bunu yapmaya çalıştım ama senin sarhoş dediğin gün bana geçmişiyle ilgili öyle şeyler anlattı ki ben artık istesem de ona sırtımı dönemem."

Dedem hayır der gibi başını salladı ama ben konuşmaya devam ettim.

"Ya hadi bunu da görmezden geleyim. Vicdanımı da susturayım. Bir gün bana ölüm haberi gelse hanginiz benim vicdanımın yükünü taşıyacaksınız?"

Bunu düşünmek bile gözlerimin dolmasına sebep oldu. O da donup kaldı karşımda.

"O yükü taşısam bile ben çocuğum babasını sorduğunda ne diyeceğim dede?" dedim. "Baban rahatsızdı, beni terk etti. Bende onu affetmedim çünkü gururum baskın geldi. Bu yüzden onu gururumun kurbanı mı ettim diyeceğim?"

Dişlerimi birbirine bastırdım ağlamamak için. "Ben babamı kaybettiğimde büyüktüm ama o halde bile hala onun yokluğunun sancısını çekiyorum." Boşluğunun sancısı bir türlü dinmiyordu. " Kendi çocuğuma benim yaşadığım acıyı yaşatırsam nasıl iyi anne olurum?"

Gözümün önüne anlattıkları geldi daha da içim acıdı. "Ya bu adama çocukluğa öyle bir zarar vermişler ki yine cidden çok iyi dayanıyor. Başkası olsa insanlara yalnızca nefret besler. Tacize uğramış, şiddete maruz kalmış, bir hayvan gibi kafeslenmiş. Bu halde sen ondan tam bir sorumluluk bekliyorsun. Nasıl beklersin?" dedim onda hiç beklemediğim bu acımasızlık karşısında. "Ben bile beklemiyorum."

Dedem elindeki bastonuna baktı. Kısa bir an sustu sonra konuştu. "Ben bunların hepsinin farkındayım yadigarım ama geçmişte takılı kaldığı sürece her an bu sınırda dolanmaya devam edecek. Boşanmayı geçtim, çok az kaldı kıyametin kopmasına. O adam babası çıkarsa nasıl biri olduğunu tahmin edemiyorum. Sana zarar vermeye çalışmadı mı? Neredeyse ölecektin. Orada silah sana da doğrultulmuş olabilirdi."

Ama doğrultulmamıştı. Ben o gün katil olmuştum. Bunun yarası kabuk bağlasa da hala arada sızlıyordu.

Ayrıca haklıydı, böyle olabilirdi ama yine tek taraflı bakıyordu olaya. "Siraç böyle bir risk olsa beni o ortama girdirmez ki. Zaten bende bu riski hissetsem yaklaşmam bu aile meselesine."

Dedemin yıllanmış gözleri üstümde dolanırken hala ikna olmadığının farkındaydım.

"Seni ona verdiğime pişman oldum." dediğinde ise yıkıldım. "Ben tehlikenin bu kadar dallanıp budaklanacağını tahmin edemiyordum. Şimdi dava sürecinden daha büyük bir tehlikedesin ve bu beni kahrediyor."

Derin bir nefes aldım sakinleşmek için. Yine de bu sözü çok ağrıma gitti.

"Dede..." dedim. Bir anda boğazıma bir yumru oturdu sanki. Siraç'ın yerine ben kırılmış gibi hissettim.

"Ben yalnızca kırgınlığımdan ondan uzak duruyorum. Eğer tehlike yüzünden uzak dursaydım ben onu sevmiyor olurdum. Sevgi bu değil. Sen bize böyle öğretmedin sevmeyi."

Sonra ayağa kalktım. "Ayrıca senden de bu tavrı hiç beklemezdim. Elbette beni önemsersin ama kaçırıldıktan sonra sana ne dediğimi hatırlıyor musun?" dediğimde onun da sert yüz ifadesi yerini bocalamaya bıraktı.

"O da insan değil mi?" dedim. "Her zaman doğruyu mu yapmak zorunda? Yanlış yapsa bile onu sevecek bir ailesi olmayacak mı? Elbette kızarsın ama sen bize kızdığında bile hep bir şeyleri öğretmeye çalıştın. Neden sıra ona gelince aynı şekilde davranmıyorsun?"

