NOKSAN | ✓

By celestial_bones

404K 15.1K 2.6K

O, bir kraliçeydi; hayran kaldığım ancak asla ulaşamadığım. Güzeller güzeli, fakat acımasız olan, beni gidişi... More

[ Bölüm Bir: Kâğıtlar]
[ Bölüm İki: Paranoyak ]
[ Bölüm Üç: Aslan ]
[ Bölüm Dört: Hız ]
[ Bölüm Beş: Tesadüf ]
[ Bölüm Altı: Güller ]
[ Bölüm Yedi: Zebani ]
[ Bölüm Sekiz: Rubik Küp ]
[ Bölüm Dokuz: Alevler ]
[ Bölüm On: Yabancı ]
[ Bölüm On Bir: Düş ]
[ Bölüm On İki: Salıncak ]
[ Bölüm On Üç: Sitrin ]
[ Bölüm On Dört: Karanlık ]
[ Bölüm On Beş: Bulutlar ]
[ Bölüm On Altı: Düşman ]
[ Bölüm On Yedi: Kibir ]
[ Bölüm On Sekiz: Bay Resmiyet ]
[ Bölüm On Dokuz: Yapmacık ]
[ Bölüm Yirmi: Kural Tanımaz ]
[ Bölüm Yirmi Bir: Küçük Kalp ]
[ Bölüm Yirmi İki: Gerçekdışı ]
[ Bölüm Yirmi Üç: Pembe Dizi ]
[ Bölüm Yirmi Dört: Kireç ]
[ Bölüm Yirmi Beş: Minnettar ]
[ Bölüm Yirmi Altı: Bilmece ]
[ Bölüm Yirmi Yedi: Şenlik ]
[ Bölüm Yirmi Dokuz: Yoldaş ]
[ Bölüm Otuz: Söz ]
[ Bölüm Otuz Bir: Büyü ]
[ Bölüm Otuz İki: Baskı ]
[ Bölüm Otuz Üç: Gazap ]
[ Bölüm Otuz Dört: Strateji ]
[ Bölüm Otuz Beş: Büyük Gün ]
[ Bölüm Otuz Altı: Cevher ]
[ Bölüm Otuz Yedi: Panik ]
[ Bölüm Otuz Sekiz: İyi ]
[ Bölüm Otuz Dokuz: Çilek ]
[ Bölüm Kırk: Teklif ]
[ Bölüm Kırk Bir: Takdire Şayan ]
[ Bölüm Kırk İki: Şehrin Soytarısı ]
[ Bölüm Kırk Üç: Kist ]
[ Bölüm Kırk Dört: Şehrin Prensesi ]
[ Bölüm Kırk Beş: Soysuz ]
[ Bölüm Kırk Altı: Affedilmez ]
[ Bölüm Kırk Yedi: Başkaldırı ]
[[FİNAL] Bölüm Kırk Sekiz: Cadı Avı ]
[ YAZARDAN FİNAL NOTU ve İKİNCİ HİKÂYE BİLDİRİSİ ]
[ Şarkı Listesi ]

[ Bölüm Yirmi Sekiz: Paha Biçilmez ]

3.3K 150 25
By celestial_bones

Şarkı: Melanie Martinez - Mad Hatter

[ Bölüm Yirmi Sekiz: Paha Biçilmez ]

Çok bahsedilen bir yerden, ya da filmden, kitaptan, diziden beklentilerim her daim uçuk kaçık bir yükseklikte, heybetli sıra dağlarının arkasında kalmış, umduğum şeylerin büyüklüğü kimi zaman beni bile şaşırtmıştı.

Şenlik denilen olaydan ne almak, görmek ya da tatmak istediğimi çok kararlaştıramamış olsam da, kesinlikle karşı karşıya olduğum mekânın, özellikle aydınlık bir koridoru geçtikten sonra böyle olacağını kestirememiş, dolayısıyla kendi kendimi şaşırtmakta bir kez daha başarılı olmuştum.

Bir çeşit sanat galerisinin içinde, yanımdaki neon tablolar ile mavi-mor arasındaki loş ışığın altındaydım; işkence odalarını andıran basıklığı ve yoğun boya kokusu sayesinde insanı dört duvar arasında kıstırıyor, siyah tabanın üzerine dokundurulan ışıltılı renkler, gözlerimi tabloların merkezine çekiyordu. Kısa sürede hipnotize olabilir, tuvallere dalabilirdim; eğer Ela Göz gelip omzuma dokunmasaydı kafamdaki her şey silinmiş olurdu.

"Nasıl buldunuz?" diye gülümsediğinde, dalgınlığımdan sıyrılarak bir cevap vermeye zorladım kendimi.

"Etkileyici," diye yanıtladım. "Peki ya, siz?"

"Geçen seferki daha güzeldi, ama bunun da dediğiniz gibi, etkileyici olduğunu inkâr edemem," diye düşüncelerini belirtti.

Büyük çiçek desenleri ile dolu olan, sarı neon rengin baskın çıktığı tabloyu işaret ederek, "Bunları kimin çizdiğini biliyor musunuz?" diye sordum.

"Hayır," diye bilmediğini ifade etti. "Muhtemelen depolardan birinden aldılar. Hep yaptıkları gibi."

Birçok soru sormak, tüm bu ürkütücü tabloların Şenlik'i oluşturup oluşturmadığını bilmek istiyordum, fakat Ela Göz her şeyi oldukça netleştirmişti: Benim burada dönenlerden haberdar olduğumu sanıyordu ve daha fazla soru sorarsam, gerçek gün yüzüne çıkabilirdi ve ben, bunu bir süre daha ertelemek istiyordum.

"Doğru," diye ona sahte bir onay verdim. "Nedense hep merak ettim."

"Ben de," diye başını salladı. "Aşağı kata insek daha iyi olur sanırım."

Başımı salladım ve odanın ortasında bulunan sarmal merdivene doğru yöneldim. Merdiven, hafif mavi-mor ışığın altında farklı farklı renklere bürünürken ilk basamağa adımımı attım ve sıkı sıkıya tutunarak aşağı indim.

