MIH

Autorstwa _Mehsa_

7.3M 325K 182K

İntikamın kıyafetini hiç merak ettiniz mi? Peki ya bedenini? İntikam,nefretle kararmış lacivert gözlerdi. İn... Więcej

TANITIM VE PROLOG
1-*Canavar(Canver)*
2-*Ceylan*
3-*Kuyunun Hikayesi*
4-*Azrail'in Evi*
5-*Gazap*
6-*Ezinç*
7-*Cefa-Pişe*
8-*Gönülçelen*
9-*Kaçak*
10-*Nikah*
11-*Lahza*
12-*Charlie*
13-*Kale*
14-*Şiraze*
15-*Müge*
16-*Zar*
17-*Tutulma*
18-*Figan*
19-*Hükümdar*
20- *Mecruh*
21-*Kral Payı*
22-*Billur*
23-*Hançer*
24-*Sanrı*
25 -* Raks*
26-*Dildâde*
27-*Kor*
28-*Sevda*
29-*İhtilal*
30-*Bahar*
31-*Meftun*
32-*Ateşpare*
* SİRAÇ VUSLAT 19.04*
33-*Fedakar*
34-*İrade*
35-*Oda*
36-*Cambaz*
37-*Vurgun*
38-*Asil*
39-*Kırmızı*
40-*Azap*
41-*Uçurum
42-Veda
43-*Güz*
45-*Katran*
46-*Safderun*
47-*Devran*
*19.04 & Doğum Günü Özel*
48-*Anne*
49-*Baba*
50- *Bedel*
51-*Kader*
52-*Masal*
53-*Şakayık*
*Özel Bölüm*
*54- Toprak*
*21.21*- DUYURU

44-*Acı*

70.7K 4.4K 3.4K
Autorstwa _Mehsa_

SOHBET KÖŞESİ

Selamünaleyküm Mehsa'nın fedaileri! Beeeeeen geldim. 😍✨️ Üstelik iki bölümle birden geldim. 🥳🥳

Yarın da bir yeni bölüm daha atacağım. Böylece sağlı sollu vurmuş gibi olacağım sizi. 😎🥳

Nasılsınız? Buraya bugüne ait ruh halinizi yazın bakayım. 😍🍇

Sonra yeni bölüme başlayalım.😍 Sizi seviyorum. İyi okumalar dilerim. 😍😘

MÜZİK KUTUSU

BTS- Stay Alive

Sasha Alex- Dancing With Your Ghost

Melike Şahin - Hepsi Geçti 

(SINIR 4K OY VE 4 K YORUM.  <Bunun açıklamasını diğer bölüm yapacağım.>)

🌙Instagram Sayfamız: Mehsa Hikayeleri

🥀🌙 Kişisel Instagram Sayfam: _mehsaa_
🥀🌙 Twitter: mehsahikayeleri

🥀🌙Takip edebilirsiniz. Özellikle duyurular ve alıntılarımız için çiçeklerim.🌺

🌌☀️🌌☀️🌌☀️

Vuslat geri çekildiğinde kurul da tek tek itibarlarını düzeltmek için misilleme yaptılar. Vuslat'ın şirketi, tesisleri, hükmettiği bölgesinin girişteki evleri tarandı. Yapılacak bir iş anlaşmasının olduğu anda baskın düzenlendi.

Mafya hesaplaşması öyle nüksetti ki herkes bunun aslında yaklaşan kıyametin habercisi olduğunun farkındaydı.

Vuslat her dışarı çıktığında, peşine leşe acıkan sırtlanlar gibi takılıyorlardı. Kurul saldırıyordu ama Aslan'ı gücüyle, kurdu öfkesiyle sınayacak kadar değildi bu saldırılar.

Hala deepweb de kurdukları geniş ağın çöküşünü kaldıramamışlardı. Üstelik kimi düzeltmek için görevlendirirlerse görevlendirsinler bir türlü hesaplarına ulaşamıyordu.

Sanki kurdukları hükümdarlığın elektriği kesilmiş gibiydi. Enerji bitince sırayla bütün yapıları çökmeye başlıyordu.

Tek yaklaşamadıkları, Vuslat'ın karısının yaşadığı evdi. Öyle bir korunuyordu ki iki sokak ötesine bile gidemiyorlardı. Kimse Vuslat'ın karısının hamile olduğunu bilmiyordu. Bildikleri tek şey karısının onu terk etmiş olduğuydu.

Bu alemin raconunda terk edilen adam, en tehlikeli adam olarak kabul edilirdi. Mafya babaları hatta baronlar kabul edilen bu adamlar, eşlerini çoğu zaman bir süs eşyası ya da güzellik yarışında bir güç gösterisi olarak kullanırdı.

Kadının eksikliği önce aciziyet sonra ise öfke getirirdi bu alemde.

Vuslatı ortadan kaldırmakta artık tereddüt ediyorlardı. Bu vur kaç oyununda belirli olan tek bir duygu vardı.

Korku.

Gerektiğinde kaçmak gerektiğini bilecek kadar yaşanmışlıkları olan kurulun baronları, Vuslat'ın gücünün sadece minik bir parçasını görmüştü. Korktukları güç yarıştırmak değildi. Korktukları uzun zamandır elde ettikleri gücü kaybetmekti.

O günden itibaren büyük tartışmalar yaşanmıştı.

Herkes bir öneri sunuyordu. Tekrar büyük bir iftira atmaktan, ittifak kurdukları dış güçlerden yardım istemekten, tek bir seferde büyük bir baskından bahsediyorlardı.

Ama başta Çakılı olmak üzere hiçbiri doğrudan cesaret edemiyordu. Artık değil. Artık hepsi işin ucunun kurdukları sisteme bağlı olduğunu anlıyorlardı.

Vuslat'ın bu sisteme dokunabilecek kadar gücü olduğunun farkına varıyorlardı. Bunu biri sayesinde öğrenmişlerdi.

Çocukları kullanarak kurdukları bu büyük şebeke ortaya çıkarsa değil Türkiye'de barınmak, ıssız adalar satın alsalar bile peşleri bırakılmazdı çünkü bu şebekenin ucu tek bir bağlantıda sonlanmıyordu.

İnsan ticaretinin bittiği, köleliğin kalktığına inanılan bu yüzyılda çocukların ticaretinin yapıldığı ortaya çıkacaktı.

Çocukların genlerinden yararlanıp gençleşmeye çalışan ünlülerden, sapkın istekleri olan devlet adamlarına kadar bir sürü insanın ismi ortaya çıkacaktı.

Olan da bu ticaretin sadece basit pazarlamacısıyız diyen kurula olacaktı. Kullanılan ve kirletilmeye çalışılan çocuklar ortaya çıkacaktı. Toprak kazılacaktı, her katmada dünyanın karanlık yüzünün ne denli çirkin olduğu duyulacaktı.

Bunları akıl etmeleri tek bir belge ve küçük bir uyarı sayesinde olmuştu.

O uyarı zamanında Çakılı'ya ulaşan ve onu bir kukla gibi kullanan adam tarafından siyah bir dosya içinde yollanmıştı.

Bilinmeyen, son oyununu oynuyordu.

Vuslat'ın onlar için bir son hazırladığının hepsi farkına varmıştı. Bu yüzden son kez Emir hastanedeyken toplandılar. Hastane odasında başlarında her zamanki gibi elçiliği Çakılı yaptı.

Elinde kehribar taşlı tespihi vardı. Emir'in hala tam olarak toparlanmamış suratına baktı. "Sona geldik, Altun." dedi Emir'e.

Emir'in suratında öfkeli bir gülümseme vardı. "Sıçan gibi saklanmak yerine o orospusunu yakalasaydık şimdiye çoktan onu yok etmiştik." dedi.

Çakılı Emir'in dağılmış suratındaki bitmek bilmez kine tiksintiyle bakıyordu. Hala akıllanmayan kibirli ve hastalıklı bir adamdı karşısındaki. Kibri, ölü aklını kurtçuklar gibi yavaş yavaş tüketiyordu onu.

"Aklın kibrine yenik düştü, kabul et! Güç açlığın öyle fazla ki sana aylardır dediğim halde beni dinlemedin. Bu çocuğun derdi sadece sen değilsin. Her şeyi ortaya çıkartıp bizi yakmak!" Artık her şeyi anlıyorlardı. Bunca aydır gücünü sakladığının yeni farkına varıyorlardı. " O güç savaşı veya mutlak bir hükümdarlık istemiyor, o mutlak yenilgimizi istiyor. Biz sadece hırsına kurban gittiğini sandık aylardır. Bizle oynadığı oyunda gücünü o kadar gösterdi ki zayıf sandık."

Çakılı 'nın gür kaşları çatıldı. "Asla çökmez dediğin siber bağlantılarımızı çökertmek birkaç saatini almadı. Hesaplarımıza hala erişim sağlayamıyoruz. O zamandan beri bizden ödeme bekleyen müşteriler yüzünden ettiğimiz zararın haddi hesabı yok."

Emir bu sözlere burnundan çıkan bir sesle güldü. Sonra gülüşü kahkahalara dönüştü. Hastalıklı gülüşü, karşısındaki yıllardır mafya babası rolünü üstelenen adamların rahatsız olmasına sebep oldu.

Yaptıkları ticaret bir uyuşturucuysa, onlar aslında bu malı satarken aynı zamanda kullananlardandılar.

Karşılarındaki adam ise bu şeytani planın bizzat kurucusuydu. Zehri satıp asla kendi kurduğu tuzağa düşmeyenlerdendi. İşin en büyük pisliğiyle o ilgilenirdi. Onlara ise eğitilmiş boyun eğdirilmiş işçiler gelirdi.

"Kurul'u bozuyoruz. Asları da sana göndereceğiz. Yaptığımız anlaşmanın bedelini sana ödeyip geri çekileceğiz." dedi Çakılı.

Emir hala gülmeye devam ediyordu. Gülerken hastalıklı cildi morarmaya başlamıştı. "Sizi," gülerken nefes almaya çalıştı. "Sizi böyle rahat bırakacağını mı sandınız?"

Gözünün kenarından akan göz yaşını silen eli tamamen sargıdaydı. Hızla başlayan gülüşü birden kesildi.

"Korkaksınız siz!" dedi nefretle, öfkeyle, bitmek bilmeyen kiniyle. "Size o adamı bulun demedim mi? O piçle bu adamın bir düşmanlığı var. Üstelik güçlü de! Yüzünü bile göstermeden seninle anlaşma yapmadı mı? Sana bir sürü para yağdırmadı mı aramıza nifak sok diye?"

Çakılı'ya bakıyordu şimdi. Çakılı, Emir'in onun öğrendiği bilgiye karşı hiçbir belirti göstermedi. Evet, para yardımı almıştı. Yaptığı hatanın, başına bela olsa da kızını kaybetmenin bedeli olarak görmüş ve bu işi de kendi lehine göre kullanmıştı, Çakılı. Adam hiçbir zaman ona yüzünü göstermemişti ama hep adamlarını göndermişti.

Kimlerdendi, nerden geliyordu bu para ve güç, hiçbirini bilmiyordu. Bildiği tek şey yurt dışı kaynaklı bir güç olduklarıydı. Kendi çıkarıyla ilgilenmiş ve düşmanımın düşmanı dostumdur politikasını benimsemişti.

Bu yüzden adamın Vuslat'ın düşmanı olmama ihtimalini hiç düşünmemişti.

"Ulaşmaya çalıştığımız için buradayız." dedi. "Bize bir dosya gönderdiği için geri adım atıyoruz. Vuslat kimlerle çalıştığımızdan tut da hangi kadını yatağımıza aldığımıza kadar her şeyimi biliyormuş!"

Emir olduğu yerde dikleşti. "Bu adam mı söyledi bunu size?" derken aklında hala müttefik edinme planları vardı.

"He ya!" dedi Çakılı alaycı bir sesle. "O söyledi. Hem de bir güzel notla söyledi! Kendisinin de aslında Vuslat'ın düşmanı olmadığını bir güzel ifade etti. "

Emir'in kaşları bu alaycı ifadeyle çatıldı. "Benimle taşak geçme, Çakılı! Burada oyun oynamıyoruz. Bir ihanet varsa ilk sen başlattın. O gün, elime sıktığın gün her şeyin başladığı gündü. Şimdi de sen bozmaya çalışırsın yıllardır kurduğumuz düzeni."

