Adolf Hitler Kavgam

By cinalimaster

41.9K 546 110

More

Adolf Hitler Kavgam

41.9K 546 110
By cinalimaster

BÖLÜM l

Kader beni, iki Alman devletinin tam sınırları üzerinde bir kasabada, Braunau am Inn'de dünyaya getirdi. Alman olan Avusturya, büyük Alman vatanına tekrar dönmelidir. Hem bu birlesme, iktisadi sebeplerin sonucu olmamalıdır. Bu birlesme, iktisadi bakımdan zararlı olsa bile, mutlaka olmalıdır. Aynı kan, aynı imparatorluga aittir. Alman kavmi, kendi evlatlarını

tek bir devlet halinde bir araya toplamadıkça, sömürge siyaseti çalısmalarında bulunmayı hak etmeyecektir. Alman sınırları bütün Almanları ihtiva ettigi zaman bu nüfusu besleyemeyecek kadar güçsüz oldugunu tahakkuk ederse; bu kavmin hissedecegi gerek ve zorunlulukta

yabancı topraklar elde etmek için hak sahibi olacaktır, iste o vakit, sapan yerini kılıca bıra-

kacak ve temiz gözyasları gelecekteki dünyanın ürünlerini hazırlayacaktır. Dünyaya gözlerimi açtıgım sehrin durumu, yukarıda açıkladıgım büyük ve serefli bir görevin sembolü gibi görünüyordu. Bu sehrin büyük bir hatırası vardı. Bu hatıra her Alman milliyetçisini kendisine çekecek büyüklükte idi. iste bu ıssız, bu kösede kalmıs memleket yüzyıl önce milletimizin tarihinde ölmez olaylar görmüs ve hatırlandıgında her milliyetçi Almanı üzecek bir faciaya

sahne olmusu. Almanya'nın yıkılmasına ramak kaldıgı devrede Nürenberg'de kitapçı dükkanı sahibi olan, milliyetçi (nasyonalist) ve Fransız düsmanı Johannes Palm Almanya ugrunda

canını vermekten çe-kinmedi. Feci olaydaki ortaklarını açıklamamakta gösterdigi cesaret her

Almanın ders alacagı bir fedakarlık örnegi idi. Leo Schlageter de fedakar kitapçının izinden yürümüstü.

O da Johannes Palm gibi, kendi hükümetinin bir temsilcisi tarafından Fransa hükümetine gammazlanmıstı. Agusbourg'un polis müdürü olan Leo Schlageter, bütün Alman milliyetçilerini üzen, fakat feci oldugu kadar serefli olan bir sonla karsılasmıstı, iste Leo Schlageter'ın bu tutumu Severing Hükümetinin yeni Alman memurlarına örnek olmustu. Annem ve babam 1890 yılına dogru kan itibariyle Bavyeralı, fakat siyaset bakımından Avusturyalı küçük Inn sehrinde ikamet ediyorlardı. Babam görevine baglı bir memurdu. Annem ev kadını idi. Ev isleri ile mesgul olurdu. Annem ve babam çocuklarının üstüne sefkatle titrerlerdi. Hayatımın bu bölümleri bende çok az iz bırakmıstır. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra babam Braunau am Inn'den biraz daha uzakta Passan'da yeni bir göreve basladı. Passan asıl Almanya'da idi ve babam yine memurdu. O günlerde Avusturyalı

memurların memuriyet hayatlarında birçok tayin, nakil ve takaslar söz konusu olurdu, iste bir gümrük memuru olan babam da bir müddet sonra Linz'e döndü. Babam Linz'de me-

muriyetteki görevine bir süre daha devam ettikten sonra emekli oldu. Emeklilik sevgili babam için hiçbir zaman bir dinlenme devresi olmayacaktı. Babam bir çiftçi ailesinin oglu idi. Genç yasta evini terk etmek zorunda kalmıstı. 13 yasında iken çıkınını hazırlayıp köyünü terk etti. Köylülerin ısrarlı uyarılarına ragmen bir sanat sahibi olmak üzere Viyana'ya gitti. 1850

yılında cebinde sadece üç ecus ile böyle bir karar vermek, cesaret isteyen bir isti. 4 yıl Viyana'daki çalısması sonunda babam esnaflıkta biraz ilerlemisti. Ancak bu gelisme babama yeterli gelmiyordu. O günlerin yoksullugu babamı daha iyi bir mevkie sahip olmak için meslegini bırakmaya zorluyordu. Köyde yasarken papazın yasayısı onun gözünde insanların yasayıslarının en son sınırı olarak görünüyordu. Oysa simdi büyük sehir onun fikirlerini degistirmis, yeni bir görüsün sahibi yapmıstı. Artık babam memuriyeti her seyin üstünde tutuyordu. 17 yasında henüz bir delikanlı iken her türlü yoksulluk ile karsı karsıya olmasına ragmen, kararlı bir sekilde hedefine ulasmak için bütün fedakarlıklara katlanıyordu. Sonunda hedefine ulastı ve 21 yasında iken memur oldu. Böylece baba ocagına "adam" olduktan sonra dönmek üzere ettigi yemini yerine getirmis oluyordu. Köyde kimse onu hatırlamıyordu ve o

da köyü yabancı buluyordu. ğimdi 56 yasında idi. emekli olmustu, ama bos durmak istemiyordu. Avusturya'nın Lambach kasabasında arazi satın aldı. Topragı isletmeye basladı.

Uzun memuriyet görevinden sonra hayatının son halkasında tekrar aile kaynagına dönüyordu. Zevklerim, beni babamın hayatına benzer bir hayata itmiyordu. Konusma yetenegim,

çocukluk arkadaslarıma verdigim, ikna edici ve daha dogrusu kandırıcı söylevlerle olusmaya

basladı. Kendi kendimi zor idare edebilen küçük bir lider olmustum. Bu arada iyi bir ögrenci oldugumu da söyleyebilirim. Çalısmak bana kolay geliyordu. Bos zamanlarımda "Lambach Chanoine"lerin yanında san dersleri takip ediyordum. Dini yortuların ihtisam dolu gösterileri beni mest etmeye yetiyordu, iste bu durum tıpkı babam gibi düsünmeme sebep oluyordu. Köyünün papazının yasayısı babamı nasıl büyülemis ise, muhterem peder Abbe de benim gözümde büyüyor ve bana hedef olarak gözüküyordu. Konusma yetenegim babam tarafından takdir edilmiyordu. Ailem benim davranıslarımdan dolayı endiseleniyordu.

Konusma hevesim yavas yavas kaybolurken, kisiligime daha uygun becerilerim ortaya çıktı. Babamın kütüphanesinde elime geçen askeri konularla dolu çesitli kitapları ve 1870 -

1871 Alman Fransız savaslarına ait yazıları büyük bir dikkatle okuyordum. Kısa zamanda kahramanlık, ahlaki düsüncelerimde birinci sıraya geçti. Savasa ve askerlige ait seylerin tamamını her türlü kaynaktan toplamaya basladım. Bu, aynı zamanda bir gerçegin ortaya çıkısıydı ve bazı sorular aklımı karıstırmaya basladı. Öyleya, bu savasları yapan Almanlarla digerleri arasında fark var mıydı? Babam dahil bütün Avusturyalılar neden bu savasa katılmadılar? Bizler (yani Avusturyalılar) diger Almanlarla aynı degil miydik?

Bu sorular beynimin içinde dönüp duruyordu. Sonunda bütün Almanların Bismarck

Hükümeti'ne dahil olmak saadetine sahip bulunmadıkları hükmüne vardım.

Nihayet egitim zamanı gelip çattı. Babam benim davranıslarımdan lise egitimi için bir becerim olmadıgı sonucuna varıyordu ve benim için Realschule'yi daha uygun buluyordu.

Babamın bu karara varmasına biraz da resim alanındaki yetenegim sebep oluyordu. Babam Avusturya liselerinde resim dersinin geçistirildigini söylüyordu. Kendi hayatının zorluklarla dolu çalısma dönemi, onu, gözünde uygulamada hiçbir faydası olmayan "humanites"den uzaklastırıyordu. Ğsin esasına bakılırsa babam, beni de kendi gibi memur yapmak istiyordu. Yoklukla geçen gençlik devresinden sonra elde ettigi küçük mevki babamda bu kararın dogmasına sebep oluyordu. Hatta benim daha da yüksek bir memuriyete girmemi istiyordu. Amacı benim hayatımı kolaylastırmaktı.

Bir vakitler kendi hayatının en büyük halkalarını olusturan seyin, benim tarafımdan kabul edilmemesine bir türlü akıl erdiremiyordu, iste bu yüzden babamın kararı basit, emin ve çok dogaldı. Hayat kavgasının kazandırdıgı çelik gibi bir karaktere sahip olan babam, benim, daha dogrusu tecrübesiz bir delikanlının gelecegi hakkında karar vermesine izin vermiyordu.

Fakat sonunda is bambaska oldu.

Babam beni memur yapmak istiyordu. On bir yasımda idim. Derhal babama karsı çıktım. Memur olmak istemiyordum. Ögüt ve sert hareketler beni yenemedi.

Babam kendi hayatına ait bir sürü hikayeler anlatarak bende de memur olma istegi

uyandırmak için bir hayli çaba harcadı. O ne kadar çaba gösterdi ise ben de o kadar direndim. Aslında anlattıgı öyküler bende hep olumsuz etki yaptı. Günün birinde karanlık bir odada

masa basında oturacagımı, daha dogrusu hapis olacagımı ve vaktimi istedigim gibi harcayamayacagımı, günlerimi birtakım kagıtların arasında geçirecegimi düsündükçe memuriyete karsı duydugum tiksinti gittikçe kabarıyordu.

Realschule'ye devam ettigim sürece vaktimi geçirmek hususundaki daha önceki alıskanlıklarımda bir degisiklik olmadı. Okulun öyle uzun çalısmayı gerektirmeyen dersleri, benim zamanlarımı açık havada degerlendirmemi saglıyordu, îste bugün siyasi düsmanlarım, benim gençligimde neler yaptıgımı ortaya koymak için, çocukluk devreme varıncaya kadar hayatımın bütün devrelerini büyük bir dikkatle arastırdıkları zaman, bana mutlu günlerimi

tekrar yasama fırsatı vermis oluyorlar. Bu yüzden kendilerine tesekkür ederim. Realschule'ye devam ettigim günlerde yasayısımda bir degisiklik olmadı. Babamın beni memur yapma çabaları ve benim direnmem devam ediyordu. Bu duruma tahammül

ediyordum. Kendi düsüncelerimi gizleyebiliyor, böylece babamla devamlı bir çatısma içine düsmüyordum. Hiçbir zaman memur olmama kararım kesindi. Bu karar beni mutlu

yasatmaya yetiyordu.

Fakat sonunda babamın düsünceleri, benim idealim ile karsılasınca isler çatallastı o sıralarda

on iki yasımda idim. Bir gün ressam olmam gerektigine karar verdim. Bu nasıl oldu, simdi tam hatırlayamıyorum. Desinatörlük yetenegim su götürmezdi. Hatta babamın beni Realschule'ye kayıt ettirmesinin sebeplerinden biri de bu yetenegimi görmüs ve sezmis olmasıydı. Ancak babam, benim ressam olacak kadar bu yetenegimi gelistirecegimi aklına

getirmiyordu. Onun tek düsüncesi beni memur yapmaktı. Bundan uzak durdugumu gördügü

ve tam olarak anladıgı zaman ilk defa bana ne olmak istedigimi sordu. Ben kararımı çok önce vermistim. Derhal su cevabı verdim: "Ressam" Babamın adeta dili tutulmustu. Önce benden süphe etti. Sonra yanlıs isittigini sandı. Fakat düsüncelerimi ve idealimi tam ögrenince,

siddetle karsı koydu. Benim yetenegimle ilgili düsüncelerime hiç önem vermedi.

"Ressam mı olmak? Hayır... hayır... asla!.." diyordu. Fakat kendisi ne kadar inatçı ise, onun oglu da, yani ben de, o kadar inatçı idim. inatçılık babadan ogla geçmisti. Baba "asla" deyip duruyordu, ben de "her seye ragmen" diye direniyordum. Çatısma böylece kaldı.

Bu karsıtlıgın sonuçları pek hos degildi. Babamın hayatı acılarla doluydu. Ben kendisini çok seviyordum. Oysa babam ressam olmak istegini benden tamamen çekip koparmaya çalısıyordu. Sonunda ben biraz daha ileri giderek, artık ögrenim yapmayacagımı söyledim Otoritesini kuran babam, benim bu çıkıslarıma kulak asmadı, yeniden ben oldum. Böyle

olunca ben de dikkatli bir sessizlige büründüm. Realschule'den istifade edemedigimi görünce babamın ister istemez arzuladıgım hedefe dogru beni rahat bırakacagını hayal ediyordum.

Bunda basarılı olacak mıydım? Bilmiyordum. Bilinen bir sey varsa, o da benim okulda basarısız bir ögrenci oldugumdu.

Okuldaki basarısızlıgım gözle görülür gibiydi. Hosuma giden derslere çalısıyordum. Zevkle çalıstıgım derslerden tam not, digerlerinden ise "orta" ve "zayıf " notlar alıyordum. En çok tarih ve cografya

derslerinde basarı gösteriyordum.

Ğste bu sıralarda "milliyetçi" oldum ve tarihin gerçek anlamını anlamayı, idrak etmeyi ve bu konuya nüfuz edebilmeyi ögrendim.

Eski Avusturya'nın sınırlan içinde çesitli milletler yasıyordu. O günlerde Reich'a mensup olanların, böyle bir devlette herhangi bir kimsenin, günlük hayatının ne sekil alabilecegini tanımlaması çok zordu. Kahraman orduların büyük zafer yürüyüslerini andıran Alman Fransız Savası'ndan sonra, Almanların sınırlarının ötesinde kalan Alman topraklarına, duyulan ilgi her geçen gün biraz daha azalıyordu. Çogu kimse bu dısarıda kalan Alman topraklarının degerini bilmeye yanasmıyor veya bu is de aciz kalıyordu. Özellikle Alman olan Avusturyalılar çöküs halinde bulunan bir hanedan ile, saglam bir ırkı birbirine karıstırıyorlardı. Gerçekten de elli iki milyonluk bir devlete kendi üstünlüklerini ve meziyetlerini kabul ettirebilmeleri için Avus- turyalı Almanların en iyi ırk olmaları gerekirdi. Halbuki Almanya'da, Avusturya'nın bir

Alman devleti oldugu sanılıyordu. Bu tanım büyük bir hataydı. Öyle ki çok kötü sonuçlar verebilirdi. Fakat bu hatalı tanım, dogudaki on milyon Alman için gurur verici bir görüstü. Reich'a dahil olan Almanlardan pek çogu, Avusturya'da Alman dilinin ve Alman okullarının zaferi için daha dogrusu Avusturya'da Alman kalabilmek için devamlı sekilde çalısmanın gerektigini bilmiyordu. Bugün bu üzücü gerçek, Reich'ın tarihinde yabancı egemenligi altında müsterek vatan düsünen, dikkatlerini bu düsünceye toplayan ve hiç olmazsa ana diline kutsal hakkı elde etmege çalısan birkaç milyon ırkdasımız tarafından görülmektedir. Fakat bununla beraber, ırkı için mücadele etmenin ne demek oldugu daha büyük bir çevrede idrak

edilmektedir. Hiç süphe yok ki, bazı kimseler Reich'ın dogu sınırındaki Almanlıgın büyüklügünü takdire yanasıyorlardı. Avusturya asırlar boyunca bu Almanlıgı doguya karsı korudu ve daha sonra da ufak çapta savaslarla Alman dilinin sınırlarının daralmasına engel

oldu. Bu direnis sırasında ise, Reıch sömürgelerle ilgileniyor, fakat kapısının esigindeki kendi kanını ve kendi elini önemsemiyordu. Her zaman, her yerde ve her kavgada görüldügü gibi

eski Avusturya'nın diller rekabetinde de üç çesit insan göze çarpıyordu: "Mücadele edenler, suya sabuna dokunmayanlar ve hainler."

Bu duruma ilkokullardan itibaren rastlanıyordu. Halbuki gelecek nesillerin, yetisip meydana çıktıkları bu yerlerde "dil kavgası"nın bütün siddeti ile hüküm sürdügüne dikkat edilmesi gerekirdi, iste burada "çocugu fethetmek" söz konusudur. Kavganın ilk daveti çocuga hitap etmek olmalıdır.

Alman erkek çocugu, bir Alman oldugunu unutma. Alman kız çocugu bir gün gelecek bir

Alman annesi olacaksın, daima bunu düsün. Gençligin ruhunu anlamasını bilen kimse, onların böyle bir daveti büyük bir sessizlik ve nese ile dinleyebilecegini de takdir edebilir. Gençlik

daha sonra mücadeleyi çesitli zorluklara ragmen, kendisine göre ve kendisine özgü silahları

ile idare edecektir. Yabancıların sarkılarını söylemekten kaçınacaktır. Gençlik, Alman san ve serefinden uzaklastırılmaya ne kadar ugrasılırsa o bu adi mücadeleye o kadar karsı koyacaktır. Kendi harçlıklarından arttırarak, savas hazinesi biriktirecektir. Yabancı ögretmenlere karsı asi olacak ve daima uyanık bulunacaktır. Kendi ırkının yasaklanmıs sembollerini takacak ve bu hareketinden dolayı ceza görmekten ve hatta dayak yemekten ayrı bir sevinç duyacaktır. Yani gençler, büyüklerin dogru birer örnegi olacaklardır. Hatta bu küçük örneklerin ilhamlarının, büyüklerden çogu zaman daha üstün oldugu görülecektir.

iste ben de çok genç oldugum bir sırada Avusturya'nın milliyetler arasındaki mücadelesine katılmak fırsatım elde ettim. Güney bölgesi ve Ligue okulu için yardım toplandı. "Bluet'lerle

ve siyah-kirrmzı-sarı renklerle ruhlarımız cosmus bir halde "heil" diye bagırıyorduk. ihtar ve cezalara ragmen imparator marsı yerine "DE-UTSCHLAND ÜBER ALLES"i söylüyorduk, iste milli demlen bir devletin tebaalarının ırklarına ait dillerinden baska bir sey bilmedikleri

bir sırada biz gençler böyle terbiye görüyorduk. Ben hiçbir vakit suya sabuna dokunmayan

"gevsek insanlar "in arasında bu-lunmadım. Hatta kısa bir süre sonra müteassıp bir "Milli Alman" oldum Gerçi benim bu durumum, bugün bu adı tasıyan partinin ifade ettigi anlamdan çok daha baska bir seydi. Bu gelisme bende çubuk oldu. On bes yasında iken, hanedan vatanperverligi ile milliyetçiligini birbirlerinden ayırmaya ve ırk milliyetçiligi lehinde açık

fikir beslemege baslamıstım. Habsburg monarsisinin iç durumunu incelemek zahmetine katlanmamıs olanlar, böyle bir tercihi degerlendirmekte zorluklarla karsılasırlar. Bu devletin kaderi bir egilim beslemek, ancak okulda gösterilen tarih derslerinden dogardı. Gerçekte Avusturya'nın kendine özgü bir tarihi yoktu. Bu devletin kaderi Alman olan her seyin

varlıgına ve gelismesine öyle baglıdır ki, tarihte Alman veya Avusturya tarihi diye bir ayrım yapılması asla akla getirilemez, iste Almanya'nın tarihi... Almanya iki devlete bölündügü

zaman parçalanmıstı. Eski imparatorlugun görkeminden Viyana'da korunabilmis olanları, ileri bir toplulugun garantisi olmaktan çok, prestij yönünden bir etki yapıyordu.

Habsburglann yıkıldıkları gün, Alman olan Avusturyalıların kalplerinden ana topraklara katılmak lehinde içgüdüye dayanan bir ses yükseldi, iste herkesin kalbinde uyuklayan sonsuz hissi ifade e-den bu istek, ancak tarih dersinin verdigi terbiye ile beslenen ve hiçbir zaman kurumayan, hatta unutuldugu günlerde bile, o anın rahatım bir kenara itip, geçmisin sesinin

yavasça yeni bir gelecegi fısıldamasını saglayan kaynak ile anlatılabilir. Bugün dahi ilkokulla-

rın üst sınıflarında dünya tarihinin okutulusu çok hatalıdır. Ögretmenlerin pek çogu tarih dersinin amacının sadece tarihleri ve olayları ögretmekten ibaret oldugunu sanıyorlar. Bir

savasın baslangıç veya bir maresalin dogum, bir hükümdarın tahta geçis tarihlerini bilmek hiç önemli degildir. Tarih okumak, tarihsel olayları doguran ve gerektiren sebepleri ögrenmek ve arastırmaktır. Okumadaki esas ustalık suradadır: Esaslı olanı saklamak, ayrıntıları ise

unutmak.

Ben, ders göstermede ve imtihanlarda bu hususu son derece önemli bulan bir tarih ögretmenine rastlamıs olmanın etkisi altında kaldım. Bu ögretmen Linz Realschule'sindeki doktor Leopold Poetsch idi ve bu meziyetleri sahsında toplamıstı. Sert görünüslü, fakat içi iyilikle dolu saygıdeger bir ihtiyardı. Göz kamastırıcı görünüsü bizi etkiliyor ve pesinden

sürüklüyordu. Ders verirken bize içinde bulundugumuz zamanı unutturan ve bütün sınıfı sihirli bir sekilde geçmisin derinliklerine götürüp, orada yüzyıllarca sislerin altında kalmıs birtakım tarihsel olaylara canlı bir gerçeklik kazandıran, bu saçları kırlasmaya baslamıs adamı, bugün bile büyük bir heyecan ile gözlerimin önüne getiririm. Biz ögrenciler,

zihinlerimiz açılmıs, sinirlerimiz gerilmis, gözlerimizden yaslar gelecek kadar heyecanlı bir biçimde bu adamın dersini dinlerdik.

Bu ögretmen sadece geçmisi, hal ile aydınlatmakla, gözler önü ne sermekle kalmazdı. O

geçmisten, bugün için dersler çıkarmada usta idi. Bizi heyecan içinde bırakan günün

davalarım gayet iyi anla tirdi. Bizim milli bagnazlıgımızdan egitim yolları buluyordu. Çogu zaman, sınıfta düzeni saglamak için milli hislerimize hitap eder baska çarelere basvurmazdı. Böyle bir ögretmen, tarihi en çok sevdigim bir ders yaptı. Ayrıca beni, genç bir devrimci yaptıgı da bir gerçektir. Fakat hemen sunu belirteyim:

Kim Alman tarihini böyle bir ögretmenden okur ve ögrenir de, milletin kaderi üzerinde yıkıcı oldugu görülen bir hanedanın düsmanı olmaz? Geçmis devrin ve bugünün, adi ve sahsi menfaatler ugrunda Almanya'nın menfaatlerine daima hıyanet eder diye ortaya koydugu bir hanedanın kim sadık toplumu olabilir? Biz genç oldugumuz halde Avusturya'nın, biz

Almanlar için hiçbir sevgisi olmadıgını ve olmayacagını biliyorduk. Günlük olaylar

Habsburgların davranısları hakkında tarihten çıkan dersleri dogruluyordu. Yabancı zehirler, kuzeyde ve güneyde milletimizin bozulmasına yol açıyor, Viyana bile her geçen gün bir Alman sehri olmaktan uzaklasıyordu. Avusturya hanedanı her hareketi ile Çeklerin islerine

yarıyordu.

Avusturyalı Almanların düsmanı Grandük Franz Ferdinand'ı ölümsüz hak ve aman vermez

ceza ilahının yumrugu yere vurmustur. Tanrı namludan çıkmasına izin verdigi kursunlarla onu delik desik etmistir. Ferdinand, Avusturya'nın Slavlastırılması faaliyetini himaye ediyordu. Alman milletinin yükü pek agırdı. Ondan istenen para ve kan fedakarlıgının haddi hesabı

yoktu. Gerçi kör olanlar bile bunun faydasızlıgım anlıyorlardı. Bizi en çok üzen nokta, Habsburgların bize karsı manen korunmakta olması idi. Almanya köhnemis monarsi

idaresinde Cermen ırkının yavas yavas da olsa kökünün kazınmasını adeta uygun buluyordu. Hanedan, dısa karsı Avusturya'nın bir Alman Devleti oldugu intibanı uyandırırken, öte

yandan

Ona karsı isyan ve kin hislerini besliyordu. Bütün bunların farkına

Sadece Reich'ı idare edenler varmıyorlardı. Renk körlügüne yakalanmıs gibi , bir cenazenin yanı basında yürüyorlar ve kokusma alametleri arasında bir defa öldükten sonra dirilmeyi bulduklarını sanıyorlardı. Genç Reich ile çürük Avusturya Devleti arasındaki bu

Üzücü anlasma dünya savasının ve yok olmanın tohumlarını etrafa saçıyordu.

Bu kitapta, bu meseleye pek genis bir sekilde temas edecegim. ğimdi hemen sunu belirteyim

ki, gençligimden itibaren bazı esaslı fikirlere sahip olmustum. Daha sonra bu fikirlerim gittikçe gelisti. Alman ırkının kurtulusu Avusturya'nın yok olmasına baglı idi. Esasen milli

hisle bir hanedana baglılık arasında bir ilgi göremiyordum. Evet özellikle Habsburg hanedanı

Alman milletinin mahvına sebep olacaktı. Ğste bundan dolayı su duyguyu tasıyordum:

Vatanım olan Alman Avusturyası'na atesli bir sevgi, Avusturya Devleti'ne karsı ise sonsuz bir kin...

Zaman ilerledikçe okula borçlu oldugum bu düsünceler ve genel tarih sayesinde, günümüzde tarihin tesirini, yanı siyaseti anlamam kolaylastı. Tarihi ögrenmek için benim çaba sarf

etmeme gerek yoktu, o bana kendisini ögretecekti.

Politikada zamanından önce devrimci oldugum gibi, sanat alanında da yenilik pesinde kosmaktan kendimi alamadım. Yukarı Avusturya'nın baskentinde, söyle böyle bir tiyatro vardı. Pek fena degil denebilecek bu tiyatroda sık sık temsiller veriliyordu. Henüz on iki yasımda iken ilk defa bu tiyatroda Guillaume Tell'i seyrettim. Birkaç ay sonra da hayatımın

ilk operasını gördüm: Lohengrin. Birdenbire büyülenmis gibi oldum. Bayreuth üstadına karsı

kabaran gençlik heyecanıma ve galeyanıma diyecek yoktu. O günden beri, her zaman eserleri beni mest etti. Küçük bir yerde bu temsillerin bana ilerde çok daha güzellerini dinlemek alıskanlıgını vermeleri gerçekten benim için büyük sanstı.

Fakat bütün bunlar, babamın benim için tasarladıgı memuriyet hayatına karsı bende daha çok nefret uyanmasına yol açtı. Bir memur kılıfına girmekle hiçbir vakit mutlu olmayacagıma kuvvetle inanmaya basladım. Realschule'de ortaya çıkan desinatörlük kabiliyetim, bana kararımda direnmeme yardımcı oldu.

Babamın ricaları bir yana, tehditleri de kararımı degistirmeye yetmedi. Evet, ressam olmak istiyordum. Ne olursa olsun, asla memur olmayacaktım.

Bu arada günler geçtikce mimariye karsı daha çok ilgi duymaya baslıyordum, O zamanlar, mimariyi resim sanatının tabii bir tamamlayıcısı sayıyordum. Böylece sanat faaliyetimin sınırlarının genislemesine seviniyordum. Fakat sonunda isin bambaska bir sekil alacagı hiçbir zaman aklımın ucuna gelmiyordu.

Benim için meslek problemi, tahmin ettigimden çok daha kıs, ı bir süre içinde çözülecekti. Çünkü,babam daha ben on üç yasını dayken ansızın vefat etti. Bir felç darbesi, babamı en güçlü döne-minde iken yere vurdu. O dünyadaki hayatını acı çekmeden son.ı erdirdi. Fakat bizi büyük bir üzüntünün içine attı. Babamın en bu yük istegi, oglunu, kendisinin ilk

günlerinde çektigi yokluklardan kurtarmak için bana meslek sahibi olmamda yardım etmekti. Bu istegini gerçeklestiremedi. Fakat bilinçsiz bir biçimde benim içime, ikimizin de

aklımızdan geçirmedigimiz bir gelecegin tohumlarını ekmisti.

îlk önceleri hiçbir sey degismedi. Annem ögrenimime, babamın istedigi sekilde devam etmeye, yani beni memur yapmaya kendini borçlu saydı. Ben ise memur olmamaya her zamankinden daha çok azmetmistim. Ğlkokulun yüksek sınıflarının ders programları,

idealimden uzaklastıkları oranda, okumaya karsı olan ilgim de azalıyordu. Birkaç hafta süren hastalıgım, benim gelecekteki meselelerimi çözümledi ve bütün aile anlasmazlıklarına son verdi, Cigerlerim feci sekilde hasta idi. Doktor anneme beni, gelecekte bir kalem odasına kapamamaya ve özellikle en az bir yıl Realsc-hule'deki ögrenimime ara vermeyi ögütledi.

Gizli isteklerimin ve daha da kararlı mücadelelerimin hedefi böylece bir hamlede saglanmıs

oluyordu.

Hastalandıgım için annem Realschule'yi bırakarak akademiye giymeme rıza gösterdi. Bunlar mutlu günlerdi. Bana adeta rüya gibi geliyordu. Gerçekten de ileride rüya olacaktı. Fakat iki

yıl sonra, flitin ölümü bu güzel tasarılarımı darmadagın ediyordu. Annem , süre ve çok acı veren bir hastalıgın esiri olmustu. Daha bastan lif kurtulus ümidi kalmamıstı. Bu darbe beni

çok etkiledi. Babama saygı ile baglanmıstım, annemi ise sevmistim. Hayatın gerçekleri çubuk karar vermeye zorladı. Ailemin esasen zayıf olan geçinme kaynakları, annemin hastalıgı dolayısıyla hemen hemen kurumustu , ilana baglanan yetim aylıgı geçinmeme yetmiyordu. Ne sekilde olursa olsun, ekmegimi kendim kazanmak zorunda idim. Bir çanta dolusu elbise ve çamasırla Viyana'nın yolunu tuttum, içimde sarsılmaz bir irade vardı. Babam elli yıl önce kaderini zorlamayı balkı ı dr babam gibi yapacaktım. Ama ben "adam" olacaktım memur

degil.

Canım annem öldügü vakit gözümün önünde gelecegim hakkında bazı gerçekler belirmisti. Annemin ölümünden önceki hastalıgı sırasında "Güzel Sanatlar Akademisi'n" kayıt olmak

için Viyana'ya gitmistim. Kollugumun altında bir sürü "desen'lerle yola çıkarken giris imkanını basarı ile verecegime yüzde yüz inanıyordum. Çünkü Realschule'nin en iyi desinatörü idim. O günlerde kabiliyetlerim fevkalade gelisti. Öyle ki kendimden pek emin oldugum için çok ümitler besliyordum. Kendimi desene verdim ve mimari desenlere karsı istidadım oldugunu zannediyordum. Bu yüzden mimariye karsı ilgim de artıyordu. On altı

yaslarında iken Viyana'da Hofmuseum'da resim galerisine gittim. Fakat resimleri degil binayı seyrediyordum. Her gün sabahtan aksama kadar merakımı çeken seylerin etrafında dolasıyordum. Artık beni binalar ilgilendiriyordu. Saatlerce opera binasının önünde duruyor,

saatlerce parlamento binasını dalgın dalgın seyrediyordum. Ringstrasse bana bin-bir gece masalları gibi geliyordu, iste bu kentte ikinci defa bulunuyordum ve sabırsızlıkla, fakat magrur bir sekilde imtihanın sonucunu bekliyordum. Fakat akademi sınavında basarılı olamadım. Haber beni yıldırım çarpar gibi çarptı. Reddedilmeme bir türlü inanamıyordum. Rektörle görüsmeye karar verdim. Akademinin resim subesine kabul edilmeyisim söyle

açıklandı: Sınavda verdigim desenler, resim sahasında kabiliyetsizligimi ortaya koyuyordu. Fakat akademinin mimarlık bölümüne girmem mümkündü. Çünkü sevdigim desenler mimari alanda, bazı imkanlar arz ediyordu. Bitik bir halde idim. ilk defa kendimden süphe

ediyordum. Belki buna sebep kabiliyetim hakkında söylenen sözlerdi. ğimdi, bu sözler bende

bir nevi dengesizlik oldugu düsüncesini uyandırıyordu. Bir türlü bu halin sebebini çözemiyor

ve bundan da rahatsız oluyordum. Bir iki gün içinde kendimi mimar olarak gördüm. Gerçekte

bu da birtakım zorluklarla doluydu. Çünkü Realschule'ye meydan okumak yüzünden önemsemedigim seyler, simdi benden intikam alıyorlardı. Akademinin mimari bölümünden önce insaat teknik derslerini okumak gerekiyordu. Bu dersleri görebilmek için de yüksek bir ilkokul ögrenimi yapmıs olmak gerekli idi. Oysa bütün bunların bir parçası bile bende yoktu. Demek ki hayallerimin gerçeklesmesi imkansızdı. Annemin ölümünden sonra üçüncü defa

Viyana'ya gelmistim. Bu sıra sükûnete kavustum. Azimli ve kararlıydım. Kırılan gururum geri gel misti. Artık uzun yıllar Viyana'da kalacaktım. Varacagım hedefi kesin olarak tayin

etmistim: Artık "mimar" olacaktım. Karsılastıgını zorluklar, alt edilecek cinsten engellerdi.

Bu engellerin önünde bas egilmezdi. Gözlerimin önünde daima fakir köyümüzde, ayakkabı tamirciligi yoksullugundan memurluga yükselmis sevgili babamın hayali duruyordu. Bu hayal bana güç veriyor ve önüme çıkan her türlü engeli paramparça etmek kuvvetini saglıyordu. Mücadelemin temelinde korkunç bir azim yattıgı için basarı çok daha kolay olacaktı. iste o günlerde, bana alınyazımın bir zulmeti gibi görünen duruma bugün sükrediyor ve Tanrının

bana bir yardımı olarak kabul ediyorum.

Yokluk ve ihtiyaçlar ilahı beni avucunun içine aldı ve bazı kere beni parçalamaya yeltendi,

iste iradem böyle günlerin çetin mücadelesi ile gelisti ve sonunda ben galip çıktım. Bu günler irademi sertlestirdi ve bana sert olma kabiliyetini kazandırdı. Bu bakımdan bu devreye

minnettar kaldım. Gençligimin bugünlerine, daha çok beni kolay yasamanın hiçliginden çekip aldıgı, güzel bir rüyaya çok fazla yüz verilmis bir sırada uyandırdıgı, endise üzüntüyü bana

"yeni ana" diye verdigi, yokluk dünyasının içine attıgı ve böylece ilerde kendileri ile mücadele edecegim kimseleri tanıttıgı için saygı duyuyorum.

Ğste bu günlerde Alman milletinin devamı için en büyük tehlike olan ve haklarında henüz herhangi bir fikir beslemedigim iki seyi gördüm: MARKSĞZM ve YAHUDĞLĞK.

iste bu andan itibaren Viyana baskaları için nese kaynagı olurken benim içinse hayatımın en hüzünlü anlarına, kaygı ve üzüntü bes yılına sahne oldu. Bugün bile Viyana'nın adı bana

sıkıntı

geçen bes yılın acılarından baska bir seyi hatırlatmaz. Viyana'daki bu bes yıl içinde boyacılık, amelelik yaptım. Az kazanç devamlı açlıgımı bir türlü doyurmuyordu. Açlık, benimle her paylasan bir dost gibi idi. Bunda aldıgım her kitabın payı büyüktü. Operada gördügüm bir

temsil, ertesi günü yoklugun bana etmesine sebep oluyordu. Bu insafsız dostumla devamlı mücadele ediyordum. Gerçi bugünlerde her zamankinden daha çok seyler ögrendim. Mimari alandaki harcamalarım ve aç kalmama sebep olan operaya gidislerimin dısında sayıları gün geçtikçe artan kitaplardan baska bir eglencem yoktu. Çok, pek çok okuyordum, isim bittikten sonra arta kalan zamanımı sürekli olarak okumaya ve incelemeye ayırıyordum. Birkaç yıl

sonra kendim için meydana getirdigim bilgiler bugün bile hâlâ isime yaramaktadır.

Hemen sunuda belirteyim ki, hareketlerimin sarsılmaz temelini meydana getiren düsüncelerim bende daha o günlerde bir sekil almıstır. Daha sonra bu düsüncelerime pek az seyler ekledim

ve hiçbirini degistirmedim . Bugün kesin biçimde suna inandım ki, bir insanda yaratıcı dü-

süncelerin en büyük bölümü genellikle gençlik çaglarında kendim gösterebiliyor.

Ben, yaslı kimselerin derin ve uzun bir hayatın tecrübelerinden dogan bir basiretle gelisen akıl

ve hikmetlerini, çesitli fikirler yayan, fakat çok olusları dolayısıyla bunları uygulamaya imkanları olmayan gençligin yaratıcı dehasından farklı bulurum. Gençlik bazı malzemeler toplar ve gelecek için planlar yapar. Olgunluk devresi, yani yılların getirdigi o sözde akıl ve hikmet, gençligin dehasını öldürmedigi oranda, genç nesiller bu malzeme ve planlardan faydalanırlar.

Bu ana kadar evde geçen hayatım, bütün gençlerin hayatlarına benziyordu. Yarın ne olacak düsüncesi beride yoktu. Bu sıralar bir sosyal mesele ile de karsı karsıya degildim.

Gençligim küçük burjuvalar arasında geçmisti. Bu sınıfın kol isçilerine karsı üstünlügü yok denecek kadar azdı. Fakat aralarındaki düsmanlık son bulmuyordu. Düsmanlıgın sebebi de,

her seyden yoksun ve münasebetlerindeki kabalık göze batacak kadar çok olan bu isçi sınıfını pek az da olsa asmıs bulunanların, tekrar o seviyeye inme korkusu veyahut da hâlâ bu sınıfa dahilmis gibi sanılmaktan çekinmeleri idi. Bu sosyal seviyeyi bir defa geçmis olan alçak

gönüllü durumdaki kimseler için bile, kısa bir süre de olsa tekrar o yen-inmek çekilmez bir zorunluluk olur.

Çogu zaman yüksek bir sosyal seviyedeki kimseler, kendi vatandasları arasında basit seviyelerde kalmıs olanları, sonradan görmüs olanlara kıyasla daha az kötülerler. Burada sonradan görmüs, olarak vasıflandırdıgım sınıf, kendi imkanlarını kullanarak durumu nü

düzelten kimselerin toplulugudur. Ğste bu topluluga dahil bu kimse hayatın her türlü acılarına

muhatap oldugu için, geride bira]. tıgı basit sınıf mensuplarına karsı her türlü acıma hissim unutmıi1.. tur.

Kader bana bu hususta yardımcı oldu. Çünkü, babamın önceleri tatmıs oldugu sefalet ve her türlü maddi imkansızlıklara tek dönmek zorunda kalınca, küçük burjuva olarak aldıgım terbiyeni dar görüslerinden ve degerlendirmelerinden sıyrıldım. Böylece m sanları tanımayı

ve gerçek tarafları ile görmeyi ögrendim.

Viyana yirminci asrın baslarında sosyal haksızlıklarla dolu kent olmustu. Servet ve yokluk burada yan yana yasıyordu, Kentin merkezinde ve kenar mahallelerinde, elli iki milyon nüfuslu ve çesitli milletlerden kurulu bir imparatorlugun nabzının attıgı görülüyordu. Göz

kamastıran bir saray hayatı, imparatorlugun öteki bölümlerinin servet ve zekasını bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Bu cazibeye Habsburglar Monarsisi'nin sistemli bir görünüs içindeki merkeziyetini de eklemek gerekir. Bu merkeziyet, birbirlerine hiç benzemeyen bir sürü milleti saglam bir sekilde bir arada tutmak için gerekli görülüyordu. Fakat yüksek otoritelerin, imparatorun Oturdugu sehirde toplanmalarına sebep oluyordu.

Viyana, sadece Tuna Monarsisi'nin siyasi, fikri ve sanat merkezi degildi. Aynı zamanda ülkenin iktisadi kalbinin attıgı yer olarak da tebarüz ediyordu. Burada yüksek dereceli

memurlar, yüksek rütbeli subaylar, ilim ve fikir adamları ile sanatkarlar vardı. Fakat bütün bu kalabalıga karsılık bir de isçi ordusu vardı. Aristokrasinin kamastıran varlıgı yanında,

yoklugun son noktası bir dev gibi Ring caddesinin büyük binalarının önünde yüzlerce, issiz bir asagı bir yukarı gezinip duruyordu. Bu issizler, Avusturya'nın zafer dolu günlerini hatırlatan bu büyük caddenin kanallarının içinde, çamuru kendilerine yatak yaparak

yasıyorlardı. Toplumsal dengesizlik Almanya'nın hiçbir kentinde, Viyana'dakinden daha iyi incelenemez. Fakat bu inceleme isi hiçbir zaman sınıflara tepeden bakarak yapılamaz. Bu korkunç yoksullugun ortasına düsmemis bir kimse, Viyana'daki iktisadi durumun

kötülügünü anlayamaz. Eger bu ise layıkıyla sarılmayıp da isi ucundan tutarsanız, ancak basit

bir geveze ve istismarcı olmaktan ileri gidemezsiniz. "Halka dogru gitmek" merakına kapılan birtakım sık kimselerin, felegin yüksek lütfuna kavusmus olanların ve sonradan görmelerin bu yoksulluk için fikir beyan etmeleri, konusmaları, çagrı göstermeleri derdin halledilmesi

yönünde ugursuzluktan baska Bu gibilerin düsünceleri içgüdüden yoksundur, fakat yinede her

isi birden kavramak düsüncesine giderler. Sonunda savundukları tezlerin hiçbir ise yaramadıgını görünce de sasırıp kalırlar kendilerinin anlasılmamıs olmalarını, utanmadan

halkın nankörlügü olarak vasıflandırırlar. Bu sekil düsünen kafalar için bir gerçek olmamakla beraber söyle denebilir: HI l,ı,iliydin bütün bu konularla hiçbir ilgisi yoktur. Özellikle

bunlardan dolayı minnettar kalmak gerekmez. Çünkü lütuf ve iane dagıtılmayacaktır. Haklar geri verilecektir.

Ben toplumsal meseleleri bu biçimde inceleme durumunda kalmadım. Koyulmusların ve yenilmislerin ordusuna kaydolunca, sefalet beni kendisini incelemeye çagırmaktan çok, beni kendisinin uyrugu yaptı. Eger kobay, ameliyata karsı durmus ise suç kobayın degildir.

Bugün o günlerime ait hatıralarımı toplamaya çalıstıgımda, bunu tam basaramıyorum.

Aklımda sadece belli baslı olanları, bana pek yakından temas edenleri kalmıs. Bunları, burada kendilerinden istifade ettigim derslerle beraber görecegiz.

is bulmak benim için hiçbir zaman güç olmadı. Çünkü ekmek paramı kazanmak için usta bir isçi gibi degil, yardımcı isçi veya rençper gibi çalısıyordum. Böyle yeni bir dünyada, kendilerine yeni bir hayat düzeni kurmak ve yeni bir vatan fethetmek gibi insafsız bir istekle Avrupa'nın tozunu ayakları ile silkeleyenlerin aralarına girmistim, insanı tembellige sevk edecek görev ve mevki düsüncelerinden, çevre ve geleneklerden yoksun bulundukları için önlerine çıkan her yere uzanıyorlar, her ise dört elle sarılıyorlardı. Namusluca çalısmanın

hiçbir kimseyi lekelemeyecegini biliyorlardı. Ğste benim için yepyeni olan bu dünyaya, kendime bir yol açabilmek için bütün varlıgımla atılmak kararını aldım. Aradan çok

geçmeden su nü gördüm ki, herhangi bir yerde is bulmak, bulunan iste devamlı

çalısabilmekten daha kolaydı. Günlük ekmekten emin olamama bana yeni hayatın karanlık yönlerinden biri olarak gözüktü.

Usta bir isçinin, herhangi bir rençper gibi isten sık sık kovul madigini da tespit ettim. Gerçi

usta isçi de, çalıstıgı yere tam güvenemiyordu; issizlik dolayısıyla aç kalmak ihtimaline daha

az ugruyorsa da, grev veya lokavt tehlikeleri ile karsılasıyordu, isçinin günlük ücretinden emin olmaması sosyal ve iktisadi hayatın en. korkunç yaralarından biridir.

Genç köylü çocukları daha kolay para kazanılıyor zannı ile sel re göç ederler. Belki de sehirde para kazanmak daha kolaydır, l'.n gençler büyük sehirlerin zenginliklerine kapılırlar, ilk

isindeki k.ı zancı garanti oldugu için, sehirde, yeni bir mevki elde edebilere, , ümidi dogdugu vakit köyünü terk eder. Ayrıca genç toprak isçi h ziraat isçisi azlıgı dolayısıyla köyde uzun bir issizligin sürmesini' imkansız oldugunu da bilirler. ğehre göç edenler, toprak isçisi olarak kalanlara kıyasla daha akıllı ve daha kabiliyetli olan kimselerdir, iste çogu kez elinde birkaç

para ile sehre gelen genç köylü, eger hemen is bulamazsa ümitsizlige kapılmaz. Onu yıkan

sey, bir ise girdikten sonra issiz kalmasıdır. Çünkü yeni bir is bulmak, özellikle kıs aylarında

çok zordur, ilk günler, üyesi oldugu sendikadan bir miktar issizlik ücreti alır ve biraz da elinde bulunan para ile geçinir. Takat issizlik fonundan aldıgı yardım da kesilip, elde avuçta bir sey kalmayınca büyük bir sefaletle burun buruna gelir. Kendisine ait ufak tefek seyleri satar veya rehine verip para alır. Bu bereketsiz parada bitince, sagda solda sürünmeye baslar. Kılık

kıyafet itibariyle de asagılık bir mevkie düser. Kıs kıyamet günü parasız kalısı, onun belini bir kat daha büker.

Fakat bir süre sonra bir is bulursa da, akıbet yine aynı olur. Bu hali birkaç sefer devam eder. Sonunda alın yazısına rıza göstermeye alısır. Aynı seyin devamlı tekrarı genç isçide bir alıskanlık meydana getirmis olur.

Böylece önceleri çalıskan olan genç, her iste ve her seyde kendini salıverir. Bu duruma düsünce de, sadece korkunç kârlar pesinde kosan ahlaksız adamların oyuncagı haline gelir, iste böyle bir genç isçi ekonomik ihtiyaçları ugrunda mücadele etmenin, devleti veya

medeniyeti ortadan kaldırmakla aynı is oldugu kanaatine varır. Ben bu karara varmadan önce, binlerce isçiyi inceledim. Sonunda genç adamları korkunç bir istahla kendine çeken ve daha

sonra onları ögüten ve kendine göre sekil veren, nüfusları bir iki milyonu iline nefret duymaya basladım. Bu isçiler böyle bir manzara içinde kaldıkları sürece milliyetlerini kaybediyorlardı.

Bende diger issizler gibi kaldırımlarda süründüm. Kaderimin her türlü darbelerine maruz kaldım, is ile issizligin birbirini sık kovalaması geçinmek için sart olan masrafları ve harcamaları intizamsız bir hale sokuyordu. Açlık, kazanmanın kolay oldugu günlerde daha

lüks bir hayat yasamaya zemin hazırlıyordu. Vücut iyi günlerde bolluga ve fena zamanlarda

da açlıga alısıyordu. Yokluk, para kazanmanın daha kolay olacagı günlerde isçiyi daha düzenli, bir yasayıs planlamaktan alıkoyuyor, iskence ettigi zavallıların gözlerinin önüne

kolay ve keyifli yasamanın hayallerini getiriyordu. Bu hayale o kadar çekicilik veriyordu ki, sonunda hayali bir istek doguyordu. Ücret biraz imkan saglarsa, her sey unutuluyor ve ne pahasına olursa olsun, bu hayal gerçeklestiriliyordu. Yeni is bulmus bir kimse her türlü iyi düsüncelerden uzaklasıyor, gününü gün etmeye baslıyordu, ilerdeki günler için mütevazı bir yasayıs planlayacak yerde, bu imkanı temelinden dinamitliyordu. Geliri ilk günlerde yedi

günün besine yetiyordu. Sonraları ise bu üç güne iniyordu. Aradan bir süre geçtikten sonra da bir günlük ihtiyacı karsılıyordu. En sonunda ise bir gecelik eglencede bitiyordu.

Evde ise çogu zaman kadın ve çocuklar oluyordu. Eger koca iyi kalpli bir kimse ise, yani esini

ve çocuklarını kendi tarzına göre seviyorsa, bunlar da bu yasayısa alısıyorlardı. Bir haftalık gelir, evde hep birlikte israf ediliyordu. Paranın yettigi kadar yiyip içiyorlardı. Bu durum, iki

üç gün sürüyordu. Sonra yine hep birlikte açlıgın acısını çekiyorlardı. Bu sırada kadın saga sola basvurup, bir parça seyi veresiye alıyordu. Haftanın son günleri bu sekilde idare edili-

yordu. Ögle vakitleri herkes hafif bir yemegin etrafında toplanıyordu. Artık hafta bası iple

çekiliyor, hep ondan bahsedilerek, bos mide ile yeni tasanlar yapılıyordu. Çocuklar küçük yastan itibaren sefaletle yakın bir ahbaplık kurarlar.

Eger erkek hafta basları kendi kafasına göre hareket ederse isle ı degisir. Karısı, çocukları için onunla kavgaya baslar. Evde kavga ek sik olmaz. Erkek karısından uzaklastıgı nispette alkole yaklasır. Ar tık koca, her hafta sonu sarhostur. Kadın, kendi ve çocukları için bir yemek parası temin edebilmek için, fabrikadan meyhaneye giden yolda kocasının arkasına düser. Pazar

veya pazartesi geceleri erkegi sarhos, fakat cepleri bos bir durumda eve gönderdiginde, çocukların gözleri önünde acınacak sahneler cereyan eder. Ğnsanın kemiklerini sızlatan bu sahnelere yüzlerce defa tanık oldum, îlk önceleri içimde isyankar bir duygu vardı. Fakat sonunda bu acı olayların derin sebeplerinin feci yönlerini teshis ettim. Fena bir çevrenin bahtsız kurbanlarına acıdım.

Ev derdi ise daha feciydi. Viyana isçilerinin oturdukları evle ı deki sefalet sözle ve yazıyla anlatılacak gibi degildi, O sefalet dolu inleri içlerinde pisligin aktıgı sıgınakları düsündükçe bugün bile titremekten kendimi alıkoyamıyorum. Bu sefalet ile yoklugun ve çocukların kötü kaderlerinin önü alınmazsa, er geç korkunç ve bu kadar gerekli olan "mukabele"nin davet edilecegini hiç akıllarına getirmeden olayların akısına suursuz bir sekilde ilgisiz kalan bu beseriyetin hali ne olacaktı?

iste beni böyle bir hayat üniversitesine yazdırmıs olan Allah'ın lütfuna bugün ne kadar minnettar kalsam azdır. Bu gördüklerime ve hosa gitmeyen seylere ilgisiz kalamazdım. Süratle ve esaslı bir sekilde ögrenim yaptım.

O günlerde etrafımdaki insanların akıbetlerinden ümidimi kesmemek için, onların bu hale düsmelerinin sebeplerini tetkike lüzum vardı. Ancak bundan dolayı, acı ve ıstırap veren sahneleri tetkike ve seyre tahammül edebiliyordum. Göz yasartıcı sahnelere fena kanunların, fena tecrübeleri sebep oldugu görülüyordu.

Ğste bu günlerde, ben de yasamak için bin bir zorlukla pençelesiyordum. Bundan dolayı, bu asagılık hal karsısında sonu üzüntü bir hissiyata kapılmaktan kendimi koruyordum. Ancak meseleyi bu sekilde görüp, kapamak olmazdı. Bana göre bu feci halin düzeltilmesi için iki sık vardı. Biri, toplumsal sorumluluk duygusundan ilham alınarak gelismemiz için çok daha iyi

ve saglam temeller atmak , digeri de, artık ıslahı ve egitilmesi imkansız hale gelmis olan çocukları sert ve biraz da kaba bir kararla ortadan kaldırmaktır.

Tabiatta ender rastlanan herhangi bir yaratık kendi hayatının devamlılıgından çok, kendi neslinin gelismesine önem verir. Bu bakımdan günümüzün kötü taraflarını düzeltmeye ugrasmak gereksizdir. Esasen tam bir düzeltme yapmak imkansızdır. Esasta yapılacak

|tek is insanın dogumundan itibaren ele alarak, ona ilerdeki gelismelere göre saglam dikensiz yollar hazırlamaktan ibaret olmalıdır. Viyana'daki ızdırap dolu yıllarda su kanıya vardım: Toplumsal faaliyetin hedefi , hiçbir zaman insanları kandırıcı bir refah ve saadet saglamak olmamalıdır.Toplumsal faaliyetin toplumun gerilemesine sebep olan ekonomik ve kültürel hayatımızdaki belli baslı yoksullukları ortadan kaldıracak yönde olmasına dikkat edilmelidir. Gerekli olan kurtulus tedbirlerini almayanların tereddütleri bir sınıf halkın ahlaksızlıga düsmesinden tek sorumlu olduklarına dair, kendilerinde bir duygu bulunmamasından dogar.

Bu duygu, onlarda is yapma azmini de felce ugratır.

Bu sefalet dolu günlerde beni korkutan sey, acaba insanların ekonomik yoksullukları ahlakça gerilemeleri ve kaba alıskanlıklar edinmeleri mi; yoksa düsünme kabiliyetlerinin zayıflıgı ile kültürsüz olusları mıydı? Yokluk içinde yüzde bir sefil, Alman olup olmamanın kendisi için

hiç de önemli olmadıgım ve nerede karnını doyurabilirse, orada yasayıp, rahat edecegini söyledigi vakit, burjuva sınıfına dahil birçok kimse bu duruma isyan etmistir.

Gelgeldim, bu duygularla dolu olan kaç kisi vardı? Acaba, kaç kisi yüksek bir ırka mensup olduklarını biliyordu? Alman olmanın gururunun kaynagının, Almanya'nın büyüklügünü ve

kudretini bilmek oldugunu tahmin edebilen birkaç kisi var mıydı? ğu anda biliniyor muydu ki,

bazı sosyete çevrelerinde bu gurur kaynagı ile alay ediliyordu?

Belki denebilir ki, bu her ülkede böyledir ve isçi sınıfı, sosyete çevrelerindeki olaylara ragmen vatan sevgisi ile dolup tasmaktadır. Bu iddia dogru olsa bile, Almanların bu korkunç ihmalkarlıklarını affettirmez. Kaldı ki bu iddia pek dogru da degildir. Örnek vereyim: iste

Fransız milleti... Fransızların asırıya kaçtıgı söylenen vatan sevgilerinin kaynagı, kültür sahalarında Fransa'nın büyüklügünü ta göklere çıkartmaktan baska bir sey degildir. Fransız genci herhangi bir hususta objektif olarak fikir elde edecek sekilde yetistirilmez. O, ülkesinin büyüklügünü ortaya koyacak seylerin sübjektif degerlerini ögrenerek büyür.

iste böyle bir egitim, daima önemli olan ve herkes tarafından takdir edilen konulara dikkat etmelidir. Bu degerli konular, milletin zihnine tekrar tekrar sokulmalı ve çakılmalıdır. Halbuki bugün Avusturya ve Almanya'da halkımızın okul sıralarında ögrendigi, milletim yücelten ve kendisine gurur veren, bilgi kırıntıları da, siyasi hayatımıza zehir saçan ve onu kemiren

sıçanlar tarafından tırtıklanır, isçinin kafasındaki bu bilgi kırıntısı, eger daha önce sefalet ta- rafından yok edilmemisse, o zaman bunu milli ahlakı tahrip eden sıçanlar yiyip bitirirler. ğimdi, iki odalı bir evde yedi kisiden mütesekkil bir ailenin oturdugunu düsünelim. Bes çocuktan biri üç yasındadır. Bu yas, çocukta bilincin olustugu dönemdir. Hiç kimse, bu

dönemin hatıralarını ihtiyarladıgı zaman bile unutamaz. Evin dar olusu her zaman rahatsızlık dogurur. Bundan dolayı kavgalar olur. Normal bir evde kendiliginden çözümlenen birtakım küçük anlasmazlıklar burada büyük kavgalara yol açar. Çocuklar arasındaki kavgalar pek önemli degildir. Kısa bir zaman sonra unutulur. Fakat anne ile baba arasındaki kavga bazen

adi haller alır. Sarhoslugun ve fena davranısların ne derece ileri gidebilecegini tasavvur edebilmek için böyle çevrelere girmek gerekir. Altı yasında bir çocuk büyük adamları dahi hayrete düsürecek ve onları titretecek birtakım ayrıntıya sahip olur. Ahlaken ve fiziken zehirlenen çocuk, okula basladıgı zaman, orada yalnızca okuyup yazmayı tahsil eder. Evinde, okulundan ve hocasından adi bir dille bahsedilir. Zaten bu gibi evlerde daima devlet müesseselerine hürmet gösterilmez. Din, ahlak ve milletle alay edilir. Çocuk, okulu bitirdigi vakit, müspet bilgiler hakkında, ya bir ahmaklık ya da saçları dimdik edecek kadar küstahlık gösterir. Gözünde kutsal hiçbir seyi olmayan ve öte yandan hayatın bütün alçaklıklarını

tahmin eden veya bilen bu herif atılacagı hayatta ne sekle girecektir? On bes yasındaki çocuk her otoriteyi kötülemeye baslar. Çünkü o düsünce gücünü gelistirecek seylerden çok, çamur

ve pisligi görüp ögrenmistir, iste delikanlının erkeklik terbiyesi söyle olacaktır: O,

çocuklugunda gördügünü, yani babasının misalini devam ettirecektir, istedigi saatte eve dönecek, kendisini dünyaya getirmis olan zavallı annesini, babasının yerine simdi kendi dövecek, Tanrı'ya küfredecek ve en sonunda ıslahhanelerden birine düsecektir. Orada da cilalanacaktır.

Bu sonuç, yani gençlerimizdeki milli heyecanın azlıgı, bizim iyi kalpli burjuvaları hayrete düsürecektir.

Burjuva daima böyledir. Tiyatro, sinema, adi kitaplar ve gazetelerle, halka zehrin nasıl verildigini görür ve sonunda da halkın ahla-kındaki zaaftan ve bananecilikten hayrete düser. Sanki sinema ve süpheli basın milli büyüklügümüzün degerini halka yaymaya çalısıyorlarmıs gibi... iste o zamana kadar aklıma gelmeyen su ilke}1! ögrendim:

Bir kavmi millet haline getirebilmek, daha önce kusursuz ve saglam bir toplumsal çevre yaratmaya baglıdır. Kisinin egitimi için bu gerekli bir zemindir. Ancak, aile yuvasında ve okulda memleketinin fikri, iktisadi ve siyasi büyüklügünü ögrenen bir kimse, o millete

mensup olmanın gururunu duyabilecek ve tadacaktır, insan ancak sevdigi ve hürmet ettigi sey ugruna mücadele eder. Hürmet etmek için bilmek sarttır. Toplumsal konulara karsı ilgim uyanınca, bu konuları ciddi bir sekilde inceliyordum. On ana kadar bende meçhul olan yeni

bir dünya gözlerimin önüne seriliyordu.

1909 ile 1910 yılları arasında durumum degisti. Hayatımı amele olarak degil de ressam sıfatı

ile kazanıyordum. Bu meslek sayesinde ancak geçinebiliyordum. Fakat yeni meslegim sayesinde aksamları yorgun düsmekten kurtulmustum. Artık santiyeden döndükten sonra yataga kıvrılıp yatmıyordum. Çalısmalarım gelecekteki meslegimle ilgili idi. Mecburiyet dolayısıyla resim yapıyordum. Zevk için çalısıyordum.

Gerçek hayatın ortaya koydugu derslerle, toplumsal konular hakkında karsılastıgım seyleri bu gerekli nazari bilgilerle tamamlama imkanını buluyordum. Bu konuya dair elime geçen kitapların hepsini okuyordum. Hem okuyor, hem de düsünüyordum.

O günlerde çevremdeki insanların beni "kaçık" kabul ettiklerini tahmin ediyorum.

Ayrıca, bunlardan baska mimari çalısmalara da ihtiras ile kendimi vermistim. Bunu, müzik

gibi güzel sanatların bir kraliçesi kabul ediyordum. Mimari sahadaki çalısmam benim için bir gerçek çalısma degil, sanki mutluluktu. Gece geç saatlere kadar hiç yorgunluk duymadan okuyup, desen yapıyordum. Hedefe varmam için uzun yıllar beklemem gerektigini görmeme ragmen, güzel hülyam bu konudaki inanısıma kuvvet veriyordu. Mimar olarak ün kazana- cagıma dair tam bir kanaatim vardı.

Bu zevkli çalısmamın yanı sıra, siyasete gösterdigim ilgi, pek büyük bir anlam tasımıyordu, tam tersine bu isi, düsünme kabiliyeti olan her yaratıgın mecbur oldugu ilkel bir görev sayıyordum. Halbuki siyaset alanında bilgisi olmayan bir kimse her çesit elestiri veyahut herhangi bir görev yapma hakkını kaybederdi. Bu alanda da çok okuyor ve çok

düsünüyordum. Benim için okumak, sözüm ona düsünürlerimizin bir bölümünün ifade ettigi anlamla aynı degildi.

Bazı kimseler vardır ki, bunlar hiç ara vermeden kitap okurlar. Okuduklarından bir netice çıkarmaksızın devamlı okuyup dururlar. Bu kimselerde bir yıgın bilgi yardır. Fakat beyinleri

bu bilgileri bir esasa göre tasnif edip degerlendiremez. Bir kitabın bütün içerigini adeta ezberlerler. Kabiliyetleri, okudukları kitabın içinden ayrıntıyı atıp, esası zihinlerinde tutmaya

ve bu bilgi özünü ilerde kullanmaya yetmez. Kitap herkesin kendi mesleginin veya idealinin tespit ettigi muayyen bir sınırı doldurmak için degerli bir vasıtadır. Kitaplar hayat mücadelesine atılmıs olanlara veya büyük ideal sahiplerinin genis ufuklarına, yani ufuklar

katmakta yardımcı olurlar. Demek ki okumak bir gaye degildir. Okumanın ve bilgi edindikten sonra mütalaada bulunmanın hedefi, dünya hakkında genel bir fikre ve görüse sahip olmaktır. Sistemli biçimde okuyarak elde edilecek bilgiler, bir mozaik parçası gibi yerine

yerlestirilmelidir. Böylece kitap okuyanın zihninde dünya hakkında genel bir fikir meydana getirilmelidir. Yoksa okuyucunun kafasında büyük bir degerden yoksun bir bilgi salatası

meydana gelmemelidir. Bu bilgi salatası sahibine bir gurur vesilesi olsa da, herhangi bir ise yaramaz. Kafalarının içinde bilgi salatası tasıyan kimseler, kendilerinin çok seyler bildiklerine hükmederler. Fakat bu gibi kimselerin hayatları ya bir hastanede ya da politika çukurunda son bulur.

Böyle karmakarısık bilgi ve fikirlerle dolu beyin, istedigi bilgiyi, kendisine gerekli oldugu an,

bu kalabalıgın içinden tutup çıkaramaz. Çünkü beyindeki bilgi tortusu hiçbir elemeye tabi tutulmamıstır. Sadece okunan kitapların içerdigi bilgilerle beraber bir sürü ayrıntı üst üste yıgılıp kalmıstır.

Bu gibi zavallı yaratıklar karsılastıkları zorunluluklar sırasında okuduklarından faydalanacakları akıllarına gelse bile, ancak kitabın adım, sayfa numarasını ezbere bilmeleri

gerekir. Aksi halde bu gibi kimseler islerine yarayacak bilgileri hayatları boyunca bulamazlar. Buldukları anda da is isten geçmis olur.

iste, hükümet üyelerinin büyük ilim sahibi olmalarına ragmen, hata çukuruna yuvarlanmalarının sebebini baska yerde aramaya gerek var mıdır?

Bir kitap veya dergide, gazetelerde veyahut bir brosürde kendi özel ihtiyaçlarına cevap veren

bir malzemeyi görüp, ayrıntının arkasından çekip alabilen kimse, okumayı bilen, okudugunu anlayan kimsedir. Bu kimsenin kendisi için faydalı oldugunu anladıgı bilgi özü , herhangi bir husus için, derhal zihinde olusan hayalin içinde yerini bulur. Bu bilgi özü ya o düsünceyi ya

da hayali tamamlar veya düzeltir, veyahut da onu açıklıga kavusturur.

Okumayı bilerek yapmıs olan kimse hayat mücadelesi sırasında imi bir seyle karsılasırsa, hafızası yıllar önce de olsa çok eskiden elde ettigi fikir ve bilgiyi onun zihnine getirir. Muhakeme sahibi olan kimse de derhal bu bilgi ve fikirleri mantıgına göndererek olay kar- sısında tavır alır. iste okuma böyle yapılırsa bir yarar saglar.

Örnegin bu sekilde hareket etmeyen, daha dogrusu edemeyen bir konusmacı, kendisini dinleyenlerden birinin yapacagı itiraz karsısında sasırıp kalacaktır. Hatta hatta bu konusmacı haklı bile olsa, o sıra acı içinde kıvranacaktır. Bu kimse ne savundugu fikirler için delil ve tamamlayıcı bilgiler bulabilir ne de itiraz eden kimseyi susturabilecek haklı ve dogru bilgiler gösterebilir. Bu durumun kisisel sorumluluklar söz konusu oldugunda bir zararı yoktur. Ancak felek bu gibi kimseleri milletin basına bela ederse, iste o zaman tehlike belirir.

Ben küçük yasımdan itibaren okurdum, yani iyi okumaya alıstım. Bu iste hafızam ve aklım bana büyük çapta yardımcı oldular. Bu sayede Viyana'da geçen günlerim benim için çok

verimli oldu. Her gün gördügüm yeni manzaralar beni devamlı olarak incelemeye ve okumaya itti. Gerçegi nazari olarak, nazariyatı ise gerçekle tetkik, tahkik ve tahlil ettigim için, kuramsal bilgilerle kafamı doldurmadım. Günlük tecrübelerim toplumsal meselelerden baska, iki büyük husus hakkında da kesin bir fikir verdi.

Böylece ben onları çok ince bir sekilde tetkik ve tahlil ettim.