Bu kat da üst kattan pek farklı sayılmazdı, fakat merdivenin de uzunluğundan anlaşılacağı gibi, tavanı çok daha yüksekti ve bu nedenle neon tablolar üst kata kıyasla her yeri kuşatmış, uzun tüpler halindeki floresan lambalarsa boylu boyunca odayı kaplamıştı; bazıları alçakta, bazıları ise en üstte asılı haldeydi, ama bu dahi karanlığı kovalamaya yetmiyordu.

"Bu kadar lamba olduğu halde hala karanlık," diye homurdanmadan edemedim.

"Aydınlık olsaydı tablolar belli olmazdı," diye açıklık getirdi. "Bunlar sanırsam neon akrilik boyalarla yapılmış. Bu yüzden en iyi mavi-mor ışıkta belli olurlar."

"Anladım, fakat kimseyi seçemiyor..."

Omzuma bir kolun geçirilmesi ile sözlerim yarıda kesildi. "Maviş!" diye cırlayan kişinin kim olduğunu tahmin etmekte hiç zorluk çekmedim.

"Erdinç," diyerek kolunu omzumdan çektim ve ona doğru döndüm.

"Bu kadar çabuk geleceğini tahmin etmiyordum, açıkçası senin için endişelendim. Fakat Giray Abi'yi bulabildiğine sevindim, kendisi buraları bilir nasıl olsa," diye Ela Göz'e ve bana kısaca bir gülümseme gönderdi.

"Ben de onu şeyden tanıyor..." diye cümleye başlamıştım ki, Ela Göz, yani Giray, bu sefer sözümü kesti.

"Ecrin'le ben önceden tanışıyoruz. O yüzden içeri girmesinde yardımcı oldum," dedi.

Yüzüne düşen mor ışıkla, "Nereden tanışıyorsunuz siz?" diye kafa karışıklığı içerisinde sordu Erdinç.

"Net hatırlamıyorum," diye umursamaz bir şekilde yalan söyledi Ela Göz. "Siz nereden tanışıyorsunuz hem?" diye sordu ardından.

"Karışık mesele..." diye ileri geri sallandı Erdinç ve beni yeniden yanına çekti. "Şimdilik bu tıfılı kısa süreliğine kaçırmam gerek. Giray Abi bak, yaptıkların için çok teşekkür ederim. Senden iyisi yok."

Ela Göz belli belirsiz "Rica ederim," dese bile sesi kısık çıkmış, Erdinç ve benim aceleci tavırlarım onun kaşlarını çatmasına sebep olurken, benim de aklıma birçok şey serpiştirmişti ve bunlardan biri de, Erdinç'in Ela Göz'ün polis olduğunu bilmiyor olduğu ve bunun yanında Ela Göz'ün mesleğini sakladığıydı.

Burada ters bir şeyler dönüyordu, ama biri açıklık getirmediği sürece anlamak, sanırım mümkün olmayacaktı.

Ela Göz'den uzaklaşırken, "Şu puştu hiç sevmiyorum, yemin ederim," diye söylendi Erdinç. "Her zaman sessiz, her zaman mesafeli, her zaman bir şeyler saklıyor. Kesinlikle başımıza bir iş açacak, gerçi kimse bana inanmıyor."

"Savunmak gibi olmasın ama bir kötülüğünü görmedim," dedim.

"Umurumda değil," diye sinirlendi. "O, Ferhat Abi'ye çok güveniyor, ama bir bakarsın bir gün yerde dişlerini sayıyor olur."

Bir süre daha küfürlere devam ettikten sonra, bakışlarını yumuşatıp yürümesine bir son vererek beni durdu ve uyuşuk ses tonunu geri kazanarak, "Ama bunlar önemsiz şeyler," dedi. "Kafana takmana bile gerek yok, çünkü bir sonraki Şenlik'e gelmeyeceksin. Anlayacağın, bu ilk ve son olacak. Giray gereksizi ile canın sıkılmasın."

"Pekâlâ, o zaman Doğu'nun babasını bana gösterecek misin?" diye konuya atladım. "Peki ya, Amas'ın nerede olduğunu sormamda bir sakınca var mı?"

"Arkadaşından söz ediyorsun herhalde. Eğer oysa o, şu anlık güvenli ellerde. O yüzden birkaç saatliğine onu aklından at, olur mu? Yoksa gerçekten hiçbir şeye odaklanamazsın ve bu herkesi endişeye sürükler. Lütfen, bu konu hakkında düşünme," diye yalvarır bir tonda konuştu.

"Ama onun iyi olup olmadığından emin olmam gerek," diye direttim.

"Görmene gerek yok," diye reddetti. "Yalnızca kendine onun iyi olduğunu söylemen yeterli. Hadi maviş, itiraz istemiyorum. Şu Doğu'nun babasını da bana bırak."

Erdinç ile bir satranç oynuyor olsaydım, kaç kere şah-mat edildiğimi, köşeye sıkıştırılıp savunmasız kaldığımı saymaya çalışmaz, masadan kalkıp giderdim, fakat öyle bir şansım yoktu. İçinde sürüklendiğim oyun devam ediyordu ve Erdinç'in kazanmasını istemesem dahi onu takip etmekten de geri duramıyordum.

Odanın derinlerine doğru harekete geçerken tablolardaki tüm çizgilerin, her bir küçük noktanın üzerimde olduğunu hissediyor, bu da beni gerdiği gibi kan basıncımı yükseltip kalp atışlarımı da hızlandırıyordu. Alanın öbür ucuna ulaşmak, beş dakikadan uzun sürmese bile bana asırlar gibi gelmiş, sırtımda damla damla ter birikirken de içerideki diğer insanları fark edebilmek, büyük bir efor sağlamama sebep olmuştu. Kalabalık sayılmazdı, fakat her geçen dakika kümeleşen gruplara yeni birisi eklendiğine bakılırsa buranın tıka basa dolacağı kesindi.

Parlak tablolardan birine dayanmış olan, orta yaşlı bir adamın yanına geldiğimizde Erdinç, "Yüksel Abi!" diyerek adama resmen kucak açtı.

"Erdinç!" diye adam da onu kucakladığında bu görüntüye tuhaf tuhaf bakakaldım.