Sesini çıkartmadı. İlk defa ona karşı bu kadar sert çıkışıyordum. Eskiden konu kapansın gitsin derken bugün ekstra duygusal hissediyordum kendimi çünkü.

Bardağı tezgâha bıraktıktan sonra son sözümü söyledim.

"Burada kalacağım. Şimdi gidersem onun beni yüz üstü bıraktığı gibi bende onu yüzüstü bırakmış olurum. Sen beni böyle yetiştirmedin." İç çektim. "Babam beni böyle yetiştirmedi."

Arkamı dönmeden önce yüzündeki acı, evladının hatırasınaydı. Ben hala ne yaşanmış olursa olsun babamın Siraç'a verdiği değeri önemsiyordum.

Onu sevmemiş olsaydım bile babamın itimadına güvenirdim.

Ama seviyordum.

Ne yaşanmış olursa olsun çok seviyordum.

Bu yüzden arkamı dönmüştüm ama gidememiştim.

🔱⚜🔱

Yatağa geri döndüğümde ağrım gittikçe artmaya başladı. Kasıklarıma şiddetli bir sancı girdiğinde görmezlikten geldim. Görmezsem kaybolup gideceğine inanıyordum çünkü. Strese bağlı olduğunu biliyordum ama sakinleşmek için elimden geleni yapsam da olmuyordu.

Her şey gittikçe büyük bir karmaşaya bürünüyordu. Sanki özellikle stresli olmam için ayarlanmış gibiydi yaşadığımız olaylar.

Bir de gerginlikle birlikte gelen mide bulantısı da cabasıydı.

Komodinin üstündeki telefonum titrediğinde bir haber gelmiş olabileceğinin heyecanıyla yataktan hemen telefona doğru uzandım.

Elime aldığımda bir mesaj geldiğini gördüm. Mesaj Demir'dendi.

Boştaki elimi ağrıyan yere bastırıp mesajı açtım.

"Yenge, şu kocana bir mesaj atar mısın?"

Kaşlarım çatıldı. Yakaladıkları adamı sorguya çektiklerini biliyordum. Neden şimdi benden böyle bir şey istediğini bu yüzden anlamamıştım.

"Neden?"

Soruma cevabı saniyeler içerisinde geldi.

"Sen at, gerisini bana bırak. Yenge acele et ama."

Daha fazla kafam karışmasına rağmen Demir'e güvendiğim için en son mesaj attığı numaraya mesaj atmak için tıkladım.

Hala aramızda soğukluk olduğu için ne yazacağımı bilmedim. O yokken onu savunuyordum da varlığına yakın olmamakta zoruma gidiyordu.

Dudak büktüm bir şey bulmak için ama olmadı. Son mesajına baktım. Yine, yaşadığına dair mesajdı ama dün mesaj atmamıştı. Bu yüzden buradan ilerlemeye karar verdim.

"Dün mesaj atmadın..."

Birkaç dakika boyunca hiçbir cevap gelmedi. Numaranın yine engellenmiş olmasından korktum. Sonra birden üç nokta hareket etti.

"Şimdi yaşıyorum."

Cevabı geldiğinde hem kaşlarım çatıldı hem de istemsizce heyecanlandım. Sanki sesini kafamda duyuyordum.

"O ne demek şimdi? Bir şey mi oldu?"

Bu sefer hiç teklemeden cevap geldi.

"Bir dakika bekle, ellerimi temizleyeceğim."

Bu sözü beni daha da korkuttu. Cevabını tahmin etmeme rağmen yine de sordum.

"Neyden?"

"Sorgudaydım. Bir şey olmadı."

Mesajıma üstü kapalı bir cevap verdi ama onun yine kendini kaybetmek üzere olduğunu tahmin edebiliyordum. Bu mesaja cevap veremeden bir mesaj daha geldi.

"İyi misin, ağrın var mı Günışığı?"

Sanki ağrımı hissetmiş gibi direkt bu soruyu sorunca ekran bir an bulanıklaştı. Gözlerim doldu çünkü. Kendimi yatağa bıraktım.

Sanki ağrıyı daha çok hissettim. Eskiden olsa asla önemsemezdim ama şimdi ona her an yakınmak istiyordum.