Gençligimde Sosyal Demokrasi hakkındaki bilgim çok azdı ve tamamen yanlıstı. Sosyal Demokrasi'nin gizli oy usulü için yaptıgı mücadele beni memnun ediyordu. Çünkü bu usul ile tiksindigim Habsburglar rejiminin çökecegini tahmin ediyordum. Ben Tuna Devleti'nin Cermenligi gözden çıkarmazsa ayakta kalamayacagına inanıyordum, fakat nüfusun içindeki Alman unsurunun Slavlastırılması da hiçbir güvence vermeyecekti. Keza Slavizmin bir

topluma verdigi aynı cinsten olma kuvvetini gözümüzde büyütmemeliyiz. Sözün kısası nüfusu

10 milyon olan ve vatandasları arasındaki Cermen ırkını ölüme mahkum eden bu devletin bir

an evvel yıkılmasını ve aynı zamanda bu yıkılma isini çabuklastıracak her hareketi destekliyordum. Dillerin çesitli olusunun dogurdugu kargasalık parlamentoyu nasıl zayıflatır

ve zaafa ugratırsa, bu hükümetin yıkılma anı da, o kadar çabuk olacaktı. Bu an Alman

Avusturya'sının hürriyet anı olacaktı. Artık Avusturya'nın anavatan Almanya ile birlesmesine

bir engel kalmayacaktı. Bu bakımdan Sosyal Demokratların hareketleri ve tutumları benim düsüncelerim yönünden çok iyiydi. Sosyal Demokratların isçi lehinde çalısmaları o günlerde benim hosuma gidiyor ve bu yüzden beni bu partinin sempatizanı olmaya zorluyordu. Beni bu

partiden uzak tutan husus ise, Sosyal Demokratların Avusturya sınırı içindeki Germenlerin muhafaza edilmesi için yapılan mücadeleye karsı çıkması idi. Halbuki Slav komünistleri, Sosyal Demokrasi'nin bu tutumunu sevinçle karsılasmalarına ragmen, baska hususlarda bu partiye karsı çok küstah ve gaddar davranıp tepeden bakıyorlardı. Böylece bu siyasi dilencilere hakları olan cevabı vermis oluyorlardı.

On yedi yasımda iken "Marksizm" hakkında da henüz bende bir fikir olusmamıstı. Sosyal Demokrasi ile Sosyalizm'e hemen hemen aynı manayı veriyordum. Sosyal Demokrasiyi gösterilerinin bir seyircisi olarak tanıdım. Bu hususta bir fikrim olmadıgı gibi, üyelerinin zihniyetlerini de bilmiyordum.

Sosyal Demokratlarla ilk münasebetim, bir santiyede oldu. Açlıktan ölmemek için is

arıyordum. Gelecegimden endise ediyordum. Bu yüzden de çevremle ilgilenmiyordum. Fakat bir olay beni bu tarafa sürükledi: Bana sendikaya kayıt olmamı emrettiler. O zamanlar sendikalar hakkında bir bilgi sahibi degildim. Sendikaların isçilere faydası veya zararı

hakkında bir fikrim yoktu. Fakat, kesin olarak sendikaya girmem emredilince, bu konuda bir bilgim olmadıgını ve özellikle ne olursa olsun, hiçbir seye baglanmak istemedigimi belirterek daveti reddettim. Eger hemen kapı dısarı edilmemissem bu ileri sürdügüm birinci sebepten dolayı idi. Herhalde bir iki gün içinde her seyi ögrenecegimi ve kendilerine baglanacagımı sanıyorlardı, fakat tamamen yanılıyorlar di. Önceleri sendikaya girmem bir parça imkan

dahilinde idiyse de, iki hafta sonra bu ihtimal de ortadan kalkmıstı. Gerçekten bu kısa süre

içinde çevremdekileri pek iyi tanımıstım. Beni, dünyada hiçbir kuvvet, temsilcileri bana bu kadar ters gelen bir teskilata sokamazdı, îlk önceleri kendi kendime dükündüm. ğantiyede çalısırken öglenleri, isçilerin bir kısmı asçı dükkanlarına giriyor, diger bir kısmı da santiyede kalarak sefilane bir yemek yiyordu. Bunlar daha çok evli olan isçilerdi. Kadınlar da kaplar içinde çorba getirerek karınlarını doyurmaya çalısıyorlardı. Bin bir parça ekmek, biraz sütle ögle yemegimi yerken etrafımı da inceliyordum, incelemelerim sırasında ögrendigim seyler

insanı isyana tesvik edecek mahiyette idi. Her sey inkar ediliyordu. Millet, kapitalist sınıfların

bir uydurmasıydı. Vatan, isçi sınıfını sömürmek için burjuvazinin vasıtası idi. Kanunlar isçiyi ezmek için vazediliyordu. Din, milletleri istismar etmek için uydurulmustu. Ahlak, ahmakça

bir sabır prensibi idi. Her temiz sey, çamura batırılıp çıkarılıyordu.

Önceleri susuyordum. Sonraları susmaya çalıstım. Fakat buna devam edemedim. Adi iddialara cevap vermeye basladım. Fakat cevaplarımın tatminkar olması için, açık ve kesin bilgi sahibi olmam gerektigini anladım. Bunun üzerine pes pese kitap ve brosür okumaya basladım. Arkadaslarımın fikirleri hakkında genis bir bilgiye sahip olmaya basladım. Fakat

onlar akıl ve mantıkla mücadele edebilecek kimseler degildiler. Beni santiyede is sırasında bir iskeleden asagıya yuvarlamakla tehdit ettiler. Bunun üzerine santiyeden nefretle uzaklastım.

Kısa bir zaman sonra inadım nefretime galip geldi.

ğantiyeye geri döndüm. Aynı zamanda parasız da kalmıstım.

iste o zaman kendime sordum. Bu adamlar bir millete mensup olmaya layık mıdırlar? Sorunun cevabı "evet" ise en iyilerin böyle bir azaba katlanmalarını bir millet haklı gösterebilir mi? "Hayır" denecekse milletimiz insan bakımından zayıf ve fakir denecek durumdadır.

Bu sıralarda bir gösteriye katıldım, iki saat oldugum yerde kalıp nefesimi tutarak isçilerin dörder dörder geçmelerini sabırla seyrettim.

Evime dönerken, Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin organı olan Arbeiterzeitung'u gördüm. Bu gazeteyi kahvelerde ancak iki dakika kadar sabır göstererek okuyabildim. Bu sefer içimden gazeteyi almak geldi.

Yalan dolu yazıların bende uyandırdıgı nefrete ragmen, o geceki zamanımı bu gazeteye

ayırdım. Böylece Sosyal Demokratların kendi gazetelerindeki fikirlerini, nazariye üstatlarının yazdıkları kitaplardan daha iyi inceleme fırsatını buldum. Ne büyük fark vardı... Bir tarafta, içinde peygamberlerin sözlerim hatırlatan gayet derin bir akıl ve hikmet ürünü imis gibi

hürriyet, namus ve seref mefhumları bulunan kitaplar... Diger tarafta da hiçbir alçaklıktan korkmayan her türlü çamur ve iftirayı saçmayı pek tabii sayan, yılan gibi bir dil ve üslûp... iste bu insanlıgın kurtulusunu isteyen basındı. Sonunda anladım ki, kitaplar, ahmaklar ve aydın kisiler için, gazeteler ise halk içindi.

Ben, Sosyal Demokratların doktrinini derin derin inceledigimde kendi milletimi görmeye basladım.

Eskiden bana asılması imkansız bir uçurum gibi görünen sey, simdi daha büyük bir sevgiye yol açtı.

Gerçekte ancak, ahmak olan bir kimse bu büyük zehirleme isini bildigi halde, kurbanları kabahatli görebilirdi. Günler geçtikçe iradem bagımsızlıgına kavustu ve Sosyal-

Demokratlarım basarı sırlarını çözmeye basladım. O günlerde kızıl yayınlardan baska bir seyi okumamamın, kızılların düzenledikleri toplantılardan baska bir mitinge katılmamamın

sebebini derhal çözdüm. Sefalet dolu çevremde, bu hiçbir seye izin vermeyen doktrinin münakasa götürmeyen Sonuçlarını gördüm. Toplum ancak kuvvetli seyler karsısında egile- bilir. Nasıl kadınlar zayıflara baskı yaptıgı halde, kuvvetli olanın karsısında diz çökerlerse;

topluluk da otoriteyi, zayıfa tercih eder. Topluluklar, hosgörü karsısında, daima bir vazgeçme alıskanlıgına kapılırlar. Bunun için, topluluk üzerinde fikri bir baskıya basvurulmalıdır. Topluluk insani alıskanlıklarım kullanmamalıdır. Bu baskı topluluk tarafından pek fark

edilmez. Böylece topluluk doktrinin hatalarını da görmez ve sezmez olur. Topluluk, dıs

görünüs itibariyle kuvvet ve baskının sonuçlan ile karsılasır ve ona tam olarak baglanır.

Bunun için Sosyal-Demokratların karsısına çıkacak olan bir baska parti, ancak rakibinden çok daha sert ve kuvvetli hareket ederse basarıya ulasabilir, iki yıl içinde gerek Sosyal

Demokratların tutumlarını, gerekse bu partinin oyuncagı haline gelen halk kitlesinin ruhunu anladım.

Sosyal Demokratların faaliyetlerinin burjuva sınıfı üzerinde yarattıgı dehseti gördüm. Burjuva sınıfının bu hareket ile mücadele etmeye ne ahlakı, ne de kuvveti yeterli idi. Oysa Sosyal Demokratların adeti, kendi faaliyeti için en büyük tehlike görünen kimseleri, sinirleri

darmadagın edecek sekilde bir yalan ve kuru iftira bombardımanına tutmaktı. Bu korkunç taarruz, o sahısların ayaga kalkamayacak sekilde yere serildikleri hissedilinceye kadar devam ediyordu.

Sosyal Demokrasi, degerli kimselere saldırır, muhalif partinin zayıf adamlarını az çok ve gizli

bir sekilde metheder. O, iradeden yoksun bir dahiden çok, basit dereceli bir zekaya sahip olan, sert tabiatlı bir adamdan korkar. Zeka ve iradeden tamamen yoksun olanları ise göklere

çıkarır.

Sosyal Demokrasi, huzuru saglamak imkanına sadece kendisinin sahip oldugu görüsünü

yayar. Olayları yakından takip eder. Ya olayların bizzat içindedir, ya da olayların yanındadır. Eger halkın dikkati bir baska yöne çevrilmis ise, Sosyal Demokrasi derhal bu duruma

müdahale eder.

iste bunun için partileri bogan ve yok eden gazlara karsı daha zehirli ve etkili gazlarla karsılık verilmelidir. Aksi takdirde galibiyet yolunun kapalı oldugu halka anlatılmalıdır. Zayıf

yaradılıslı kimselere bu durumun bir ölüm kalım mücadelesi oldugu açıkça belirtilmelidir. Ben bütün bunları tespit ederken sahısların topluluga karsı duydugu korkunun önemini gördüm.

Her yerde dehset ve korku, aynı derecede bir dehset ve korku tarafından yolu kapanmazsa daima basarıya ulasır, iste o zaman böyle bir parti, istikamet degistirerek, önceleri hakaret

ettigi, küçük düsürdügü devlet otoritesine sıgınır. Çogu zaman da genel bir kararsızlık anında istegine kavusur. Çünkü daima gerzek beyinli birkaç yüksek dereceli memur, korkularından düsmanın gelecekte kendilerine iyi muamelesini temin etmek amacı ile ona yardım eder.

iste bu biçimde bir basarının halk üzerinde nasıl bir etki yaptıgı hem taraftarlar hem de karsı olanlarca bilinemez. Bunu ancak halkın ruhunu kitaplardan tanımaya çalısanlar degil, hayatın

içine girenler takdir ederler. Yapay olarak elde edilen basarı taraftarlar arasında sürdükleri davalarının bir zaferi imis gibi kabul edilirken, yenik düsenler ise ilerde ortaya çıkacak direnisin basarı ihtimalinin kaybolduguna inanırlar.

Zamanla kaba kuvvet usullerini ögrendikçe, bu kaba kuvvete hedef olan halk kütlelerine karsı duydugum hosgörü de arttı. Bu çetin ve ıstıraplı günlerimde, beni milletime iade ederek milletimin özelligini bana ögrettigi ve terör hareketlerinin elebasıları ile, kurbanlarını

yakından tanımama fırsat verdigi için Tanrı'ya bin kere sükrediyorum. Bu yollarını sasırmıs,

iki gözü de kapalı olan adamların sadece bıçak altına yatmıs birer kurban oldukları kabul edil- melidir, iste bu rezil sınıfların ruhlarını basit bir iki çizgi ile ortaya koyarken, bu toplulukların derinliklerine inildiginde, parıldayan bir ısıga rastlanacaktır. Ben gözlemlerim sırasında, bu sınıfların bireyleri arasında ender de olsa, bazı fedakarlık olaylarına, sadık arkadaslık

hislerine, samimi bir tevazu ile dolu çekingenliklere, insanı sasırtan itidalli davranıslara rastladım. Bu pırıltılar özellikle yaslı isçiler arasında görülüyordu. Bu parıltılara yeni

nesillerde ve büyük sehirlerin çarkları arasında eriyenlere rastlanamıyordu. Ancak tek tuk bazı gençler vardı ki, onlar dogustan kazandıkları meziyetlerini muhafaza ederek, hayatın kötülüklerine karsı, hâlâ direniyorlardı, Fakat bu iyi insanlar, eger siyasi faaliyetleri

milletimizin can düsmanlarına kaptırılıyorsa, bunun sebebi, o heriflerin idare ettigi partilerin kötülüklerim takdir edememelerinden ileri geliyordu. Çünkü hiç kimse bu adi heriflerin ne

dolaplar çevirdiklerini incelemek zahmetini göstermemistim. Bu kimselerde karsı koyma

iradesi "sosyal sürüklenmelere maglup olmustur. En sonunda sefalet onları gırtlaklarından yakalayarak Sosyal Demokrasi çamuruna batırmıs ve o çamurun içinde bırakmıstır.

Burjuvazi isçinin en mesru ve en tabii isteklerine dahi, binlerce defo büyük bir ahlaksızlıkla

"hayır" cevabı vermistir, iste bu haksız Direnis karsısında isçiler sendikalara dogru itilmislerdir.

Böylece isçi, en basit isteklerine insani bir cevap alamadıgı için sendika teskilatı ile siyasete dogru sürükleniyordu, isçi Sosyal Demokrasi'ye düsman idi. Fakat direnisleri defalarca sonuçsuz kaldı. Burjuva partileri ise her türlü toplumsal sorunlara karsı ilgisizdiler. iticinin hayat sartları düzeltilmedi, is kazaları, çocukların ve kadınların çalısmaları, kadınların

hamilelik halleri hiçbir zaman göz önüne alınmadı. Makineler arasında çalısan isçi her türlü emniyet tedbirlerinden uzak bırakıldı. Böylece halk toplulukları Sosyal Demokrasinin agları içine düstü. Sosyal Demokrasi, bu üzüntü veren siyasi düsüncelerin sebep oldugu olayların hepsinden faydalandı. Buna karsılık burjuva partiler hatalarını hiçbir zaman düzeltmediler, esasen düzeltemezlerdi de... Çünkü her türlü toplumsal yenilesme hareketine karsı durmakla

kin tohumlarını etrafa serpmislerdi. Halkın can düsmanı olanlarının iddialarına, yani isçilerin menfaatlerini sadece Sosyal Demokrat Partisi'nin korudugu yolundaki sözlerine hak verme durumu dogmustu.

Böylece burjuva partileri, sendikaların kurulmasına imkan veren ahlaki temelleri hazırladı, iste bu teskilatlar, Sosyal Demokrat partiye taraftar toplayan birer kuvvet haline geldiler. Viyana'da bulundugum yıllar sırasında ben de ister istemez sendika konusunda bir vaziyet almak zorunda kaldım. Sendikayı, Sosyal Demokrat Partisi'nin birbirinden ayrılmaz bir parçası kabul ettim. Ama sonunda bu kanaatimin yanlıs oldugunu anladım. Seri olarak

verdigim bu karardan hemen vazgeçtim. Ğste bu ana davalarda kader benim gözümü açacaktı,

ilk kararım tamamen ters çıkmıs, altüst olmustu.

isçinin en tabii toplumsal haklarım savunacak ve ona daha iyi hayat sartlan saglayacak olan sendikalar ile, sınıflar arasındaki siyasi mücadeleyi kızıstıran ve bunu partiye hizmet için yapan sendikaları birbirinden ayırt etmeyi ögrendigim zaman henüz 20 yasında idim.

Sosyal Demokrasi sendikaların kudretini anladı ve bunu kendi davasına dahil ederek

basarısını sagladı. Burjuvazi ise bu teskilata deger vermedigi için siyasi yerini kaybetti. Hatta

bu teskilatın normal gelismesine küstahça karsı koyusla engel olacagını zannetti.

Sendikaların, kurulusları itibariyle vatan fikrim ortadan kaldırdıgını düsünmek ve bunu iddia

etmek yanlıstı. Sendika faaliyetleri, milleti meydana getiren sınıflardan birinin (isçi sınıfı) toplumsal seviyesini yükseltmek amacını takip ederse, hiçbir zaman vatan ve devlet aleyhine hareket etmis olmaz. Sendika, halkın fizik ve ahlakı sefaletlerini hazırlayan seyleri ortadan kaldırarak ve onlarla mücadele ederek toplumsal yaraları iyi eder. Sonuç olarak sendika faaliyeti her durumda ve ne olursa olsun gereklidir.

Toplumsal anlayıstan yoksun veya hak ve adalet hislerinden uzak kalmıs is adamları var oldukça, halkımızın bir parçası olan isçilerimiz, tek bir tesebbüsün hırsına veya akıl dısı davranıslarına karsı, toplulugun menfaatlerim korumak hakkına sahip olacaklardır. Çünkü halkta baglılık hislerini ve güveni korumak, fiziki ve iktisadi sıhhati kurtarmak, millet yararına uygun hareket etmek demektir.

Ahlaktan yoksun bir bölüm is adamları, kendilerini topluma yabancı sayarlarsa ve bir sınıfın fiziki ve ahlaki durumunu tehdit ederlerse, memleketin gelecegi üzerinde olumsuz etki yaparlar.

Ğste bu durum karsısında herkes kendi çıkarına uygun bir biçimde sonuç almaya kalkısmasın. Bu hususta hiç kimse serbest degildir. Kötü niyetli kimseler dikkatleri esas konunun

üzerinden çekip, baska tarafa çevirmek için çalısmasınlar. Toplumsal hayata engel olan her

seyi yok etmek milli menfaatlere uygun mudur, yoksa uygun degil midir? Bu soruya verilecek cevap evet ise basarıyı saglayacak silahlar ile kavgaya katılmak lazımdır. Yoksa ferdi ve bir

iki kisinin bir araya gelerek yaptıgı cılız çıkıslar hiçbir zaman büyük is adamının sonsuz

kudretine set olamaz. Ğste dikkat edilecek husus buradadır. Gaye hak temin etmek degildir. Esasen hak temin edilmis ve ele geçirilmis olsa idi, ortada ihtilaf da olmazdı. Esas gaye en kuvvetli olmaktır.

Halka çok fena muamele yapılır, kanunlara, aykırı hareket edilir Ve haksızlıklara karsı bir kanuni tedbir alınmazsa, anlasmazlıkları ancak kuvvet halleder. Bunun için bir araya gelmeli

ve haklarını arayacak bir temsilci göstermelidirler.

iste bu bakımdan sendika kurulusları, bugünkü hayata somut sonuçları ile birlikte daha güçlü

bir "toplumsal ruh" getirebilirler. Böylece devamlı bir sekilde toplumsal hayatı sarsan sikayet noktaları etkisiz duruma getirilir. Eger bu böyle olmuyorsa, ya toplumsal kanunların yollan ustaca manevralarla kesilmektedir, ya da siyasi tesir ve nüfuz sayesinde mevcut kanunlar hükümsüz bırakılmaktadır. Siyasi burjuvazi sendika kuruluslarının önemini takdir etmedikçe veya anlamaz göründükçe ve bunlara karsı siddetle direndikçe, Sosyal Demokrasi de bu hor görülen hareketi benimsemekte gecikmedi. Sosyal Demokrasi gayet dikkatli bir davranısla, sendika hareketinden kendisine saglam bir zemin hazırladı ve bundan, bühtan geçirdigi

günlerde istifade etti. Gerçi hareketin derin gayesi zamanla ortadan kalktı ve yerini yeni hedeflere bıraktı. Çünkü, Sosyal Demokrat Parti, hiçbir zaman savundugu ve ele geçirdigi kooperatif hareket'in programını dahi korumak için çaba göstermedi ve buna önem vermedi. Geçen yıllar içinde toplumsal hakların savunması için kurulan kuvvetlerin hepsi, Sosyal Demokrat Partililerin becerikli ellerine geçer geçmez milli ekonomimizin tahribi ve yok edilmesi ugruna kullanılmıstır. Artık isçinin en basit hakları dahi düsünülmez olmustur.

Çünkü ekonomik sahadaki zorlayıcı araçların kullanılması, siyasi huyuna her türlü zulme imkan hazırlar. Bu is için sadece bir tarafta cehalet ve diger tarafta ahmak sürünün mevcut olması yeter. Ğste ortada görülen durumda tam bu sekilde idi. Geçen yüzyılın son yıllarına dogru sendika faaliyetleri ilk amacından uzaklasmaya basladı. Yıllar geçtikçe Sosyal

Demokrat Parti, isçiler arasına dalarak en sonunda sınıf mücadelesinde bir tazyik aracı haline geldi. Bin bir güçlüklere katlanarak kurulmus olan bütün iktisadi binalar devamlı darbelerle yıkılırsa, sonunda iktisadi temellerinden tamamen yoksun kalmıs bulunan devlet binası da

aynı akıbete ugramaktan kendisini kurtaramaz. Parti, isçinin gerçek ve müphem ihtiyaçlarına zamanla daha az ilgi göstermeye basladı, istekler ne kadar çogalıyorsa, onlara cevap vermek, onları tatmin etmek de o nispette azalıyordu. Halbuki isçinin arzularına kısmen cevap

verilmek suretiyle, onların kavga kudretini zayıflatmak yoluna gidilebilirdi.

Çünkü halk arzusu bir kere tatmin edildi mi, kendini idare edenlere körü körüne baglanır ve kavga kuvveti olmaktan çıkardı.

Fırtınalarla dolu sonuç, sınıf mücadelesini idare eden ve onu körükleyenlere öyle bir dehset telkin etti ki, her hayırlı toplumsal reforma el altından siddetle karsı çıktılar. Her reform hareketine bile bile cephe aldılar. Bu kadar akıl almaz bir davranısı haklı göstermek

zahmetine bile katlanmak geregini duymadılar.

iste bu hal karsısında istekler dalgası ne kadar kabarıp yükseliyorsa, o istek dalgasının bir parça tatmin ihtimali de o kadar azalıp, kayboluyordu. Fakat bütün döndürülen bu dolaplara ragmen, isçilere, en tabii ve en küçük haklarına dahi gülünç denebilecek cevapların

verilmesinin sebebinin, isçinin mücadele ruhunu, kudretini zayıflatmak ve mümkünse bunları tam manasıyla felce ugratmak oldugunu, bu sinsi faaliyetin seytani bir emelin parçasından

ibaret bulundugunu anlatmak ve açıklamak gerekirdi. Bu durumda her türlü sözün saglayacagı basarıya hayret edilemezdi.

Burjuva Partileri, Sosyal Demokrat Parti'nin bu korkunç faaliyetinin sinsi sonuçlarım nefretle karsılıyorlarsa da, bu olumsuz çalısmalara karsılık verebilecek bir davranısa gerek görmüyorlardı. Halbuki Sosyal Demokratların iktisadın ezdigi, korkunç sefaletini hafif- letmekten çekindigi ve aynı zamanda sınıf mücadelesi sırasında silah olarak kullandıgı

isçileri, burjuvazinin kendi tarafına çekmesi gerekirdi. Fakat burjuvazi hiç ama hiçbir sey yapamadı. Karsı mevkilere taarruz edecegi yerde, kendi bindigi dalı kesti ve kendi kendisini

tazyik altında bıraktı, is isten geçtikten sonra da o kadar degersiz birtakım araçları imdadına çagırdı ki, sonunda hiçbiri sonuç vermedi ve Sosyal Demokratlar tarafından kolayca saf dısı edildi. Hiçbir sey degismedi, sadece degisen memnuniyetsizlik oldu. O da gitgide çogaldı.

Artık serbest sendika, siyasi havaya girince herkesin hayatı üzerinde bir tehlike unsuru olarak belirmeye basladı. Serbest sendika, milli iktisadın emniyet ve gelecegine karsı, devletin saglamlıgına karsı, ferdi hürriyetlere karsı, korkulacak terör araçlarından biri oldu.

"Demokrasi" sözünü alaylı ve adi cümleler içinde telaffuz eden özellikle "serbest sendika"

oldu.

Bu hürriyete bir hakaretti. Kardeslik ve birlik hususu ise su cümle ile rezil ediliyordu: "Sen bir yoldas degilsen kafan paramparça edilecektir."

iste görünüste insanlık dostu olan, fakat beseriyeti mahvetme yolunda yürüyen bir insaniyet dostu (!) ile böyle tanıstım. Yıllar geçtikçe düsüncelerim gelisti ve hiçbir yönünü degistirmek

gerekmedi. Sosyal Demokrasi'nin dıs görünüsünü ne kadar iyi surette incelersem, bu doktrinin derinliklerini görebilmek istegim de o kadar çogalıyordu. Bu hususta partinin resmi edebiyatı

bir yardımda bulunamazdı. Partinin resmi agzı, eger iktisadi konularla mesgul oluyorsa, bu husustaki konusmalar, iddialar ve ortaya konan deliller hiçbir zaman dogru olmuyordu. Parti siyasi gayelerinden söz ettigi zaman da samimi olmuyordu.

Bütün bunlardan baska çok gelismis olan mesele çıkarma ruhu ve delillerin ortaya konus

sekli, bana daima derin tiksinme hissi telkin ediyordu. Derin düsünceleri, kekeleyici, karanlık, hatta anlasılmaz ve manasız ıstıraplarla dolu bir sürü cümlelerle anlatmak isterlerken hiçbir

fikir kırıntısına rastlanmıyordu. Akıl öyle bir dolambaçlı yollardan ilerliyordu ki, daima

hedefi sasırıyordu. Bir insanın kendini rahat hissedebilmesi ve bu sonsuz "dadaisme"* gübresi içinde samimi ve gerçek bir durumda bulunabilmesi için ancak büyük sehirlerdeki o

"bohem"** kisilerden olması gerekiyordu. Sosyal Demokrat Parti'nin destekleyicisi olan

yazarlar pek açık olarak halkın bir kısmının tevazuunu istismar ediyorlardı. Çünkü bu tip halk

(Dadaisme- 1917 yılına dogru kurulan bir edebiyat ve sanat okulu.bu okulun programları fikir

ile anlatıs arasındaki bütün ilgileri ortadan kaldırmaktı. Bohem-Günü gününe yasayan,

basıbos kimse.) toplulugu herhangi bir seyi ne kadar az anlarsa, onda o kadar ender gerçekler

ve degerler buluyorum sanır.

Böylece bu doktrinin, kuramsal bakımdan yanlıslıgı ve manasızlıgı ile ortaya çıkan gerçekleri mukayese edince, takip ettigi gizli gaye hakkında geç de olsa açık bir fikir sahibi oldum.

O zaman sunu anladım, bütün enerjisini kinden alan bir doktrin karsısında bulunuyorduk. Bu doktrin kendi zaferini kazanmak için en ufak teferruatı hesaplamıstı. Zafer kazanıldıgı vakit insanlıga öldürücü bir darbe indirilecekti. Hemen bu arada, bu yıkıcı doktrin ile bir milletin o güne kadar benim dikkatimden uzak kalmıs olan özel vasfı arasındaki münasebetleri gördüm. Sosyal Demokrasinin gizli amacı, ancak Yahudilerin ne olduklarını bilmekle anlasılır. Bu Yahudi milletini tanımak, bu partinin hedefi ve niyeti hakkında gözlerimizi kapatan yanlıs fikirler bagını koparıp atmak demektir. Yahudileri tanımakla bizi kendine körü körüne

baglayan bu partinin toplumsal fikri desildiginde Marksizm'in çirkin ve korkunç bir sekilde gerilmis yüzü ortaya çıkacaktı. Yahudi kelimesinin bende ilk defa olarak özel birtakım fikirler uyandırması, hangi çagda meydana geldigini kestirmem pek imkansız degilse de, biraz zor olacaktır. Babamın saglıgında bu kelimenin evimizde telaffuz edildigini hiç hatırlamıyorum. Galiba benim için pek saygıdeger olan babam, bu kelimeyi özel bir sekilde telaffuz e-den kimseleri geri kafalı adamlar kabul edecekti. O hayatı boyunca az çok bir kozmopolitlige

egilim göstermisti. Bu egilim onun gayet saglam olan milli kanaatlerine ragmen düsüncelerine hakim olmaktan baska, benim üzerimde dahi iz bırakmıstı. Okul sırasında hiçbir sey beni, ailemden aldıgım fikirleri degistirmeye zorlamadı. Realschule'de genç bir Yahudi çocugu ile tanısmıstım. Bu Yahudi çocuguna karsı davranıslarımızda hepimiz dikkatli hareket ediyorduk. Fakat bu tutumumuza sebep, o Yahudi çocugunun bazı konular üzerindeki ketumlugu

dolayısıyla bizde pek az bir güven uyandırabilmis olmasıydı. Esasen ne ben ne de

arkadaslarım bu davranısımızdan özel bir sonuç çıkarmadık.

Nihayet on dört on bes yasıma geldigimde siyasetten bahsedildigi sıralarda Yahudi kelimesini duymaya basladım. Bu sözler ben de az da olsa bir itiraz etme duygusu uyandırıyordu. Mezhepler dolayısıyla çıkan kavga ve çekismeleri gördügüm vakit içimde nahos hisler kabarıyordu. Bu hal de, beni bu hususta bazı itirazlara zorluyordu. Linz'deki Yahudi sayısı

azdı ve Avrupalılasmalardı. Onları Alman zannediyordum. Bu kanaatin manasızlıgını idrak edemiyordum. Almanla Yahudi arasındaki farkın sadece dinler arasında oldugunu zannediyordum. Hatta sürekli zulümlere hedef olmalarını, din (arkına veriyor ve bu yüzden de kendilerine antipati beslemiyordum.

iste kafam bu düsüncelerle dolu olarak Viyana'ya geldim. Mimari alandaki kabiliyetimin bollugu içine daldıgım ve kendi mukadderatımın agırlıgı altında ezildigim için, ilk günler büyük sehrin nüfusunu teskil eden çesitli zümreler hakkında gözüme hiçbir sey takılmadı. O günlerde Viyana'da iki milyon kisi yasıyordu ve bu nüfusun iki yüz bini Yahudi idi. iste ben bunun farkında degildim. Ğlk günlerde gözlemlerim ve düsüncelerim, yeni deger ve fikirlerin giristikleri hücuma pek o kadar karsı koyacak kuvvette degildi. Nihayet içimde agır agır sükûnet ortaya çıkmaya basladıgı ve bu hummalı hayaller açıklıga kavustugu sıralarda,

Yahudi meselesi ile burun buruna geldigim an ki, etrafımı çepeçevre saran dünyaya çok daha dikkatli bakmaya basladım.

Yahudi meselesi ile karsılasmamdaki sekil bana pek hos gelmedi. Ben o sıralarda Yahudi'yi sadece baska bir dine mensup bir kimse olarak kabul ediyordum. Dini çekismelerden ve dini inanıslardan çıkan her türlü düsmanlıgı, hosgörü ve insaniyet adına daima kınamaktan da kendimi alamıyordum. Bu arada Viyana'nın Yahudi aleyhtarı basının tutumu da bana medeni

bir milletin örf ve geleneklerine yakısmaz gibi geliyordu. Orta çaglara kadar uzanan ve tekrarı kanaatimce hiç istenmeyen bazı olayların hatırası aklıma takılıyordu. Esasen bu bahsettigim gazeteler, birinci sınıf basın organı olarak kabul edilmiyorlardı. Peki ama niçin bu böyle idi? Bunu o günlerde ben de pek bilmiyordum, iste bundan dolayı bu gazetelerin tutumuna hiddet

ve çekememezligin sebep oldugunu sanıyordum. Bu kanaatimi, büyük basın organlarının

yayın yolu ile yapılan bu hücumlara karsılık vermemesi de kuvvetlendiriyordu. Benim takdir edip, begendigim husus, bu basının kendi aleyhindeki yayınlara cevap vermeyip, susarak ve onlardan hiç bahsetmeyerek onları "sessizlik" ile ortadan kaldırması idi.

Dünyaca meshur Neue Freie Presse, Wiener Tagblatt ve digerini devamlı olarak okudum. Okurlarına bol bol bilgi vermeleri ve konuları gayet tarafsız ortaya koymaları beni hayrette bıraktı, iste bu basının kibar halini takdir ediyordum. Sadece basının agır üslûbu beni biraz rahatsız ediyordu, hatta bende olumsuz etki bırakıyordu. Belki de bu kusur, bütün bu büyük kozmopolit sehre can veren çırpıntılı ve hareketli yasayısın sonucu olabilirdi. O günlerde, Viyana'yı böyle bir sehir saydıgım için, kendi kendime buldugum açıklamanın bir mazeret teskil etmekten öteye geçemeyecegini kabul ediyorum.

Fakat beni en çok rahatsız eden sey bu basının hükümete pek yılısık ve terbiyesiz bir sekilde kur yapması idi. Hofbourg'da küçük bir olay çıkmaya görsün, iste bu olay okurlara, ya çok büyük bir sevk ve galeyan içinde ya da büyük bir üzüntü bulutu altında kaleme alınarak sunuluyordu. Hele hele gelmis geçmis bütün devirlerin en akıllı hükümdarı (!) konu edildigi vakit, gazetelerde çıkan yazılar, kızısma sırasındaki bir yaban horozunun disisini büyülemek için yaptıgı dansı akla getiriyordu. Bütün bunlar bana bir gösteristen ibaret gibi geliyordu.

Ğste benim bu gözlemim "liberal demokrasi" hakkında bugüne kadar besledigim fikirlerin üzerine bazı gölgeler düsürdü. Sarayın sevgisini bu sekilde kazanmak, milletin serefini hiçe saymak demekti. Böylece Viyana'nın büyük basını ile arama kara kedi girmisti. Her zaman yaptıgım gibi, daha ilk günlerde de Almanya'da gerek siyasi alanda ve gerek sosyal yasayısta gelisen olayların hepsini Viyana'da büyük bir dikkat ve ihtirasla takip ediyordum. Reich'ın

yükselmesini, Avusturya Devleti'nin rehavet hastalıgı ile gurur ve hayranlık duyarak

mukayese ediyordum. Reich'ın dıs siyasetindeki basarıları bana sonsuz bir keyif verirken içteki siyasi durum beni o kadar sevindirmiyordu. O sıralarda ikinci Guillaume aleyhindeki mücadeleyi hiç uygun bulmuyordum. Onu sadece Alman imparatoru kabul etmiyor, aynı zamanda Alman donanmasının tek yaratıcısı

sayıyordum.

Reichtag'ın, imparatoru siyasi nutuk vermekten alıkoyan kararı, beni bir hayli sinirlendiriyordu. Çünkü bu karar bu hususta hiçbir yetkiye sahip olmayan bir meclisten çıkıyordu. Bu erkek kazlar, parlamentolarında sadece bir devre zarfında bile, bütün bir

imparator hanedanının yüzyıllar boyunca yapamayacagı manasızlıklardan Çok daha fazlasını ortaya koyuyorlardı. Her yarı delinin düsüncelerini dinletmek için söz aldıgı, hatta kanun yapıcısı sıfatı ile devlet içinde basıbos bırakılan ve bütün dönemlerin en geveze insanlarından olusan asagılık bir meclisten, imparatorluk tacım tasıyan kisinin azar isitebildigim görmek

bende nefret uyandırıyordu. Ayrıca beni çileden çıkaran baska bir sey daha vardı. Bu da imparatorluk •tabalarının en adi atlarını bile, gayet saygıyla selamlayan ve eger hayvan kuyrugunu sallarsa büyük bir vecde dalan Viyana basınının, Alman imparatoru'na ait asılsız endiselerini üzüntülü bir dille ve aslında iyi bir biçimde saklanamayan kötü bir niyetle ortaya koymaya cesaret etmesi idi. Eger bu basının yazdıklarına bakılırsa Almanya

imparatorlugunun islerine karısmak niyetinde degildiler. Keske ALLAH onları böyle bir davranıstan korusa! Fakat onlara bakılırsa, iki imparatorluk arasındaki anlasmanın ortaya çıkardıgı ödevi yerine getiriyorlardı ve bu bakımdan yaranın üzerine o adi, pis parmaklarını güya dostça bir biçimde basıyorlardı. Böylece basının gerçegi yazma ödevini yerine getirmis oluyorlardı (!) Aslında onlar, böyle yazarak sırıta sırıta yaraya kirli parmakları ile

basıyorlardı. Bundan dolayı bütün kanım tepeme çıkıyordu. Gitgide büyük ve itibarlı (!) ba- sından süphe etmeye basladım. Sonunda Yahudi aleyhtarı gazetelerden biri olan Deutsches Volksblatt'ın bu durumda daha asil ve terbiyeli bir sekilde hareket ettigini gördüm.

Ayrıca beni sinirlendiren diger bir husus da, büyük basının o günlerde Fransa Devleti'ne karsı gösterdigi saygı idi. Nerede ise bu saygı ibadet seklini alacaktı. Bu itibarlı (!) basının o

"medeni millet"i övmek için söyledigi güzel siirleri okudugum zaman, insan Alman olduguna adeta utanıyordu. Bu adi Fransa sevgisi salgını çok defa bu büyük gazeteleri elimden fırlatıp yere atmama sebep oldu. Çogu zaman Volksblatt'ı okuyordum. O daha küçük bir dünyaya

sahip i-di. Fakat böyle konuları daha uygun bir üslûpla ele alıyor ve inceliyordu. Gerçi onun

Yahudi aleyhtarlıgını pek tasvip etmiyordum. Fakat yazılanların arasında bazı kere öyle deliller tespit ediyordum ki, bunlar beni düsünceye sevk ediyorlardı.

Belki de o günlerde Viyana'nın kaderine hakim olan sahsı ve partiyi iste bu hava içinde tanıdım. Bu adam Dr. Kari Lueger, parti de Hıristiyan Sosyal Parti idi. Viyana'ya geldigim

günlerde bunlara karsıydım. Bana göre Dr. Kari Lueger ve parti, gericiydiler. Fakat sonunda, hem o sahsı hem de eserini tanımak fırsatını elime geçirince bu hükmümü degistirdim. Bugün bile Dr. Kari Lueger'i bütün devirlerin en yüksek Alman belediye baskanı kabul ediyorum. Hıristiyan Sosyal hareket karsısındaki kanaatlerimin degismesi ile, kafamda ne kadar batıl düsünceler varsa hepsi bir anda yok oluverdi. Yahudi aleyhtarlıgı hususundaki kanaatim de zamanla degisti. Fakat bu dogru yola giris benim için çok ıstıraplı oldu. Ayrıca zihnimde gizli mücadeleler cereyan etti. Ancak, akıl ve hissiyat, tıpkı iki düsman gibi birbirleri ile

savastıktan sonra, akıl zaferi elde etti. iki yıl geçtikten sonra ise, akıl ve hissiyat birbiri ile

birlesti ve sonunda hissiyat aklın sadık bir koruyucusu ve yol göstericisi oldu. Düsüncelerimin aldıgı terbiye ile akıl arasında geçen ve pek hos olmayan bu büyük çekisme sırasında Viyana kaldırımlarının verdigi hayat dersi, benim için çok degerli görevleri yerine getirmemi sagladı. Artık sokak ve caddelerde körler gibi dolasmıyordum. Gözlerim açılmıstı. Bir gün Viyana'nın eski mahallelerinden geçerken, ani olarak uzun pelerinli, uzun siyah saçlı bir adamla

karsılastım. Bu da bir Yahudi miydi? iste ilk aklıma gelen düsünce bu oldu. Linz

Yahudilerinde bu kıyafet yoktu. Bana yabancı gelen simayı ihtiyatlı bir sekilde ve dikkatle inceledim. Bu yabancı simayı inceledikçe adamın yüz hatlarına dikkatle baktıkça biraz evvel kendi kendime sordugum soruyu degistirdim: Acaba bu bir Alman mıydı?

Hemen kitaplarda süphelerimi yok edecek çareler aradım. Hayatımın ilk Yahudi aleyhtarı brosürlerini satın aldım. Fakat ne var ki, bu brosürlerin hepsi de okuyucularının Yahudi davasını biraz biliyor farz ederek hazırlanmıstı. Bu brosürlerdeki yazılarda bende yeni

birtakım süpheler dogurdu. Keza iddialarını ispat için ileri sürdükleri deliller çok yüzeysel ve ilmi temelden tamamen uzaktı, iste bundan dolayı batıl fikirlere tekrar saplandım. Bu durum haftalarca ve hatta aylarca devam edip gitti.

Mesele bana o kadar anormal, ithamlar o nispette ölçüsüz geliyordu ki, haksız bir karar alma korkusu, bana iskence edip duruyor, beni endise ve tereddütlere düsürüyordu. Esasen, dini çekismeler sırasında özel bir mezhebe mensup olan Almanların konu edilmedigini, tamamen ayrı bir ırkın, yanı Yahudiligin üzerinde duruldugunu anlamaya basladım. Artık bu hususta hiçbir süphem kalmadı. Çünkü bu konu ile mesgul olmaya basladıgım ve bütün dikkatimi Yahudiler üzerine yogunlastırdıgım günden bu yana Viyana'yı baska bir sekilde görmeye basladım. Artık nereye gitsem, ne tarafa baksam gözüme hep Yahudiler takılıyordu.

Yahudileri çok ve sık gördükçe onları diger insanlardan kolayca ayırabiliyordum. Viyana'nın merkezinde ve Tuna'nın kuzeyindeki mahallelerin dıs görünüsleri, Almanların oturdukları yerlerin görünüsleri ile tamamen farklı idi. Oralarda baska bir nüfus cıvıl cıvıl kaynasıp duruyordu.

ğimdi, belki bu hususta, yani Yahudileri tanımada biraz süphem varsa da, Yahudilerden bazılarının davranısları beni her türlü süphe ve tereddütten uzaklastırıyordu. Yahudiler arasında gelisme ve Viyana'da oldukça dal budak sarmıs büyük bir hareket Yahudi ırkının vasfını özellikle göze çarpar bir sekilde ortaya koyuyordu. Bu büyük hareket Siyonizm'di.

Yahudilerin küçük bir kısmı Siyonizm'i tasvip ediyordu. Geri kalan çogunluk ise bu prensibi kabul etmiyor gibiydi. Fakat bu davranıslara yakından bakılacak olursa, perde kalkıyor ve ortaya bambaska bir durum çıkıyordu. Göze, kendi davalarının geregi olarak Uydurdukları birtakım aslı astarı olmayan sebepler çarpıyordu. Gerçekte ise Liberal Yahudiler, siyasi

faaliyet gösteren Yahudileri, aynı irkin mensupları degildir diye reddetmiyorlardı. Onlar

sadece Yahudiliklerini düsünerek onlara fena gözle bakıyorlardı. Fakat bu durum onların bir araya gelmelerine ve birlik olmalarına engel teskil etmiyordu, iste bu Liberal Yahudilerle, Siyonist Yahudiler arasındaki yapmacık kavga bende büyük bir tiksintinin dogmasına sebep

oldu. Bu göstermelik çekisme hiçbir gerçege dayanmıyordu, tam manasıyla koca bir yalandan ibaretti. Bu hile ise, Yahudi ırkının kendine yakıstırdıgı asalete ve temiz ruhluluga hiç uygun düsmezdi. Ğsin aslına bakılırsa bu ırkın ahlaklı ve temiz ruhlu olusu çok özel bir haldi. Bu heriflerin suya karsı ne kadar az yakınlıkları oldugu yüzlerine bakılınca, hatta çogu defa yanlarına gözünüz kapalı olarak bile yaklasınca derhal anlasılıyordu. Sonra bu pelerin giyen heriflerin o adi kokularını duydukça, midemin kabardıgını hissetmege basladım. Hepsinin

üstü bası pisti ve hiç de kibar kimseler degildiler. Anlattıgım bu ayrıntıda belki ilgi çekici bir husus yoktur. Ama bu heriflerin pislikleri altında o seçkin ırkın ahlak yönünden eksikligini tespit edince büyük bir tiksinti duyuyordum.

Artık beni en çok ilgilendiren sey Yahudilerin bazı sahalarda gösterdikleri faaliyetlerdeki hareket sekilleri idi. Yavas yavas hareketlerinin sırlarını kesfetmeye basladım. Sosyal hayatta

ne sekilde olursa olsun herhangi bir kötülük varsa Yahudi ona muhakkak katılıyordu. Bu tip

bir yaraya nester vurulur vurulmaz, kokusmus bir vücuttaki solucan gibi parlak ısıktan gözleri kamasmıs bir çıfıt ortaya çıkıyordu.

Yahudilerin basında, güzel sanatlarda, edebiyatta, tiyatro ve sinemadaki faaliyetlerini inceden inceye tetkik edince, bende Yahudilik aleyhinde bir çok ithamlar birikti. Böylece tatlı sözler,

tatlı yazılar bana bir fayda vermez oldular. Herhangi bir tiyatro ya da sinema afislerine bakmak ve o temsili ya da filmin senaryosunu yazan adları incelemek yetiyordu. Böyle

yapılınca insan ister istemez Yahudilerin amansız düsmanı oluyordu. Bu sinsi faaliyet

Viyana'da halkı zehirleyen bir ahlak vebasıydı ki, eski devirlerin vebasından çok daha büyük felaketlerle yüklüydü. Bu zehir hiç durmadan bol miktarda i-mal edilip etrafa yayılıyordu. Bu eserleri meydana getirenlerin terbiye ve fikir seviyeleri ne kadar sıfır, hatta sıfırın altında ise, eser (!) meydana getirme kabiliyetleri de o kadar büyük idi. Bu adi adamlar sanki bir

püskürtme makinesi gibi, bütün pisliklerini insanlıgın yüzüne fıskırtıp duruyorlardı. Bu gibi adi adamların sayısı da bir hayli kabarıktı.

Tanrı'mın lütfettigi bir Goethe'ye karsılık, onun çagdaslarına bu çalakalem giden heriflerin musallat olduklarını bir düsünün. Bu adı adamlar birer basil gibi en temiz ruhları

zehirlemekten bir an bile geri kalmıyorlardı. Yahudi'nin Tanrı tarafından bu korkunç rolü oy- namak için özellikle yaratıldıgını düsünmek pek müthis bir sey... Fakat bu hususta

aldanmamak ve hayallere asla kapılmamalıyız. Çünkü seçkin ırk dedikleri, bu mundarlar mıdır?

Artık sanat eseri olarak ortaya çıkan pis ve adi yazılan kaleme alan isimleri, büyük bir dikkatle incelemeye basladım. Bu incelemenin sonunda daha önceki düsüncelerimin hatalı

oldugunu gördüm Hissiyat ne kadar insanı aldatırsa aldatsın, aklın arastırma yolu ile ortaya çıkaracagı sonuçlar daha dogru oluyordu. Gerçek suydu! Güzel sanatlardaki adi eserler, edebi sahadaki pislikler, tiyatro ve sinemalarda oynanan budalalıkların yüzde doksanı, memleket nüfusu nün ancak yüzde biri kadar olan bir ırkın meydana getirdigi seyler di. Bu inkar

edilmez bir gerçekti. Bir vakitler benim dünyaya hakim gibi gördügüm büyük basım da aynı dikkat ve hassasiyetle inceledim. Çengeli ne kadar derine atar, nesteri yaraya ne kadar çok vu- rursam eskiden beni hayranlıklar içinde bırakan seylerin itibarları gözümde sıfıra iniyordu. Bu basının üslubu dayanılmaz bir seydi. Milletine yabancı oldugu kadar, basit buldugum fikirleri

de kabul etmek zorunda kaldım. Bu yalan makinelerinin yazılarındaki tarafsızlık bana dogru gibi gelmekten çok, büyük birer uydurma seklinde görünüyordu. Bu basındaki yazarların

hepsi Yahudi idiler. Eskiden hiç dikkatimi çekmeyen binlerce ayrıntı simdi bütün dikkatimi

Üzerlerine topladılar ve incelemeye layık görüldüler. Bir vakitler beni düsündüren hususları

da açıkça görmeye ve etki alanlarını anlamaya basladım. Artık bu basının liberal fikir ve düsüncelerini bambaska bir sekilde görüyor ve tartıyordum. Kendisine karsı olanların

yazılarına cevap verirken takındıgı kibarlıgın veya düsüncesine ters düsen yayına karsı bir ölü sessizligi içinde susmasının sahtekarlıgını artık iyice anlıyordum. Bu süphesiz çok kurnazca davranıstı.

Övgü dolu tiyatro sinema elestirileri, sadece Yahudi olan yazarlar içindi. Daima Alman olan yazarlar kötüleniyordu. ikinci Guillaume'a sinsice batırdıkları igneler öyle güzel tekrarlanıp duruyordu ki, bu yayının bir merkezden hazırlanıp halka sunuldugunu derhal miadım. Fransız kültürü ve medeniyeti için çıkan yazılar da bu sekilde hazırlanıyordu. Müstehcen yazılar, adi tefrikalar gırla gidiyordu, Bu basının dili kulagıma yabancı geliyordu. Makalelerin hepsi

Alman milletinin menfaatlerine o kadar ters düsüyordu ki, bu muhakkak kasten yapılıyordu, iste böyle hareket etmek kimin faydasına idi? Bu bir rastlantı eseri miydi?

Tekrar tereddüt içinde kaldım, incelemelerime devam ettim. Bir sürü olayları tek tek inceledikçe düsüncelerim tekrar rayına olurdu. Yahudilerin ahlak ve gelenek hakkında besledikleri düsünce çok korkunç bir seydi. Bu hususta kaldırımlar bana hayat dersi verdi ve

bu ders benim için çok acı oldu.

Yahudilerin fuhusta ve özellikle beyaz kadın ticaretinde büyük fol oynadıklarını tespit ettim. Bu kepazelik, Fransa'nın güneyindeki liman sehirleri bir kenara bırakılırsa, Batı Avrupa sehirlerinin hepsinden çok daha kolay Viyana'da incelenebilirdi. Aksam vakitleri Leopoldstad'ın dar ve tenha sokaklarında her adım basına birtakım insanlık için yüzkarası sahnelere sahit olunuyordu. Bu durum, savas sırasında Dogu Cephesi'nde savasan Alman askerlerince görülene kadar Alman milletinin büyük bir çogunlugu tarafından bilinmiyordu. Viyana'nın bataklıklarında faziletin, büyük bir nefretle karsılayıp, isyan edecegi bu dramın basarılı bir sekilde ve tam bir tecrübe ile o terbiyesiz ve her türlü histen yoksun Yahudilerce idare edildigini görünce vücudum bir sarsıntı geçirdi, sonra büyük bir hiddete gark oldum. Artık Yahudi meselesini aydınlıga çıkarmaktan korkmuyordum. Bunu kendime vazife

edinecektim. Medeni hayatın çesitli bölümlerinde ve güzel sanatların her türlü faaliyetlerinde Yahudi'yi teshis edip, ortaya çıkarmayı ögrendikçe, bu adi mahlûka rastlayacagım hiç ama hiç aklımdan geçirmedigim bir yerde onunla burun buruna geldim. Yahudilerin Sosyal Demokrasi'nin idarecisi oldugunu anladıgım zaman eski düsüncelerimden derhal sıyrıldım. Böylece hissiyatımla aklım arasında uzun süre devam eden mücadele sona erdi.

isçi arkadaslarımla olan günlük görüsmelerim sırasında onların herhangi bir meselede ne kadar kolaylıkla fikir ve kanaat degistirdiklerine dikkat etmistim. Bu degisiklikler isçi arkadaslarımda bir i-ki gün, hatta çogu zaman birkaç saat içinde oluyordu. Kendileri ile

karsılıklı konusuldugunda akla uygun fikirler besleyen kimselerin, gazetelerin baskısı altına girince, bu güzel fikirleri hep birden unutuvermelerine bir türlü akıl er diremiyordum. Bu durum her zaman beni ümitsizlige sevk ediyordu. Bu gibi kimselerle saatlerce konusup kendilerine ögütler verdikten sonra, artık tam bir fikri anlasmaya vardıgımıza kanaat getirdigime veya onları çürük fikirler hakkında aydınlattıgıma inandıgım için sevinç

duyarken, aradan 24 saat geçmeden ise tekrar baslamak gerektigini büyük bir acı ile görüyor- dum. Bütün çabalarım bosa gitmis oluyordu. Bu kimselerin manasız düsünceleri, kıyamete kadar sallanacak olan bir sarkaç gibi tekrar hareket noktasına gelmis oluyordu.

Kaderlerinden memnun degildiler. Bu isçiler, kendilerine acı darbeler indiren kaderlerine kızıyorlardı. Patronları, korkunç kaderlerinin birer zalim icracısı gibi görüyorlardı, onlardan nefret ediyorlardı. Hallerine hiç merhamet göstermeyen hükümet adamlarına küfürler savuruyorlardı. Bütün bunlar yiyecek fiyatları aleyhine gösteri yaparak, toplu halde caddelerden geçtikleri sıralarda yüzlerin den okunuyordu. Fakat bir türlü akıl erdiremedigim husus, bu isçilerin kendi milletlerine besledikleri kindi. Bunlar, milletimin büyüklügünü meydana getiren her seyi kötülüyorlar, tarihimizi kirletiyorlar ve ırkımızın büyük adamlarına

çamur atıyorlardı. Kendi soydaslarına, kendi yuvalarına, dogdukları vatana karsı gösterdikleri

bit düsmanlık, aklın kabul edemeyecegi bir seydi. Bu sekil hareket tabiata aykırı idi. Gerçi yollarını sasırmıs olan bu kimseleri dogru yola sevk etmek mümkündü. Fakat bu olumlu sonuç sadece birkaç gün veya bir iki hafta devam ederdi. Dogru yola sevk edilenlerden herhangi birine bir süre sonra rastlandıgında, onun tekrar eski duruma döndügü dehsetle görülüyordu.

Sosyal Demokrasi basınının özellikle Yahudiler tarafından kontrol ve idare edildigini zamanla fark ettim. Bu duruma özel bir mana veremiyordum. Keza diger gazetelerde de durum aynı

idi. ğu husus özellikle dikkatimi çekiyordu. Terbiyemin ve kanaatlerimin milli kelimesine verdigi manaya uygun düsecek sekilde hakikaten milli olabilen ve yazarları arasında

Yahudilerin bulundugu tek bir gazete yoktu. Artık kendi kendimi zorlayarak, Marksist basının yazılarını okumaya basladım. Bana öyle bir nefret duygusu verdiler ki sonunda bu hıyanet ve alçaklık koleksiyonlarımı meydana getirenleri daha yakından tanımak üzere harekete geçtim.

Bu heriflerin hepsi istisnasız Yahudi idiler. Temin edebildigim bütün Sosyal Demokrat brosürleri okudum, imza sahiplerinin hepsi de Yahudi'den baskası degildi. Hemen hemen her iste sef olanların isimlerini tespit ettim. Bunların çogu da Yahudi idi. Bazı milletvekilleri, sendikaların sekreterleri, parti baskanları veyahut sokak hareketlerinin liderleri hep o seçkin

(!) ırkın mensupları idi. Austerlitz, David, Adler, Ellenbogen ve digerleri... iste bu adları hiçbir zaman aklımdan çıkarmayacagım.

Artık bana karsıt olanların mensup bulundukları partinin kilit noktalarının yabancı bir milletin elinde oldugunu anladım. Çünkü her Yahudi, bir Alman olamazdı. Bunu kati olarak

ögrenince, çok rahat ettim. Böylece, ırkımızın seytanını artık biliyordum. Viyana'daki geçen

bir yıl içinde her isçinin dogru bilgi ve dogru açıklanın karsısında gerçegi teslim ettigini gördüm. Yavas yavas bu isçilerin doktrinlerine vakıf olmaya basladım. Bu doktrin sahsı

kanaatlerini ugrunda baslattıgım kavgada benim silahım oldu. Böylece basarı daima tarafımda

kalıyordu. Büyük halk topluluklarını zaman ve sabır hususunda büyük fedakarlıklar göstererek kurtarmak gerekti. Fakat bütün çabalarıma ragmen bir Yahudi'yi kendi

görüslerinden ve kanaatlerinden ayırmayı basaramadım. O günlerde Yahudileri inançlarının manasızlıgı hakkında aydınlatmaya çalısacak kadar aptallık ediyordum. Dar çevremde bogazım kuruyana ve dilimde tüy bitene kadar konusup duruyordum. Onlara Marksizm'in tehlikesini gösterebilecegimi sanıyordum. Fakat ters sonuçlar alıyordum. Çünkü Sosyal Demokratların gerek nazari ve gerek tatbikatta açık olarak elde ettikleri bu basarılar onların çalısma azimlerini kuvvetlendirmekten baska bir seye yaramıyordu. Ancak bu heriflerle ne kadar çok münakasa edersem, üslûplarını o kadar iyi arılayabiliyordum. Bunlar her seyden

önce, kendilerine karsı olanların akılsızlıklarına güveniyorlardı. Eger münakasa sırasında bir baska kaçamak yol bulamazlarsa o vakit kendilerine budala süsü veriyorlardı. Eger bu da

basarılı olmazsa, o zaman hiçbir sey anlamıyormus gibi davranıyorlardı. Bu durum karsısında biraz sıkıstırılırlarsa, o zaman da baska bir konuya geçiyorlardı. Bir sürü manasız laflar ediyorlar, eger itiraz edilmezse, bunlardan baska konular için deliller çıkarıyorlardı.

Üstlerine daha fazla gidilecek olursa, avucunuzdan kayıp kaçıyorlar ve artık hiçbir seye cevap vermez oluyorlardı. Kurtarıcı gibi etrafta dolasan bu heriflerin birini yakaladıgınızda sanki elinizde yapıskan ve cıvık bir madde tutmus gibi oluyor ve insana tiksinti veren bu madde parmaklarınızın arasından kayıp gittikten sonra, baska bir yerde tekrar toplanıp

sekilleniyordu, içlerinden bir ikisine fikirlerinizi kabul etmekten baska bir çare bırakmayacak sekilde kesin bir darbe indirdiginizde, ilerisi için bir ümit beliriyordu. Fakat aradan bir gün geçtikten sonra hayretler içinde kalıyordunuz. Yahudi yirmi dört saat önce olanları hiç hatırlamıyor ve baslangıçta oldugu gibi yine bos laflar edip duruyordu. Sanki aramızda hiçbir sey geçmemis gibi davranıyordu. Eger buna kızacak olur da kendisine izahat vermeye kalkarsanız, sasırmıs gibi yapıyor ve kesinlikle bir sey hatırlamadıgını söylüyordu. Yalnız bir sey hatırlamadıgını söylemekle kalsa yine iyi... Bir gün evvel iddialarının dogrulugunu ispat etmis oldugunu da ilave ediyordu.

Ben bu durum karsısında çogu zaman donup kalıyordum, insan bu heriflerin nesine hayret edecegine sasırıyordu. Acaba anlam112 sözlerin çokluguna mı, yoksa yalan söylemekteki ustalıklarına hayret edilmeliydi? Sonunda Yahudilere kin bagladım. Bütün bu Çekismelerin

iyi tarafı da vardı. Hiç degilse Sosyal Demokrasinin propagandacı liderlerim daha iyi ve yakından tanımıs oluyordum. bu milletimin istifadesine idi. iste bu yabancıların seytanı bile

sasır-Un ustalıklarına kurban giden isçilerimizin davranıslarına kim kızabilir? ğeytana pabucunu ters giydiren ırkın, hile dolu iddialarına karsı koymakta ben bile bin bir zahmet

çekiyordum. Biraz evvel söylediklerini az sonra inkar edenlere karsı galip çıkmak ne kadar lor

bir seydi, iste Yahudileri ne kadar yakından tanırsam, isçileri de ö kadar mazur görüyordum. Bence suçlu olanlar yalnız isçiler degil. Asıl suçlu olanlar halkımızın mukadderatına

acımanın, kesin bir sekilde adil kanunlarla isçilerin haklarını teslim etmenin, milleti kandıran ahlak bozucuyu duvara çakmanın zahmete degmez bir is oldugunu kabul edenlerdi. Her gün

üst üste yaptıgım tecrübeler beni Marksizm'in kaynaklarını :" Kastırıp bulmaya yöneltti. Artık Marksizm'in bütün ayrıntısı bence Rialûmdu. Dikkatli gözlerim bu doktrinin gelismesini rahat rahat |6rebiliyordu. Bu doktrinin doguracagı sonuçları önceden tahmin edebilmek için bir

parça muhakeme yapmak yetiyordu. Acaba bu ĞğĞ körükleyenler, eserleri son seklini aldıgı zaman meydana geleceklerden haberdar mıydılar? Yoksa bilmeden hatalı bir yolda mıydılar? Evet, simdi mesele bunu bilmekte ve tespit etmekte idi.

Kanaatimce bu iki ihtimalin ikisi de mümkündü, ikinci ihtilalde feci sonuca engel olmak için muhakeme kabiliyetine sahip herkesin harekete geçmesi bir görev idi. Ama birinci ihtimale

göre milletleri çamurun içine sokacak olan bu hastalıga sebep olanların hakiki birer, seytan olduklarını teslim etmek gerekirdi. Çünkü medeniyetin yerle bir olmasına ve dünyanın bir çöle dönmesine yol açacak bir teskilatı düsünmek ve onun planlarını yapmak için bir insim

dimagına degil de, yedi baslı bir canavar aklına ihtiyaç vardır. Bu durumda tek çare mücadele

etmekten ibaretti. Bu mücadele, inlim aklının saglayacagı her türlü silahlarla yapılmalıydı.

Evet, onların silahları ne olursa olsun bu mücadele yapılmalıydı. Hareketin prensiplerini daha

iyi anlayabilmek için bu faaliyeti sürdürenleri dikkatli bir sekilde incelemeye basladım.

Yahudi meselesi hakkındaki bilgilerim sayesinde hedefe tahminlerimden daha çabuk ulastım, Yahudi'nin anlatmak istedigini nasıl yazıp söyledigini ögrendim. Bunların usulü, her zaman kendi düsüncelerini saklamak için kullanılan bir seydi. Yahudi'nin gerçek gayesi hiçbir zaman yazının tamamında aranmamalıdır. Yahudi gayesini satırların arasında gizler, iste bu günlerde içimde büyük bir yenilesme meydana geldi. Eskiden enerjiden yoksun bir kozmopolit iken,

simdi taassup derecesine varan bir Yahudi düsmanı oldum. Böylece son defa olarak acı bir

hüzün vicdanımda dolastı. Yahudi milletinin tarih boyunca ortaya koydugu nüfuzunu dikkatle inceledim. Gayelerine akıl erdiremedigimiz bu küçük milletin son zaferim istememizi

birdenbire büyük bir endise ve acı ile düsünmeye basladım. Her an bir parça toprak için yasamıs olan bu millete, dünya acaba bir mükafat olarak mı vaat edilmisti? Bizim bekamız

için sahip oldugumuz mücadele hakkının gerçekten dayandıgı bir temeli var mıydı? Yoksa bu mücadele hakkı bizim zihinlerimizde mi gelisiyordu?

Marksizm'i inceden inceye tetkik ettigimde ve Yahudi milletinin faaliyeti ile mesgul oldugumda bu soruların cevaplarını mukadderatın kendisi verdi. Marksizm ve Yahudi faaliyeti tabiatın uydugu aristokratik prensiplerin hepsini reddediyordu. Bunlar kuvvet ve enerjinin sonsuz imtiyazı yerine sayının üstünlügünü kabul ediyorlardı. Marksizm, insanın kisisel degerini inkar ediyor, ırkın önemini tanımıyor ve böylece insanlıgı hayatı ve

medeniyeti için evvelce tayin edilmis sartlardan yoksun bırakıyordu. Eger bu doktrin dünya hayatının temeli kabul edilseydi, akla gelen bütün düzenlerin sonu gelmis olurdu. Böyle bir kanun düsüncelerimizin ötesinde kalan kainatta büyük bir karısıklıga sebep teskil ederse, bu geçici dünyada kendi toplulugu içinde ortadan çekilmesini gerektirmekten baska bir manası kalmazdı.

Eger Yahudi Marksizm'le bir zafer kazanırsa basına giyecegi taç, insanlıgın cenaze tacı

olacaktır, iste o zaman dünya, milyonlarca yıl önce oldugu gibi boslukta üzerinde bir tek insan kalmadan dönecektir.

Kendi emirlerine aykırı hareket edilirse, tabiatın intikamı korkunç olur. Bunun için ben Tanrı'nın istegine uygun hareket ettigime inanıyorum. Çünkü milletimi Yahudi'ye karsı müdafaa etmekle Allah'ın eserini müdafaa etmis oluyorum.

BÖLÜM 2

Genel fikirlere sahip olduktan, günlük meseleler hakkında sag-Um ve kesin fikir edindikten sonra karakter bakımından olgunlasan insan siyasi hayata atılabilir. Eger, saglam ve kati fikir edinememis ile, bir gün herhangi bir mesele hakkında aldıgı kararı degistirecek, yahut takip ettigi ve eksik bir sekilde bilgi edindigi bir doktrine baglanacaktır. Birinci hal karsısında kendine baglı olan taraftarlarını kaybedecektir. Liderin bu hatası, idaresi altında bulunan kimselerin hemen gözüne batacaktır, ikinci halde ise, lider yaydıgı fikirlere ne kadar az

inanırsa ve bunları haklı çıkarmak için ortaya koyacagı mütalaa ne kadar bos olursa, seçtigi vasıtalar da o kadar basitlesir. ı Sonunda siyasi görünümlerini, ciddi bir sekilde kendi sahsı ile somutlulugunu üzerine almaz. Halbuki insan, hayatını ancak inandıgı ğeylerin ugruna feda

eder. Bu arada kendine baglı olanlardan istedikleri seyler de, adi seyler olmaya baslar. Artık liderlikten çıkar ve politikacı olur. Bu tip siyasilerin gerçek ve yegane kanaatleri, kana- atsizlikten ibaret olur. Bu arada, bu gibilerin sahsında küstahlık ve yalan söylemek sanatı da toplanır.

Eger namuslu insanların oyları ile böyle bir kimse meclise girerse, bu kimsenin yapacagı is

"altın yumurtlayan tavugu" kendisi Ve ailesi için korumak üzere girisebilecegi mücadeleden ibarettir. Geçim derdi yüzünden siyasete atılan herkes onun en amansız düsmanı olacaktır. O her yeni harekette ve seçkinlesen her yeni adamın karsısında kendi korkunç akıbetini

görecektir.