Gülme sırası Çakılı'ya geldi. O gülerken Zeytinci müdahil oldu konuşmaya. Şevket, burada durmaktan bile rahatsızdı. Daha ilk adımdan büyük zarar etmişlerdi. İlk fırsatta yurt dışına kaçacak, Sicilya'dan yönetecekti Akdeniz'deki bölgesindeki gücünü.

"Altun," dedi. "Çakılı haklı. Dosya da gün gün yaptıklarımızın raporlandırdığı belgeler var. Her adımımızı izliyormuş Vuslat. Üstelik o da bir güçten destek alıyor."

Marliyn Recep köşede oturuyordu. O da artık yılmıştı bu oyunlardan. "Asıl konudan bahsedene kadar sizi dinlemeyecek. Ona söyleseniz de!" dedi. Bu işte en büyük zarar gören o olmak üzereydi. Öğrendikleri doğruysa başlarına Vuslat'la birlikte öyle bir bela gelecekti ki şurada hepsi birbirinin kafasına sıksa ancak öyle kurtulabilirlerdi bu cendereden.

Çakılı elindeki dosyanın ilk sayfasını açtı. Sayfanın üstünde gösterişli bir Şahin vardı. Emir ilk anlamadı sembolü.

"Bu ne?" dediğinde Çakılı onu uyardı.

"Dikkatli bak." dedi Çakılı karanlık bir sesle. "Özellikle ayaklarına bak."

Emir dikkatli baktığında Şahin'in bileğinde sarmaşık gibi dolanmış yaprakları gördü. İnce bir işçilikti ve yıllardır kullanılan bir semboldü.

Yaprakların rengi sonbahardandı. Kudretli olan Şahin'in ayaklarında sonbaharın ölen yaprakları bir pranga gibi dolanmıştı.

Zehrin oluk oluk aktığı karanlık dünyaya adım atan herkes, bu sembolün kimlere ait olduğunu bilirdi. Bu sembolü gören herkes, baş edemeyeceği büyük bir güçle karşı karşıya olduğunu fark ederdi.

Bize gönderdiği elçi bize patronundan bir not iletti. Dedi ki;

"Kurt, yavrusunu adi bir köpek için asla terk etmez."

Çakılı, Emir'in solgun yüzünü izlerken yaşanılacak felaketi şimdiden duyumsayabiliyordu.

"Bu bir Rus atasözüymüş. Bize ilk önce kendi dilinde söyledi." Palalı 'nın sözleriyle birlikte herkes suspus kesildi.

Emir'in o kadar dayağa ve yaklaşan gerçeğe rağmen ilk defa ölüm tehdidini tam olarak hissetti.

Çakılı bir sayfa sonrasını çevirdi. Taş bir duvarın fotoğrafı çekilmişti. Fotoğraf Emir'in mahzenlerine aitti.

Duvarın üstünde körpe bir bıçakla kazınmış bir kehanet vardı.

"Bu ormana gitmiş,

Bu avı bulmuş,

Bu avı öldürmüş ,

Bu da pişirmiş,

Bu da yemiş.

Hepsi ölecek, hepsi ölecek!"

Kurul burada her birinin adını yazdığını biliyordu. Küçük bir çocukken yapılan bu meydan okuma yakında gerçekleşecekti.

Çakılı onun ilk defa tehdidi fark ettiğini anlayınca, "Bitti." dedi. "Herkes artık kendi başının çaresine bakacak. Senin üvey oğlunun vebalini biz ödemeyeceğiz. Kendi zararımızı telafi etmeye çalışırken senin hırslarına kurban gitmeyeceğiz! Düşman değiliz ama bir daha bize de güvenme, Altun."

Kanı çekilen Emir, karşısındaki korkan adamlara, kendi korkularını savurdu. "Korkak piçler!" diye haykırdı suratlarına. "Bizim çalıştığımız azılı mafyalar bu orospu çocuklarından küçük müydü sanki? Bu adamların onunla bağlantısı olduğu ne malum? Belki onunla oynadığı gibi bizimle de oynuyor! Beni hapse bunlar attırmadı mı?" Kimse onu dinlemiyordu. Kimse onun sözlerini önemsemiyordu.

Artık değil, ölüm kapılarına dayanmışken değil.

"Neden şimdi kaçıyorsunuz!" dedi Emir nefretini kusarken. Umurlarında olmadı.

Çakılı ilk arkasını dönen oldu. Emir, hala bağırmaya devam ederken hepsi dışarı çıkmaya çalıştı birer birer.

Kendi günahlarının yükünü üstlenmişlerdi. Artlarında bıraktıkları ise kocaman bir bataklıktı. Emir Altun yıllardır kurduğu hükümdarlığında ilk defa yalnız kaldı.

Katran eridi, günahlardan sütunları birer birer yıkılmaya başladı. Herkesin bedel ödeyeceği anın ilk çırası bu anda yakılmıştı.

🔱⚜🔱

Elif'ten:

Sözcükler gözümün önünde uçuşuyordu. Suç mahalline dair görüntüler ortaya çıktı. Tahta zemindeki kan gölünün eski bir fotoğrafı bulurlanmıştı ama nasıl gözüktüğüne dair bir fikir verecek kadar açıktaydı.

Esin Altun'un kız kardeşini dövdüğüne dair iki şahidin isimlerinin gizlenmesi şartıyla ifade verdiği ama dosyanın illegal yollarla kapatıldığı belirtildi.

Melek Sarmaşık'ın gizli bir yakını davanın tekrar açılmasını talep ettikten sonra bütün delilleri mahkemeye sundu.

Haberimizde bu özel dosyanın yayına sunulabilir delillerinden bahsedeceğiz.

Tanıkların kısa ifadeleri ve susturulmak için verilen paralardan bahsediliyordu. Onlar gibi iki tanık daha olduğunu ama o evde çalıştıkları için öldürüldüklerini açıkça söylüyorlardı.

Bir tanık hariç.

O tanık arkamdaydı ve telefon konuşması yapıyordu. Ses tonu her zamanki gibi sertti. Yakalanan her kimse buraya getirilmesini talep ediyordu.

Kafamda okuduklarım, onun sesi, annemin sorgularının hepsi, hızla artan bir müziğin ritimleri gibi birbirine çarpmaya başladı.

Nefes alamadığımı hissettim. Eylül aklıma geldi. Yıllardır annesiyle ilgili yaşanılanlardan bihaberdi. Hepsini öğrenecekti.

Her bir yalanı, her bir ihaneti. Annesinin neyin uğrunda harcandığının. Hepsinden haberdar olacaktı.

Onun yerine canım yanmaya başladı.

Telefon kapandı ve annemle konuştu. Ona bakamıyordum. Bakarsam sarsılmış bir yüz ifadesiyle, belki de korkularıyla karşılaşacağımı düşünüyordum. Başım dönmeye başladı. Sabah bulantısının belirtilerini hissetmeye başlarken derin bir nefes aldım.

Bir adım geriye doğru sendelerken sıcak ve güven verici ellerini omuzlarımda hissettim. Göğsü sırtıma yaslandı.

"Yakaladım seni." dedi. Sesindeki sakinliği hatta dinginliği duyunca başımı ona doğru çevirdim. Yüzünde tek bir öfke belirtisi yoktu. Hatta dünden kaldığına dair bir belirti dahi yoktu.

O kadar sakin duruyordu ki, "Haberin var mıydı?" dedim kendimi tutamadan. Başını olumsuz anlamda salladı. Saçlarından bir tutam alnına doğru düştü. Lacivert gözleri iyi bir uyku sonrasında parlıyordu.

Sabah namazına kalktığımda o da pansumanlarını çıkartmıştı. Bileğindeki sargıyı da yukarıya çekmişti. Şimdi yalnızca kabuk bağlamış yarası ve hala mor olan gözünün altı vardı. O halde bile sanki yüzünde yara yokmuşçasına yakışıklı gözüküyordu.

"Yoktu." dedi. "Ama bir misilleme bekliyordum."

Bu sakinlikte hayra alamet değildi. Kolları arasından çıkmak için bir adım kendimi ileri doğru ittim. Bu hoşuna gitmedi, görebiliyordum. Sakinlik yüz ifadesini terk etti. Yerine huzursuzluk geldi.

"Eylül'ün haberi yok. Yıllarca kendini suçladı." dedim onun aksine acı çekerken. Yüz ifadesi sakinliğini korudu.

"Bu yüzleşme yaşanması gerekiyordu, Günışığı." dedi. Sanki yüklerinden bir bir kurtulmak ister gibi. Gerçekleri anlattıktan sonra huzura kavuşabileceğini anlayabilen bir adam gibi.

"Bu şekilde mi?" dedim Eylül'ün kollarımda yıkılışını hatırlarken. "Bir gazete haberiyle mi? Herhangi bir haber okurmuş gibi annesi hakkında gerçekleri böyle mi öğrenmeliydi?"

Kaşları çatıldı. Ondan uzaklaştıkça sakinliğini yitiriyordu. Dün gece sözsüz imzaladığımız ateşkesin bu şekilde bozulduğunu anlayacak kadar akıllı bir adamdı.

Dün anlattıklarının ağırlığı da üstüme binmişti. Hala ona nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum. Bir yanım kırgındı, diğer yanım ise yaşadıklarına daha çok kırgındı.

Bu yüzden ona karşı sinirlenirken bile zihnimin köşesinde bir tereddüt vardı.Nasıl davranmam gerektiğini bir türlü bilemiyordum.

Ses tonu sertleşti. "Benim yapmadığımın farkındasın, değil mi Elif?" dedi. Haklıydı, o yapmamıştı ama yaklaşım şeklinden rahatsız olmuştum.

Derin bir nefes aldım. Uyanır uyanmaz bu haberi görünce derinden sarsılmıştım. Bağırıp çağırsaydı, bu da hoşuma gitmezdi. Hatta yine bir deliliğe kalkışacağını düşünürdüm.

Düşünürdüm...

Aklımda birden şimşekler çaktı. Böyle düşüneceğimi bildiği için mi sakin durduğunu merak ettim. Bana bakarken ellerini göğsünde kavuşturdu. Gri tişörtünün altında göğüs kasları gerildi.

"Asla onun bu şekilde öğrenmesini istemezdim." diyerek açıklamaya başladı kendini. "Karşılığını da emin ol vereceğim." Sakince ortaya savrulmuş olan tehdit, lacivert rengi gözlerindeki kararlılıkla mühürlendi.

Sonra anneme döndü. "Siz nasıl öğrendiniz Bahar Hanım?" dediğinde o kadar çok his girdabına kapılmıştım ki annemin tepkisine odaklanamamıştım bile.

O da ilk odamıza geldiğinden itibaren daha sakindi ama hüznünü görebiliyordum. Melek Hanıma üzülüyordu, eminim. Yedi kat yabancı bir insanın bile yaşanan bu vahim olayı okuyunca yüreği sızlardı. Gençliğinin baharında en yakınından gördüğü şiddet sonrasında yaşamı elinden alınmıştı resmen.

"Babam aradı, oğlum." dedi. Yüzünde gergin bir ifade vardı onun da.

"Eylül de Demir'le birlikte buraya geliyor. Sabah o da öğrenmiş. Babam da geliyor." dedi. Boğazımın ortasında gerginlikten bir yumak oluşmaya başladı.

Bir yüzleşme yaşanacaktı. Herkes burada toplanmışken bu kaçınılmaz olacaktı.

Midem de stresten yanınca iyice gerildiğimi anladım. "Neyin misillemesi bu? Kim yaptı?" dedim elimi yanan mideme bastırırken. Gözlerim ona değdi.

Kaslı kollarına bastırdığı parmaklarını görünce beni yalnızca izlemediğini fark ettim. Bana dokunmak istiyordu. Bu yüzden kollarını göğsünde kavuşturmuştu.

Bakışlarım tekrar ona döndü. Anladığımı görünce dudağının bir tarafı yukarı doğru kıvrıldı. Acı bir tebessümdü bu. Hissettiklerini sesine yansıtmadan, "Melek Hanımla ilgili bir oyun oynadım bu adama. Adamın adını da öğrendik. Aziz Nehar'mış. Hiçbir yerde kaydını bulamadık ama o yüzüğün sahibi o çıktı. Mektupların da hatta fularında öyle." Dedi.

Aklımda bütün yapboz parçalarını birleştirdiğimde acı çeken ve bir sebepten Melek Hanımla ilgili yaşanılanlar için Siraç'ı suçlayan bir adam canlanıyordu.

Bir aşık. Evet, bir aşık.

Belki de Siraç'ın babası.

Peki neden sürekli oyunlar oynuyordu?