Sanırım hamile olmak bünyeme nazlanma gibi bir hormon yüklemişti.

"İyiyim."

Gerçeği söylemedim. Tuttum kendimi. Onun halini hatırını sorup sormamam gerektiğini düşünürken ekranda en son mesaj attığı numara belirdi.

Açmak konusunda tereddüt ettim çünkü sesimden bile rahatsız olduğumu anlama potansiyeline sahip bir adamdı.

Yine de açmayınca daha çok delireceğini bilecek kadar onu tanıyordum. Bu yüzden açtım.

O konuşmadan ilk ben konuştum ki beni incelemeye fırsatı olmasın. "Sanırım her gün bir hat değiştiriyorsun." dediğimde kısık ve erkeksi gülüşünü duydum hoparlörden. O an sanki yüreğim eridi.

"Sesinden bile öpmek istiyorum seni. Bu nasıl mümkün olabilir, Elif'im?" dediğinde hafif bir tebessüm belirdi yüzümde.

"Bilmem." dedim gülümsediğim sesime yansımasın diye kendimi tutmaya çalışarak. "O da senin ayarsızlığın işte."

Görmüyordum ama şimdi güzel gülüşünün yüzünü kapladığını, gamzelerinin ortaya çıktığını hissedebiliyordum.

"Sen konuşursan benimle, bir daha numaramı engellemelerine izin vermem. "dedi telefonu açtığımda ki konuya geri dönerek." Böylece tekrar beni 'sevdiğim' diye kaydedebilirsin."

Kaşlarım çatıldı. Ben onun beni nasıl kaydettiğini bilmiyordum. "Telefonumun içinde olup bilmediğin bir şey var mı acaba?" dedim.

Cıkladı. Sesi kendini beğenmiş geliyordu. "Ama bu beni tatmin etmiyor. Ben kalbinin içindekileri merak ediyorum." Kısa iç çekişi tüylerimi diken diken etti. "Orada ne kadarım, görmek istiyorum." dedi.

Kalbim bizzat seninken nasıl bilmezsin, dememek için kendimi zor tuttum. Hala o kalbin kırık olduğunu bildiğim için sustum. Kırık olsa da her bir parçada o vardı ama haberi yoktu işte.

Konuyu değiştirmek zorunda kaldım. "Ben daha senin telefonunda ne diye kanıtlı olduğumu bilmiyorum." dedim.

Gerçekten, hiç bunu sorgulamamıştım. İlk defa merak ediyordum.

Hiç duraksamadan cevap verdi. " Edelweiss." dedi. Bir an yanlış anladığımı düşündüm. Yabancı bir kelimeydi çünkü.

"Af buyur?" dedim bu yüzden. Ben Türkçe bir şey bekliyordum.

Güldü bu halime. O gülüşün kalbimi teklettiğini bilmiyordu. Bu yüzden canıma okudu tek bir gülüşle.

"Edelweiss." diyerek açıklamaya başladı. "Alp dağlarında yetişen en değerli dağ çiçeği. Sonsuz aşkın bu çiçekte vücut bulduğuna inanılır."

Kısa bir an sessizlik oldu. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Dilim tutuldu sanki. O kadar özeldi ki sözleri, ne söylesem sıradan kalacaktı. Onun sevişi bu kadar özelken hasret duymamak imkansızdı.

İç çekişi yankılandı telefonun hoparlöründe. Sanki tenimde değdi, her zerrem aksetmişti.

"Sende benim sonsuz aşkımsın, benim güzel karım."

Yatakta olmasaydım muhtemelen bu sözlerden sonra oturmak zorunda kalırdım çünkü kırık da olsa kalbim onun aşkıyla öyle bir hayat buldu ki sesini kulaklarımla duyabiliyordum.

Bu güzel anı arkadan bağıran adamın sesi bozdu. O kadar hazırlıksızdım ki yerimden sıçradım.

"Sikerim seni de ıstırabını da! Bir şey öğrenemeyeceksin işte. Öldürsene lan!" diyordu.

Adamın sesi tanıdıktı ve nefreti öyle barizdi ki yüreğimi saran bütün güzel hisler birden soldu.

"Kapatın lan şu şerefsizin ağzını!" diye bağırdı Siraç ama çok geçti.