Beni yok sayarak ikisi de derin bir konuşmaya girdiğinde, Doğu'nun babasının bu adam olup olmadığını anlamaya çalışıyordum; kirli sakalından, çökük gözlerinden ve bu gözlerin çevresindeki kırışıklıklardan, saçlarının ağırlaşmış olmasından adamın kırklarında ya da ellilerinde olduğunu düşünüyor, öbür yandan da Doğu ile benzer yönlerini bulmaya çalışıyordum, ama düşüncelerim durmadan kesintiye uğruyordu.

Adamın en tuhaf yanı, bir kolye gibi kullandığı ve bu ışıkta küçük parıltılar yayan bir sürü anahtar kümesiydi; zinciri orta kalınlıktaki bir gümüşten olsa da, o kadar çok anahtarın ne çeşit bir ağırlık yaptığını hayal edemiyordum.

Gözlerim bu anahtarların üzerindeyken Erdinç, kolumdan kavrayarak beni adamın önüne getirdi ve "Bu Ecrin," diye beni tanıttı. "Bahsettiğim kızlardan."

Son dediği şeye karşın kaşlarımın istemsizce çatılmasına engel olarak adama gülümsedim, fakat adam bana sorgulayıcı gözlerle bakmayı tercih etti.

Bakışlarını gören Erdinç hızlıca, "Doğu ile hiçbir bağlantısı yoktur kendisinin," dedi. "Yemin ederim."

"Neyle kanıtlayacaksın?" diye soğuk soğuk konuştu adam.

"O zaman Doğu ile bağlantısı olup olmadığını sor," diye omuz silkti Erdinç.

Adam bu cevaptan tatmin olmasa da, "Doğu Önder," dedi. "Tanıyor musun?"

Erdinç her ne planlıyorsa, ona uymaya karar vererek, "Hayır," diye cevapladım. "Daha önce hiç duymadım."

Bunları dememe rağmen adamın bakışlarındaki tereddüt bir milim olsun azalmadı ve bıkkın gözlerle Erdinç'e döndü. "Bari yeni bir şeyler söyle bana," diye homurdandı.

"Yeni bir şeyler mi? O zaman bu kızı bugünlük kabul etmelisin," diye tatlı tatlı gülümsedi. "Görüyorsun ya, bu gece gökyüzü mavi bir ay, biraz da parıltılı yıldızlarla kaplı. Böyle bir gece, ancak ömürde bir kez gelir."

Adam öfkesini gizlemeye gerek duymadan bir elini yumruk haline getirdi ve diğer eliyle de Erdinç'in yanında duran beni yanına çekip, sırtımı tuvallerden birine yaslayarak Erdinç'e döndü. "Nasıl istersen," dedi dişlerinin arasından.

"O zaman sana bir sürprizim var," diye salındı Erdinç. "Doğu öldü."

Adam olduğu yerde donakaldı. Böyle durduğu süre boyunca da neye inanmam gerektiği, Erdinç'in ne yapmaya çalıştığı anlaşılmaz bir boyuta sürükleniyordu ve bu durum karşısında yalnızca izleyici olarak kalmak, beni çıldırtıyordu.

Erdinç yavaşça uzaklaşırken adamla tek başıma kalıverdim; gitmeli, kaçmalı ya da sessizce sıvışmalıydım, ama tüm bu denilenlere rağmen orada durmaya devam ettim.

"Doğu kim tanımıyorum ama... Üzgünüm," diye blöf yaptım.

Yavaş, çok ama çok yavaş bir şekilde bana döndü. "O..." diye mırıldandı. "Nasıl bilebilir ki?"

"Bilmiyorum..." diye cevap verme ihtiyacı hissettim.

"Hayır," diye başını iki yana salladı. "Bunun olduğunu nasıl bilebilir?" diye yineledi.

Yanıtsız kalmayı tercih ettim; ne diyeceğimi kestiremiyordum ve kendi kızını bıçaklayan bir adamla yan yana olduğum düşüncesi, beni susturmaya yetiyordu.

"Doğu," diye fısıldayarak yere çöktü adam. "Buraya kadar mıydı?" dedi kendi kendine.

"Başınız sağ olsun," dedim ve adamın dikkati bu laflarla üzerime çekildi.

Kolumdan tutarak beni yanına oturttu ve "Onun yaşlarındasın," diye dikkatlice bana baktı. "Genç, güzel, sağlıklı. Fakat ondan farkın, diri olman. Ölmüş olması... Şu an... Yaşamıyor mu?"

Öne doğru eğilerek elleriyle yüzünü kapadı ve gözlerini hışımla ovuşturup, bu ışıkta çok daha kırmızı görünen bir çift kahverengi gözle bana doğru çevirdi başını. "Annesi olacak o kadını hiç sevmezdim," dedi. "Onun yerine o kadının ölmesi ne kadar iyi olurdu, biliyor musun? Bilmiyorsun ki, hem niye sana anlatıyorum? Sıçtığımın kaderine bak..."

"Doğu için çok üzgünüm," diye konuştum. "Acaba... Neden..."

Ne dediğimi anlamış olmalıydı ki, ağzının içerisinde yuvarladığı öfkeli laflara son vererek, "Neden mi?" diye bana küçümseyici bir bakış attı. "Nedenini soruyorsun, öyle mi?"

"Yanıtlamak zorunda değilsiniz," diye aceleyle geçiştirdim soruyu.

"Yanıtlayacağım," dedi kararlı bir sesle. "Böbrek yetmezliğinden öldü. Yıllardır hastaneden hastaneye gitmekteydi ve doktorlar onu kurtarmayı başaramadı. Kimse, ama kimse, onu kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu... Anlayamaz."

"Böbrek yetmezliği," diye yineledim istemsizce.

"Nasıl bir şey olduğunu bilmek ister misin?" diye sinirle güldü adam ve bana doğru eğilerek ellerini belime doğru yerleştirdi. Tam böbreklerimin olduğu yere baskı yaparak konuşmaya başladı.

"Kendi atıklarının arasında kaybolduğunu düşün," diye öfkeli nefesini bana doğru üfledi. "Kanının bir daha asla eskisi kadar temiz olmayacağını, diğer insanlarınkinden onlarca kat daha fazla pislik biriktirdiğini ve ancak bir makinenin seni hayata bağladığını. Hayal edebiliyor musun? Böbreklerinin bu genç vücudunun içerisinde yaşlandığını, seni ayağa kalkamayacak kadar halsiz bıraktığını gözlerinin önüne getirebiliyor musun?"