"Ne oyunu oynadın?" dedim. Annemle kısa bir an bakıştılar. O bakışma da saklanan bir sırrı daha gördüm. O kadar çok sırla yüzleşmiştim ki artık saklanıldığı an anlayabiliyordum. Başımı döndürüp ona baktım.

"Sanırım tek bilmeyen benim." dedim annemin suçlu bakışlarını görünce.

"Hamilesin." dedi. Baş parmağı kaşını gergin bir şekilde ovuşturdu. Başımı eğip yere baktım. Bu sefer aynı şekilde gergin olan sesi tenimde dolandı. Yanımda oluşu bile sürekli bir şeyler hissetmeme sebep oluyordu. "Hiçbir şey hakkında stres yapmaman gerektiğini söylemiş doktor."

Dişlerimi birbirine bastırdım. Bende ellerimi göğsümde kavuşturdum. Haklıydı ama benim çevremde saklanan sırlar eninde sonunda ortaya çıkıyor ve çıktığında saklanıldıkları andan daha büyük bir hasar veriyordu.

"Anladım." dedim sadece. Yüzüne bakmadım, bakarsam kırılacaktı. Bakarsam güvensizliklerimin suyun üstüne çıktığını görecekti. Saklanılanların aslında benim için çok büyük korku olduğunu anlayacaktı.

Bu yüzden tekrar başımı annemin olduğu tarafa çevirdim ama burnuma kendi kokum geldi ve genzim yanmaya başladı.

Midem bulandı. Bunun son uyarı olduğunu biliyordum. Bu yüzden boğazıma doğru yükselen asidi hisseder hissetmez banyoya doğru koşturdum.

Bu yaptığım artık sıradan günlük bir koşu haline gelmişti.

Arkamdan seslenildiğini duydum ama kulaklarım uğulduyordu. Klozete doğru eğildiğimde akşam bir kase içtiğim çorbanın hepsi midemden boşaldı. Artık üzülmüyordum ama kusmanın olumlu düşünülecek bir tarafı olmadığı için de huzurlu hissettiğim söylenemezdi.

Sanki hastalıklı gibi hissetmekten kendimi alamıyordum.

Nazik bir el saçlarıma uzandı. Onları geriye doğru toplarken kendimi aciz hissettim.

Bir diğer el, sargılı olan bir el sırtımı sıvazladı. Ona doğru yaslanmamak için kendimi çok zor tuttum.

Annemin sesini duydum. "Nefes alması için alan bırak." dedi Siraç bana yakınken. Aslında yakın olmasının iyi olduğunu hissedebiliyordum. Onun kokusu sanki benimkini bastırıyordu.

"Bu duruma çare bulamaz mıyız?" diye sordu anneme. Bir yandan da beni sakinleştirmek için eli hafifçe masaj yapıyor, rahatlatıcı hareketleri boynuma doğru yavaş yavaş yükseliyordu.

Midemin bulantısı olmasaydı mayışıp kalırdım. Hamilelik yüzünden lavabo yaşam alanım olmuştu resmen. Bu yüzden olduğum yere yığılıp kaldım.

"Maalesef." dedi annem. Sesinden tebessüm ettiğini anlayabiliyordum. " Her hamilenin yaşadığı bir durum. Annelik zor olmasaydı, bu kadar değerli de olmazdı, oğlum."

Bir yandan ona oğlum demeye de devam ediyordu. Bu o kadar hoşuma gidiyordu ki kalkıp anneme sarılmak istiyordum. Yaşadığı çoğu şeyden haberdar olmasa da ona da anne şefkati gösteriyordu.

"Bir şey olmalı ama. Yemek yedirmemiz lazım. Çok zayıflamış. Vitamin takviyesi alıyor mu?" Ses tonundan bile endişeli olduğunu anlayabiliyordum. Bu da kalbimin ona karşı yumuşamasına sebebiyet veriyordu.

Başım hala klozete doğru eğikti. Elimi kaldırdım. "Alıyorum." dedim ama midem tekrar bulandığı için sesim yok olup gitti. Bir yandan da onun yanında ilk defa bu halde olduğum için utanıyordum da.

Tekrar öğürmeye başlarken onlar da alternatifler hakkında tartışmaya başladılar.

Harika! Ortalık birbirine girmek üzereyken tek derdimiz benim mide bulantımdı cidden.

"Üstündekini çıkart mutlaka. Üstünü değiştirirse kokusuna dair takıntısı azalıyor." dedi annem son uyarısını yaparak. "Ben aşağı inip kahvaltı hazırlayacağım. Sende o da bir şey yemezseniz aç kalacaksınız."

Annem beni değil onu muhatap oluyordu resmen. Buna bile alınasım geliyordu. Şu saçma sapan ruh hallerimi uzaktan izleyip sürekli kınayan bir tarafım vardı ve yine beni eleştirdiğini hissediyordum.

"Anladım, ben hallederim Bahar Hanım." dedi. Banyo da sadece sık sık mide bulantım geçsin diye aldığım nefesler duyulmaya başladığında annemin gittiğini anladım.

Saçlarımı tek elinde tutup yukarı kaldırdığını hissettiğimde bulantım yavaş yavaş geçiyordu. Önce soluğunu sonra dudaklarını ensemde hissettim.

Dudaklarını enseme bastırdı. "Sakin ol." dedi tüylerimi diken diken eden kısık bir sesle. "Burnundan nefes almaya çalış. Nefesini tutuyorsun benim güzel karım."

Öyle yaptığımı o söyleyince fark ettim. Resmen nefesimi bile kontrol ediyordu.

Zaten bütün vücudum alarm halindeydi. Dokunuşuyla, her anımı düşünen bu haliyle birlikte omurgamdan başlayan bir ürperti tüm bedenimi sardı. Konuşursam tekrar kusacağımdan korktuğum için geriye çekilmeye çalıştım ama güçlü kolu belimi sardı ve kendine doğru çekti.

Bu da beni sinirlendirdi.

"Uzaklaşmayı düşünüyor musun?" dedim kısık bir sesle.

Cıkladı. Görmesem bile pişkin bir şekilde gülümsediğini hissedebiliyordum. "Mide bulantın geçti mi?" dedi. Parmakları hafifçe karnımda dolandı.

Bunlar rahatlatıcı dokunuşlardı ama o dokundukça kendimi aynı zamanda savunmasız hissediyordum.

Bu sefer daha şiddetli bir şekilde geri çekildim ama bunun sonucu mide bulantısı olarak geri döndü. "Ya bir gitsene sen! Hem senin de miden bulanmıyor mu ya da başın ağrımıyor mu? Sarhoştun dün." dedim her cümlenin ardından derin derin nefesler alıyordum.

Gülüşünü duyduğumda uğuldayan kulaklarım bayram etti ama yine de ona karşı öfkeliydim. "Hayır ve hayır." dedi tek tek sorularımı cevaplayarak. "Uyuduğum için gayet dincim."

Belliydi, sesine bile yansımıştı bu dinginlik ve huzur.

"Utanıyor musun sen, bana mı öyle geliyor, Günışığı?" dedi. Başımı ona doğru çevirdim. Bu ithamından sonra sesindeki eğlenceyi duyunca şartellerim attı.

Gözümün önünde birden siyah pullar uçuşmaya başladı ama konuşmama engel olamadı.

"Kusuyorum farkında mısın?" dedim. Başımı salladım söylediklerimi vurgulamak istercesine. "Mutlulukla karşılayıp seni de yanımda mı çağırmalıydım yani?"

Gözümün önü netleştiğinde gülmediğini ama lacivertlerinin dudakları yerine gülme işini yerine getirdiğini fark ettim. Hoşuna gidiyordu, beni bilerek çileden çıkartmak cidden hoşuna gidiyordu.

"Hayır ama seni rahatlatmama izin vermelisin." dedi. "Ayrıca rahatsız da olmamalısın. Doğal seleksiyonun bir getirisi bu."

Ona gözlerimi devirdim. Bizde doğal seleksiyonu, yaşanılan süreci biliyorduk herhalde ama bu rahatsız olmayacağımız manasına gelmiyordu. Gözlerimi devirince bile başım dönerken bunu hissetmemek çok zordu.

Tekrar bir mide bulantısı nöbetini daha atlattıktan sonra istesem de ondan uzak duramadım. Kollarında yığıldım resmen. Daha sabahtı ama ben şimdiden yorulmuştum bile.

Yüzümün kenarından saçlarımı çekti. Dudaklarıma temiz bir bez bastırdı. Şakağıma dudaklarını bastırdığında boğazıma bir düğüm oturdu. Şefkati karşısında ağlamak istedim.

Aynı zamanda ne kadar hassas olduğumu görmesin de istedim. Biliyorum, bu bencillikti. Onun bana kendisini açması için bu kadar uzun zamandır çabalarken kendini bana açtığı bu dönemde ben yaralarım yüzünden ondan korkuyordum.

Bu yüzden istemsizce geri çekiliyordum. Havluyu elinden almak istedim ama izin vermedi. Dudaklarımı temizledi. Yavaşça geri çekildim. Beni göğsüne yasladı.

"Şuradan," dedim elimle dolapları gösterdim. "Naneli bir karışımım var. Onu bana getirir misin?" Gözlerinin içine baktığımda biraz önce sahip olduğu neşeyi yitirmişti. Muhtemelen yorgunluğum onu rahatsız etmişti.

Beni bırakacak sandım ama kucağına aldı ve benimle birlikte banyo tezgahına doğru gitti. Beni tezgâha oturttuktan sonra dolapları karıştırmaya başladı. İstediğimi bulduktan sonra bir bardağa döktü. Bu sırada ciddiyetle işini yapmasını bir yandan da kocaman elinin karnıma yaslı oluşunu izliyordum.

Sanki dokunmayı bıraksa yok olup gidecektim. Bu yüzden hiçbir anı kaçırmıyordu.

Eli sadece karışımı bardağa boşaltana kadar benden uzak durdu. Sonra bardağı bana doğru uzattı ve tam karşımda yer aldı. Ben içeceği içerken onun yüzünde ciddi bir ifade vardı. Kafasında dolaşan düşüncelerin gürültüsünü duyabiliyordum.

"Ne?" dedim bana bakarken. Karışımı ağzıma diktim ve ağzımda dolaştırmaya başladım.

Başımı eğip karışımı tükürürken konuştu. "Sen aşağı inmiyorsun." dedi. Başımı kaldırıp ona baktım.

"O ne demek?" dedim. Ciddi yüz ifadesine bakarken çıkardığı hükmü lacivertlerinde görebiliyordum.

"İnmiyorsun dedim, Elif." diyerek sözlerini tekrar etti. Bugün bilerek mi yapıyordu, bilmiyordum ama sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu yine.

"Senin üstümde kontrolün olduğunu sana düşündüren ne tam olarak?" dedim bu yüzden agresif bir tabırla.

"Karım olman." dedi. Cevabı hiç sekmeden geldi. Hala aynı şeylere takıktı. Gözleri üzerimde dolanıyor her hareketimi inceliyordu.

Beni bugün özellikle sinirlendirmek istiyordu sanırım çünkü sürekli o sınır da dolanıyordum. Öyle mi dercesine kaşlarımı kaldırdım. "Tek sebebin buysa her an karın da olmayabilirim. Tek sebebim de şu an beni kontrol etmeye çalışman olmaz, emin ol."

Dudaklarımı sahte bir gülümseme için birbirine bastırdım.

Öfkesinin ilk durağı gözleri oldu. Ellerini iki yanıma banyo tezgahının üstüne koydu. Üzerime doğru eğildi.

"Ya düzgünce yemek yersin ya da burada kalırsın, Günışığı. Birinden birini tercih et. " dedi. Savurduğum tehdidin onu zerre etkilemediği konuya değinmemesinden bile belliydi. Ağzımı açtığımda dudakları bir soluk kadar yakınlaştı.

Başımı geri çekemedim çünkü kafamı dolaba çarpacaktım. Bu yüzden ağzımı kapattım. "Zaten yorgunsun. Eylül sorular soracak, sen stres olacaksın. Eylül üzgün olacak sen yine stres olacaksın." dedi.

Her açıklaması soluğu dudaklarıma vuruyordu. Dudaklarıma doğru yapmış olduğu tehditle birlikte sanki soluğuma büyüsünü fısıldıyordu.

"Anladın mı," dedi bir nefeslik daha yaklaşarak. "Benim güzel karım?"

Sözcüklerin üstüne diliyle yaptığı vurguyu sanki tenimde hissedebiliyordum.