O kadar hazırlıksız yakalanmıştım ki bu sese vücudum birden kaskatı kesildi ve şiddetli bir sancı hissettim. Sanki hazırlıksız bir şekilde duyulan seste girilen şoku yaşıyordu vücudum.

İki büklüm oldum sancıyla. Boğazımdan gelen boğuk inleme istemsizceydi. Son anda bastırdım ama duydu.

Duyduğu anda korkusu her zerreme işledi. "Günışığı? " dedi. "Bir şey mi oldu, iyi misin?"

Sesimi çıkartamadım. Sancının acısıyla konuşmaktan korktum.

Siraç ona cevap vermeyince, "Konuş benimle!" dedi. "Ne oldu, düştün mü?" Korkusunu sanki canlı bir varlıkmış gibi hissediyordum. "Bir yerin mi ağrıyor, söyle bana!"

Zorla, "İyiyim." cevabını verdim ama inanmadı çünkü öyle giren sancıyla birlikte sanki bıçaklanmışım gibi iki büklüm olmuştum.

"Değilsin," dedi hemen itiraz ederek. "Ne oldu?" Onu endişelendirdiğimi biliyordum ama engel olamıyordum.

Hemen cevap veremedim çünkü bir yandan da ağrıya karşı kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.

"Oraya geliyorum!" dediğinde telaş yaptım.

"Gelme!" dedim ama sesim kurbağa viyaklaması gibi çıktı bu seferde. Derin bir nefes aldım ve verdim. Tekrar konuştuğumda sesim biraz daha kontrollüydü. "Gelme, iyiyim. Sancım var sadece." dedim.

Bu sözlerim onu daha da delirtti. "Ne demek sancım var!" diye kükredi resmen.

Telefonu kulağımdan uzaklaştırdım. Yüzümü buruşturdum. Bağırınca cidden sanki kükrüyordu.

Tekrar telefonu kulağıma yaklaştırdım. "Biraz sadece. Sorun yok, iyiyim." dedim ama vücudum aksini iddia ediyormuş gibi tekrar sancı girdi.

O da sanki bunu hissetmiş gibi, "Anneni arıyorum şimdi. Hazırlanın, geliyorum!" dedi. Daha itiraz edemeden telefonu suratıma kapattı.

"Çok güzel!" dedim telefonu kenara fırlatıp. "Nereye geliyorsun sen, nereye?" dedim bir elimden destek alıp yataktan kalkmaya çalışırken.

Dedem onun yüzünden benimle tartışmıştı. Şimdi ekstra sinirli olacaktı. Siraç'ta yakaladığı adam yüzünden sinirliydi zaten. Mükemmel olacaktı cidden.

Annem telaşlı bir şekilde odaya daldığında hala kakmaya çalışıyordum. Onun telaşlı ifadesini görünce, "Ya anne!" dedim çenem titrerken. "Valla telaşlandırmak istemedim."

Annemin kaşları çatıldı. "Saçmalama annecim. "dedi.Bana doğru geldi. "Risk olabilir, kanaman var mı?"

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Yatmadan önce bakmıştım, yoktu." dedim. Tekrar bir sancı saplanınca nefesim kesildi.

Annemin kolları bana sarıldı. Böyle şefkat gösterince ağrımdan dolayı sanırım ekstra hassas hissettim kendimi.

"Anne ikna et Siraç'ı, gelmesin. Bak, dedemle yine kavga edecekler." Annem geri çekilip yüzüme baktı. "Ben kavga etsinler istemiyorum."

Annem derdimi anlayınca yüzünde hüzünlü bir ifade belirdi. "Üzme kendini. Sen bu haldeyken deden bir şey yapmaz. Ayrıca markete gitti. Siraç yakınmış buraya, belki öncesinde gelir de karşılaşmazlar bile."

Parmaklarım annemin tişörtünü sıkıştırdı sancımı dindirmek için. "Ama ona haber vermezsen de...."

Annem sözümü kesti. "Onları düşünmekten vazgeç annecim." dedi hafif sert bir sesle. "Bebeğin öncelik olacak. Kavga ederlerse de onların ayıbı. Senden, bebekten mühim mi şu an?"