Belimi daha sıkı kavrarken, "Belki de sen ölmeliydin," diye nefretle dudaklarını bastırdı. "Hala nefes alıyor olman kabul edilemez; benim kızım tüm bunları çekerken senin burada olman..."

Beni itercesine bıraktığında kendimi iyice geriye doğru çektim ve tam gitmek üzere bir hamle yapacağım esnada beni durdu. "Bir yere gitme," diye emretti.

Eşofmanın cebinden bir takım kâğıtlar çıkarıp, gözümün önüne tuttuğunda titreyen sesime bir dizgin vurarak, "Bunlar ne?" diye sordum.

Biraz daha ışığa yaklaştırdığında bunların kâğıt değil de fotoğraf olduklarını gördüm, fakat fotoğraflar o kadar eskimişti ki, insanların yüzleri başta olmak üzere birçok şey net değildi.

"Bu," diye fotoğraftaki küçük kızı işaret etti adam. "Bu, Doğu."

Çok bir şey anlayamadığım halde bir başka fotoğrafa geçti ve kaydırağın üzerindeki beş-altı yaşlarındaki kızı göstererek, "Bu da, o," dedi. Fotoğraftaki park, yeni evimin oradaki parkı andırdığı gibi Doğu belli belirsiz görünebiliyordu; fotoğrafın uzaktan çekildiği belliydi.

Ve daha sonrasında birçok fotoğrafa geçti ve hepsinin ortak noktasını bulmakta gecikmedim: Fotoğrafların hepsi uzak bir mesafeden çekilmişti ve Yüksel Abi ile Doğu'nun yan yana bulunduğu bir resim bile yoktu.

Erdinç'in dedikleri aklıma geldi: Babası, kızının peşini hiçbir zaman bırakmadı, ama önüne çıkmaya da cesaret edemedi.

Dedikleri doğruydu, bunu demekten nefret etsem de, Erdinç bana gerçek suçlunun kim olduğunu göstermişti. Ve şimdi iş, bunu kanıtlamaktı.

Adam, dikkatimi vermediğini fark ederek fotoğrafları aniden yüzüme doğru çarptığında neredeyse yerimden zıplıyordum, fakat yüzüme çarpıp yere dağılan fotoğraflar canımı acıtmamıştı ve bir şey keşfetmemi sağlamıştı: Bu fotoğrafları kanıt olarak sunabilirdim.

Hızlı bir atak yaparak yerdeki fotoğrafların bir kısmını kaptığım gibi yerimden fırladığımda, kalabalığın arasına karışınca adam neye uğradığına şaşırarak öylece bakakalmış, fakat şaşkınlık içinde geçen saniyeler çok da uzun sürmemişti ve peşime takılması, sandığımdan daha erken olmuştu.

Nereye doğru gideceğimi bilmez bir şekilde kalabalığın içerisinde sürüklenirken bir grubun arasından koşarak geçtim ve bu sırada fotoğrafları pantolonumun cebine sokuşturdum; yanımdaki insan kalabalığının içerisine deli gibi bakınırken Erdinç'i bulmayı umsam, ya da adamın yerini öğrenmeyi hedeflesem de, gözüm çok daha başka bir şeye takıldı.

Bir çeşit platformun üzerinde olan Işık, floresan lambanın hemen altına bağlanmış, sırtını simsiyah olan duvara dayamıştı; tıpkı çarmıha geriliyormuş gibi kollarını iki yana açarken bilekleri bir iple sıkı sıkıya geriliyor, üstü ise çırılçıplak bırakıldığından kaslarını ortaya seriyordu, fakat bu, etrafına toplanan insan yığını ile kıyaslandığında odaklanacağım en son şey olabiliyordu.

Ferhat denilen adam toplaşan kalabalığa dönerek, gözlerini her birimizin üzerinde gezdirmeye başladığında beni tanıyacağından korktum, ancak bakışları bana rastlamadı bile.

"Bu gece," diye seslendi. "Önemli konuklarımız var, fakat arkadaşlar bunu, şuradaki sefil olarak algılamayın. Işık Arınkan -hepinizin tanıdığı gibi- piçin önde gideni. Ya da aklınıza hangi türlü şey geliyorsa."

Son dedikleri ile gözler Işık'ın üzerine saplandığında, birçok insan Ferhat'ın cümlelerine gülerken diğerleri Işık'a hakaretler, küfürler yağdırmaya başladı. Fakat onun tüm bunları hafife aldığını, dişlerini ortaya seren parlak gülümsemesinden anlayabiliyordum; nefret dolu sözler, Işık'ın bedeninde izler yaratmak istese bile o, buna izin vermeyecek kadar keyif doluydu.

Ferhat, elini kaldırıp bağrışan insanları susturunca Işık'ın arkasındaki siyah duvarı işaret etti. "Burada neden tablo yok sizce?" diye sordu ve sinsice gülümsedi. "Çünkü..." diye gerilimi arttırmak için duraksadı ve insanların merakı istediği kıvama geldiğinde bombayı patlattı: "Tabloyu hep birlikte oluşturacağız."

İlk başta bunun ne demek olduğunu çözemedim, fakat sonrasında, birçok insanın eline verilen neon renkli küçük tüpleri gördüğümde anlayıverdim: Boyalar Işık'ın üzerine saçılacaktı.

Panik içerisinde Işık'a yardım etmeyi aklımdan geçirdim, fakat böylesine bir kalabalığın içerisinde, böylesine çok insan onun üzerine yürürken arada ezilip gideceğimden emindim; bende koşarcasına merdivenlere doğru yöneldim, üst kata çıkıp bu kargaşadan kaçmayı planlıyordum, fakat merdivene birkaç ürkünç tipli adamı yığarak giriş çıkışların kapandığını belirtmişlerdi.

Aşağı indim ve başkasının gözlerinden elime boya tüpünü tutuşturmalarını izledim; Şenlik'e katıldığıma, bu mekânda belirli bir yer kapladığıma göre, bana verilen şeyi yerine getirmem bekleniyordu. Fakat Işık'ın yanındaki adamlar kaybolduğunda ve platformda yalnızca kendisi kaldığında "Bir... İki... Üç... Başla!" anonsu yapılmasına rağmen, küçük tüpü yere atıp insan seline dalış yaptım.