Bu "parlamento tahtakurularından ilerde tekrar bahsedecegim. Bu arada hemen sunu da söyleyeyim ki otuz yasındaki bir adam için bütün ömür boyunca ögrenilecek daha birçok seyler vardır. Fakat bütün bunlar, o yasa kadar kazanılan umumi mefhumlar arasında bir doldurma, bir tamamlama isinden ibaret kalacaktır. Yeni yeni kazandıgı bilgiler, ana

prensiplerini bozmayacak ve hatta dagıtmayacaktır. Ondan bir sey ögrenmis olan taraftarları, ilerde birtakım lüzumsuz bilgilerle kafalarım doldurmus kimseler durumuna

düsmeyeceklerdir. Liderin fikri gelismesi taraftarlar için bir garanti ola çak, onun yeni alıntıları yalnızca doktrinlerinin olusumuna hizmet ve yardım edecektir. Ayrıca, bunlar

taraftarlarının nazarında, müdafasını yaptıgı fikrin dogrulugunun bir delili olacaktır. Yanlıslıgı tahakkuk eden ve bu yüzden umumi nazariyelerini terke mecbur kalan bir lider, bu durum karsısında siyasi ve genel bir harekette bulunmaktan kendini alıkoymalıdır. Çünkü kilit

noktalar üzerinde bir kere hataya düsen bir lider, ilerde de ikinci bir hata isleyebilir. Va- tandastan onu kabul etmesini, kendisine itimat beslemesini isteme ye hakkı yoktur.

Halbuki bu hususa pek az uyulmaktadır. Bu da kendilerinin siyaset yapmaya haklı olduklarını iddia edenlerin ne kadar adi kimseler olduklarım ortaya koyar.

Fakat bütün bu alçak adamların arasından seçkin bir adam çıkar mı hiç?

Siyasetle mesgul oldugumun farkındaydım. Fakat gene de kendimi ileri sürmeye çekmiyordum. Beni cezbeden seyleri küçük bir çevrede anlatıyordum. Böylece küçük bir

çevrede söz söylemenin faydalarını görüyordum, insanların son derece basit olan fikir ve ka- naatlerine nüfuz etmeyi ögreniyordum. Bunun için de en kısa zamanda kültürümü arttırmaya çalıstım.

Bu çalısmama Avusturya'da en uygun yer Viyana'dan baska bir yer olamazdı. O zamanki Almanya'ya kıyasla, ihtiyar Tuna Monarsi'sindeki siyasi isler daha çok ve daha ilgi çekici durumdaydı. Sadece Prusya'nın bazı kısımları, Hamburg ve Kuzey Denizi kıyıları bu görüsün dısında kalıyorlardı. Avusturya'daki Alman nüfuzu, bu devle tin kurulmasında sadece tarihi

bir rol oynamakla kalmamıs, aynı zamanda suni bir kurulus olan Habsbourglar

Imparatorlugu'nu yüz yıllar boyunca ayakta tutan manevi kuvveti de temin etmistir. Zamanla

bu devletin hayatı ve gelecegi imparatorlugun çekirdeginin saglıklı biçimde yasamasına daha yararlı oluyordu. Eger eskiden yonetimi babadan ogla geçen devletler, imparatorluk ve siyasi

hayat için devamlı olarak taze kan gönderen bir kalbi andırıyorlarsa, Viyanı da bu gövdenin beyniydi. Viyana'nın dıs görünüsü tahtına kurulmus bir kraliçe manzarası arz ediyordu. Bu hasmet Viyana'ya çesitli ırkları bir araya toplayan siyasi otoriteyi saglıyordu. Viyana güzellik

ile oradaki ihtiyarlık belirtilerini saklıyordu. Avusturya imparatorlugu'nun bünyesindeki milletler birbirleri ile kanlı mücadelelerle sarsılırlarken, yabancı devletler ve Almanya, Viyana'nın güzel hayalinden baska bir sey düsünemiyorlardi. Bu yıllarda Viyana son defa VI büyük bir gelisme gösterdigi için böyle bir hayalin beslenmesi normaldi. Basarılı ve dahi bir

belediye baskanının idaresi ile, ihtiyar Tuna Monarsisi'nin imparatorlarının hükümet merkezi, gözleri kamastıran genç bir hayata baslıyordu. Halkın arasından çıkarak dogu sınırını kolonize eden büyük Alman, nedense resmen devlet adam-Un arasına dahil edilmiyordu. Halbuki Dr. Lueger imparatorluk merkezinin belediye baskanı olarak her sahada basarılı oldu. Dr. Lueger ekonomik alanda, güzel sanatlarda tam bir basarı gösterdi. O günlerde ortalıkta dolasan

siyaset adamlarının hepsinden daha büyük bir devlet adamı oldugunu zorlu yollardan geçerek ispat etti. Eger Avusturya denilen millet iddiası yıkıldı ise de bu Dr. Lueger'in siyasi

kabiliyetine bir zarar getirmez. Çünkü on milyonluk çekirdek bir milletle, elli milyonluk bir devleti devamlı sekilde ayakta tutmak imkansız bir seydir. Yeter ki kesin ve belirli bazı düsünceler tam gerektigi anda meydana gelmis olsunlar.

Avusturyalı olan Almanın düsünceleri çok genisti. Büyük bir imparatorluk kadrosu içinde yasamaga alısmıstı. Bu durumdan meydana çıkan vazife alıskanlıgını ise hiçbir zaman

kaybetmemisti. Avusturya tacının küçük sınırlarının nihayetindeki devlette imparatorluk sınırlarını görüyordu. Talih onu Alman vatanından ayırmıstı. Bundan dolayı, ecdadının sonsuz çekismeler içinde dogudan koparmıs oldukları parçayı Alman olarak devam ettirmeyi, sahsı

için ezici de olsa görev kabul etmeye gayret gösterdi. Avusturyalı olan Almanların bütün kuvvetlerinin bir göreve yöneltilmedigi de bir gerçekti. Keza bazıları kalpleri ve hatıraları ile anavatana yönelmis degillerdi. Dogdukları memleketi düsünenler azınlıktaydı.

Avusturyalı olan Almanların görüsleri daha genis bir ufku kaplıyordu, imparatorlugun çesitli iktisadi islerim omuzlarlardı. Önemli tesebbüslerin hemen hemen tamamını ellerinde

tutarlardı. Müdürlerin, teknik elemanların ve hizmetlilerin büyük bir kısmı bunlardan çıkardı. Dıs ticaret hemen hemen Yahudilere ait idi. Yahudilerin el atmamıs oldukları sahalarda Avusturyalı Almanların is tuttukları görülürdü. Siyası yönden ise Devlet tamamen

Avusturyalı Almanlar tarafından ayakta tutulurdu. Askerlik hizmeti onu, dogdugu ilin küçük sınırlarından çok uzak yerlere gönderiyordu. Yeni kura erleri muhakkak ki bir Alman alayına hizmet ediyorlardı. Ama ne var ki bu Alman alayı Viyana'da veya Galiçya'da bulundugu

kadar, Hersek'te de üslenebilir di. Subayların büyük bir kısmı, kurmay heyeti gibi henüz

Almandı.

Güzel sanatlar ve ilim de Alman ürünüydü. Sadece modern sanat çalısmaları türünden

uydurma seyler hariçti. Bu sahte sanat eserlerini bir zenci milleti de yapabilirdi. Gerçek sanat eserinin ilhamına Almanlar sahiptiler. Viyana güzel sanatların bütün kollarında hiçbir zaman kuruma tehlikesi olmaksızın Tuna Monarsisi'nin sanat ihtiyacını saglayan ve bitmek bilmeyen

bir kaynaktı. Sözün kısası, Alman unsurları sayıları pek az olan Macarlar hariç tutulursa,

bütün dıs siyasetin ana diregi idiler. Ama bu imparatorlugu kurtarmak için yapılacak her sey manasızdı, çünkü gerekli olan esaslı sart ortada yoktu. Avusturya Ğmparatorlugu'nda çesitli milletlerin parçalanmayı saglamaya çalısan kuvvetlerine galip gelebilmek için tek çare vardı.

O da devleti merkeziyet usulüne göre idare etmekti. Eger dahili teskilatlanma çalısmaları sonuçsuz kalsaydı, bu basarısızlıgın sonucu olarak da imparatorluk yok olup gidecekti. Görüslerin henüz berrak oldugu devirlerde bu fikir devletin yüksek kademesinde tartısıldı. Fakat kısa bir süre içinde devletin federasyon usulüne daha yakın bir sekilde teskilatlanma çalısmaları sonuçsuz kaldı. Bu basarısızlıga sebep de imparatorluk içinde bir çekirdek sınıfın duruma hakim olmaması idi. Bu basarısızlıga Avusturya Devleti'ne özgü ve Bismarck tarafından Alman Reich'ı kuruldugu zaman görülmüs olanlardan tamamen farklı bazı iç

durumlar da eklendi. Almanya'da kültür bakımından müsterek bir temel oldugu için sadece siyasi geleneklerin üstün gelmesi söz konusuydu. Çünkü Reich, bazı küçük yabancı parçalar hariç tutulacak olursa sadece tek bir milletin temsilcilerini içeriyordu. Avusturya'da ise du- rum, bunun tam aksi idi. Avusturya'da, Macaristan göz önünde tutulmazsa her memleketli kendilerine has bir büyüklügün siyasi hatırası tamamen ortadan kalkmıstı, ya da bu belirli hatıralar, zamanın örtüsü altında silinmis VI fark edilmez hale gelmisti. Fakat bu duruma karsılık, milliyet prensibi ileri sürülünce, çesitli memleketlerde ırki egilimler güç kalındılar.

Bu egilimler milli devletler monarsisinin sınır boylarında filizlenmeye basladıgı için hedefe varması kolay olacaktı. Bu yerlerdeki ırklar toz halindeki Avusturya toplulukları ile aynı kandan veya yakın ırktan oldukları için, Avusturya toplulukları üzerinde Alman Avusturyalıların çekiciliklerinden çok daha büyük bir çekici kuvvete sahip oldular. Hatta Viyana bile bu mücadeleye dayanamadı.

Budapeste, gelismesi sonucunda bir sehir haline gelince, Viyana ilk defa olarak bir rakiple karsı karsıya kaldı. Bu rakibin görevi çifte monarsinin birligini korumak yerine, daha çok devletin sınırları içindeki milletlerden birini takviye etmek oldu.Kısa bir süre sonra Prag'da

aynı görevi yüklendi. Bunu Laibach takip etti. iste bu eski eyalet sehirleri, özel memleketlerin hükümet merkezleri mertebesine çıkarken ayrıca bir fikir hayatının merkezleri de oluyorlardı. böylece ırka dayanan siyasi içgüdüler bir derinlik kazandılar ve ruhi temellerin üzerine

oturdular. Elbet bir gün, çesitli ırkların ileri atılma arzuları, devletin müsterek menfaatlerinin

meydana getirdigi birlik olma kuvvetinden çok daha siddetli olacaktı, iste o zaman Avusturya bitecekti.

ikinci Joseph'in ölümünden sonra, bu gelisme açıkça kuvvetlenip, saglamlastı. Bu gelismeye, kısmen monarsik idarenin kendisi, kısmen imparatorlugun dıs durumunun ortaya koydugu durumlar sebep oldu.

Devletin korunması için kavgaya girisilecek ise, mücadele ciddi »lirette kabul edilmeli ve sebatlı bir çalısma ile saglam bir merkeziyetle hedefe ulasılmalıydı. Bunun için her seyden önce tek bir resmi dil kabul edilmeliydi. O ana kadar tamamen lafta kalmıs olan milli birligi tahkik etmeli idi. Devletin yasayabilmesi için gerekli teknik çareler hükümetin eline verilmeliydi.

Müsterek bir milli duygu ancak okul ve propaganda aracı ile ve çok uzun bir zamanda yaratılabilir. Bu hedefe ulasmak için on yıl, yirmi yıl yetmez. Yüzyılları göze almak gerekir.

Bu durum tıpkı sömürge kurma isinde oldugu gibidir. Sömürgelerin kurulmasında da sebat ve iktidar, sınırlı bir zaman içinde harcanan enerjiden çok daha önemlidir.

idarede mutlaka bir birligin gerekli oldugu üzerine ısrar edilmemelidir. Bütün bunlardan bir tanesinin bile yapılamadıgım, daha dogrusu neden yapılmak istenmedigini arastırıp bulmak, benim için çok faydalı oldu. Bu ihmalkarlıga sebep olan, imparatorlugun çökmesinin de tek sorumlusudur.

Yaslı Avusturya Ğmparatorlugu'nun hayatı, diger devlerden herhangi birinin hayatından çok, hükümetin kudret ve kuvvetine baglı idi. Avusturya'da milli bir devlet temeli eksikti. Böyle

bir devlet eger geregi gibi sevk ve idareyi elinde tutamazsa, daima ırki mensei dolayısıyla devamlılıgını, saglayabilecek bir kuvvete sahip bulunur. Irki devlet, bazı kereler nüfusunun tembelligi ve bunun olusturdugu direnme kuvveti sayesinde uzun, kötü idare devirlerine pek rahatsız olmadan sasılacak bir tahammül gösterebilir. Bir vücutta her türlü hayatiyet

kayboldugu ve bir ceset karsısında kalındıgı sanıldıgı zaman, bir ölü kabul edilen vücut ayaga kalkarak insanlara, hayatın kudreti ve kuvveti hakkında sasırtıcı belirtiler gösterebilir. Fakat çesitli topluluklardan meydana gelen, kan birligi ile kurulmayıp sadece müsterek bir pençenin idaresi altında olusan imparatorlukta ise is tamamen baska sekilde cereyan eder. idarede gösterilen her zaaf hareketi devletin topluluklarda, kıs aylarında uykuya yatan hayvan-

lardakine benzeyen bir uyusukluk meydana getirmez, is tam aksine cereyan eder. Her ırkta bulunan ve idarenin hakim oldugu devirlerde meydana çıkmaya fırsat bulamayan özel

içgüdüler harekete geçmeye baslar. Bu tehlike ancak yüzyıllarca devam eden müsterek bir terbiye, müsterek geleneklerle ve müsterek menfaatlerle hafifletilebilir. Bu bakımdan bu türlü devletler ne kadar yeni olurlarsa, hükümete ve rejime de o kadar baglanırlar.

Çok defa degerli devlet adamlarının eserlerinin devam etmedigi ve bu gibi kimseler ölünce de yok oldugu görülüyor. Yüzyıllar boyunca bu tehlike küçük görülmüs diye, simdi de küçümsenemez. Çünkü rejim zayıflayınca bu kuvvet tekrar uyanır.

Habsbourg Hanedanı'nı en büyük hatası iste bunu anlamamıs olmasıdır. Kader, bu hanedanın fertlerinden yalnız birine memleketin gelecegini aydınlatma imkanını verdi. Fakat sonunda

yine de mesale bir daha yanmamak üzere söndü. Alman milletinin imparatoru ikinci Joseph, atalarının basarısızlıklarını son anda tamir edemezse, hanedanının bir ırklar toplulugunun kasırgası içinde yok olacagım, büyük bir endise ve azap içinde anladı, insanların dostu olan ikinci Joseph atalarının yetersizliklerine karsı, insanlıgın üstünde bir kuvvet ile dayattı ve yüzyıllar boyunca devam ede gelen korkunç ihmali on yıl içinde tamire çalıstı. Eger kırk yıl daha çalısma imkanına sahip olsaydı, kendinden sonra gelen iki nesil de aynı ruh ve aynı sevkle çalısarak mucizenin meydana gelmesini saglayabilirdi. Ne yazık ki, on yıllık bir çalısmadan sonra her seyi ile bitkin bir halde öldügü zaman, eseri de kendisi ile beraber

topraga gömüldü.

ikinci Joseph'ten sonra gelenler ne irade ne de düsünceleri itibariyle bu isi basarabilecek

yapıda degillerdi. Yeni zamanın ilk devrim hareketleri Avrupa'da basladıgı zaman, Avusturya içinden yavas yavas tutusmaga basladı. Sonunda yangın patlak verince; alevler toplumsal,

politik veya sınıf farkı sebeplerinden çok, ırk kaynagından çıkan ve gelisen hamlelerle büyüdü.

1848 devrimi, Avrupa'nın her tarafında bir sınıf mücadelelerinin baslangıcı olurken, Avusturya'da yeni bir ırklar mücadelesinin baslangıç noktasını teskil etti. Alman milleti ise bu ihtilalin kaynagını unutarak veya görmeyerek kendi hedefine kosarken, kendi mahkumiyetini imzalıyordu.

Daha baslangıçta ortak bir dil ortaya konmadan kabul edilen parlamento, temsili monarsi

rejimi içinde Alman üstünlügüne ilk darbeyi indirdi. Fakat bu darbenin indirilmesi ile devletin kendi de mahvoluyordu. iste böylece ortaya çıkan sonuç bir imparatorlugun çöküs tarihinden baska bir sey degildi. Bu çöküsü takip etmek çok faydalı bir ders oldugu kadar, heyecan verici

bir seydi de... Sonunda tarihin kararı bin bir çesit ayrıntının arasından meydana çıktı. Avusturyalıların çogu yıkılmanın bariz isaretleri arasında yollarına körler gibi devam ediyorlardı. Bu sanki ilahların Avusturya'yı yok etmek istediklerini ispatlayan bir seydi.

Bu kitabın konusuyla ilgili olmayan ayrıntıya girmek istemem. badece, ırkların ve devletlerin yok olmalarının sebeplerini teskil eden ve henüz tazeligi muhafaza eden olayları, siyasi görüslerimde bir temel nokta oluslarından dolayı daha derin ve ayrıntıya inerek incelemek niyetindeyim. Avusturya Monarsisi'nin kafası üzerine devrilmesini burjuvaların pek az

basiretli olan gözlerinde bile haklı çıkarabilecek müesseselerin basında, parlamento geliyordu.

Bu müessesenin görünüse göre örnegi klasik demokrasi memleketi olan Ğngiltere'de idi. Orada basarılı olan bu müesseseyi pek az degistirerek Viyana'ya getirdiler ve adına Reichstag

dediler.

Ğngilizler iki meclis sisteminin senligini yaparlarken, "bina"lar birbirlerinden bir parça farklı idiler. Bir zamanlar Barry, Taymis Nehri'nin dalgaları içinden parlamento binasını yükseltirken, Britanya Ğmparatorlugu'nun tarihinden faydalandı ve binanın 1200 bölümü ile konsil ve sütunlarının süslerini oradan aldı. Heykeller ve tablolar Lordlar ve Avam Kamaralarını ingiliz milletinin san ve serefinin mabedi haline getirdi.

iste Viyana için ilk zorluk bu noktada çıktı. Danimarkalı Han-sen, milleti yeni temsil eden müessesenin mermer sarayının son "pignon"unu bitirdiginde bu binanın süslemesini eski çaglardan ödünç aldı. Sonunda "Batı Demokrasisi"nin tiyatroyu andıran binasını, Yunan ve Roma devlet adamları ile filozofları süsledi. Alaylı bir benzetis gibi binanın üstünde yükselen

"guadrige'ler dört-bir yana dogru atılarak, içteki faaliyetin dısardan görünüsünü en iyi sekilde çizmis oldular.

Milletler, bu süslemeyi bir hakaret ve tahrik unsuru sayarak bu binada Avusturya tarihine

saygı gösterilmesine razı olmayabilirlerdi. Ancak bu bina, Reich'ta da oldugu gibi, Viyana'da

da Dünya Savası'nın gürültüleri arasında Alman milletine takdim edilebildi.

Daha yirmi yasımda yokken ilk olarak Meclisin bir celsesini takip için Franzensring Sarayı'na girdigim zaman büyük bir tiksinme hissinin pençesine düstüm. Meclisten zaten nefret ediyordum. Bu nefret bir müessese sıfatıyla nefret degildi. Liberal davranıslarım bana baska

bir hükümet sekli düsünmeme imkan vermiyordu. Herhangi bir diktatörlük fikri Habsbourg Hanedanı'na karsı olan durumumla kıyaslanınca bana hürriyet, akıl, mantık aleyhinde bir hıyanet gibi görünüyordu, Ğngiliz parlamentosuna karsı duydugum hayranlıgın bunda büyük payı vardı. Bu hayranlık, gençligimde okudugum gazetelerin üstümde bıraktıkları tesirden

doguyordu. Avam Kamarası'nın Ğngiltere'de üstüne düsen görevleri ciddiyetle yerine getirmesi

ve bu durumu Alman basınının övücü yazılarla anlatması bende büyük bir etki yapmıstı. Bir milletin kendi kendini idare etmesinden daha yüksek bir hükümet sekli düsünülebilir mi? Avusturya Meclisi'ne karsı olusuma sebep, hatalarına serefli örneginde tesadüf edilmemesi

idi. Bu arada yeni bir delil daha tespit ettim. Gizli ve genel oy usulünün kabul edilmesine

kadar mecliste küçük de olsa bir Alman çogunlugu vardı. Bu durum insanı düsündürüyordu. Çünkü milli bakımdan Sosyal Demokrasi'nin süpheli tutumu, Alman milletinin bir menfaati

söz konusu oldugu zaman onu daima milletimin aleyhine olan kararları tercih etmeye zorluyordu. Bu egilim, ekalliyeti (yabancı milletleri) kaybetmek korkusundan ileri geliyordu. Demek ki, Sosyal Demokrat Parti'si daha o zamanlarda, Alman partisi olarak kabul

edilemezdi. Fakat genel oy usulünün kabulü ile sayıca Alman üstünlügüne son verdi. Sonunda

Almanlıgı yok etmeye fırsat hazırladı.

Artık bundan sonra benim içgüdüme dayanan muhafazakarlıgını, içinde Alman olan her seyin savunulması gerekirken aslında savunmak söyle dursun, hıyanete ugrayan halkın meclisi ile

hiç bagdasmıyordu.

Bu kusur, oy usulünden çok Avusturya Devletinin kendinde idi.Ğhtiyarlamıs devlet, mevcudiyetini muhafaza ettigi müddetçe, Alman milletinin mecliste birinci derecede bir mevki elde edebilmesine hiçbir zaman imkan vermeyecekti.

Ğtibara layık oldugu kadar tarafımdan kabul olunan böyle bir

yere, ilk defa olarak bu ruhi durum içinde girdim. ğunu da belirteyim ki, ben buraya gelirken binanın muhtesem asaleti karsısında bir

saygı besliyordum. Bu bina Alman toprakları üstünde bir Yunan harikasıydı.

Birden sahit oldugum olay karsısında isyana kapıldım. Önemli bir iktisadi meseleyi görüsmek üzere birkaç yüz halk temsilcisi toplunu halindeydi. Çekilen nutukların fikir bakımından degerleri yok denecek kadar basitti. Bazı halk temsilcileri Almanca yerine ana lisanları olan Slavca, bazıları da mahalli lehçe ile konusuyorlardı. Bu karmakarısık topluluk çesitli ses ve edalarla birbirlerinin sözlerini kesiyordu. Bu arada bir ihtiyar da durmadan çıngıragı çalarak ögütlerle, halk temsilcilerini sükûta davet ediyor, meclisin haysiyetini korumaya çalısıyordu. Dogrusu gülmekten kendimi alamadım. Birkaç hafta sonra tekrar geldigimde daha baska bir manzara ile karsılastım. Salon bombostu, içerdekilerin bir kısmı uyuyordu. Biri de kürsüye çıkmıs nutuk veriyordu. Bir baskan vekili güya oturumu idare ediyordu. Salona bakıldıgında

bir can sıkıntısı görülüyordu.

Zaman buldukça meclise gitmeye devam ettim. Bu acınacak devletin vatandasının seçtigi halk temsilcilerinin çalısmalarını takip ediyor, az çok zeki buldugum bir simayı incelemeye çalısıyordum. Sonunda mesele hakkında sahsi bir fikrim oldu. incelemelerim bende, daha

önce bu müessese hakkında besledigim olumlu kanaatlerimin degismesine ve reddedilmesine yol açtı.

Artık meclisin Avusturya'da aldıgı adi biçime degil, meclislerin kendileri aleyhinde bulunuyordum. Bu zamana kadar bütün hatanın ve eksikligin mecliste bir Alman

çogunlugunun mevcut olmamasından ileri geldigini zannetmistim. Böylece zihnimde bir sürü sorular belirdi.

Demokrasinin temeli olan çogunlugun kararı prensibi ile tanısmaga basladım. Milletlerin temsilcileri sıfatıyla görev yapan kimselerin fikri ve ahlaki degerlerim ciddi bir dikkatle tetkik ediyordum. Böylece hem müessese hem de o müesseseyi meydana getiren kimseleri ögreniyordum. Birkaç yıl içinde son zamanların en meshur tipi, bütün teferruatı ve açıklıgı ile gözlerimin önüne serildi. Bu tip parlamento üyesi idi. Hayalimde canlanan sekil o günden beri esasları hiçbir degisiklige ugramadı. Böylece gerçek hayattan alınan dersler, beni bazı

kimselere az da olsa cazip gelen, fakat insanlıgın çöküsünde rol oynayan sosyal bir nazariye içinde yolumu kaybetmekten kurtardılar. Bugünkü Batı Avrupa'da, demokrasi Marksizm'in

bir müjdecisidir. Kanaatimce Marksizm'i demokrasisiz tasavvur etmek imkansızdır. Bence demokrasi bu dünya vebası için bir çogalma alanıdır. Bulasıcı hastalıgın mikropları bu alan üzerinde çevreye yayılmaktadır.

Marksizm bütün ifadesini o düsük cenin halindeki parlamentoculukta bulur. Bu parlamentoculukta; her türlü ilahi kıvılcım, yogrulmus olan çamura can vermekten maalesef uzak kalır. Kaderime, bu konuyu bana Viyana'da bulundugum günlerde inceleme fırsatı

verdiginden dolayı minnettardım. Çünkü aynı günlerde Almanya'da bu konuyu kolayca

çözümleyivermem mümkündü. Eger parlamento denilen bu müessesenin gülünç yüzünü Berlin'de tespit etseydim, hiç süphe yok ki bu ana kadar kazandıgım fikirlerin yarısını bile ög- renemeyecektim. Neticede, dısardan gözüken sebeplere dayanarak, halkın ve Reich'm kurtulusunu imparatorluk fikrinin takviye edilmesinde görenlerin safına geçecektim. Halbuki

bu adamlar vaktin gelip gelmedigini bilmedikleri için bu kurtulusu da tehlikeye düsürüyorlar

di.

Avusturya'da ise her hatadan digerine bu kadar kolaylıkla düsmekten çekinmege gerek yoktu. Çünkü parlamento bir deger tasımıyorsa Habsbourglar da ondan geri kalmıyorlardı, hatta

belki de çok daha asagı idiler. Parlamentoculugu reddetmekle her sey halledilmis olmuyordu. Mesele bütün güçlügü ile ortada duruyordu. Reichstag'ı (Parlamentoyu) ortadan kaldırmak, hükümeti yöneten bir kudret olarak yalnız Habsbourg Hanedanı'nı tek basına bırakmak

demekti. Bu ise özellikle benim için kabulü imkansız bir fikirdi. Bu özel meseleyi çözmekteki zorluk, beni bu meselenin içine dalmaya zorladı. Eger bu böyle olmasaydı, o günkü

gençligimle muhakkak ki bu isi yapamazdım.

Beni en çok düsündüren bir husus vardı: Bu hiç kimseye bir sorumluluk yüklenmeyeceginin açıkça ilan edilmesi idi. Parlamento 'herhangi bir hususta karar alıyordu. Eger bu karar feci sonuçlar doguracak olursa, bu karardan dolayı kimse sorumlu tutulamıyordu. Esi görülmemis feci bir sonuçtan sonra ya hükümet istifa ediyor ya da parlamento feshediliyordu. Bu bir sorumluluk kabul etmekmiydi? ğahıslarda meydana gelen ve devamlı sallanan çogunlugun sorumlu tutulması hiç mümkün olur mu? Sorumluluk, eger belirli bir kimse tarafından omuzlanmamıs ise, bu iste bir mana var mıdır? Dogusu ve yapılısı bir sürü sahısların irade ve egilimine baglı olan faaliyetlerden dolayı bir hükümet baskanını sorumlu tutmak mümkün

olur mu?

Bugüne kadar yapılan tatbikat, devlet islerini sevk ve idare eden bir sahsın, bir plan hazırlayıp bunun kıymetini bos kafalı koyun sürüsüne izah edip, bu heriflerin lütufkârane onaylarını almaktan baska bir sey midir?

Devlet adamı olmak demek, ikna etme sanatına ve büyük prensipleri anlama ile, büyük kararları çıkartma hususunda diplomasi incelige sahip olmak mıdır?

Eger bir devlet adamı belirli fikre, yapısı bir tümörü andıran bir meclisin çogunlugunu çekemezse ve bunda basarılı olamazsa, bu o devlet adamının kabiliyetsizligini mi ortaya

koyar? Acaba bir sürü herifin, bir devlet adamım büyük bir basarı göstermeden bulmus ol- dukları vaki midir?

Bu ölümlü dünyada, büyük bir deha tarafından yapılan bir icraat halkın ataletine karsı hücumu andıran bir hareket degil midir?

iste bu durumda, planları böyle bir kalabalıgın onayını alamayan bir devlet adamı ne yapmalı? Para mı dagıtmalı? Yoksa vatandaslarının hayati önemini kabul ettigi görevleri yapmaktan

vazmı geçmeli? Böyle bir durum karsısında kalan karakter sahibi devlet adamı, iyi veya namusluca kabul ettigi sey arasındaki zıddiyeti ne sekilde halletmeli? Bu noktaya gelindiginde topluluga karsı olan görevi ve namus gereklerim birbirinden ayıran sınır nerededir? Gerçek

bir devlet adamının, kendisini sadece o anın gereklerini düsünen bir politikacı seviyesine indiren hükümet usullerinden kaçınması gerekmez mi?

Bunun aksi olarak, eger lider bir politikacı ise sorumlulukları hiçbir zaman kendisinin tasımayacagını ve bu yükün bir grup insana ait oldugunu düsünüp birtakım ayak oyunları yapmaya nefsini zorunlu hissetmeyecek midir? iste bizim "parlamento çogunlugu" prensibimiz özellikle sef fikrini zedelemeyecek midir?

Acaba hâlâ, insanlıgın gelismesinin bir adamın kafasından degil de, çogunluktan olduguna inanan var mı? insanlıgın bu bas sartından gelecekte kurtulmanın mümkün olacagı iddiasına kalkısan mı var? Halbuki bu husus her zamankinden daha zorunlu degil mi?

Eger çogunlukların iktidarı yolundaki parlamento prensibi, tek bir adamın otoritesi prensibine

üstün çıkar ve sefin yerine sayı ve kütle hakim olursa, bu tabiatın aristokratik prensibine ters düser. Bu modern parlamento prensibinin ne feci neticeler getirdigini, Yahudi basının okuyucuları, eger daha hür bir sekilde düsünmeyi ve hüküm vermeyi ögrenmemislerse pek

zor anlarlar.

Bu müessese, siyasi hayatı akla gelmeyecek birtakım küçük olaylar ile bogmak için bir vesiledir. Mesela, gerçek bir devlet adamı kendisini siyasi faaliyetten ne kadar uzak tutarsa,

bu durum adi heriflere o kadar güzel gelir ve onları mest eder. Fakat çogu zaman bu siyasi faaliyet, çogunlugun sevgisini kazanmak için çesitli pazarlıklara dönüsür.

Mesela günümüzde, bir deri tüccarı fikren ve bilgi yönünden ne kadar sınırlı olursa, kamuyu ilgilendiren ticari faaliyetinin bütün adiliklerini ne kadar çok bilirse, kendisinden büyük bir canlılık ve büyük bir deha istemeyen bir hükümet sistemini adi bir köylü kurnazlıgı ile o

kadar çok takdir eder. Böyle bir aptal sorumluluklarının yükünden korku duymaz. Yaptıklarını hiç umursamaz. Çünkü bilir ki, siyasi saçmalıklarının sonucu ne olursa olsun,

kaderin kendisine tayin ettigi ölüm günü degismeyecektir. Böylece günü geldigi vakit yerini

bir baska herife terk edecektir. Seçkin devlet adamlarının sayıları, her birinin ferdi degerleri düstügü nispette çogalmaktadır. Bu da çöküsün açık isaretlerinden biridir. ğu husus özellikle bilinmelidir ki, bir yandan degerli kafalar, aciz, basit yapılı gevezelerin haysiyetsiz

sekreterleri olmaktan kendilerini alıkoyarlar ve öte yandan da Çogunlugun, yani ahmaklıgın temsilcileri degerli bir sahsa kin beslerler.

'' Adi bir meclis daima degeri kendi degerine esit olan bir sef tarafımdan sevk ve idare edildigini bilmekle bir çesit teselli duyar, 'fundan dolayı herkes, arada sırada kendi zekasının parlaklıgını göstermek için madem ki Pierre sef olabiliyor, neden Paul da olmasın 'demeye baslar. Bu arada demokrasinin ruhundan bir rezalet seklin ortaya çıkan bir olay görülür. Bu olay, sözde amir durumunda itonların bir kısmında teshis edilen korkaklık ve yüreksizliktir.

Bu kimseler için önemli bir karar almak mevkisinde bulundukları zaman bir çogunlugun himayesi altına girmeleri ne büyük bir talihtir. Siyaset fukaraları, bütün kararlarından evvel çogunlugun onayını ilenirler ve böylece kendileri için gerekli olan "suç ortaklarım"

saglayarak her türlü sorumluluktan ellerini ovusturarak sıyrılırlar. Dog-tU adam, karakter sahibi namuslu adam bu çesit siyasi faaliyet usullerine karsı husumet ve nefret beslemekten

baska bir sey yapmaz. ĞÜ usuller bütün adi karakterleri kendilerine çeker. Her türlü hareketin doguracagı sorumlulugu kabulden çekinen ve daima kendisini her seyden masum kılmaya

çalısan bir kimse, bir sefil ve bir alçaktan farksız degildir. Bir milleti sevk ve idare edecek müessese, bu kabil kimselerden olusursa, kısa zaman içinde vahim neticeler ortaya çıkar.

Artık cesaretle hareket etmek yoktur. Bilakis bir karara Varmak için bir güç sarf etmektense küfürlere maruz kalmak tercih edilir. Eger seri ve ani bir karar almak gerekiyorsa bir kimse sahsını ortaya koyup bu ise önder olmaz.

Bir husus vardır ki, bunu hatırdan çıkarmamak ve göz önünde herifin, bir devlet adamını büyük bir basarı göstermeden bulmus oldukları vaki midir?

Bu ölümlü dünyada, büyük bir deha tarafından yapılan bir icraat halkın ataletine karsı hücumu andıran bir hareket degil midir?

iste bu durumda, planları böyle bir kalabalıgın onayım alamayan bir devlet adamı ne yapmalı? Para mı dagıtmalı? Yoksa vatandaslarının hayati önemini kabul ettigi görevleri yapmaktan

vazmı geçmeli? Böyle bir durum karsısında kalan karakter sahibi devlet adamı, iyi veya namusluca kabul ettigi sey arasındaki zıddiyeti ne sekilde halletmeli? Bu noktaya gelindiginde topluluga karsı olan görevi ve namus gereklerini birbirinden ayıran sınır nerededir? Gerçek

bir devlet adamının, kendisini sadece o anın gereklerini düsünen bir politikacı seviyesine indiren hükümet usullerinden kaçınması gerekmez mi?

Bunun aksi olarak, eger lider bir politikacı ise sorumlulukları hiçbir zaman kendisinin tasımayacagını ve bu yükün bir grup insana ait oldugunu düsünüp birtakım ayak oyunları

yapmaya nefsini zorunlu hissetmeyecek midir? iste bizim "parlamento çogunlugu"

prensibimiz özellikle sef fikrini zedelemeyecek midir?

Acaba hâlâ, insanlıgın gelismesinin bir adamın kafasından degil de, çogunluktan olduguna inanan var mı? insanlıgın bu bas sartın dan gelecekte kurtulmanın mümkün olacagı iddiasına kalkısan mı var? Halbuki bu husus her zamankinden daha zorunlu degil mi?

Eger çogunlukların iktidarı yolundaki parlamento prensibi, tek' bir adamın otoritesi prensibine üstün çıkar ve sefin yerine sayı ver kütle hakim olursa, bu tabiatın aristokratik prensibine ters düser Bu modern parlamento prensibinin ne feci neticeler getirdigini, Yahudi basının okuyucuları, eger daha hür bir sekilde düsünmeyi ve hüküm vermeyi ögrenmemislerse pek

zor anlarlar.

Bu müessese, siyasi hayatı akla gelmeyecek birtakım küçük olaylar ile bogmak için bir vesiledir. Mesela, gerçek bir devlet adanı ı kendisini siyasi faaliyetten ne kadar uzak tutarsa,

bu durum adi heriflere o kadar güzel gelir ve onları mest eder. Fakat çogu zaman bu siyasi faaliyet, çogunlugun sevgisini kazanmak için çesitli pazarlıklara dönüsür.

Mesela günümüzde, bir deri tüccarı fikren ve bilgi yönünden ne kadar sınırlı olursa, kamuyu ilgilendiren ticari faaliyetinin bütün adiliklerini ne kadar çok bilirse, kendisinden büyük bir canlılık ve büyük bir deha istemeyen bir hükümet sistemini adi bir köylü kurnazlıgı ile o

kadar çok takdir eder. Böyle bir aptal sorumluluklarının yükünden korku duymaz. Yaptıklarını hiç umursamaz. Çünkü bilir ki, siyasi saçmalıklarının sonucu ne olursa olsun,

kaderin kendisine tayin ettigi ölüm günü degismeyecektir. Böylece günü geldigi vakit yerini

bir baska herife terk edecektir. Seçkin devlet adamlarının sayıları, her birinin ferdi degerleri düstügü nispette çogalmaktadır. Bu da çöküsün açık isaretlerinden biridir. ğu husus özellikle bilinmeli-ki, bir yandan degerli kafalar, aciz, basit yapılı gevezelerin haysiyetsiz sekreterleri olmaktan kendilerini alıkoyarlar ve öte yandan da çogunlugun, yani ahmaklıgın temsilcileri degerli bir sahsa kin beslerler.

Adi bir meclis daima degeri kendi degerine esit olan bir sef tarafindan sevk ve idare edildigini bilmekle bir çesit teselli duyar. Undan dolayı herkes, arada sırada kendi zekasının parlaklıgını göstermek için madem ki Pierre sef olabiliyor, neden Paul da olmasın demeye baslar. Bu

arada demokrasinin ruhundan bir rezalet seklini ortaya çıkan bir olay görülür. Bu olay, sözde amir durumunda Utların bir kısmında teshis edilen korkaklık ve yüreksizliktir. Bu iseler için önemli bir karar almak mevkisinde bulundukları zaman bir çogunlugun himayesi altına girmeleri ne büyük bir talihtir. iset fukaraları, bütün kararlarından evvel çogunlugun onayını

dilenirler ve böylece kendileri için gerekli olan "suç ortaklarını" saglayarak her türlü sorumluluktan ellerini ovusturarak sıyrılırlar. Dogru adam, karakter sahibi namuslu adam bu çesit siyasi faaliyet usullerine karsı husumet ve nefret beslemekten baska bir sey yapmaz. Bu usuller bütün adi karakterleri kendilerine çeker. Her türlü hare-tin doguracagı sorumlulugu kabulden çekinen ve daima kendisini her seyden masum kılmaya çalısan bir kimse, bir sefil

ve bir alçaktan farksız degildir. Bir milleti sevk ve idare edecek müessese, bu kabil kimselerden olusursa, kısa zaman içinde vahim neticeler ortaya çıkar. Artık cesaretle hareket

etmek yoktur. Bilakis bir karara varmak için bir güç sarf etmektense küfürlere maruz kalmak tercih edilir. Eger seri ve ani bir karar almak gerekiyorsa bir kimse sahsım Kıya koyup bu ise önder olmaz.

Bir husus vardır ki, bunu hatırdan çıkarmamak ve göz önünde tutmak gerekir. Çogunluk

hiçbir zaman bir kisinin yerine geçerli olamaz. Çogunluk, ahmakları oldugu kadar alçakları da temsil eder. Saman dolu yüz kafa nasıl ki, hiçbir zaman bir akıllı kisiye esit olamazsa, yüz

korkak adamdan da hiçbir vakit kahramanca bir karar beklenemez. Hükümet baskanları büyük mesuliyetlerden kaçtıgı müddetçe, kendilerini milletin hizmetine arz etmeye layık gören kimselerin sayısı da artar. Onların safa geçip sıralarını beklemelerine, hiçbir sey engel olamaz. Kendilerinden evvel olanları endise- ile takip ederler ve gayelerine erismeleri için muhtaç oldukları saatlerin miktarını bile hesaba katarlar. Göz konan bir mevkiinin bosalması atesli bir

surette temenni edilir. Kendi saflarında seyreklik meydana getiren her türlü rezaletten

memnun kalırlar. Eger aralarından biri daha önceden kazanılmıs duruma dört elle sarılacak olursa, bunu birligin kutsal anlasmasında bir duraklama kabul ederler, iste o zaman bir hayli kızıp, darılırlar. O yüzsüz herif sonunda mevkisinden düsüp de, sıcak sıcak duran sandalyesinden yararlanmak için kendilerine yol açılmadıkça rahat edemezler.

Artık bir kere düsmüs olan, bir daha aynı yere çıkacak durumda degildir. Çünkü sandalyelerini kaybeden bu suratsız heriflerin yapacakları sey, yerlerine göz dikenlerin

safında kendilerini karsılayan küfür ve bagrısmaların elverdigi oranda bir yere ilismektir. Bü- tün bunlar devletin en önemli mevki ve hizmetlerini gerçeklestirenlerin korkunç bir süratle

gelip geçmelerine sebep olur. Bunun sonucu ise fecidir. Çünkü meclis ahlak ve usulüne kurban gidenler yalnız aptallar ve ehliyetsiz olanlar degildir. Bir gün sans hakiki lider adını

tasımaya layık birini o mevkie getirirse, onu bekleyen akıbet de aynı olacaktır. Hatta böyleleri daha fazla kurban olurlar. Bir lider kendini gösterir göstermez ona karsı siddetli bir mücadele baslar. Eger, yüksek bir mevkie giren kuvvetli bir lider mevkiinin çevresi içinden çıkmamıssa onu bekleyen sonuç pek parlak olmaz. Ahmaklar o mevkide yalnız kendilerinin bulunmasını isterler. Samanla dolu kafalar, aralarında bir deger ifade eden bir kafaya tahammül edemezler

ve ona karsı müsterek bir kinle hücuma geçerler.

Birçok hususlara cevap vermekten yoksun olan içgüdüleri bu durumda net bir görüse kavusur. Bunun sonucu olarak idareci sınıf gitgide zeka fukaralıgına ugrar. Eger insan bu sefler güruhundan degilse, milletin ve devletin bu yüzden ne büyük zararlara ugrayacanı

hesaplayabilir, iste böyle bir parlamento rejimi, eski Avusturya için gerçek bir mikrop çogaltma laboratuarı idi.

Basbakanları, imparator veya kral tayin ediyordu. Fakat o her ğifasında meclisin iradesinin ifadesini yerine getiriyordu. Bakanlık-||r için pazarlık yapılıyordu. Her sahsın yerine kısa zaman içinde bir baskası bulunuyordu. Bu, artık bir çesit kosu halini alıyordu.

defasında seçilen sahsın degeri bir evvelkinden daha az oluyor-

En sonunda is döndü yuvarlandı, küçük parlamento bitleri ti-dayandı. Bu bitlerin siyasi degerleri ve iktidarları, her seferinde çogunlugu tekrar saglamayı, yani o küçük siyasi isleri düzenlemeyi bilmek hüneri ile ölçülür. Bunların bu basit çalısmalarında bir vardır. Bütün bu dalavereli isleri için Viyana devam en iyi bir okuldur.

Bu halkın temsilcilerinin kendi bilgi ve kabiliyetleri ile çözüm-ek zorunda kaldıkları meselelerin güçlüklerini de ölçüp biçiyordum. Bunun için milletvekillerinin fikri ufuklarının

genisliklerini de yakından takip etmek gerekiyordu, iste bu da yapılınca artık bullak

yıldızların kamu hayatına ait gökyüzünde ne sekilde kesfedileceklerine kayıtsız kalınamazdı. Bu sirin heriflerin gerçek deger ve Ğlliyetlerini vatan ve millet hizmetinde ne sekilde kullandıkları, siyasi faaliyetlerinin asıl tekniginin ne oldugu esaslı sekilde tetkike deger bir husustu.

Parlamento çalısmaları, sahıslar ve olaylar, derinlikleri görebilen bir objektifle, bir hatır gözetilmeden incelendiginde tam anlamıyla esef verici bir durum arz ediyordu. Taraftarlarının herhangi 1 meseleyi incelemek veya bir husus hakkında vaziyet almak için, bir temel yokmus

gibi bir iki cümle basında devamlı olarak ima ettikleri objektiflik, parlamento müessesesine karsı gayet yerinde bir usuldü. Bundan dolayı bu heriflerin, kendilerini ve adi hayatlarını inceleyelim. Tetkik sonunda hayret verecek sonuçlara varacagız.

Tarafsız bir biçimde incelenmisse, meclis prensibi kadar yanlıs bir prensip olamaz. ğimdi de

"halk temsilcileri"nin seçilmelerinin ne Siklide yapıldıgım inceleyelim. Milletvekillerinden her birinin her-Hangi bir basarısı, bir milletin istek ve dertlerinden ancak pek küçük bir

bölümünü tatmin ettigi asikardır. Halk toplulugunun siyasi zekası, isteklerini yerine getirecek, milletin dertlerine derman bula çak kabiliyetli siyasileri bulup meclise yollamaya kafi

degildir. "Kamuoyu" dedigimiz seyin içinde bir milletin fertlerinin sahsi tecrübelerine ve bilgilerine pek az miktarda tesadüf ederiz. Kamuoyunun büyük bölümü dısardan tahrik

edilerek hazırlanır. Bu hazırlama'! gazeteler, verdikleri haberlerle ve ikna kuvvetleri ile gayet

güzel ya parlar.

Herkesin dini kanaatleri, terbiyesinin ürünüdür. Bunlar insanın vicdanında uyuklar bir

haldedir, iste halk toplulugunun kamuoyu da, ruhun ve düsünce gücünün çogu zaman devamlı

ve derin bir surette hazırlanmasının sonucudur.

Propaganda kelimesi ile anlatılan bu "siyasi terbiye"de en büyük hisse basına düser. Basın verdigi haberlerle halkın orta yaslıları için bir tür okul hüviyetine bürünür. Fakat bu basın birtakım kötü kuvvetler tarafından idare edilir. Viyana'da halkı terbiye etmeye mahsus bir vasıtanın sahiplerini ve yapanları incelemeye fırsat buldum.

ilk duydugum hayret, devletin içindeki bu zararlı kuvvete halkın en gerçek ve en tabii egilimlerine ters düsse bile, belirli bir fikir yaratmak için pek az bir zamanın yeter olması idi. Basın, basit ve ciddiyetten uzak bir hadiseyi, birkaç gün içinde önemli bir devlet meselesi

haline getirmeyi kolaylıkla beceriyordu. Aynı zamanda basın önemli bir meseleyi milletin hafızasından sile çek sekilde yaptıgı yayında da basarılı oluyordu.

Kısa bir zaman için bazı sahısları ileri itip, milletin karsısına bir kahraman olarak çıkarıyorlar

ve o sahsın hayatı boyunca hayal bile edemeyecegi söhretli hayatı, ona saglıyorlardı. Bir iki

ay öncesine kadar kimsenin duymadıgı, isitmedigi sahıslar "günün adamı" durumuna getiriliyor ve yine devletin ve milletin menfaatlerine ait meseleler canlı canlı gömülüyordu. Namuslu ve vatanperver sahısların üzerlerine atılan çamurların alçaklıgı, ancak Yahudi ve Marksistler! incelemekle ortaya çıkarılabilir. Bu fikir haydutlarının, lanetlenmis hedeflerine ulasabilmek için yapmayacakları bir alçaklık yoktur. Bunlar aile meselelerine kadar nüfuz ederler. Çamura batırmaya karar verdikleri bir kimseyi yerden yere vurmak için gereken

üzücü olayı buluncaya kadar her yanı didik didik ederler. Eger, neticede ellerine basit bir

fırsat geçmezse, iftiraya basvururlar. Bu yalan ve iftira kampanyasından tekziplere ragmen bir

iz kalır. Bunlar, herkes israfından anlasabilecek bir dille adi saldırılarını yapmazlar. Tersi-f ne, masum bir sahsı lekelemek için agır baslı bir dille saldırırlar. i? iste kamuoyu, çeteler tarafından bu biçimde olusturulur. Sonra da bu kamuoyundan meclis üyeleri çıkar. Tıpkı dalgaların köpügü içinden Venüs'ün dogması gibi...

Parlamento müessesesinin çalısmasını bütün ayrıntıları ile anlatmak ve bu müessesenin hayali oldugunu göstermek için ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Fakat bu müessesenin

bütün varlıgı »[gözden geçirilmeyip de, sadece faaliyetinin sonuçları incelenecek f|olursa en

paradoks* bir ruh ile düsünülse bile, gayesinin manasızlı-[mı ortaya koyacak kadar yeter bilgi elde edilebilir.

insan, gerçek demokratik düzenle, Alman demokrasisinin mukayesesinde ortaya çıkan farkı gördügünde çılgına döner.

Parlamenter rejimin gözle görülen en büyük niteligi sudur: Son

yıllarda kadınların seçildigi hesaba alınmazsa, bir miktar adam tespit edilmektedir. Mesela bes yüz kisi. Bu bes yüz kisi her hususta , karar almak salahiyetine sahiptir. Yani fiiliyatta tek hükümet bu bes yüz kisidir. ğimdi bu bes yüz kisi bir kabine kuruyor. Dısardan tespit edilen manzara devlet islerini bu kurulan kabinenin gördügüdür. Fakat bu zevahirden ibarettir.

Gerçekte bu kabine herhangi bir

meselede bes yüz kisinin, yani meclisin iznini almadan tek bir adım ilerleyemez, iste bunun için hiçbir meselede hükümeti sorumlu tutmaya imkan yoktur. Çünkü son karar meclisindir. Hükümet, çogunlugun isteklerini uygulamaya memur bir organdır. Siyasi kabiliyeti ve

basarısı hakkında not vermek için çogunlugun fikir ve kanaatlerine uymak, veya çogunlugun kendi fikrine savasmak için gösterdigi hüner ve. siyasi oyununa bakmak icap eder. Bu suretle gerçek bir hükümet durumundan dilenen bir hükümet durumuna düser. Hükümetin mevcut çogunlugu kendi tarafında tutabilmesi veya kendine yeni bir çogunluk saglanabilmesi için

"icrayı hükümet etmekten" baska bir isi olmayacaktır. Bu iste muvaffak olursa bir süre daha hükümet edebilir. Aksi takdirde çekilip gitmekten baska yapacak bir isi kalmaz, iste bütün

sorumluluk mefhumu fiiliyatta ortadan kaldırılmıstır.( Paradoks- Yerlesmis inanıslara aykırı olarak ileri sürülen düsünce) Çesitli meslek sahibi ve çesitli kabiliyetlerdeki bu bes yüz kisilik topluluk hiçbir zaman bagdasık bir topluluk olamaz. Ayrıca bunlar, aynı zamanda akıl ve kabiliyet bakımından da seçkin kimseler degillerdir. Hiçbir zaman zekaca sivrilmemis

kimselerin oy varakaları ile yüzlerce devlet adamı dogmaz. Genel seçim usulünün dehaları ortaya çıkaracagı iddiası yersizdir. Bir kere, bir millet ugurlu günlerde gerçek devlet adamı çıkarır. O da yüzlerce degil, bir tane. Halk toplulugu seçkin dehalara içgüdüsü ile düsmandır. Seçim yolu ile bir büyük adam bulup çıkarmak, bir ignenin gözünden deveyi geçirmek kadar zordur. Dünya kuruldugundan bu yana gerçeklestirilen her seyin tamamı ferdi tesebbüslerin sonucudur. Halbuki degersiz bes yüz kisi milletin en önemli meseleleri hakkında kararlara

varıyor. Bunlar öyle hükümetler kuruyorlar ki bu heyetler her özel konuyu çözmeden önce, bu saygıdeger meclis ile anlasmak zorunda bulunuyorlar. Demek ki siyaset, bu bes yüz kisi tarafından yürütülüyor.

Hükümet üyelerinin dehalarına temas etmeyecegim. Sadece çözümlenecek konuların çesitli olusunu, çözüm çarelerini ve kararları birbirine arap saçı gibi dolastıran karsılıklı baglantıları inceleyecegim, iste o zaman, karar çıkartmak için, ancak büyük meselenin basit parçaları hakkında bilgi ve tecrübe sahibi bulunan kimselerden olusan meclise gelen hükümetin

silahının küçük ve basit olusu gözler önüne serilir.

En önemli ekonomik meseleler öyle bir heyet tarafından incelenip bir karar alınacaktır ki o heyete dahil olan kimselerin arasında vaktiyle iktisadi siyaset yapmıs olanların sayısı onda biri bile bulmaz. Böylece o iktisadi mesele bu hususta herhangi bir fikri ve bilgisi olmayan kimselerden meydana gelen heyetin elinde kalır.

Bu durum diger bütün konular hakkında da böyledir, incelendikten sonra bir karara varılacak

olan konular kamuya ait oldugu halde, meclisin kurulus sekli hiç degismediginden, daima aciz

ve cahil kimselerin meydana getirdigi çogunluk, terazinin kefesini kendi tarafına dogru egilim göstertir. Halbuki çesitli konuları görüserek çözümleyecek olan milletvekillerinin devamlı sekilde yenilenmeleri gerekirdi. Çünkü milletin ticari menfaatlerine ait bir konu ile genel

siyasi meseleleri, aynı heriflerin halletmelerine izin vermeye imkan yoktur. Bunun aksi olabilmesi için bu adamların hepsinin yüzyıllar boyunca ancak bir kere ortaya çıkan dünyaya bedel deha olmaları gerekir. Ne yazık ki, bunlar birer as bile olmayıp, sadece merakları sınırlı, magrur ve en kötü bir fikir dünyasında yolunu sasırmıs kimselerdir. Esasen bu kimselerin en

büyük fikir adamlarının bile uzun bir zaman düsünüp, tarttıktan sonra çözebilecegi konular hakkında kanılmayacak bir hafiflikle konusmaları ve çarçabuk karar vermeleri bu

durumlarından ileri gelmektedir. Bu kimselerin sanki ortada bir ırkın kaderi degil de, masanın üstünde tarot veya idiot partisi Varmıs gibi, bütün bir milletin gelecegi hakkında çok önemli kararlar aldıkları görülür.

Belki parlamentonun her üyesinin, sorumlulukları daima bu kadar kolay kabul edilecegi düsünülemez. Fakat ne var ki, bu uykulu hal bazı üyeleri anlamadıkları konular hakkında karar almaya zorlamak suretiyle, onların karakterlerini yavas yavas zayıflatır. Keza bir tanesinde dahi "arkadaslar bu konu hakkında hiçbir sey bilmiyoruz zannederim" veya "ben

hiçbir sey anlamıyorum" demek cesaret yoktur. Esasen olsa bile sonuç yine degismez. Çünkü

bu dogru hareket, bu dogru söz hiçbiri tarafından anlasılmayacaktır. Anlasılsa bile bu

namuslu esegin(!) meslegi rezil etmesine engel olunacaktır. insanı bir parça tanıyan kimse, su hususu gayet iyi bilir. Böylesine itibar gören ve meshur olan bir toplumda herkes mevcudun aptalı ve en hayvanı olmaya meraklı ve hazır degildir. Ama bu toplumda mertlik hayvanlıkla

esit sayılmaktadır, iste bundan dolayı namuslu olarak baslamıs olan milletvekili çevresinin dogurdugu zaruret sonucu yalan ve aldatma yoluna sapacaktır. Herhangi bir hususa veya karara bir kisinin katılmaması, o isin rengini degistirmeyecegi fikri, herhangi bir

milletvekilinde var olan her çesit namuslu davranıs hareketlerini yok edecektir. Sonunda hepsi de, mevcudun en basit, en önemsiz kisisi olmadıgına, tam aksine kendisinden çok daha

kabiliyetsizleri bulunduguna ve eger kendisi bu toplulukta yer almazsa çok daha büyük felaketlerin meydana çıkacagına inanır.

Bu iddialar karsısında belki söyle denebilir: Her milletvekili bütün meseleler hakkında bir bilgiye ve yetkiye sahip olamaz, iste o laman kendi hareketine ısık tutan partisi ile beraber o meselede oy kullanır. Veya söyle denebilir: Partilerin komisyonları vardır. O komisyonları

uzmanlar herhangi bir meselede aydınlatabilir. Bu delil ilk nazarda akla uygun gelebilir. Fakat

o zaman baska bir sonuç ortaya çıkar: Eger herhangi bir devlet meselesinde bir karar almaya birkaç uzmanın aklı ve bilgisi yetiyorsa, seçimle gelen bes yüz adama ne lüzum vardır? iste meselenin esası buradadır.

ğimdiki demokratik idare sekli, zeka sahibi hakim kimselerden olusan bir meclis meydana getirmeyi hiçbir zaman düsünmez. Daha çok basit kimselerden kurulu bir "siyasi grup" teskiline çalısır. Bu meclisi muayyen bir istikamete yürütmek, o meclisi meydana getiren elemanların sınırlı kafalı olmaları ile mümkündür. Bir parti politikası ancak bu sekilde uygulanabilir. Böylece ipleri elinde tutan adam mesuliyetleri omuzlarında tasımaya ihtiyaç

duymadan, temkinlice bir sekilde perde arkasında kalmanın yolunu bulur. Böylece, millet için her korkunç karar herkesçe tanınan bir ahlaksız herifin hesabına kaydedilemez. Tersine, bütün günah bir partinin omuzla rina yüklenir. Sonuç olarak uygulamada her türlü sorumluluk orta- dan kalkar. Çünkü sorumluluk belirli bir sahsa yüklenince, gevezelerden olusan meclis grubu

da sorumluluktan kurtulur. Bunun için meclis usulü her seyden evvel, açıkça hareket etmekten korkan sinsi ruhlu kimselerin hosuna gider. Sorumluluk zevkine sahip ve namuslu olan herkes bundan daima nefret eder.

iste bundan dolayı demokrasinin bu sekilde, daima gizli planlar hazırlayan ve eskiden oldugu gibi simdi de aydınlıktan korkan Yahudi'nin en çok sevdigi bir aleti durumuna düsmüstür. Bu derece pis ve kendisi kadar hile dolu bir müesseseye ancak Yahudi dege ı verebilir.

Hür bir sekilde seçilmis bir lider bütün hareketlerinin ve kararlarının tam sorumlulugunu kendi omuzları üstüne almaya mecbur dur. Alman demokrasisinin gerçeklesmesi çesitli

meselelerin bir çok günlük kararı ile halledilmesini kabul etmez. Kararı tek bir kisi alır Bu tek kisi de icraatından, malları ve hayatı ile sorumludur. Böyle sartlar altında böyle bir adam

bulmak zor degildir.

Tanrıya sükürler olsun Alman demokrasisinin dogru manas: buradadır. Bu demokrasi rastgele

bir kisinin, ahlaktan yoksun, zevk noksanı bir adamın idare mevkiine çıkmasını reddeder.

Böylece ilerde gerçeklesmesi gereken sorumluluk korkusu, ehliyetsiz, adi ve zayii sahısları saf dısı bırakır.

eger böyle bir kimse iktidar sandalyesine oturmaya tesebbüs ederse , onun maskesini indirmeli, suratına bagırarak; "geri çekil çek ayagını, basamakları kirletiyorsun" demeli.

Çünkü tarihin Pantheon'una yalnız kahramanlar girer, entrikacılar degil. Bu sonuca Viyana'da

Meclis çalısmalarını iki yıl takip ettikten sonra ulastım. Bundan sonra da bir daha oraya adımımı atmadım. parlamento rejimi ihtiyar Habsbourg Devleti'nin zayıflamasının bas sebeplerinden birini teskil etti ve bu çöküs son yıllarda gitgide çarpar bir duruma geldi. Parlamento rejiminin gerekliligi ile Alman unsurunun üstünlügü zaafa ugratılma hatasına düsülüyordu. Avusturya Parlamentosundaki Alman unsurunun aleyhine olan faaliyet imparatorluga da zarar veriyordu. Çünkü 1900 yılına dogru monarsinin birligi saglama

kuvveti, vilayetlerin birlikten ayrılma eglimlerini sonuçsuz bırakmaya yetmiyordu. Devletin hükümdarlıgını sürdürmek için basvurdugu vasıtalar basitlesiyor ve bu durum milletçe kötüleniyordu. Sadece Macaristan'da degil, diger çesitli Slav vilayetlerinde de müsterek

monarsi az benimseniyordu ve bu idarenin zayıflıgından hiçbir utanma duyulmuyordu. Hatta çöküsün isaretlerinden özel bir keyif oldugu görülüyordu. Monarsinin eski saglıklı durumuna kavusmasından çok, ölmesinden bir seyler ümit ediliyordu. Parlamentoda binbir türlü

dalavere çevirerek kesin çöküsün ü ancak alınabiliyordu. Bu yüz kızartıcı oyunların zararını

da Almanlar yükleniyordu, imkanın elverdigi nispette çesitli milletler arasında gayet ustalıkla manevralar yapılarak devletin çökmesi önleniyordu. Fakat ne olursa olsun bütün bu

gelismeler Alman milletinin aleyhine idi.

Veliahtlık, Arsidük François Ferdinand'a nüfus etme imkanını verdikten sonra her tarafta desteklenen Çek politikası gelismeye basladı. Çifte monarsinin gelecekteki hükümdarı, Almanlıktan çıkarma hareketim her seyle tesvik etti. Belki dogrudan dogruya bu tesvik isine katılmadı ise de, bu hareketi himaye etti ve korudu. Devlet memurlarının seçimi gibi

dalavereli yollarla sırf Alman olan yerler yavas yavas, fakat emin adımlarla o tehlikeli karma bölgeye dogru sürüklendiler. Bu hareket her yerde, hatta Avusturya'nın asagı bölgesinde de ilerliyordu. Artık Viyana bile, bazı Çekler tarafından kendilerinin en büyük sehri gibi sayılıyordu. Ailesi özellikle Çek dili ile konusan Arsidük'ün karısı, bir gelenek haline gelen ve

ilk nazarda akla uygun gelebilir. Fakat o zaman baska bir sonuç ortaya çıkar: Eger herhangi

bir devlet meselesinde bir karar almaya birkaç uzmanın aklı ve bilgisi yetiyorsa, seçimle gelen bes yüz adama ne lüzum vardır? iste meselenin esası buradadır.

ğimdiki demokratik idare sekli, zeka sahibi hakim kimselerden olusan bir meclis meydana getirmeyi hiçbir zaman düsünmez. Daha çok basit kimselerden kurulu bir "siyasi grup" teskiline çalısır. Bu meclisi muayyen bir istikamete yürütmek, o meclisi meydana getiren elemanların sınırlı kafalı olmaları ile mümkündür. Bir parti politikası ancak bu sekilde uygulanabilir. Böylece ipleri elinde tutan adam mesuliyetleri omuzlarında tasımaya ihtiyaç

duymadan, temkinlice bir sekilde perde arkasında kalmanın yolunu bulur. Böylece, millet için her korkunç karar herkesçe tanınan bir ahlaksız herifin hesabına kaydedilemez. Tersine, bütün

günah bir partinin omuzlarına yüklenir. Sonuç olarak uygulamada her türlü sorumluluk orta- dan kalkar. Çünkü sorumluluk belirli bir sahsa yüklenince, gevezelerden olusan meclis grubu

da sorumluluktan kurtulur. Bunun için meclis usulü her seyden evvel, açıkça hareket etmekten korkan sinsi ruhlu kimselerin hosuna gider. Sorumluluk zevkine sahip ve namuslu olan herkes bundan daima nefret eder.

iste bundan dolayı demokrasinin bu sekilde, daima gizli planlar hazırlayan ve eskiden oldugu gibi simdi de aydınlıktan korkan Yahudi'nin en çok sevdigi bir aleti durumuna düsmüstür. Bu derece pis ve kendisi kadar hile dolu bir müesseseye ancak Yahudi deger verebilir.

Hür bir sekilde seçilmis bir lider bütün hareketlerinin ve kararlarının tam sorumlulugunu kendi omuzları üstüne almaya mecburdur. Alman demokrasisinin gerçeklesmesi çesitli

meselelerin bir ço günlük kararı ile halledilmesini kabul etmez. Kararı tek bir kisi alır Bu tek

kisi de icraatından, malları ve hayatı ile sorumludur. Böyle sartlar altında böyle bir adam bulmak zor degildir.

Tanrıya sükürler olsun Alman demokrasisinin dogru manası buradadır. Bu demokrasi rastgele

bir kisinin, ahlaktan yoksun, zeka noksanı bir adamın idare mevkiine çıkmasını reddeder. Böylece, ilerde gerçeklesmesi gereken sorumluluk korkusu, ehliyetsiz, adi ve zayii sahısları

saf dısı bırakır.

Eger böyle bir kimse iktidar sandalyesine oturmaya tesebbüs ederse, onun maskesini indirmeli, suratına bagırarak; "geri çekil, fek ayagını, basamakları kirletiyorsun" demeli. Çünkü tarihin Pantheon'una yalnız kahramanlar girer, entrikacılar degil.

Bu sonuca Viyana'da Meclis çalısmalarını iki yıl takip ettikten sonra ulastım. Bundan sonra da bir daha oraya adımımı atmadım, parlamento rejimi ihtiyar Habsbourg Devleti'nin

zayıflamasının baslıca sebeplerinden birini teskil etti ve bu çöküs son yıllarda gitgide göze çarpar bir duruma geldi. Parlamento rejiminin gerekliligi ile Alman unsurunun üstünlügü zaafa ugratılma hatasına düsülüyordu. Avusturya Parlamentosu'ndaki Alman unsurunun

aleyhine olan faaliyet imparatorluga da zarar veriyordu. Çünkü 1900 yılma dogru ı Honarsinin birligi saglama kuvveti, vilayetlerin birlikten ayrılma iklimlerini sonuçsuz bırakmaya yetmiyordu. Devletin hükümdarlıgını sürdürmek için basvurdugu vasıtalar basitlesiyor ve bu durum milletçe kötüleniyordu. Sadece Macaristan'da degil, diger çesitli Slav vilayetlerinde de

müsterek monarsi ek az benimseniyordu ve bu idarenin zayıflıgından hiçbir utanma hissi

duyulmuyordu. Hatta çöküsün isaretlerinden özel bir keyif buldugu görülüyordu. Monarsinin eski saglıklı durumuna kavusmasından çok, ölmesinden bir seyler ümit ediliyordu.

Parlamentoda binbir türlü dalavere çevirerek kesin çöküsün önü ancak alınabiliyordu. Bu yüz kızartıcı oyunların zararını da Alınlar yükleniyordu, imkanın elverdigi nispette çesitli milletler arasında gayet ustalıkla manevralar yapılarak devletin çökmesi önleniyordu. Fakat ne olursa olsun bütün bu gelismeler Alman milleti-ı aleyhine idi.