O beni tatlı bir şekilde azarlayınca gerçeği idrak ettim. Dedemle tartışmamız o kadar çok canımı sıkmıştı ki karnımdaki bebeğimin sağlığından önce onların kavga etmesinden korkmuştum.

Tekrar sancı girdiğinde alnımı annemin omzuna yasladım. Derin derin nefesler alırken o da sırtımı sıvazlamaya başladı.

"Hadi seni hazırlayalım. Bu kadar sancı bana normal gelmiyor." dedi annem. Bu daha çok korkmama sebep oldu.

Annemin beni hazırlarken o korku o kadar çok arttı ki gözlerim dolu doluydu. Dokunsalar ağlayacak hale geldim. Sancım olduğu için hazırlanmam uzun sürdü. Başörtümün iğnelerini takarken ellerim titriyordu.

Bu sırada da Siraç iki kere aradı. Gelmek üzereydi. Dedemin de gelmek üzere olduğunu tahmin ediyordum.

Ama annem asıl düşünmem gerekeni bana hatırlattığından beri yalnızca korku vardı. "Allah'ım ne olur bir şey olmasın bebeğime." diyordum sürekli. "Lütfen bir şey olmasın."

Hazırlanıp merdivenlerden yavaş yavaş aşağı inerken sert bir şekilde kapının açılma sesi geldi. Arkasından tartışan iki sesi duyduğumda dönüp anneme baktım.

Yüksek sesle konuşan Siraç ve dedemdi. Arkasında birileri daha olmalıydı çünkü başka sesler de duyuyordum.

Annem, "Önemseme." dedi. Başımla onayladım onu. Destek alıp aşağı inerken merdivenlerin oraya doğru gürültü yükseldi.

Dedem bağırıyordu. "Ben götürürüm onu. Çık git şu evden!"

Tam bu sırada Siraç tam karşımda belirdi. Aceleyle gelmiş olmalıydı çünkü dağılmış bir hali vardı. Onun arkasında dedem, onun arkasında Nergis geldi.

Dedem, kızgın bir şekilde soluyordu. Siraç'ın yüzünde ise sabrı tükenmiş bir ifade vardı. Sonra beni gördü. Nasıl gözüktüğümü bilmiyordum ama öfkesinin yerini endişeye bıraktı.

Tam bu sırada dedem tekrar bağırdı. "Evden çıkmazsan ekibi çağıracağım!" dedi. Buradaki ekibi kast ediyordu.

Korku ve gerginlik her iki yandan beni sarıyordu.

Siraç bu tehditlere takılmazdı. Nitekim takılmadı da gözleri bendeyken, "Kan çıkar, Mehmet Bey." dedi soğuk bir sesle. "Ben sadece karımı hastaneye götürmek istiyorum. Beni buna mecbur etmeyin."

Dedem tekrar konuşacağı zaman annem olaya müdahil oldu. "Baba!" dedi uyarıcı bir sesle. Sonra bir şey yaptı yüz ifadesiyle ama yakalayamadım. Ne yaptıysa dedem sustu.

Siraç bana doğru bir adım daha attı. "İyi misin Günışığı?" dedi daha yeni sert tonunun aksine. Şimdi sesinde ve yüzünde endişe vardı. Bu sorudan dolayı onun şefkati karşısında kendime dair gücümü kaybettim.

"Sanırım yürüyemeyeceğim." dedim göz yaşlarımı tutmaya çalışırken. Bacaklarım titriyordu.

Bu halimi gördü. Karşımda benimle birlikte acı çekti.

"Taşıyacağım zaten ben seni." dedi. "Sen sakın korkma. "Tam o sırada dedemle göz göze geldik.

Konuşacağını biliyordum ama bana bakınca ne gördüyse tekrar ağzını kapattı.

Annem hafifçe geri çekildi. Alan dardı, bu yüzden Siraç bana uzanırken boş yer bırakmaya çalıştı. Siraç bir kolunu dizlerimin arkasından geçirip beni havaya kaldırdı. Bedenimi kendine yaslarken diğer kolu da sırtımdaydı.

Ona yaslanırken sanki sığınıyormuşum gibi hissettim. Sımsıkı sardı beni.

Arkasını döndü. Dedemle yüz yüze geldi. Dedem ona ters bir bakış atsa da yer açmak için önümüzden ilerlemeye başladı.