Sırtıma soğuk, akışkan bir şeyler yediğimi ürpererek, saçımın pembe boya ile birbirine dolandığını ise yanağıma yapışan saç tellerinden iğrenerek anlayabildiğimde, bayılacak gibiydim. Başım dönüyor, burnum boyanın ağır kokusu ile yerle bir oluyordu ve inatla en öne ulaşmaya çalışıyordum.

Boyalar pantolonumda, çıplak ellerimde, ayakkabılarımda yepyeni desenler oluştururken, tüm bu çılgınlık yaklaşık on dakika kadar sürdü; boyası biten yenisini aldı, yenisini almayansa oturup tüm bu manzaranın keyfini çıkardı. Bir kez olsun boya sıkmasam da o kadar çok boya yedim ki, neon çayırlardan, dağlardan, okyanuslardan ve denizlerden oluşmuş bir fiziki haritadan farkım kalmadı ve her şey durduğunda, gizlice Işık'ın yanına giden de benden başkası olmadı.

Göz kapaklarına kadar her bir yanından vurulmuştu ve saçları gökkuşağının renklerini kazanırken ortaya çok farklı tonlar, şekiller, desenler ve dokular çıkmıştı. Bedeninden akan boyalar yere damlıyor, öksürüklerinin arasından sapsarı tükürükler çıkardıkça nefesi dahi boyanın keskin kokusuyla harmanlanıyordu.

İnanılmaz bir tablonun en kusurlu, ama en bütünleyici parçası, ölümsüzlüğünü koruyamayacak kadar hasarlı, fakat en dikkat çekici noktasıydı kendisi; aynı zamanda birçok şey olabildiğini asla bilmeyecekti ama ben, bu görüntüyü asla unutmayacaktım.

Beni duymayacağını bile bile "Işık!" diye seslendim. "Işık! İyi değilsin, biliyorum ama... Buradan çıkmamız gerekli. Işık!"

Bir şeyler demeye yeltendiğini gördüğümde platforma biraz daha yaklaştım, ancak yeterli yakınlığı kuramadığımdan Ferhat'ın beni fark etmesi riskini göze ala ala platforma çıktım.

"Ecrin," dedi hırıltılı ve anlaşılması zor, kısık bir sesle. "İn aşağı."

"Hayır, olmaz," dedim. "Bana yardım etmen gerekli."

"Yardım..." diyordu ki, bir öksürük krizi ile iki büklüm oldu ve bileklerini ipten ayıramadığından daha çok acı çekmekten öte gidemedi.

"Evet, yardım," diye yineledim. "Kimseyi bulamıyorum, bak benim buradan çıkmam lazım, senin de çıkman..."

Öksürükleri bir son bulduğunda düşen başını kaldırdı ve kısa bir gülümseme yüzüne yayılırken kahkahalar eşliğinde sarsılmaya başladı; yine o tanıdık hissin içimde tomurcuklanması da bununla beraber gerçekleşti. Işık, böyle durumlar karşısında mahcup olmayan, acı çekmeyen biriydi; o, zevk alıyordu ve kurtarılma gibi bir derdi yoktu.

Bunu biliyordum; hareketlerini, tavırlarını tanımıştım artık. Bu sebeple arkamı dönüp aşağı ineceğim esnada kahkahalarının arasından "Gitme," dediğini duydum. "Gitme, gitme, gitme."

"Halinden oldukça hoşnutsun. Sanırım birine de ihtiyacın yok," diye inatlaştığımda hızla gözlerimi etrafta gezdirdim. Bizi fark edenler tabii ki de vardı, ama bu yoğunluğun arasından kimsenin beni indirmeye niyeti yok gibiydi.

"Ecrin, öncelikle inatlaşmayı kes; burada ben sana değil, sen bana yardım ediyorsun. O yüzden, sesini çıkarmadan beni dinle," diye gülümsemesini biraz daha genişlettiğinde dişlerinin sarı boya ile çerçevelendiğini gördüm. Bir şeyler söylemeye yeltensem de dediklerinden çıkmayarak onu dinlemeyi seçtim.

"Şu an gözlerimi açamıyorum, ama Ecrin, seni Giray ile içeri girerken gördüm ve uzun sözün kısası, Giray burada gizli olarak çalışıyor. Yarım akıllı keş burjuvalar ise bundan haberdar değil, bu da ikimizin kozu, tamam mı?" diye aceleyle konuşurken öksürüklerini tuttu. "Ceketinde bir telsiz var ve eğer onu çalıştırırsan bu mekânı dağıtacaklar. Aslında bugün onu her türlü çalıştıracak ama planı biraz daha hızlandırmakta fayda var."

"Daha sonra ne olacak?" diye sordum endişeyle. "Mekânı dağıtacaklar mı? O nasıl olacak?"

"Hiç bilgisayar oyunu oynamadın galiba," diye iç geçirdi. "Beni boş ver de, git buradaki herkesi kodese tık."

"Ya vurulursan?" diye yutkundum. "Apaçık ortadasın!"

"Kovuldun Ecrin!" diye bana bağırdığında ne yapacağımı bilemesem de, platformun üstünden biri beni aşağı doğru çekince kendimi yerde buluverdim.

Başımın hemen üzerinde Ferhat ve Ela Göz dikilmiş, doğrudan bana bakmakta, ne yaptığımı sorgularken ayağa kalkmama izin vermemekteydiler.

"Ne halt yiyorsun lan sen?" diye çemkiren Ferhat, ayağını bileğimin üzerine koymuş, belirli bir ağırlık yaparken kemiklerimi kıracağını ima ediyordu.

"Ferhat sakin ol, muhtemelen kız daha kendini bile tanımıyordur," diye Ferhat'ı sakinleştirmeye çalışan Ela Göz, pek de başarılı değildi.

Ferhat, yüzüme doğru eğilirken gözlerini biraz daha açmış, beni ayrıntılı bir şekilde süzerek, "Tanımak demişken... Seni bir yerden tanıyor olabilirim," dedi ve ayağını bileğimden çekip beni hızla yerden kaldırdı. Kollarının arasından kaçmama izin vermeyerek, "Doğru ya..." diye mırıldandı. "Sen şu..."