Veliahtlık, Arsidük François Ferdinand'a nüfus etme imkanını verdikten sonra her tarafta desteklenen Çek politikası gelismeye lafladı. Çifte monarsinin gelecekteki hükümdarı, Almanlıktan çıkarma hareketini her seyle tesvik etti. Belki dogrudan dogruya bu tesvik isine katılmadı ise de, bu hareketi himaye etti ve korudu. Devlet memurlarının seçimi gibi

dalavereli yollarla sırf Alman olan yerler yavas yavas, fakat emin adımlarla o tehlikeli karma bölgeye dogru sürüklendiler. Bu hareket her yerde, hatta Avusturya'nın asagı bölgesinde de ilerliyordu. Artık Viyana bile, bazı Çekler tarafından kendilerinin en büyük sehri gibi

sayılıyordu. Ailesi özellikle Çek dili ile konusan Arsidük'ün karısı, bir gelenek haline gelen ve Alman düsmanlıgı ihtiva eden bir çevrede yetismisti. Habsbourg Hanedanı'nın bu yeni temsilcisinde, Orta Avrupa'da Katolik prensipleri üzerine kurulu ve Ortodoks Rusya'ya karsı

bir dayanak hizmeti görecek bir Slav devletini yavas yavas meydana getirme fikri hakimdi.

Din, Habsbourg Hanedanı temsilcilerinde çogu zaman görüldügü gibi sadece siyaset ve daha ziyade Alman milleti için korkunç olan bir fikir lehinde istismar ediliyordu.

Bunun sonucu bir çok yönden gayet fena oldu. Ne Habsbourg Hanedanı ne de Katolik Kilisesi umdugunu buldu. Sonunda Habs bourg tahtını kaybetti. Böylece Roma da büyük bir devleti elinden kaçırmıs oldu. imparatorluk, dini, siyasi gayelere hizmetkar kılmak la yeni bir ruhun uyanmasına yol açtı. ihtiyar monarsinin sınırları içinde her türlü çareye basvurarak

Almanlıgın kökünü kazımak tesebbüsü, Avusturya'da Panjermanizm hareketinin dogup, artması gibi bir sonuçla karsılastı.

BÖLÜM 3

1880-1890 yılları içinde, Yahudilerden ilham alan Manchester liberalligi de Avusturya'da en yüksek noktasına çıktı ve hatta bu noktayı da astı. Fakat bu egilime karsı reaksiyon her zaman oldugu

gibi bu defa da Avusturya'da gösterildi. Bu reaksiyon sosyal açıdan degil milli bir noktadan dogdu. Beka içgüdüsü Almanları en ciddi

'Ve en sıkı sekilde kendilerini savunmaya zorladı, iktisadi düsünceler

1 l$e ikinci derecede kaldı, fakat yine de çok kesin tesirleri oldu.

iste bu genel siyasi karısıklıgın içinden iki parti ortaya çıktı. Bu ' partilerden biri milli, digeri

de sosyalist idi. Fakat partilerden ikisi de gelecek için geçmisten ders almıstı. 1866 savasının feci sonucundun sonra Habsbourg Hanedanı, savas meydanında intikam alma isteginin içine düsmüstü. Fakat Meksika imparatoru Maximilien'in feci akıbeti Fransa ile bir yakınlasmaya engel oldu. Çünkü Maximitlen'in talihsiz macerası her seyden önce Üçüncü Napolyon'a baglanmıs ve Fransızlar tarafından terk edilmesi büyük bir infiale sebep olmustu. Fakat

Habsbourglar yine de pusuya yatmıs bekliyorlardı. 1870 -1871 savası esi görülmemis bir zafer seklinde sonuçlanmalıydı, Viyana Sarayı muhakkak ki her seye ragmen, Sadovva'nin kanlı intikamını almak için tesebbüs edecekti. Fakat savasın en göz kamastırıcı ve zor inanılır kahramanlık haberleri çevreye yayılmaya baslayınca, hükümdarların en aklı basında olanı zamanın uygun olmadıgını takdir etti ve kötü sansa karsı mümkün oldugu kadar güler yüz gösterdi.

Fakat bu savasın kahramanca mücadelesi çok daha kuvvetli bir mucize meydana getirmisti. Habsbourglarda bir yön degistirme oldu. Bu degisiklik ise kalpten gelme bir hamleye

dayanmıyordu. Bu degisikligi günün sartlan emretti. Böylece eski dogu sınırındaki Alman ırkı

Reich'ın sagladıgı zafer sarhoslugu ile sürüklendi ve atalarının hayallerinin büyük ve ihtisamlı bir gerçek içinde canlanmasını derin bir heyecanla seyretti.

Artık gerçekten bir Almanlık egilimi besleyen Avusturyalı bu andan itibaren, su gerçegi teslim etmisti. Konigratz bile eski federasyonun kokmus enkazı ile karsılasmayacak bir imparatorlugun tekrar kurulmasını kötü, fakat gerekli bir sart olarak görüyor ve yeni imparatorluk o eski fenalıklardan uzak bulunuyordu. Özellikle tecrübe ile su ögrenilmisti:

Habsbourg Hanedanı tarihi görevini tamamlamıstı, yeni imparatorluk ise ancak kahramanlık prensipleri ile dolu Reich tacım, ona gerçekten layık olan bir basa giydirebilir-di. iste bundan dolayı kadere sükretmek lazımdır. Çünkü karısık bir devrede yapılan bu seçim, millete ümit bahseden bir kimseye, yani Frederic'e taç giydirmisti. Fakat, büyük savastan sonra Habsbourg Hanedanı'nın çifte monarsisi, Slavlastırma siyasetinin bir geregi olarak tehlikeli Alman unsurlarını yok etmeye basladıgı zaman yeryüzünden silinecegini anlayan ırkın direnci çok siddetli oldu. Böyle bir karsı koyusu ve patlayısı Alman tarihi henüz kaydetmemisti. Ğlk defa vatan sevgisine sahip insanlar birer asi oldular. Bunlar millete ve devlete karsı degil, kendi milliyetlerini kaybettirme yoluna giden hükümet sekline karsı idiler. Böylece son yıllarda ilk defa olarak mahalli ve hanedana duyulan sevgi hisleri, vatana ve ırka gösterilen milli asktan ayrıldı.

1890-1900 yıllarında Avusturya'daki Panjermanist hareketin kuvveti devlet otoritesinin ancak milli menfaatlere hizmet ederse, halkın saygısına ve yardımına kavusacagını açıkça ortaya koydu. Esasen devletin otoritesi bir gaye olamaz. Çünkü devlet otoritesi bir gaye kabul

edilirse, istibdadı kutsal saymak gerekir.

Bir hükümet bir milleti her vasıta ile felakete götürürse bu milletin her ferdinin isyanı bir hak degil, görevdir.

"Böyle bir ihtimal ne zaman olur?" sualine nazariyeye ait mütalaalarla cevap verilemez. Böyle

bir meseleyi kuvvet halleder ve muvaffakiyet kararını verir. Her hükümet kendi hesabına, devlet nüfuz ve kuvvetini muhafazaya mecbur hisseder. En kötü hükümet, hatta milli

menlaatlere defalarca hıyanet etmis olan hükümetler dahi böyle düsünürler. Bu durumda olan hükümet kendine karsı bir mücadele yapıldıgında kendi hürriyet ve bagımsızlıgım korumak

için, düsmanın kullandıgı silahların aynını kullanmak zorundadır. Eger mücadele hükümet tarafından yapılıyorsa, o vakit yapılan mücadele "kanuni" olmalıdır. Fakat karsı taraf da aynı mücadele yolunu tercih ediyorsa, yasadısı mücadelede tereddüt gösterilmemelidir. Ğnsanlarin

hayatlarının en büyük gayesi bir devletin devamını teminden ibaret degildir. Amaç ırkların bekasıdır.

Millet baskı altında bulundurulursa veya yok edilmek tehlikesine düserse, kanunlara riayet etmek meselesi ikinci planda kalır. Zulme ugrayan milletin beka içgüdüsü ile yaptıgı mücadelede kullandıgı her türlü vasıta en büyük mazeretini teskil eder.

Dünya tarihinde eslerine pek sık rastladıgımız iç ve dıs esaretim kurtulmak için yapılan mücadeleler hep bu prensip dairesinde ve idare edilmistir.

Eger bir millet insan hakları için giristigi mücadelede maglup tutulmussa, tarih terazisi meseleyi tartmıs ve o milletin bu ölümlü dünyada hayat saadetine bir hakkı olmadıgı hükmüne varmıstır. Bekası için mücadeleye hazır olmayan veya kudret ve kuvveti

bulunmayan bir millet ebedi surette Tanrı tarafından mahvolmaga mukadder kılınmıstır. Bu dünya, bu düzen korkak ve yüreksiz milletler Uf in kurulmamıstır. Avusturya'da durum söyle idi: Kanuni kuvvet, ,,alman olmayan çogunluklara, meclisin Alman düsmanı temeline ve yine

Almanlara karsı olan hanedana dayanıyordu. Devletin bütün t nüfuz ve kuvveti bu iki unsurda

sahsiyet buluyordu. Hükümet etme t|ini ellerinde bulunduranlarla Alman milletinin ters

kaderini degistirmeye kalkmak gülünç olurdu. Fakat kanun taraftarlarının isteklerine bakılırsa her türlü dirençten vazgeçmeli idi. Çünkü bu direnilen kanuni yollarla idare edilmesi

imkansızdır. Bu durum ise, çok kısa bir zamanda monarsinin eline düsmüs olan Alman ırkının yok olması ile sonuçlanacaktı. Fakat ne var ki Avusturyalı Almanlar ancak devletin yıkılması

sonucunda bu korkunç akıbetten kurtuldular. Gözlüklü nazariyeciler hiç süphe yok ki

milletleri için degil, nazariyeleri için seve seve ölürler, insanlar bir kere kendilerine bir kanun yaptılar mı, sonra bu kanun için yasadıklarını zannederler.

Avusturya'daki Panjermanist hareketin basarısı, bütün bu saçmalıkları zorla silip süpürmesi, doktrine baglı bütün nazariyecileri ve devleti bir put sananları hayret içinde bırakmasıdır. Habsbourglar bütün araçları kullanarak Almanların etrafını çevirmege çalıstıkları sırada, bu parti hanedana saldırdı. Parti bu ahlakı bozulan devletin içine ilk kepçeyi atıp, yüz binlerce kisinin gözünü açtı. Vatan ugrunda beslenecek ask mefhumunu hanedan elinden kurtarmak onun basarısı idi.

ilk baslarda taraftarlarının sayısı çoktu. Fakat basarısı devam edemedi. Ben Viyana'ya geldigimde Hıristiyan Sosyal Parti çok önceden bu faaliyete sahip çıkmıs ve iktidar koltuguna oturmustu. Panjermanist hareket önemsiz bir seviyeye inmisti.

Panjermanist hareketin bütün bu büyüme ve çökme devresi ile Hıristiyan Sosyal Parti'nin insanı sasırtacak sekilde yükselmesi benim için en önemli bir inceleme konusu oldu.

Viyana'ya geldigimde kesin olarak Panjermanist harekete sevgi besliyordum. Parlamentonun içinde "yasasın Hohenzollern!" diye bagırmak, cesareti gösterilmesinden büyük bir heyecan duymus, çocuklar gibi sevinmistim. Kendilerini Alman Ğmparatorlugu'nun geçici olarak ayrılmıs bir parçası gibi kabul ettiklerini ve bunu her vesile ile ilan etmege çalıstıklarını görmekten zevk duyuyordum. Cermenligin konu edildigi bütün meselelerde dogru ve hiçbir fedakarlıgı kabul etmeyen bir hareket sekli, bana ırkımızın kurtulusu için tek yol gibi görünüyordu. Fakat, o kadar parlak bir baslangıçtan sonra bu hareketin niçin kuvvetten

düstügünü bir türlü teshis edemiyordum. Bu iste, Hıristiyan Sosyal Parti'nin aynı devre içinde böyle büyük bir kuvvete nasıl kavustugunu anlamakta daha aciz kalıyordum. Bu parti o

günlerde seref ve basarının en son noktasına çıkmıstı, iki hareketi birbiri ile karsılastırmaya basladıgım zaman kader, perisan durumunun da yardımı ile bu meselenin çözülmesinde en iyi çareyi bana gösterip, ögretti.

Bu meseleyi incelemeye iki partinin liderleri ve kurucuları olan iki sahıstan baslayacagım George von Schoenerer ile Dr. Kari Lueger. Bu iki sahıs da birer kıymet olarak parlamento takımının çok üstüne çıkarlar. Hayatlarının her safhası, genel siyasi ahlaksızlıklardan çok

uzak kalmıstır. Benim sahsi sevgim ilk baslarda Panjermanist olan Schoenerer'e kayıyordu. Fakat sonraları Hıristiyan Sosyal lidere de sevgi duymaya basladım. Bu iki liderin

melekelerini karsılastırdıgım zaman Schoenerer'in prensip meselelerinde daha üstün ve daha derin düsüncelere sahip oldugunu görüyordum. O Avusturya Devleti'nin yok olacagını herkesten daha açık bir sekilde tahmin etti. Eger Reich, Schoenerer'in Habsbourglar

hakkındaki ikazlarına kulak vermis olsa idi, Almanya'nın basına bütün dünyaya karsı savasa girerek ugradıgı felaket gelmeyecekti.

Ama ne var ki, meselelerin derinine inebilen Schoenerer insanlar hakkında çok yanılıyordu. iste Dr. Lueger'in kuvveti burada idi. Lueger esine ender rastlanan bir insan sarrafı idi. Özellikle insanlar hakkında görünüslerine bakarak hüküm çıkarmaya çekiniyordu. Bundan dolayı hayatın gerçek imkanlarını daha iyi hesaplıyordu. Schoenerer'in ise bu hususta hiç

kabiliyeti yoktu. Panjermanist Schoenerer'in bütün fikirleri nazari olarak dogru idi. Fakat on- düsüncelerini halka anlatma ve kabul ettirme kabiliyeti ve kuvveti yoktu. Düsüncelerine,

anlama melekeleri daima sınırlı olan ilk topluluklarının hissedebilecegi bir sekil vermeyi bilmezdi. Peygamberlere özgü basireti ve açık görüsleri, hiçbir zaman uygulama ima konması mümkün bir fikre ulasmazdı, insanları tanımaktan olması, Schoenerer'i gerek halk

topluluklarının hareketlerinin kuvveti ve gerek yıllanmıs müesseselerin degerleri hakkında hüküm hatalarına düsürdü.

Schoenerer, hiç süphe yok ki sonunda genel düsüncelere egilmek gerektigini takdir ve teslim etti, fakat bu çesit yarı dini kanaatleri ancak büyük toplulukların savunabilecegini anlamadı.

Burjuva sınıfına mensup olanların iktisadi menfaatlerini korumaları dolayı-mücadele

kabiliyetlerinin son derece zayıf oldugunu ve bu devletlerin çıkarlarını kaybetmemek için çok ihtiyatlı davrandıklarını maalesef pek az takdir edebildi. Halbuki, genel olarak bir fikrin itin gelmesi, ancak o fikrin büyük halk topluluklarına nüfuz et-vc halk topluluklarının da

mücadeleye hazır olduklarını acıkılan ile mümkün olur. Halkın basit tabakalarının önemini anla-ItBarms olmak toplumsal mesele hakkında eksik düsünceler do-Dr. Lueger ise, Schoenerer'in tam aksi hareket etti. Dr. Lueger insanlar hakkındaki derin vukufu ona çesitli

kuvvetler hakin dogru hükümler vermek imkanını hazırladı. Onu, halihazırdaki müesseselerin degerini hafife almaktan korudu. Hiç süphe yok Ğli bu müesseseleri hedefine erismek için kullanmak meziyeti de bu bilgisinden ileri geldi. Dr. Lueger yüksek burjuva sınıfının siyasi mücadele kabiliyetinin devrimizde pek önemsiz oldugunu ve bu önemsiz kabiliyetin yeni bir hareketin basarısını saglamaya yetmeyecegini çok iyi anladı. Bundan dolayı siyasi faaliyetinin

en büyük kısmını, hayatları tehlikede olan sınıfları kazanmaya harcadı. Bu onları felce ugratmak yerine hızlandırıyordu. Eski kuvvet kaynaklarından da faydalanmak için büyük müesseseleri kendi tarafına çekmeye ugrasıyordu. Böylece yeni partinin temeli olarak, hayatları tehlikede olan orta sınıflan aldı ve en büyük fedakarlıklara hazır, mücadele için isyan dolu, sag lam bir taraftar toplulugu kazandı. Katolik Kilisesi'ne karsı çok kurnaz

davranarak ruhbanları kendine çekti. Bunda o kadar basarı gösterdi ki eski bir parti mücadele sahasından çekildi ve bir vakitler kendisine ait olanları tekrar kazanmak için bu yeni parti ile birlesti. Bu anlattıklarım Dr. Lueger'i tasvire yetmez. Onun bir de reformcu tarafı vardı.

Bu büyük adamın amacı son derece somut idi. O Viyana'yı fethetmek istiyordu. Viyana, monarsinin kalbi idi. Bu çökme halindeki imparatorlugun hasta ve bitkin vücudundaki son

hayat isaretleri Viyana'dan çıkıyordu. Kalp daha da kuvvetlenirse, vücudun diger kısımları da tekrar canlılık kazanırdı. Bu fikir prensip itibariyle dogruydu, fakat ancak belirli bir zaman

için geçerli olabilirdi. Dr. Lueger'in zaafı burada idi. Viyana Belediye Baskanı olarak yaptıgı

is hiçbir zaman unutulmayacak degerdeydi. Fakat monarsiyi kurtarmayı basaramadı, bunda

geç kalmıstı. Halbuki Schoenerer bu husu su daha iyi tespit etmisti. Dr. Lueger çalısmalarının etken yönünde çok basarılı oldu, fakat bunlardan umdugu sey meydana gelmedi Schoenerer

de hedefine ulasamadı ve maalesef korktugu sey müthis bir sekilde gerçek oldu. Yani Dr. Lueger Avusturya'yı kurtaramadı, Schoenerer de Alman milletini felaketten koruyamadı. Devrimiz için bu iki partinin basarısızlıklarının sebeplerini incelemek çok faydalı olacaktır.

Bu inceleme özellikle benim arkadaslarım için iyi sonuç verecektir. Çünkü bugünkü durum

aynen geç misteki gibidir. Böylece eskiden bu hareketlerden birini yok olmaya dogru götüren

ve digerini de sonuçsuz bırakan sebep ve hatalardan korunmak mümkün olabilir.

Avusturya'da Panjermanist hareketin yıkılması kanaatimce tu, sebebe dayanmakladır. Önce, özellikle yeni ve mahiyeti itibarı ile devrimci bir partide toplumsal meselelerin önemi

hakkında yanlıs bir fikrin hakim olmasıdır. Alman burjuva sınıfının yüksek tabakaları devletin veya milletin bir iç meselesi konu edildigi zaman kendi nefislerinden feragat gösterecek kadar barısseverdir. ğimdi oldugu

Gibi, iyi devirlerde, basarılı bir hükümet de bu tabakaları devlet için kıymetli bir hale getirebilir. Fakat hükümet zayıf oldugu zaman bu , meziyet korkunç bir kusur teskil eder. Demek ki, ciddi bir hareketi basarıya kavusturmak için, Panjermanist hareket bütün çalısmalarını halk topluluklarını kazanmaya sarf etmeliydi. Bu yapılmadı ve bundan dolayı hareketin geri çekilmemek için muhtaç oldugu kuvvetten yoksun kalındı. Bir hareketin

basında bu husus gözden uzak tutulursa, yeni parti daha sonra düzeltilmesi imkansız bir hata islemis olur. Çünkü partiye alınmıs olan burjuva sınıfının ılımlı unsurları partinin iç görünüsü üzerinde gittikçe tesirli olurlar ve onu halk topluluklarının önemli bir yardımını kullanma ihtimalinden mahrum bırakırlar. Bu sartlarda, böyle bir harekete tesebbüs, surat asanlara,

etkisiz elestirilere sebep olur. Böylece o andan itibaren hareketteki o yarı dini iman ve fedakarlık ruhu eksik kalır. Sonunda bir-olma egilimi gelisir. Bu da mücadelede bir sessizlik

dogurur ve da zayıf bir barıs yapılır, iste baslangıçta halk topluluklarının taraftar almaya önem

vermemis olan Panjermanist hareketin sonu oldu. Burjuva kibar ve kesin duruma geldi. Bu hareketin basarısızlıgının ikinci sebebi de buradan çıktı.

Avusturya'daki Almanların durumu daha Panjermanist hareke -gelismesi anında ümitsizdi. Parlamento Alman milletinin yavas yavas yok edilmesine alet olmustu. Son anda kurtarma tesebbüsü, müessese ortadan kaldırılmadıkça, bu basarı ümidine asla sahip olamazdı. Bu

durum Panjermanist hareketi çok önemli bir mesele karsısında bırakıyordu. Bu parlamento ile mücadele etmek için, onun kaidesine göre, parlamentoya girip içerden torpillemek miydi? Parlamentoya girildi, fakat oradan maglup çıkıldı. Parlamentoya girmek için zorunluluk

duyuldu. Oysa böyle bir kudrete karsı dısardan din mücadele edebilmek için, esaslı bir cesarete sahip olmak ve aynı zamanda sonsuz fedakarlıkları göze almak gerekirdi. Sonunda boga boynuzlarından yakalandı. ğiddetli darbelerin hedefi olundu, çok kere yere düsüldü. Vücudun çesitli yerleri kırılmıs bir halde tekrar ayaga kalkıldı. Ancak son derece zor bir mücadele veren cesur savasçı, zaferin gülen yüzünü gördü. Sebatlı çalısmalar, basarı tacını giyinceye kadar gösterilen büyük feragatler sayesinde savunulan davaya yeni sampiyonlar

getirir. Fakat bunun için büyük toplulukların içinden halk çocuklarını almak gerekir. Sadece onlar bu mücadelenin kanlı sonucuna kadar dövüsmek için azim ve sebata sahiptirler, iste

bunlar Panjermanist harekette yoktu. Bundan dolayı parlamentoya girmekten baska bir çözüm çaresi bulamadı. Bu karar, uzun mücadele ve müzakerelerin sonunda alınmadı. Esasen baska

bir usul ve hareket üzerinde de durulmadı. Bu istirakten, bütün milletin huzurunda söz söylemek imkanı ile halk topluluklarının daha kolay aydınlatılacagı umuluyordu. Bu sekilde hareket etmekle fenalıgın köküne saldırmanın dısardan yapılacak bir hücum dan daha etkili olacagı düsünüldü. Yasama dokunulmazlıgının her liderin durumunu kuvvetlendirecegi, bu sebeple nüfuzunun artacagı sanılıyordu. Oysa durum bambaska cereyan etti.

Panjermanist milletvekillerinin, konusma fırsatım elde ettikleri forum büyümemis, bilakis küçülmüstü. Çünkü herkes ya huzurun da konustugu kimseye ya da gazetelerde çıkan

konusma tutanaklarını okuyan halka söz söylemis oluyordu. Halbuki dinleyicilerin en büyük

"forum"u parlamentoların oturum salonları degil, büyük ve genel toplantılardır. Ancak bu toplantılarda hatibin kendilerine söyleyecegi seyleri dinlemek için gelen binlerce kisi bulunur. Öte yan dan parlamentoların oturum salonlarında bir iki yüz kisi vardı. Onlar da milletin temsilcileri olan efendilerinden bir sey ögrenmek için degil, gündeliklerim alabilmek için

oraya gelirler. Bu gibi yerlerde daima aynı simalar görülür. Bunlar hiçbir zaman yeni bir sey

ögrenemezler. Çünkü bu heriflerde zeka bir yana, yeni bir sey ögrenmek için irade bile yoktur.

Hiçbir zaman milletvekillerinden biri, önce yüksek bir gerçege kanaat getirecek ve sonra o kanaatin hizmetine geçecek degildi. Evet hiçbiri böyle hareket etmez. Yeni seçimlerde milletvekilligim elinden kaçırmamayı garanti ederse belki o zaman basit bir harekette

bulunur. Ancak bu hamiyet gösterileri, yeniden seçilmeyi garanti edebilmek için yeni bir parti veya egilim aramak içindir. Böyle durumlarda onların parti degismelerini haklı gösterecek,

fakat ahlak kuralları ile bagdasmayan birtakım sebepler bulunur. Mevcut hu parti ezici bir hezimete ugrayacaksa ya da pek açık biçimde halkın neden düsmüsse, o partide büyük bir göç baslar. Parlamento sıçanları derhal partilerinin gemisini terk ederler. Fakat bu degisiklikler,

daha iyi anlatılmıs bir fikir ve düsünce veya daha güzel seyler yapmak yolunda ki çalısmalarla kesinlikle i degildir. Bu hareket, parlamento tahtakurusunu baska bir partinin sıcak yatagına düsüren içgüdünün görünümüdür, iste böyle kisilerin toplandıgı bir salonda konusmak, hayvanların önüne inci serpmek demektir. Sonucu sıfır oldugu için bos bir zahmetten 'ettir. Panjermanist milletvekilleri konusa konusa gırtlaklarını yırttıkları halde etkili olamadılar.

Basın ise bu konusmalar hakkında ya sessizligini muhafaza ediyor ya da konusmaların akısını bozup manasını degistirerek yayınlıyordu. Bundan dolayı halk yeni hare-niyeti hakkında bir fikir edinemiyordu. Gazetelerde çıkan fıkralar konusmaların orasından burasından alınmıs

parçalardan ibaret oldugu için, hiçbir sey ifade etmiyordu. Sözün kısası Panjermanistlerin

konustukları yer tam o bes yüz parlamento üyesinden meydanı oluyordu. Bu da her seyi anlatmaya yeter sanırım. Fakat isin daha kötüsü su oldu: Panjermanist hareket, ancak ilk ,en itibaren yeni bir felsefi düsünce ortaya atmadıkça basarı t edemezdi. Bu büyük mücadeleyi sonuca vardırmak için dahice almak ve hakikati en iyi ve en cesur sereflere teslim etmek gerekirdi. Bir felsefi düsünce ugrunda yapılacak mücadele, eger her fedakarlıga hazır kimseler tarafından baslatılmazsa, kısa bir zaman ölümü göze alabilecek bir mücadele adamı

bulunamaz. Kendi için kavga eden kimsede, topluluk ugruna mücadele etme imkanı yok olur. Herkes bu önemli sartı ögrenmeli ve yeni hareketlenecek nesillerin nazarında san ve seref arz edecegini, bugün ise T sey saglamayacagını bilmelidir. Eger bir hareket ne kadar çok im vaat ediyorsa, o kadar çok haris kimselerin hücumuna ugradı. Gün gelir bu siyaset isçileri parti

içinde çogunlugu ele geçirerek mevkie çıkarlar. Eskiden namuslu bir mücadele adamı olan

herif simdi yeni hareketi tanımamazlıktan gelir. Partiye yeni gelende onu bir yapıskan olarak gördüklerinden istemezler, iste bu durumda da böyle bir hareketin kutsal görevi bitmis olur. Panjermanist hareket, çalısmalarım parlamento içine yönelttigi seflerin ve mücadele

adamlarının yerlerini parlamentocular ele geçirdiler. Böylece bu hareket kısa bir zaman içinde diger partilere benzedi ve geçici bir siyasi tesekkül durumuna düstü. Mücadele etme yerine o

da "nutuk atmayı ve "müzakere etme "yi ögrendi Böylece çok geçmeden yeni parlamenterler, yeni hareketin fikirlerini parlamento belagatinin "manevi silahları" ile korumaya basladılar. Çünkü bu sekil mücadelenin, gerektiginde hayatını tehlikeye ama pahasına, sonu belli

olmayan ve bir çıkar saglamayan kavga).ı girismekten daha tehlikesiz oldugunu anladılar. Memleketlerdeki taraftarlar, parlamentoya girenlere ümit besle diler, onlardan mucize beklediler. Tabii hepsi bos çıktı, kısa bir zaman sonra sabırsızlanmaya basladılar. Çünkü milletvekillerinden isittikleri seyler, parlamentoya seçtikleri kimselerden beklediklerim hiç

uymuyordu. Bunun sebebi basının, Panjermanist miletvekillerinin konusmalarını halka ters bir sekilde yansıtması idi. Bu arada yeni milletvekilleri parlamentoda kendi mücadelelerinin tatlılasmıs sekillerinden zevk aldıkları için, halk toplulukları arasında konus 111.1 yapmak

gibi çok daha tehlikeli bir ise dönmek istemiyorlardı. V;v.ı tasız olarak, yani büyük kalabalıklar önünde konusma yapmanın yararları unutuldu.

Toplantı yeri isini gören birahane masası, parlamento kürsüsü ile kesin bir sekilde yer degistirince ve konusmalar dogrudan dogruya halka yapılacak yerde "forum"daki, halk temsilcilerinin kafalı rina bosaltılmaya baslanınca,Panjermanist hareket bir halk hareken

olmaktan çıktı. Kısa bir zaman içinde de akademik münakasa); 11.1 mahsus az çok ciddi bir kulüp seviyesine indi. Basının sebep oldugu fena intiba ile Panjermanist kelimesi halk

arasında kötü bir söhrete sahip oldu.

Fakat günümüzün züppeleri ve elleri kalem tutan haydutlar surasını bilsinler ki, bu dünyanın büyük devrimleri hiçbir zaman l »ı kaz kalemi bayragı altında olmamıstır! Sadece her

seferinde bu kalemlere, devrimlerin kuramsal sebeplerini yazmak isi düsmüstür

Ta ilk çaglardan beri siyasi veya dini sahalarda büyük tarihi olayları meydana getiren kuvvet, sadece agızla söylenen sözlerin kudreti olmustur. Bir milletin büyük bir çogunlugu daima 1"

hiçbir zaman estetikçi yazarların ve salon kahramanım limonata fıskiyeleri yapmamıstır. Milletlerin mukadderatını yakıcı bir ihtiras fırtınası degistirebilir. Ancak bunu içinde (imasını bilen kimse, ihtiras meydana getirebilir ve kendi sevgili daslarına bir milletin kalbini açan o çekiç darbesini andıran sözü ihtiras kaynagı olur. ihtiras bilmeyen ve agzı kapalı duran kimse iradesini açıklamak için Tanrı tarafından seçilmez.

Eger yapacakları is için görgü ve ehliyet yeterse, gelisigüzel kagıt karalayan yazarlar,

mürekkep siselerinin karsısında oturup "nafiyelerle mesgul olarak vakit geçirsinler. Böyle bir kimse lider olmak için dogmamıstır ve seçilmemistir. Demek ki büyük amaçlar ve kosan bir hareket halkla teması kaybetmemelidir. Herkes her seyden önce bu açıdan incelemeli ve kararlarım bu yöne üfmelidir. Ayrıca halkın üzerindeki tesir imkanlarını azaltacak islerden kaçınmalıdır. Bunun böyle olması demagojik sebepler vasıtasıyla degildir. Hiçbir büyük fikir,

ne kadar kutsal ve ne kadar ek olursa olsun, halkın kuvvetli destegi olmadan gerçeklestiremez. Gayeye dogru kesin yolu sadece sert gerçek temin eder. Güzel yollardan kaçınmak ister

istemez gayeden vazgeçmektir. Nnjermanist hareket, faaliyetlerinin büyük bir kısmını halk degil de, parlamentoda gelistirmeye baslayınca, belki bir an basarılar elde etti, fakat buna

karsılık gelecegini feda ettigi oldu. Çetin olmayan bir mücadele yoluna sapmakla zafere layık olmayan bir duruma düstü.

Viyana'daki yıllarım sırasında bütün bu meseleler üzerinde durdum. Kanaatimce Cermenligin kaderini ellerine almaya aday görünen hareketin yıkılmasının en belli baslı sebebi, yukarıda ki açıklamalardır. Bugüne kadar olan büyük inkılapların derin sebeplerinin bilinmemesi, büyük

halk topluluklarının öneminin hafife alınmasına sebep oldu. Bunun sonucu olarak toplumsal sorunlar hakkında halkın ilgisi zayıfladı ve milletin asagı tabakalarını elde etmeye yarayacak tesebbüslerde yetersizlik hasıl oldu. Sonunda parlamentoya karsı alınan vaziyet bütün

bunların üstüne tuz biber ekti, eskiden beri devrimci direniste halkta görülen o kuvvet takdir edilseydi, gerek toplumsal yönden ve gerek propaganda yönünden baska türlü faaliyet gösterilirdi. Hareketin en belli baslı gayreti de parlamentoda degil, fabrikalarda ve sokaklarda sari olunurdu.

Panjermanist hareketin Katolik Kilisesi'ne açtıgı sert saldırı, halk ruhunun geregi gibi anlasamamasından ileri geldi. Yeni partinin Roma aleyhindeki siddetli saldırısına sebep, Habsbourg Hanedanı'nın Avusturya'yı bir Slav devleti yapmaga karar verdigi zaman, bu gayesine hizmet edecek gibi gördügü çarelerin hepsine birden sarılması idi. Dini müesseseler tereddüt gösterilmeden ve pismanlık duyulmadan hükümetin hizmetkarı haline getirildiler.

Çek "Paroisse"ler ve "Cure"ler Avusturya'nın Slavlastırılması isinde kullanılan vasıtalar oldular. Genellikle Çek papazları Alman olan bölgelere tayin ediliyorlardı. Bunlar yavas yavas Çeklerin menfaatlerini, kiliselerin menfaatlerinden üstün tutmaya basladılar. Her biri Cermenlık ten çıkarma faaliyetinin hücreleri haline geldiler.

Alman ruhban sınıfının bu duruma karsı gösterdigi reaksiyon, bir hiç seviyesindeydi. Bunlar karsı bir mücadeleyi idare edecek kabiliyete sahip degillerdi. Ayrıca hasmın saldırısına karsı milletini savunmasını da bilmiyorlardı. Böylece dinin sinsice islenen suiistimalleri karsısında,

herhangi bir müdafaaya sahip bulunmayan Cermenlik agır agır, fakat devamlı olarak geri çekilmek zorunda kaldı.

Küçük meseleler deki cereyan sekli, büyük meseleler dekinin aynısı oldu. Habsbourgların Almanlar aleyhindeki gayretleri yüksek ruhban heyetinde de bir tepki uyandırmadı. Böylece Alman menfaatlerinin savunulması tamamen ihmal edilmis oldu.

Genel intiba da aynı idi. Katolik ruhban heyeti isgal ettigi ye ı ile Almanların hukukuna büyük zarar veriyordu. Bundan ötürü Ki lise kalben Alman milleti ile beraber olmadıgı gibi, onun düsmanla rina da yardımcı görünüyordu. Schoenerer'e göre bütün bu fenalıgın sebebi Katolik Kilisesinin basının Almanya'da bulunmaması itli Kilisenin milletimizin menfaatlerine karsı düsmanca tavır takınma sına sebep buydu.

Eskiden de oldugu gibi, o günlerde de Avusturya'da kültüre an meseleler arka plana atıldı. Panjermanist hareketin Katolik Kilisesi ne cephe almasına sebep, Kilisenin ilme ve sanata karsı takındıgı tavırdan ziyade Alman hukukunu savunmaması ve Slavların isteklerine ve

iddialarına devamlı olarak yardım etmesi idi. Schoenerer yarım is yapan kimselerden degildi. Kiliseye karsı mücadeleye, bunun milletini kurtulus yoluna çıkaracak tek hareket oldugu kanaatiyle girismisti. Roma'dan ayrılma mücadelesi düsmanın iç kalesini fethetmek için en

etkili bir taktik gibi göründü. Eger Schoenerer Unda basarı gösterebilseydi, Almanya'daki o dini bölünmelerin üstesinden gelebilirdi. Bu basarı ile Alman milletinin ve Reich'ın kuvveti

daha çok artacaktı. Fakat bu mücadelenin ne baslaması ne de bitmesi dogru degildi. ğüphesiz

Alman ruhban heyetinin Cermenlik konusunda karsı koyma kuvveti, Alman olmayan meslektaslarının özellikle Çeklerin gösterdikleri kuvvetten çok daha zayıftı. Alin

menfaatlerinin esaslı bir sekilde savunulması fikrinin hiçbir zaman Alman ruhban heyetinden görünür olmadıgını, sadece cahiller ifade edemezlerdi.

Çek papazı kendi kuvvetine karsı sübjektif, kiliseye karsı objektif bir vaziyet aldıgı halde, Alman "Cure"si kiliseye sübjektif bir baglılık gösteriyor ve milletine karsı ise objektif kalıyordu. Bu öyle bir olaydır ki binbir çesit misalini gördükçe insanın asabı bosalmaktadır. Bunun, Katolikligin özel bir misali olmadıgı meydandadır. Fakat bizde, yine de kısa bir

zaman içinde her milli müesseseyi ve idealleri kemiren bir derttir. Mesela, memurlarımızın milli dirilme tesebbüsleri karsısında aldıkları tavrı, baska bir ırkın memurlarının aynı durum karsısında alacakları tavırla kıyaslayalım, ihtimal verilebilir mi ki, herhangi bir ülkenin subayları, bizde tabii olarak kabul edilen ve bes yıldan beri yapıla geldigi gibi devlet otoritesinin arkasına çekilip, milletin dertlerini ihmal etsin. ün iki doktrin de Yahudi

meselesinde, milli menfaatlere ve dinin gereklerine ters düsen noktaları kabul etmiyorlar mı? Oysa Yahudileri ırk yönünden pek az ilgilendiren meselelerde bir Yahudi ihamının aldıgı vaziyet, bizim ruhban heyetimizin herhangi bir idemizde aldıgı vaziyetle bir kıyaslansın

bakalım. Tek bir fikrin müdafaası yapılan yerlerin hepsinde bu olayı görürüz. Devlet otoritesi, demokrasi, barısçılık, milletlerarası anlasma gibi birtakım meftunlar, bizde daima bir kesin fikirler ve doktrine ait kurallar halini alırlar. Bunlar milletin hayati meseleleri hakkında

verilecek hükümlere kaynak teskil ederler.

Bütün önemli konularda, evvelden dondurulmus bir fikre göre hareket etmek, objektif suretle doktrin ile ayrılıga düsen bir olayı Objektif olarak anlamak melekesini tamamen yok eder ve sonunda vasıtalarla gayeler arasındaki rolü tersine döndürür. Eger kalkınma tesebbüsleri

zararlı bir hükümetin devrilmesini gerektirecek ise, bu na karsı gelenler, hemen "bu devletin otoritesine karsı suikasttır" diyeceklerdir. Devletin otoritesi ise, objektiflige dört elle sarılanların gözünde bir vasıta degil, bir gayedir. Bu gaye, onların hayatlarını doldurmaya yeter. Mesela böyle bir tesebbüse Büyük Frederic bili kalkıssa, aciz cüceler ve ahlak

dereceleri belli olmayan politikacılar bunu protesto edeceklerdir. Çünkü prensiplere tapanların nazarın da, demokrasinin kanunları milletin silahından daha kutsal görünürler. Demek oluyor

ki, biri devlet otoritesini sagladıgından dolayı bir milleti yok olmaya sürükleyen istibdatların

en adisini koruya çak, digeri de taptıgı demokrasi mefhumuna uymadıgı için kurtulup, ümidi

veren bir hükümeti isteyecektir, iste bunun gibi bizim barıs sever Alman da, millete yapılan

en kanlı baskı ve siddetleri, en fena militarist bir devletten gelse ve olayın akısını degistirmek için savunmadan baska çıkar bir yolu bulunmasa bile bunu sessizlikle karsılayacaktır. Çünkü savunma tedbirlerine basvurmak barıssever cemiyetlerin ruhuna aykırı gelecektir. Alman Sosyalisti dünyadaki diger insanlar tarafından devamlı tecavüze ugrayabilir. O ise buna yalnız kardesçe bir sevgi ile karsılık verir ve intikam almayı düsünmez. Bu pek acıklı bir durumdur. Hatta savunmayı bile aklına getirmez, iste o kisi, Alman'dır. Fakat bu durumu degistirmek

için de ilk önce onu iyice anlamak gereklidir.

Alman ruhban kurulunun basit bir bölümünün milli menfaatleri zayıf bir sekilde koruması da aynı sebebe dayanmaktadır. Bu, ne suurlu bir kötü niyet eseridir ne de tepeden gelme

emirlerin sonucudur. Bu milli azim yoklugunda, biz gençlerin Cermenlik yönün-den eksik egitim görmemizin ve bir put gibi tapılan fikrin duruma tamamen hakim olmasının sebebi vardır. Demokrasi, milletlerarası sosyalizm, barısçılık (v.s.) yönündeki egitim, kendi

açısından o kadar sert ve dolayısıyla sübjektiftir ki, dünya hakkında çıkarılan genel görüs bu durum karsısında etki altında kalır. Halbuki Germenlige karsı gençlik üzerinde alınan

tedbirler tamamen objektiftir.

Fikrine sübjektif olarak maddi ve manevi varlıgı ile kendisini veren barısçı, bir Alman olarak kendi milletine karsı meydana gelen her tehditte (ki bu tehdit ne kadar haksız olursa olsun) objektif hakkın hangi tarafta oldugunu arastıracaktır. Bu Alman hiçbir zaman beka

içgüdüsüne baglanarak, kendi seviyesinin safları arasında savasmayacaktır. Diger bazı mezheplerde de durum aynıdır. Protestanlık kendi kaynagına ve geleneklerine uygun geldigi nispette Cermenligin menfaatlerini kendinden daha iyi korur. Fakat, milli menfaatlerin korunması kendi düsünce ve geleneklerine aykırı ise veya herhangi bir sebeple bu koruma isi geleneklerin dısında kalmıs bir alanı ilgilendiriyorsa, o zaman aciz kalır, hiçbir sey yapmaz. Protestanlık, milli fikrin gelismesi, ahlak meseleleri, Alman ruhunun, dilinin ve hürriyetin korunması söz konusu edildiginde, fena Alman menfaatlerinin gerektirdigi sekilde hareket

eder. Çünkü bütün bu konular, Protestanlıgın istinat ettigi prensiplerle aynıdır. |Fakat milleti, yok etmek üzere olan düsmanın pençesinden kurtarmak yolundaki çalısmaları da ezmege ugrasır. Buna sebep Yahudiler hakkındaki görüsleridir, iste ilk önce halledilmesi gereken iste budur. Yoksa Almanların ilerde yapacakları bütün kalkınma planları anlamsız duruma düser. Viyana'da oturdugum sırada, bu konuyu önceden kazanılmıs fikrin etkisinde kalmadan incelemek fırsatını buldum. Böylece günlük hayatımın akısı içinde bu hususun canlanma tesebbüsleri imkansız ve manasız bir duruma düser. Bin defa haklı oldugunu anladım. Birçok milletten meydana gelen bu sehirde, milletin menfaatleri sadece barıssever Alman, objektif

olarak düsünüyordu. Fakat Yahudi, kendi milletinin menfaatlerine ait hususlarda hiçbir zaman sekilde hareket etmiyordu. Yalnız Alman Sosyalist'inin, kendi milletinin menfaatlerini beynelmilelci yoldasların huzurlarında sikayet ve aglayıp sızlamaların dısında bir yolda

korumak imkanını vermeyecek sekilde beynelmilelci oldugu da ortaya çıkıyordu. Halbuki hiçbir zaman bir Çek veya bir Leh böyle hareket etmiyordu. Sözün kısası o günlerde gördüm

ve anladım ki bu hatalar, fenalık mezheplerden çok, bizim kusurlu olan egitimimizden ileri gelir. Nedense milliyetimize ters düsen düsünceleri feda edecek kalbimize hakim olamıyorduk. Bunun sonucunda da Panjermanist hareketin, Katolikligine karsı olan mücadelesinin nazari delili reddedilmis oluyordu.

Alman milleti, gençlik çaglarından itibaren, sadece kendi ırkının haklarını koruyacak biçimde egitilmeli ve Alman çocuklarının kalpleri, milletimizin savunmasına ait konularda, o kötü

"objektif görüsümüzle zehirlenmemelidir. Ğste o zaman, basta radikal bir hükümet dahi bulunsa, irlanda, Lehistan veya Fransa'da oldugu gibi Almanya'da da Katolik Kilisesi'nin

Alman oldugu görülecektir. Bu iddiamın en açık delilini, milletimizin ilk defa bir ölüm kalım mücadelesine giristiginde varlıgını korumak için tarihin önüne çıktıgı o devirlerde buldum. Yukarıdan sevk ve idare devam ettigi sürece halk üstüne düsen görevini layıkıyla yaptı.

Protestanlar ve Katolikler sadece cephedeki kuvvetimize degil, özellikle geride kalan kuvvetlerimizede hizmet ettiler, ilk sevk ve heyecan yıllarında, iki tarafda kutsal bir Alman imparatorlugu'ndan baska bir sey düsünmedi, imparatorlugun hayatı ve gelecegi için herkes Tanrısına dua ediyordu.

ğimdi Panjermanist harekete, Avusturya'da Alman unsurunun bekası, Katolik dini ile telif edilebilir mi, diye sormalı. Eger cevap "evet" olursa, bu siyasi parti din ve mezhep meselelerine hiç karıs mamalıydı. Yok eger cevap "hayır" olacaksa, bir siyasi partiye degil, dini bir reforma ihtiyaç var demekti. Siyasi bir teskilat gibi karısık yollardan dini bir reform

yapmak isteyen kimse, dini inanısların gelismesi ve kilise için bunları tayin eden ve meydana getiren seyleri hakkında hiçbir fikri olmadıgını sadece bu tesebbüsü ile ortaya koymus olur.

iki efendiye birden saygı göstermenin mümkün olmayacagını sırası gelmisken belirtelim. Esasen benim fikrime göre, bir dinin meydana getirilmesi veya yok edilmesi, bir devletin kurulmasından daha büyük ve ayrı mahiyette bir harekettir.

Hiç süphe yok ki, her zaman birtakım vicdandan yoksun kimseler bulunur. Böyle kimseler

aynı zamanda dini kendi karanlık siyasi görüslerine alet ederler. Fakat sunu da unutmamalı ki, dini veyahut mezhebi kendileri için suiistimal edenler yüzünden, din ve mezhepleri sorumlu tutmak mümkün degildir. Bu adi kimseler, kendi adi içgüdüleri için suiistimal edecekleri

baska müesseseler varsa, hiç çekinmeden onları da istismar ederler.

Parlamentoda böyle bos kafalı bir kimse kalkıp kendi siyası menfaati için, dini suiistimal edecekse, bu hareketini haklı gösterecek fırsatı nimet sayar. Eger böyle bir kimsenin sahsi ahlaksızlıgından dolayı, din ve mezhep sorumlu tutulur ve bu müesseseye hücum edilirse, yalancı artık herkesi kendine sahit tutar. Kendi hareketinin ne kadar haklı oldugunu ve dinin kurtulması gerektiginden dolayı kendisine mütesekkir kalınmasını ileri sürer. Sonunda isi Ğlyaygaraya bogan bir kimsenin kavgaya sebep teskil ettigim kimse Jffiirk etmez. Yahut hafızası zayıf olan kamuoyu bunları hatırlamaz. Böylece adi herif, hedefine ulasmıs olur.

Bu gibi kurnaz kimseler bilirler ki, bütün bunların din ile ilgisi hiç yoktur. Bu adi herifler gizli gizli gülerken, onlarla mücadele etmis Olan namuslu, fakat maharetsiz kimse bu isten maglup çıkar ve hatta insanlıgın iyi niyetinden ümidini keserek hayattan çekilir. Diger taraftan, dini,

din olmak itibarı ile, hatta kiliseyi de herkesin isledigi kabahatlerden dolayı sorumlu tutmak haksızlık olur. Dini teskilatın büyüklügü, insanın mutat noksan ve kusurları ile mukayese edilince, iyilerle fenalar arasındaki farkın dindar çevreler lehinde tecelli ettigi görülür. Ruhban kurulunda da kutsal görevleri-siyasi arzuları ugrunda kullananlar ve siyasi alanda yalan ve

iftirayı yaydıklarını, hatta yüksek bir gerçegin etkeni olmaları gerektiklerini unutan kimseler vardır. Böyle düsük ahlaklı bir veya iki kisiye karsılık kutsal görevlerine sadık bütün bir teskilatı itham etmek yanlıs olur.

Kutsal görevlerine sadık binlerce rahip vardır ki, dogrunun ve ahlakın yok oldugu devrimizin bataklıgı üstünde birer adacık gibi yükselirler ve Allah'ın bize gülecegi günün dogmasını

atesli bir surette temenni ederler...

Ahlaksız bir herif, üstünde rahip elbisesi oldugu halde yüz kızartıcı bir suç islediginde,

kiliseyi itham etme hakkına nasıl ki pek az sahip isem, simdi her gün oldugu gibi, bir baska biri de milliyetini lekeler ve ona hıyanet ederse, bundan dolayı da kiliseyi suçlama hakkına pek az nispette sahip bulunurum. Özellikle günümüzde su husus unutulmamalıdır: Bu kötülerin bir tanesine karsılık, binlerce rahip vardır ki, bunların kalpleri milletlerinin felaketinden dolayı kanar.

Bu arada ilke ve inanç meselelerinin söz konusu oldugunu iddia edenlere de cevap vermek isterim. Eger bunlar, gerçegi ilan etmek için Tanrı tarafından seçildiklerini hissediyorlarsa bu

isi yapsınlar. Fakat o zaman da bu is bir siyasi parti vasıtasıyla dolambaçlı ve karanlık yollardan yapılmamalı. Çünkü bu hile olur. Eger bunlar kafi cesareti kendilerinde bulamazlarsa, bu isten ellerini çekmelidirler. Alnı açık bir halde istemege cesaret edemedikleri bir seyi hiçbir zaman siyasi bir olusumun dolambaçlı ve karanlık yollarından

elde etmege kalkmamalıdırlar. Siyasi partilerin din meseleleri ile hiçbir alaka ve isleri yoktur, iste bu meselelerin etkileri, milli hayat aleyhinde olmamalı ve milletin ahlakına bir zarar getirmemelidir. Siyasi partilerin mücadelelerine de din karıstırılmamalıdır.

Kilisenin ileri gelenleri milletlerine zarar vermek için, dini müesseselerden ve dini inanıslardan istifade yoluna saptıkları zaman, bu yolda onların arkalarından gidilmemelidir,

onların silahları ile mücadele etmeye kalkılmamalıdır. Siyasi lider için milletin dini inanısları

ve dini müesseseleri daima el sürülmez bir durumda kalmalıdır. Aksi takdirde siyasi bir sahıs olmaktan çıksın ve eger kabiliyeti varsa Islahatçı olsun!

Panjermanist hareketin, dünyaya karsı mücadelesini inceleyerek, o günlerde ve özellikle ertesi yıllarda su sonuçları aldım: Bu hareketin toplumsal konular üzerindeki anlayıssızlıgı, mücadeleye kabiliyetli olan halktan kendisini koparmıstı. Parlamentoya girmek onun hamlesindeki kuvveti zayıflattı. Katolik Kilisesi ile mücadele etmesi, onu birçok çevrelerde istenmeyen bir hareket gibi görülmesine sebep oldu, böylece milletin arasındaki en iyi

unsurların çogundan onu yoksun bıraktı. Avusturya'daki kültür savasının ameli sonucu sıfıra indi.

Gerçi bu hareket, kiliseden yüz bin kisiyi ayırmaya muvaffak oldu. Fakat kilise bundan bir zarar görmedi. Yollarını sasırmıs bu koyunların kaçısına gözyası dökmedi. Esasen kilise, eskiden beri kendisinden olmayan kimselerden baskasını elinden kaçırmadı. Yeni reformla

eskisi arasındaki fark bundan ibaret kaldı. Eskiden en iyi unsurların birçogu samimi bir dini

kanaat sevk ile kiliseden uzaklasmıslardı. ğimdi ise sadece inançları gevsek olanlar kaçtılar ve

bu hareketin özünde de birtakım siyasi düsünceler vardı. Fakat bu sonuç özellikle siyasi yönden gülünç ve aynı zamanda hazin oldu. Alman milletini kurtarabilecek bir hareket,

gereken sert Realizm ile yönetilmediginden ve kendisini çökmeye sevk edecek sahalarda yo- lunu sasırdıgı için bir kere yok oldu, gitti.

Panjermanist hareket, eger büyük halk topluluklarının psikolojisini bu kadar yanlıs anlamamıs

olsa idi, hiçbir zaman bu hatayı islemeyecekti. Hareketin sefleri, hedefe ulasmak için psikolojik sebeplerden dolayı halka kendilerini elestirenleri ve hasımlarını göstermeselerdi, kavga edebilecek bir kuvvetin tamamen dagılmasını önlerler ve böylece Panjermanist hareketin hücum yönü bir tek : düsmana çevrilmis olurdu.

y Bu siyasi partinin, alacagı kararlarda her seye girisen, fakat hiçbir zaman sayesine

erisemeyen tedbirsiz, basiretsiz ve ileriyi görmeyen kimseler tarafından idaresi kadar tehlikeli

bir sey yoktur. Fakat f herhangi bir din veya mezhep, hakikaten tenkide müstahak ise hiç-I. bir zaman unutulmamalıdır ki, tarihte siyasi bir partinin bu gibi durumda dini bir ıslahat icrasına muvaffak olabildigine dair bir örnege rastlanmaz. Tarih, tatbik edilmeleri söz konusu oldugu sırada unutmamak için incelenmez ve okunmaz. Veyahut tarihteki gerçeklerin, bugünkü

duruma uygulanamayacagını düsünmek için tetkik edilmez. Tarih, ibret ve ders almak için incelenir ve okunur. Bunu yapmaktan aciz bulunan insan, kendisinin siyasi bir lider oldugunu hiçbir zaman aklına getirmemelidir. Böyle bir kimse kendini begenmis, adi bir seytandır.

Bütün çabalamaları, ameli kabiliyetsizligini saklamaya yetmez.

Genellikle siyasi liderlerin bütün hünerleri, halkın dikkatini tek bir karsı çıkan üzerine çekmekten ibarettir. Hiçbir zaman bu dikkatin dagılmasına meydan bırakmazlar. Bir milletteki bu kavga iradesinin hedefi ne kadar yogun olursa ve böyle bir hareketin çekici kuvveti ne kadar büyükse, çarpısma kudreti de o nispette büyük olur. Halka çesitli

düsmanların aynı sınıfa mensup olduklarım telkin etmek hüneri, siyasi liderlere has bir seydir. Çünkü düsmanın çok ve çesitli oldugu kanaati, zayıf ve tereddüt sahibi kafalar için kendi davalarından süpheye düsmelerine sebep olur. Halk, bir çok düsmanla mücadele halinde bulunması durumunda kendine su suali sorar. Digerlerinin haksız olup, yalnız bizim hareket

ve davranısımızın haklı olması kabil midir? iste bu soru soruldugu takdirde halkın bütün kuvveti felçli bir duruma girer. Bunun için daima çesitli ve sayıca çok düsmanı, kendi

taraftarlarımıza tek bir düsmanla mücadele ediliyormus seklinde göstermek gerekir. Bu, kendi

halkımızın inancını kuvvetlendirir ve bu inanca saldıranlara karsı toplu galeyanı artırır, iste

Avusturya'da Panjermanist hareket bunu anlamadı ve sonunda basarılı olamadı.

O gayeyi pek dogru görmüstü, iradesi temizdi, fakat seçtigi yol yanlıstı. Bu hareketin çöküsünü bir dagın zirvesine çıkmak isteyen ve bu zirveden gözlerim ayırmadan azim ve

kuvvet dolu bir halde yola çıkan, fakat yokusun zorluklarını ve imkanlarını dikkate alma yan adamın basarısızlıga ugramasına benzetebiliriz.

Kendisinin rakibi olan Hıristiyan Sosyal Parti de ise bunların aksi görülüyordu. Hıristiyan Sosyal Parti'nin tuttugu yol isabetli seçilmisti. Fakat gaye açık olarak tasavvur edilmiyordu. Panjermanist hareketin hataya düstügü yerlerin hemen hepsinde Hıristiyan Sosyal Parti'nin çalısmaları etkili ve akla uygun oldu. Bu parti halk topluluklarının önemini takdir ediyordu.

Daha ilk günlerden itibaren, toplumsal alandaki siyaseti ile bunu ispatladı. Özellikle küçük ve orta sınıf esnafını ele geçirmek için çalıstı ve böylece sebatkar ve fedakarlıga hazır taraftarlar topladı. Dini müesseseler aleyhindeki her çesit mücadeleden uzak kaldı. Bu sayede de

kuvvetli bir propagandanın önemini anladı, halka kendini saydırmak hünerinde, büyük bir sanatkar oldugunu ispat etti. Eger Avusturya'yı kurtarmayı basaramadı ise, buna amaçlarına tam bir açıklık getirememesi sebep oldu.

Yeni hareketin Yahudi aleyhtarlıgı ırkçı prensiplere degil, dini inanıslara dayanıyordu. Bu hata ikinci bir hata islenmesine yol açtı. Hıristiyan Sosyal Parti'nin kurucuları Avusturya'yı

kurtarmak isterken partinin ırk prensiplerine dayanmasına gerek olmadıgım sanıyorlardı.

Böyle hareket edilirse kısa bir süre sonra devletin sonu gelir diyorlardı. Özellikle Viyana'da parti ileri gelenlerinin fikirlerince ihtilaf unsurları bir yana bırakılarak birlik olunması isteniyordu. O günlerde ise Viyana'da çesitli ırklar vardı ve özellikle Çekler bulunuyordu. Bunun için ırk meselelerinde hosgörülü davranarak, onların Alman aleyhtarı bir parti kurmalarım önlemek istiyorlardı. Sayıları pek çok olan küçük Çek esnafını Manchester liberalizmine karsı mücadele ile partiye çekmek istediler. Yahudiler aleyhindeki, dini bir temele dayalı mücadelenin ihtiyar Avusturya'daki unsurları, bütün milli ihtilafların üstünde bilestirecek bir yol olacagını sandılar. Böyle bir temele dayalı mücadele Yahudileri pek korkutmadı. Çünkü bir parça vaftiz suyu, hem Yahudi'yi ve hem de onun ticaretini daima kurtarabilirdi.

Bütün konunun ciddi ve bilimsel bir analizini yüzeyde kalan tesebbüslerle yapamazlardı. Bu

da böylesine bir Yahudi aleyhtarlıgına akıl erdiremeyenlerin Hıristiyan Sosyal Parti'den yüz çevirmeleri sebep oldu. Bu fikrin çekiciligi, dar zekalı bir çevre içinde kaldı. Hissi düsüncelerden sıyrılarak gerçek bir anlamaya dogru hamle yapılmıyordu. Yarım yapılan isler Hıristiyan Sosyal Parti'nin Yahudi

aleyhtarlıgı konusunda takip ettigi siyasetin degerini sıfıra indirdi.

Yapılan, sözde bir Yahudi aleyhtarlıgından ileri geçemedi ve muhalif hareketten çok daha tehlikeler dogurdu. Çünkü düsman kulagından yakalandıgı düsüncesiyle, huzur içinde derin

bir uykuya dalındı. Gerçekte ise, bizi burnumuza halka geçirip sürükleyen o idi. Sonunda Yahudi, böylesine bir Yahudi aleyhtarlıgına öyle güzel alıstı ki, bunun ortadan kalkması, onu kendi aleyhindeki faaliyetin devam etmesinden daha çok üzecekti. Böylece milliyet üzerine kurulu devlet fikrinden büyük fedakarlıklar yapmak gerekti ve Cermenligin müdafaasında da çok daha agır fedakarlıklara girisildi. Viyana'da bile milliyetçi olmak cesareti

gösterilemiyordu. Bu konudan kaçınılıyor ve Habsbourglar Devleti'nin kurtarılacagı ümit ediliyordu, iste bu sekilde devlet yok olmaya sürüklendi. Bu yüzden ilk parti için önemli olan hareket kuvvetinin en kudretli kaynagı kaybedildi ve Hıristiyan Sosyal Parti herhangi bir

partiye benzedi. Bu iki hareketten birini, kalbimin siddetli çarpısları ile, digerini, de o günlerde bana Avusturya'da bütün Alman ırkının asil bir sembolü gibi görünen o kimseye

karsı duydugum hayranlık hissinin sevki ile inceledim. Dr. Lueger öldügü zaman, o muhtesem cenaze alayı Ringstrasse'ye dogru hareket ettiginde, bu hazin merasimde bulunan yüz binlerce kisinin arasında ben de vardım, içimdeki heyecana, bu sahsın bütün eserinin bos oldugu hissi

karısıyordu. Çünkü devlet korkunç bir sekilde çöküyordu. Eger Dr. Kari Lueger Almanya'da yasamıs olsaydı, milletimizin en büyük simaları arasına girerdi. Bu tahammül edilmez

devlette yasamıs olması, gerek eseri ve gerek kendisi için bir felaket oldu. Öldügü zaman Balkanlardaki küçük parlamalar, gün geçtikçe daha siddetli bir hal alıyordu. Kader kaçınılacagını sandıgı hususların meydana geldigini görmekten onu korudu.

Bu hareketlerden birinin aciz kalısının ve digerinin de basarısızlıga ugramasının sebeplerini aradım. Sonunda su kanaate vardım. Panjermanist hareket Almanlıgı ihya etme prensibini tasarlama seklinde haklı idi. Fakat bu is için seçtigi vasıtalar sansız çıktı. Milliyetçi oldu, fakat maalesef halkı kazanacak kadar sosyal olamadı. Onun Yahudi aleyhtarlıgı, dini düsünceler

yerine ırklar meselesini iyi anlama esasına dayanıyordu. Fakat belirli bir mezhebe karsı mücadelesi bir prensip ve taktik hatası idi.

Sosyal Hıristiyan hareket, Almanya'nın dirilmesi gayesinde hiçbir açık düsünceye sahip degildi. Toplumsal meselenin yabancılara karsı mücadelesinde aldandı ve milliyetçi

(nasyonalist) fikrin kudreti hakkında fikir sahibi olamadı.

Eger Hıristiyan Sosyal Parti, halkı anlama meselesine, Panjermanist hareketin ırklar

meselesine verdigi önem kadar sarılsa idi, yani milliyetçi olsa idi, yahut Panjermanist hareket milliyetçilik ve Yahudi aleyhtarlıgı konularındaki isabeti kadar, Hıristiyan Sosyal Parti'nin Sosyalizm hususundaki vaziyetini anlasa idi, ortaya çıkan hareket Alman ırkının kaderinde

çok önemli ve olumlu bir rol oynayacaktı. Eger bu böyle olmadı ise bunun suçu Avusturya

Devleti'nin özüne aittir.

Partilerin hepsinde fikirler tam manasıyla olgunlasıp, kesin sekillerini almadıkları için hiçbir partiye girmedim. Daha o günlerde bu hareketlerin sonuçsuz kalacagını, Alman ırkını

gerçekten milli bir kalkınmaya kavusturmayacagım anlıyordum. Habsbourglar Devleti'ne karsı duydugum kin ve nefret bu devirde gitgide çogaldı. Yabancı siyasi konularla mesgul

oldukça, bu devletin Almanların felaketine sebep olmaktan baska bir ise yaramayacagı fikri bende dal budak salıyordu. Alman milletinin kaderinin Almanya'da degil, Reich'ın kendisinde çizilecegim her gün daha açık bir sekilde görüyordum. Bu sadece genel siyasi sebeplerden

dolayı degil, aynı zamanda kültür yönünden de böyle olacaktı. Avusturya kültür ve güzel sa- natlarda da Alman milleti için tam bir anlamsızlık örnekleri veriyordu. Bu rezalet mimari sahada daha çok göze çarpıyordu. Arnuvoar tık bu hususta büyük zaferler kazanamazdı.

Çünkü Ringstrasse bittikten sonra Viyana'da gelisen planlara kıyasla Almana pek önemsiz islerden baska bir sey kalmamıstı.

Akıl ve gerçek beni Avusturya'daki acı, fakat verimli geçen çıraklıgıma devam etmeye zorluyordu. Fakat kalbim ise oradan ayrıl mıstı. Böylece çifte hayat sürmeye basladım.

Bu devletin boslugunu ve onu kurtarmanın imkanı olmadıgını anladıktan sonra, beni ezen bir sıkıntının pençesine düstüm. Onun bütün yapacagı tesebbüslerin Alman ırkını felakete sürükleyecegini de hissediyordum. Bu devletin gerçekten büyük ve degerli her Almanı küçültecegine ve ona engel olacagına kanaat getirdim. Çünkü Alman milletinin aleyhine olan her faaliyeti tesvik edip, kolaylastırıyordu. Monarsinin merkezi Viyana'da, Çeklerden, Lehlerden, Macarlardan, Rutenlerden, Sırplardan ve Hırvatlardan meydana gelen ırki alasım bende tiksinti uyandırıyordu. Bu arada insanlıgın çöküsünü hazırlayan mikrop Yahudileri de unutmamak gerek, îste bu büyük sehir, nikah düsmeyen akrabalar arasında meydana gelen evlenmeye benziyordu.

Gençligin dili, Asagı Bavyera Bölgesi'nde konusulan lehçe idi. Ben, ne bunu unutabiliyordum

ne de Viyana diline bir benzetme ' yapabiliyordum. Bu sehirde kaldıgım sürece, Almanya'nın

bu eski kültür merkezim yok etmeye baslayan bu yabancı ırklar topluluguna karsı kinim kabarıyordu. Bu devletin ömrünü uzatmaya çalısmak ,bana çok gülünç geliyordu. O sırada Avusturya öyle eski bir mozaik gibiydi ki, parçaları bir araya toplayan çimento artık dayanıksız bir duruma gelmisti. Bu saheser elle dokunulmadıgı sürece, sizi essiz bir varlık

görünüsü ile aldatmaktaydı. Fakat buna dokunulur dokunulmaz, tuzla buz olacaktı, iste bu darbenin ne zaman indirilecegi söz konusu idi

Benim kalbim daima Alman imparatorlugu için çarptı, Avusturya Monarsisi için degil. Bu ihtiyar monarsinin çökme saati, bana her zaman Alman ırkının kurtulmasının baslangıcı gibi geldi. Bütün bu sebepler beni, gençligimden beri duydugum gizli hülyaların ve gizli askın çektigi yere gitmeye zorladı. Zamanı gelince bir mimar olarak, milletime kaderimin bana

verdigi küçük ve büyük çerçeve ''içinde samimi görevleri yerine getirecegimi ümit ediyordum. Sözün 1 kısası kalplerindeki en atesli emellerinin gerçeklestigi yerde yasamak ve faaliyette bulunmak saadetine sahip kimseler arasına katılmak istiyordum. Kalbimin emeli ise, sevgili vatanımın, müsterek büyük vatan olan Alman Reich'ı ile birlesmesinden ibaretti.