Merdivenlerden indik, dışarı çıkarken annemle dedemin tartışmasını duydum. Dedem hala kendisi götürmek istiyordu beni biliyordum ama ben onunla gitmek istemiyordum.

Başımı göğsüne yasladığımda kendimi güvende hissettiğim sevdiğim adamla gitmek istiyordum.

Göz göze geldik. "Titriyorsun." dedi. Kolları beni kendine çok bastırdı.

Başımı geniş gövdesine daha çok yasladım. "Korkuyorum." dedim. Ağrım daha da artmıştı.

Kapı bizim için açılırken dudaklarını alnıma bastırdı. "Bir şey olmayacak, hemen hastaneye gideceğiz. Yolda Selçuk'u aradım bizim için ayarlamaları yapacak."

O teminat verince kendimi güvende hissediyordum ama yine de kucağındayken arabaya binerken bebeğimin tutunduğun dalım olduğunu fark ediyordum.

Farkında olmadan ona çok bağlanmıştım. Bunu anlıyordum şu an ağrı çekerken.

Siraç bana sıkı sıkı sarılırken ben ise elimi karnıma bastırmıştım. Ağrıyı unutmak istiyordum. Babamın evi, hastanelerin olduğu yere uzaktı bu yüzden biraz yolumuz vardı.

En çok da ağlamak istemiyordum, güçlü olmak istiyordum.

Kırmızı ışığa gelince Siraç, " Geç şu kırmızı ışığı! Hızlanın!" diye bağırınca elimi ağzının üstüne koydum. Bana çevirdi bakışlarını.

"Bağırma." dedim. "Adamın suçu yok, burada trafik yoğun. Geçse kaza yaparız."

Sinirle soludu elimin altında. Sonra elimi dudaklarına bastırdı. Sanki tenimi öpünce sakinleşiyordu.

Elimi dudaklarının üstünden çektikten sonra, "Başkalarını düşünmekten ne zaman vazgeçeceksin?" dedi. Beni kendine doğru çekti. Dudaklarını alnıma bastırdı. "Yapma şunu kendine artık. İyi misin diye sorduğumda değilsen söyle bana. Bırak acına çare bulayım." dedi.

Böyle deyince daha da kötü oldum. Gözlerim dolu doluyken, "Nazlanayım mı yani sana?" dedim hafif gülümseyerek.

Bir eli çenemi kavradı. Yüz ifadesi yumuşadı. "Keşke nazlansan." dedi şefkatli bir ifadeyle. "Nazını çeksem de yolunda kul köle olsam."

Yüzümü ekşittim. "Abartma, o kadar da değil." dedim. Araba yüksek bir rampadan geçince hafif sallandık. Bu da birden midemin bulanmasına sebep oldu.

"O kadar." dedi ama cevap veremedim.

Gözlerimi sımsıkı yumdum. "Çok güzel. Şimdi birde midem bulanıyor."

Gözlerimi tekrar açtığımda hafif gülümsedi bu halime. Neden güldüğünü anlayamadım. Sonra beni yukarı doğru çekti ve başımı boynuna yasladı. "Ne yapıyorsun?" dediğimde başımın geri çekilmesine izin vermedi.

"Dün odana geldim." dedi. Bu itirafıyla birlikte gözlerim büyüdü. Bir an sancımı bile unuttum. "Üstünde benim tişörtüm vardı." deyince bir şeyleri anladığını fark ettim.

Başımı geri çekince lacivertleriyle yüzleştim. Gülmüyordu ama gözlerinde parlayan yıldızlar vardı.

"Sonra seni konuşturdum." deyince her şey yerli yerine oturdu. Yoğun kokusu, dedemin annemle tartışması. O eve muhtemelen annemle iş birliği yaparak gizli gizli girmişti.

"İyi halt ettin." dediğimde gülümsedi ama ben gülmüyordum. Aksine utanmaya başladığımı hissettim. "Ne dedim, Allah bilir." dedim yeni gelen bir mide bulantısını bastırmak için başımı tekrar boynuna gömerken.