Beni Ferhat'ın kollarından sıyıran biri, Ferhat'ın sözlerine devam etmesine engel oldu. Bu kişi, doğal olarak Yüksel Abi, yani Doğu'nun babasıydı.

"Sen var ya! Ne haddine fotoğrafları alırsın lan! Nerene soktuysan çıkar onları!" diye kükreyerek üzerime atladığında, ayaklarım geri geri giderek platforma çarptı, fakat beklediğim darbe, Ela Göz'ün araya girmesiyle gerçekleşmedi.

"Yavaş ol, Yüksel Abi," diye adamın önüne geçti. "N'oluyor? Anlat da açıklığa kavuşturalım."

Ela Göz'ü devirmeye çalışan Yüksel Abi'yi bu sefer Ferhat durdurunca, "Anlatsana!" diye kızdı.

Yüksel Abi, ikisinin araya girmesiyle biraz daha sinirlendi ancak bu yalnızca sesine yansıyabildi. "Bu kız..." dedi kızgın bir nefes verirken. "Benim fotoğraflarımı... Çaldı."

Ferhat, "Hiç şaşırmadım," diye kahkahayı bastı. "Yankesiciliği ustasından öğrenmiş ne de olsa."

Beni tanıyordu; onun başında şampanya şişesi patlattığımdan beri beni tanıyordu ve belli ki, onu bütün hatlarıyla anımsayabilmek sandığımdan daha çabuk olmuştu.

Ela Göz bana dönerek, "Bu doğru mu?" diye sordu, tıpkı bir polis edasıyla.

Entrikaların hepsinden gına gelmişti; Işık'a güvenmesem de buradan kurtulmama ancak o yardım edebilirdi. Bu yüzden bahsedilen telsiz adına ilk hamlemi, yani tetikleyici ilk lafı ettim.

"Üniformanızı evde unutmuşsunuz sanırım," derken yorgun bir gülümseme yüzümden geçti.

"Ne üniforması ya? Neyden bahsediyorsun?" derken suratında 'sus' işaretleri yanıp sönüyordu, fakat susmak, benim için bir tercih değildi.

"Bilmezlikten gelmek işinize geliyor sanırım, memur bey," diye önüme düşen renkli saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Durmayın, beni hapse atın. Ama bir saniye, o zaman herkesi içeri göndermek zorunda kalmaz mısınız? Bu da, nezarethanelerin suçsuz insanlar yerine, gerçekten de suçlular ile dolmasını sağlar, yanılmıyorsam? Fakat buradaki herkesi sığdırmaya yetecek alanınız maalesef ki, yok."

"Ne demeye çalışıyorsun sen?" diyen Ela Göz'ü sinirlendirmeyi başardığımı fark ettiğimde, içim zafer kazanmışçasına büyük bir coşku işe doldu.

"Düğmeye basın, diyorum," dedim ve sarhoş bir insan gibi ona doğru yaklaştım, benden kaçmaya çalışsa da izin vermedim.

Boyalı ellerim ile yeşil parkasının fermuarını bulduğunda, sonuna kadar açarak arka taraftaki gizli bölmeyi keşfettim ve Erdinç'ten esinlendiğim tatlı bir gülümsemeyi yüzüme yerleştirerek minik aleti montundan çıkardım. Küçük kırmızı düğmesine bastığımda, "Konuşsanıza," dedim. "Sizi bekliyorlar."

"Bırak onu," dedi Ela Göz şok içerisinde. Bunu yapacağımı tahmin etmemişti, fakat çoktan telsizin diğer ucundan cızırtılı sesler gelmeye başlamış, böylece dikkatleri üzerine çekmişti.

"Olmaz," dedim. "Sesinize ihtiyaçları var."

"Bırak dedim sana!" diye aleti elimden kapmaya çalışınca biraz biraz kaçsam da, "Artık ne söyleyecekseniz söylersiniz," dedim ve telsizi avcuna yerleştirdim.

Ferhat, elinin altında tuttuğu Yüksel Abi'yi kontrolsüzce iterek büyük adımlarla Ela Göz'ün önüne ulaştı; kel kafasından yansıyan mavi-mor ışık, onun öfkesini olduğundan daha korkunç gösterirken şaşkınlığı ve ihanete uğramanın getirdiği o büyük sarsıntıyı çizgi çizgi olmuş alnına, ip gibi gerilen ağzına da yansıtıyordu. Bu mekânı başımıza yıkabilecek kadar güçlü duygular mutlak bir kuvvetti; ayaklı bir ölüm makinesinden farkı kalmıyor, bacaklarımda dolaşan adrenalin kaçmamı tavsiye ediyordu.

Sinirden dalgalanan sesiyle, "Piç kurusu..." dedi.

"Açıklayabilirim," dedi Ela Göz.

"Bok herif," diye üzerine doğru yürüyen Ferhat'ın hiçbir koşulda Ela Göz'ü dinlemeyeceği tartışmasız bir gerçekti.

"Bekle, bak eğer beni dinlersen..." diye çaresizce konuşmaya çalışan Ela Göz, ağzına yumruğu yeyince dengesini bulamayarak az daha üzerime düşüyordu ki, onu kolundan tuttum ve yeniden ayakta durmasını sağladım.

Bana tutunsa da yeniden dinçleşmesi çok zamanını almadı; Ela Göz, olayın ciddiyetini kavrayarak patlayan dudağını koluna sildi ve burnunu çekerek, "Dinlemeye niyetli olmadığında göre..." dedi. "Tek bir seçenek sunuyorum sana. Ya teslim olursun, ya da nasıl denir o... Tahtalı köyü boylamak mı diyorsunuz sizler?"

Ferhat'ın suratına hınzırca bir gülümseme yerleşti. "Tam da üzerine bastın," dedi.

Benim için sıvışma, Ferhat ve Ela Göz için kavga çanları çalmaya başladığında, Ferhat'ın Ela Göz'e yönlendirdiği yumruğu görmemle aralarından sıyrıldım ve bu kavgayı izlemek üzere toplaşan kalabalığı yararak geçmeye çalıştım, ancak önüme bir başka engel takıldı.

Yüksel Abi, beni platformun yanında kalan boya dolu duvara yapıştırdığında, "Seni hırsız," diye sinirle soluyarak tüm ağırlığını üzerime verdi. "Nerene soktuysan o fotoğrafları."