Bu büyük istegin degerini anlamayanların sayıları bugün bile Çoktur. Fakat ben, kaderin bu saadeti tattırmadıgı kimselere hitap ediyorum. Anavatandan ayrı düstüklerinden dolayı, ana

dilin kutsal hazinesi ugruna mücadele etme zorunda kalanlara, vatana baglı Olusları yüzünden kötü hareketlere ugrayanlara ve sevgili ana topragın kalbine dönme imkanını verecek saadet

dolu günü elem dolu bir sevkle bekleyenlere sesleniyorum. Ve biliyorum ki bu kimseler beni anlayacaklardır.

Alman olup da, sevgili vatana mensup olmak imkanını bulamamanın ne oldugunu bütün varlıkları ile bilenler, vatandan ayrı düsmüs kimselerin kalplerinde her an yanan derin sıla

hasretini takdir edebilirler. Bu sıla hasreti herkesi üzüyor, herkesi nese ve saadetten yoksun

bırakıyordu. Bu hal, vatanın kapısı açılıncaya ve müsterek kan, müsterek imparatorlukta barıs

ve sükûn buluncaya kadar devam edecektir.

Viyana benim için acı bir okul oldu ve içimde öyle kaldı. Fakat benim için çok verimli bir okuldu. Viyana'ya henüz yarı çocuk yasta iken gelmistim. Bu sehri terk ettigim zaman ciddi

bir adam olmustum. Hayat hakkındaki genel düsüncelerimi ve özellikle siyasi inceleme seklim orada ögrendim. Bu ögrendiklerime bazı ekler yaptım, fakat hiç terk etmedim. O yılların bütün degerlerini ancak simdi anlayabiliyorum.

Hayatımın bu devresini genis bir sekilde anlattım. Bu mütevazı baslangıçtan sonra, bes yıl kadar kısa bir süre içinde halk topluluklarının büyük bir hareketi olmaya baslayan parti için gerekli konuları ve ilk hayat derslerini aldım. Eger sahsi fikirlerden meydana gelen bir sermaye, bende daha ilk yıllardan itibaren kısmen kaderin baskısı ve kısmen de sahsi

inceleme ve okumalarım sayesinde birikmemis olsaydı; bilmem Yahudilere, Sosyal Demokrasi'ye, Marksizm'e ve toplumsal konulara karsı ne tavır alırdım. Çünkü, vatanın basına gelen felaketler, binlerce kisiyi yıkılmanın iç sebepleri hakkında düsünmeye sevk

ettiyse de; bu çöküs, insanı mücadele yıllarından sonra kaderleri ile bas basa kalmıs olanların elde edebilecekleri dayanıklılıga hiçbir zaman ulastırmaz.

BÖLÜM 4

1912 yılının baharında Münih'e gittim, Sanki yıllarca orada .oturmusum gibi sehir bana hiç yabancı gelmedi, incelemelerim beni defalarca bu Alman sanatının merkezine götürmüstü.

Münih bilinmezse Almanya görülmüs sayılamayacagı gibi, Münih tanınmadıkça Alman sanatı hakkında da bir fikre sahip olunamaz. Bütün güçlüklere ragmen burada geçirdigim devre hayatımın en mesut zamanı oldu . Çalısıyordum. Aldıgım ücret pek az bir seydi. Resim

yapmak !in yasamıyordum. Kendi geçimimi saglamak için resim yapıyorum. Resim yapmamın sebebi, hayat imkanlarını ögrenmek ve bu anda ilerlemeyi devam ettirebilmek içindi. Günün birinde tasavvur ettigim gayeye ulasacagımdan eminim. Bu kanaat bana çalısmarımda büyük bir enerji kaynagı oldu.

Hayatın basit ve küçük üzüntülerine kolayca ve kayıtsız kalarak tahammül göstermek için bu husus bana yetiyordu. Üstelik buna, daha ikametimin ilk anından itibaren bu sehre karsı

ruhumu çevreleyen derin sevgi de karısıyordu, iste bir Alman sehrindeydim. Viyana ile ne

büyük fark vardı. Burada konusulan dil bana gençligimi hatırlatıyordu ve lehçe itibariyle benimkine yakındı. Böylece her sey benim için çok degerli ve yüce oldular. Fakat beni en çok Hofbrahaus'tan Oddon'a ve Oktoberfest'ten Pinacotheque'e uzanan o esi görülmemis

manzaralar çekiyordu. Bugün dünyada diger yerlerin hepsinden çok bu sehre baglanısımın sebebi, benim gelismemi ayrılma kabul etmez sekilde uygun gelmesi ve bunda büyük rol oynamasıdır. Fakat burada gerçekten gizli bir memnuniyet duyduysam, bunu Wittelsbachların

bu harikalar dolu sehirlerinin soguk bir akıl ile degil de ancak hassas bir ruha sahip kimseler üzerinde yapacagı etkiye baglamak gerekir.

Münih'te mesleki çalısmalarımdan baska, özellikle siyasi ve dıs olayları devamlı olarak incelemek beni cezbediyordu. Almanya'nın anlasmalarla ilgili politikasını inceleyerek dıs siyasetini anlıyordum. Bu anlasma siyasetini daha Avusturya'da bulundugum sıralarda bile kesinlikle hatalı buluyordum. Fakat Viyana'da Reich'ın kendisi ne kadar büyük hayallere kaptırdıgım göremiyordum. O günlerde müttefikimizin ne kadar aciz oldugunu Berlin'in bildigini ve pusuya yatmıs düsmanları uyandırmamak için Bismarck tarafından baslatılmıs siyasete devam edildigim sanıyordum veya bunu böyle kabul etmek istiyordum. Fakat halkla

temas edince, bu fikrin yanlıs oldugunu büyük bir korku ile gördüm. Aydın çevreler dahil, her tarafta Habsbourglar Monarsisi hakkında zerre kadar bir bilgi olmadıgını tespit ettim ve

hayretler içinde kaldım. Halk bile müttefikin ciddi bir devlet oldugunu, tehlike anında askeri kuvvet verecegini sanıyordu. Monarsinin daimi bir Alman Devleti olduguna ve buna gü-

venilmesi gerektigine inanılıyordu. Burada da kuvvetin sayı ile ölçülecegi sanılıyordu. Nedense Avusturya'nın çok eskiden beri bir Alman Devleti olmaktan uzaklastıgı ve iç

durumunun her gün çökmeye dogru yaklastıgı görülemiyordu. Ben bu durumu diplomatlardan çok daha iyi biliyordum. Bu diplomatlar, kadere dogru, her zaman oldugu gibi gözleri kapalı ilerliyorlardı. Yukarıdan kamuoyuna verilen gıda, halkın duygularında aksetmiyordu. Tepedekiler de müttefike karsı altın danaya beslenen ibadetin aynını tekrarlıyorlardı. Samimi olarak eksik olan sey, nezaketle telafi edilmek isteniyordu. Söz her zaman pesin para yerine geçiyordu.

Viyana'da iken devlet adamlarının nutukları ile Viyana gazetelerinin makaleleri arasında açık farkı gördügümde beni bir hiddet dalgası kapladı. Viyana ne de olsa bir Alman sehri idi. Fakat Viyana'dan veya Alman Avusturya'dan uzaklasıp, imparatorlugun Slav sehirlerine

varıldıgında büyük farklar derhal göze çarpıyordu. Prag'da bu üçlü devlet komedisi hakkında neler söylendigini bilmek için Prag gazetelerine söyle bir göz atmak yeterdi. Bu diplomasi oyunları hakkında orada alaydan baska bir sey yoktu. Barıs sırasında, iki im parator

birbirlerine sevgi gösterilerinde bulunurlarken, anlasmanın Niebelungenlerin ideallerinin

hayali gerçeklesme safhasına gelindigi an feshedilecegi açıkça söyleniyordu. O halde neden, birkaç yıl sonra anlasmaların tatbik edilme saati geldiginde italya'nın üçlü anlasmadan çekilip,

iki müttefikini yüzüstü bırakmasına ve hatta düsmanla anlasmasına hayret edildi? Oysa, italya'nın Avusturya ile beraber savasması mucizesine bir an bile inanabilmek için diplomat körlügüne yakalanmıs olmak gerekirdi. Yalnız Habsbourglar ve Almanlar, italya ile yapılan anlasmaya taraftar gözüküyorlardı. Habsbourglar zaruret dolayısıyla ve hesaplarına uygun geldigi için Avusturyalı Almanlar da iyi niyetle bir anlasmaya inanıyorlardı. Çünkü bu üçlü anlasma ile Alman imparatorlugu'na büyük hizmetlerde bulunacaklarını, onun kuvvetini arttıracaklarını sanıyorlardı. Bu Ğnanısta siyasi bönlügün de etkisi vardı. Bu beslenen ümidin,

tahakkuk etmeyecegi bir yana, böylesine bir hareketin Reich'ı uçuruma Sürükleyecegi ve buna

da devlet kadavrasının sebep olacagını bilmemek bence aptallıktı. Bu anlasma yükünden Avusturyalı Almanlar, Cermenlikten çıkmaga daha çok mahkum oluyorlardı. Gerçekte Habsbourglar, Reich ile yapılan anlasma ile o yönden gelecek bir saldırıyı önlediklerini sanıyorlardı. Halbuki böyle bir saldırıya pek haklı olarak maruz kalabilirlerdi. Anlasma onlara

iç siyasetlerinde Cermenligi ezmek yolunda daha rahat hareket etmelerini saglıyordu. Avusturyalı Almanlar arasında pek adice yürütülen Slavlastırma hareketine karsı yükselecek

itirazları anlasmayı vesile ederek susturacaklarım düsünüyorlardı. Hani Reich Almanya'sı bile Habsbourglar Hükümeti'ni tanır ve ona güven beyan ederken Avusturya'daki Almanlara ne oluyordu? Yoksa bütün Almanların gözünde vatan haini olarak damgalanmak için, karsı mı durmalıydılar? Halbuki bu Almanlar yıllarca Almanya ugrunda her türlü fedakarlıklara katlanmıslardı.

Eger Habsbourg Monarsisi'ndeki Cermenligin kökü kazanırsa bu anlasmanın ne degeri kalırdı? Üçlü anlasmanın degeri Almanya için Avusturya'daki Alman nüfuzunun devamına baglı degil miydi? Yoksa Habsbourgların bir Slav imparatorlugu ile saltanat sürebilecegine inanılıyor muydu?

Gerek Alman siyasetçilerinin ve gerek kamuoyu tarafından Avusturya'daki milliyetler konusunda alınan vaziyet budalalık ve manasızlıktan baska bir sey degildi. 70 milyonluk bir

ırkın gelecegi ve emniyeti bir çürük anlasma üzerine bina ediliyor ve aynı zaman da her geçen yıl, müttefik devlet anlasmasının temelini teskil eden unsuru sistemli bir sekilde kemiriyordu. Gün gelecek, ortada Viyana siyasetçileri ile yapılan anlasmanın kagıdından baska bir sey kalmayacaktı, italya ile durum, esasen ilk günlerden beri bunun aynı idi.

Eger Almanya'da ırklar tarihi ve psikolojisi biraz dikkatle ince-lense ve açıklansa idi, Ouirinal

ile Viyana imparatorluk Sarayı'mn kol kola savasa gireceklerine hiçbir zaman ihtimal verilemezdi. Herhangi bir italyan hükümeti, tek bir italyan askerini, siddetle nefret edilen Habsbourgların katıldıgı bir savasa, düsman sıfatının dısında bir sıfatla göndermeye kalkıstıgı anda, bütün bir italya bir volkan gibi patlayacak hale gelir. Çogu zaman Viyana'da italyanların Avusturya Devleti'ne baglılıgından alayla ve kinle bahsedildigine sahit oldum. Yüzyıllar

boyunca italya'nın bagımsızlıgı aleyhinde Habsbourgların isledikleri hatalar o kadar çoktu ki, unutulması imkansızdı. Böyle bir istek esasen gerek italyanlarda ve gerek hükümetinde de

yoktu. Bundan dolayı italya için Avusturya ile yapacagı iki sey vardı. Ya anlasma ya da savas, onlar birincisini seçip, ikincisine rahatça hazırlanabilirlerdi.

O halde neden anlasma yapılıyordu? Almanya'nın anlasma siyaseti rahat oldugu kadar, kendisi için de tehlike arz ediyordu. Demek ki Reich'ın gelecegi Alman milletinin imkanlarının devamına baglı kalıyordu.

Bu durumda ne yapılmalıydı?

Almanya'nın nüfusu her yıl dokuz yüz bin kisi artıyordu. Bu yeni vatandasları beslemek

yıldan yıla zorlasıyordu. Kıtlık tehlikesi bas gösteriyordu. Bu kıtlık tehlikesinin önünü almak için çare bulunamazsa bir gün felaketle burun buruna gelmek mümkündür. Böyle korkunç bir ihtimalden kaçınmak için dört çare vardır.

1) Bu tehlike karsısında basvurulacak çarelerden biri: Fransızların yaptıkları gibi dogumların artmasını yapay bir sekilde sınırlamaktı.

Tabiat, kıtlık veya uygun olmayan iklim sartlarında ve verimsiz topraklı yerlerde, bazı memleket veya bazı milletler için nüfus artmasını sınırlar. Bu arada hiçbir zaman dogurma

kabiliyetine engel olamaz, ancak dogan ferdin yasamasını önler. Fertleri çetin bir mahrumiyet karsısında kuvvetsiz ve aciz bırakır ve böylece bunları hayattan ayırır. Diger taraftan hayatın zorlukları ile mücadeleye fırsat verdigi fertler, her türlü yokluga katlanırlar. Bu fertler dayanıklıdırlar ve nesil vermeye kabiliyetlidirler. Tabiat ferde karsı sert hare-t kette bulunur

ve hayatın mücadeleleri ile yarısabilecek çapta degilse Ğ Onu derhal sahneden geri çekerek milleti kuvvetli bir halde idame eder. Bu suretle sayının azalması, kisiyi ve sonuç olarak da milleti daha kuvvetli yapar.

Fakat insan kendi zürriyetini sınırlamaya kalkarsa, iste o zaman is degisir, insan tabiat ile aynı malzemeden yapılmamıstır. O beseri bir yaratıktır, însan doganların yasamasına karsı engeller çıkaramaz. Ancak dogurma isine engel olabilir. Hiçbir zaman milleti düsünmeyen, yalnız

kendi sahsını düsünen insanın bu davranısı daha insani ve daha adilane görünürse de tamamen yanlıstır. Tabiat insanları çocuk yetistirmekte hür bırakmakla beraber, zürriyetlerini çok çetin

bir sınavdan geçirir. Sayıları çogalan fertler arasında yasamaya layık olarak en iyileri seçer.

Bunları muhafaza eder ve ırkı koruma görevini bunlara vererek zürriyeti devam ettirme olanagına sınırlar. Fakat, insan dogan her canlıyı ne pahasına olursa olsun korumaya çalısır,

ilahi iradenin bu sekilde düzeltmesi, insana akla uygun gelir, insan| bu yeni noktada da tabiatı

alt ettiginden ve tabiatın yetersizligini ortaya koydugundan dolayı sevinç duyar. Fakat ne var

ki bu zavallıdır, gerçekten sayının belirli bir miktarda kaldıgını ve bu arada ferdegerinin de azaldıgım istemeyerek de olsa görürler. Çünkü dogurma melekesi sınırlandırılıp da dogum azalınca, en kuvvetli ve en flaglamların yasamalarını saglayan tabii hayat mücadelesinin yerine,pek açık olarak en hastalıklıları ve zayıfları kurtarmak isi ortaya çıkacaktır. Sonunda tabiatın iradesi hafifletilecek ve böylece gittikçe berbatlasan bir nesil ortaya çıkacaktır.

En son su olur ki, günün birinde dünyada hayat böyle bir kuvvetin elinden alınır. Çünkü

insan, milletlerin sürekliligini saglayan ebedi kanuna ancak bir süre karsı koyabilir, intikam dakikası er geç gelir çatar. Daha kuvvetli olan bir millet, daha zayıf olan bir milleti

'kovacaktır. Çünkü hayata dogru nihai saldırıs, ferdiyetçi bir insaniyetin manasız engellerini ortadan kaldırarak; yerlerini daha kuvvetli Ğrfanlara vermek için zayıfları yok eden tabiata uygun bir beseriyete yer saglayacaktır. Bu durumda Alman milletinin geçimini kim, nü-

fusunun artmasını sınırlama yoluyla temin etmek isterse, Alman milletinin gelecegini elinden alıyor demektir. 2) Nüfus artısı karsısında alınacak ikinci tedbir de dahili kolonizasyondur.

Bir topragın verimini belirli bir noktaya kadar çogaltmak imkan dahilindedir ve bu artma bir noktaya kadardır. Bu yüzden, nüfus artısı, bir müddet topragımızın verimini arttırmak sure-

tiyle karsılanabilir. Fakat ihtiyaçların nüfus artısından daha çabuk arttıgı da gözden uzak tutulmamalıdır, insanların yiyecek ve giyecek ihtiyaçları, birkaç yüzyıl önce yasamıs

insanların ihtiyaçlarından mukayese kabul etmez bir sekilde artmıstır. Bundan dolayı üretim- deki her artmanın, nüfusta da bir çogalma meydana getirecegini düsünmek çılgınlıktır. Asla, topragın fazla ürününün, insanların hükmedici ihtiyaçlarını karsılamak için kullanıldıgı dogru degildir. Fakat, bir yandan en büyük sınırlama ve öte yandan üstün bir gayretle çalısılsa dahi, yine topragın geregi olarak son bir noktaya varılabilir Mümkün olan her türlü mesaiye ragmen

bir gün gelecek ki, artık topraktan daha fazla ürün almaya imkan kalmayacaktır. Er geç kaderin çizdigi korkunç son bu olacaktır. Kıtlık hasılatın düsük oldugu yıllarda ortaya çıkacak, artan nüfus ile kıtlık stoklasacak ve an çak ürünün bol oldugu yıllarda doldurulan

ambarlar sayesinde darlık çekilmeyecektir. Fakat açlık bu milletin ebedi arkadası durumu na girecektir. O zaman tabiat ise müdahale edecek ve yasamak için seçilecek olanları tespit

etmek ve atamak gerekecektir. Yahut, insan lar çogalmayı suni olarak sınırlama (dogum kontrolü) yoluna gide çekler ve milleti bekleyen ve daha önce sözünü ettigimiz hazin akı beti hazırlayacaklardır.

Bu ihtimalin günü geldiginde herhangi bir sekilde bütün bir in sanlıgı kaplayacagı, dolayısıyla hiçbir milletin bu mukadder akıbet ten kendini kurtaramayacagı itirazı ilk bakısta dogrudur.

Ama bu iddiaya da verilecek cevap vardır. ğurası bir gerçek ki bir gün gele çek, insanlık,

artan nüfusun ihtiyaçlarını topraktan karsılayamaya çak ve nüfusun çogalmasını sınırlamak zorunda kalacaktır. Bu durumda isi ya tabiata bırakacak veya kendisi bir yol bulacak ve bu denge kurmaya çalısacaktır. Biz simdi söyle ümit edelim ki böyle bir durum simdiki imkanlara kıyasla daha genis imkan ve vasıtaların bulundugu bir sırada vukua gelsin. O

zaman da bütün milletin bu durumdan üzüntü duyacaklardır. Halbuki bugün dünya üzerin de kendine gerekli olan topragı elde etmege kuvveti yetmeyen millet, böyle bir durumdan

rahatsız oluyor. Devrimizde halen istifade edilmeyen genis topraklar vardır ve bu arazi

islenmeyi beklemektedir. Bu toprakları ilerde tabiat tarafından gönderilecek yeni milletler için tahsis edilmis veya ayrılmıs bir arazi olarak kabul etmek manasızlık olur. Bilakis bu topraklar, sahip çıkabilecek ve isleyebilecek millete nasip olacaktır. Tabiat siyasi sınırlar kabul etmez.

O, yaratıkları dünya üzerine serpistirir ve kuvvetlerin serbest faaliyetlerini takip eder. Cesaret

ve faaliyet hususunda en kuvvetli olan, tabiatın sevgili çocugu o "asil yasamak" hakkını elde edecektir.

Bir millet dahili kolonizasyon faaliyetinin içine kapanırsa ve diger taraftan diger ırklar da dünya üzerine yayılırlarsa dogumları tahdit zorunda kalacaktır. Oysa diger milletler nüfusça çogalmaya devam edeceklerdir. Bu milletlerin isgal ettigi alan ne kadar küçükse bu durum o kadar süratli ortaya çıkacaktır. Esefle belirteyim ki, bütün medeniyet verici ırklar, içine daldıkları barısçılık prensibi ile yeni topraklar kazanmaktan çok zaman vazgeçerek, dahili kolonizasyon ile yetindiklerinden meydan degersiz milletlere kalmakta ve nüfusun iskan edilebilecegi yerler bunların ellerine geçmektedir. Bunun sonucu olarak su durum ortaya çıkmaktadır:

En yüksek medeniyete ulasmıs ırklar, daha asagı medeniyete mensup, fakat tabiat bakımından daha kaba ve sert yapılı ırkların . genis arazi üzerinde sınırlamaya gerek görmeksizin nüfusça arttıgı ı bir sırada, kendi yerlerinin sınırlı olusu neticesinde çogalamamakta ve dogum

kontrolüne gitmek zorunda kalmaktadırlar. Diger bir tabirle, bir gün gelecek dünya kültürü

daha az yüksek, fakat enerjisi fazla bir beseriyetin eline geçecektir. Yani gelecekte iki imkan ortaya çıkacaktır! Ya dünyamız modern demokrasinin olusumları ile idare edilecektir. Bu durumda da sayıca çok olan milletler terazide agır basacaklardır. Veyahut dünya tabiat kanunları dahilinde idare edilecektir. Bu vakit de, dogumları sınırlamıs topluluklar degil, sert iradeli milletler duruma hakim olacaklardır. Beseriyetin hayatı bir gün büyük mücadelelere sahne olacaktır. Sonunda yalnız beka içgüdüsü Üstün çıkacaktır. Budalalık, korkaklık ve kendini begenmislikten olusan insaniyet güneste kalmıs kor gibi bu içgüdü karsısında eriyip gidecektir. Beseriyet daimi bir mücadele içinde büyümüs ve gelismistir. Daimi barıs,

beseriyetin mezarını hazırlar.

Almanlar için "dahili kolonizasyon" kelimeleri ugursuzdur. Biz de hayatımızı uyusukluk

içinde kazanabilecegimiz fikrini dogurur. Bu nazariye bizim içimize bir kere yerlesirse, dünya üzerinde Almanlara ait olan mevkii temin ugrundaki bütün gayretler bitmis demektir. Bir

Alman hayatını ve gelenegini bu vasıta ile temin edebilecegine inanırsa, artık her türlü faal savunma ortadan kalkar. Böylece bütün dıs politika ile Alman milletinin gelecegi topraga gömülmüs olur. Bunun için bu ugursuz zihniyeti Alman milletine yerlestirmeye kalkanın daima Yahudi olması hiçbir zaman bir tesadüf degildir. Yahudi bu gibi islerden gayet iyi anlar, insanları yakından tanıdıgı için, onların hayat ugrundaki çetin mücadelelerini manasızlastıra-cak sekilde tabiata yumruk indirmeyi ve kendini dünyanın hakimi mevkiine

çıkaracak çareyi buldugunu birtakım hayalperestlere inandırır. Yahudi bu zavallı hayalperest kimselerin, kendisinin minnettar birer kurbanı olduklarını da bilir.

Bir memleketin genis topraklara sahip olması harici emniyetin esasını teskil eder. Bir milletin sahip oldugu toprak ne kadar genisse o milletin tabii himayesi de o kadar büyük demektir.

Belirli yere sahip milletlere karsı, daima daha çabuk, daha kolay, daha etkili ve daha askeri sonuçlar elde edilir. Topragı daha büyük olan milletlere karsı durum degisir. Ayrıca devletin genisligi ciddi sekilde yapılmayan saldırılara karsı bir korunma alanı meydana getirir. Çünkü basarı ancak çok uzun ve çetin mücadelelerden sonra kazanılır. Birbirine baskın seklinde yapılacak saldırılar ise, bu sekli göze almak için tamamen mecburi sebepler yoksa da pek çok görülebilir, iste böylece bir devletin toprak itibariyle büyüklügü tek basına milletin hürriyet ve bagımsızlıgın sürekliligini saglayan unsur olur. Dar toprak istilayı davet eder.

Almanya'da halkın çogalması ile, genislemeyen toprak arasındaki denge olusturmada bu ilk

iki çareden de kaçınıldı. Buna dogumların sınırlandırılması meselesinde bazı ahlaki konular sebep oldu. Dahili kolonizasyondan ise, büyük araziye karsı bir hücumun hissedilmesinden ve mülkiyete karsı bir tecavüzün baslangıcından korkuldugu için vazgeçildi.

Bu durum karsısında artan nüfusa ekmek ve is temin etmek için ancak iki çare daha kalıyordu:

3) Bu çarelerden biri yeni topraklar elde etmek ve her yıl artan nüfusu bu yeni topraklara yerlestirmek suretiyle milletin kendi geçimini kendisinin saglamasına çalısmaktı. 4) Diger çare ise sömürge ve ticaret politikası idi. Kendimize dıs pazarlar bulmalıydık.

Bu iki yol tetkik edildi ve nihayet son sık üzerinde karara varıldı. Halbuki ilk çare daha uygun idi. Artan nüfusumuzu yerlestirecegimiz yeni yerler temin edilmesi gelecek bakımından da

son derece faydalı olurdu.

Bütün bir milletin temeli olmak üzere saglam ve kusursuz bir köylü sınıfı meydana getirmek

ve bunu muhafaza etmek hususuna önem verilmelidir. Dertlerimizin çogu sehir nüfusu ile köylü arasındaki oransızlıktan dogmaktadır. Küçük ve orta köylülerden olusmus saglam topluluk, eskiden beri toplumsal dertlerimize karsı bir korunma vasıtası olarak meydana çıkmıstır. Bugün de aynı toplumsal rahatsızlıklar içindeyiz. Bir millete kapalı bir iktisadiyat

çerçevesi içinde günlük geçimini saglayan tek hal çaresi budur. Böyle olursa sanayi ile ticaret üstün ve zararlı durumlarından geri çekilerek milli bir iktisadiyatın genel çerçevesi dahilinde

bir mevki alırlar. Ve sonunda ihtiyaçlara denk hale gelirler. Artık, sanayi ve ticaret, milletin temeli olmaktan çıkarak, onun yardımcısı olurlar. Fonksiyonları ihtiyaçlarımızla, bütün alanlardaki üretimlerimiz arasında dogru nispeti korumaktan ibaret kalır. Bu durum, halkı yabancı devletlere tabi olmaktan bir dereceye kadar kurtarır. Sanayi ve ticaret müskül

günlerde devletin hürriyetini ve milletin bagımsızlıgını saglamaya yardım eder. Gerçi böyle

bir toprak politikası ancak Avrupa'da uygulanabilir. Bu arada sunu da kabul etmeliyiz ki bir milletin öteki bir millete oranla elli misli fazla bir topraga sahip olması, Tanrı'nın iradesine uygun düsmez. Böyle bir hal karsısında, siyasi sınırları dolayısıyla ebedi hukukun

sınırlarından uzak tutulmaya rıza göstermek caiz degildir. Eger dünyada herkesin yasamasına

yeter derecede yer varsa, yasamak için gerekli olan topragı bize versinler. ğüphesiz bunu

gönül rızası ile yapmayacaklardır, iste o zaman da herkesin kendi hayatı için mücadele etmek hususunda sahip oldugu hak, ise müdahale edecektir. Sonunda tatlılıkla çözümlenemeyen is yumrukla halledilecektir. Ecdadımız, vaktiyle kararlarını bugünkü manasız barısçılık anlayısı içinde verseydi, simdi elimizde bulunan milli topragımızın üçte birine bile sahip

olamayacaktık ve böylece Alman milleti de Avrupa'da gelecegini düsünmek derdinden (!) kurtulacaktı. Hayır, Reich'ın dogu sınırlarını biz atalarımızın gayretli çalısmalarına borçluyuz. Ayrıca milletimizin toprak bütünlügünü saglayan kuvvet de onların sayesindedir. Esasen

bugüne kadar gelebilmemizi saglayan tek nokta bu toprak büyüklügüdür. Toprak bü- yüklügünün faydalarını ortaya koyan bir sebep daha vardır:

Avrupa'daki devletlerin çogu bugün ters oturtulmus piramitlere benzetilebilir. Bu devletlerin Avrupa'daki toprakları sömürgelerin o genis arazisine, dıs ticaretinin önemine kıyasla gülünç denilecek kadar küçüktür. Bu durum için, zirve Avrupa'da, kaide ise bütün dünya da denebilir. Sadece Amerika Birlesik Devletleri bu tarifin dısında kalır. Bu devletin kaidesi de kendi kıtasındadır. Dünyanın diger bölgeleri ile sadece zirve ile temas kurarlar. Bu sekil o devletin

iç kuvvetini meydana getirir. Avrupa devletlerinin zayıf noktalan da buradadır, ingiltere bile, Avrupa devletleri için söylediklerimi ters çıkartamaz. Çünkü Britanya Ğmparatorlugu söz konusu edilirken Anglo Sakson dünyasının varlıgı unutulmamalıdır, ingiltere'nin sadece

Amerika Birlesik Devletleri ile olan kültür ve dil beraberliginden dolayı, herhangi bir Avrupa devleti ile kıyaslanamaz.

Almanya için saglam bir toprak politikasını basanya ulastırabilmenin tek yolu Avrupa'da yeni yerler elde etmekle olurdu. Sömürgeler yogun bir sekilde Avrupalılarla iskan edilmege müsait olmadıkça bu gayeye hizmetleri dokunamaz. Hem 19. yüzyılda barıs yolu ile Avrupa

devletleri için böyle sömürge görevini görecek topraklar elde edilemezdi. Hatta büyük bir savasa girismeden bu sekilde bir sömürge siyaseti dahi takip edilemezdi. Halbuki böyle bir savası Avrupa'nın dısında yerler elde etmek yerine, Avrupa Kıtası içinde toprak elde etmek üzere göze almak çok daha uygun olurdu, iste böyle bir seye karar verilecek olursa, artık her seyi bırakarak sadece bu harekete sarılmak gerekir. Hepimizin iradesine ve enerjisine ihtiyacı

olan böyle bir hareket, yarım tedbirlerle, tereddütlü davranıslarla gerçeklestirilemez. Bunun için Reich'ın bütün siyasetini sadece bu gayeye ayırmak gerekir. Bu hareketin kuvvetlendirilmesinden baska, herhangi bir düsüncenin geregi olan bir küçük jest dahi ya-

pılmamalıdır. Bu gayeye tesebbüse sadece savas imkan verirdi. Bunu bütün açıklıgı ile kabul etmek gerekir. Silahlanma yarısı sakin bir gözle dikkate alınmamalıdır. Bütün anlasmalar bu yönden incelenmelidir. Avrupa'dan toprak mı isteniyor? iste bu sadece Rusya'nın zararına

olur. Bunun için de Reich, Alman kılıcı ile Alman sabanına toprak bulmak ve böylece milletin günlük ekmegini saglamak üzere eski "Toton ğövalyeleri"nin yolundan yürümeliydi. Böyle

bir siyaset için de Avrupa'da imkan dahilindeki tek müttefik ingiltere idi. Bir kere ingiltere ile anlasma yapıldı mıydı, Germenlerin yeni seferlerine baslanabilirdi. Bunda bizim hakkımız, ecdadımızın hakkından az degildir. Barıssever halkımızdan hiçbiri dogunun ekmegini

yemekten çekinmiyor. O halde sapanın yolunu kılıcın açacagını da kabul etmek gerekir, ingiltere'nin sevgisini çekmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamalıdır, ingiliz sanayii ile

hiçbir rekabette bulunmamalı ve sömürgelerden, denizlerdeki üstünlüklerden vazgeçilmeliydi. Bu sonuca ancak kesin ve açık bir vaziyet ulastırabilirdi. Ya sömürgelerden ve ticaretten vazgeçilecekti, veya bir Alman savas donanmasından...

Hiç süphe yok ki sonuç geçici bir sınırlama olacaktı, fakat azamet ve üstünlük dolu bir gelecek vardı. Öyle anlar oldu ki, ingiltere böyle bir hususu görüsmeye müsait davrandı.

Çünkü nüfus artısı yüzünden Almanya, ya ingiltere'nin yardımı ile Avrupa'da kaynaklar elde edecekti ya da ingiltere yardım etmezse dünyanın herhangi bir yerine kayacaktı, iste bu

durumu ingiltere çok iyi anlıyordu. 20. Yüzyılın baslarında ingiltere'nin kendisi Almanya'ya yaklastıgı sıralarda, bu hususu gerçeklestirmek lazımdı. Daha ileri yıllarda açık olusumlarını

gördügümüz bu istek o günlerde ortaya çıkıyordu, ingiltere hesabına kestaneleri atesten çıkarmak düsüncesi Almanya'da hosa gitmeyen bir durum yaratıyordu. Sanki, bir anlasmanın her iki devlet için de kârlı olmayacagı kanaati vardı. Aslında ingiltere ile pek kolay bir

anlasma yapılabilirdi. Yalnız ingilizler, her istifadenin bir karsılıgı olacagını bilen kurnaz kimselerdi.

Gayet iyi idare edilen bir Alman dıs siyasetinin 1904 yılında Japonya'nın rolünü benimseyebilecegi de düsünülmeliydi. Bundan Almanya hesabına çıkacak sonuçlar

tahminlere sıgdırılamazdı. Herhalde dünya savası çıkmazdı. 1904 yılında dökülen kan, 1914-

1918 yıllarında on misli fazla kan akıtılmasına engel olurdu, iste bunun sonucu olarak, acaba bugün Almanya dünya üzerinde nasıl bir yerde bulunurdu?

Bütün bunlar Avusturya ile anlasma yapmanın manasızlıgım ortaya koymaktadır. Bu devlet kadavrası, Almanya'ya beraber savasmak için yanasmıyor, sadece sonsuz bir barısı korumak

için sokuluyordu. Sonra bu anlasmadan, monarsi içindeki Alman unsurları, yavas, fakat er geç yok etmek için kurnazca faydalanacaktı. Gerçi bunu basarması imkansızdı. Bu durumda da anlasmanın imkansızlıgı ortaya çıkıyordu. Çünkü, kendi ülkesindeki Cermenligin yok edil- mesindeki kuvvete sahip olmayan bir devlet Almanya'nın menfaatlerine ne kadar yardımcı olabilirdi.

Almanya'da, Habsbourg Devleti'nden Alman ırkına mensup on milyon insana diledigi gibi hakim olmak imkanını çekip almak için milli his ve ruh yoksa, büyük bir cesarete ihtiyacı olan genis planların tahakkukunda Avusturya'dan yardım beklenmesine de lüzum olmazdı. Eski Reich'ın Avusturya meselesinde aldıgı tavra bakılarak, kendi milleti için kesin mücadelede nasıl davranacagı anlasılırdı. Hiç süphe yok ki, Cermanızmin yıldan yıla daha çok baskı görmesine fırsat verilmemeliydi. Çünkü, Avusturya'nın müttefik olarak degeri, ancak Alman unsurunun varlıgı ile saglanabilirdi. Fakat idareciler bu yolu tercih etmediler. Mücadele etmek kadar, çekinip korktukları bir sey yoktu. Gerçi sonunda buna müsait

olmayan bir zamanda mecbur kalacaklardı.

Kaderin pençesinden kurtulmak istiyorlardı. Fakat çabaları bosa çıktı. Dünya barısını korumanın rüyasını görüyorlardı. Sonunda Dünya Savası ile derin uykudan uyandılar. Bu

barıs rüyası, Almanya'nın gelecegine sekil vermek için üçüncü yola önem verilmesinin belli baslı sebebi olmustur. Ele geçirilecek toprakların doguda oldugu biliniyor ve bunun için mücadele etmenin geregi kabul ediliyordu. Fakat ne pahasına olursa olsun barıs isteniyordu.

Çünkü daha o günlerden itibaren Almanya'nın dıs siyasetinin esas agırlıgı Alman milletinin bekasım saglamak degildi. Dıs siyasetimizin esas gayesi her çareye basvurarak dünya barısını devam ettirmekti, iste bu tutumun sonucu herkesin bildigi gibi olmustur. Bu konuya özellikle tekrar dönecegim.

ğimdi bu durumda dördüncü ihtimal kalıyordu. Yani sanayide ilerlemek, dünya ticaretine ve denizlere hakim olmak ve sömürgeler. Böyle bir gelismeye daha kolay ve daha çabuk erismek gerekirdi. Keza bir topragı kolonize etmek çogu zaman yüzyıllarca sürer. Esasen onun derin kuvveti de buradadır. Ani bir parlama söz konusu degildir. Hem derece derece, hem derin ve devamlı bir hamle söz konusudur. Yani sanayi gelismesinin belirtilerinden farklıdır. Sanayi gelismesi çevreye birkaç yıl içinde kuvvetli ve parlak alevler saçabilir, fakat bunlar devamlı degildir, sabun köpügüne benzer. Israrlı çalısmalarla çiftlikler kurup, buralara çiftçi aileleri yerlestirmek, bir donanma meydana getirmekten daha zordur. Fakat seri bir sekilde meydana getirilen donanmanın yok olması da çok çabuk olabilir. Esasen Almanya böyle hareket ederse

bu yolun da er geç savasa çıkacagını bilmeli idi. Çalçene heriflerin gururla söyledikleri

ırkların "barıs yolu ile fethi" sözüne, yani silaha sarılmadan muz aramak için nazik olmanın

ve iyi davranmanın yetecegine, ancak çocuklar inanabilirler.

Hayır, biz bir defa bu yola girersek, günün birinde ingiltere'nin bize düsman olması

mukadderdi, ingiltere'nin, Almanya'nın barısçılık faaliyetine siddetli bir bencillikle muhalefet ettiginden dolayı bizim bu harekete kızmamız budalalıktan da öte bir sey olurdu, iste biz bu kadar saftık!

Avrupa'da toprak ele geçirmek için Rusya'ya karsı ingiltere ile birlesmek gerekirken, sömürge

ve dünya ticareti politikası da ancak Rusya ile birleserek Ğngiltere'ye karsı takip edilebilirdi. Ancak bu takdirde, bu politikanın sonuçlarını kabul etmek ve özellikle bir an evvel Avusturya'yı bırakmak lazım gelirdi, iste ne taraftan bakılırsa bakılsın Avusturya ile yapılan anlasma 1900 yılına dogru gerçek bir delilikten ibaretti. Fakat gerek ingiltere'ye karsı Rusya

ile ve gerek Rusya'ya karsı ingiltere ile anlasma yapmak hiç düsünülmüyordu. Çünkü her iki halde de savas çıkardı, iste bu savası önlemek için, o ticaret ve sanayi siyaseti

benimseniyordu, iktisadi ve barıs yollarından dünyanın fethi her çesit kuvvet politikasının

kesin olarak boynunu koparıp atacak ve isini bitirecek bir usul sanılıyordu. Gerçi bundan tam emin degildiler. Özellikle ingiltere'den ara sıra hiç akıl almaz tehditler geldigi zaman inançları sarsılıyordu. Bundan dolayı bir donanma insa etmeye karar verdiler. Fakat bu karar verilirken ingiltere'ye saldırmak ve onu yok etmek düsünülmüyordu. Tam tersine barısı korumak ve dünyanın barıs yolu ile fethedilmesi faaliyetine devam edilmesi isteniyordu. Bundan dolayı, gerek sayı ve tonaj itibariyle ve gerek silah yönünden mütevazı bir donanma meydana

getirildi. Niyet barısçılık emelim anlatmaktı.

Dünyanın iktisadi ve barıs yollarından fethedilmesi konusundaki saçmalıkların bir devletin dıs siyasetinin en büyük prensibi derecesine çıkarılması, kepazelikten baska bir sey degildi, ingiltere'yi böyle bir fethin imkan dahilinde olduguna örnek gösterilmesi ise bu kepazeligi en

açık sekliyle ortaya koyuyordu. Bizim tarihi, bir ögretmen olarak kabul etmemizin bu alanda bize çok zararları dokunmustur. Bu zararları onarmak ise pek zordur. Birçok kimse tarihi

hiçbir sey anlamadan ezberlerler, iste bundan dolayı ingiltere'nin, yukarıdaki düsüncelerin tam karsıtına örnek oldugunu anlamadılar. Çünkü hiçbir devlet iktisadi fetihlerini ingiltere'den

daha sert ve kılıç zoru ile yapmamıs ve yapmıs olduklarım da ingilizler kadar azimle korumamıstır. ingiliz siyasetinin göze çarpan en büyük özelligi siyasi kuvvetinden iktisadi fetihler yapması ve sonra her iktisadi basarısını siyasi kuvvet haline getirebilmesidir. Ayrıca ingiltere'nin kendi iktisadi çıkarları için savasmayacak kadar korkak olduguna inanmak çok büyük hata idi. ingiltere'nin milli orduya sahip olmaması bu iddiaya hak verdirmez. Burada önemli olan ordunun geçici bünyesi degil, eldeki bu orduyu ileri sürmek niyet ve kararıdır, in- gilizler ihtiyaçları olan silaha daima sahip olmuslardır. Onlar savastan galip çıkmalarını saglayacak silahları ellerinde bulundurmuslardır. Ücretli askerler yettigi müddetçe savasa

bunları yolladılar. Fakat basarı için bu yetmeyince, kendi milletinin en degerli kanından yar- dım almak yolunu da bildiler. ingilizlerin mücadele iradeleri, sebatları daima aynı sekilde kalmıstır. Oysa Almanya'da okullarda, basında ve mizah yayınlarında ingiltere hakkında çok

yanlıs fikirler ortaya kondu. Bu yanlıs fikirler bizim hayal kırıklıgına ugramamıza sebep oldu. Her tarafa yayılan uydurma kanaat, sonunda ingiltere'yi hafife alma hissi dogurdu, iste bunun cezasını çektik. Bu yanlıs fikirler ingilizlerin akıl almayacak kadar korkak ve sadece hilebaz birer is adamı oldukları fikrini yaydı. Bizim sözde iyi yetismis profesörlerimiz, ingiltere gibi genis ve dünyaya egemen bir imparatorlugun hile yolu ile ele geçirilemeyecegini akıllarına getiremiyorlardı. Bu hatalı yolu ikaz eden az sayıdaki kisilerin sözleri ise dinlenmiyordu. Tommiesler, Flanderlerde bizimle karsı karsıya geldiklerinde hayrete düsen arkadaslarımın

yüz ifadelerini hâlâ hatırlıyorum. Kavganın ilk günlerinden itibaren herkese bu Iskoçyalıların, mizah yayınlarında ve resmi agızlarda anlatılan kimselere benzemediklerini anladılar. Bu olay benim için, bazı propaganda sekillerinin faydası hakkında inceleme yapmama sebep oldu. Bu yanlıs düsünce, hiç süphe yok ki onu yayanlara bazı faydalar saglıyordu. Dünyanın iktisadi yönden fethedilmesinin mümkün oldugunu Ğspat için, yanlıs olmakla beraber bu örnekten faydalanılabilinirdi. ingiltere'ye basarı temin etmis bir seyin bize de basarı saglaması ge-

rekirdi. Hatta Almanların yüksek görüsleri ve bizim ingilizlere has olan hilebazlıktan uzak olusumuz biz Almanlar için bir üstünlük sayılırdı ve böylece küçük milletlerin sevgilerini ve

itimatlarım kazanmamız söz konusu olurdu. Bizim hürriyetimizin baskaları için derin bir

nefret kaynagı olacagını bir türlü anlamıyorduk.

Üçlü anlasmanın manasızlıgını bize ancak, dünyanın iktisadi ve barıs yolları ile fethedilebilecegine ait saçmalıklar açıkça anlatabilirdi. Hangi devletle anlasma yapılabilirdi.

Bir fetih için Avusturya ile Avrupa'da bile savasa girilemezdi. Bu anlasmanın dogustan sakat olusu buradaydı. Belki bir Bismarck çaresizlik içinde, böyle bir anlasmaya katlanabilirdi.

Fakat onun basarısız halefleri hiçbir is yapamadı. Hele Bismarck tarafından yapılan

anlasmanın en esaslı temelleri, artık kalmamıstı. Çünkü Bismarck kendi zamanında, Avustur- ya'yı hâlâ bir Alman Devleti sayıyordu. Fakat oy usulünün yavas yavas kabulü ve parlamenter usullere göre idare edilme bu ülkeyi Almanlıkla hiçbir ilgisi olmayan karmakarısık bir hale getirdi. Irki bir siyaset yönünden de, Avusturya ile anlasma yapmak, kötü ve yanlıs bir yoldu. Çünkü Reich'ın yanında yeni bir büyük Slav Devleti'nin kurulmasına göz yumuluyordu. Hiç süphe yok ki bu devlet, Rusya aleyhine degil de er geç Almanya aleyhine dönecekti. Tuna Monarsisi'nde, bütün birinci derece makamlardan Panjermanistler uzaklastırılınca, anlasma çürüyecek ve yıldan yıla zayıflayacaktı. Almanya'nın, Avusturya ile anlasması 1900 yılına

dogru, Avusturya'nın italya ile olan anlasmasının aldıgı sekle bürünmüstü.

Avusturya'daki Cermenligin ugradıgı zulüm ve baskıya karsı, protestoda bulunmak gerekirdi. Ancak böyle bir yol tutulursa, açıktan açıga bir mücadeleye girmek gerekirdi.

Üçlü anlasmanın degeri psikolojik yönden mütevazı idi. Çünkü bir anlasma mevcut bir durumu korumak ve devam ettirmekle kalırsa, kuvveti de gitgide zayıflar. Halbuki bir anlasma o anlasmayı yapan devletlerin, bundan yararlanarak gelismeyi düsünmeleri so-

nucunda daha kuvvetli bir duruma gelir. Bunda da kuvvet karsı koymada degil, saldırmadadır.

O günlerde bu gerçek bazı kimselerce kabul edildi ise de, maalesef mesleki çevrelerde anlasılmadı. 1912 yılında, genel kurmaya baglı bir subay olan Ludendorff bir muhtıra ile bu anlasmanın zayıf yönlerini açıklamıstı. Ne yazık ki devlet adamları bu muhtıraya deger vermediler. Genellikle, akıl ve mantık sadece basit insanlarda daha etkili bir sekilde kendini gösterse de, siyaset adamları söz konusu olunca bu prensip tamamen ortadan kalkar.

1914 Savası'nın Avusturya yolu ile çıkması ve Habsbourgların isin içinden sıyrılmaga imkan bulamamaları Almanya için bir bahtiyarlıktır. Eger savas baska bir sebepten ve yönden çıksaydı, Almanya yalnız basına kalırdı. Çünkü Habsbourglar hiçbir zaman Almanya

yüzünden çıkmıs bir savasa katılmadıkları gibi, böyle bir kavgaya dahil olmak da istememislerdir. Avusturya'daki Slavlar 1914 yılında monarsinin Almanya'ya yardım

etmesine imkan bırakmadan monarsiyi parçalardı. Fakat o devirlerde Tuna Monarsisi ile yapılan bu anlasmadan dogacak tehlike ve zorlukların artması ihtimalim anlayabilenler pek azdı. Avusturya'nın pek çok düsmanı vardı. Bu köhne devletin mirasına konmak için her taraftan Tuna Monarsisi'nin parçalanması bekleniyordu ve Almanya'nın buna engel olacagı düsünülerek bize karsı da husumet besleniyordu. Sonunda su karara varılmıstı, Viyana'ya ancak Berlin'den geçilerek kavusulur. Bu yüzden Almanya en çok ümit verici anlasma

imkanlarını kaybetti. Halbuki bu anlasma Rusya ve hatta italya ile gergin bir havanın esmesi-

ne sebep oldu. Çünkü Roma'da halk Almanya'ya karsı olumlu düsünüyorsa da, Avusturya aleyhindeki düsmanlık her italyan'ın kalbinde yatıyordu. Sonra, ticaret ve sanayilesme politikasına girisilince, Rusya ile savas asla düsünülemezdi. Böyle bir seyden ancak bu i-ki devletin düsmanları faydalanabilirdi. Ğste bunun içindir ki baslangıçta Yahudiler ve Marksistler her seye basvurarak bu iki devleti birbiri ile savasmaya zorladılar.

Bir de bu anlasma daima Almanya için tehlike arz ediyordu. Çünkü Bismarck'ın Reinch'ına düsman olan bir devlet için, diger devletleri Almanya'nın müttefiki olan Avusturya'nın zararına zengin olmak vaadi ile kıskırtmak, her zaman pek kolay bir seydi. Viyana

Monarsisi'nin aleyhine bütün Dogu Avrupa'yı, özellikle Rusya ile italya'yı harekete geçirmek imkan dahilindeydi. Eger Almanya'nın müttefiki olan Avusturya herkesin ilgisini çeken bir miras teskil etmeseydi, Kral Edward'ın nüfuz ve idaresi altında kurulan dünya anlasması

meydana gelmezdi, iste bu yüzden çesitli niyetleri olan ve birine zıt gayelerin pesinde kosan

devletleri aynı taarruz cephesi sürüklemek mümkün olmustur. Almanya'ya karsı genel bir saldırı halinde bu devletlerin hepsi Avusturya'nın zararına zengin olmayı tasavvur edebilirlerdi. Osmanlı împaratorlugu'nun da bu felaketler getiren anlasmaya açıkça degilse

bile, dolayısıyla katılmıs bulunması bu tehlikeyi daha da artırıyordu. Dünya maliyesini idare

e-.... Yahudilerin ise henüz mali ve ekonomik kontrol altına almaları Almanya'yı yok etmek üzere çok eskiden beri besledikleri emellerini sonuçlandırabılmeleri için böyle bir yeme ihtiyaçları vardı, iste, ancak anlasmanın bu sekilde lehimlenmesi mümkün oldu.

Habsbourglar Devleti ile yapılan bu anlasma daha Viyana'da en beni azap içinde bırakıyordu,

simdi ise bu husustaki fikir ve kanaatim daha da kuvvetlendi.

Devam ettigim belirli yerlerde, çökmeye mahkum bir devlet ile yapılan bu manasız

anlasmanın içinden, eger zamanında sıyrılamaz, Almanya'yı daha da felaket dolu bir sonuca sürükleyecegi hakkındaki kanaatimi gizlemiyordum. Sonunda Dünya Savası'nın fırtınası

bütün akla uygun düsünceleri ortadan kaldırır gibi oldugunda coskunlugun verdigi bas dönmesi ancak pek hos olmayan gerçege baglanmaları gereken merkezleri sardıgında, bu kanaatim bir an bile olsa sarsılmadı. Hatta cephede bulundugum günlerde bile, münakasa

fırsatı elime geçtiginde Almanya'nın menfaati için bu anlasmayı bozmak gerektigini ve bu is

ne kadar erken yapılırsa milletimiz için o kadar iyi olacagını anlatıyordum. Habsbourglar Monarsisi'ni bırakmakla Almanya'nın düsmanlarının sayısının azalacagını ve böylece milyonlarca insanın çizme giymesi, çökmekte olan bir hanedanı ayakta tutmak için degil, Alman milletinin kurtulusu için olacagını bir bir izah ediyordum.

Savastan önce anlasma siyasetinin sakat oldugu birkaç defa izah edildi. Alman muhafazakar çevreleri, bu mübalagalı güvene karsı daha ihtiyatlı davranılmasını tavsiye ettiler. Fakat bütün akla uygun Sözleri oldugu gibi bu ikazları da rüzgar silip götürdü. Nedense bir kere dünyanın fethi yolunda gidildiginde bunun sonucunun pek büyük olacagına, bu isteki fedakarlıgın ise

bir hiç derecesinde kalacagına inanılmıstı. Bu islerden anlamayanlar için de burunlarının di- kine dogru yok olmaya gittiklerini ve fareli köyün kavalcısı misali o zavallı halkı da peslerinden sürüklediklerini gayet sakin bir sekilde düsünmek kalıyordu. Bir iktisadi fethin saçmalıgını, tatbiki mümkün bir siyasi sistemmis gibi gösteren ve millete dünya barısının devamını siyasi bir gaye oldugunu kabul ettiren sebep, bizim bütün siyasi düsüncelerimizin hastalıklı durumundan ileri geliyordu.

Alman teknik sanayiinin zaferi, Alman ticaretinin artan basarıları, bütün bunların kudretli bir devlet ile kabil olacagını bize unutturuyordu. Birçok çevrede, bizzat devletin bu olaylara hayatını borçlu ekonomik bir müessese demek oldugu ve teskilatın ekonomiye baglı

bulundugu kanaati müdafaa ediliyordu. Bu hal en dogru bir vaziyet gibi görülüyordu.

Halbuki devletin iktisadi bir düsünce ile veya belirli bir iktisadı gelisme ile hiçbir münasebeti yoktur. Devlet sarih ve sınırları tayin edilmis bir arazi üstünde, gayesi iktisadi görevler

ifasından ibaret olmak üzere, ekonomik anlasmalarla meydana gelmis degildir. Devlet fizik ve ahlak bakımından birbirine benzer yaratıklardan olusan bir topluluk teskilatıdır. Devlet, bu insanların nesillerine daha iyi hayat saglamak ve milletleri Tanrı tarafından gösterilen gayeye eristirmek için kurulmustur. Bir devletin manası ve gayesi budur ve yalnız bundan ibarettir. iktisadiyat yukarıda izah ettigimiz görevin ifası için gereken birkaç vasıtadan ancak biridir, iktisadiyat hiçbir zaman devletin ne sebebi ne de gayesidir.

iste devletin, devlet sıfatı ile mutlaka belirli bir topraga dayanmasının lüzumsuzlugunun

sebebi buradadır. Böyle bir sart ırkdaslarının geçimlerini kendi imkanları ile saglamak isteyen topluluklarda zaruri olur. Bu arada beseriyetin içine, diger milletleri kendileri için çalıstırmak maksadıyla asalaklar gibi sokulmak kabiliyetine sahip milletler, sınırlandırılmıs küçük

topraklara dahi sahip olmamalarına ragmen devlet teskil edebilirler. Bu asalaklıgı ile bütün beseriyete ıstırap veren millet Yahudilerdir. Yahudi Devleti hiçbir zaman mekan içinde var

olmadı. Dünyaya sınırsız olarak yayılmakla beraber, bir milletin fertlerini ihtiva etmektedir.

Bunun içindir ki bu millet her yerde devlet içinde devlet vücuda getirmistir. Bu suni devlet, din yaftası altında ilerleyebilmek ve böylece üstün ırkların dini inanıslara her zaman gösterdikleri müsamahayı saglamak için dünyanın en büyük hokkabazlık hünerlerini yapmaktan geri kalmaz. Gerçekte ise Hazreti Musa'nın dini, Yahudi ırkının korunması mezhebinden baska bir sey degildir. Bunun için bu din gayesine ilgisi bulunan toplumsal, siyasal ve ekonomik bilimlerin alanını da - tamamen içerir.

insanın bekasını saglama içgüdüsü, insan topluluklarının olusumunun ilk sebebidir. Bu yüzden, devlet bir ırk organıdır, bir iktisadi teskilat degildir. Bu durumu çagdas devlet adamları anlamamaktadırlar. Neticede bu devlet adamları, devleti iktisadi vasıtalarla

kurabileceklerini zannetmektedirler. Halbuki devlet, türün ve milletin devamlılıgını saglama içgüdüsünü, faaliyetine esas alan bir olusumdur.

Bir nevi bekası, bir ferdi feda etmeyi gerektirir. Schiller, "Hayatınızı ileri sürmezseniz, hiçbir zaman hayatınızı kazanamazsınız." , der. ğairin sözlerinin manası da budur. Ferdi hayatın fedası, ırkın

!' bekasım temin için geçerlidir. Bir devletin teskili ve idamesi için en esaslı sart, karakter ve ırk birligi üzerine kurulmus bir dayanısma

| hissinin hakim olması ve her vasıta ile bunun müdafaasına hazır durulmasıdır. Bu husus, kendi toprakları üzerinde yasayan millet-

I ferde kahramanca faziletlerin gelismesiyle, sahtekarlarda ise, riya ve hile dolu bir zulümle son bulur. Yeter ki bu üstün vasıflar dogustan

l kazanılmıs ve siyasi sekiller arasındaki fark da bunun güzel bir delili olsun, iste bir devletin kurulusu, hiç olmazsa baslangıçta, bu üstün

'Vasıfların olusumundan meydana gelmelidir. Hayat mücadelesinde yenilen ve sonunda mahkûm olan ırklar, bu kavgada kahramanca (faziletler göstermeyenler ile dalkavuk ve sahtekarların hilelerine kurban gidenlerdir. Burada eksik olan akıldan ziyade, azim ve cesa- rettir. Bu da kendim insani hisler perdesi arkasında saklamaya çalısır.

Herhangi bir devletin iç kuvvetinin iktisadi gelismeye pek ender uygun düsmesi, devletlerin yabancı ve koruyucu vasıflarının ekonomiye ne kadar az baglı bulunduklarını açıkça ortaya koyar. Birçok örnek bize açıkça göstermistir ki, ekonomik gelisme daha çok devletin çökmesinin yakın olduguna isaret eder. Eger insan topluluklarının kurulusu her seyden önce ekonomik kuvvet veya bunun etkenleri ile açıklanıyorsa, devletin kuvvet ve azametini eko-

nomik gelismenin büyüklügü ile ifade etmek gerekirdi. Devletlerin kurulusunda veya korunmasında ekonomik kuvvete inanısı reddeden delillere tarihin her sayfasında rastlarız. Özellikle Rusya bu devletin kurulusunda maddi unsurların rol oynamadıgını, aksim ahlaki faziletlerin bu kurulusu sagladıgını fevkalade bir açıklıkla ortaya koyar. Ğste, ancak bu ahlaki faziletlerin himayesi ile ekonomi meydana çıkmaya baslar ve eger devletin yaratıcı

kabiliyetleri çökerse o da yıkılır gider.

Devletleri doguran ve muhafaza eden kuvvetlerin neler oldugu sorulursa, bu soruya verilecek cevap su olur: Ferdin toplum ugrun da fedakarlık ruhu ve gösterecegi irade. Bu iki faziletin ekonomi ılı bir ilgisi ve müsterek tarafı yoktur. Çünkü insan hiçbir zaman ekonomi ugrunda

feda edilmez, insan, bir is için degil, bir ideal için hayatını feda eder.

Halkın hissiyatını anlamaya ilgisi bulunan hususlarda Ingilizle rin psikoloji bakımından diger devletlere kıyasla üstün olduklarını gösteren ve ispat eden sey savasa girmeleri için ileri sürdükleri se beptir. Biz Almanlar ekmegimiz için savastıgımız sırada onlar hürrı yet, hatta kendi hürriyetleri için degil, küçük milletlerin hürriyetle: ı için silah atıyorlardı. Bizde bu duruma güldüler ve kızdılar, böylece Alman diplomasisinin daha savastan önce ne kadar

fikirsiz ve aptal1 oldugunu ortaya koydular. ğuursuz ve azimli insanları her halde ölüme dogru yürüten kuvvetin ne olabilecegi hakkında zerre kadar fikirleri yoktu. 1914 yılında Alman

milleti, bir fikrin ugrunda savas tıgına inandıgı sürece mücadeleye yardımcı oldu. Fakat

Alman mil letini yalnız günlük ekmegi için savasa soktukları zaman çarpısmak tan vazgeçti. Devlet adamlarımız, insanın bir iktisadi menfaat ugru na mücadele ettigi andan itibaren

elinden geldigi kadar ölümden kaçındıgını hiçbir vakit anlamadılar ve farkına varamadılar. Çünkü, ölüm onları kazanılan zaferin semeresinden mahrum bıraktı. Çocu gunun selameti endisesi, en zayıf bir anneyi bile bir kahraman halı ne sokabilir. Bütün tarih boyunca görülen sudur ki, ırkın ve ocagın yahut bunları savunan devletin bekası ugrundaki mücadelelerde, insanlar kendilerini düsman mızraklarının üstüne atmıslardır. De mek ki su husus ölümsüz bir gerçek olarak ilan edilebilir. Hiçbir za man bir devlet barıssever ekonomi ile kurulmamıstır. Devlet daim;ı ırkın beka içgüdüsü sayesinde kurulmustur. Bu içgüdü, ister kendi ni

kahramanlık sahasında,isterse entrika sahasında göstermis olsun ikisi de birdir. Yalnız birinci halde, çalısan ve medeniyet sahibi olan |f devletler meydana çıkmıslardır. Diger halde de

asalak Yahudi toplulukları meydana gelmistir. Bir millette ekonomi, bu içgüdüyü iletmeye baslar baslamaz; esaret, zulüm ve tazyiki getiren sebep «Üne dönüsür.

Savastan önce, Almanya için dünya ticaret merkezlerini ele geçirmek veya ticaret ve sömürge siyaseti ile dünyayı barıs yolu ile fethetmek imkanı olduguna beslenen inanç, irade kuvveti, icraata az-, ve kesinlik gibi diger bütün faziletleri yok eden klasik bir hasta-idi. Dünya

Savası'nın bütün sonuçları ile böyle bir durumdan meydana gelmesi tabiat kanunlarının geregiydi. Eger meseleye derinlemesine bakılmayacak olursa Alman milletinin bu tavır ve hare-eti, çözülmesi imkansız bir muamma gibi görünür. Sadece kudret kuvvet siyasetinin

temelleri üzerinde yükselmis bir imparatorlugun en güzel örnegim bizzat Almanya vermisti. Prusya, Reich'ı donran hücre oldu ve bu hücreden çevreye sualar saçan bir kahra-anlık çıktı.

Bu kahramanlık, mali islemlerden ve ticari islerden meydana gelmedi. Böylece Reich'ın

kendisi de, kudrete yönelmis bir siyasetin ve askerlerinin cesaretinin en büyük mükafatı oldu. ğimdi Alman milleti nasıl oldu da siyasi içgüdüsünde böyle düskün bir hale geldi? iste burada tek basına bir olay söz konusu degildir. Her tarafta gerçekten korku verecek miktarda

çökmenin tek sebebi görülüyordu. Bu sebep bazı kere milletin vücudunda alevler gibi

dolasıyor, bazı kere çesitli yerlerde milletin etini kemiren çıbanlar meydana getiriyordu. Sanki arkası hiç kesilmeyen bir zehir dalgası, esrarlı ve dikkatli bir kuvvet ile mikrobunu vücudun

en son damarlarına iletiyor ve böylece aklı ve içgüdüsüyle felce Ugratıyordu. 1912 yılından

1914'e kadar Reich'ın anlasma ve iktisadi siyasetine ait bütün konuları dikkatle incelerken ve

Viyana'da baska bir yol takip ederken tanıdıgım kuvvet, bütün bunların tek sebebi idi. Bu esrarlı ve zehirli kuvvet, Marksizm'in hayat hakkındaki düsüncesiydi.

Hayatımda ikinci defa bu yıkıcı ve yok edici doktrinin incelenmesine giristim. Beni bu ikinci incelemeye çevremin günlük intibaları ve etkileri yerine, bu defa hayatın genel olaylarının degerlendirilmesi zorladı. Bu yeni dünyanın nazari edebiyatına tekrar girip sonuçlarını açıkça görmeye çalıstıgım sırada, bunların siyası alanda, kültür ve iktisat hayatındaki tesirlerim tespit ediyordum. Bu sefer de bütün dikkatimi, bu veba mikrobuna galip gelmek için çalı:... n L tesebbüslere yogunlastırdım.

Bana, güya kendini sükûn ve intizam içinde gösteren geleciyi tarihin hakkımdaki haksız bir islemi gibi kabul ediyordum. Geni, M günlerimde bile ciddi ve dikkatliydim. Hiç barısçı olmadım. Bun bu yolda terbiye etmeye çalısan bütün tesebbüsler neticesiz kaldı Boerier Savası* bana uzak bir devrenin simsekleri gibi geldi. Ilı ı gün gazeteleri dört gözle bekliyor, resmi savas bildirilerini dikkatli okuyordum. Bu kahramanlar savasına uzaktan da olsa sahit oldugum için çok mutluydum. Rus Japon Savası ise daha yaslı ve dal 1.1 dikkatli bir çagıma rastladı. O zaman milli hisler dolayısıyla Japon ları tutmustum. Rusların yenilmesinden, Avusturyalı Slavların yenilmelerini görüyordum. Sonra yıllar gelip geçti.

Bir vakitler atalet içinde görünen sey, fırtına öncesi olan bir sûkûnetten baska bir sey degildi. Daha Viyana'da iken Balkanların üzerinde ilerde kopacak kasırgayı haber veren o sakin

hareket yayılıyordu. Daha o günlerde kuvvetli bir ısık gibi parlayan ve sonra endise veren zulmetler içinde gözden kayboluyordu, iste bu sırada Balkan Savası çıktı ve ilk kasırga

Avrupa'yı silip süpürdü. Ortaya çıkan hava, insanı bir kabus gibi kaplıyordu. Hava, içinde

tropik bir hararet gizli yordu. Öyle ki, bir felaket hissi, devamlı duyulan bir endisenin sonu cunda sabırsızca bir bekleyise döndü. Artık hiçbir yönden durdurulmasına imkan olmayan

kadere Tanrı'dan cereyan vermesi isteniyordu. iste o zaman dünyaya ilk korkunç yıldırım indi. Kasırga costukça costu, gök gürültülerine Dünya Savası'mn top sesleri de karıstı.

Arsidük Ferdinand'm öldürüldügü haberini Münih'te duydu gum zaman, derhal beni bir endise dalgası kapladı. O günlerde so kaga pek sık çıkmıyordum. Bu olay hakkında birtakım önemli

ha herlerden baska bir sey ögrenememistim. Acaba Arsidük'ü yere se ren kursunlar Alman ögrencilerinin tabancalarından mı çıkmıstı7 Bunlar veliahtın Slavlastırmak çabalarına karsı galeyana gelerek bu iç düsmandan Alman milletini kurtarmak istemis olamazlar mıydı; iste bu isin sonucunun ne olacagı derhal tahmin edilebilirdi. Hiç süphe yok ki yeni bir zulüm

kasırgası etrafı kaplayacak ve bu eziyetler bütün dünyanın gözünde "haklı" ve "kuvvetli bir gerekçeye" (Bu arada Hitler on yasındaydı) istinat ettirilecekti. Fakat bir süre sonra bu isin faillerinin isimlerini isitip, bunların Sırp olduklarını ögrenince hikmetine akıl erdirilemeyen Tanrı'nın intikamı karsısında dehsete düstüm. Çünkü Slavların büyük dostu ve yardımcısı, Slav mutaassıplarının kursunlarına hedef olarak can vermisti.