Derin bir soluk aldım. Bakışlarından kokusundan ama en çok da aramızdaki çekimin gerginliğinden nefessiz kalmaya başlamıştım. Haklı olduğu bir kısım vardı ama bunu beni öfkelendirerek yapmasından nefret ediyordum.

"Anladım!" dedim onun gibi sözcüğün üstüne basa basa. "Yemek yiyeceğim ama burada asla kalmam." dedim onun gibi her sözün üstüne bastırarak. Sonra omzuna elimi bastırarak onu geri ittim. "Şimdi geri çekil!"

Dudağının bir kenarı yukarı kıvrıldı. Sanki baştan beri beni öfkelendirmek amacıymış gibi davranıyordu.

"Bilerek beni sinirlendiriyorsun değil mi?" dedim tahminimi doğrulamak için. "Böylece asıl istediğine doğru beni yönlendirebiliyorsun."

Dudağının diğer kenarı da yukarı doğru kıvrıldı. Gözlerim kısıldı bu gülüşe karşılık. Tam olarak ne yapmak istediğini bu şekilde göstermiş oldu. Düzgünce yemek yememi istiyordu. Olaylar olurken iştahımın da kaçacağını çok iyi biliyordu.

"Bu hiç hoşuma gitmiyor bilesin. Beni bu şekilde manipüle etmene izin vermem." dedim yine de. Düzgün bir şekilde isteğini dile getirebilirdi ama o inatla beni sinirlendirmeyi tercih ediyordu.

"Manipüle değil, teşvik. Sinirlendiğinde önüne koyulan hedefi daha sıkı sarılmak gibi bir huyun var. Bunu benim için dedene meydan okuduğunda keşfetmiştim. Öfke benim gibi seni de amacın için teşvik ediyor."

Beni benden daha iyi tanımlarken ona daha çok sinirlendim. "Bu şekilde değil." dedim. "Ben senin aksine rica edildiğinde dinleyen ve kabullenen bir insanım."

"Bu denli şevkle değil." dedi, yine sözlerime itiraz ederek. Lacivertlerin ardında tartışmamızdan bile haz alan bir adam vardı. "Tüm inancınla amacına sarılıyorsun. Şimdi aşağıya indiğinde sözlerimi hatırlayacak ve sinirden daha fazla yiyeceksin." dedi.

Bu sözleri de ne yazık ki doğruydu. Sinirlenince yerdim çünkü. Ben eskiden genel olarak yerdim zaten. "Seni tekmelemem daha büyük bir olasılık." dedim yine de huysuz bir ifadeyle. Kıkırdadı. Güzel sesi banyoda yankılandı. Ellerini göğsünde kavuşturdu.

Karşımda kocaman gözüküyordu şimdi.

"Onun da zamanı gelecek." Başını hafifçe eğdi. "Dediğim gibi üstte," dedi kısık sesle. "senin üstte olduğun her dövüşe varım ben."

Ayağımı ona doğru savurdum. Refleksleri hızlı olduğu için hemen geriye doğru çekildi. Tekrar güldü. Gülerken gamzeleri yaptığı hinliklere eşlik ediyordu.

Sonra tehlike umurunda değilmiş gibi tekrar yaklaştı.

"Çık git şu banyodan!" dedim onun aksine neşesiz bir öfkeyle. " Cidden beni yalnızca sinirlen..." Sözlerim yarım kaldı çünkü dediklerimi umursamadan bir elini tekrar karnıma bastırdı ve başını eğdi.

Donup kaldım. İkidir bu ana maruz kalıyordum ve onun bebeğimizle konuşacağını anladığımda sanki çok mahrem bir ana şahit olmanın getirdiği bir şaşkınlığa düşüp donuyordu.

"Görünüşe göre anneni çok yoruyorsun. Daha bir wolfia kadarsın ve şimdiden anneni uğraştırmaya başladın."

Onunla birden konuşmaya başladığında aniden gelen öfkem birden yok oldu.

"Beni uğraştıranın o olduğuna emin misin?" dedim görüntü çok güzel olsa da onu iğnelemekten geri kalmayarak. "Bende babası bu işi yeterince iyi yapıyor."

Başını kaldırıp sırıttı. Gamzeleri ortaya çıkarken benim aksime parlıyordu sanki. Bu haline içim giderken soğuk davranmak zordu.

"Ayrıca wolfia da nedir?"

"Dünyanın en küçük çiçeği." Karşılığını verdi. Tırnağının ucunu gösterdi. "Bu kadarcık." dedi. Baş parmağı karnımı okşadı. "Şu an benim miniğim ondan büyük gerçi."

Bebeğimizi çoktan sahiplendiğini hatta ona lakaplar taktığını görünce gülümsememek için kendimi zor tuttum. Duyduğumuz haberlere rağmen farklı bir huzur ve mutluluk vardı üstünde sanki.

Yine de hala kırgın olan yüreğim ona tam olarak kendini veremiyordu. Biraz geri çekildim. Bunu hissetti. Bana baktı, kırgınlığı bir an görünüp yok oldu yüz ifadesinde. Sonra lacivertlerinin izi dudaklarıma düştü. Biliyordum, öpmek istiyordu ama aramızda hala büyük bir mesafe vardı. Dün anlattıkları tekrar bir bağ kurmamıza sebep olsa da ona karşı koyduğum mesafeyi de hissedebiliyordu.

Hissettiği anda aniden hareket etti. Askılıyı yukarı kaldırdı ve dudaklarını karnıma bastırdı. Dudaklarının değdiği yerden bir yangın başlattı.

"Hey!" diye bağırdım. "Ne yapıyorsun?"

Dudakları geri çekildi, şifasının izini bıraktı. Eli hala askılımın uçlarını tutuyordu. Eline ittim. Başını kaldırıp bana baktı.

Onu itişim en çok canını yakan durumdu. Bunu görmemek için kör olmam lazımdı.

"Ya kendimi tutamayacak zorla seni öpecektim ya da onu." dedi. Derin bir nefes aldı. Nefesini verirken soluğu tenime çarptı. Kalbim sesindeki muhtaciyetle sarsıldı.

"Çok uzaksın." dedi sabahtan beri derdi olan asıl durumu açıklayarak. "Dayanamıyorum bu uzaklığa, tahammül de edemiyorum." Birden ciddileşince ne yapacağımı şaşırdım.

Ona kendimi açıklamak istemedim. Dün yeterince konuşmuştuk. Bundan sonrasını davranışlarıyla şekillendirecekti.

Kuşkularının ona fısıldadığını hissediyordum ama sürekli onu teselli edersem yine aynı yere dönecektik. Bu yüzden sustum.

Başımı eğdim sadece. Ellerimi lavabonun fayansına yasladım. Başımı eğince burnuma kendi kokum geldi ve tekrar kendimden tiksinmeye başladım.

Bu sanki bir döngü gibiydi. Ondan uzaklaştıkça, ona acı çektirdikçe fiziksel ve ruhsal olarak bende acı çekiyordum.

Yüzümü ekşitmekten kendimi alamadım.

"Kokmuyorsun." dedi. Sanki tüm duygularım bir aynaya yansıyordu ve hepsini anbean izleyebiliyordu. Bundan bazen nefret ediyordum. Bende kendimi saklayabilmek isterdim ama o kendini benden sakınsa da ben ondan kendimi bir türlü sakınamıyordum.

"İçim kalkıyor, durduramıyorum." dedim. Birden aramızda olan ciddiyetin sebebi bizzat bu ruh halimdi.

Elleri askılımın eteklerini tekrar kavradığında ona baktım. "Şunu üstünden çıkartalım." dedi ona sorgularcasına bakınca.

"Ben çıkartırım." dedim ellerini tutarak. "Sen çıkabilirsin."

Yüz ifadesi daha fazla ciddileşti. Onu ittikçe sanki hisleri yoğunlaşıyordu. Kırgınlıkları, kuşkuları, öfkesi belki de benim gibi kendine nefreti.

Çenesi kilitlendi ve sert yüz ifadesi sanki haykırmak isterken susan bir adam gibi sertleşti. Ellerim ellerinin üstündeyken parmakları kumaşı sıktı.

İnat edeceğini görebiliyordum. Bakışları sanki beni mahrum etme der gibi bağırıyordu.

Kısa bir an aramızda bakışlarımız çatıştı. İnat etmek ve onu tamamen özel alanımdan çıkartmak istiyordum ama öyle bir bakıyordu ki kalbimde şüphelerinin arttığına dair hisleri bir türlü susturamıyordum.

Sonunda pes eden ben oldum. Sonuçta ilk defa göreceği bir şey yoktu.

Hamile kaldıktan sonra verdiğim kiloları fark etmesi hariç. Bundan bile özgüvensizlik duyabilirdim.

Ellerimi çektiğimde sanki nefesini tutmuş gibi derin bir nefes verdi. Sonra askılıyı usulca yukarı doğru çekti.

Ona yardım etmek için kollarımı kaldırdım. Saçlarımdan askılı kurtardıktan sonra kısa olan saçlarım tekrar omuzlarıma düştü. Kendimi tam olarak yarı çıplak bile olmasam da savunmasız hissettim.

Bakışları gövdemde dolandı. Öyle bir bakıyordu ki sanki o bakışlarla ruhumdan besleniyordu. Onu seviyor, bakışlarıyla sevişiyordu.

Sesli bir şekilde yutkundu. Adem elmasının beyaz tenindeki hareketini gördüğümde hipnoz edilmiş gibi gözlerim oraya takıldı.

İşaret parmağı bana doğru uzandığında olduğum yerde dikleştim. Hafif çıkan kaburga kemiğim üstünde parmağını dolandırdı. Zayıflamış olmamın onu rahatsız ettiğini açıkça görebiliyordum.

Bana dokunurken etkileniyordum. Bunun farkında olmamasını istiyordum. Parmağının izi yukarıya göğüs oluğuma doğru ilerledi.

İki parmağını göğüs oluğuma bastırdı ve istemsizce nefesimi tuttum. Yavaşça aşağıya doğru indi ve tüm tenim onun dokunuşuyla birlikte kabardı. Elim kendimi tutamadan bileğini yakaladı.

Daha fazla ilerlesin istemiyordum. İlerlerse yalnız ruhum değil, bedenimin de ona muhtaç olduğunu anlardı çünkü.

Başını kaldırıp bana baktı. Göz bebekleri öyle büyümüştü ki sanki lacivertleri siyah bir girdaba sürüklemişti.

Yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Onu durdurmuş olmamın acısıydı bu. Geri çekildi. Elim bileğinden usulca koptu. Elinde hala askılı tişörtüm vardı.

Tenime dokunan parmaklarını gözlerimin içine baka baka dudaklarını bastırdı. Her sözünden daha çok bu hareketi yüreğimden vurdu.

Sanki dokunmak vardı ama öpmek haramdı. Bu sınırı ben çekmiştim. O sınırda onu da kendimi de yaşam veren öpücükten mahrum etmiştim.

Diğer elinde askılı tişörtü sımsıkı tutuyordu

"Bir gün bana güveneceksin." dedi. Bir adım geri çekildi. "Bunun için ömrümü vereceğim."

Sözleri beni yakaladı. Sözleri kalbimi hapsetti.

"Bir gün bana güveneceksin." dedi. "Dudaklarımla teninin her zerresini tavaf edeceğim."

Bir adım daha geri çekildi. Tişörtün kumaşını sıkarken eli yumruk oldu.

"Bir gün bana güveneceksin." dedi korkularımla savaşarak. "Sana yemin ederim," tüm inançlarını bir söze yükledi. "Değersiz ama senle yaşayan hayatım üstüne yemin ederim."

Sözü de yemini de kendini yaka yakaydı. Sonra gitti. Dursaydı kendini kontrol edemeyeceğini biliyordum. Bu yüzden gitti.

"Değersiz..." dedim. Acı acı güldüm. "Değil." diye tamamladım cümlemi. "Senin hayatın benim en değerlim."

Yaşama dönmüştü ama kendini değerli görmeden ne ben ne de o tam manasıyla iyileşemezdik. Ondan başlayan bu zafiyet bende bitiyordu.

Bir döngü gibi, bir sonsuzluk işareti gibi birbirimizde sonlanıyorduk.

🔱⚜🔱

Duş alıp üstümü giyindikten sonra aşağı indiğimde hala Eylül ve Demir gelmemişti. Annem salondaki masaya güzel bir kahvaltı hazırlamıştı. Siraç çoktan oraya oturmuş bir yandan bluetooth kulaklıkla sürekli birileriyle konuşuyordu.