Bade'nin verdiği hardal renkli hırkayı yırtarcasına üzerimden çıkardığında, adamı itmeye çalıştım ancak bileklerimi öyle sıkı kavradı ki, gözlerim yaşlarla, boğazım ise acı dolu bir çığlık ile doldu. Buna rağmen, "Almadım, fotoğraflarını almadım," diye inkâr etmekten geri durmayarak, "Düştüler," dedim hızlıca. "Koşarken düştüler, şu kalabalığın içerisindeler şu an. Ben alma..."

"Sus!" diye diğer elini ağzıma bastırınca başımı duvara çarptım.

Eğitimsiz bir koronun çıkarabileceği kadar tiz ve bir o kadar da dağınık sesler kulaklarıma, yalnızca saf karanlığın verebileceği uygunsuz görüntüler ise mavi-mor ışığın birbirine geçmesiyle gözlerime hücum etti. Adamın nasırlaşmış elleri, beni hışımla çekerken damarlarımdan korku ve panik haricinde hiçbir şey yayılmıyor, en küçük hücreme kadar işlevlerimi kaybediyordum.

Kendimden geçmek üzere olmama rağmen adamın varlığı hala somutluğunu koruyordu ve kulaklarıma fısıldadıklarını dahi algılayabiliyordum. "Burada olduklarını biliyordum," derken pantolonumun arka cebini sıkıyı sıkıya kavramış, fotoğrafları cebimden yavaşça çekmekteydi.

"Çok, ama çok yaramaz bir kızsın sen," diye beni kınadı. "Ailen seni yeteri kadar iyi yetiştirememiş, hayatın adaletsizliklerinden biri daha. Baban ben olsaydım böyle şeyler yapmana izin vermezdim. Doğu da hiç yapmaz."

Fotoğrafları geri aldığı halde beni bırakmamasının yalnızca bir avantajı vardı; boynundaki zincir, ellerimin ulaşabileceği bir mesafede, onu etkisiz hale getirmeye yetecek derecede yakınımdaydı.

Anahtarları ellerime dolayarak, zinciri boynunu sıkacak şekilde çektiğimde adam birkaç saniyeliğine boşta bulununca yaslandığım duvardan sıyrıldım ve onu ittiğim gibi duvara dayadım. Yüksel Abi, boynuna baskı yapan zinciri uzaklaştırmaya çalışırken kıpkırmızı kesilmiş, bu sırada da fotoğraflar yeniden yerle buluşmuştu; bir yandan bana küfrediyor, durmamı söylüyordu.

Durmaya niyetli olmadığım bir anda zincir ellerimin arasında paramparça olunca, kolye şangırdayarak yere düştü ve adam kendini nefes nefese yere bırakırken ben de fırsattan yararlandım. Eğilip fotoğrafları ve kolyeyi kaptım, fakat koşarak uzaklaşacağım sırada adamın beni yakalaması ile sırtüstü yere kapaklandım.

Yüksel Abi, üzerime çıkıp, bana haince sırıtırken bu defa kurtuluş olmadığına o kadar emindim ki birçok gürültü eşliğinde pat diye üzerime yığılınca ne olduğunu anlayamadım; sıcak ve yapışkan bir şeyler, neon boyalardan farklı olarak üzerime doğru yayılıyordu. Yüksel Abi acı dolu bir inilti ile üzerimden yuvarlanarak kendini duvara dayadığında fotoğraflar için saldırmak, ya da daha kötü emellerini gerçekleştirmek adına bir harekette bulunmuyordu.

Vurulmuştu; neresinden, nasıl ya da hangi ara olduğunu bilmiyordum, fakat duvarın ışıltısını silip süpürecek siyahlıktaki kanı, bana kadar ulaşıyordu; ölmediğini çıkardığı seslerden, gözlerini sımsıkı yummasından ve şok içerisinde titremesinden kavrayabiliyordum.

Kaybedecek vakit yoktu; yerimden fırladım ve fotoğrafların bir kısmı ile zinciri alarak platforma çıktım. Işık, boyalar yüzünden gözlerini hala açamadığından nefes nefese, "Buradaki herkes delirmiş," dedim ve hızlıca kollarındaki ipleri sökmeye başladım. "Adamın teki az daha beni öldürüyordu ve sonra vuruldu, ölmedi a-ma... Ö-ölebilir... Ve... Bilmiyorum... Telsiz dedin, telsiz şey oldu, fakat..."

Dilim birbirine dolanmıştı; konuşmak istiyor, konuşamıyor, sarsılmalarıma son vermek için üstün bir çaba harcıyor, fakat buz kesen bedenim ve zihnimi yerle yeksan eden ağrılarım, beni bundan da mahrum bırakıyordu. Işık'ın bağlı olduğu ipleri ancak çözebilmiştim; devam eden vakitte ise onu nereye götüreceğim beni kan ter içinde bırakmıştı.

Çünkü mekânın kendisi adeta bir fabrikaya dönmüştü; üretilen şey, buradakilerin çalışma azmini getiren neon renkler veya azıcık ışık verebilen floresan lambalara kıyasla, siyah tabanın gösterdiği büyük çabanın sonucu, yani dikkatli bakıldığında ancak seçilebilen insan yığınıydı. Kalabalıktı ve gittikçe kalabalıklaşıyordu; duvardaki tabloların arasından dahi insanların çıktığına şahit oluyordum; sanırım gözlerimin bozulmaya başladığını düşünmek yanlış olmazdı.

Koşar adımlarla platformdan aşağı indiğimizde bu kargaşanın içerisinde Işık'la bana güvenli bir bölge seçmeye çalışıyordum. Fakat Işık'ın yanımda olmadığını fark etmemle panikle arkama döndüm, onu platformun hemen yanında oturur pozisyonda buldum.

"Kalksana!" dedim hışımla. "Burası güvenli değil, burada oturamazsın!"

"Donuma kadar boyandım Bayan Karayel," diye mızırdandı. "Lütfen biraz anlayış gösterip insaniyetinizi kullanabilir misiniz?"

Ellerim, pantolonum ve hatta tüm bedenim boyaya, kana batmışken ne yapmamı beklediğini bilmiyordum. Yanına çömelerek kirpiklerine yapışan boya katmanını gözlerini açabilecek boyutta sildim. İşim bitince de, "Böyle daha iyi mi?" diye terslendim.