O da başını bana doğru eğdi. Dudakları kulağıma çok yakındı. "Miniğim beni senden çok seviyormuş." dedi. Paltosunun yakalarını tutarak başımı ona doğru yasladım. Bazen utançtan yerin dibine girmek istiyordum. Resmen kokusu sayesinde sakinleştiğimi öğrenmişti.

"Kokum mide bulantını geçiriyormuş ki bu işime gelir. Beni hep yanında taşımak zorunda kalırsın." dedi. Resmen bu halimle dalga geçiyordu.

Cidden uyurken rezil oluyordum.

"Kusarken onun ağzından çıkmasından korkuyormuşsun." dedi gülmemek için kendimi tuttum ama gülümsemeden duramadım.

Dün yatmadan önce bu cümleyi kafamda düşünüp kendi kendime gülmüştüm. Sanırım zihnimdeki düşünceler konusunda oldukça paylaşımcıydım.

"Beni çok özlemişsin." deyince başımı kaldırıp ona baktım. Çok özlemiştim. Bir aydır yüzünü görmemiştim. Bir gün de yetmemişti. Sonra tekrar ortadan kaybolmuştu.

Ona bakarken yüzündeki gülümseme soldu. "Ben kadar olamaz." dedi yüzüme bakarken. Gözlerinin izi dudaklarıma düştü. Hasret gözlerinde yanıyordu.

"Beni çok seviyormuşsun." dedi. Uyurken sadece aklımdan geçenleri değil yüreğimden geçenleri de söylüyor olmalıydım çünkü uyanıkken ona itiraf edemediklerim bir bir dile gelmişti.

"Ben kadar olamaz." dedi yine.

Gözümden süzülen yaş şakağıma doğru kayınca onun sevgisi karşısında ağladığımı fark ettim. İki parmağıyla göz yaşımı sildi. Şefkatli bakışları karşısında kendimi tutamıyordum.

Öyle güzel bakıyordu ki çektiğim şiddetli ağrı bile geri planda silikleşiyordu.

"Gerçek mi söylediklerim?" diye sordu.

Konuşamadım. Başımı olumlu anlamda salladım sadece.

"Bana bir cevap ver ama benim güzel karım." dedi. Baş parmağı hafifçe yanağımı okşadı. "Konu senin acılarınsa niye sessizleşiyorsun?"

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ağlamak istemiyordum ama o böyle davranınca kendimi tutamıyordum.

Böyle yaptığımın farkında bile değildim. Şefkatiyle birlikte kırgınlıklarım ortaya çıkıyordu.

"Kırgınım." diye fısıldadım. "Yaşanılanlara, geçmişe. Ayrıca biliyorum çok işin var ama bazen bencilce yanımda ol istiyorum. Sana güç vermek, ardında durmak istiyorum ama daha kendime hayrım yok. Bu da zoruma gidiyor."

Ben konuşurken başını olumsuz anlamda sallayarak itiraz ettiğini gösterdi.

"Senin bana ne kadar güç verdiğinden haberin yok." dedi.

O böyle deyince omuz silktim sadece. Ben kendi açımdan görüyordum çünkü. Bu halimi sevimli bulmuş olacak ki gülümsedi. İki eliyle yüzümü okşadı sanki kıyamıyor gibi.

"Yapma böyle ama." dedi. Başını eğip fısıldadı. "Senin ödülünde cezan da benim hayatımı derinden sarsıyor. O kadar büyüksün ki bende mahrum ettiklerin bile aklımı yitirmeme sebep oluyor."

Gözleri tekrar dudaklarımı buldu. Sanki ilk mahrum kaldığını anıyordu gözleriyle.

"Yemin ediyorum çok öpmek istiyorum seni." dedi. Nefesim kesilir gibi oldu çünkü sesindeki hasreti en derinlerimde hissettim. "Senin mahrumiyetin bana en büyük ceza. Kırgınlıklarının bedelini ödeteceksen her türlü razıyım ama böyle geri de çekilme. Her şey muallakta kalmasın. Senin sessizliğin beni hep korkutuyor, Günışığı."

İç çekti. "Çünkü bana söyleyecek bir sözün kalmamış gibi hissediyorum."

Başımı olumsuz anlamda salladım. Söyleyecek çok sözüm vardı ama ben bastırıyordum çünkü sıkışmış hissediyordum kendimi.