Konuştuklarından birinin Umut olduğunu yakalanan adam her kimse o gelmeden kimsenin sorgulamamasını emretmesinden anladım.

Bir yandan da gazeteye kimin haber verdiğini, Esin denen o kadınla ilgili bir haber olup olmadığını karşısındaki yetkililerini sorguluyordu.

Bende en çok bunu merak ediyordum. Her şey ortaya çıktıktan sonra ona dokunmaya engel olacak hiçbir sır kalmamıştı. Karşımdaki adamın ahı bile tutsa yerin yedi kat dibine girerdi.

Layığını bulmasını istiyordum. Eylül'ün eline düşmesini istiyordum. Bende o zaman yanında yer alıp duyduklarım yüzünden, sustukları, susup da ortak olduğu günahları yüzünden durmayacaktım.

Merak ettiklerimi sormam içim konuşmasını bitirmesi gerekiyordu. Sürekli bir telefon trafiği yaşıyordu. Üstünü değiştirmişti. Üstünde siyah bir gömlek ve siyah bir pantolon vardı ama köşeye bıraktığı paltosu taba rengindeydi.

Yüzü hala yaralı olmasına rağmen kusursuz gözüküyordu. Hem de her açıdan. Ben o gittikten sonra bir daha aynaya bakamamıştım. Bunun onunla değişeceğini sanıyordum ama hala bir şeyler kırıktı.

O kırıklığı hissediyormuş gibi görüş alanına girdiğim andan itibaren gözlerini üstümden hiç ayırmadı. Annem çoktan çayını içmeye başlamıştı.

"Neden gelmediklerini biliyor musun anne?" dedim Siraç telefonla konuştuğu için. Annem çayını yudumladı. Sanki söylemekte tereddüt ediyor gibi bir hali vardı.

Ona ısrarcı bir şekilde bakınca pes etti. Stres yapmamam için kaçındıklarını anlayabiliyordum ama şu an daha gergin hissediyordum kendimi.

"Demir'le konuştum daha yeni. Sanırım Eylül sakinleşmek istemiş." Annem üzgün gözüküyordu. Yeğeninin durumu elbette onu endişelendiriyordu.

Bende aynı durumdaydım. Bu durumu tahmin edebiliyordum. Eylül üzülünce saklanmak isteyen bir yapıya sahipti. Muhtemelen kendini sakinleştirmek için süre istemişti.

Onun için üzülürken başımı tabağıma eğdim. Tabağıma sadece birkaç zeytin aldım çünkü ekşiyle yemeğe başlamazsam hiçbir şey yiyemezdim. Masada hiç yumurta yoktu, kokusunu aldığım an tekrar midemin kalkacağını bildikleri için koymuyorlardı. Her ihtimale karşı artık yanımda sürekli poşet taşıyordum.

Tabağımın köşesine bir bardak koyulduğunda kafamı kaldırdım. Siraç'la göz göze geldim. Yüzünde sert bir ifade vardı. Sayısız yönü vardı ama şu an karşımda iş adamı ve yönetmeyi seven bir patrondu. "İç onu." dedi dudaklarını kıpırdatarak.

Bardağın içindeki çay sıradan bir yeşil çay gibi gözüküyordu. Anneme çevirdim bakışlarımı. Açıklama beklediğimi anlayınca onu rahatsız etmeden kısık şekilde konuşmaya başladı.

"Sana özel karışım getirtti. İçinde rezene, zencefil, papatya gibi bitkiler var. Özel hazırlatmış. Demlenme şekli bile farklı. Bir de liste geldi. Fitoterapi alanında çok ünlü birisi senin için özel bir kür hazırlayacakmış. Yarın getirtilecek."

Ne tepki vereceğimi bilemedim. Bir bana bakarken sert ses tonuyla konuşan Siraç'a bir de anneme baktım.

Hoşuma gitmişti. Hatta böyle kalbim göğsümde büyümüş gibi hissettim. Tekrar onda takılı kaldı gözlerim.

Soluğumun yavaşladığını kalbimin onunla bir atmaya başladığını hissettim. Hala banyoda geri çekilişinin kırgınlığı vardı üstünde ama yine de hasret kalmışlığından da geçmiyordu. Sert ses tonuna rağmen hafif gülümsedi. Dudakları bir kez daha kıpırdadı. "Rica ederim." dedi sanki dile getiremediğim teşekkürü duymuş gibiydi.

Gülümsememek için gözlerimi ondan kaçırdım. Anneme döndüm tekrar ama bizi izliyordu ve dudakları benim yerime hafif bir tebessüm için kıvrılmıştı. Bu gülümsemeyi çay bardağının arkasına sakladı.

Muhtemelen hoşuna gidiyordu. Siraç'ın benimle ilgilenişiyle, benim bu hallerine karşı bocalayışımla. Şu an en büyük eğlencesi bu olabilirdi hatta.

Ben kaşlarımı çatınca annem göz kırptı. Ne yazık ki beni benden iyi tanıyan iki insanla yan yana oturmamın bir getirisiydi bu.

"Sana özel tarifler de gönderecekler. Eve şimdiden iki kutu dolusu bitki ve kuruyemiş geldi." Yüzümü ekşittim.

"Ben çok çerez sevmem ki." dedim. Tek sevdiğim çekirdekti o da kız arkadaşı olan her Türk kızının sevdiği bir çerezdi. En güzel sohbetler çekirdek eşliğinde yapılırdı çünkü.

"Bebek için, annecim." dedi annem. "Siraç haklı. Çok zayıfladın ve hiçbir şey yediremiyoruz da sana. Kendini zorlaman gerekiyor. Elbette hassasiyetin normal ama sen stresten de yemiyorsun."

Haklıydı. Bu yüzden sesimi çıkartamadım. Bebeğimle ilgilenmem gerekiyordu, o benim hassasiyetlerimden önce geliyordu artık. Elimi karnıma bastırıp yavaşça okşadım.

Ona dokunurken en çok hissetmek istediğim umuttu. Başımı kaldırıp Siraç'a baktığımda onun da elimi izlediğini fark ettim. İkimizin umudu da aslında ondan geçiyordu.

Tekrar yemeğe döndüm. Ben sıradan bir şekilde yemek yerken Siraç'ın hala telefonda konuşuyordu.

Bir yandan bizi dinliyor bir yandan telefonla konuşuyor ve sanki boş tabağımdan sorumluymuş gibi davranıyordu.

Annem zeytin salatası yapmıştı. Normalde çok iştahım yoktu ama tabağım boşaldıkça onu ve peyniri koyuyordu. Ona sinirli sinirli bakınca tek bir şey söylüyordu.

"Ye!"

Kendisi sabah sabah yalnızca zift gibi kahve içerken bu yaptığı haksızlıktı.

O böyle komut verince tersini yapasım geliyordu ama hamileydim ve iyi niyetine karşı nankörlük etmek istemiyordum. Bu yüzden ona ters ters bakarak da olsa uzun zaman sonra ilk defa bu kadar yedim.

Annem bize bakıp gülerken bir yandan da ona da aynı bakışlar atıyordum ama kimsenin üstünde sirayet etmiyor olacak ki ikisi de bana gülüyorlardı.

Ben bu çocukça davranışlarla daha anne olacaktım bir de. Tekrar yetersiz hissetmeye başlayınca birden mideme taş oturdu sanki. Tabağıma yine bir şeyler koyduğunda başımı olumsuz anlamda salladım.

Israrcı bakışları otoriter bir hal aldı. En çok zaten bu haline uyuz oluyordum.

"Sen ye!" diye çıkıştım tekrar aynı cümleyi kurunca. Annemin gülme sesi aramıza girdi.

Dönüp ona baktığımda, "Didişme çocukla." dedi annem. Sanki kavga eden iki çocuğu ıslah ediyordu. "Senin iyiliğini istiyor, ayrıca haklı da. Zorlamazsa yemeyeceksin."

Öyle mi, dercesine kaşlarımı kaldırdım. Onun tarafını tutuyordu. "Resmen ittifak kurdunuz şu kısacık zaman da. Ayıp ya! Evli hatta," Siraç'a dönüp ters ters baktım. Sırf onu sinir etmek için, "Boşanma ihtimali olan bir kadınım ben. Gördüğüm muameleye bak." dedim.

Boşanma lafını duyunca kaşlarını çattı. Sonra boştaki elimi kaptı ve parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdi. Çekiştirdim ama öyle sıkı tutuyordu ki kıpırdatamadım bile. Neredeyse üstüne doğru düşecektim.

Hoş zaten bunu bekliyor gibi bakıyordu. Kulaklığı çıkardı ve, "Evli ve çocuğumuza hamilesin. Unut boşanmayı!" dedi. Kendinden emindi. Yaraları bile sanki onu karizmatikleştirmişti. Bu hali beni ona daha çok çekiyordu ama sinir olduğum için daha çok tutuyordum kendimi.

Bana laf yetiştirdikten sonra geri kulaklığı geri takıp bu sefer sekreteri Nermin Hanımla konuştu. Zaten şu kadın sesimi duyuyorsa şayet en çok ona rezil oluyordum ben.

Onunla telefondayken beni öpmüştü resmen. O anı hatırlayınca kızardım. Ben kızarınca hemen dikkatini çekti. Gözleri yanaklarımda dolaşınca bakışlarımı ondan kaçırdım.

Bazen üzerimdeki bakışlarının yoğunluğundan nefes alamıyordum. Gözlerim ondan uzaklaştı ama sesi her zerreme aksetmeye devam ediyordu.

Bir yandan da bizi dinleyip bir yandan da çalışanlara emir veriyordu. Nasıl herkese yetişiyordu, bunu da anlamıyordum.

Anneme döndüm tekrar. Annem sinirlenmiş olmama takılmadı. "Yemeyini ye!" dedi. Küçük bir çocuk gibi sürekli tekrar edilmesi sinirimi bozmaya başlamıştı.

Çatalımı tabağa sert bir şekilde bıraktım. Sonra geriye yaslandım. Boştaki elimi gövdeme sardım.

İkisi de bu çocukça hareketime bakıp gülümsediler. Sonra annem Siraç'a doğru döndü. "Küstü." dedi gülümserken.

Siraç gamzelerinin gözüktüğü bir gülümseme bahşetti. Onlar eğlenirken ben gereksiz bir sinirle olduğum yerde kuduruyordum.

Siraç, "Tamam, Melek Hanımın sağlık raporunu masama bırakın." dedikten sonra sonunda telefonu kapadı.

Sonra işaret parmağını bana doğrulttu. "Her öğün," dedi tekit eder gibi. "asla ihmal etmeni istemiyorum. Yoksa başına sürekli sağlık durumunu kontrol eden bir hemşire dikerim."

Dişlerimi birbirine bastırdım. Onu annemin önünde azarlamak istemiyordum ama bunun için kaşınıyordu resmen. "Eve girebilirsen yaparsın." diye mırıldandım başımı diğer tarafa doğru çevirirken.

Bunun üzerine tuttuğu elimden beni kendine doğru çekti. Birden ona doğru dönünce, "Benimle inatlaşma, Günışığı." dedi.

Onun da ciddileştiğini fark ettiğimde umursamadım.

"İnatlaşırsam ne olur?" dedim. Annem yanımızdaydı. Onu kışkırttığımda sonunun vardığı yeri biliyordum ama annemin yanında cesaret edemezdi. Bu yüzden burnundan nefesini verdi. Ağzını açtı bir şey söylemek istedi ama sonra tekrar kapattı.

Sırıtmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım.

Annem tam zamanında araya girdi. "Demir'ler geldi. Arabayı yanaştırıyorlar." dedi. Ondan gözlerimi çevirip annemin baktığı pencereye baktığımda evin köşesindeki garaja park edilen Jeep'i gördüm.

Sinir olmuş olsam da bu kahvaltıdan zevk aldığımı fark ettim. Bunu fark etmemdeki en büyük etken daha Eylül'ü görmeden tekrar gerilmiş olmamdı.

Başımı tekrar çevirdim. Yaşanılan bu basit, huzurlu an sona ermişti. Siraç hala bana bakıyordu.

Ne düşündüğünü bilmiyordum ama elimi tutarken ayağa kalktı. Hala elimi bırakmıyordu. Annem kapıyı açmak için masadan kalktığında bende ayağa kalktım.

Elimi ondan kurtarmak istedim ama bırakmadı. Yüzüne doğru çekti ve elimin üstüne dudaklarını bastırdı. Gözleri yüzümdeydi, sanki bir teselli bekliyor gibiydi.