Gözlerini birkaç defa kırpıştırmasının ardından birkaç saniye boyunca olay yerini süzdü; geri bana döndüğünde parlak renklerle kaplı olan yüzünde delidolu bir bakış, yukarı doğru kıvrılan dudaklarında besbelli bir ima vardı. Kalkmama izin vermeden, beni belimden tutup kucağına oturttuğunda sinir küpüne dönmek, çatlamak ya da ağlamak üzereydim.

"Işık," diye öfkeli nefesimi üfledim. "Beni sürekli dibine çekip duruyorsun, ama hiçbir zaman bundan memnun olup olmadığımı sormuyorsun. Memnun değilim, anlatabiliyor muyum? Bir daha bana böyle şeyler..."

Yüzümü ellerinin arasına alıp, beni kendi mesafesine getirdiğinde sözlerime devam edemeden kalakaldım. İki parmağını tam şahdamarımın üzerine yerleştirerek, "Paha biçilmez..." diye bir iç geçirdi ve parmakları, şahdamarımdan bileğime, sonrasında ise tam kalbimin üzerinde durdu. "Kalp atışlarında biriken bu arzu, nefesini kesen bu heyecan... Paha biçilmez."

Dik dik kendisine bakmama rağmen o, parmaklarının ucunda biriken pembe boya ile tişörtümü oyuyor, mavi gözlerinin çevresini aydınlatan sarı renkler ile de sonu gelmeyen neşesini tazeliyordu. "İşte bundan bahsediyorum," dedi. "Zevk almandan, sevmenden, içinin içine sığmamasından bahsediyorum; seviyorsun çünkü bu, acıların yanında yasaklı olana ulaşabildiğini de kanıtlıyor. Bir kez olsun, bunu inkâr etme; sevdiğini inkâr etme."

"Beni kendinle karıştırıyorsun," diye kendimi geriye doğru çekip parmaklarını bedenimden ayırdım.

Fakat üzerinden kalkmama izin vermeyerek küçük bir kıkırtıyı dudaklarından serbest bıraktı. "Günün sonunda seni öyle bir öpeceğim ki Ecrin," dedi fısıldarcasına. "Dudaklarının ağrısından geceleri uyuyamayacaksın ve bacakların öyle sızlayacak ki, yürümeye mecalin kalmayacak."

Işık'ın sözleri karşısında bomboş kalan suratım, yüzüme birdenbire bir fenerin tutulması ve "Ecrin Karayel siz misiniz?" diye bir sorunun bana yönetilmesi ile buruş buruş oldu.

Hızla Işık'ın üstünden ayrıldım ve fener karşısında elimi yüzüme doğru siper ederek, "Evet?" dedim sesimdeki endişeyi gizleyemeden.

Adam feneri kapattığında gözlerim eski görme yetisini geri kazanmış olsa da, kafasına taktığı kask yüzünden karşımdaki adamın yüzünü göremiyor, belinde bulunan tabancadan da onun bir polis olduğunu, yani Işık'ın deyişiyle 'burayı dağıtmaya gelenlerden' biri olduğunu anlayabiliyordum.

"Sizi buradan güvenlice çıkarmamız gerekiyor. Lütfen beni takip edin," diye buyurdu adam.

"Ne?" diye kaşlarım çatıldı. "Neler oluyor?"

"Kafanızın karışık olduğunu biliyoruz, ama sizi tutuklamadığımızdan emin olabilirsiniz. Serhat Özkan sizi buradan sağ salim çıkarmamızı istedi."

Yanındaki polislerden biri ise apar topar Işık'ı yerden kaldırdı ve "Işık Arınkan sizsiniz, değil mi?" diye sordu. Fakat Işık, geri cevap vermek yerine başını öne doğru düşürdü, kendini yere bıraktı ve tam bir oyuncu edasıyla 'kendinden geçti'.

"Işık Bey, iyi misiniz? Bilinciniz yerinde mi?" diye tedirginlikle sorular yağdıran polis, Işık'ın mağdur rolünü pekiştirmek amacıyla taklit yaptığını anlamamıştı.

Polislerin bir kısmı daha Işık'la uğraşırken ben de önümdeki diğer polise döndüm ve "Amas Akbulut," dedim. "O nerede? Onu bulabildiniz mi?"

"Başka bir ekip ilgileniyor," diye yanıtladı adam. "Onun için endişelenmeyin. İyi olacaktır."

Şenlik kapsamında, yani bu oda içerisinde Amas'ı bir kez olsun görmemiştim, ama herkesin dediği tek bir şey vardı: Onun için endişelenme.

Endişe, sanki buradaki boya tüplerinden biriymiş gibi, sıktıkça boyanın azaldığı, rengin de şatafatını yitirdiği plastik bir kap gibi düşünülüyordu. Halbuki bunun tam tersi olduğunu konusunda bir fikirleri bile bulunmuyordu; endişe, benim için sonsuzluk ve ötesini işaret eden, asla ayrı kalamadığım bir duygu, artık benliğimin silinmeyen lekesi, şatafatını yitirmeyen rengiydi.

Hışımla önümdeki polisi geçtim ve Amas'ı aramaya karar verip etrafı turlamaya başladım, ancak yalnızca iki saniye sonra bileklerime kelepçeleri yemem ile tüm hayallerim suya düştü.

Görünüşe bakılırsa endişelerimin sonsuzluğu, bu gece bir kez daha doğrulanacaktı.




Continue Reading

You'll Also Like

6M 24 2
Sinemis ve Ali'nin büyük aşkının heyecanıyla, şarkı tadında hayatlarıyla...
1M 68.4K 48
Annesinin tekrar evlenmesi üzerine üvey babasıyla anlaşamayan Mira Bars kendini bir anda beş yıldır görüşmediği babasının yanında İstanbul'da bulur...
1.1M 30.5K 45
Kadın ölümdü, Adam ise ölü. • • • NOT: Olaylar ve kişiler tamamen hayal ürünü olup bir distopya kaleme alınmıştır. Olayların gerçek olaylarla b...
1M 25.5K 49
2 senedir kıza takıntılı olan mafya sonunda kızı yanına almıştır peki kız bu durum karşısında ne yapacak ...