"Değil." dedim sadece. Sonra yeni bir sancı girdi ve iki büklüm oldum. Sırtımı sıvazladı. Sert bir ifadeyle yolun ne kadar kaldığını sordu.

Korkum tekrar arttı. Oturup bebeğime bir şey olmasın diye hıçkıra hıçkıra ağlayabilirdim ama tutuyordum kendimi. İşin garip tarafı bu anlarda bile ilgisini yalnızca kendime istiyordum.

Sonra bana doğru eğildi. "Bir şey olmayacak." dedi hislerimi bizzat yüreğimden okuyormuş gibi. "O bizim mucizemiz. Bir şey olmayacak."

"İnşallah." dedim kısık sesle.

Yol devam ederken kısa bir sessizlik girdi aramıza sonra tekrar konuştu.

"Bir gün kırgınlığın kızgınlığa dönüşecek." dedi. Tekrar sancı girmeden önceki konuya döndüğünü anladım. Yüzünü göremiyordum çünkü başımı boynuna yaslamıştım ama acısını hissedebiliyordum.

"O gün de çekinmeni istemiyorum. Bütün hıncını benden çıkart. Kavga edelim, dök içindekileri. "Beni kendine doğru bastırdı. "O güne kadar senin güvenini kazanmak için elimden geleni yapmış olacağım. Böylece bana dönmemek için hiçbir sebebin kalmayacak."

Başımı geri çekip ona baktım. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı ama lacivert gözlerini asla terk etmeyecek bir acı yerleşmişti.

"İşte o zaman kork benden." dedi. Bana doğru eğildi. "Asla durmam, kork benden.."

Güzel gözleri yüzümde hayranlıkla dolanırken kızardığımı hissettim. Onu kendimden uzak tutarken hasretten bir dağ biriktiriyordum ardımda.

Bir gün o dağ tutuşacaktı, ben altında kalacaktım.

"İyi olalım da." dedim sadece. Alnını alnıma yasladı.

Bir elini karnıma koydu. "İyi olacağız." dedi. "Çok iyi olacağız."

Ona inandım, ona güvendim, sancım gittikçe artarken yanımda oluşunun güveni vardı. Hastaneye kadar sabrettim ama hastaneyi görünce göz yaşlarım akmaya başladı.

Beni arabadan çıkartırken en çok umudumu kaybetmekten korkuyordum.

🔱⚜🔱

Huh! Yine yangınlar yine ben .  🤣🤣

Biz bu yoldan fena yerlere çıkacağız sanki ya! Böyle güç üstünde güç, tehlike üstünde tehlike türeyecek de daha çok böyle aksiyon olaylar coşacak gibi. 😎😎

Mafyatik sahnelere ölüp bitmişem.🥵🥵

Nasıl buldunuz bebeklerim?😍

Bu bölümün şampiyonu kimdi?😎

Sizce ne olacak şimdi?🤔

Bu Aziz Nehar ne ayak djdjd? Sizce iyi tarafta mı yoksa kötü tarafta mı?🙄

Melek ne olacak sizce?🥺

Ya da Esin? Biletinin kesilmesi yakın mıdır?😎😏

Hadi bakayım pamuk eller klavyeye. Konuşturun kıymetli düşüncelerinizi. 😍😍

Hepinizi seviyorum ve yeni bölüm gelene kadar bol bol öpüyorum. 😘😘Allah'a emanet olun.😍

Kalın sağlıcakla. 😍

Lanjutkan Membaca

Kamu Akan Menyukai Ini

1.6M 69.6K 62
Aile problemleri yüzünden evden kaçmış ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, aynı zamanda sinir hastası olan Pare, ucuza gelsin diye ikinci el...
608K 77.8K 27
"Leyla!" Günlerin yer değiştirdiği o saatlerde, gecenin en karasında, bir ruhun kilitli kalmış sokaklarındaydık. "Burada ne arıyorsun?" Başkası içi...
3.3M 123K 69
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum. İkiz erkek kardeşim yerine ben hayatta kalmıştım, ben yaşamıştım...
2M 87.8K 23
Yetişkin okurlar için uygundur! Bir Mahalle Hikâyesi... Çok daha fazlası... ✨ "Bak bana," diye fısıldadı. Dudaklarının arasından çıkan sıcak nefesi b...