Belki de güç arıyordu, bilmiyordum. Her halükârda birazdan bir yüzleşme yaşanacaktı, bir tek bunun farkındaydım.

"Sakin kal." dedim sadece. "Kimse seni yaşadıkların için yargılamaz. Sen kendini açıkladıktan sonra kimse senin suçlu olduğunu da düşünmeyecek çünkü değilsin. "

Bu onun için tek tesellimdi. Duyduğu an, bir an yüzünde acı belirdi sonra yok olup yerini dingin bir ifadeye bıraktı. Artık sözlerimin onda daha etkili olduğunu fark ettim. Eskiden duysa da dinlemiyor, kabullenmiyordu ama şu kısacık tesellimde bile sakinleşti ama bu sakinlikte elimi kendime doğru çekene kadardı. Bana biraz mesafe vermesine ihtiyacım vardı.

Bunu da anlasın istedim. Anlayıp anlamadığına bakmadan kapıya doğru gittim.

İçeri giren Eylül ve Demir'i karşıladım. Demir'in suratında sıkkın bir ifade vardı. Eylül ise hafif tebessüm etse de gözleri şişmişti ve kırmızıydı. Sade bir şekilde giyinmişti. Uzun saçlarını gevşek bir şekilde toplamıştı. Dağılmış bir hali vardı.

Ağladığı o kadar belliydi ki içim acıdı. Sırf kimseyi üzmemek için yine de saklayışına kıyamadım en çok. Beni görünce sımsıkı sarıldı.

"İyi misiniz?" dedi kısık sesle. Ağlamaktan sesinin kısıldığını duyunca gözlerim doldu.

"İyiyiz, çok iyiyiz." dedim. "Sen nasılsın?"

Başımı yana doğru çevirip yanağından öptüm. Teni soğuk haricinde buz gibiydi. Geri çekildiğinde kırılgan bir tebessüm etti sadece.

O kadar zorluyordu ki kendini sanki dokunsam ağlayacaktı. Bakışlarını benden çevirip arkama baktığında donup kaldı.

Siraç'la göz göze geldiğini tahmin ediyordum. Sırtını sıvazlayıp ona sarılarak geri çekildim.

Karşı karşıya geldikleri an sanki ilk defa birbirlerini görüyormuş gibi baktıklarına şahit oldum. Eylül öyle kırılgandı ki karşısında Siraç'ta gerildi. Elleri cebindeydi ama duruşundan bile o gerginliği hissedebiliyordum.

Demir, Siraç'ın yanına gitti. "Aldın mı haberleri?" dedi. Dün ki neşesinden hatta şapşal halinden bile eser yoktu. O da Siraç gibi sert bir yüz ifadesine sahipti.

Siraç bir baş onayı verdi sadece. "Sonra çıkmamız gerekiyor." Üstü kapalı şekilde şekilde konuşmadan sonra diyordu.

Annem girdi araya. "Hadi hepiniz salona geçin. Ben buraları toplayayım." dedi. Herkes yardım etmeyi teklif etse de anne tavuk gibi hepimizi odadan kışkışladı ve salonda bizi yalnız bıraktı.

Ben Eylül'ün yanına oturdum. Demir ise Siraç'ın yanına.

Eylül ellerini kucağında kavuşturdu ve ellerini izlerken konuştu. "Annemin yanına gittik." dedi. "Hastaneye."

Kaşlarım çatıldı. Ne hastanesi diye soracağım sırada Siraç'la göz göze geldim. Bir şey söylemedi ama sadece tek bir bakışı bile uyarıyı almama sebep oldu. Hafifçe kaşlarını kaldırmıştı yapma der gibi.

Bu yüzden sustum. Eylül neden geç kaldıklarını anlatırken dinledim.

"Doktor kontrolünde sordum ona." dedi. Sesi titredi, sanki o anı yaşıyor gibiydi. Bende Melek Hanımı en son gördüğümde yüzük yüzünden kriz geçirmişti bu yüzden nasıl olduğunu tahayyül edemiyordum. Eylül, sesli bir şekilde yutkundu sonra. Boğazındaki düğümü yutmak ister gibiydi.

"Hatırlamıyor. Benim kimsem yok, dedi bana. Her şeyi sordum ama yalnızca ölen bebeğini ve beni hatırlıyor. Bu nasıl olabilir? Aklım almıyor."

Yüzünü iki eliyle sertçe sıvazladı. Sanki kötü bir kabustan kendini uyandırmaya çalışıyordu. Bu an bana çok tanıdıktı. İnkar evresini yaşıyordu şu an. Kabullenmek istemiyordu.

Ellerini geri çektiğinde avuçlarına düşen ıslaklığı gördüm.

Tekrar ağlamaya başlamıştı. Sırtını sıvazladım ama yüzüne direkt bakamıyordum. Bakarsam yanında güçlü olamaz, bende ağlardım.

Kimseden ses çıkmayınca Eylül başını Siraç'a çevirdi. "Sen biliyor muydun?" dedi. Her şeyin ortaya çıkacağı an bu soruda saklıydı.

Siraç bir eli dizinde yumruk olmuş bir şekilde oturuyordu.

"Biliyordum." dedi sakin bir ifadeyle ama içinde kopan fırtınaları bir ben biliyordum.

Yıllardır içinde tuttuğu acıyı itiraf ettiğinde bu yüzden şaşırmadım. "Oradaydım." Geçmişin küf tutmuş kapıları aralanmıştı, acı ve hüzünler içinden bir bir yere dökülmeye başladı. "Beni savunurken oldu."

Eylül bir an donup kaldı. Demir biliyor muydu, bilmiyordum ama bu itirafa karşı sakin kaldı. Siraç'ta karşısında donuk bir yüz ifadesiyle duruyordu.

Eylül kendini toparlamak istercesine olduğu yerde dikleşti. Elleri birbirine kenetlendi. Kendinden güç almaya çalışıyordu sanki.

"Ne olduğunu anlatır mısın?" dedi, yaşanılanlar çok ağır olmasına rağmen sakin bir sesle. Sessizce ağlıyordu ama yine de Siraç'a karşı şefkatliydi. "Bilmeye ihtiyacım var."

Bu halde bile Siraç'ı düşündü.

"Söz veriyorum seni yargılamayacağım ama babam yıllarca bana benim doğumum yüzünden olduğunu söyledi. Bende inandım." dedi hayal kırıklığıyla. "Bende babam ne dediyse hepsine inandım."

Kırgınlığının büyük bir kısmı babasına aitti. Siraç'ı bu halde bile hiç suçlamadı. Bu yüzden uzanıp elini tuttum. Eylül anne ve babasız büyümesine rağmen kendi kendini çok güzel yetiştirmiş bir kadındı.

Siraç bir süre sustu. Onun için konuşmanın çok zor olduğunu görebiliyordum. Şu an burada konuşması bile hastalığına rağmen büyük bir adımdı.

Bu adımı attı.

"Annen bir gün ziyarete geldi." diye başladı konuşmaya Siraç. "O günlerde evde toplanma telaşı vardı çünkü Konya da bir fabrika satın alınmıştı. Fabrikanın altında çocuk ticareti için mahzenler inşa ediliyordu. Bunun için kayıtlar toplanıyordu. Kimsesiz çocuklar aranıyordu."

Bir an duraksadı. Sanki o anı hatırlamamak için direniyordu. Cesaret etmek için yanına gitmek istedim ama bunu benim yerime Demir yaptı. Elini Siraç'ın omzuna koydu.

Siraç fark etmedi bile. "O kimsesizlerden biri de bendim." dedi. Eylül bu sözden sonra irkildi. Sanki onun kimsesizliğini, hayatındaki her şeyin yalan olduğunu tekrar idrak ediyor gibiydi.

"Annen muhtemelen o orospu çocuğunun hazırladığı belgeleri gördü. Sonra da beni. Bir saat önce dayak yemiştim." Bunu ilk defa birinin karşısında sarhoş olmadan, krizi nüksetmeden itiraf ediyordu.

Yumruk yaptığı elleri bembeyaz olmuştu. Teni solmaya başlamıştı ama hala sakindi. Cesaretlendirmek için ona baktım ama beni görmedi.

"O zaman kurtulacak bir Melek'e ihtiyacım vardı."

Eylül'ün çenesi titredi. Annesinin adına yapılan bu ithaf bile ağlamak için yeterliydi. Siraç acı acı gülümserken Eylül ağlıyordu.

"Anneni de o meleğin yerine koydum ama onun hamile olduğunu, böyle bir acıya maruz kalacağını akıl edemedim. Esin beni annen için zorla hazırlarken iki kere kıyafetim değiştirdi."

Bir an benimle göz göze geldi. "İlkini kanla kirletmiştim." dediğinde yüreğim yandı. Onun için güçlü olmaya çalışmasam bana bakarken çektiği acıyla ağlardım ama yalnızca ona baktım.

"İkincisi de kirlenmiş, Esin fark etmemiş ama annen fark etti. Esine hesap sordu, beni kurtarmak için kollarına aldı. Bende ondan yardım istedim."

Eylül onun yüzüne bakamıyordu. Öyle ağlıyordu ki hıçkırıkları odayı dolduruyordu. Siraç ise anlatmaya devam ediyordu.

"Annen hesap soruşu Esin'in işine gelmedi. O gün kocasına da sinirliydi çünkü o Ankara'dan gitmek istemiyordu. Bütün bağlantıları, lüks içindeki yaşantısı hatta onu sürekli pohpohlayan arkadaşları oradaydı. Bunun hıncını da benim itaatsizliğimin hıncını da ondan çıkardı ve onu dövdü." Sanki yarasına tuz basmak için tekrarladı bu sözleri.

"Onu öldüresiye kadar dövdü."

Eylül ağzını kapattı sesi duyulmasın diye. Öyle bir an yaşanıyordu ki onların acısını izleyip de ağlamamak imkansızdı. Demir'in bile sessizce dökülüyordu göz yaşları. Annemin kapının köşesinde aynı şekilde olduğunu fark ettim.

İzlenmek ve geçmişi hakkında konuşurken dinlenmek Siraç için en zor olanıydı.

"Engel olmak istedim ama zayıftım." dedi. Bu kelimeyi söylerken yüzünde nefret belirdi. "Çok zayıftım." derken zayıflığın onu tetiklediğini hissettim.

Kaskatı kesildi. Bedeninin gerildiğini hatta kaslarının kilitlendiğini bile ona bakarak anlayabiliyordum.

Birden ayağa kalktı. Kontrolünü kaybetmek üzereymiş gibi gözüküyordu. Gitmek için ayağa kalktığını, sınırda olduğunu fark ettim. Bende ayağa kalktım. Ellerimi ona doğru uzattım.

"Biraz sakinleşelim mi?" dedim elini tutarken. Bana baktı ama sanki beni göremiyordu. Göz bebekleri sanki biri onlara ışık tutmuş gibi büyümüştü. Eylül arkada ağlıyordu. Demir'e bir bakış atıp başımla arkamı işaret ettim.

O da ayağa kalkarken ben Siraç'ı arkamdan sürükleyip odadan çıkardım. İstemeseydi yerinden kıpırdamaz, ortalığı yakıp yıkardı ama yine de sakin durmaya zorluyordu kendini. Mutfağın kapısını kapattıktan sonra bir tane sandalye çekip onu oturttum.

"Kafama bir şeyle vur, Elif." dedi. Boş boş bana bakarken. Sanki gözünün önünü görmüyordu. "Bu sesler susmuyor, vur! Yoksa yine kendimi kaybedeceğim. İstemiyorum! "dedi. Sesi gittikçe yükselirken yüzünü elime aldım.

"Asla yapmam. Kendine yeterince eziyet etmişsin. Bir daha asla bir hayvanmışsın gibi bağlanmana izin vermem!" dedim, o böyle yaptıkça yalnızca kendini değersizleştirecekti.

Şu an ikinci kişiliğine meydan okuyormuş gibi hissediyordum.

"Yap şunu!" dedi tekrar itiraz ederken. Hafifçe titriyordu şimdi. Sanki tek teminat buydu.

Yavaşça yüzünü okşamaya başladım. Ona dokunduğumda iyileştiğine şahit olmuştum. Yine aynısını yaptım. "Sana ne söylüyorsa dinleme onu. Zayıf değilsin," başını hafifçe salladım bana bakması için. Göz bebekleri odağını bulmaya çalışıyordu. "Değilsin!" dedim.