Bugün Avusturya Hükümeti ni verdigi ültimatomun seklinden mündericatından dolayı suçlu görmek haksızlıktır. Baska hiçbir devlet aynı sartlar içinde daha degisik bir yol takip

edemezdi. Avusturya'nın güneydogusunda aman vermeyen bir düsman vardı. Bu düsman monarsiye karsı gitgide daha sık tahriklerde bulunuyordu, Ğmparatorlugun tahribi için en uygun gün gelene kadar bu tahrikken vazgeçmek niyetinde degildi. Bu beladan kurtulmak imkan-ı ve imparator ölür ölmez felaketin ortaya çıkmasından korkuyordu. Çünkü o zaman yıllar içinde devlet, ihtiyar imparatorunda kendi sembolünü bulmustu. Artık büyük halk toplulukları Uyar devlet adamının ölümünün, imparatorlugun ölümünü ifade edecegine inanmaya baslamıslardı. Böylece Slav siyasetinin bütün itlerine karsı Avusturya Devleti'nin

hayatı bu ihtiyar imparatorun tel basarısı ile saglandıgı fikri uyandırılıyordu. Bu dalkavukça

ha-etlerden saray hoslanıyordu. Pohpohlu sözlerin altında yatan ve irini derhal gösterebilecek olan zehri göremediler. Çesitli zamanda söylendigi halde, bu geçmis devirlerin en akıllı hükümdarının, hükümeti idare hususunda sahip oldugu hünere ne kadar çok bel baglanırsa, kaderin günü geldigi vakit vergisini almak üzere onun kapısını çalacagını hiç kimse düsünmüyordu. Belki de düsünmek istemiyorlardı. Hatta ihtiyar Avusturya Devleti'ni yaslı

imparator olmadan düsünmek mümkün müydü? Bir vakitler Marie Trerese'in kurban oldugu facia tekrarlanmayacak mıydı?

Ne denirse densin, Avusturya Hükümeti'ne sebep oldugu savası, eger baska türlü hareket etseydi çıkmayacagını söylemek haksızlık olur. Artık savastan kaçınılamazdı. Belki onu bir

iki yıl geciktirmek kabildi. Fakat ne var ki Avusturya için oldugu kadar Almanya için de bir felaket gelecekse bu kaçınılması imkansız olan hesap gününü devamlı olarak ertelemekten

ileri gelecekti. Çünkü hesap

günü hiç uygun olmayan bir zamanda gelip çatacaktı. Barısı kurtarmak için sarf edilen çaba, savası çok uygun olmayan bir zamana er-| (elemekten baska bir ise yaramayacaktı. Bence, bu savası istememis olan bir kimse, hiç olmazsa bunun sonuçlarını da düsünmek cesaretini kendinde bulmalıydı. Avustur ya'yı feda etmek gerekecekti, fakat yine de savas çıkacaktı.

Ama sa vas, diger bütün milletlerin bize karsı müsterek bir kavgası seklindi degil,

Habsbourglar Monarsisi'nin parçalanması için patlak verecek ti. O zaman da ya Avusturya'ya yardım için savasa girme kararı ala çak, ya da basımızı iki elimizin arasına alıp kaderin neler gösterece gini bekleyecektik.

Bugün savası kötüleyenler ve bu hususta atıp tutanlar, bu sava sa en çok sebep olan

kimselerdir. Yirmi otuz yıldır Alman Sosyalist Demokrasi'si, Ruslarla savas için en hile dolu tahrikleri isleyip dur mustur. Halbuki Merkez Parti'si dini düsünceler dolayısıyla, Avus turya Devleti'ni, Alman siyasetinin köse tası ve merkezi durumuna getirmeye çalısmıstı. Simdi bu hataların sonuçlarına katlanmak gerekirdi. Ortaya çıkan bu olay, ne yapılırsa yapılsın önlenemeyecek ve mutlaka patlak verecekti. Alman Hükümeti'nin hatası, barısı ko rumak için hücuma uygun düsen zamanların geçmesine sebebiyet vermesi ve dünya agına düserek, bir dünya ittifakına kurban gitme sidir. Bu dünya ittifakı öyle bir anlasmaydı ki, barısı koruma çabala rina karsı bir dünya savasına çanak tutuyordu.

Eger Viyana Hükümeti o zamanki ültimatomu daha ılımlı bir üs lupla kaleme alsaydı sonuç

yine de degismeyecekti. Hatta hükümet halkın nefret ve itirazı karsısında yok olacaktı. Çünkü halkın gözün de ültimatomun üslûbu çok ılımlıydı, tste bu olayları inkar edecek bir kimse beyinsiz ve hafızadan yoksun veya bir yalancıydı.Tanrı sa hittir ki, 1914 savası halka zorla

kabul ettirilen bir savas olmamıstı Tersine halkın istedigi bir savastı. Genel güvensizlige bir

son vermek isteniyordu, iki milyon Alman'ın askere kosmasının ve kanlarının son damlalarına kadar vatanı müdafaaya hazır olmasının sebebi buydu Benim için de bu saatler gençligimin

acı ahlarında sanki bir kurtulus saati olmustu. Beni böyle bir devirde yasattıgı için bugün bile Tan rı'ya sevk içinde sükrediyorum. Öyle bir mücadeleye girismistik ki dünya bundan daha siddetlisini görmemistir. Çünkü halkta, bu defa Sırbistan ve Avusturya'nın akıbeti degil,

Alman milletinin hayatının yahut sonunun söz konusu oldugu kanaati hakimdi. Senelerce de vana etmis bir ataletten sonra halk kendi gelecegini açık olarak görü yor ve teshis ediyordu. Bundan dolayı, bu mücadeleye basından itibaren sevk ve heyecan karıstı. Bu his halktaki

coskunlugun basit bir telastan dogan alev olmasını sagladı. Halbuki ciddiyete çok ihtiyaç ardı. Genellikle bu mücadelenin derinligi hakkında esaslı bir sekilde düsünülmüyordu. Kıs gelince

eve dönülecegi ve yeni temeller üzerine sessiz sedasız çalısmaya devam olunacagı sanılıyordu.

Hiç süphe yok ki insan arzu ettigi seyi ümit eder ve sonunda la inanır. Millet uzun zamandır devam eden emniyetsizlikten yorgun düsmüstü, iste bundan dolayı herkesin Avusturya Sırp çekismesinin barıs yolu ile çözümlenecegine inanmaması pek normaldi, belki de bu sayıları milyonları bulan insanların arasında idim. Saldırıya geçildigi haberi Münih'te duyulur duyulmaz, aklıma iki sey geldi. Bir kere savas kaçınılmaz bir hale gelmisti, ikincisi Habsbourglar imparatorlugu bu durumda anlasmayı korumak zorundaydı. Beni en çok korkutan sey, Almanya'nın bir kavgaya sürüklenmesi ve Avusturya'nın da bu kavgaya dogrudan dogruya sebep olmadıgı için Almanya ile beraber kavgaya girmek üzere karar

vermeye ülkesindeki siyasi durumunun müsait olmaması idi. Ğmparatorlugun Slav çogunlugu,

böyle bir seye karsı sabotaja girisecek ve müttefik devlete istedigi yardımı yapmaktansa, imparatorlugu paramparça etmeyi daha uygun bulacaktı, iste bu tehlike simdi ortada yoktu, ihtiyar imparatorluk istese de, istemese de savasmak zorundaydı.

Bu kavga karsısında benim sahsi kanaatim pek sade ve açıktı. ,'Kanaatime göre Avusturya ile

Macaristan Sırbistan'dan herhangi bir özür dileme seklinde cevap almak için savasmıyorlardı.

Bu savas Alman milletinin bekasını korumak, gelecegini ve hürriyetini saglamak için yaptıgı bir mücadeleydi. Bismarck'm Almanya'sı simdi savasmak zorundaydı. Atalarımızın Wissembourg'dan Sedan'a ve Paris'e kadar uzanan savas alanlarında kanlarını kahramanca dökerek fethettikleri yerlerin, simdi Alman gençligi tarafından yeniden kazanılması gerekiyordu. Eger bu kavga sonuna kadar basarı ile yönetilirse, iste o zaman milletimiz,

dünya üzerinde büyük bir hasmet ve gururla yerini alacak ve Alman imparatorlugu tekrar barıs için bir sıgınma yeri durumuna gelecek ve böylece milletin çocukları için barıs askı yüzünden günlük ekmeklerinden yoksun bırakılmak mecburiyeti ortadan kalkacaktı. Vaktiyle delikanlı iken milli sevk ve heyecanın bos bir hülyadan ibaret olmadıgını ispat etmeye imkan bulmayı arzulardım. Bazı kere, haklı olmadan "hurra" diye bagırmak bile

günah gibi gelirdi Kader tanrısının anlamsız eli milletler ve insanlar hakkında, duygu larının samimiyetine göre hüküm vermeye basladıgı yerde bunu söylemek gerekirdi, iste bundan dolayı benim ve daha milyonlarca insanın kalbi felçli durumdan kurtulup, böyle bir duruma

geldigi miz için saadetten kabarıyordu. "Deutschland Über Alles"i o kadar çok söylemis ve

avazım çıktıgı kadar "Heil" diye haykırmıstım ki Tanrı'nın lütfü olmak üzere artık ezeli ve ebedi Hakimin huzuruna çıkarak bu hissiyatın dogrulugunu ispat edebilmek hakkını kazandıgıma emin bulunuyordum. Çünkü, daha ilk andan itibaren bir sa vas baslangıcında,

kitaplarımı ne sekilde olursa olsun terk etmek zorunda kalacagım pek açık gelmisti. Yerimin, vaktiyle içimdeki sesin çagırdıgı yer olduguna inanıyordum.

Siyasi sebeplerden dolayı önce Avusturya'yı terk ettim. Habsbourglar Devleti için mücadele etmek istemiyordum. Fakat milletim ve imparatorluk için her an ölmeye hazırdım. 3

Agustosta Kral Üçüncü Louis'ye bir dilekçe sundum ve Bavyera alayına girmek lütfunun benden esirgenmemesini talep ettim. Hiç süphe yok ki o günlerde özel kalem daireleri pek mesguldü, iste bundan dolayı, hemen ertesi günü, istegimin kabul edildigi haberini ve bir

Bavyera alayına müracaat emrini alınca pek çok sevindim. Birkaç gün zarfın da ancak altı yıl sonra sırtımdan çıkaracagım üniformamı giydim iste benim ve her Alman için su ölümlü

hayatın en unutulmaz ve en yüce zamanı bu suretle basladı.

Bu büyük kavganın olayları karsısında, bütün bir geçmis tatsız bir hiçlige gömülüyordu, iftiharla, fakat üzüntü duyarak bu eski günleri düsünüyordum. Bu fevkalade olayın yıldönümleri on kert-tekrarlandı. ğimdi Tann'nın lütfü ile katılmak imkanına kavustugum o kahramanların kavgalarının ilk anılarım düsünüyorum. San ki hepsi dün olmus gibi, birçok olaylar gözlerimin önünden gelip, geçiyor. Önce kendimi üniformalı olarak sevgili

arkadaslarımın arasında görüyorum. Sonra tek tek hepsi hayalimde canlanıyor: ilk de fa talime çıkısımdan, ta cepheye gidene kadar ki günlerim...

O zaman beni ve arkadaslarımı üzen tek bir husus vardı. O da cepheye geç ulasmak korkusu.

Bu durum, çok kere beni rahat etmekten alıkoyuyordu. Nihayet mutlu gün geldi. Görevimizi yapmak üzere Münih'i terk ettik, ilk defa Rhein'i gördüm. Nehrin sakin dalan yanı sıra batıya dogru gidiyorduk. Bu Alman nehrini yüzyıllık Uçmanın hırs ve tamahına karsı koruyacaktık. Günesin ilk ısıkları sabah sisini aralarken gözlerimizin önünde Niedenvald anıtı parıldadı. Gögsüm heyecandan daralıyor ve nefesim kesiliyordu. Sonra soguk ve rutubetli; bir gece geçirdik. Bütün gece boyunca sessiz yürüdük. Sabah birdenbire baslarımızın üzerinden kursunlar geçmeye basladı. Kursunlar topragı kamçıladı, ilk ölüm haberi üzerine iki yüz

agızdan ilk "Hurra!" yükseldi. O zaman kursunların vızıldamaları, topragın sesi ve insanların feryat ve sarkıları duyulmaya basladı. Herkes gözleri hummalı kendisini ileri dogru çekilmis hissediyordu. Hem de gittikçe hızlanarak. Sonunda kavga, pancar tarlalarından ve çitlerden

ötelerde basladı. Bir kavga ki gögüs gögüse... Fakat uzaklardan bir melodi kulaklarımıza kadar geliyordu. Bu hal, yavas yavas bizi avucunun içine alıyor, takımdan takıma sirayet

ediyordu. Ölüm bizim saflarımızda tahribata basladıgı zaman, sarkı bizi de ı etti. Onu sıramız gelince söyledik ve baskalarına intikal ettirdik: Deutschland, Deutschland über Alles, über

Alles in der welt!" Dört gün sonra geriye döndük. On yedi yasındaki çocuklar, ü birer büyük adam gibi görünüyordu. List alayına mensup gönüllüler ihtimal ki, askeri kurallara uygun bir sekilde savasamıyordu, ama hepsi de "asker gibi ölmesini" biliyorlardı. Bu baslangıçtı. Yıllar birbirini böyle takip etti. ğevk ve heyecan yavas yavas sogudu. Ölüm korkusu coskun

sevinçleri bogdu. Bir gün geldi ki, herkes idi hayatı ile görevi arasında mücadele etmeye mecbur kaldı. Bu mücadele benim sahsımda da oldu.

Ölüm çevrede dolastıgı vakit, daima belirsiz bir sey insanı isyana sevk ediyor, acz içinde kalmıs vücuda kendisini mantıgın sesi gibi göstermeye çalısıyordu. Ne var ki bu sadece

korkaklıktan ibaretti ve 'tebdili kıyafet" ederek herkesi avucunun içine almak istiyordu. Fa-at insanı ihtiyatlı olmaya zorlayan bu ses ne kadar çabalarsa çabalasın, ona karsı direnme de o kadar siddetli oluyordu. Böylece gizli bir mücadeleden sonra görev hissi üstün geliyordu. Bu mücadele bende daha 1815-1916 kısında sona ermisti, irade, inkarı imkansız bir hakim

mevkie geçmisti, ilk günlerde saldırılara "yasasın" diye bagırarak (Almanya'nın Renonya üzerindeki hakimiyetini ifade eden 35 metre yüksekliginde cermen heykeli.) ve kahkahalar

savurarak katıldımsa da, simdi sakin ve o nispetti azimliydim. Bu hislerini devamlıydı. Artık

asabım bozulmadan, akıl saga sola sapmadan sadece kaderin son denemelerine katılabilirdim. Genç bir gönüllü iken, "ihtiyar bir asker" olmustum. Bu degisiklik bütün orduya sirayet

etmisti. Devamlı mücadele içinde ordu ihtiyarladı, hücuma dayanamayanları, hücum yok etti.

iki üç yıl boyunca, bir savas yerinden öteki bir savas meydanına atıldıktan ve devamlı bir

sekilde sayıca birçok düsmana ve üstün silahlara karsı mücadele ettikten ve açlıga maruz kaldıktan sonra bu ordu hakkında bir hüküm verilmelidir. Ğste bu degerli orduyu tecrübe etme fırsatı simdi dogmustu. Yıllar geçer, fakat hiç kimse Dün ya Savası'ndan Alman ordusunu anmadan kahramanlıktan söz et meye cesaret gösteremez, iste o zaman, geçmis günlerin karanlıkları içinden, ne sarsılan ve ne de gerileyen cephelerin ölmez manzaraları ve gri çelik migferleri ortaya çıkacaktır. Ben o zaman askerdim, siyasetle ugrasmaya da hiç niyetim

yoktu, ki bunun zamanı da degil di. Hâlâ o kanaatteyim ki en basit bir arabacı dahi, siyasilerin

en birincisinden daha iyi hizmetler ifa etmistir. Evet bütün siyaset adamlarından

tiksiniyordum: Eger elimde olsa, hiç durmaz siyaset adamlarından bir çöpçü taburu kurardım. Çünkü bu herifler, dogru, namuslu kimseleri kızdırmadan ve onlara zararları dokunmadan

kendi keyifierince, canlarının istedigi kadar bu isi yaparlardı.

Onun için bu sırada siyaseti aklıma getirmedin. Fakat bazı olaylar karsısında dikkatli olmaktan geri duramazdım. Bu olaylar bütün millete dokunuyordu. Ve aynı zamanda biz

askerleri de alakadar ediyordu. Beni sinirlendiren iki husus vardı. Bunları zararlı sayıyordum. Bir kısım basın agır agır (birçok kimse için derhal anlasılmayacak bir sekilde) genel sevk ve galeyanın içine acı damlalar akıtmaya basladı. Bu is, iyi düsünceler ve asikar bir "temenni maskesi" altında yapılıyordu. Kazanılan zaferler kutlanırken, fazla coskunluk

gösterilmesinden çekimliyordu. Cesaret ve kahramanlık tamamen tabii bir sey olarak kabul ediliyordu. Düsüncesizce yapılan memnuniyet patlamalarına nefsi terk etmemek gerekirdi.

Hatta yabancı ülkeleri düsünmek bile buna lüzum gösterirdi. Çünkü o ülkelerdeki sessizlik ve makul bir sevinç dalgası, çılgınca alkıslardan çok daha hos gelirdi. Sözün kısası savasın bizim niyetimizde olmadıgını unutmamalıydık. Biz insanlıgın barısını saglama isine katılmıs oldugumuzu itiraf etmekten utanç duymalıydık. Bu sebeplerden dolayı öyle çok fazla bagrısmalarla ordunun harekatının temizligini lekelememek gerekirdi. Çünkü dünya böyle bir durumu kötüye yorumlardı. Gerçek bir kahramanın sessizlik içinde parlak faaliyetlerini

unutmak için gösterdigi tevazu kadar hayranlık duyulacak baska bir sey olamazdı. Çünkü her

sey bu tevazu içinde özetleniyordu.

Ğste bu gevezeler, kulaklarından tutulup direklerin önüne götürülmelidir. Halbuki büyük psikolojiler yapmaga kalkan bu kalem serserilerini, bayram içindeki mesut millete tecavüz edemez hale sokmak için ipe çekecek yerde, her zaferi kutlayan neseyi ve heyecanı hafifletecek tedbirler alınmaya baslandı.

ğevk ve heyecanın bir kere kırıldıgı ve yok edildigi zaman, ''bunlara ihtiyaç duyuldugunda bile bir daha canlandırılmayacagım i kimse aklına getirmiyordu. ğevk ve heyecan kudreti olmadan milleti manen çetin bir imtihana maruz bırakan mücadeleye nasıl devam

'i edilebilir?

Halk topluluklarının psikolojisini gayet iyi bildigim için, bu gibi durumlarda bu "demir"i

sıcak vaziyette tutacak atesi, estetik bakımdan yüksek bir ruh hali ile canlandırmanın mümkün olmayacagının farkındaydım. Bence, ihtirasların körüklenmesi için mümkün olan her seyin yapılmaması bir çılgınlıktır. Bir lütuf olarak yaratılmıs olan sevk ve heyecanın yok edilmek istenmesi tamamen anlasılmaz bir seydi.

O sıralarda ikinci derecede beni sinirlendiren diger husus da ,;. "Marksçılıga" karsı nasıl bir vaziyet alınması uygun olacagı hakkındaki fikirlerdi. Bu durum, bu "veba mikrobu" hakkında zihinlerde ' ufacık bir mefhum dahi bulunmadıgını açıkça gösteriyordu. Partiler arası birligi düsünmekle, Marksizm'in akıl, mantık ve ihtiyat dairesinde sevk edilecegi, yani kontrol altına alınacagı zannediliyordu.

Halbuki, burada bir parti söz konusu degildi, söz konusu olan beseriyetin imhası ile son

bulacak bir "doktrin"di: Bu gerçek, Yahudilesmis üniversitelerde ve resmi surette okunması zorunlu olan konuların dısında, herhangi bir kitabı eline alıp okumayan yüksek dereceli memurlarımız arasında görülemiyordu. En önemli olaylar bu "dimaglardan geçer, fakat orada

bir iz bırakmaz, iste bunun için, devlet tesebbüsleri, özel tesebbüsleri daima arkadan ve ancak seke seke takip eder.

BÖLÜM 5

1914 Agustos günlerindeki Alman isçisinin hareketini Marksizm'le aynı kabul etmek kadar manasız bir sey olamaz. O zaman Alman isçisi bu "zehir"in kendine bulasmasını önleyecek yolu bul mustu. Eger böyle olmasaydı kavgaya hiçbir sekilde katılmazdı. Fa kat, simdi Marksizm'in "Milli" oldugunu düsündükleri için aptaldırlar. ğimdi bu durum, devlet memurlarının, bu doktrini okumak ve incelemek zahmetine katlanmadıklarını gösterir. Eger

böyle olmasa idi, saçma bir sey zihinlerde bu kadar kolay iz bırakmazdı. Esas ve kesin gayesi

Yahudi olmayan bütün devletleri yıkmaktan ibaret olan Marksizm, avucunun içine aldıgı

Alman isçisinin 1914 Temmuzun da uyandıgını ve vatanın hizmetine kostugunu dehset içinde gördü Birkaç gün içinde halkın bu alçakça aldatılısının hileleri ve yalanları etrafa yayıldı. Bu durum karsısında Yahudilerden olusan müdürler sürüsü tek baslarına ve yalnız kaldılar.

Altmıs yıldır, halka telkin et tikleri seylerden sanki bir iz kalmamıstı. Alman isçisinin adi çobanları için bu durum çok kötü oldu. Fakat bütün Yahudi liderler kendilerini tehdit eden tehlikeyi görür görmez yalancılık kılıfına giriverdiler ve milli sevk ve galeyanı rezilane taklit ettiler.

Halkı zehirleyen bu Yahudilerin bütün hile ve yalan dolu cemiyetlerine karsı tedbir almanın tam sırasıydı. O zaman hiç tereddüt göstermeden onların davalarını görmek gerekirdi. 1914 yılının Agustos ayına tesadüf eden günlerde, milletlerarası birlige dair Yahu di gevezeligi 4

yıl sonra Alman isçisinin zihinlerinde birdenbire kayboldu. Ve bir süre sonra da, bunun yerine Amerikan sarapnelleri hareket halindeki Alman kıtalarının erleri üzerine kardesligin takdisleri gibi yagıyordu. Alman isçisi, milli hüviyetine kavustugu bir sırada,

milli bir hükümet için milletin düsmanlarını merhametsizce yok etek bir milli görev teskil ederdi. En iyilerin cephede öldürüldügü tada, hiç olmazsa geride kalan mikrobu yok etmek gerekirdi.

Fakat bu milli görev yapılacak yerde, imparator, eski katillere elini uzattı. Milletin en korkunç katillerini korudu ve müsamaha ile karsıladı. iste onlarda bu durumdan istifade ederek, kendilerini toplayabildiler.

Yılan, eski adi görevine eskisinden daha ihtiyatlı ve pek tabi ^Olarak daha tehlikeli bir sekilde devam ediyordu. Yeminlerine sadık kalmayan katiller ihtilal düsünüyorlardı. Ben, katillere

layık olma-. lütuf muamelesine karsı daima derin bir nefret duydum. Fakat, neticenin de bu kadar felaketli olabilecegini hiçbir zaman tahmin etmezdim.

Ne yapmak lazımdı? Ele basları derhal tevkif etmek, mahkemeye vermek ve milleti katillerden kurtarmak, partileri dagıtmak, parIamentonun gerekirse süngülerle aklını basına getirmek veya daha iyisi onu kapatmak. Bugün cumhuriyet idaresi partileri nasıl kapatırsa simdi de aynı sekilde hareket edilmeliydi. Çünkü bütün bir milletin hayatı söz konusuydu. Fakat o zaman su mesele ortaya çıkıyordu. Düsünce gücünün görüsünü silahla yok etmek mümkün müdür? Vahsi kuvvetlerin allanılması ile "felsefi fikirlerde mücadele mümkün müdür? O zamanlar ben de bu soruyu defalara kendime sordum. Tarihte rastlanan benzer olaylar ve özellikle din meseleleri söz konusu oldugu zaman düsünülecek su esaslı fikre

vardım: Felsefi inanıslar ve fikirler muayyen manevi egilimlerden dogan hareketler, ister

dogru, ister yanlıs olsunlar, bir zaman sonra artık yalnız bir sart ile maddi kuvvet tarafından yok edilebilir. Bu sart sudur: Maddi kuvvet, yeni bir ısık saçan yeni bir felsefi inanısın veya fikrin hizmetinde olmalıdır.

Manevi bir inanısa dayanan ahlaki bir kuvvet olmadan yalnız basına fiziki bir kuvvet

kullanarak bir fikrin zihinlerden sökülüp atılması hiçbir zaman saglanamaz veya yayılmasına engel olunamaz. Yalnız, bu fikrin son taraftarlarının kökleri kazınabilir ve gelenekleri yok edilebilirse o zaman is degisebilir.

Ancak bu çesit bir hareket, çok zaman bir devletin belirsiz bir süre içinde siyasi bakımdan kuvvetli devletler arasından çıkmasına sebep olur. Çünkü tecrübe ile sabit olmustur ki, böyle

bir yaralama halkın en iyi tabakalarım rahatsız eder. Gerçekte, manevi bir temele dayanmayan zulüm ve baskıların tamamı, ahlaken haksız görünü ı ve bir milletin en iyi unsurları üzerinde

bir kırbaç gibi saklayarak, onları protestoya yöneltir. Bu da halkın zulüm ve baskıya ugrayan manevi temayüle baglılıgı seklinde kendini ifade eder. Birçok kimselerde bu olay, sadece bir fikri kaba kuvvetle yok etmek tesebbüsüne karsı duyulan muhalefet hissinden ileri gelir, iste

bu sekilde kanaat sahibi taraftarların sayısı zulüm ve baskı ile beraber çogalır Bundan dolayı

bir felsefi düsüncenin yok edilmesi ancak buna inananların derece derece ve sert bir sekilde ortadan kaldırılmaları ile mümkün olur. Fakat böylesine bir iç bünyedeki temizleme hareketi sırasında milletin ugrayacagı genel acz ve zaaf, o yok edilenlerin intikamım alır. Eger

aleyhinde bir temizlemeye girisilen bir doktrin, belirli bir küçük çevrenin sınırlarını asmıssa,

bu temizlik hareketi her zamankinden çok sonuçsuz kalmaya mahkûmdur, iste bundan dolayıdır ki, bütün gelisme olaylarında oldugu gibi, çocuklugun ilk günleri seri bir yok olmaya maruz kalır. Halbuki yıllar ilerledikçe karsı koyma kuvveti artar ve ihtiyarlık zaafı gelince, baska bir sekil altında ve baska sebeplere baglı kalarak yerini yeni bir gençlige bı- rakır.

Gerçekte ise, manevi bir temele dayanmadan bir doktrini ve o doktrinin meydana getirdigi teskilatı yok etmek yolundaki çalısmaların tamamı sonuçsuz kalmıstır. Sadece kuvvete dayanan bir mücadele usulü için, bütün sartların en birincisi daima sebattır. Yine basarı, bir doktrini bogmak için kullanılan usullerin uzun ve devamlı sekilde uygulanmasına baglıdır. Eger, kuvvet müsamahaya ugrarsa, bogazlanmak istenen doktrin tekrar kudret kazanmakla

kalmaz, zu lüm ve baskı gelip geçtikten sonra çekilen acıların dogurdugu nefret ve isyan hissi

ile yeni taraftarlar kazanır ve bu arada eski dönekleri de tam manasıyla kendine baglar.

Fakat bu sebat ve ısrar ancak belirli "bir manevi kanaatin sonucu olabilir. Saglam bir manevi temelden meydana gelmeyen her baskı ve siddet kesin sonuç vermez. Böyle bir baskı ve

siddet hare ketinde bagnazlık göstergesi tasıyan felsefi düsüncelere dayanacak bir istikrar yoktur, iste bu sebeplerden dolayı çok zaman istenilen sonucun tam tersi olur. Bu sözlere

eklenecek bir husus daha vardır. Her felsefi düsünce ister dini, ister siyasi olsun, karsı fikirleri yok et-k için mücadeleye girismekten çok, kendi kanaatlerini kabul etrmek için çaba sarf eder. iste bundan dolayı mücadele bir savun-(la olmak yerme bir saldın mahiyetindedir. Hedefinin belirli olması nün için bir üstünlük teskil eder. Çünkü hedef onun kendi fikirlerinin zaferini

temsil eder. Halbuki, aksi halde karsı doktrinin yok (dilmesi yolundaki gayenin ne zaman elde edildigini ve artık saglanmıs olabilecegini tespit zor olur. iste sadece bundan dolayı felsefi bir düsünceye dayanan saldırı kendini savunma ile ilgili harekete yasla daha akla uygun ve daha kudretli olacaktır. Çünkü burada da karar ve sonuç savunma ile degil, saldırı ile meydana

çıkar. Mavi bir kudrete, karsı kuvvet vasıtaları ile mücadele, yeni bir manevi mezhebin sahibi, müjdecisi veya yayıcısı seklinde ortaya çıkılmadıkça, hep kendini savunma ile ilgili bir vasfa sahip kalınır, iste özetle su söylenebilir: Ahlaki bir sistemi maddi kuvvet ile ezmek yolundaki tesebbüslerin tamamı, kavga, yeni bir manevi mevzi lehinle bir hücum seklini almadıkça, kısır kalmaya mahkûmdur. Ancak, ki felsefi düsünce veya inanıs arasındaki mücadelede inatla ve insafsızca kullanılan kaba kuvvetin silahı ile müdafaa edilen taraf lehine kesin bir sonuç

alınabilir. Bunun içindir ki, Marksizm'e karsı mücadele bugüne kadar daima sonuçsuz

kalmıstır.

Bismarck'ın sosyalistler aleyhindeki kanunlarının her seye ragmen bir sonuç vermemesinin de sebebi budur. Esasen o kanunlardın bir sonuç çıkmayacagı da belli bir seydi. Çünkü mücadele

bir doktrinin zaferi için yapılmalıydı. Ğste Bismarck'ın mücadelesi böyle bir platformdan yoksundu. Devlet otoritesinin, sükûn, huzur ve asayis gibi laflarla insanlara ölüm kalım

kavgası için lüzumlu hamleyi vermek hususunda bir temel olmayacagı bilinmeliydi. Bismarck sosyalistler aleyhinde kanunlar çıkarma isinde, esasen sosyalist düsüncenin eseri olan bir müessesenin muhakemesine basvurmak zorunda kaldı. Bismarck Marksizm aleyhindeki mücadelenin mukadderatını burjuva demokrasisinin eline teslim etmekle, tavsana havuç

emanet etmis oluyordu.

Bütün bunlardan çıkan sonuç, Marksizm'e karsı atesli bir irade dolu bir doktrinin eksik oldugu idi. iste böylece Bismarck'ın mücadelesinin sonu hayal kırıklıgından ibaret kaldı. Fakat Dünya Savası sırasında yahut savasın baslangıcında durum baska türlü müydü? Üzülerek cevap vereyim ki, hayır!

Hükümetin o devirde Marksizm'in açık misali olan Sosyal demokrasi'ye karsı vaziyetini degistirmek düsüncelerine daldıkça bu doktrinin yerine konacak bir felsefi fikir

bulunmadıgını teslim oluyordum. Marksizm'in yok edildigini farz edersek, halka gıda olarak

ne yutturulacaktı? Kendilerim idare eden sınıflardan az çok kopmus olan isçileri, taraftarları arasına alabilecek hiçbir fikir hareketi yol tu. Beynelmilelcilikte mutaassıp olan bir kimsenin, sınıf mücadelesini bırakarak burjuva bir partiye veya yeni bir sınıfın teskilatına gelecegini düsünmek budalalıktan da öte bir seydir. Bu gerçegin inkarı yalnız yalancının yüzsüzlügünü

ve aptallıgını ortaya koyar.

Büyük halk topluluklarını, gerçekte oldugundan daha budala sanmaktan özellikle kaçınılmalıdır. Siyasi islere hissiyatın akıldan daha dogru bir yol bulması ender rastlanan hallerden, degildir. Halk topluluklarının beynelmilelcilik hareketi hakkında aldıkları tavır, onların düsünce, duygu ve mantık zaafını gösterirse de, liderin ı özellikle burjuva tezgahlarından çıkan barıssever demokrasi taraftarlarının bu halk topluluklarından daha akla uygun düsünememeleri, yukarıdaki iddiamı dogrulamaktadır. Sayıları milyonları bul.m burjuvaların her sabah Yahudilesmis demokratik gazeteleri buy ı il bir saygı ile okudukları sürece, bir parça degisik olarak hazırlanın r. fakat aynı pislikleri yutmaktan baska bir sey yapamayan yoldaslarını ahmaklıkları ile alay etmeleri terbiyesizce bir harekettir, iste bundan

dolayı birer vakıa olan seylere itiraz etmekten kaçınılmalıdır, gerçek inkar edilmez ki, özellikle seçimden önce sınıf meselesin di maddi olmayan konular ele alınmamaktadır.

Milletimizin çogunun gu tarafından duyulan sınıf gururu, kol isçilerine pek az önem verilmesi gibi sersemlerin ve aptalların hayalhanelerinde mevcut bir olaydır. Öte yandan, aydın denilen kimselerin muhakeme kabiliyetlerindeki zaaf, Marksizm'in bu çevrede sebep oldugu

miskinligi önlemeye kudreti yetmeyen devletin elinden kaçırdıgı sahaları yeniden kazanmaktan aciz bulunacagının anlasılması ile sabittir.

Burjuva partiler, kendi kendilerine verdikleri adlarla, hiçbir zaman proletarya topluluklarını kıskıvrak baglamayı basaramayacaklardır. Çünkü burada, birbirlerinden kısmen tabii olarak

ve kısmende suni olarak ayrılan ve karsılıklı durumları itibariyle ancak im kavga vaziyeti alan

iki ayrı dünya görüsü vardır, iste bu kavgada pek tabii olarak en genci galip çıkacak ve bu da

Marksizm olacaktır. Gerçekten 1914 yılında Marksizm aleyhinde bir mücadele düsünülebilirdi. Fakat, bu davranıs ve hareketin yerini alacak hiçbir seyin mevcut olmamasından dolayı mücadelenin devamı süpheliydi, önemli bir eksiklik vardı. Daha savastan evvel ben böyle düsünüyordum. Bundan dolayı, mevcut partilerden birine girmeye karar

eremiyordum. Sosyal Demokrasi'ye karsı mücadelenin, parlamenter bir partiden baska bir hareketle yapılması gerekirken, bu hareketin de yoklugu beni bu sekilde düsünmege

zorluyordu. Bu mesele

hakkında samimi arkadaslarıma bazen açıldım, iste, ileride siyasi bir faaliyete girismek fikri bana o zaman geldi.

BÖLÜM 6

Ben propagandayı Marksist Sosyalist teskilatın esaslı surette vakıf oldugu ve gayet ustaca kullandıgı bir silah olarak kabul ediyo rum. Bunun bir sanat oldugunu anladım. Bu sanatın burjuva parti leri tarafından bilinmedigim de gördüm. Yalnız, bu silahtan Kırıstı yan Sosyal hareketi ve özellikle Lueger zamanında istifade edildigim ve basarı saglandıgını teshis ettim. Fakat, ilk defa savas sırasındaki basarı ile idare edilen bir propa gandamn ne olaganüstü sonuçlar sagladıgım gördüm. Esasen burad.ı her seyi karsı tarafın nezdinde incelemek gerekiyordu. Çünkü ma alesef, bizim tarafımızdaki faaliyet çok geri idi. Alınanlarda önemli nispette propaganda yoklugu, her askerin gözüne açıkça batıyordu Propaganda ile esaslı

surette mesgul olmamın sebebi iste budur. Fi iliyata gelince, düsman bize pek parlak örnekler veriyordu.

Bizde eksik olan bir husus, düsman tarafından dahiyane bir sekilde ve tam zamanında ortaya konuyordu. Bu, "düsman savas pro pagandası "ndan gayet iyi faydalandım. Fakat zaman

geçtigi halde, bu derslerden yararlanmaları gerekenlerin kafalarında küçük bu parça veya küçük biz iz kalmıyordu. Bazıları, baskalarının verdigi dersleri kabul edemeyecek kadar

kendilerim akıllı sanıyorlardı ve bazıları ise gereken iyi niyetten yoksundular. Hasıl, bizde bir propa ganda yoktu. Bu sahada gösterilen faaliyetin tamamı yanlıs ve eksik ti. O kadar yanlıs

ve eksikti ki, zararlı olmasa dahi tamamen beyhu de bulunuyordu. Esaslı bir tetkikten geçirildiginde Alman propa gandasının sekil yönünden yetersiz ve psikoloji bakımından da ha tali oldugu görülüyordu. Söz konusu edilen seyin ne oldugu anlasılamıyordu. Yani,

propaganda bir vasıta mıydı, yoksa bir gaye miydi? Bunun cevabı su-r: Propaganda bir vasıtadır, bunun için amacı yönünden hakkın-bir yargıya varılmalıdır. Bundan dolayı, seklin, hizmet ettigi gayeye yardımcı olması için münasip bir surette intibak ettirilmesi gerekir.

Umumi menfaat bakımından önemleri çesitli olan birçok gaye mevcut olabilir. Sonuç olarak propagandanın önemim çesitli sekilde takdir etmek mümkündür. Savas sırasında, ugrunda can verilen gaye insanın hayal edebilecegi gayelerin en asili ve en büyügüdür. Gaye milletimizin hürriyeti, bagımsızlıgı ve güvenligiydi, gelecek olan ekmegiydi, seref ve namusuydu. Muhalif

fikirlere ragmen böyle seyler mevcuttu ve mevcut olması gerekirdi. Çünkü seref ve namustan yoksun milletler genellikle er geç hürriyet ve istiklallerini kaybederler. Bu da yüksek bir

adalete uygundur. Çünkü serefsiz bir sürünün nesilleri hiçbir hürriyete layık degildir. Köle

olmak isteyen kimse seref ve namusa sahip olamaz. Eger olmaya kalkarsa, böyle bir namus ve

seref kısa bir zaman sonunda hafife alınır.

Almanlar, hayat ve insani sartlar için savasıyorlardı. Bu bakimin savas propagandasının gayesinin cengaverlik ruhuna faydalı oltası gerekirdi. Gaye Alman milletinin basarısına yardım etmek olmalıydı.

Milletlerin, dünya üzerinde hayatları ugrunda mücadeleye gittiklerinde ve "var" yahut "yok olmak" konusu ortaya çıktıgında, Utun insaniyet ve estetik düsünceler hiçe iner. Çünkü bütün

bu inanıslar boslukta kanat açıp durmazlar, insanın hayal gücünde olusurlar ve daima ona baglı kalırlar. Ğnsanın dünyadan gitmesi bu düsünceleri sıfıra indirir. Çünkü, tabiat bunları bilmez. Bu arada sunu ı belirtelim ki, bu düsünceler, ancak bazı milletlerde pek az bulu-ve onların hissiyatlarında vücut buldugu nispet dahilindedir. Ğnsaniyetçilik ve estetik, bu

fikirlerin yaratıcı ve koruyucusu bulunan milletlerin ortadan kalktıkları nispette yok olmaya mahkumdur.

Bundan dolayı bütün düsünceler bir ırkın kendi hayatı ugruna giristigi mücadelede ancak

ikinci derecede kalacaktır. Fakat bu düsünceler, mücadeleye atılan ırkın bekasını felce ugratır ugratmaz, kavganın seklini de tespit hususuna hakim olurlar. Esasen göze çarpan sonuç da

budur. Ğnsaniyetçilik meselesine gelelim. Moltke de bu konuda fikrim söylemistir. O savasta insaniyetin, kavgayı imkan nispetinde süratle idare etmekten ibaret oldugu ve böylece daha

sert mücadele usullerinin insaniyete daha çok hizmet etmis olacagı kanaatindeydi. Fakat böyle bir muhakemeye estetik ve diger konulardaki gevezelikler 11 girisilecek olunursa, bu saçmalıklara verilecek tek bir cevap vardı ı Hayat mücadelesi gibi yıkıcı bir konu her çesit

estetik düsünceldi bir yana iter. insanın hayatında en çirkin sey esaret zinciridir. Acaba Schvvabing'e benzeyen sembolistler Alman milletinin simdiki akı betini estetik diye mi kabul ediyorlar? Bu çesit kültür kepazeliklerinin modern yaratıcısı olan Yahudilerle bu hususta münakasaya girisilmez. Onların bütün hayatları, isa'nın hayalinde sembolünü bul mus

estetigin açıkça ret ve inkarından ibarettir. Fakat, kavga söz konusu edildiginde, madem güzellik ve insaniyet hususları bir taralı bırakılıyor, o halde propaganda hakkında bir hüküm vermek için de bunlardan istifade edemezler.

Propaganda savas sırasında, bir amaca ulasmak için kullanılan vasıtaydı. Yani Alman milletinin hayatı ugrunda yapılan mücadele söz konusuydu. Bundan dolayı propaganda bu

amaç için degeri olan ilkelerden hareket etmek suretiyle muhakeme edilmeliydi, in öldürücü silahlar, en insancıl silah durumuna giriyordu. Propaganda daha seri bir zaferin sartıydı ve millete; hürriyet, seref ve haysiyetini saglamasına yardım ediyordu. Yasamak için yapılan bu mücadelede "savas propagandası" hakkında aldıgım vaziyet buydu. Hükümetçe bu husus

açıkça anlasılmıs olsaydı, bu silahın kullanılmanın sekli hakkında hiçbir zaman tereddüde düsülmeyecekti. Çünkü kullanmasını bilenin elinde, bu silah gerçekten korkunç ve dehset verici bir sey oluyordu.

Propaganda da ikinci bir mesele vardır: Propaganda kime hitap etmeli idi? Aydınlara mı yoksa halkın az ögrenim görmüs kitlesin, mi? Bunun cevabı sudur: Propaganda daima, özellikle topluluga in tap etmelidir.

Düsünenler için, propaganda sadece bilimsel açıklama olabil 11 Esas propaganda onun ihtiva ettigi husus ile bilim arasındaki münasebettir, yani duvar ilanları ile sanat arasındaki ilgiden ibarettir. Duvar ilanı, gelip geçenlere arz edildigi sekilde sanatı haiz degildi ilancılık sanatı ressamın sekil ve renkler vasıtasıyla gelip geçenlerin dikkatlerini çekebilmesindedir. Bir sanat sergisine ait duvar ilanı Uruz sergideki sanatı, göze çarptırmak maksadını güder. Bu iste ne

(dar çok basarıya ulasılırsa, ilancılık sanatı da o kadar büyük olur. rica, duvar ilanı gelip geçen halka serginin manası hakkında bir vermek içindir. Yoksa, bu sergideki büyük sanatın yerine

geçek için degildir. Yani bütün bütün baska bir seydir. Sanatı tetkik etmek isteyen bir kimse, duvar ilanından baska bir seyi tetkik etmek zorundadır. Ayrıca, sergiyi de üstün körü

dolasmakla yetinemez. O kimsenin, her sey için ayrı ayrı derin bir tetkike dalması ve sonra bir hükme varması gerekir. Propaganda kelimesiyle ifade ettiniz maksat da bunun aynıdır. Propagandanın gayesi, tek tek ve ilmi surette fertleri bilgi sahibi olmak degildir. Vazifesi, kütleleri dikkatini belirli olaylar, zaruret l icaplar üzerine çekmektir. Bu hususun önemi ise

halka ancak bu ; ile anlatılabilinir.

Propaganda esasen, lüzum ve zorunluluk teskil etmedigi konu-duvar ilanında oldugu gibi, çogunlugun dikkatini çekmekten f et olup, ilim sahibi olanlara yahut sadece bilgi toplamak niyetin-ı olanlara ders vermekten ibaret kalmadıkça, duygusallıga ve pek ı akla hitap

etmelidir. Her propaganda halkın anlayacagı sahada ^imalıdır. Manevi seviyesini hitap ettigi toplulugun içindeki kain en dar olanların anlayabilecegi biçimde tutmalıdır, sartlarda, taraftar kazanılmak istenilen kimseler ne kadar çoksa propagandanın manevi seviyesi de o kadar

asagıda olmalıdır. Propagandanın ilmi bakımdan içerigi ne kadar mütevazı ise ve toplumun duygularına ne kadar müracaat ederse, basarısı da o kadar kesin olur.. Basarı bir propagandanın degeri hakkında en büyük delildir, okumus kimse veya bir iki genç "estet"in

tasvip ve takdiri ilin yanında hiç kalır. Propagandada sanat düsünce gücünün çatıgı hallerde, içgüdünün hakimiyeti altındaki büyük toplulukların uluyabilecegi bir noktaya gelerek,

psikolojik yönden uygun bir sekil alıp çevrenin kalbine girecek yolu bulmaktır. Bu hususun

birde, akıl ve hikmetin en yüksek noktasına çıkmıs sanılan kimselerce anlasılmaması, onların zihinlerinde gururdan baska bir sey olmadıgını pıt eder. Fakat propagandanın taraftar

toplamaya müsait silahları (Estet- Güzeli ve güzelligi seven. Güzelligi isleyen ve onu konu edinen.) büyük halk topluluklarının üzerlerine çevrilirse, bu hareketten su ders ortaya çıkar: Büyük toplulukların temsil melekesi sınırlıdır, idraki ise küçüktür. Ayrıca hafızadan yoksun olusu pek büyüktür. Bunun için etkili propaganda pek az noktalara nüfuz etmelidir. Bunlar degismez bir kalıpta ve düsturlar içinde, gerektigi nispette ileri sürülmelidir. Ta ki, halkın en son ferdi bile bu fikri anlayabil-sin. Bu prensip terk edilerek, dünya boyunca olmak istenirse elde edilecek sonuç küçülür. Çünkü topluluk kendisine sunulan seyi ne anlayabilecek ne de aklında tutabilecektir. Bundan dolayı basarı zayıflayacak ve sonunda da yok olacaktır, iste bu

bakımdan izahat ne kadar genis tutulursa, taktigin tayininde de psikolojik yönden isabet o

kadar gereklidir. Mesela Almanya ve Avusturya'da çıkan mizah gazetelerinde düsmanı gülünç hale getirmek tamamen saçma bir isti. Çünkü bu propaganda ile beslenen okuyucu üzerinde,

bir gün karsılastıgı düsman bambaska bir tesir bırakacaktı. Alman askeri düsmanın mukavemeti karsısında o güne kadar düsman hakkında kendisine verilen bilgilerin ne kadar

yanlıs oldugunu ve aldatıldıgını anladı. Böylece askerde dövüsme arzusu artacagı yerde, onun direnci kırılmıs oldu. Asker kendisini ümitsizlige terk etti.

Halbuki Ğngilizlerin ve Amerikalıların savas propagandaları psikolojik yönden akla uygundu. Kendi milletlerine Almanları barbar olarak gösteriyorlardı. Bu arada her askeri, savasın dehsetlerine karsı koymaya hazırlıyorlardı. Böylece onlar cephede hayal kırıklıgına

ugramaktan korunuyorlardı. Kendisine karsı kullanılan ölüm saçan silah, onun ilk aldıgı bilgileri dogruluyor ve böylece hükümetinin verdigi teminatın da dogru oldugu kanaatine varıyordu. Böyle düsünen asker, hasmına büyük bir hırsla saldırıyordu, iste böylece hiçbir Ğngiliz eri, savastan önce memlekette kendisine yanlıs bilgi verilmis diye düsünmüyordu. Halbuki Alman askeri için bunun aksi oldu. Öyle ki Alman askeri, sonunda bütün resmi

bilgileri aldatma ve kafa sisirme olarak kabul etmeye basladı. Buna sebep, ilk rastlanan esekle propaganda isini yöneltmenin mümkün olacagına inanmasıydı. Böyle bir görevi, insan ruhunu

en iyi biçimde anlayan usta kimselerin yapabilecegini anlamamıslardır.

Alman propagandası, kültürü seçkin bir zümrenin isledigi üzüntü verici bir hataya en canlı örnegi teskil eder. Bu kimselerin çalısmaları, gerekli psikolojik düsüncelerden uzak kaldıgı

için Ğstenilenin tam aksı yönünde etki yapmıstır. Gözleri baglı, kulakları tıkalı olmayanlar için, dört buçuk yıl düsman propagandasından ögrenilecek çok sey vardı.

Özellikle mesgul olunan ve hedef alınan bir konu hakkında sistemli sekilde tek taraflı bir vazıyet almak gerekir. Bu propagandanın en önemli ilk sartıdır. Ğste bu en önemli ilk sart hiç anlasılmamıs ve gözden uzak tutulmustu. Bu yolda öyle hatalar islendi ki, savasın

baslangıcından itibaren yapılan saçmalıkları ancak ahmaklıga maletmek gerekirdi. Mesela bir sabunu öven bir duvar ilanı, aynı zamanda baska sabunların da iyi oldugunu anlatırsa bu garabete ne denir? Herhalde sadece bas sallanır. Ğste bizim siyası propagandalarımız da

tamamen buna benzedi. Propagandanın gayesi çesitli partilerin haklarım güzelce tayin ve

takdir etmek degildir. Propagandanın gayesi temsil edilen partinin üstünlügünü açıkça ortaya koymaktır. Propaganda, eger gerçek baska tarafta ise, bunu objektif bir sekilde arastırmaya ve halka dinin adaleti ile açıklamaya kalkısmamalıdır. Propaganda sadece kendisine uygun düsen gerçekleri aramakla ve onları tanıtmakla görevledir.

Savasın getirdigi felaketin mesuliyetini yalnız Almanya'ya yüklemenin dogru olmayacagını söyleyerek, savas mesuliyeti konusunu münakasa etmek çok büyük bir hataydı. Bu mesuliyeti hiç yorulmadan devamlı bir sekilde hasımlarımıza yüklemek gerekirdi. Bu yarım tedbirin

sonucu ne oldu?

Bir milletin büyük toplulugu politikacılardan, kamu hukuku profesörlerinden ve hatta yalnız hüküm vermege kabiliyetli kimselerden meydana gelmez. ğüphe ve kararsızlık içinde yüzen kimselerden olusur. Bizim kendi propagandamız hasım tarafa küçük de olsa bir hak verecek olursa, kendi hakkımızdan süphe etmek için bir adım atılmıs olur. Böylece topluluk, hasmın haksızlıgının nerede son buldugunu ve bizim hakkımızın nerede basladıgını tespitte zorluk çeker ve endise içinde kalır. Eger bir de hasım böyle hatalar islemez de bütün kabahati istisnasız karsı tarafa atarsa, bu durum daha da fenalıklar dogurarak ortaya çıkar. Böylece halkımız daha akla uygun ve devamlı bir sekilde idare edilen düsman propagandasına inanmaya baslar. Ğste bu is, objektiflik illetine yakalanmıs bir millette oldu. Çünkü herkes, Alman milleti ve devleti yok edilme tehdidi altında iken düsmana karsı haksızlık

yapılmamasına çalısıyordu. Halkın büyük bir çogunlugu, tıpkı bir kadın ruhi haleti içindedir. Bunlar, fikir ve düsünceleri, fiil ve hareketlerden ziyade duyguların dogurdugu düsüncelerden çıkarırlar. Bu düsünceler karısık olmayıp, gayet basit ve sınırlıdır. Bunların arasında birtakım ince farklar yoktur, sadece sevgi veya kin, hak veya haksızlık, gerçek veya yalan, olumlu veya olumsuz kavramlar vardır. Hiçbir zaman yarım hissiyata rastlanmaz, iste Ğngiltere'nin propagandasını idare edenler özellikle bu hususları gayet iyi anlamıslardır, Ğngiliz propa- gandasında süphe doguracak yarım tedbirlere rastlanmazdı.

Düsmanın halk psikolojisini gayet iyi bildigini gösteren delil, o mezalim propagandası idi. Düsman bu propaganda sayesinde, cephede bozguna ugrasa bile manevi kuvveti korumak için gerekli malzemeyi buluyordu. Savasın tek suçlusu olarak Alman milletini ilan ve teshir

etmekteki basarı da bu hususu dogruluyordu. Bu büyük yalan, küstahça ve taraf tutarak ileri sürülerek halk topluluklarının anlayabilecekleri bir sekle sokuluyordu. Topluluklar duyguları

ile harekete geçerler ve daima savurganlıga kaçarlar. Bundan dolayı da o koca yalanlara inanırlar. Bu propagandanın basarısı yalnız, dört yıl süren savas boyunca düsmanın karsı

koymaya devam etmesi ile degil, aynı zamanda milletimizin üzerinde yaptıgı etki ile de ortaya çıkmıstır. Böyle bir basarının bizim propagandamıza nasip olmamasına sasırmamalıdır. Propagandamız içerdeki karısıklıklar esnasında tesirsizlik tohumu saçıyordu. Ayrıca içerigi itibariyle de halkın üzerinde gerekli tesiri yapmaktan çok uzaktı. Bizim o ipe sapa gelmez

devlet adamlarımız, insanları ölüme sevk edebilmek için, o manasız barısçılık sözleri ile sarhos etmenin ve costurmanın mümkün olacagını sanmıslardı.

Bir propagandada esaslı bir prensibe her zaman kesin bir sekilde uyulmazsa teskilat içinde gösterilen faaliyetler bir basarı saglamaz. Propaganda gayet sınırlı konulara temas etmeli ve bunları devamlı bir sekilde tekrarlamalıdır. Dünyadaki diger islerde de oldugu gibi bunda da

sebat ve ısrar basarının en önde gelen sartıdır. Propaganda her seyi kanıksamıs kimselerin pesine düsmemeli ve estetlere kapılmamalıdır. Aksı halde propagandanın muhteviyatı, sekli

ve ifadesi halkın üzerinde faaliyet gösterecek yerde, yalnız edebi salonlara devanı eden kimselere tesir eder. Ğste bunlardan vebadan kaçar gibi kaçmak gerekir. Bunlar güzel hisler duymaktaki aczleri dolayısıyla , daima kendilerine yeni terbiyeciler ararlar. Bu adamlar kısa zaman ilcinde her seyden bıkarlar, daima degisiklik ararlar. Hiçbir zaman kusursuz bir

durumda olan çagdaslarının seviyesine gelemezler, hatta bunları anlayamazlar. Propagandayı veya muhteviyatını, kötü

(,Ve pek eskimis buldukları için elestirirler. Onlara daima yeni seyler ğ gerekir. Bu herifler, halkın nezdinde siyasi basarının en öldürücü ;(düsmanı olurlar.

Halbuki propaganda her seyi kanıksamıs küçük beylere, devamlı vakit geçirecekleri meraklı vasıtaları saglamak için yapılan bir ,|ey degildir. Propaganda kanaat ve telkin içindir. Ğkna edilmesi söz konusu olan kuvvet de topluluktur. Toplulugun ise daima o agırlıgı Ğçinde bir

fikri anlayabilecek duruma gelmesi için, bir zamana ihtiyacı vardır. En basit mefhumlar defalarca tekrar edilmeden hafızasını onlara açmaz.

Hedef çesitli yönlerden aydınlatılabilir. Fakat her açıklamanın gayesi daima aynı düstura ulasmalıdır. Ancak bu böyle olursa, propaganda düzgün bir etki yapabilir. Hiçbir zaman bir tarafa sapmadan üstünde yürünen bu yol, daima esit ve metin bir çalısma sayesinde basarıya

ermenin imkanını saglar, iste o zaman, böylesine sebat ve gayretle nasıl akla, hayale gelmez

büyük sonuçlara kavusulacagı hayretle görülür. Her reklam ister is hususunda, ister siyasi klanda yapılsın, basarısı devamlı çalısma ve daimi surette fikri takip etmekle elde edilir. Düsman propagandasını örnek almak gerekirdi. Bu propaganda özellikle belirli halk toplulugu için hazırlanmıs birtakım hususlar ihtiva ediyor ve bunlar devamlı bir sekilde - ısrarla idare edilip, savunuluyordu. Esaslı fikirlerin ve bu fikirleri yayıs usullerinin bir kere basarısı görülünce, savas boyunca bunlar, bir degisiklik yapılmadan kullanıldı, ilk önceleri cüretli iddiaları yüzünden bu propaganda saçma gibi geliyordu. Daha sonra nahos kabul

edildi. En sonunda ise inanıldı. Dört buçuk yıl sonra Almanya'da bir ihtilal çıktı ki, ihtilalin parolası düsman propagandasından alınmıstı. Ğngilizler den bu silahın basarısının devamlı kullanılması ile saglanacagı ve bu basarının yapılan bütün masrafları karsılayacagım da ögrendim. Ğngilizler propagandayı birinci silah kabul ediyorlardı. Halbuki bizde, propaganda

bir sandalye kapamamıs politikacıların son ekmek parçaları veya gazetelerde isletilen

küçücük bir damar sayılıyordu. Almanya'da düsman propagandası 1915 yılının ilk aylarında basladı. 1916 yılından itibaren söhreti gitgide arttı ve 1918 yılına gelindiginde gerçek bir

dalga halinde bütün Almanya'yı kapladı. O günlerde bu ideal avcılıgının sonuçlarım yakından takıp etmek mümkün oluyordu. Alman ordusu yavas yavas düsmanımızın istedigi gibi düsün- meye alıstı. Hiçbir Almanda bir reaksiyon görülmedi. Gerçekte ordu, akıllı ve irade sahibi sefinin idaresinde, bu havayla savası kabul etmek kararındaydı. Fakat bu iste gerekli olan araçlardan yoksundu.: Ayrıca bu çesit fikrî kültüre bizzat ordu tarafından erisilmesine izin verilmesinde de psikolojik hata vardı. Bu isin yararlı olabilmesi için, ülkenin içinden gelmesi gerekirdi, iste o zaman dört yıldan beri büyük kahramanlıklar ve feragat örnekleri vermis

insanların nezdinde basarı kazanılacagı ümit edilirdi. Fakat ülkenin basına ne geldi? Bu sonuç budalaca bir sey miydi, yoksa canice bir hareket mıydı?

1918 yazı ortalarında Marne'ın güney sahilinin tahliye edilmesinden sonra Alman basını öylesine canice bir aptallık eseri ortaya koydu ki, bu adi hareket içimde her gün artan bir kudurmaya sebep olan su soruyu aklıma getiriyordu. Ordumuzun kahramanlarının bu manevî sefahatine son verecek bir kimse çıkmayacak mıydı? 1914 yılında Fransa'ya esine

rastlanmamıs, zafer dolu bir sekilde saldırdıgımız zaman ne oldu? Isonzo Cephesi yıkıldıgında italya ne yaptı7 1918 yılının ilkbaharında Alman kıtalarının saldırısı Fransız mevzilerini yerlerinden kovacak gibi oldugunda ve uzun menzilli agır topların kudretli gülleleri Paris'in kapılarım dövmege basladıgında Fransa ne yaptı? Orada, geriye dogru

alelacele kaçısan alayların yüzlerini kamçılamıslar ve milli hislerin ateslerini onların yüzlerine üflemislerdi. Ğste o zaman propaganda ve topluluklara tesir etmenin ilmi, askerlerin kalplerine kesin zafere inanmayı gürz darbeleri ile tekrar sokmak için nasıl çalısmıstı? Eger Tanrı beni propaganda servisimizin aciz ve iradesiz adamlarının yerine koysaydı, savasın kaderinin

baska türlü olacagı muhakkaktı, iste bu husus aklıma geldikçe üzüntülerin içinde kıvranıp dururdum. O aylar içinde kaderin hainligini ilk defa hissettim. Kader beni öyle bir yerde tutuyordu ki, herhangi bir zencinin silahından çıkan serseri bir kursunla yere serilebilirdim. Halbuki baska bir mevkide vatanıma çok daha büyük hizmetlerde bulunabilirdim. Çünkü ben daha o günlerde, bu iste l basarılı olacagıma inanmıs magrur bir kimseydim. Ne var ki, sanı

ve "• adı meçhul bir kimseydim. Sekiz milyon insan arasında bir satırlık kaydım vardı. Böyle olunca susmam ve bulundugum mevkide bana Ö düsen görevi en iyi sekilde yapmam gerekiyordu.

1915 yazında ilk düsman brosürleri elimize geçmeye basladı. Bunların içerikleri hep aynıydı. Sadece sekil ve izahat yönünden bazıları degisikti. Özellikle "Almanya'da kıtlık artıyor" iddiasında bulunuluyordu. Savas bir türlü bitmeyecekti. Halbuki savası kazanmak ümidi devamlı sekilde azalıyordu. Bundan dolayı halk barıs istiyordu. Fakat militarist idare ve

Kayser buna fırsat vermiyorlardı. iste bu hususa vakıf olan bütün dünya, Alman milleti ile degil, sadece tek suçlu olan Kayser'e karsı savas ediyordu. Bundan dolayı savas, düsman

barıssever beseriyet tarafından uzaklastırılıncaya kadar L> devam edecekti. Savas bittikten

sonra da liberal demokratik devletliler, Alman milletini dünya çapında ebedi barıs ligine alacaklardı. Ancak "Prusya militarizmi" yok edildigi gün barıs saglanacaktı. ı îste bu açıklamayı ispat için düsman brosürleri bazı kere j;,"memleket mektuplarının kopyalarını da ihtiva ediyordu. Bu mektupların muhteviyatı brosürün açıklamalarını dogrular gibiydi. Gerçi, bütün bu tesebbüslere gülünüp, geçiliyordu. Brosürler okunduk-I tan sonra genel kurmaya gönderiliyordu. Bunların çogu unutturuyordu. Sonunda rüzgar siperlere dogru yeni yeni

yükler getiriyordu. Bu brosürleri bize getirme isini çok zaman uçaklar yapıyordu.

Bu çesit propagandada bir husus çok geçmeden hayret uyandırmaya basladı. Cephede Bavyeralıların bulundugu kısımlarda degismez bir yargı ile Prusya'ya saldırılıyordu. Aynı zamanda Prusya'nın savasın tek suçlusu oldugu söylendigi gibi, Bavyera'ya karsı j, hiçbir husumet beslenmedigi de ekleniyordu. Ayrıca Bavyera, Prusya militarizmine baglı kaldıgı ve ona hizmet ettigi sürece, Bavyera'nın hesabına kestaneyi atesten çıkarmanın imkansız oldugu

da açıklanıyordu.

Bu usulün askerler üzerinde tesiri 1915 yılında görülmeye baslandı. Askerler arasında Prusya aleyhindeki infial göze çarpacak kadar gelisti. Fakat zirveden temele kadar bu duruma engel olmak için hiçbir tedbir alınmadı. Bu sekil davranıs, basit bir hatadan, küçük bir ihmalden de öte bir seydi. Gerçi er geç cezasını görecekti ama, yalnız Prusyalı degil, bütün Alman milleti

zarara ugrayacaktı. Bavyeralı da herhalde Almandı. Böylece düsman propagandası 1916

yılından itibaren inkar kabul etmez sekilde basarılar kazandı.

Artık dogrudan dogruya ülke içinden gelen sikayet mektupları da olumsuz etkiler meydana getirdi. ğimdi bu mektupların cepheye düsman brosürleri ile ulastırılmasına gerek kalmıyordu. Buna karsı da hiçbir sey yapılmadı. Sadece hükümetin son derece aptalca bazı ihtar ve çıkısmaları oldu. Ama cephe düsmanın saçtıgı bu zehre gark oldu. Saçları uzun,

akılları kısa bazı sersem kadınlar, bu zehri ülkenin içinde gayet dogal olarak imal ediyorlar ve bunları cepheye göndermekle düsmana hizmet ettiklerini, kendi yakınlarının savas alanındaki ıstıraplarını uzatmak ve çogaltmaktan baska bir ise yaramadıklarını bilmiyorlardı. Böylece budala kadınların mektupları yüz binlerce insanın kanına girdi. Sonunda 1916 yılında endise verici bazı olaylar vukua geldi. Cephe homurdanıyor ve vahsi bir hale bürünüyordu. Askerler çesitli sebeplerden dolayı artık memnun degildiler ve ara sıra da haklı olarak galeyana geliyorlardı. Askerler cephede aç kalıp, tevekkül gösterdikleri sırada aileleri ve yakınları

evlerinde perisan bir durumda idiler. Halbuki baska yerler de bolluk ve eglence hüküm sürüyordu.

Buhran daha o günlerde kendini göstermis, fakat bu daima iç meseleler halinde kalmıstı. Önceleri bagırmıs veya mırıldanmıs bir asker, bir müddet sonra gayet dogal bir seymis gibi görevini sessizce yerine getiriyordu. Yine önceleri memnuniyetsizligini ifade eden bir bölük asker, savunmaya memur edildigi toprak parçasına, sanki Almanya'nın akıbeti o çamur

içindeki bir iki yüz metrelik çukura baglı imis gibi çakılıp kalıyordu, iste bu hâlâ o kahramanlar ordusunun cephesiydi.

Kaderin sert bir degisikligi sonucu cephe ile memleket arasındaki farkı ögrenecektim. 1916 yılının Eylül ayı sonunda kıtam Somme çarpısmasına dogru hareket etti. Bu bizim için korkunç malzeme çarpısmalarından ilki idi. Bu çarpısmayı anlatmak çok zordur. Buna bir çarpısmadan çok, bir cehennem demek daha dogru olur. Devamlı ates kasırgalarına Alman

cephesi haftalarca dayandı. Belki bazen bir parça geriledi, bazen ilerledi ise de, hiçbir zaman gevsemedi. 7 Ekim günü yaralandım. Tanrı'nın yardımı ile geriye gelebildim ve Almanya'ya dönmek üzere sıhhiye trenine bindim.

Ben vatandan ayrılalı iki yıl olmustu. Bu sartlar altında bu iki yıl adeta sonu gelmez bir zaman parçası sayılabilirdi. Üniforma giymemis Almanların görünüslerinin nasıl olabilecegini zor düsünüyordum, ilk tedavi için yatırıldıgım hastanede yanımdaki arkadasla konusan

hastabakıcı kadının sesini isitince dehsetten irkildim. Ğki yıl sonra ilk defa bir Alman

kadınının sesini duyuyordum! Sonra bizi memleketimize götürecek olan tren sınıra

yaklastıkça hepimiz bir endise duymaya basladık, iki yıl önce genç askerler olarak geçtigimiz yerlerin hepsi, Brüksel, Louvain, Liege birer birer gözlerimizin önünden geçip gittiler.

Sonunda ilk Alman evini yüksek damından ve güzel panjurlarından tanıdık. Vatan! Vatana gelmistik!

1914 yılının Ekiminde sınırı geçerken sevk ve galeyanla tutusuyorduk. ğimdi ise sessizlik ve heyecan hüküm sürüyordu. Herkes hayatı pahasına savunmaya zorunlu oldugu yerleri kaderin

bir kere daha görmege fırsat vermesinden sevinç duyuyordu. Hepimizin, baskalarının gözlerimizin içine bakmalarına fırsat verdigimiz için utanıyorduk.