İnatla tekrar ettim bu sözleri. "Sen asla zayıf değilsin. Yaşanılanlardan dolayı sen suçlu değilsin."

Saçlarını okşadım. Yavaşça geriye doğru taradım. Parmaklarımın arasında yumuşacıklardı. "Buradasın, benimlesin. Geçmişte değilsin."

Başını hafifçe geriye doğru ittim bana baksın diye. "Bana bak, gözlerimin içine bak." dedim. "Karşında ben varım. Elif var."

Onu varlığıma inandırmaya çalıştım. "Karın var."

Sesim sertti ama bu şekilde duyuyordu yalnızca beni. Sonunda göz bebekleri beni buldu. Bulduğu anda da yüzünde öyle bir acı belirdi ki ağlamamak için dişlerimi birbirine bastırdım.

Sonra dayanamadım, onu kendime çektim ve başını göğsüme yasladım. O da kollarını bana doladı.

Ben saçların okşarken, "Derin derin nefes al!" dedim. Dediklerimi sakince yaparken eğer bunlar işe yaramazsa ne yapacağımı bende bilmiyordum aslında. Doktoruyla konuşmak istiyordum. İsterse şayet onunla terapiye gitmek istiyordum.

Bu şekilde kendine bir canavarmış gibi muamele etmesini istemiyordum. Sanki yaralı bir yırtıcıyı evcilleştirmeye çalışıyormuşum gibi hissediyordum bu anlarda.

Çok korkuyordum ona hissettirmesem de.

Solukları ona telkinlerde bulundukça yavaş yavaş düzenli hale geldi. Dudaklarını göğsümde hissettiğimde kendine geldiğini anladım. "Teşekkür ederim." diye fısıldadı.

Geri çekilip ona baktım. Yüzünde savunmasız bir ifade vardı. Herkesin yanında bu kadar güçlüyken benim yanımda bütün gardını indiriyordu.

"Sabahtan beri bu sarılmaya ihtiyacım vardı." dediğinde boğazıma bir düğüm oturdu. Ondan bunu esirgediğim için kızdım kendime.

Kendi iç çatışmalarım ve onun hastalığı arasında sıkışıp kalmıştım resmen. Ona normal davranmak istiyordum ama hiçbir zaman tam manasıyla korkmadan bir adım atamıyordum.

Bir şey söyleyemedim bu sıkışmışlık yüzünden. Bal rengi saçlarını usulca geriye doğru ittim ona bakarken.

"Bir daha bağlanmanı istemiyorum." dedim konuyu kendimden uzaklaştırarak. " Kriz anında hiçbir şekilde kendine zarar vermeni de istemiyorum. Başkasından da bunu istemeyeceksin." Sesim sertken bir diğer elimle yüzünü okşayarak sözlerimi yumuşattım.

"Eğer seni üzmeyecekse doktorunla da konuşmak istiyorum."

Doktordan bahsedince yüzünde tekrar huysuz bir ifade belirdi ama bunun krizden değil de geçmişte yaşanılan tecrübelerden kaynaklı olduğunu konuşunca fark ettim. "Konuşmana gerek yok. Ben sana anlatayım." dedi sert bir sesle. " DKB tanısına sahip hastalar toplumun sadece yüzde %1'inde görülür. İlaç tedavisi tek başına yeterli değildir ki bende hiç etkili değildi." Kendine dair değerlendirmeleri acımasızcaydı. "Psikoterapiyle tedavi edilir bu hastalık. Bu süreç içerisinde önce hastaya tanı konulur sonra hasta bilgilendirilir. Ben çoktan hasta olduğumun farkındaydım."

Alaycı ifadesine karşılık öfkeyle baktım. Her fırsatta kendini aşağılıyordu. "Tanıdan sonra tramvaya tetikleyen anlar belirlenir ki bunun yüzünden iki hasta bakıcıyı dövdüğüm için ilk defa orada bağlandım zaten ben!" O anları hatırlayınca burnundan öfkeyle bir nefes aldı. "Terapist bunun da tedavi sürecine katkısı olduğunu söylüyordu ama ben o zamanlar en çok bağlanmaktan nefret ediyordum çünkü bana, çünkü bana...."

Cümlesini devam ettiremedi sanki dile getirse aynı şeyi yaşayacak gibiydi ama ben tahmin ettim. "Çünkü sana zincirleri hatırlatıyordu." diye tamamladım canını yakan cümleyi.

Zincirden bahsedince solgunlaştı.

"Öyle." dedi kırık bir ifadeyle. "Alterle konuşma, haritalandırma, gerçekliğe oryantasyon, yuvarlak masa gibi sayısız teknik denenmeye çalışıldı ama sıkıntı şuydu ki ben bile onlarla konuşmak istemezken intikam niye konuşacaktı ki?" Farkında olmadan aslına gerçek kişiliğinin güvenmesinde öncü olduğunu dile getiriyordu.

Haklıydı. Güven onda baş faktördü. Belki bana inanmamıştı ama bana güvenmişti.

"2 sene tedavi gördüm sonra bıraktım. O zaman 12 yaşındaydım. Okulda büyük bir kavgaya karışınca tekrar hastalık raporlarım ortaya çıktı. Bende tedaviye mecbur bırakıldım. Yine denedim ama yine bir türlü tedaviye kendimi adayamadım."

Derin bir nefes aldı. Sanki anlatırken bile o an yaşadıklarından yorulmuş gibiydi.

"Güvenmiyordun." dedim.

Beni onayladı. "Asla güvenmiyordum. Gözlerimi bile kırpmıyordum hastanedeyken. İhtiyar hastanede kaldığım süreçte zarar gördüğümü anda aldı beni oradan."

Resmen orada da zulüm görmüştü. Onlarda işini yapıyorlardı, elbette tehlikeli olan hastalar bazen bağlanmayı da gerektiriyordu ama işte bu ona hiç iyi gelmemişti. Dedeme de onun hislerini önemsediği için minnettardım. Elinden geldiğince ona destek olmuştu.

Bütün bu anlattıklarından sonra ısrarcı da olamazdım.

"Bana güveniyor musun?" dedim.

Yüzündeki elimi sıkı sıkı tuttu. "Canımı veririm." dedi. Kaşlarım çatıldı. Hala ölümden bahsetmekten çekinmiyordu bu da bende korkuya sebebiyet veriyordu.

Hatasını fark etti. Bu yüzden, "Yüreğimi verdim sana, benim güzel karım. " diyerek düzeltti cümlesini. Başını yana doğru çevirdi ve avucumun içini öptü.

Neredeyse tebessüm edecektim ama yine tuttum kendimi. "O zaman sen gitmeyeceksen bırak ben tavsiye alayım. Bir uzman görüşü almadan hareket etmek istemiyorum. Ben doktor değilim, tavsiye aldıktan sonra da olmayacağım ama en azından aracı olurum. Böylece sende kendini güvende hissedersin."

Tereddütlerinin olduğunu görebiliyordum. Hala korkuyordu. Bu yüzden teminat vermem gerekiyordu. "Sana başta ben olmak üzere kimsenin deli muamelesi yapmasına izin vermem. Kim çıkarsa karşıma asla izin vermem!" diyerek verdim bu teminatı.

Bir süre sustu. Bu sırada bana sarılmaya devam etti. Parmakları hafif hafif sırtımda dolanıyordu. Sonra başını geri çekti.

Yavaşça bir baş onayı verdi bana.

"Ama bir şartla!" dedi. Yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. "Bu boşanma mevzusunu bir daha hiç açmamak üzere kapatırsan, bende önce senin aracılığınla, işe yararsa yine seninle birlikte tedavi olmayı kabul ederim."

Zeki bir adamdı. Bu yüzden bu durumu bile kendi lehine kullanacak olmasına şaşırmadım.

"Sence şu an bana şart koşacak durumda mısın?" dedim onun aksine sahte bir tebessümle.

Yüz ifadesi birden ciddileşti. Ters köşe olmuştu. "Bir teminata ihtiyacım var. Gitmeyeceğine güvenmek zorundayım, Günışığı." dedi.

"Aynı durum benim içinde geçerli." karşılığını verdim. "Bende aynı teminata ihtiyaç duyuyorum ama bunu şart koşmanın işe yaramadığını da bizzat tecrübe ettim."

Kalbim yaşanılanların acısıyla sızlamaya başladı. Geri çekilme ihtiyacı hissettim. O acı çekerken kendi acılarımı unutuyordum ama her şey bitince tekrar başlıyordu sanki.

Biraz mesafe koymak istedim ama hissetmiş gibi daha sıkı sardı kollarını. "Tamam, tamam! " dedi beni yatıştırmak istercesine. Korktu ondan uzaklaşmamdan resmen.

"O zaman senin tavsiye aldığın ve benim de en azından terapi yöntemlerini denemeye çalıştığım sürece bu boşanma konu açılmasın. Zaman geçtikçe böylece sende bana güvenirsin."

Uzlaşmacı bir yol çizince bana gülümsemekten başka bir çare bırakmadı. Ben gülümseyince o da öyle gülümsedi ki sanki yüreğimden kocaman bir kelebek sürüsü havalandı.

Gamzelerinin çöktüğü yerlere ellerimi koymamak için çok zor tuttum.

"O kadar özlemişim ki." dedi gülüşüme hasretle bakarken. Bende çok özlemiştim. Ona gülümsemeyi, onu gülümsetmeyi, öpmeyi, sevmeyi her şeyi çok özlemiştim.

Eli uzanır gibi oldu bana. Sonra yarı yolda duraksadı. Sanki dokunsa duramayacaktı.

Öpmek istediğini görebiliyordum ama bir şeyler yarım, bir şeyler kırıktı. Bu aramızdaki ayrılığa dair bir tabu haline gelmeye başlamıştı.

Bu yüzden yavaşça geri çekildim.

"İçeride yarım kalan bir konuşma var." dedim kendimi tutmak için bütün irademi kullanarak. "Sakinleştiysen, devam edebileceğine inanıyorsan içeri girelim."

Ben geri çekildiğinde boşalmış ellerine baktı. Baktığı yerde kırdıkları ve kırgınlıkları vardı. "Tamam, Günışığı." dedi hislerini sakladığı bir sesle.

Saklasa da kırgın olan bu haline arkamı döndüm. Ağlamamak için kendimi çok zor tuttum. Her şeyimle dönüp ona sımsıkı sarılmak istiyordum ama yüreğimde bir taraf bir türlü buna izin vermiyordu.

Korkularının yanında benimkiler de eklenmişti.

Bazen yenik düşeceğimizin ve ikimizin de kabuslarda boğulacağından korkuyordum.

🔱⚜🔱

İçeri girdiğimde Levent dedemin geldiğini fark ettim. Geldiğini duymamıştık bile. Eylül'ün yanında oturuyordu. Eylül başını onun omzuna yaslamıştı. Diğer yanında da Demir vardı. Demir'in elini sıkı sıkı tutmaktaydı.

Ağlaması dinmişti ama boş gözlerle bakıyordu etrafına.

Siraç arkamdan girdiğinde gözleri ona dikildi. İkisi de o kadar yaralı gözüküyordu ki her şeyin bir yerde patlayacağından korkuyordum.

İkimiz de oturana kadar Siraç'a bakmayı bırakmadı. Oturunca da hala ona bakıyordu. Sanki bir bulmacayı çözecekmiş gibiydi bakışları.

Öylesine odaklanmıştı ona, geçmişi mi yoksa şu anı mı onda görüyordu anlayamıyordum bu yüzden.

Levent dedemle göz göze geldik. Onunla en son konuştuğumda dündü ve hala sözlerinden dolayı kırgındım ama yaptıklarından, fedakarlıklarından, Siraç'ı o bataklıktan kurtarışını öğrendikten sonra minnettar olmadan da edemiyordum.

Bana yumuşak bir ifadeyle baktıktan sonra Siraç'a çevirdi bakışlarını.

Birden ciddileşti. "Haberin kaynaklarını mahkeme kararıyla gizletmişler ama öğrenmek üzereyiz. Uraz haber kaynağına yasak koymaya çalışıyor ama asla izin vermeyiz, yayılsın istiyorum. Altun 'un hisseleri böylece hepten çakılsın. Tüm haber bültenlerinde bu haberi konuşarak bir nevi ekmeğimize yağ sürüyorlar." Levent dedem acımasızca gülümsedi. Daha haber kanallarını açmaya fırsat bulamamıştım ama ortalığın karışmasına şaşırmıyordum.

Tek istediğim Siraç'ın adına kirlerini bulaştırmamalarıydı.

"Kurulda sırt çevirmiş ona. Esin de evden valiziyle çıkarken görüntülenmiş." Eylül başını hafifçe kaldırıp dedemize baktı. Nefret her zerresindeydi. Dedem ona bakmadan Siraç'la konuşmaya devam etti.

"Takibe aldırmışsın Esin'i de." dedi. Daha evden çıkmamıştı, ne ara her şeyi organize etmişti anlamlandıramıyordum. Telefon konuşmalarıyla bile bir sürü insanı idare edebiliyordu.

"Hastane görevlisini Mehmet'in ekibi yakaladı, biliyorsun değil mi? " dedi dedem.

Bütün hadiseleri bir bir aktarırken Siraç bu durumdan hoşlanmadığını yüz ifadesiyle bile belli ediyordu ama tabii ki Levent dedemin umurunda değildi.

Bende takılmıyordum. Onun yerine dedemin dediklerine odaklandım. Siraç'ın telefonda bahsettiği adam bu olmalıydı. Anneme bırakılan notta geçen adamdı bu. Heyecanlandığımı hissettim. O adamda bir şeyler vardı çünkü. Sanki sonunda bir çözüme ulaşacakmışız gibi hissediyordum.

"Haberim var. Buraya getirilmesini emrettim. Ben sorgulayacağım." dedi Siraç soğuk bir sesle. "Boşuna kaynağı da aramayın, onun derdi mahkeme açmak değildi. Sadece gerçekler ortaya çıksın istedi."

Eylül başını Levent dedemin omuzundan kaldırdı. "Kötü mü yaptı sence?" dedi boğuk bir sesle. Sesi ağlamaktan tamamen kısılmıştı.

"O her şeyi açıklamasaydı, ben o kardeş katili pislik kadına hala teyze diyor olacaktım. Yıllarca yüzüne baktım ben onun. Annemi o büyüttü diye saygı duymaya çalıştım."

Sesi kısık olmasına rağmen Eylül'ün sesi gittikçe yükseldi. "Elini kolunu sallayarak yıllarca rahatça dolaştı. Annemin canını yaktı, senin canını yaktı. Bütün bu yaptıklarına rağmen birde yüzsüzce bize üstünlük tasladı!"

Eylül ilk defa ona karşılık veriyordu. İlk defa tartıştıklarını görüyordum. "Nasıl susarsın?" dedi. "Nasıl! Seni suçlayacağımı mı düşündün? Hiç mi tanımadın beni de böyle düşündün?" dedi.

Siraç'ın böyle düşündüğünü tahmin edebilmişti ama yine de anlamlandıramıyordu sanki.

Birden ayağa kalktı. "Ya ben anlamıyorum!" dedi Siraç karşısında ona donuk bir ifadeyle bakarken. Elinin tersiyle göz yaşlarını sildi. "Hiçbir zaman da anlamadım. Bir şeyler hep eksikti, hep yanlıştı. Yıllarca yalan bir hayatın içinde yaşadık biz. Sen acı çektin ama hep kör kaldık. Annem acı çekti ama bir türlü sebebini anlayamadık. Neden korktun?" dedi çenesi titrerken.

"Daha ne kadar zarar verebilirdi ki sana? Neden korktun?"

Siraç karşısında susarken onu savunmak istedim. Sebeplerini biliyordum çünkü ama bu ikisi arasındaydı. Bu yüzden sustum.

Ama Demir susmadı. "Bizim zarar görmemizden." dedi. "Bizim acı çekmemizden korkuyor, Eylül." Sert sesi bana anlattığı yaşanmışlıklarla doluydu. Siraç onu kurtarmıştı. Siraç onu korkunç bir gelecekten korumuştu.

Eylül Demir'e baktı. Sonra Siraç'a doğru döndü. Göz yaşları usulca yanaklarından süzülürken sanki her şey bir bir oturuyordu kafasında.

"Hep böyle susacak mısın?" dedi yine de. "Doğrusunu yapmana rağmen, biz acı çekmeyelim diye defalarca kendini öne atmana rağmen susacak mısın?" dedi.

Siraç hala donuk gözlerle onu izliyordu. Çenesinde oynayan kas onun aslında kendini zor tuttuğunun bir göstergesiydi ama Eylül bunu fark edemeyecek kadar kontrolünü kaybetmişti.

"Biz çocukluğumuzdan beri birlikteyiz Siraç. Ben seninle büyüdüm. Ağladığımda bana sarılamazdın ama peçete uzatırdın. Düştüğümde beni kaldıramazdın ama bana yardım etsin diye hep birilerini çağırırdın. Her yalnız hissettiğimde beni parka sen götürürdün. Uzaktan izlerdin beni. Elimden tutmadın, dokunmadın, sarılmadın, benimle parkta oynamadın ama sen hep yanımdaydın. Ta ki bahçedeki o güne kadar."

Ona doğru bir adım attı. Hatırlasın istedi o anı sanki. "Bizim bahçemizde akıl küpünü oynarken seni zorla masadan kaldırıp salıncağa götürmüştüm. Sonra ne oldu hatırlıyor musun?" dedi.

Bir cevap bekledi Siraç 'tan. Siraç o cevabı vermeyince tekrar sordu ona. "Ne olduğunu hatırlıyor musun söyle bana?" dedi.

Siraç tek kelimelik bir cevap verdi. "Seni düşürdüm." dedi.

Eylül ağzını kapattı sanki kendini toparlamak, karşısında hıçkıra hıçkıra ağlamamak için. Dişlerini birbirine bastırdı sözcükleri yok olup gitmesin diye.

Konuşurken dişlerini sıkıyordu.

"Çok hızlı sallamanı istedim senden, zincirler de iyi değildi. Sürekli ses çıkartıyorlardı." Eylül'ün nereye varmak istediğini anlayınca Siraç'a baktım.

Heykel gibi duruyordu, his yoktu, acı yoktu. Ben onun yerine de acı çekiyordum. O ise hislerini kapatmıştı sanki.

Eylül anlatmaya devam etti. "Zincirlerden korktun çünkü." dedi onu kıyamıyormuş gibi bakarken. Siraç bir an nefes bile almadı sanki. Öyle bir donmuştu ki yaralarının bir bir ortaya serilişinin şokunu yaşıyor gibiydi.

"Şimdi anlıyorum her şeyi. Geri çekildiğinde başın ellerinin arasındaydı. Ağladığım için anlayamadım, korktun sandım." dedi kendi vicdan azabını dile getirerek. "Beni düşürdüğün için korktun sandım."

Ağlarken elini göğsüne bastırdı sakinleşmek için. Demir de bende sevdiklerimiz için acı çekiyorduk. Ben ağlıyordum o ise acıyla sevdiği kadına bakıyordu. Onun da ayağa kalkıp Eylül'ü teselli etmemek için kendini zor tuttuğunu fark ediyordum ama ikimiz de içlerini döksünler diye duruyorduk.

Eylül sakinleşince, "Sonra babam geldi." dedi donuk bir sesle.

Ona bir adım daha attı. Sanki gittikçe ona ulaşmaya yaklaşıyordu. "Benimle ilgilenmek yerine, beni dadıma emanet edip seni götürdü." dedi. Levent dedem bunları duyunca olduğu yerde dikleşti.

Şimdiye kadar annemle birlikte metanetli ama yine de hüzün dolu bir ifadeyle onları izleseler de kendi oğlu anılınca yarasına dokunulmuş gibi tepki verdi. Olduğu yerde dikkat kesildi.

Eylül tekrar Siraç'a hesap sordu. "Orada ne söyledi sana da sen ondan sonra bizim evimize bir daha hiç gelmedin? Ne oldu da bir daha biz seninle eskisi gibi oyun arkadaşı hatta kardeş olamadık?"

Eylül söylenilen sözleri tahmin etse de ondan bir itiraf bekliyordu. Siraç o itirafı vermedi. Asla vereceğini de sanmıyordum. Onu aciz hissettirecek bir olayı yeni itiraf etmişti. Bunu da kaldıramazdı.

Levent dedem de aynı soruyu sordu. "Ne söyledi Siraç?" dedi. "Ne dedi İbrahim sana?"

Bir cevap vermeyecekti. Hatta ona bakan biri birazdan kalkıp gideceğini anlayabilirdi. Nitekim Eylül'de anladı.

Kendi tahminlerini bir bir açık kartlar gibi sundu önüne. "Sana bu olaydan bahsettiğini ve seni orada suçladığını düşünüyorum. Babamın her şeyden haberdar olduğuna inanıyorum. Annemin, o kaltak tarafından dövüldüğünden tut da annemin kaybettiği bebeğine kadar her şeyi bildiğini düşünüyorum!" dedi.

Sanki bir bütün olacak parçaları teker teker bir araya getirmişti.

Son bir adım daha attı ve Siraç'ın karşısında durdu. Sonra hiç beklenmedik bir şey yaptı. Tam önünde dizleri üstüne çöktü. Ona baksın, onu görsün diye tam önünde oturdu. Başını kaldırıp yalvaran gözlerle ona baktı.

"Yalvarırım bir şey söyle!" dedi. Bu ilk kez ondan açıkça sevgi dilenişiydi. "Delirmek üzereyim, ne olur bir şey söyle. Seni suçladı değil mi? Sen bana o bomba olayına kadar bir daha hiç yaklaşmadın. O gün bana sarıldığın birkaç saniye için ne kadar mutlu olduğumdan haberin var mı?" dedi. Benim vardı, bana gelip sevinç göz yaşları içinde anlatmıştı o anı. Şimdi her şeyi öğrenince Eylül'e kısa da olsa sarılışının ne kadar zor olduğunu, aslında ne büyük bir mucizenin gerçekleştiğini anlamlandırabiliyordum.

"Babam mahvetti her şeyi." dedi titrediği için başını hafif hafif sallarken. "Seni sözleriyle yaraladı ve benden uzaklaştırdı."

Siraç'ın elleri dizlerinin üstünde yumruk oldu. Eylül ona dokunmuyordu ama çok yakınında duruyordu. Bunu baskı olarak algılayacak diye korkuyordum. Vücut dili bile Eylül'ün söylediklerini doğrular nitelikteydi.

Yine de tekrar tekrar sustu. Sanki bir yanardağın patlamaya en yakın anındaki o gerilimi duyumsayabiliyordum.

"Tamam." dedi Eylül hayal kırıklığıyla. "Buna da sus ama bir tek soruma cevap ver sadece." Ona bakarken bütün umutları bal rengi gözlerine yansımıştı. "Dedem bana bir ihtimalden bahsetti. O söylediğinden beri her şey mantıklı geliyor, elimde değil inanmadan edemiyorum."

Ellerini nazikçe onun dizlerine koydu. Sanki onu korkutmaktan çekiniyor gibiydi. Siraç onun gözlerinin içine baktı. Bir kez daha benzerlikleri karşısında nefesimi tuttum.

"Sen benim..." diye başladı Eylül konuşmaya ama sonra sustu çünkü bir türlü kelimeler dökülemedi dilinden. Zorla yutkundu. Yılların sustuğu gerçekleri dile getirirken geçmişti onun prangalayan.

Sonunda dile getirdiğinde hem geçmişin acısı hem de hem de tuttuğu yas dile geldi.

"Sen benim abim olabilir misin?" 

🔱⚜🔱

Olabilir mi sizce?  🤔

Hadi pamuk ellerinizi yorumlar için cebe atın bakayım.  😶‍🌫️😶‍🌫️

Yarın yeni bölümde görüşmek üzere inşallah. Hoşça kalın ballarım! 😍🥰

🔱⚜🔱

Czytaj Dalej

To Też Polubisz

150K 4.5K 23
Ağzımı kapatmış güçlü eller baskısını biraz daha arttırırken Peyami bedenini benim ki ile bir bütün yapmak ister gibi sokuldu Göğüsüm hızla yükselip...
5.2M 282K 29
Sarhoş olduğu gece bir adamla birlikte olan Kayra, sabah uyandığında kendini tanımadığı bir adamla bulur. Evden apar topar kaçan Kayra, birlikte old...
2.1M 33.6K 54
- Ahh...abim gelicek yapamayız.. Üstümdekileri delice yırtarak çıkardı. - Abini boş ver gece. Bugün gelmeyecek güzelim Erkekliğini boxer'ından çıkar...
1.6M 69.1K 62
Aile problemleri yüzünden evden kaçmış ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, aynı zamanda sinir hastası olan Pare, ucuza gelsin diye ikinci el...