Hemen hemen cepheye gidisimin yıldönümünde, kendimi Berlin civarındaki Beelitz

Hastanesi'nde buluyordum. Bu ne büyük degisiklikti! Somme çarpısmasının bataklıklarından

bu ihtisam dolu binanın beyaz çarsaflı yataklarına geliyordum. Önceleri bu yataklarda yatmakta güçlük çektik. Bu yeni dünyaya yavas yavas alısabildik. Fakat üzülerek belirteyim

ki bu yeni dünya, baska bir yönden de yeniydi. Cephedeki ordunun ruhu burada hayat hakkına sahip degildi. Cephede hiç rastlamadıgım bir seyi burada isitiyordum. Korkak olmakla iftihar ediliyordu; cephede duyulan homurtu ve mırıldanmalar hiçbir vakit görevi aksatmaya tesvik olmadıgı gibi, korkaklıga karsı da bir övgü degildi. Evet, korkmak daima bir korkaklık diye

kabul ediliyordu. Bundan da çok, bir degeri yoktu. Aksine korkaklıgı ezen bir tiksinme vardı. Bu hal genel idi. Tıpkı gerçek bir kahramana gösterilen hayranlık gibi. Fakat hastanede is tamamen tersineydi. Bir sürü elebası büyük büyük laflar sarf ediyorlar, o bos belagatlerine

müracaat ederek, gerçek askerlik prensiplerini gülünç hale sokmaya ugrasıyorlar ve tip olarak korkakların karakter zaaflarım tavsiyede bulunuyorlardı. Birkaç adi herif bu hareketi yayma isinde elebası oluyorlardı. Bu köpeklerden biri hastaneye girebilmek için elini bir dikenli tel üzerinde dolastırmıs oldugunu iftiharla anlatıyordu. Bu yaranın basitligine ragmen hastanede uzun süre kalmıstı. Almanya'ya bir sıhhiye treni ile sevk edilmesi de hile ile olmustu. Fakat

bu adi herif kendi düsüncelerini etrafa yayarken öyle kurnazca hareket ediyordu ki hıyanetini kahramanca ölen bir askerin cesaretinden üstün gibi göstermeyi basarıyordu. Birçok kimse bu zavallının sözlerim sessizce dinliyor, bazıları oradan uzaklasıyor, bir kısmı da basları ile

tasvip ettiklerini belirtiyorlardı. Bana ise bulantı geliyordu Fakat neden hastanede böyle bir elebasıya fırsat veriliyordu. Ne yapmalıydı? Bu köpegin ne oldugunu idarenin bilmesi gerekirdi. Fakat hiçbir sey yapmadılar.

Bir acı duymadan yürümeye basladıgım zaman Berlin'e gitme izni aldım. Kıtlıgın her tarafta pek siddetli oldugu derhal görülüyordu. Koca sehir açlıktan kıvranıyordu. Memnuniyetsizlik her tarafı sarmıstı. Askerlerin devam ettikleri yerlerdeki konusmalar hastane-dekinin aynı idi.

Bu heriflerin böyle yerlere kendi düsüncelerini yaymak için gittikleri intibaı uyanıyordu. Münih'te ise durum çok daha kötüydü. Ğyilestikten sonra hastaneden çıkıp depo taburuna verildigim zaman, az daha sehri tanıyamayacaktım. Küfürde, kızgınlıkta çok ileri gidilmisti. Depo taburunda da durum aynıydı. Buna, cepheden dönen askerlere adi talim subaylarının gösterdikleri muamele sebep oluyordu. Bu subaylar cephede bir saat bile kalmadıkları için

eski askerlere böyle kötü davranıyorlar, onlara uygun gelecek bir durum yaralamıyorlardı. Gerçi bu eski askerlerde bazı gariplikler vardı. Buna sebep de cephede hizmet etmis

olmalarıydı. Fakat bu durum, bir doldurma askerinin tesekkülüne kumanda eden kimseler için takdir edilemiyordu. Halbuki bu kimseler de, cepheden dönen subaylar olsalardı bu gerçegi anlarlardı. Bütün bunlar bir yana genel durum; endise ve üzüntü verici idi. isin içinden bir fırsatını bulup sıyrılmak yüksek bir zekanın mahareti sayılıyordu. Sadık olma ve sebat

gösterme ise zaaf ve sınırlı bir zekanın isareti olarak vasıflandırılıyordu. Resmi daireler Yahudilerle dolmus, tasmıstı. Memurların hemen hepsi Yahudi'ydi. Sözüm ona seçkin ırktan olan asker kaçaklarının çokluguna sasıyordum.

Bu durum, iktisadî durumdan çok daha kötüydü. Yahudiler, gerçekten "gerekli kisi"

kesilmislerdi. Bu örümcekler Alman milletinin kanım yavas yavas emmege baslamıslardı. Millî ve hür ekonomiye öldürücü son darbeyi indirmek için gerekli olan araç, savas

'.derneklerinin aracılıgı saglanmıstı. Sınırsız bir merkeziyete ihtiyaç oldugu savunuluyordu. Böylece 1916-1917 kısından itibaren ürünün hemen hemen tamamı Yahudi maliyesinin kontrolüne girmisti. Halk kin ve gazabı ise kime karsıydı? iste bu sırada tam zamanında bir çare bulunmazsa yakın bir felaketin yok olma ile son bulacagımı dehset içinde gördüm.

Yahudi bütün Alman milletim soyup sofana çevirdigi ve mali hakimiyeti altına aldıgı sırada, halk Prusyalılar aleyhine kıskırtılıyordu. Cephede oynanan bu oyun memleket •içinde de sahneye konuyor ve hiçbir reaksiyonla karsılasmıyordu. Prusya'nın yıkılması, Bavyera'nın yükselmesinden ziyade, birinin çökmesi, digerinin de yok olması manasına gelecegini hiç kimse anlamıyordu. Bu olaylar beni pek çok üzüyordu. Bunlar Yahudilerin dahiyane hilelerinden ibaretti. Böylece halkın dikkatini kendi üzerlerinden uzaklastırarak baska

noktalara çeviriyorlardı, Bavyera ile Prusya birbiri ile kavga ederken Yahudi onların gözleri önünde ellerinden hayat imkanlarını çalıyordu. Bavyera'da Prusya'ya sövülüp yayıldıgı sırada, Yahudi devrim teskilatı kurarak hem Bavyera'yı ve 'hem de Prusya'yı yıkıyordu. Alman ırkı içindeki bu feci ikilige tahammül edemiyordum. Münih'e gelir gelmez, eski vazifeme iade ta- lebinde bulundum. Cepheye dönmekten mutluluk duyuyordum.

1917 yılının Mart ayı basında tekrar alayıma katılmıs bulunuyordum. Bu yılın sonlarına dogru Ordu ümitsizligin en asagı noktalarından kurtulmus bulunuyordu. Bütün askerler Rusya'nın yıkılmasından büyük bir ümide düsmüsler ve cesaret almıslardı. ğimdi her ; ğeye ragmen,

orduda savasın Almanya'nın zaferi ile bitecegi kanaati uyanmıstı. Tekrar cephelerden sarkılar yükseliyordu. Mesum kargaların sayıları azaldı. Vatanın gelecegine tekrar inanılmaya

baslandı.

Özellikle 1917 sonbahardaki italyan hezimeti olaganüstü bir Ğzlenim uyandırdı. Bu sefer,

Rusya harekatı dısındaki cepheyi delmek Ğmkanının bir delili sayılıyordu. Böylece büyük bir iman seli milyonlarca insanın kalplerine dolmaya basladı ve bu kimselere 1918 yılının

baharını rahatça beklemek fırsatını verdi. Kıs eski günlere kıyasla daha sıkıntısız geçti. Megerse bu, fırtınadan evvelki sessizlikmis.

Cephelerde bu sonsuz kavgaya bir son vermek için hazırlıklara girisiliyordu. Batı cephesine dogru ardı arkası kesilmeyen asker ve

* Rusya'daki komünist ihtilali o günlere rastlamaktadır. malzeme nakliyatı yapılıyordu. Orduya top yekûn taarruz için tali mat veriliyordu, iste bu sıralarda Almanya'da dünyanın en büyük alçaklıgı yapıldı.

Almanya'nın galip gelmesi istenmiyordu. Zafer bize gülmeye baslarken ve 1918 yılı baslarında bir Alman hücumu henüz tasarı ha ünde iken, bunu bogazlamak için her çareye

basvuruldu. Zaferi im kansızlastırmak istiyorlardı. Cephane fabrikalarında grev yapıldı Eger

bu grev basarı ile devam etseydi, Alman cephesi yıkılacaktı Böylece Vorvvarts'ın, zaferin, Alman bayraklarının arkasından gitmemesi yolundaki istegi tahakkuk edecekti. Cephanesizlikten cephe bu iki hafta içinde delinirdi. Böylece tasarı halindeki taarruz ortadan

kal kar ve itilaf Devletleri kurtulurdu. Neticede uluslararası sermaye Al manya'ya hakim olur

ve milletleri aldatma yolundaki Marksizm gaye sine ulasırdı. Uluslararası sermayenin tahakkümünü tesis etme, milli ekonominin tahribine baglıydı. Millî ekonominin yok edilmesi

de birtakım budala heriflerin ve bazı kimselerin alçaklıgı ile oluyordu.

Cephane grevi ümit edilen basarıyı saglamadı. Cepheyi silahsı. bırakmak tesebbüsü kısa

sürdügü için cephanesizlik orduyu yol-edemedi. Fakat sebep oldugu ahlakî zarar ordunun yok olmasından da büyüktü.

Memleket artık zafer istemiyorsa, ordu neden hâlâ cephede dövüsüyordu. Bu büyük

fedakarlık ve mahrumiyetlere katlanıs kimin içindi? Memlekette grev varken asker zafer için

mi çarpısacaktı? Ay rica bu garip durum düsmanın üzerinde nasıl bir etki yapmıstı?

1917-1918 kısında düsman devletlerin semasını kara bulutlu kapladı. Dört yıl boyunda bir devi andıran Almanya'ya karsı hücumlar yapılmıstı. Fakat bu devi yere sermek mümkün

olmamısı ı O sıralarda Almanya'nın kendisini koruması için kalkan tutan kolu serbestti. Bazen doguya, bazen batıya ve bazen da güneye saldırma l için kılıç çekmesi gerekiyordu. ğimdi ise devin arkaları serbest kalmıstı. Düsmanlardan birini yere vurmak için seller gibi kan dol-

mustu. Artık batıda kılıç tutan kol, kalkan tutan kolla birlesecek n Bugüne kadar düsman saldırmaktan bir fayda elde edemedigi itin kendine yapılacak hücumdan zarar görecegi muhakkaktı, iste bun dan korkuluyordu, iste bunun için zafer kösteklenmek isteniyordu Londra'da ve Paris'te konferanslar birbirini kovalıyordu. Düsman propagandası için artık Almanya'nın zaferinin muhtemel olmadıgım ispat etmek zorlasıyordu. Cephelerde ihtiyatlı bir sessizlik vardı. Hatta bu sessizlik düsman ordularını da sarmıstı. Bu heriflerin küstahlıkları, birdenbire yok olmustu. Endise ve korku veren bir pırıltı görüyorlardı. Alman askerlerine

karsı içlerinde duydukları his !t, simdi tamamen degismisti. Bugüne kadar Alman askerini, kendini hizmete adamıs bir çılgın gibi görüyorlardı. ğimdi ise karsılarında kendilerinin müttefiki olan Rusya'yı yere sermis bir asker vardı. Bize sadece doguda saldırmak

zorunlulugunu yükleyen zaruret, simdi dahi bir kafadan çıkan bir taktik gibi görünüyordu. Üç

yıl boyunca l Rusya'ya hücum etmistik. Baslangıçta bir zafer gözükmüyordu. Bu fayda vermeyen saldırılarla alay ediliyordu. Çünkü Rusya'nın askerlerinin çoklugu sayesinde zafere ulasması gerekirdi. Almanya ise kanının bitmesi yüzünden yok olacaktı. Gerçi savas bu tahminlere hak verdirecek sekilde sürdü.

1914 yılının Eylülünde Tannenberg Savası'nda alınan Rus esirlerinin kafileler halinde Alman yolları üzerinde akmaya baslamalarından itibaren bu insan dalgasının arkası bir türlü

kesilmedi. Yok l edilen her Rus ordusunun yerini bir baskası alıyordu. Çarlık, tükenmek bilmeden savasa yeni yeni kurbanlar sunuyordu. Bu kurban yarısına Almanya ne kadar dayanabilirdi? Bir gün gelecekti ki Almanya'nın son zaferinin arkasından, yine hiçbir zaman sonuncu olmayacak Rus orduları savas alanlarında boy gösterecekti. Bu ne zaman olurdu? Bütün tahminlere göre Rusya'nın zaferi gecikmekteydi. Fakat günün birinde her seye ragmen gerçeklesecekti.

iste simdi bütün bu ümitler yok olup gitmisti. Müsterek çıkarlar anlasması etrafında en büyük kan fedakarlıgını göstermis olan müttefikin, yani Rusya'nın kuvveti artık kalmamıstı. ğimdi Rusya bizim saldırılarımız önünde yere serilmisti. Artık önümüzdeki bahardan korkulmaya

baslandı. Bugüne kadar bütün kuvveti ile Batı Cephesi'ne yerlesmemis olan Almanya maglup edilemedigine göre bu kahramanlar diyarının bütün kuvvetleri simdi tek bir cephede

toplanınca zafere nasıl bel baglanabilirdi?

Güney Tir ol Daglarının gölgeleri, düsünce gücü üzerinde ezici bir agırlık bırakıyordu. Flandres sisleri içine kadar Cadorna'nın Binglup orduları bütün yüzlerde hüzün ve korkuya sebep oluyordu. F,«fere inanıs, kaçınılması imkansız hezimet karsısında yerini dehset bırakmıstı. O sıralarda, soguk kıs gecelerinde sanki Alman ordularının iler içmelerinden

dolayı çıkan gürültüler kulaklara çarpıyordu. Düsman korku ve endise içindeydi. Ğste tam bu anda Almanya'dan parlak bu ısık fıskırdı ve bu aydınlık, cephelerdeki en son obüs

çukurlarının içine doldu. Büyük hücum için Alman ordularına son emirler veril misti. Ama ne yazık ki, Almanya'da da genel grev bas göstermisti.

Önce herkesi bir sessizlik kapladı. Çok geçmeden, düsman propagandası imdadına son anda yetisen bu cankurtaran simidini rahat bir iç çekme ile sarıldı. Düsman askerlerinin azalmakta olan cesaretlerim yükseltmek için en iyi çare bulunmustu. Zafer ihtimali muhakkak diye tekrarlanmaya basladı. Bir süre sonra baslayacak olaylar karsısında duyulan endisenin yerini, simdi azimli bir cesaret almıstı. Artık taarruzu bekleyen düsman, askerlerine savasın son kararını Alman saldırılarının degil, bu saldırılara karsı gösterilecek sebatlı direnmelerin verecegini telkin ediyordu. Almanlar canlarının istedikleri kadar zafer kazanabilirlerdi, ama

memleketlerine dön düklerinde devrim ile karsılasacaklardı.

ingiliz, Fransız ve Amerikan gazeteleri bu inanısı okuyucularının kafalarına sokmaya

basladılar. Son derece ustaca idare edilen bir propaganda cephedeki askerin manevî kuvvetini arttırıyordu. "Almanya, ihtilalle burun buruna!" "Müttefiklerin zaferi pek yakın!" iste manen yıkılmıs olan askerin dizlerinin bagını yemden baglayan en iyi silah buydu. Artık tekrar top tüfek atesine baslanabilirdi. Bir panik içinde kaçısı umanlar simdi sert bir dirençle

karsılastılar. Alman cephane fabrikalarının grevi iste bu elim sonuçları dogurdu. Müttefiklerin zafere karsı olan inançlarını arttırdı ve cephanesindeki o ezici ümitsizligi sildi. Binlerce

Alman askeri bu grevi kanları ile karsıladı. Öte yan dan bu korkunç grevin tesvikçileri olan sefil herifler, devrimci Almanya'nın en yüksek hükümet mevkilerine aday oluyorlardı.

Bu olay Almanya tarafından küçümsendi ise de düsman bunlardan devamlı ve olumlu sonuçlar çıkardı. Direnç, her seyini kay betmis bir ordu için gurur vesilesi olmaktan çıktı. Artık zafer ugrunda yapılan mücadelenin siddet ve azgınlıgı görülüyordu. Ger çekten zafer, bütün tahminlere ragmen, eger Batı Cephesi, Alman saldırılarına sadece birkaç ay karsı koyabilirse, müttefiklere gülümserdi. Düsman parlamentolarında daha iyi bir gelecegin im kanlan oldugu kabul edildi ve Almanya'nın yok edilmesini saglamak için yapılacak propagandaya bugüne kadar isitilmemis büyük paralar ayrıldı.

Ben ilk ve son hücumlara katılmak bahtiyarlıgına ulasmıstım. Bu anlar, hayatımın olaganüstü izlenimlerle dolu parçaları oldu. ^Olaganüstü dememe sebep, simdi savasın, 1914 yılında da oldugu l gibi kendini savunmaktan çıkıp, saldırı niteligini almıs olmasıydı.

Cehennem hayatını andıran üç yıl geçip, hesap görme günü gelince siperlerde rahat bir nefes alındı. Basarılı taburlar, bir kere daha •"nesenin içinde boguldular. Ölmez defnenin son taçları zafer haleleri gibi bayrakların üstlerine asıldılar. Bir kere daha vatan sarkıları hareket

halindeki kıtaların ardında göklere dogru yükseldi ve Tanrı'nın lütfü belki de son nankör evlatlarına nasip oldu.

1918 yazının ortalarına dogru cephede bir bitiklik hali yayıldı. Memlekette ikilik tohumları etrafa atılıyordu. Bu niye böyle oluyordu? Çesitli kıtalarda türlü türlü söylentiler dolasıyordu. Artık savasın bir degeri ve gayesi kalmadıgı, sadece akılsız olanların zafere f inanacakları anlatılıyordu. Bundan sonra direnmenin halka bir fay-vermeyecegi, bundan sadece

kapitalistlerle, monarsistlerin fayda olmayacagı iddia ediliyordu. Bu bilgiler gerilerden geliyor

ve cephelerde münakasalara yol açıyordu.

Önceleri bu husus cephede pek az reaksiyona sebep oldu. Kamuoyunun bizim için ne önemi var? Dört buçuk yıl bu sonuç için mi savasmıstık? Topraga gömülmüs kahramanlardan savas gayesini böyle hile ile çalmak adi bir haydutluktu. Genç askerlerden kurulu kıtalar

Flandreslerde "yasasın genel ve gizli oy" diye bagırarak ölüme atılmamıslardı. "Bütün dünyanın üstünde Almanya" diye haykırarak düsmana saldırmıslardı. Bu bir zevkti ve hiçbir zaman : manasız sayılamazdı. Fakat oy hakkını isteyenler, bu istekleri için hiçbir zaman dövüsmemislerdi. Cephedeki asker bütün partilerin terbiyesiz heriflerini tanımıyordu.

Namuslu Almanların bulundukları yerlerde bu parlamentocu heriflerin sadece bir kısmı vardı. Ğste eski cephe askerlerinden Ebert Scheidemann, Barth, Liebknecht ve bunların tayfaları, bu heriflerin lehine pek az bir egilim gösteriyorlardı. Öte yandan asker kaçaklarının, orduyu

hesaba katmadan, memlekette nüfuz ve kudreti benimsemeye ve sahip çıkmaya ne hakları olabilecegine asla akıl erdirilemiyordu.

Daha isin basından itibaren benim sahsî kanaatim buydu. Halkı kandıran, bu cigeri bes para etmez bir sürü adi politikacılardan son derece nefret ediyordum. Savas boyunca milletin faydasına ve hayrına hiçbir sey söz konusu edilmiyordu. Bu herifler bos ceplerim doldurmaya bakıyorlardı. ğimdi sadece kendileri için çalısan ve halkı düsünmeyen bu sefillerin ipe

çekilmek için olgun bir hale geldiklerini görüyordum. Bunların isteklerine önem vermek, birkaç hırsız için halkın çalıskan elemanlarının menfaatlerini feda etmek demekti.

Ordudaki muharip sınıfın büyük bir kısmı böyle düsünüyordu. Fakat memleketten gelen

takviye kıtaları gittikçe berbatlasıyordu. Öyle ki, cepheye gelisleri ordunun kuvvetine hiçbir sey eklemiyordu, tersine onu zayıf düsürüyordu. Özellikle Münihlilerin tamamının bir degeri yoktu. Bunların, gençlerini Ypres civarındaki çarpısmaya yollamıs olan aynı ülkenin evlatları

olacaklarına inanmak pek zordu.

Agustos ve eylül aylarında yok olma isaretleri gittikçe çogaldı. Gerçi düsman saldırılarının meydana getirdigi izlenimler, bizim eskiden yaptıgımız direnç savaslarının tesirleri ile kıyas edilemezdi. Somme ve Flandres çarpısmaları, bu saldırılarla kıyaslanırsa çok daha müthis bir sey oldukları görülürdü. Eylül ayı sıralarında benim kıtam üçüncü defa olarak, vaktiyle, genç savas gönüllüleri alaylarında savasırken ele geçirdigimiz mevzileri isgal etti. Ne tatlı

hatıralardı bunlar! 1914 yılının Ekim ve Kasımında, ates emrini almıstık. Kıtamız sanki bir dans partisine gider gibi, kalplerde vatan askı, dudaklarda sarkılarla kavganın içine atılmıstı.

En asil kanlar, vatanın hürriyeti saglandıgı inancıyla oluk oluk ve keyifle, zevkle akıyordu,

iste bizim için kutsal bir duruma gelen bu topragı 1917 Temmuzunda tekrar çigniyorduk. En degerli arkadaslarımız burada can vermislerdi. Bunlar çocuk sayılacak kadar gençtiler. Bir vakitler gözleri sevk ve sevinçle parıldayarak, vatan için ölümle kucaklasmıslardı. O zaman alayla birlikte ilerleyen biz eskiler "ölünceye kadar sadakat ve itaat" yemini ettigimiz bu yerde dinî bir heyecanla durmustuk. Üç yıl önce alayın taarruz ederek ele geçirdigi bu yeri, simdi

zorla bir savunma ile koruyacaktık.

Üç gündür devam eden atesle, ingilizler büyük Flandres'ler hücumuna hazırlanıyorlardı. Bu sırada ölülerin ruhları canlanıyor gibi oldu. Alay balçık çamura saplanmıs gibi, deliklere tutunup yerim terk etmedi ve bir adım gerilemedi. Fakat eskiden de oldugu gibi, bulundugu yerde sayıca azaldı, sonunda ingilizlerin hücumu 31 Temmuz 1917'de basladı. Agustosun ilk haftasında bizi degistirdiler ve alaydan birkaç bölük kaldı. Bunlar sendeleyerek geriye çekildiler. Hepsinin üstü çamur tabakası ile kaplıydı, insandan çok hayaletlere benziyorlardı. ingilizler birkaç yüz obüs çukurundan baska "ölüm" bulmuslardı.

ğimdi de, 1918 sonbaharında, üçüncü defa 1914 yılının hücum mıntıkası üzerinde idik. Eskiden bize istirahat yolu görevini görmüs olan Comins Köyü simdi bir savas alanı haline

gelmisti. Gerçekte savas aynı kalmıstı, ama insanlar degismisti. Artık asker siyaset yapıyordu. Memleketten gelen zehirli haberler her tarafa yayılıyordu. Artık memleketten gelen eski hava simdi hiç yoktu.

13 Ekimi 14'e baglayan gece ingilizlerin gazlı obüs atısları Ypres'in güney cephesi üzerinde siddetle patlıyordu. Bu savasta sarı gaz kullanıyorlardı. Bu gazın etkisini, vücudumuzun üzerinde yaptıgı tahribatı görmeden önce bilmiyorduk, iste o mesum gecede ben l bu gazın etkisini ögrendim. 13 Ekim aksamı Wervich'ın güneyinde-I ki bir tepe üzerinde iken, uzun

süre bu gazlı obüs atıslarının altında kaldık. Bu saldırı bütün gece büyük bir siddetle devam etti. Gece yarısına dogru içimizden bir kısmını cephe gerisine dogru tasıdılar. Aramızda ölenler vardı. Sabah saat 7'de sarsılarak ve sendeleyerek geri çekildim. Gözlerim alev alev yanıyordu. Bir süre sonra gözlerim kor parçası haline geldi. Etrafımı karanlık kapladı. Pasevvalk Hastanesi'ne iste bu vaziyette geldim ve maalesef devrimde hazır bulunmak

üzüntüsünü tattım. Havada anlatılması imkansız, igrenç bir sey dolasıyordu. Herkes birbirine, birkaç haftaya kadar isin baslayacagım söylüyordu. Bu konusmalardan bir türlü bir anlam çıkaramıyordum. Önce bahardaki gibi bir grevin yapılacagını sandım. Deniz askerlerinden devamlı nahos dedikodular geliyordu. Söylentilere göre deniz askerleri arasında galeyan

vardı. Fakat bu dedikodular, bende büyük toplulukları ilgilendiren bir konudan çok, belirli gençlerin hayallerinde olusan bir sey izlenimini uyandırıyordu. Hastanede herkes savasın sona ereceginden söz ediyordu. Bu sonun yakın oldugu ümidindeydiler. Fakat hiç kimse hemen bir sonuç alınacagını da tahmin edemiyordu. Gazete okuyamıyordum. Kasımda gerginlik genel

bir hal aldı ve bir gün felaket birdenbire patladı. Deniz askerleri motorlu vasıtalarla gelip, halkı devrime tesvik ettiler. Ne yazık ki, bazı genç Yahudiler milletimizin ha yatının

"hürriyeti, güzelligi, namusu ve haysiyeti (!)" ugrunda yapılan bu hareketin liderleri durumundaydılar. Bu adi heriflerin hiçbiri cephede bulunmamıstı. Bir zührevi hastalıklar hastanesi vasıtasıyla savastan uzak yerlere gönderilmislerdi. ğimdi ise orada kızıl paçavrayı bayrak yapıyorlardı.

Yavas yavas kendimi iyi hissetmeye basladım. Göz çukurlarımdaki o korkunç agrılar

hafifledi. Çevremi biraz görebiliyordum, ilerde, bir iste çalısabilecek kadar gözlerimin tekrar görebilecegi ümidi dogdu, iste bu korkunç olay çıktıgı sıralarda iyilesmek üzere idim.

ilk günlerdeki ümidim, vatana karsı girisilen bu hıyanetin az çok mahalli bir hareketten ibaret oldugundaydı. Bir iki arkadasımı bu fikre inandırmaya çalıstım. Özellikle, hastanedeki Bavyeralı arkadaslarım benim bu kanaatime daha çok inanmaya egilimli gözüktüler. Hava

tam ihtilal kokuyordu. Bu çılgınlıgın Münih'te de etrafı kaplayacagına inanmıyordum. Bence

o asil Wittelsbach Hanedanına karsı gösterilecek sadakatin, birkaç Yahudi'nin iradesine kapılmaktan daha çok olacagını ümit ediyordum. Ğste bundan dolayı deniz askerlerinin önayak oldukları bu ayaklanmanın bastırılmagını bekliyordum.

Fakat günler geçtikçe hayatımın en fena ve müthis bir parçası ortaya çıktı. Söylentiler gittikçe öldürücü bir hal alıyordu. Benim mahallî bir olay olarak tahmin ettigim çılgınlık, söylentilere göre genel bir devrimdi. Ğste bu sırada cepheden nefret uyandıran pek kötü haberler geldi.

Teslim olmak istiyorlardı. Fakat böyle bir sey olabilir miydi? 10 Kasım günü, bizlere küçük bir hitabede bulunmak üzere askerî hastaneye bir papaz geldi ve iste o zaman her seyi

ögrendik. Papazın anlattıklarım dinlerken duydugum acı sonsuzdu. Bu ihtiyar din adamı, artık Hohenzollernler Hanedanı'nın taç giymeye hakkı kalmadıgını, devletin seklinin Cumhuriyet oldugunu söylüyor ve bu rejim degisikligi karsısında Allah'ın milletimize karsı olan lütfünu esirgememesi için bizlerden dua etmemizi istiyordu. Bütün bunları söylerken de tir tir

titriyordu. O saygıdeger adam aynı zamanda hanedan hakkında birkaç söz söylemeden duramıyordu. Pomeranya'da, Prusya'da ve bütün Alman vatanında yaptıgı hizmetleri saygı ile yad ediyordu. Bir ara için için aglamaya baslayınca küçük hastane kösesini derin bir sessizlik kapladı. Zannederim ki içimizde aglamayan yoktu. Fakat yaslı adam zorla sözlerine devama çalısarak, artık savasa son vermek zorunda bırakıldıgımızı, böylece gelecekte vatanımızın

büyük bir baskıya maruz kalacagını, çünkü savasın kaybedildigini ve galip gelenlerin iyi niyetlerine sıgınarak ateskesi kabul etmek gerektigini anlatmaya baslayınca kendimi tutamaz oldum, daha fazlasını dinlemek benim için imkansızlastı ve birdenbire gözlerimi bir karanlık

kapladı. Etrafı elimle yoklayıp ve sendeleyerek yatakhaneye geldim, kendimi binbir zorlukla yataga attım.

Atesler içinde yanan, kor parçası gibi olan basımı çarsaf ve yastıga gömdüm. Annemin cenazesinde bulundugum günden bu yana hiç aglamamıstım. Gençligimde kader en insafsız sekilde üzerime çullandıgı sıralarda gururum gelismisti. Uzun savas yıllarında, ölüm

cephedeki birçok sevgili arkadasımı alıp götürürken, bunlar için aglamak bana adeta garip geliyordu. Çünkü bu dostlarım Almanya ugrunda can veriyorlardı. Yalnız o korkunç savasın son günlerinde zehirli gaz bana gizlice saldırdıgı ve gözlerimi tahrip etmeye basladıgı anda

kör olmak tehlikesi karsısında bir an ümitsizlige kapıldım. iste o sırada vicdanımdan kopup gelen bir ses ile sanki yıldırım çarpmıs gibi kendime geldim. "Senden çok daha bedbaht ve feci durumda olan binlerce kisi varken miskin miskin yakınıp aglayacak mısın?" Hemen

hissiz ve dilsiz kaderime rıza göstermeye basladım. Yalnız simdi vatanımın ugradıgı felaket karsısında bütün sahsî acılarımın ortadan kalktıgını görüyordum.

Demek bunca fedakarlıklar ve mahrumiyetler bosunaymıs. Bitip tükenmek bilmeyen aylar boyunca açlıktan duyulan acılar manasızmıs. Ölümün nefesini ensemizde duydugumuz halde, görevimizi yapmaktan bir an geri kalmamamızın hiçbir degeri yokmus. Savasta can veren iki milyon insanın hayatlarını feda etmeleri faydasızmıs.

Bir gün siperlerinden bir daha geri dönmeyeceklerini bile bile ileri atılan yüz binlerce insanın mezarları açılmayacak mıydı? Bu mezarlar açılıp çamur ve kan içindeki kahramanlar birer

intikam hayaletleri gibi vatana dogru yola çıkmayacaklar mıydı? 1914 yılının Agustos ve Eylülünde askerler bugünkü sonuç için mi ölmüslerdi? Aynı yılın sonbaharında gönüllü adaylar, bunun için mi genç arkadaslarının arkalarından gitmislerdi? On yedi yasındaki delikanlılar, bugünler için mi Flandres topraklarında yere devrilmislerdi? Alman analarının, sonsuz bir sevgi ile bagrına bastıgı evladan bir daha görmemek üzere, üzüntülü bir kalple cepheye yollarken, vatan için yaptıgı fedakarlıgın gayesi bu muydu? Bütün bu fedakarlıklar

bir kaç caninin, memleketi avuçları içine alması için mi yapılmıstı? Demek uykusuz geçen gecelerden, sonu gelmeyen yürümelerden bitkin hale gelen askerlerimiz, günesin kızgın atesi

ve kar fırtınalarının ayazı altında bu caniler için savasmıstı! O etrafı silip süpüren atesin cehennemine, gaz bombalarının öldürücü patlamalarına hiç sarsılmadan ve tek görevi düsman tehlikesine karsı durmak oldugunu düsünerek, bu heriflerin menfaatleri için mi gögüs

gerilmisti? Hiç süphe yok ki, bu kahramanlıgı gösterenler söyle bir anıt dikilmesine hak kazanmıslardı: "Yolcu eger Almanya'ya gidiyorsan memlekete haber ver ki, biz vatana sadık, göreve itaatkar burada yatıyoruz."

Ya memleket ne alemde idi? Göze alınacak yegane fedakarlık bu kadar mıydı? Almanya daha

az mı saygıya layık görülecekti? Kendi tarihimize karsı görevlerimiz yok muydu? Bu olay gelecek nesillere nasıl haklı gösterilecekti?

Sefiller, alçaklar, caniler, ahlaksızlar! Bu korkunç ve nefret verici olayları daha açık görmeye

ne kadar gayret ettimse, bu alçaklık karsısında alnımdaki utanmanın verdigi kırmızılık da o kadar çogaldı. Bu manevî acının yanında, gözlerimde duydugum agrılar hiç kalırdı.

Bundan çok daha fena günler geldi. Her seyin yok oldugunu görüyordum. Kafasızlar, beyinsizler, yalancılar ve katiller düsmanın lütuf ve merhametinden bir seyler umuyorlardı.

Bu günler benim içimde büyük bir kinin dogmasına sebep oldu. Bu olayları çıkaranlara kim kin duymazdı? ilerdeki günlerde akıbetimin ne olacagı hakkında da kesin bir fikir

edinecektim. ğimdi bir süre önce, bana o kadar acı ve endise veren kendi gelecegimi düsündükçe de gülüyordum. Böyle bir arazi üzerinde evler insa etmek gülünç bir sey degil miydi?

Sonunda en çok korktugum, fakat her zaman sogukkanlılıgım sayesinde olacagına inandıgım bir seyin meydana geldigini açıkça görüyordum, imparator ikinci Gulliaume, sahtekar

adamların bir parça seref ve namustan nasipleri olmadıklarını aklına getirmeden, memlekette barısı saglamak için Marksist hareketin seflerine elini uzatan ilk Alman imparatoru olmustu.

Bu kepaze herifler, bir elleri ile imparatorun elini tutarlarken, diger elleri ile de hançer arıyorlardı.

ğu unutulmamalı ki, Yahudi ile uzlasma yapılamaz. Ancak onunla karar verilebilir. O da ya hep, ya hiç!

Onlar Yahudilerle anlasmaya ugrassınlar, bana gelince, ben siyasî hayata atılmaya karar veriyordum.

BÖLÜM 7

1918 yılının Kasım ayı basında tekrar Münih'e geldim. "Askeriler ğurası"na baglı olan alayıma iltihak ettim. Bütün bu teskilattan 1-öylesine nefret ediyordum ki, fırsatını bulur bulmaz buradan çekilip i gitmeyi düsünüyordum. Cephede tanıstıgım sadık bir arkadasım

'plan Schmiedt Ernst ile, Traunstein'a gittim ve askeri kamp dagılın-: caya kadar orada

kaldım. 1919 yılının Mart ayında Münih'e döndük. Vaziyet tahammül edilmez bir hal almıstı. Millet devrime tesvik ediliyordu. Eısner'in ölümü, tahammül edilmez halin artmasına, nihayet Sovyet Rusya'nın diktatörlügüne, daha dogrusu Yahudilerin gecici bir hakimiyetine müncer

oldu. Bu durum ise, daha baslangıçta devrim hazırlayanların gayesi ve besledikleri ideal idi.

Bu sırada, sabahtan aksama kadar, zihnimde bir sürü planlar kuruyordum. Günlerce, her an ne yapabilirim diye düsünüyordum. Fakat bütün düsüncelerim basit bir müsahede ile son

buluyordu. ğöhretim olmadıgı için, herhangi bir faydalı harekette yer tutabilmek sartlarına sahip degildim.

Sovyet ihtilali sırasında, ilk defa olmak üzere kendimi açıga vurdum. Merkezi Sovyetlerin dikkatini üstüme çektim. 27 Nisan 1919 günü tevkif edilecektim. Fakat beni tevkife gelen "üç herif üzerlerine çevrilen tüfek karsısında göstermeleri gereken cesareti kendilerinde bulamadıkları için dönüp gittiler.

Münih'in kurtulmasından birkaç gün sonra 2. piyade alayındaki devrimci olaylar hakkında, tahkikat icrasına bakan komisyona üye tayin edildim. Siyasi mahiyeti olan ilk faal

memuriyetim bu olmustur. Birkaç hafta sonra da, orduya mensup olanlar için açılan bir kursa katılmak emrini aldım. Bu kursun derslerinde, askere vatani görev ve ahlak egitimi için muayyen hususlar ögretilecekti. Benim için bu teskilatın bütün degeri, mevcut durum

hakkında kendileri ile esaslı surette münakasalar yapabilmek imkanı bulunan bir kaç arkadas tanımak fırsatını vermesindeydi. Hepimiz, Almanya'nın pek yakın olan yıkılmasının mevcut partilerce durdurulamayacagına kesin sekilde inanmıstık. Diger taraftan "burjuva nasyonal" olusumlar dünyanın en iyi iradesi ile dahi, bu yıkılısı önlemeye hiçbir zaman muktedir olamazdı. Onlarda bir sürü sartlar eksikti. Halbuki "tekrar yapmak" için bu sartların temini

lazımdı, îste bundan dolayı kendi küçük toplulugumuzda, yeni bir parti kurulması söz konusu oldu. Bu sırada önümüzdeki prensipler sonraları Alman îsçi Partisi'nde uygulanmıs olan prensiplerle aynıydı. Kurulacak teskilatın ismi, büyük halk kütlelerine, bu harekete katılmak imkanını verecek sekilde olmalıydı. Bu husus saglanmazsa, bütün gayret ve çalısmalar bir

sonuç vermeyecekti. Bunun için "Sosyal Devrimci Parti" adında karara vardık. Çünkü yeni hareketin toplumsal fikirleri, gerçekte bir devrim mahiyetine haiz idiler.

O zamana kadar, iktisadi meseleler üzerindeki dikkatim, toplumsal sorunların incelenmesinden öteye geçmemisti. Fakat sonraları, müttefik devletlere karsı Alman politikasını inceledikçe, ufkum genisledi. Bu politika hemen hemen tamamıyla, iktisadi hayatın hatalı bir tahmini ve gelecek için Alman milletinin menfaatlerinin düsünülmemis olmasından ibaretti. Fikirlerin hepsi her durumda sermayenin sırrının, çalısmanın meyvesi

oldugu noktasında toplanıyordu. Bundan dolayı bu düsünceler, çalısma gibi insan faaliyetim kolaylastıracak veya zorlastıracak olan etkenlere uyabilecek fikirlere istinat ettiriliyordu.

Sonuç olarak sermayenin milli önemi, devletin yani milletin büyüklügüne, hürriyetine ve

azametine tabi olmasından ileri geliyordu.

Sermayeyi, milleti beka içgüdüsü ile yahut gelisme arzusu ile doldurmaga ve yardım etmege sevk etmek gerekir. Devletin hürriyeti ve bagımsızlıgı lehinde sermayenin böyle uygun istikamet alması, sermayeyi milletin hürriyeti, ululugu, kuvveti lehinde müdafaaya sevk

etmekle mümkün olur. Bu sartlar içinde sermayeye karsı görevi basit ve açık olmalıdır. Devlet sadece, sermayenin devlet hizmetinde kalması ve milletin hakimi oldugu zannına

kapılmamasına ne nezaretle yetinmelidir. Bu vaziyet, su iki sınır arasında devam edebilir: § Bir taraftan yasama kabiliyetine sahip bagımsız bir ekonomiyi savunmak, öte yandan da isçinin toplumsal haklarını saglamak.

Ben önceleri, ortaya konan mesainin sonucu olan, sermaye ile vücudu ve bütün mahiyeti ile sadece spekülasyona dayanan sermaye arasındaki farkı istenilen açıklıkta ayırabilecek ve görebilecek durumda degildim. Fakat daha önce bahsettigim kurs sayesinde, profesör

Gottfried Feder'in anlattıkları ile böyle bir farkı tespit edebilecek duruma gelmistim. Hayatımda ilk defa olarak borsanın uluslararası sermayesi ile ikraz sermayesi arasındaki

büyük farkı muhakeme edebiliyordum. Feder'in ilk dersini dinledikten sonra, içimde yeni bir partinin kurulması için gerekli yolu bulmus oldugum kanaati uyandı.

Bence Prof. Feder'in meziyeti; sermayenin çifte vasfını kesin bir sekilde açıklamasındaydı. Sermaye spekülasyona ve halkın iktisadiyatına baglı idi. Feder onun ölümsüz sartını da açıklıyordu. Menfa-('|t. Bütün esaslı konulardaki iddialarını öyle delillere dayandırıyordu ki,

kendisini gelisigüzel tenkit etmek isteyenler, bunların kuram-olarak yanlıs olduklarını iddia

etmekten çok, uygulamada im-'kansız olabilecegini söyleyebiliyorlardı. iste baskalarının gözünde "Feder'in ögretiminde zayıf gibi görülen nokta, benim kanaatimce o-j&un kuvvetini temsil ediyordu. Bir icraat programı düzenleyen bir kimsenin görevi, bir hususu fiile

çıkarmanın çesitli imkanlarım tespit etmek degil, durumu fiile çıkarabilir diye açıkça övme ve yaymadır. Yani vasıtalardan çok, gaye ile mesgul olmalıdır. Bu sartlar altında ise kesin etki yapan sey, bir düsüncenin ilke yönünden dogru olusudur, gerçeklesmesinin zorlugu önemli degildir.

Program yapan kimse, mutlak gerçek üzerinde istinat edecek .' yerde, o sırada uygun olup olmayacagına dikkat ederse yaptıgı program, sagını solunu yoklayarak yürüyen insanlara,

yolunu gösteren kutup yıldızı olmaktan çıkar ve yalnız diger benzerleri gibi basit bir reçeteden ibaret kalır. Bir hareketin programını düzenleyen kimse, onun gayesini tespit etmeli, siyaset adamı da o hareketin haklı görülmesini saglamalıdır. Demek oluyor ki, program düzenleyen kimse, düsüncelerinde sonsuz gerçege dogru bir yol takip edecek, siyasetçinin hareketleri ise daha çok o andaki genel gerçeklere baglı olacaktır. Birinin büyüklügü soyut olarak fikirlerinin mutlak dogru olusunda, digerininki ise belirli gerçeklerin dogru bir sekilde tahmin edilerek bunlardan faydalanılmasındadır. Program yapan kimsenin seçtigi gaye, kendisine karanlıkta

yol gösteren yıldız olacaktır Bir siyasetçinin degeri, planlarının ve hareketlerinin basarısı ile,

yanı bunların gerçege uygun düsmeleri ile ölçülürken, program yapıcısının son düsüncelerinin fiile çıkarılmaması da mümkündür. Çünkü insan aklı çesitli gerçekleri düsünebilir ve

fevkalade net amaçları seçebilir. Fakat bunların tamamen gerçeklestirilmeleri, insanların ye- tersiz olusları yüzünden sonuçsuz kalabilir. Bir fikir mücerret olarak ne kadar dogru ve bu yönden ne kadar büyük olursa, eksiksiz olarak gerçeklestirilmesi de dogrudan dogruya

insanlara baglı oldugu için o nispette imkansızdır. Bundan dolayı program yaratıcısının degeri gayelerinin gerçeklestirilmesi ile ölçülemez. Onun degeri gayelerinin insanlıgın gelismesinde yaptıgı fayda ve tesirle tespit edilir. Eger bu böyle olmasa idi din vazedenlerin en büyük

adamlar arasında sayılmamaları gerekirdi. Çünkü onların ahlak yönünden düsüncelerinin gerçekligi, hiçbir zaman tam olmamıstır. Hatta sevgi dini bile icraatında, o veli varlıgın niyetlerinin ancak pek zayıf bir görüntüsünden ibaret kalmıstır. Fakat bu dinin önemi kültürün

ve ahlakın genel gelismesine verdigi ve vermege çalıstıgı yöndedir.

Program yaratıcısı ile programı gerçeklestirecek siyaset adamının görevleri arasındaki bu pek büyük fark, bu iki meziyetin aynı kiside birlesmesine hemen hiç rastlanmamasının sebebini

teskil eder. Bu sözüm özellikle degersiz siyaset adamları içindir. Bunlar sözümona

mesleklerinde basarılı olmuslardır. Onların "icraat ve hareketleri bir imkanlar zaafından baska

bir sey degildir." iste Bismarck, siyaseti biraz tevazu göstererek bu sekilde tarif ediyordu. Bir siyasetçi, büyük fikirlerden ne kadar uzaklasırsa basarıları o kadar basit olacaktır. Bunun için

bu gibi kimseler, ancak gelip geçici seylerle mesgul olacaklar ve eserleri kendileri ile beraber topraga gömülecektir. Bu kimselerin eserleri tamamıyla gelecek nesiller için bir deger tasımayacaktır. Çünkü zamanlarındaki basarı gelecek nesiller için degerli olabilecek

gerçeklerin, büyük fikirlerin ve bütün önemli konuların bogulması keyfiyetine dayanmaktadır. Gelecek için çok önemli olan gayeler, bu ugurda savasan kimseye pek faydalı olmaz. Büyük

halk toplulukları bunu pek ender anlayabilir. Onlar için, bira ve süt bölgelerinin fiile çıkarılmaları, gelecegin önemli ve genis planlarından daha çok takdir görür, iste daima budalalıkla akraba durumunda olan gurur ve kendini büyük görmeden dolayı siyasetçilerin çogu, büyük halk topluluklarının o andaki geçici sevgilerini kazanmak veya kaybetmemek için, gelecegin büyük planlarını bir kenara iterler. Bu heriflerin basarı ve önemleri tamamen duruma baglıdır. Onlar gelecegin nazarlarında kendilerini var saymaz. Küçük beyinleri

bundan hiç rahatsız olmaz.

Oysa program yaratanlar için is baskadır. Onlar için önemli olan daima gelecektir. Bu gibi kimseler kendi devirlerindeki halkın minnettarlıgından vazgeçmelidirler. Onların fikirleri ölmez oldugu için gelecek nesillerden san ve seref toplarlar. Hayatta pek ender olarak,

program yaratanla siyaset yapan aynı sahıs üzerinde toplanır. Bu iki meziyet ne kadar samimi olursa, o sahsın icraatına karsı mukavemet o kadar artar, fakat bu da onu kuvvetlendirir. O

artık rasgele bir dükkan sahibi için çalısmaz, gayet küçük, fakat seçkin ' bir zümre tarafından takdir edilen gayelerle mesgul olur. Bundan dolayı sevgi ile kin arasında delik desik olur. Çagdaslarının protestosu ile karsılasır. Bir adamın eseri gelecek için ne kadar büyük ve

degerli olursa, onu anlayan o kadar az olur. Bu durumda mücadele çok çetin olur, basarı da o nispette zor elde edilir. Eger yüzyıllar boyunca basarı böyle bir kimseye gülümserse, gelecekteki san ve serefin bazı belirtilerine hayatında da sahip olabilir. Bu büyük adamların durumları maraton kosucularına benzer. Çagdasların defne dalından yapılan taçları sadece ölmek üzere olan kahramanların sakaklarını oksar. Dünyanın en büyük mücadele adamları bunlardır. Çagdasları tarafından anlasılamayan bu mücadele adamları, fikir ve idealleri için kavgaya hazırdırlar. Bunlar günü geldigi vakit halkın kalbine girecek kimselerdir, iste o

zaman herkes, bu büyük adamlara çagdaslarının yaptıkları haksızlıkları telafi etmek mecburiyetini duyar. Hayatları ve icraatları hassasiyetle ve hayranlıkla incelenir. Sadece gerçek büyük devlet adamları degil, bütün büyük ıslahatçılar da bu ekibe dahildirler. Büyük Frederic'in yanında, bir Martin Luther ve bir Richard Wagner'de bulunmaktadır.

Gottfried Feder'in sermayenin faizinin meydana getirdigi esaretin çürütülmesi hakkındaki ilk dersini takip ettigim zaman, burada Alman milletinin gelecegi için önemi gayet büyük nazari

bir gerçegin söz konusu olması gerektigini hemen anladım. Borsa sermayesi nin, milli ekonomiden kesin bir sekilde ayrılması, Alman sermayesinin uluslar arası bir hal almadan, aleyhinde derhal mücadeleye girisilmesini gerektiriyordu. Hemen sunu da belirteyim ki, sermayeye karsı yapılan mücadele ile gelecekteki milli ekonominin temellerini sarsmaya gerek yoktu. Almanya'nın gelismesi davasını gayet açık bir sekilde anladıgım için, en zor

mücadelenin düsman milletlerle degil, uluslararası sermayeye karsı da olacagım görüyordum. Feder'in derslerinden gelecekteki bu mücadele için en kudretli isaretleri tespit ediyordum. Ğlerdeki gelismeler, bu varsayımların dogrulugunu ispat etti. Bugün, burjuva siyasetimizin kurnaz adamları artık bizimle alay edemiyorlar. Bu kimseler eger inkara sapmazlarsa, bugün uluslararası sermayenin, savası en çok körükleyen etken olmakla kalmayıp kanlı kavga

bittikten sonra da, simdi barısı bir cehennem haline getirmek için çalıstıgını itiraf etmeleri gerekir. Uluslararası maliyeye ve borç sermayesine karsı mücadele Alman milletinin

kurtulusu ve iktisadi bagımsızlıgı ugrundaki kavgada en önemli hususu teskil etmistir. Eger

kurs hocası Feder'in fikirlerine itiraz edecek olan varsa, onlara cevabım söyle olacaktır:

"Sermayenin birikmesi ile meydana gelen esaretin çürütülmesi" fikrinin tatbik edilmesinden dogabilecek, korkunç ekonomik sonuçlar dolayısıyla gösterilen endiselerin hepsi önemsizdir. Çünkü, bugüne kadar uygulanan iktisadi reçetelerin hepsi Alman milletinin aleyhinde

sonuçlar vermistir. Milli banka konusu karsısında alınan vaziyet ve demiryolu kurulması hususunda, Bavyeralı doktorlar meclisinin korkusu tahakkuk etmemistir. Mesela, buharlı atın yolcuları bas dönmesine ugramamıslardır. Onları seyredenler de hastalıga

yakalanmamıslardır. Böylece demiryolunu gizlemek için etrafına tahta perde çekmekten vazgeçilmistir. Yalnız, sözümona uzman efendilerin gözlerinde birer gözbagı ebediyen kalmıstır, itiraz edenlere ayrıca sunu da hatırlatayım: Her fikir, hatta en kusursuz olanı bile, yaratılısında kendini bir gaye sanırsa, büyük bir tehlike haline gelir. Çünkü, gerçekte o fikir

bu gayeye ulasmak için sadece bir vasıtadır. Fakat, gerek benim ve gerek bütün nasyonal- sosyalıstlerin nazarında sadece bir mezhep vardır, o da millet ve vatandır. Bizim kavgamızın konusu ırkımızın hayatını ve gelismesini saglamaktır. Görevimiz milletimizin çocuklarını beslemek, kanın temizligini, vatanın bagımsızlıgını korumaktır. Bu da, milletimizin kainatın yaratıcı tarafından kendine verilen kutsal görevi yerine getirmek için, gerekli kıvama

ulasmasını saglamakla ilgilidir. Her düsünce ve her ögretim, her bilim bu gayenin hizmetinde olmalıdır. Her sey bu yönden incelenmeli, zaman uygun ise yerine getirilmeli, eger degilse bu

ise engel olan her sey ortadan kaldırılma-• ildir. Böylece hiçbir nazariye, ölü bir nazariye

halinde kaskatı hale gelemez. Her sey hayata hizmet etmelidir. Gottfried Feder'in fikirleri,

beni henüz yabancısı oldugum bu konu ile esaslı bir sekilde mesgul olmaya sevk etti. Yeniden incelemeye basladım. Yahudi Kari Marks'ın bütün hayatı boyunca süren çalısmalarının

niyetini ve mahiyetini gayet iyi anlıyordum. ğimdi onun "Kapital"i, tamamen anlasılır duruma geldi. Bu sosyal demokrasinin, milli ekonomiye karsı bir savasıydı. Bu savas maliye ve borsa dünyasının gerçekten uluslararası ve Yahudi olan sermayenin baskısına zemin hazırlayacak ve

: fırsat verecekti. Fakat bu dersler, baska bir bakımdan bende gayet önemli bir tesir meydana getirdi. Bir gün münakasaya girdim. Derslere katılan biri, Yahudileri müdafaaya basladı. Ben aksini müdafaa p ettim. Derse katılanların çogunlugu benim fikirlerimi kabul etti. Bunun

sonucu su oldu. Birkaç gün sonra Münih'te garnizon vazifesini gören alaylardan birine "egitici subay" sıfatıyla girdim. Bu sırada askerin disiplini pek gevsemisti. Askeri disiplin ve itaat

tekrar yürürlüge konmak üzere tesebbüse geçildi. Askerin, sadece ve sadece milletini ve

vatanım sevmeyi kendiliginden ögrenmesi gerekli idi. Ben büyük bir sevinçle ve hararetle ise basladım. ğimdi benim için daha kalabalık bir dinleyici topluluguna söz söylemek, hitap

etmek fırsatı doguyordu. Eskiden beri hissettigim sey bugün tahakkuk ediyordu. Ben söz söylemesini biliyordum. Sesim küçük bir salonun her tarafından isitilebilecek kuvvette idi. Hiçbir görev beni bundan daha çok memnun edemezdi. Çünkü terhis edilmeden önce kal-

bimde pek büyük bir yer isgal eden müessesede, yani orduda faydalı hizmetler yapmak arzusu

ile yanıp tutusuyordum. Verdigim derslerle yüzlerce arkadası milletlerine, vatanlarına iade ettim. Askeri millilestiriyordum. Bu suretle genel disiplini takviyeye yardımcı oldum. Bu vesile ile fikir ve kanaatlerime katılan birçok arkadas ile tanıstım. Bu arkadaslar ilerde benimle birlikte yeni hareketin çekirdegini vücuda getirmeye basladılar.

BÖLÜM 8

Bir gün, seflerimden, görünüste siyasi vasfı bulunan "Alman isçi Partisi" ismi altında yakında toplanacak olan ve bu toplantısında Gottfried Feder'in konusacagı olusumun mahiyetini

anlamak emrim aldım. Benden bu tesekkül hakkında bir rapor istiyorlardı. O sırada ordunun siyasi faaliyetlere ve siyasi partilere karsı ilgi göstermesi normaldi. Çünkü ihtilal askere siyasi faaliyette bulunmak hakkını vermisti. Hatta tecrübesiz oldugu sıralarda ordu, bu hakkı çok bol kullanmıstı. Merkez ve Sosyal Demokrasi, ordunun sempatisinin devrimci partiden ayrılarak milli harekete dogru teveccüh ettigini gördügünde, askerden oy kullanmak hakkını aldı ve her

türlü siyasal faaliyetten askerleri menetti. Eger bu manevraya basvurulmayıp, askerin esit hukukunun veya ihtilalden sonra denildigi gibi vatandas haklarının iptaline gidilmeseydi, Kasım Hükümeti birkaç yıl sonra mevcut olmayacak ve haysiyetsizligi devam etmeyecekti. Ordu o günlerde milleti, kanını emenlerden ve memleket içindeki ihtilafa çanak tutanlardan kurtaracak yolun üzerinde idi. Fakat parti mensuplarının da Kasım katilleri ile bir olup, güle oynaya bu hususun lehinde oy kullanmaları ve böylece bir milli gelisme vasıtasını tesirsiz

hale gelmesine yardım etmeleri, Marksizm'e istinat eden düsüncelerin memleketi uçuruma götürecegini bize gayet iyi gösterir. Gerçekten fikri sakatlık içinde bulunan burjuvalar, ordunun, eski durumuna tekrar kavusarak Alman kahramanlıgına önayak olacagını biliyorlardı. Bunun için merkez ile Marksizm, kendilerine en büyük tehlikeyi olusturan nasyonalizmin disini sökmek istediler. Bu dis kökünden çıkarılıp atılırsa, o zaman ordu bir asayis kuvveti durumuna girecek ve böylece düsmana karsı savasmak kabiliyetini kaybedecekti. Bu durum sonradan tam manasıyla meydana çıkmıstır.

Bizim sözde milli olan devlet adamlarımız, ordumuzdaki gelismenin milli istikametin aksine olacagını düsünüyorlardı. Gerçi bu imkan dısı bir sey degildi. Çünkü bu siyaset adamları; üniforma giyecekleri yerde, birer geveze olup parlamentoya dolmuslardı. Böylece bu siyasetçiler, en serefli bir geçmisin dünyanın en üstün askerleri oldugunu hatırlattıgı

adamların kalplerinden neler geçebilecegi hakkında hiçbir fikre sahip olamamıslardır, iste bu ortam içinde ve henüz benim için tamamen meçhul olan bu partinin toplantısına gitmek üzere

hazırlıklara basladım. Aksam Münih'te Sternecker Birahanesi'nin Leiberzzimmer'ine giriyordum. "ALMAN ĞğÇĞ PARTĞSĞ"nin bu toplantısında yirmi, yirmi bes kisi vardı. Toplantıdaki kisilerin çogunlugu, halkın asagı tabakalarına mensup kimselerdi. Konferansı verecek olan Feder'i kurslar sırasında gayet iyi tanımıstım. Bunun için toplulugu incelemeye daha çok önem verdim. Bende etkisi ne olumlu, ne de olumsuz oldu. Öteki kuruluslardan bir farkı yoktu. O sıralarda herkes yeni bir parti kurmak istiyordu. Çünkü, kimse bugüne kadar olanlardan memnun degildi. Aynı zamanda kimsenin mevcut partilere güveni kalmamıstı. Bundan dolayı bu tip partiler her tarafta mantar gibi bitiyor ve kısa bir zaman sonra kaybolup gidiyordu. Tesekküllerin kurucuları, bir parti meydana getirmek, bir hareket yapmaktan aciz kimselerdi. Bunun için bu topluluklar gülünç bir küçük dükkan hüviyetinde idiler ve hemen daima tabii ve mukadder bir ölümle ortadan kalkıyorlardı.

Alman isçi Partisi'nin toplantısında 2 saat hazır bulundum. Feder nihayet sözlerini bitirince memnun oldum. Artık gitmek istiyordum. Tam bu sırada, serbest münakasa yapılacagı ilan edilince kalmak geregini duydum. Fakat bu tartısmada da ilgi çekici bir taraf bulamadım. Tartısma renksiz bir sekilde geçerken söz bir profesöre verildi. Bu profesör, Feder'in prensiplerini isabetsiz buldugunu söyleyerek konusmaya basladı. Sonra Feder'in yerinde bir müdahalesi ile birdenbire olaylar zincirine atladı. Sonra bu profesör Bavyera'nın Prusya'dan ayrılmasını, ancak bu sayede Alman Avusturya'nın derhal Bavyera'ya iltihak edecegini ileri sürdü ve bunun parti programına alınmasını talep etti. Bunun üzerine söz istemekten ve bilgin efendiye bu husustaki fikrimi söylemekten kendimi alıkoyamadım. Nihayet ben sözlerimi bitirmeden profesör salonu ıslak bir köpek gibi terk etti. Ben konusurken sözlerimi

salondakiler hayretle dinlemislerdi. Topluluga hayırlı geceler dileyerek uzaklasacagım sırada, yanıma bir adam sokuldu, kendini tanıttı, ismini tam olarak anlayamadım ve elime küçük bir kitap sıkıstırdı. Bu siyasi bir brosür idi. Okumamı ısrarla rica ediyordu. Bu brosür hosuma

gitti. Böylece bu can sıkıcı toplulugu, tatsız toplantılarını takip etmeden daha kolay bir sekilde tanıyacaktım. Fakat sunu da belirteyim ki, elime brosürü sıkıstıran adam bende olumlu bir

tesir yapmıstı. Toplantıdan ayrıldım.

O sırada, ikinci piyade alayının kıslasında, hâlâ ihtilalin izlerini muhafaza eden küçük bir odada oturuyordum. Gündüzleri kırk birinci avcı alayında, yahut baska alayların toplantı ve konferanslarında bulunuyordum. Odamda geceyi yalnız geçiriyordum. Sabahları saat beste uyanmayı adet edinmistim. Dösemenin üstüne kuru ekmekler bırakarak farelerin onları

yemesini seyrediyor, bu hayvanların birbirleri ile kavga etmelerini seyretmekten hoslanıyordum. Hayatımda o kadar yokluk çekmistim ki, açlıgın ne oldugunu gayet iyi biliyordum. Bundan dolayı bu hayvancıkların memnuniyetini de gayet iyi anlıyordum. Toplantının ertesi günü yine saat beste uyandım. Farelerin hareketlerim takip ediyordum. Tekrar uyuyamadıgım için bir gece evvelki küçük brosür aklıma geldi. Bu brosürde isçi olan yazar, Marksist ve sendikalist kargasalıkların içinden çıktıktan sonra, milli fikirlere nasıl döndügünü anlatıyordu. Konu, brosüre isim veriyordu: "SiYASĞ UYANMAM". Okumaya baslayınca bu brosürün sonunu getirdim. Gözlerimin önünden kendi gelismemin geçtigini gördüm. O gün bu olayları birkaç defa düsündüm. Bu tesadüfe önem vermek niyetinde

degildim. Fakat birkaç hafta sonra bir kartpostal aldım. Hayretler içinde, Alman isçi Partisi'ne kaydoldugum haberini ögreniyordum. Beni bu hususta izahat vermek için parti komisyonunun

bir toplantısında hazır bulunmaya davet ediyorlardı. Bu sekilde üye kazanmak usulüne çok sastım. Kızmak mı, yoksa gülmek mi lazımdı, bilemiyordum. Mevcut bir partiye girmeye niyetim yoktu. Kendim bir parti kurmak ve o partinin lideri olmak istiyordum. Sonuç olarak, böyle bir davete itibar etmemeliydim. Bu daveti yapanlara yazılı cevap verecegim sırada, merakım düsündüklerime ve yapmak istedigime hakim geldi. Düsüncelerimi sözlü olarak anlatmak üzere, çagrılan günde toplantıya gitmeye karar verdim.

Nihayet çarsamba günü geldi. Bu toplantının yapılacagı bina gayet mütevazı idi. Hornstrasse'de otel Vieux Rosenbad. Büyük merasimler hariç, diger zamanlarda buraya hiç

gelinmez gibi görünüyordu. Bu 1919 yılında normaldi. Çünkü yemek listesi, öteki büyük otellerin fiyatlarından çok daha pahalıydı. Bu yüzden bir müsteriyi bile zorlukla çekebiliyordu. Bu otelin adını dahi duymamıstım.

Az aydınlatılmıs bos bir salondan geçtim, içerde kimse yoktu. Yandaki odaya geçilen kapıyı arıyordum. Beni yurt üyesi karsıladı, havagazı lambasının süphe uyandıran aydınlıgı altında, odada brosürün yazarı hariç, dört kisi daha vardı. Yazar beni derhal selamladı, partinin yeni üyesi sıfatıyla bana hos geldin temennisinde bulundu. Biraz sasırmıstım. Benden izahatımı biraz sonraya bırakmamı istediler. Çünkü Reich Baskam henüz gelmemisti. Biraz sonra o da geldi. Sternecker'de Feder'in konferansına baskanlık eden sahıstı. Adı M. Harrer idi. Digerlerinin de adlarını ögreniyordum. Münih teskilatı baskanı Anton Drexler idi .Son toplantının zabıtları okundu. Muhasip raporunu açıkladı. Parti topluluk olarak yedi mark elli fenige sahipti. Rapor üzerinde muhasip güven oyu aldı. Bu husus da zabta geçirildi. Daha

sonra baskan; Kiel, Dusseldorf ve Berlin'den gelen mektuplara verilen cevapları okudu. Herkes cevapları kabul etti. Gelen teblig edildi. Mektup teatisinin artması Alman isçi Partisi'nin yayılmasının gözle görülür bir isareti oldugu ifade edildi. Bunun üzerine tekrar verilecek cevaplar münakasa edildi.

Acayip, çok acayip bir seydi. Bu en kötü bir kulübün iç yüzüydü. Buraya girmem lazım mıydı? En sonunda sıra gündeme geldi. Gündemde yeni üye kabulü vardı. Yani benim durumum görüsülecekti.

Sorular sormaya basladım. Fakat belli belirsiz birkaç direktifin dısında hiçbir sey yoktu.

Program yoktu. Üye defteri, hatta hatta bir mühür dahi yoktu. Yalnız göze çarpan, iyi bir niyet

ve iyi bir arzunun var olduguydu.

Bu gençleri gülünç duruma düsüren sey, içlerinden gelen sesti. Bu ses, onlara mevcut partilerin bu isi basaramayacaklarını söylüyordu. Partinin makine ile yazılmıs emirlerini okudum. Bu emirler de iyi niyetle beraber acz ifadesini buldum. Çok sey eksikti. Özellikle mücadele ruhu yoktu. Bu adamların hissettikleri seyi anladım. Bu o güne kadar parti kelimesine verilen manadan daha fazla bir sey ve yeni bir hareket arzusu idi.

Kıslaya döndüm. Hayatımın en güç sorunu ile karsı karsıya bulunuyordum. Partiye girmeli mi, yoksa daveti ret mi etmeliydim? Akıl, ancak ret cevabı verilmesini tavsiye edebilirdi. Fakat hissiyatım beni rahat bırakmıyordu. Bu partinin mantıksızlıklarını düsündükçe

hissiyatım onların tarafını daha çok ilzam ediyordu. Ertesi günler artık hiç rahat edemedim.

Lehte ve aleyhte olan mütalaaları tartıyordum. Eskiden beri siyasi bir faaliyette bulunmaya kararlıydım. Yalnız bugüne kadar bende bir hamle eksikti. Ben bugün bir ise baslayan, yarın onu yarıda bırakan ve mümkünse bir baska ise geçen kimselerden degildim. Bundan dolayı

karar vermekte güçlük çekiyordum. Kuracagım müessese ya büyük bir önem kazanmalı, ya da ortadan kalkmalı idi. Bunun, benim için kesin bir karar olacagını, geriye dönülemeyecegini biliyordum. O zaman bu geçici bir eglence veya oyun degil, benim için gayet ciddi bir isti.

Daha o zamanlar olumlu bir sonuca ulasmadan, her seye tesebbüs eden kimselere antipati duymaktaydım. Her yerde görülen bu maymun istahlılar, bence nefret edilecek kimselerdi. Ben bu kimselerin hareketlerini tembellikten daha kötü kabul ediyordum.

ğimdi, sanki kader parmagı ile isaret ediyor gibiydi. Mevcut büyük partilerden hiçbirine girmeyecektim. Fakat bu küçük ve gülünç parti henüz tas gibi kaskatı bir teskilat haline gelmemisti ve herhangi bir kimse için müessir olma imkanı veriyordu. Bu bakımdan bu partide çalısabilmek mümkündü. Hareket ne kadar küçük ve basitse, ona uygun bir sekil

vermek de o kadar kolay olur. Bu partide konuyu, yolu ve gayeyi tayin etme imkanı mevcuttu. Halbuki büyük partilerde böyle bir seyi tatbik imkanı olamazdı.

Bu hususta ne kadar çok düsünürsem, kalbimde böyle küçük bir hareketle bir gün, milletin yükselip gelismesinin tohumlarının atılabilecegi kanaati de o kadar kuvvet buluyordu. Eski köhnemis fikirlerle veya son feci olayların suçlusu yeni parlamenter rejime baglı hareketlerle

böyle bir basarı saglamanın imkanı yoktu. Çünkü yapılacak olan is, seçim için bir slogan

bulmak degil, yeni bir dünya görüsü tespit etmekti. Fakat bu istegi gerçeklestirmek son derece zor olacaktı, iste bu görevi basarabilmek için çalısmaya baslarken, benim ortaya

koyabilecegim vasıf ve meziyetlerim nelerdi?

Servetsiz, fakir bir insan olusum, bana tahammülü kolay bir dert gibi geliyordu. Bana en güç gelen sey, adı meçhul kimselere mensup ve milyonlarca vatandas arasında yapayalnız olusumdu, öyle bir kimseydim ki, tesadüf benim yasamama müsaade edebilir, yahut

vücudumu ortadan kaldırır da hiç kimse farkına bile varmazdı. Buna tahsilimin yetersizligi de ekleniyordu. Aydınlar adı verilen kimseler, düzenli ögrenim görmemis, gerekli olan bilimi ögrenmemis bulunanlara sonsuz bir gurur ve azametle tepeden bakarlar. Fakat hiçbir zaman

su soruyu sormazlar, Bu kimseler neler yapabilir? Onlar yalnız "ne ögrenmistir?" diye sorarlar. Bu ögrenim görmüs kisiler, çevresi birçok diploma ile çevrili bir aptalı, bu kagıtlardan yoksun zeki bir delikanlıya tercih ederler.

Böylece, bu ögrenim görmüs çevrenin beni ne sekilde kabul edebilecegini kolayca tahmin edebilirdim. Ama bunda aldanmıstım. Çünkü insanları basit ve maddi gerçeklerden biraz olsun uzak kalabileceklerini sanmıstım.

iki gün süren tatsız hülyalardan ve acı düsüncelerden sonra, artık adım atmanın gerektigi kanaatine vardım. Bu karar, hayatımın kesin kararı oldu. Artık geriye dönüs yoktu.

Alman isçi Partisi'ne üye oldum ve artık yedi numara ile muvakkat üye unvanına sahiptim.

BÖLÜM 9

Herhangi bir ismin düsüsünün derinligi, daima son durumu ile önceki durumu arasındaki mesafeyle ölçülür. Bu, milletlerin ve devletlerin düsüsleri için de böyledir, ilk durum, daha dogrusu ilk yüksek nokta, bu bakımdan kesin bir önem tasır. Düsen sey vasatın üstünde ise derine düsüsü veya çöküsü açıkça görmek mümkün degildir. Halbuki imparatorlugun çöküsü,

muhakeme yapmaya, düsünmeye veya hissetmeye kabiliyetli kimseler için pek acı ve o derece korkunç görünür. Esasen imparatorluk öyle bir maksimum noktadan düstü ki, onun bu

amansız çöküsü ve yıkılması karsısında bu acıyı tasavvur bile hemen hemen imkansızlastı. Eskiden imparatorlugun temeli bütün bir milleti yücelten olayların sihri ile kaplı gibi görünüyordu. Esi görülmemis bir kosu ile zaferden zafere geçilirken, çocuklar ve torunlar için ölmez kahramanlıkların mükafatı gibi bir imparatorluk gelisti. Bu gelisme ister bilinçli, ister

bilinçsiz olsun bunun önemi yoktu, önemli olan, Alman milletinin hayatı ve devamlılıgı, parlamento gruplarının dalaverelerine baglı olmayan bu imparatorlugun kurulusundaki güzellik sayesinde, diger devletlerin üstünde oldugunu hissetmesi idi.

Esasen prenslerin ve halkın, yeniden Almanların muhtesem bir idare ile gelecek için bir imparatorluk kurmak ve imparatorluk tacını yüceltmek yolundaki istekleri, parlamentoda nutuk atma ve gevezelik yapmakla degil, Paris Cephesindeki kusatmanın gök gürültüsünü andıran patlamaları ile ortaya kondu. Bu hareket, bazı katillerle yürütülmedi. Bismarck'm

devletini kaçaklar, para çekici herif ler kurmadılar. Bu devlet cephede vurusmasını bilenlerce kuruldu.

' Böyle bir kaynak ve pek eski devletlere pek ender nasip olan tarihi san ve seref parlaklıgı imparatorlugu çevreliyordu. Sonra gözleri kamastıran parlaklıkta bir gelisme basladı. Harice karsı saglanan bagımsızlık, içerde halkın günlük ekmegini saglıyordu. Millet dünya nimetleri

ile bollugun içine gömülmüstü. Devletin ve milletin haysiyeti ve serefi o zamanın Alman

halkı ile olan farkı derhal göze çarpan bir ordu ile korunuyordu. Ama simdi imparatorlugun ve Alman milletinin düsüsü öyle derin olmustu ki, herkes bas dönmesine kapılarak, akıl ve histen yoksun kalmıstır. Geçmisin hasmetini akla getirmenin imkanı yok. Eski devrin büyüklügü ve güzelligi, bugünün sefaleti yanında bir rüya gibi göze çarpıyor, iste bir devrin büyüklügü, bu korkunç çöküsün sebebini aramayı unutturacak kadar gözlerimizi kamastırmıstır. Halbuki bu çöküsün sebebi daha önceden herhangi bir sekil altında mevcuttu. Almanya'yı sadece iyi para kazanılan ve harcanan, yalnız bir oturma yeri kabul edenler, simdiki durumu bir felaket diye vasıflandırırlar. Bunların dısında kalanlar ise, tam tersine, bugüne kadar tahakkuk etmemis tahminlerini nihayet meydana gelmis sayıyorlardı.

Fakat yıkılmanın sebebi, bundan bir ders çıkarabilecek pek az adam bulunmasına ragmen, daha önceden ortada idi. îste bugün, böyle bir ders çıkarmaga her günkünden çok ihtiyaç

vardır. Bir hastalık sebebi bilinirse tedavisi de mümkün olur. iste siyasi felaketler karsısında

da böyle hareket etmek gerekir. Hiç süphe yok ki, bir hastalıgın derin sebepleri yerine, ilk önce dıstan görünen arazları tedavi olunur. Birçok kisinin, dıstan görünen arazları düzeltemeyip, bunları hastalıgın gerçek sebepleri ile karıstırmalarının sebebi iste buradadır. Hatta bu gibi kimseler böyle bir sebebin varlıgını inkara bile saparlar. Bundan dolayı simdi aramızdakilerin birçogu, Almanya'nın çöküsünü, sonucun dogurdugu ekonomik zaruret ve yokluga baglıyorlar. Gerçi herkes kendi payına düsene katlanmak zorundadır. Bu, felaketin

manasını ve genisligini anlamak bakımından, herkes için kesin ve zorlayıcı sebeptir. Halbuki büyük topluluk, siyasi ve kültür yönünden, ırk ve ahlak bakımından bu çöküse pek az basını çeviriyor. Bu büyük topluluga dahil olanların pek çogunda his ve akıl yoklugu göze çarpıyor. Haydi, çöküs sebepleri hakkında büyük toplulugun bu sekilde davranmasını kabul edelim. Fakat, aydın çevrelerin de bu çöküsü ekonomik felakete baglamaları ve kurtulusu ekonomik

bir çözümden beklemeleri, bana simdiye kadar tedavisi imkansız kalmıs sebeplerden biri gibi geliyor. Çöküste ekonominin ancak ikinci ve hatta üçüncü planda kaldıgı, birinci rolü siyası, ahlaki ve kan etkenlerinin oynadıgı anlasılırsa, ancak o zaman simdiki felaketin sebebine

inilmis olur. Böylece kurtulus yolu ve çaresini bulmak imkan dahiline girer. Bunun için Almanya'nın yıkılmasının sebeplerinin arastırılması kesin bir önem tasır. Gayesi, bizzat hezimeti yok etmekten ibaret olan siyasi bir hareketin temelinde bu arastırmanın sonucu vardır. Fakat, geçmisin içinde yapılacak bu arastırmalar sırasında, göze hemen çarpacak

sonuçlarla o kadar fark edilmeyen sebepleri birbirine karıstırmaktan kaçınılmalıdır. Bugünkü felaketimizin akla kolaylıkla gelen ve dolayısıyla en yaygın olan açıklaması söyledir: Biz maglup oldugumuz savasın sonuçlarına katlanmak zorundayız. Yani bu feci durumun sebebi, maglup olunan savastır, iste bu ahmaklıga inanan pek çok kisi vardır. Fakat, bunu agızlarında yalana dayanak olarak dolastıranların sayıları daha da çoktur. Hükümetin çanagından yutmak imkanım bulanların hepsi böyle hareket etmektedir. Devrim taraftarları, savasın sonuçlarına kayıtsız kalan halka karsı kötü davranmadılar mı? Hatta bu büyük savasın zaferle sona ermesi

ile ancak büyük kapitalistlerin ilgilendigi ve Alman halkının ve isçisinin böyle bir sey yapmaması gerektigini gayet ciddi olarak iddia etmediler mi? Evet, bu dünya barısı saksak- çıları yok olan seyin sadece militarizmden ibaret oldugunu ve Alman milletinin en güzel bir dirilme olayı için bayram yapabilecegini ilan etmediler mi? Bu çevrelerde düsmanın iyilikleri takdir edilip, kanlı kavganın bütün suçu Almanya'ya yüklenilmedi mi? Askeri hezimetin bile

millet için, özel birtakım sonuçlar doguramayacagı ilan olunmadan böyle bir iddiaya kalkısılır mıydı? iste bütün devrim bu yol üzerinden gidilerek yapılmadı mı? Devrim, zaferi bizim bataklıklarımızdan çaldı. Halbuki Alman milleti iç ve dıs hürriyetlerine dogru ancak zaferle gidebilirdi. Bedbaht ve aldatılmıs olan arkadaslar, sizlere sorarım: Durum böyle degil midir? Burada, felaketin sebebini Yahudiler tarafından askeri hezimete baglanmasında gerçekten bir yüzsüzlük vardır. Halbuki Berlin'de, bütün hainlerin merkez organı olarak yayınlanan

Vorvvarts, bu defa Alman milletinin, bayragını zafer kazanarak memlekete getirmeye hakkı olmayacagını yazıyordu. Durum böyle iken, simdi bizim çöküsümüzün sebebi baska sekilde görülecekti öyle mi?

Eger bu sayıklamalar ve saçma sözler, tamamen akıllarını kaybetmis fakat kötü niyet ve her türlü sahtekarlıktan uzak kalmıs bir-i Çok kimseler tarafından her tarafa yayılmıs olsaydı, bu büyük yalan-r Cllarla mücadele etmenin hiçbir önemi kalmazdı. Ben de bu yolda

konusmaktan kurtulurdum. Gerçi bu münakasalar, davamız için .kavga edenlere bazı deliller saglayacaktır. Sözlerin agızdan çıkar . Çıkmaz degistirildigi bir devirde, bu deliller bizim için

faydalı ola-I Çaktır, iste Almanya'nın yıkılmasını ordunun son savasta yenik düs-(}• mesinden dogdugunu iddia edenlere verilecek cevap bunlardır. ı Hiç süphe yok ki, savasın kaybedilmesi vatanımızın gelecegi ı için olumsuz yönden önem tasır. Fakat bu kaybedilis bir sebep degildi. O da baska sebeplerin sonucuydu. Bu ölüm kalım kavgasının i sanssız bir

sekilde son bulması üzerine feci sonuçların dogması, koftu niyetli olmayan kimseler için

gayet açık bir keyfiyet idi. Maalesef bu durumu anlamayan bazı kimseler ortaya çıktı. Veya isin gerçek yönünü bilmekle beraber ;bu gerçege karsı önce mücadele ettiler ve Sonra onu inkara kalkıstılar. Çok zaman bu herifler, gizli arzuları ı; olduktan sonra, körükledikleri felaketin büyüklügünün çok geç farkına varıyorlardı.

Biz askerlerin yıkılmasının sorumlulugu, tamamen onlara aittir. ' Düsünüp söyledikleri gibi cephede bir hezimet yoktur. Gerçekte, hezimet onların hareketlerinin sonucudur. ğimdi

iddiaya kalkıstıkları gibi kötü bir kumandanın eseri degildir. Düsman ordusu da korkaklardan kurulmamıstı. Onlar da ölmesini biliyorlardı. Savasın ilk gününden itibaren Alman ordusuna sayıca üstün olan düsman askeri, teçhizat için bütün dünyanın depo ve fabrikalarından fayda- lanıyordu. Bundan ötürü bütün bu teskilata ve dünyaya karsı Alman ordusu tarafından dört yıl boyunca kazanılan zaferler, bizim kumanda heyetimizin üstünlügü sayesinde olmustur.

Bugüne kadar teskilat ve idare yönünden Alman ordusunun bir esine dünyada rastlanılmamıstır. Eger bazı kusurlar olmussa bunlardan kaçınılması imkansızdır.

Bu ordunun yıkılması, bugünkü felaketimizin sebebi olmamıstır. Bu felaket baska cinayetlerin sonucudur, iste bu sonucun, daha çok göze çarpan diger bir yıkılmanın sebebini teskil ettigi söyleniyor. Bu sonuç su düsüncelerden çıkıyor: Askeri bir hezimet, bu milleti veya bir devleti böyle bir çöküse götürebilir mi? Ne zaman dan beri sanssız sekilde kapanan bir savas böyle

bir sonuca sebep olmustur? Milletler kaybedilen bir savas sonunda ortadan silinirle ı mi? Bunun cevabı gayet kısadır: Eger milletler askeri hezimetlerin de, ahlaksızlıklarının kudret noksanlıklarının, karaktersizliklerinin ve sözün kısası liyakatsizliklerinin karsılıgım almıs olurlarsa, bunun sonucu yukarıda söyledigim gibidir. Ama askeri hezimet bu sebeplerden

dolayı degilse, sonuç daha yüksek bir seviyeye dogru yükselmek için bir kamçı yapar. O milli hayatın mezar tası olmaz. Tarih bir sürü örneklerle bu iddianın dogrulugunu ispat eder.

Alman askerinin hezimeti liyakatsizlikten dogan bir felaket degil, ebedi adaletin haklı bir cezası idi. Halbuki bu basarısızlıga liyakatsizligin sebep oldugu söyleniyordu. Yenilgi gün

gibi ortada durmakla beraber, birçok kisinin gözlerinden kaçan ve bu felaketi ha zırlayan gerçek sebepler nedense tespit edilemiyordu. Felaketin sebebi, bünyemizde görülmek istenmeyen birtakım zincirleme olayların en çok kokusmus olanının dısarıya vurmasından ibaretti, iste bundan dolayı, Alman milletinin bu hezimeti kabullenme seklini yeniden düzenlemeye baglı olan olayları inceleyiniz.

Bazı çevrelerde, vatanın ugradıgı felaketten dolayı en adi sekilde ve utanmadan, açıkça memnuniyet ifade edilmedi mi? Eger kendisi böyle bir cezaya müstahak degilse, kim bu sekilde hareket edebilir? Gerçekten daha da ileri gidilerek cephenin bozulmasında rol oynandıgı iftiharla söylenmemis midir?

Bunu yapan, düsman degildi. Hayır, böyle bir utanmanın sorumlulugunu tasıyanlar

Alınanlardır. Felaketin bu kimselere haksız olarak darbe vurdugu iddia edilebilir mi? Savasın sorumlulugunu kendi omuzlarına almak ne zamandan beri adet haline gelmistir? Hem de

olaylar hakkında her sey bilindigi halde...

Hayır, bin defa hayır! Alman milletinin maglûbiyetinin asıl sebebini birkaç mevziinin askeri bakımdan vazifesini yapamamasında, yahut bir taarruzun sonuçsuz kalmasında aramak yanlıs olur. Çünkü, bir cephe, asker sıfatıyla maglûp olmadı. Bir cephenin çöküsü de vatanın

felaketini hazırlasaydı, Alman milleti savasa bütün bütün baska bir surette tahammül ederdi.

O zaman bu hezimetin sonuçlarına dis sıkılarak tahammül gösterilirdi. Tesadüfün hıyaneti, yahut kaderin iradesi sonucunda galip gelen düsmana karsı Alman milleti-: îtin kalbi baskı, siddet ve hiddetle dolar, tasardı, iste o zaman millet, maglup orduları karsılar, katlandıkları

fedakarlıktan dolayı tefekkür eder, onları bagrına basar ve Reich'tan ümidi kesmemeyi tavsiye ederdi. Teslim olma bile akılla imzalanır, fakat o sırada kalp gelecekteki bir yükselme için çarpmaya baslardı. Eger, biz yenilgiyi iadece kadere borçlu olsaydık, o zaman ne gülünür, ne

de dans edilirdi. Korkaklıkla iftihar olunmazdı. Cepheden dönen askere hakaret edilmez; bayrak ve kokarttan çamura batmazdı. Özellikle, bir ingiliz subayı olan Repington'un "Üç Alman'dan bir tanesi haindir." demesine fırsat verilmezdi. Fakat neticede, milletlerin bize

karsı olan hürmet ve takdirlerinin son kırıntılarını da yok ettik ve bitirdik, iste, Almanya'nın çöküsüne savasın sebep oldugu yalanı en iyi

bu noktadan çürütülür.

Bu hezimetin sonucu hiçbir zaman askeri zaaf degildi. Hayali

.olaylar, daha savas çıkmadan önce Alman milletini yiyip bitirmisti.

1 Geleneklerin ve ahlakın zehirlenmesinin, beka içgüdüsünün ve buna baglı hissiyatın azalmasının felaket dolu sonuçları ortada idi. Uzun zaman bu fenalıklar milletin ve imparatorlugun temellerini

oymaya baslamıstı.

Bütün bu olanların tek sorumlusu Marksist teskilat ile Yahudiler di. Yalana inandırılan millet, vatan hainlerine karsı ayaga kalkacak yegane "tehlikeli davacı" olmak durumundan çıkarılmıs

ve elinden ahlaki hukuk silahları alınmıstı.

En büyük yalanların daima bir kısmına inanılır. Büyük halk toplulugu, ihtiyari ve suurlu bir sekilde fenalıga atılmaz, fakat kalbinin en derin kösesinin kandırılmasına imkan bırakır. Bundan dolayı büyük halk toplulugu, hissiyatının basit sadeligi içinde, küçük bir yalana kapılmazsa da, büyük bir yalana aldanır. Genellikle kendiliginden küçük yalanlar uydurur, buna karsılık büyük yalanlar uydurmaktan utanır.

Büyük halk toplulugu böyle bir sahtekarlıgı aklına sıgdıramaz, bu isitilmemis derecede terbiyesiz ve sahte açıklamalara inanamaz. Hatta aydınlatılsa bile, yine de süphelenir ve uzun süre tereddüt eder. Ama hiç olmazsa sonunda kendisine sunulan rasgele bir açıklamayı dogru olarak kabullenir.

En adi yalanlar daima bir iz bırakırlar. Bundan aldatma hususunda en yüksek mertebeye

çıkmıs olanlar, gayet güzel istifade ederler ve bu usulü alçakça kullanırlar. Bu durumu en iyi bilenle ı her zaman Yahudiler oldu. Zaten onların hayatları, tek ve büyük bir yalan üzerine,

yani ırk söz konusu oldugunda, kendilerinin dini bir cemiyeti temsil ettikleri yalanına istinat ediyordu. Büyük düsünürlerden Schopenhaur, büyük bir gerçegi ortaya koyan küçük bir

cümle ile onları ebediyen teshis etmistir: " Yahudiler yalanın büyük üstatlarıdır ". Bu olagelen gerçekleri kabul etmeyen veya bunlara inanmak istemeyen, gerçegin galip gelmesine hiçbir zaman katılıp yardımcı olmayacaktır.

Alman milleti için, uzun zamandan beri hafif bir sekilde bulunan hastalıgın birdenbire müthis bir felaket halini alması adeta sevinç duyulacak bir olay kabul edilebilir. Eger bu böyle olmasaydı, millet daha yavas yavas, fakat muhakkak surette yok olup gidecekti.

Sonunda hastalık müzmin bir sekle bürünecekti. Fakat bir çöküsün son noktasında hastalık, kendisini bazı kimselere açık bir sekilde gösterdi, insanın; veremden çok, vebaya daha

kolayca karsı koyması bir tesadüf degildir. Biri ölüm dalgaları halinde etrafa dehset saçar ve insanlıgı sarsar. Digeri ise yavas yavas yayılır. Biri korkunç bir korku verirken, digeri agır

agır bir ilgisizlikle son bulur, iste sonuç budur: Bütün kuvveti ile, hiçbir seyden çekinmeyerek vebayı alt etmeye çalısan insan, veremin önüne set çekmek için pek zayıf bir tesebbüste

bulunur, insan vebaya hakim oldugu halde, vereme boyun eger.

Millet de bir vücuttur ve bu vücudun hastalıkları da aynı sekilde cereyan eder. Eger hastalık, daha baslangıçta bir felaket seklinde ortaya çıkmazsa, millet agır agır ona alısır ve sonunda kurtulus ümidi kalmadan yok olur gider. Bu ara kader bu yok olma sırasında bir müdahalede bulunarak, hastalıga yakalanmıs kimseye mikrobu gösterecek olursa, bu durum pek acı

olmakla beraber büyük bir mutluluktur. Gerçekten böyle bir felaket defalarca ortaya çıkar. Bu durumda, pek büyük bir gayretle derde deva bulmak imkan dahilindedir. Fakat böyle

durumlarda bile, hastalıgı dogurmus olan derin sebepleri arayıp bulmak ve tanımak gerekir. Burada da dikkat edilecek nokta, tahrik edici sebeplerle meydana çıkan karısıklıklar arasında farkları ayırt etmektir. Hastalıga sebep olan unsurlar milli bünyenin içinde ne kadar uzun

zaman kalmıs ve normal bir sekilde milli bünye ile birlesmis ise, bu ayrımı yapmak da o kadar zor olur. Gerçekten bir süre sonra, mikropların milleti meydana getiren unsurlardan biri veya halkın zaruri bir felaket diye tahammül gösterdigi bir sey olarak kabul edilmeleri pek kolay meydana gelir. Bundan sonra isin içindeki yabancı tahrikçiyi aramak lüzumu duyulmaz, iste savastan önce uzun barıs yıllarında, birer felaket olarak kabul edilen birtakım durumlar ortaya çıktı. Fakat, bazı istisnalar hariç hiç kimse bunların gerçek sebeplerini aramaya önem

vermedi. Buradaki istisnalar birinci derecede ekonomik hayata ait olaylardır. Bunlar, herkes tarafından diger alanlarda vukua gelen arızalardan daha büyük bir ilgi ile idrak edilir. Birçok bozulma olayları meydana çıktı ki, bunun için gayet ciddi mülahazalarda bulunmak gerekti. Ekonomik yönden söylenmesi gereken noktalar da sunlardır: Savastan önce nüfusun artması, günlük ekmegin üretilmesi konusu bütün siyasi ve iktisadi isleri arka planda bıraktırdı. Bu durum gitgide daha kesif bir hal aldı. Maalesef tek bir hal çaresi bulunamadı. Gayeye daha az

zarar verecek yollardan ulasılacagı sanıldı. Avrupa'da yeni topraklar elde etmekten vazgeçildi. Dünyanın ekonomik yönden fethedilmesi hayaline saplanıldı. Böylece ölçüsüz bir sanayi-

lesme hareketine girisildi. Bunun ilk ve en önemli sonucu köylülerin hayat sartlarının bozulması oldu. Köyden sehre akın basladı. Günden güne büyük sehirlerde proletarya sayısı çogaldı. Sonunda köylü-sehirli dengesi tamamen bozuldu, iste bu sırada, zenginle fakir

arasında korkunç bir ayrılık bas gösterdi, ihtiyaç ile sefalet koyun koyuna yasadı. Bu durumun sonucu çok hazin oldu. issizlik, insanları avucunun içine aldı. Sonunda sınıflar arasında siyasi baglar koptu, iktisadi gelismeye ragmen ümitsizlik, daha derin bir hale geldi ve herkes bunun uzun süre bu sekilde devam edemeyecegi kararına vardı.

insanlar, ne olabilecegi hususunda açık bir fikre sahip olamadıkları gibi, ne yapacaklarını da bilemiyorlardı. Bu kendisini belli e-den büyük bir memnuniyetsizligin en belirli vasıflarıydı. Halbuki baska olaylar bundan çok daha fena idiler. Milletin aklında ekonomik görüsün hakim olması, bu olayları doguruyordu.

Ekonominin, devlet hakimi ve idarecisi mevkiine çıkması sonucu, para herkesin ibadet etmesi

ve önünde boyun egmesi gereken bir tanrı oldu. Göklerin Tanrısı gittikçe unutuldu. Sanki O

ihtiyarlamıs ve vakti geçmisti de, O'nun yerine Memmon putu saygı buhurdanının dumanlarını üflüyordu. Bu sırada esaslı bir piçlesme meydana geldi. Bu durum, milletin kahramanlıga varacak yüce bir zihniyete her zamankinden çok ihtiyacı oldugu sırada,

özellikle felaketli bir olay teskil etti. Almanya günlük ekmegini barısçı ve ekonomik çalısma yolu ile saglamak tesebbüsünden dolayı, bugün degilse, yarın silaha sarılmak zorunda kalacaktır. Paranın saltanatı, maalesef paraya en çok karsı durması gereken otorite tarafından

da kabul edildi. Saygıdeger imparator, özellikle asil sınıfı kendi maliyesinin bayragı altında topladıgı zaman, feci bir harekette bulunmus oldu. Buradaki tehlikeyi Bismarck da takdir edememisti. Bunu imparator lehinde kaydetmek gerekir. Fakat bu yola sapmakla, fiiliyatta yüksek fazilete sahip kimseler, paranın degerine boyun egmis oluyorlardı. Çünkü, kan asaleti

bu yolda yürüyünce, yerini mali asalete bırakmak zorunda kalacagı pek açık idi. Çünkü mali islemler, savaslardan çok daha kolay basarılı olurlar.

Bu durumda gerçek kahraman veya devlet adamı için bankaların adamı olan Yahudilerle rasgele münasebette bulunmak pek uygun bir hareket degildi. Gerçekten kabahatli olan bir kimse, kendisine verilen ucuz nisanlara hiçbir önem yakıstıramaz ve bunu tesekkür ederek

reddetmekten baska bir sey yapamazdı. Fakat kan bakımından bu gelisme son derece feci idi. Asalet, kendisine hayat veren ırkçı hikmetini kaybetti. Daha çok, çevresinin çogunlugu için

asalet unvanına layık oluyordu. Ekonomik bozulmanın önemli olayı, sahsi mülkiyet hukukunun yavas yavas dagılması ve genel ekonominin tahviller kanalıyla sirketlerin

mülkiyetine dogru kayısıydı. Mülkiyetin bu terk edilisi, ücretliler karsısında ölçüsüz bir oran

aldı. Borsa basarı kazandı, agır agır ve muhakkak bir surette milletin hayatını himayesine aldı. Almanya'nın servetinin uluslararası bir hal alması tahvil usulü ile saglandı. Bu arada Alman sanayinin bir kısmı kendim bu akıbete karsı korumaya çalısıyordu. Fakat Alman sanayi bu mücadelede, istilacı kapitalizm sisteminin, kendisine en sadık ortagı olan Marksizm'le birlikte yaptıgı saldırı sonunda yenik düstü. Agır sanayine karsı girisilen mücadele Alman

ekonomisinin Marksizm tarafından uluslararası hale sokulmasının açık bir baslangıcıdır. Esa- sen Alman ekonomisi, Marksizm'in ancak devrim sırasında kazandıgı basarı ile tamamen yok edilebildi. Ben bu kitabı yazdıgım sırada, Almanya'nın demiryolu sebekesine karsı girisilen genel saldırı, sonunda basarıya ulastı. Bu demir-. yolu sebekesi uluslararası maliyenin agına düstü. Böylece uluslararası Sosyal-Demokrasi en önemli gayelerinden birine ulastı.

Alman milletinin ekonomik yönden ufalandıgının en açık delili, savas sonunda Alman sanayinin ve ticaretinin basında bulunanlardan birinin, Almanya'nın tekrar dirilmesinin ekonomik kuvvetlerle olacagını iddia etmesidir. Fransa, bu hataya çare bulmak için, ögretim müesseselerinin programlarını tekrar hümanist temel üze-Ğ rinde kurarken, bizde millet ile devletin payidar kalmaları bir ide-| alin ölmez nimetlerine degil, ekonomik sebeplere baglı olacagına t dair saçma sapan sözler yükseliyordu. Stinnes'in eskiden ortaya attıgı bu düsünceler inanılmayacak derecede bir saskınlık meydana getirdi. Fakat bu düsünceleri

hemen islediler ve büyük bir süratle bütün sarlatanların agızlarında nakarat haline getirdiler. Kader, devrimden sonra bu herifleri, devlet adamı adı altında Alman milletinin basına bela

etti.

BÖLÜM 10

Almanya'da savastan önce çökmeyi hazırlayan en korkunç olaylardan biri de her yönden, her seyin ve herkesin üzerine yapılan tel kinle, enerjinin yok edilmesiydi. Herkes kendisini bir emniyetsizlik içinde görüyordu. Bu durum karsısında ortaya çıkan korkaklık da herkesin enerjisini yutuyordu. Ögretim müesseseleri de bu hastalıgı siddetlendirdi. Savas öncesi Almanya'da ögretim inanılmayacak derecede zaaflar gösteriyordu. Bu ögretim sistemi sadece

saf bir bilgi veriyordu ve nüfus ve kudret mefhumuna pek az baglı idi. Ferdin karakterinin

olusumuna pek az önem veriliyordu. Ayrıca sorumluluk tasımanın verdigi zevkin gelismesine dikkat edilmiyordu, iradenin karar verme kudretinin gelismesi de ihmale ugruyordu, iste bu usulün kurbanları olan Almanlar için savastan önce çok bilgili sıfat kullanılıyordu. Biz

Almanlar seviliyorduk. Çünkü bizden pek çok faydalanıyorlardı. Fakat bize saygı göstermiyorlardı. Sebep karakter zayıftı. Eger Almanlar milliyetlerini ve vatanlarını kaybederlerse buna pek sasmamak gerekirdi. Bu durumu "elde sapka bütün memleket dolasılır" darbımeseli gayet iyi ifade etmektedir.

Bu uyusturucu yumusaklık hükümdarla olan münasebetlere de sirayet edince, sonuç çok korkunç oldu. Hükümdara hiçbir zaman "hayır" denmeyecekti. Hükümdarın lütfen söylediklerinin hepsi, tasdik edilecekti. Halbuki insan haysiyetinin en hür görünümü hü- kümdarın huzurunda gerekli ve faydalı olabilirdi. Yapılanların hepsi dalkavukluktu ve

monarsi bu dalkavukluklar yüzünden öldü. Bu rezil ve cıvık herifler, en asil tahtların yanında kendilerini çok rahat hissetmislerdir. Bu adi adamlar her olayda efendilerine tam bir baglılık gösterirlerken, insanlıgın büyük bir kısmına da hakaret ediyorlardı. Hele zavallı topluluklara karsı kendilerim tek monarsistler olarak tanıtırlarken, yüzsüzlügün en büyük örnegini veriyorlardı, ister asil olsun, ister olmasın, bu gerçek riyayı ancak bir solucan yapabilirdi, isin esası arastırılırsa, monarsinin ve özellikle monarsi fikrinin mezar kazıcılarının yine bu herifler oldukları görülür. Zaten bir sonuç da çıkmazdı.

Bir dava ugrunda harekete geçen kimse, hiçbir zaman sinsi bir dalkavuk gibi faaliyet

göstermez. Bir müesseseyi kurtarmaya veya onu ilerletmeye karar vermis olan kimse, bu davaya kalbinin bütün lifleri ile baglanmalıdır. Herhalde, monarsinin demokratik dostlarının yaptıkları gibi, kapı kapı dolasıp aleyhte birtakım yalanlar söylememelidir. Tersine dava

adamı, hükümdarı pek ciddi bir sekilde her seyden haberdar edecek ve onu ikna etmeye çalısacaktır. Eger hükümdar bir felakete sebep olacak karara varırsa, onun kendi iradesine göre karar vermekte hür kalmasını reddedecek ve bu menfur kararı kabul etmek hakkını kendisinde bulmayacaktır. Böyle durumlarda bir tehlike dahi dogacak olsa, monarsiyi hükümdara karsı korumaya mecburdur.

Bu teskilatın degeri o sıra basta bulunan hükümdarın sahsına dayanıyorsa, bu müessese akla gelenlerin en kötüsü, en berbatıdır. Çünkü hükümdarların sanıldıgı gibi akıl ve hikmete, hatta sadece karaktere sahip bir seçkin zümre meydana getirmeleri pek enderdir. Bunun böyle olmayacagım dalkavuklugu kendilerine meslek edinmis olan kimseler iddia edebilirler. Fakat bütün dogru ve namuslu kimseler, böyle bir aptallıgı ayakları ile itmekten bile tiksinirler, iste

bir devlet için de en degerli olan kimseler bunlardır. Hükümdar söz konusu edilse bile, bütün hükümdarların gözünde tarih, tarihtir ve gerçek, gerçekten ibarettir. Asla büyük bir

hükümdarın sahsında, büyük bir adama tesadüf edilemez. Böyle güzel bir tesadüf milletlere pek az nasip olur. Demek oluyor ki monarsi fikrinin degeri ve önemi bizzat hükümdarın sahsına istinat ettirilemez. Sadece Allah, tacı Büyük Frederic gibi dahi bir kahramanın veya Birinci Guillaume gibi akıllı bir kimsenin basları üzerine koyma kararını alır. Bu sans ise, yüzyılda bir meydana gelir, pek ender olarak daha da sık görülebilir. Fakat burada da fikir sahsa aittir. Bu teskilatın ruhu, bütünü düsünülerek meydana getirilmis bir müessesedir, iste

bu sebepten dolayı hükümdar bir hizmetkar seviyesine iner. O da artık bir makinenin vidasından ibarettir ve makinenin tümüne karsı bazı görevlerle yükümlüdür. Hükümdar da

yüksek gerekler karsısında egilmek zorundadır. Monarsinin tacını tasıyan hükümdar, kendi ta- cına karsı islenecek cinayetlere göz yumması gereken degildir. Gerçek monarsist bu sekil davranıstan onu alıkoyacaktır ve alıkoyması gereken adamdır. Eger bu müessesenin degeri fikirde olmayıp, ne sekilde olursa olsun taç giymis sahısta toplansaydı, çılgınlık yapan bir hükümdarı dahi tahttan indirmek hakkı bulunmazdı.

ğimdiden bu noktayı açıkça meydana koymak gerektir. Günümüzde, ortadan kalkmıs bazı olayların gittikçe yeniden sahneye çık tıklarını görüyoruz. Bu olaylar, monarsinin yıkılmasında bas rolü oynamıstı, iste simdi bu herifler yüzleri kızarmadan, yeniden

hükümdarlarından bahsetmektedirler. Halbuki birkaç yıl önce en müskül anda hükümdarı terk etmislerdi. Ama bugün kendilerinin yalanlarına katılmayan Almanları, fena kimseler olarak damgala maktadırlar. Gerçekte bu korkak adamlar 1918 yılında kızıl pazı bandı görür görmez

çil yavrusu gibi dagılan ve dört bir tarafa kaçı sanlardı. Hükümdarlarını bırakıp, silahlarını

derhal bir kenara ata r ak ellerine birer baston alıyorlar, tarafsız boyunbaglarından korkuyorlar

ve barıssever burjuvalar gibi etrafta hiçbir iz bırakmadan ortalıktan kayboluyorlardı. Bu hükümdarlık sampiyonları ve saksakçılar birdenbire yok olmuslardı. Ancak devrim fırtınası baska heriflerin sayesinde, bunlara yeniden her yerde "yasasın hükümdar!" diye ulumak imkanını verecek kadar dindigi zaman, tahtın bu hizmetkarı ve müsavirleri tekrar kendilerini ihtiyatlı adımlarla ortaya çıkardılar ğimdi yine bu adi herifler hırs ve istek dolu sözlerle etrafı kolaçan edip, Mısır'ın soganlarına hasret çekiyorlardı. Hükümdar lehindeki gayretlerini ve harekete geçme hırslarını zor zaptedebiliyorlardı. Fakat yeniden kızıl pazubandlar ortalıkta görünüp, eski monarsi serabı tekrar oluncaya kadar böyle davranacaklar ve sonunda yine köy den kaçan sıçanlar gibi dagılıp gideceklerdi.

Hükümdarlar, bu durumdan bizzat sorumlu olmasalardı, bu günkü saksakçılarına ragmen kendilerine acınabilirdi. Fakat bu hükümdarlar sunu bilsinler ki, böyle sövalyeler olursa

tahtlar kaybedilir, fakat hiçbir zaman bunlarla yeni tahtlar kazanılmaz. Bu sadakat bugünkü ögretimimizin hatalarından biri idi. Hatta bu konuda da acı bir intikam aldı. Bu sadakat, aynı

üzücü olayları bütün saraylarda meydana getirmis ve monarsinin temellerini agır agır

yıkmıstır. s Bina sallanmaya basladıgı sırada ise buna sebep olanlar ortalıktan i kaybolup gitmislerdir. Hiç süphe yok ki korkaklar ve yüze gülen , herifler, efendileri ugrunda canlarını feda etmezler. Bu hükümdarlar , bu gerçegi hiçbir zaman ögrenemediler. Bu eksiklikleri de onların • yok olmaları sonucunu dogurdu. Bu manasız ögretimden çıkan sonuç, sorumluluk korkusu ve hayati konularla ilgilenmek için bile

bir zaaf teskil etti.

Bu salgın hastalıgın baslangıç noktası, hiç süphe yok ki parlamento müessesesi oldu. Çünkü

bu müessese sayesinde sorumsuzluk mikrobu laboratuarda ürer gibi çogalıp, etrafa yayıldı. Böylece hastalık yavas yavas bütün faaliyetlere sirayet etti. En büyük tesirini de devletin faaliyetleri üzerinde gösterdi. Her tarafta ve her seyde sorumluluktan kaçınılmaya baslandı. Sadece yetersiz ve yarı tedbirler alındı. Birisi bir sorumluluk alacak olursa, kabul edilen sorumluluk en asagı hadde indirildi.

Kamu hayatında gerçekten zararlı birtakım olayları ve bu olayların devamlılıgı karsısında bütün hükümetlerin aldıkları tedbir ve vaziyet incelenmelidir. Bu genel adiligin korkulacak önemi (!) kolayca görülecektir. Gözümüzün önünde duran örnekler yıgını içinden sadece birkaçını ele alacagım.

Gazetecilikte, basını devlet içinde büyük bir kudret gibi göstermek pek adet olmustur. Gerçekten basının önemi büyüktür ve degerini takdir etmemek hatadır.

Gazete okuyucusunu üç kısma ayırmak mümkündür:

1. Her okudugu seye inananlar.

2. Hiçbir seye inanmayanlar.

j 3. Okudugunu bir tenkit ruhu ile tetkik ettikten sonra bir hükme varanlar.

Birinci kısma dahil olanlar sayıca en kabarık olanlardır. Halkın büyük bir çogunlugunu içerir. Yani milletin fikir bakımından en basit bölümünü temsil ederler. Bunlar dogum tarihleri itibariyle veya tahsil ve terbiyeleri bakımından düsünme ve muhakeme kabiliyeti

, olmayan, basılı olarak ellerine verilen her seye inanan kimselerdir.

( Bir de bu gruba, muhakeme yapabilecek durumda oldukları halde, düsünme tembelligi dolayısıyla baska bir kimsenin daha önce düsünmüs oldugu herhangi bir seyi minnettarlıkla kabul eden ve o kimsenin bu sey için gayret sarf etmis oldugunu zanneden ve dogru olacagını tevazu ile karsılayan "akıllılar takımı" da dahildir.

Çogunlugu temsil eden bu kütle üzerinde basının tesiri çok büyüktür. Bunlar kendilerine sunulan seyleri incelemek için istek göstermezler, esasen bir seyi inceleyebilecek kabiliyete

de sahip degillerdir. Bu grup ciddi ve gerçege sadık kalan yazarlar tarafından dogru yol gösterilip aydınlatıldıkları takdirde müspet netice alınır. Fakat bu gruba bilgi verenler, rezil kimseler veya yabancılar oldugu takdirde bu yayının sonucu zararlı olur.

ikinci gruba gelince, bunlar sayıca pek büyük bir yekûn tutmazlar. Bu grup önceleri birinci gruba dahil olup, daha sonra acı hayal kırıklıklarına ugradıkları için kendilerine basılı bir metin seklinde hitap edildiginde hiçbir seye inanmamaya karar vermis kimselerdir. Her gazetenin içerigi hakkında atıp tutarlar. Bütün gazetelerden nefret ederler. Bu gruba dahil

olanlara göre, gazetelerin yazdıkları seyler yanlıs ve yalandan ibarettir. Bu tür kimseleri idare çok zordur. Çünkü gerçek karsısında dahi vesveseli kalırlar. Bu su demektir ki, olumlu her is için bu kimseler kaybedilmis birer elemandır.

Üçüncü grup, ikinci gruba nispetle daha da küçük olanıdır. Sayıları çok azdır. Zeki kimselerdir. Bunlar, dogustan ve gördükleri egitim sonunda düsünmeyi ögrenmislerdir. Her hususta kendi kafalarınca bir hüküm vermek isterler. Okudukları her seyi derin bir tetkike, etraflı bir düsünceye ve degerlendirmeye tabi tutarlar. Bir gazeteyi ellerine aldıkları vakit, o gazetedeki yazar ile uzun süre zihnen mesai birligi yaparlar. Bunun için yazarın görevi zorlasır. Gazeteciler de bu tip okuyucuları ancak ileriyi düsünerek severler.

Bir gazetenin yazıları üzerine sıvayıp sundugu budalalıklar, bu kimseler için bir tehlike teskil

etmez. Onlar, her gazeteyi gerçegi ancak ara sıra yazan bir alaycı adam olarak düsünürler. Bu kimselerin önemi, zekaları bakımındandır, yoksa sayılarından dolayı degildir. Akıl ve

hikmetin bir degeri olmayıp, çogunlugun her sey demek oldugu bir devirde ise bu hal felakettir.

Bu kimselerin, ahlaktan mahrum, cahil, kötü niyet sahibi egitimcilerin ellerine düsmelerine engel olmak bir devlet görevi ve aynı zamanda birinci derecede sosyal görevdir. Bundan dolayı devlet bu gibi kimselerin yetismelerine nezaret etmek ve adi makalelerin yayınına

engel olmak görevi ile mükelleftir. Bunun içindir ki, devlet balı sini yakından kontrol altında bulundurmalıdır. Çünkü basının bu kimseler üzerindeki nüfuzu çok daha kuvvetlidir. Bu da geçici bir E sekilde degil, devamlı tesir yapmasından ilen gelir. Basın o büyük s önemini, ögrettigi seyleri devamlı tekrar edebilmesinden kazanır.

I1 Baska hususlarda oldugu gibi burada da devlet bütün vasıtaların aynı gayeye hizmet etmesi gerektigini unutmamalıdır ve hükümet "basın hürriyeti" denilen saçma bir sözden dolayı acze düsmemelidir. Yoksa böyle bir durum; hükümeti, görevini eksik yapmaga ve mille -I ti fayda gördügü bir gıdadan mahrum etmeye sevk eder. Hükümet l hiçbir kuvvetin durduramadıgı bir azim ve kararla bu egitim vasıta-ı avucunun içine almalı ve onu devlet ile milletin hizmetinde bulundurmalıdır.

Savastan önceki basın hangi gıdayı sagladı? Bu basın en igrenç bir zehir degil miydi? Bütün devletler Almanya'yı yavas yavas, fakat muhakkak surette öldürmeyi bir görev kabul ettikleri

bir sırada Alman milletine barısçılık asılanmadı mı? Basın milletimizi ahlak dısı bir

istikamette terbiyeye yardımcı olmadı mı? Ahlak, örf ve adetler irtica olarak gösterilmedi mi? Basın, devlet binasını yıkmak için, tek bir darbe yetecek sekilde devlet otoritesinin

temellerine girmedi mi? i Devamlı elestirilerle ordu asagılanmadı mı? Genel askerlik hizmetine sabotaj yaparak orduya ayrılan tahsisatın reddini istemedi mi? Liberal denilen

basın, Alman milleti ve imparatorlugu için bir mezar kazıcısından baska bir sey olmamıstır. Bu konuda Marksist »•yalancılık hakkında söylenecek bir sey yoktur. Kedi "dısardan bakıldıgında sanki objektif bir tutum içinde kalarak " için sıçan avlamak , gibi... Onların nazarında yalan, bir hayati lüzum ve icaptır. Bunların

(görevi, Alman milletini uluslararası sermayenin ve bu sermayenin : sahipleri olan Yahudilerin esaretine sokmak için milletin belkemigini kırmaktır. Milletin bu toptan zehirlenmesi hareketine karsı, devlet hiçbir tesebbüste bulunmadı. Birkaç gülünç tesirsiz

kararname Ve pek siddetli bazı kötülüklere karsı birkaç basit ceza ile yetinildi. Bazen müdahale ederek, bazen basının degeri ve önemi teslim edilerek bu belanın sevgisini

kazanmanın mümkün olacagı sanıldı. Fa-- kat bütün bu saçmalıklara Yahudiler tebessümle karsılık verdiler ve JV sinsi bir tesekkür ile borçlarını ödediler. Devletin bu miskinliginin ve aczinin sebebi bu tehlikenin anlasılmamıs olmasında degildi. Sebep, insanı delirtecek

derecede bir korkaklıkla alınan karar ve tedbirlerden dogan zaaftı. Kesin ve köklü tedbirlere basvurmaya kimse cesaret edemiyordu. Sadece göstermelik tedbirlerle, güya bir seyler yaptıklarını sandılar ve yılanın kafasını ezecekleri yerde onu siddetle tahrik ettiler. Sonuç,

eski durum degismedigi gibi, ezilmesi gereken müessesenin kuvvetinin yıldan .yıla artması oldu.

O zamanki Alman hükümetlerinin, milleti yavas yavas zehirleyen ve kaynagı Yahudi olan basına karsı kendini savunması için açtıgı savas kararsız ve özellikle bir gayeden yoksun idi. Gerek bu mücadelenin öneminin takdiri, gerek vasıtaların seçilmesi ve saglam bir plan yapılması hususunda bilgiler eksikti. Her kafadan bir sürü ses çıkıyordu. Bazen çok ileri gittiklerini hissettiklerinde, herhangi bir gazeteciyi hapse atıyorlardı. Fakat bu tedbir birkaç haftalık veya birkaç aylık bir isti. Yılan yuvasının eski hali ile ortada durmasına hiçbir sey söylenmiyor ve yapılmıyordu. Hiç süphe yok ki bu durum, bir yandan Yahudilerin kurnazca

davranıslarının, öte yandan koca bir budalalıgın sonucu idi. Yahudi, basının tamamına hücum edilmesine müsaade etmeyecek kadar akıllıydı. Marksist gazeteler, halkın kutsal saydıgı her

seyin aleyhinde en kaba bir sekilde savas açarlarken, en adi ve pis bir dille devlete ve hükümete saldırarak, milletin çesitli parçalarını birbirlerinin aleyhinde kıskırtıyorlardı. Bu sırada burjuva-dernokrat Yahudi gazeteleri de siddetli sözlerin hepsinden kaçınmaya gayret ediyorlardı. Gerçekte bu Yahudi gazeteler, bos kafaların ancak dıs görünüse bakarak hüküm

verdiklerini, her seyin degerim içerigi ile degil de, sadece dısardan gördükleri ile ölçtüklerini biliyorlardı. Yahudi basını, kendisine saygı ve riayeti insanlıgın bu zaafından faydalanarak saglıyordu.

Bu adamlar için Frankfurt Gazetesi ciddi ve haysiyetli gazete i-di. Bu gazete hiçbir zaman adi tabirler kullanmaz, maddi sertlik ve siddetlerin aleyhinde bulunur ve daima mücadelesini

aklın silahları ile yapardı. Fakat ne garipti ki, bunlar akıldan en çok yoksun olanların tercih ettikleri silahlardı.

Bu adamlar için Frankfurt Gazetesi ciddi ve haysiyetli amacın derin anlamını anlayacak duruma yükseltmeden öylesine bir ilim ile tanısık halde bırakan yarım ögretimdi. Esyanın

derin anlamını anlayabilecek seviyeye çıkmak için sadece gayret ve iyi niyet bir ise yaramaz. Burada akıl da gereklidir, hem de dogustan kazanılmıs bir akıl... En son ilim daima derin ve tabii sebeplerin sonucudur. ğimdi bu anlattıklarımı biraz açıklayayım.

Ğnsan hiçbir zaman, tabiatın hakimi olmak gayesine gerçekten eristigine inanmak gibi

bir hata islememelidir. Yarım ögretimin verdigi gurur böyle bir hata islemeye fırsat hazırlar. Tam aksine tabiatın hakimiyetinin geregini ve zaruretini idrak etmek ve kendi hayatının,

yükselmek için gereken, o ebedi kavga ve gayret kanunlarına ne kadar ters düstügünü anlayıp, bilmelidir, iste o zaman, gezegenlerle günesin elips seklinde yol takip ettiklerini, ayın ve yıldızların döndüklerini, kuvvetin her tarafta ve tek basına zayıfı ezerek hakim oldugu ve

zayıfı kendi hizmetim gördürmeye zorladıgı veya parçalayıp dagıttıgı bir dünyada, insanın özel kanunlara baglı olmayacagını hissedecektir, insan da bu en büyük akıl ve hikmetin sonsuz prensiplerinin hakimiyeti altındadır, insan bunları anlamaga tesebbüs edebilir, fakat bunlardan kurtulmaya hiçbir zaman muvaffak olamayacaktır.

Yahudi özellikle bizim fikir sapıkları için, fikir gazeteleri yayınlar. Franfurter Zeitung ile Berliner Tageblatt bu tip gazetelerdendir. Bunların ifade biçimleri özel okuyucularına göre ayarlanmıstır. Bu fikir basım, bu insanlar üzerinde tesirli olur. Dısardan bakıldıgında çok münasebetsiz gibi görünecek bütün sekillerden kaçınırlar, ama bu gazeteler okuyucularının kalplerine baskalarından aldıkları zehirleri akıtırlar. Ahenkli yazılarla okuyucuyu sadece saf

ilmin veya yüksek ahlakın kendilerim harekete getiren kuvvet oldugu kanaati ile aldatırlar. Halbuki, gerçek böyle degildir. Onlar bu vasıta ile, rakibinin elinden basına muhtaç oldugu silahı çekip almak için hile ve deha dolu usule basvurmaktadırlar.

Gerçekte bazıları zorla ciddiyet ve agırbaslılıgı yaymaya çalısırlarken, bütün ahmaklar buna pek kolay kanarlar. Çünkü digerleri tarafından söz konusu edilen tek sey hafif ihtiraslardır ve

bunlar hiçbir zaman basın hürriyetine tecavüz degildir. Halka yalan söylemek ve yalana inandırmak, onu zehirlemek için istifade edilen ve herhangi bir cezadan masum kalan usulün uygulanmasına basın hürriyeti denir. Devlet adamları disli basını aleyhlerine çevirmek

korkusu ile bu haydutluga karsı gelmekten çekinirler. Bu çekinme de pek haklıdırlar. Çünkü

bu adi gazetelerden birine karsı gelinecek olsa hemen digerleri onun tarafını tutarlar. Yalnız

bu gazetenin mücadele usulünü onaylamazlar. Onlar için söz konusu olan sey sadece basın hürriyetinin ve fikrinin, açıkça söz söyleme prensiplerinin müdafaası ve yayılmasından ibarettir.

iste bu haykırmalar karsısında en kuvvetli kimseler zayıflarlar. Çünkü bu kampanya sadece büyük gazeteler tarafından açılır.

. iste böylece bu sartlar içinde gelisen bu zehir, hiç kimsenin karsı koymasına fırsat vermeden milletimizin kanında akıp gitti. Devlet de bu hastalıga karsı kuvvetli olamadı. Daha önceden kendisini hissettirmis olan imparatorlugun çöküs tehlikesi için kullanılan çarelerin gülünç ve

yetersiz oldukları derhal belli oluyordu. Her silahla kendisini korumaya kalkan bir müessese,

artık kendisini kapıp koyvermis demektir. Her sınıf, iç bozulmanın açık bir isaretidir. Dıs

yıkılma er geç bunu takip edecektir.

Ben öyle tahmin ediyorum ki, bugünkü nesil gayet iyi sevk ve idare edilirse, bu tehlikeye kolayca karsı konacak ve engel olunacaktır. Günümüzün nesli öyle olaylardan geçti ki, bu olaylar henüz bozulmamıs olanların sinirlerinin kuvvetlenmesine yardım etti. Hiç süphe edilmesin ki Yahudilerin çok sevdigi yuvaya bir el atıldıgı, bu el koyma ile basın rezaletlerine son verildigi ve bu kapsamlı egitim vasıtası devletin hizmetine sokuldugu, millete yabancı ve düsman olan kimselerin nüfuzlarından kurtarıldıgı zaman, bu gazetelerde yine büyük bir

feryat kopacaktır. Fakat bu; biz gençlere, eskiden babalarımıza oldugundan daha az bir sıkıntı verecektir. Otuz santimetre boyundaki bir obüs, daima bir Yahudi yılanının çaldıgı ıslıktan

daha kuvvetli ses çıkarır. Öyle ise bırakalım onları ıslık çaladursunlar...

ğimdi verecegim örnek savastan önceki Alman hükümetinin milliyet için en önemli hayati konulardaki yetersizligini ve aczini bir kere daha ortaya koyacaktır. Siyaset, örf, adet ve ahlak yönünden halkın kirletilmesine paralel olarak ve aynı siddette bir baska zehirlenme olayı

daha, birçok yıldan beri milletimizin fertleri üzerinde meydana geliyordu. Frengi ile verem adeta yarıs halinde idi. Frengi büyük sehirlerde gittikçe siddetini arttırıyordu. Verem ise

memleketin dört bir tarafında bir orak gibiydi, yakaladıgım biçiyordu. Frengiye karsı, devletle beraber halk da teslim oldu. Ciddi bir sekilde mücadele gerekiyordu. ğüpheli bir ilacın

yapılması ve kullanılması, bu salgına karsı hemen hemen tesirsiz kalırdı. Zahiri olayları orta- dan kaldırmaktan çok, sebeplerle mücadele etmek daha dogru olurdu. Sebep, birinci derecede ask ve fuhsa dayanmaktadır. Fuhus f frenginin o korkunç yayılma sonucuna sebep olmasa

bile, millet için yine zararlıdır. Çünkü ahlak düskünlügü bir milleti agır agır ve tamamen tahrip için yeterlidir.

Manevi hayatımızın Yahudilestirilmesi ve çiftlesme tatbikatının [bir para meselesi sekline çevrilmesi zürriyetimiz üzerinde er geç zararlı olacaktır. Tabii bir histen dogmus sıhhatli bir çocuga karsılık, ameli sahada, mali bir muameleden dünyaya gelmis mahsuller ortaya çıkacaktır. Bu mali muamele Alman milletinin izdivaçlarına git-1 tikçe hakim olacaktır. Ask siddetle hüküm sürüyorsa da bu baska ilerde oluyordu.

Bu konuda da tabiatla bir süre alay etmek pek tabii mümkün-!'dür. Fakat intikam er geç gelir

ve kendim bir süre sonra gösterir ve-insan ates bacayı sardıktan sonra bunun farkına varabilir.

Evlenmenin normal ilk sartlarının daima takdir edilmemesinden çıkan sonuçların ne kadar tahribe sebep oldugunu, bizim asaletimize bakarak görmek kolaydır. Burada bir çogalmanın kısmen kibar hayattan dogan zorlama üzerine, kısmen de mali sebepler üzerine istinat eden sonuçları degerlendirilir. Bunlardan biri kanın zayıflamasına, digeri de zehirlenmesine sebep olur. Çünkü magazalarda tezgahtarlık yapan Yahudi kızları ve kadınları, son Altes'in

zürriyeti-' ni saglamaya ve devam ettirmeye ehil sayılırlar ve bununla bir Altesliligin her seyine sahip olurlar. Her iki halde de bundan tam bir Soysuzlasma hasıl olur. Burjuva sınıfı bugün aynı yol üzerinde yürümektedir. O da aynı sonuçla karsılasacaktır.

Hos olmayan gerçeklerin önünden kayıtsız bir sekilde geçip gitmek için acele ediliyor. Sanki böyle davranılırsa, var olan bir seyi yok etmek mümkün olacakmıs gibi düsünülüyor. Ama, büyük sehir halkının ask hayatında fuhus genis bir yer almakta ve bu yüzden frengi salgını gittikçe artarak sayısız kurbanları yutmaktadır. Bu gerçek inkar edilemez, olaylar ortadadır.

Bu toplam bulasmanın açık örneklerinin bir kısmı akıl hastanelerinde, diger bir kısmı da ne

yazık ki çocuklarımızda görülmektedir. Evet özellikle çocuklar, cinsi hayatımızda bu korkunç hastalıgın devamlı yayılısının açık delilleridir. Çocukların hastalıklarında anne ve babaların rezaletleri ortaya çıkmaktadır.

Buna hal çaresi bulmanın çesitli yolları vardır. Bazı kimseler hiçbir sey görmezler veya hiçbir

sey görmek istemezler. ğüphesiz bu sekil davranıs, en basit ve en iktisadi bir vaziyet alma usulüdür. Bazıları da gülünç oldugu kadar, yalan olan bir solugun kutsal örtüsü ne bürünürler. Bütün konularda sanki büyük bir günahtan bahsediliyormus gibi konusurlar ve her seyden

önce, yakalanan günahkar aleyhinde en büyük nefretlerini belirtirler. Sonra da yobazca bir nefret içinde, bu dinsiz hastalıga karsı gözlerini kaparlar ve Sodome ve Gamore'nin üzerine kükürt ve zift yagdırarak bu utanmaz insanlıga yeni bir ibret dersi vermesi için Tanrı'ya dua ederler.

Nihayet üçüncü kısma dahil olanlar, bu salgının bir gün sebep olacagı sonuçlan pek açık

olarak görürler. Fakat omuzlarını silkerler. Tehlikeye karsı koyamayacaklarım sanırlar. Öyle

ki, olayları kendi haline bırakmak fikrine inanırlar.

Ğsin dogrusu aranırsa, bütün bunlar rahat ve basittirler. Fakat su unutulmamalıdır ki, millet bu kadar rahat gidisin kurbanı olacaktır. Baska milletlerde de bunun böyle oldugu seklindeki bahane, pek tabiidir ki bizim çöküsümüzde hiçbir seyi degistirmez. Nedense baskalarının da aynı kötülük içinde olduklarını bilmek, birçok kiside kendi acılarını

hafifletmeye yetmektedir. Fakat o zaman da, hangi kuvvetin kendiliginden ilk ve yalnız olarak

bu salgına karsı gelecegim ve hangi milletlerin bu yüzden yok olup gideceklerini bilme

meselesi ortaya çıkar. Bu da ırkın degeri hakkında bir ölçüdür. Felakete gögüs geremeyen ırk ölecek, yerini daha kusursuz veya daha saglam ve karsı koymaya daha kabiliyetli ırklara bırakacaktır. Bu konu her seyden önce gençlikle ilgilidir, babaların günahları onuncu nesle kadar gençlerden intikam alır. Bu gerçek, kan ve ırk aleyhinde bir suikasttan ibarettir.

Kan ve ırk aleyhindeki günah, dünyamızın ilk islenen günahıdır ve bu günaha kendini terk

etmis bir insanlıgın sonunu gösteren bir isarettir, iste bu konuda savastan önceki Almanya'nın durumu pek esef verici oldu. Bu frengi hastalıgının büyük sehirlere yayılmasını önleyecek ne gibi tedbir alındı? Salgını önlemek ve ask hayatımızın bu "mammonisation" unun üstesinden gelmek için ne yapıldı? Halkın frengiye yakalanmaması için yapılan çalısmalardan ne sonuç alındı? Olması muhtemel seyler, bir bir sayılırsa, bu soruların cevapları da kendiliginden verilmis olur.

Önce bu isi hafife almamak gerekir. Birçok nesillerin saadet ve felaketlerinin bu

konuda alınacak tedbirlere baglı oldugunu anlamak sarttır. Bu konunun milletimizin gelecegi

ile yakından ilgili oldugu bilinmelidir, îste böyle düsünülürse, radikal tedbirler almak VC

radikal müdahalelerde bulunmak zorunlulugu dogardı. Her seyden önce milletin bütün

fertlerinin dikkatleri, mücadelenin önemi ile beraber korkunç tehlikenin üzerine çevrilmeliydi. Hiç süphe yok ki, gerçekten kesin ve tahammül edilmesi pek zor olan mecburiyetlere herkes

uyduktan sonra, alınacak tedbirlere, gerçek bir kurtulus hassası vermek mümkün olur. Fakat bunun için konuyu kuvvetli ve «çık bir sekilde ortaya koymak ve buraya çevrilecek dikkatleri dagıtacak olan günlük konuları bir yana itmek gerekir. Dısardan bakıldıgında saglanması imkansız gibi görünen tedbirleri ve en çetin görevleri yerine getirmek lazımdır. Halkın bütün dikkati aynı konulun üstünde toplanmalı ve sanki ölüm kalım meselesi gibi görünen bu

davanın çözümlenmesi geregi herkese kabul ettirilmelidir. Ancak böyle hareket edilirse bir millet kendi arzusu ile büyük zorluklara katlanmaya kabiliyetli hale getirilebilir.

Bu prensip yüksek gayelere ulasmak durumunda bulunan kimseler için de geçerlidir. Böyle

bir durumda olan bir kimse de göreve ancak büyük parçalar halinde girismelidir. Bu kimse bütün çabasını [•' görevinin belirli bir bölümü üzerinde teksif etmelidir. Bu durum, görev layıkıyla yapılıp bitirilene kadar devam etmeli ve sonra gayenin diger parçalarına geçirilmelidir. Eger dava adamı yürüyecegi ve fethedecegi yolu böyle birbirinden ayrı

bölümlere parçalamazsa ve bu bölümlerin her birini büyük bir basarı ile çözümlemek için, bü- tün kuvvetini bir noktaya toplamak metodundan ayrılırsa, günün birinde muhakkak yolunu kaybedecektir. Hedefe dogru tırmanmak için pek büyük enerjilerin devamlı olarak sarf

edilmesi gerektir ve hiç süphe olmasın ki bu tip çalısma bir sanattır. Hedefe giden yolun zorluklarını adım adım asmak ve hiç düsünmeden bu zorlukların üzerlerine saldırmak için faaliyet gösterilmesi gerekir. Komuta mevkiinde bulunan kimse, halka, ulasılacak ve

fethedilecek olan ana hedefin bir bölümünü tek hedef diye tanıtmaya, insanlara dikkatlerini

vermeye layık biricik gaye olarak göstermeye ve bu nokta ele geçiri lir geçirilmez diger bölümler üzerinde de basarının dogacagını anlatmaya muvaffak olmalıdır, iste insanın hayat

ve mesleginin bu kadar zor bir parçasına hücuma geçmesi için gerekli ilk sart budur Yoksa halkın büyük bir kısmı çok çabuk yorulur, görevinden süpheye düser ve bütün bunları hiçbir zaman görüs sahası içine alamaz. Bunlar hedefi bir dereceye kadar gözlerinde saklayabilirler. Fakat gözlerinin önündeki yola ancak küçük parçalarla bakabilirler-Tıpkı yolculuklarının son noktasını bilen, fakat bitip tükenmez yolun üstesinden daha iyi gelebilmek için onu parçalara ayırıp azimli adımlarla seyahatinin beklenen hedefim kendisi görüyormusçasına yol alan yolcuların durumları gibi... Açıkça söyleyelim ki, bu kimseler ancak bu sart altında

niyetlerinden vazgeçmeden yol alabilirler.

iste bu sekilde, bütün propaganda vasıtalarının istirakiyle, frengiye karsı mücadele konusu milletin görevi gibi gösterilebilirdi. Bu maksat için imkan dahilinde olan bütün çarelere basvurarak, frenginin, felaketlerin en korkuncu oldugunu herkesin kafasına sokmak gerekirdi.

Bu faaliyete, bütün bir milletin geleceginin veya yok olup bitmesinin, bu konunun çözümlenmesine baglı oldugu kanaati uyandırılana kadar devam etmek gerekirdi. Ancak, uzun bir hazırlıktan ve gerekirse yıllarca çalıstıktan sonra, bütün bir milletin dikkati ve bu

dikkatle beraber azim ve bilinci yeter derecede uyandıra-bilinirdi. Ğste bundan sonra da büyük feragatler isteyen gayet agır tedbirlere basvurmak mümkün olurdu. Bunlar yapılırken halk topluluklarının iyi niyetlerinin birdenbire yok olması veya tedbirlerin gereginin anlatılmaması gibi bir durumla karsılasılmazdı.

Hakikaten bu korkunç salgının üstesinden gelebilmek için görülmemis ve isitilmemis

derecede fedakarlıklara, çok büyük çalısmalara katlanmak gereklidir. Frengiye karsı

mücadele, fuhsa, batıl fikir ve inanıslara, eski adetlere, salgının ortaya çıktıgı zamana kadar makbul sayılan nazariyelere ve bu facianın önemini kabul etmekle beraber bazı çevrelerin gösterdigi sogukluga karsı savasmayı gerektirmektedir. Bunları ister hukuki, ister ahlaki bir temele dayanarak yıkmak için birinci sart, gelecek nesillere genç yaslarda evlenme im- kanlarını saglamaktır.

Fuhus insanlıga karsı bir tahriktir. Fuhsu, ahlak konferansları ve hukuki bir iyi niyet gösterme

ile önlemeye imkan yoktur. Fuhsun önlenmesi ve tamamen ortadan kaldırılması daha önce bazı sartların ortadan yok edilmesi ve bazı yeni sartların da yaratılması ile mümkündür. Bu

sartların ilki, insan tabiatının ve özellikle her erkegin ihtiyacına tekabül eden bir erken evlenme imkanının saglanmasıdır. Bu konuda kadın ancak basit bir rol oynar.

insanların ne kadar saçma konustuklarının ve içlerinden ne kadarının akılsız olduklarının en güzel örnegi, sosyeteye mensup annelerin, kızları için "görüp geçirmis" bir damat bulunursa çok memnun olacaklarına dair söyledikleri sözlerdir. Bu tip görmüs geçirmis erkekler ise

nadir degildir, iste böylesine bir damatla yapılan izdivaçtan meydana gelen çocuk da, bu akla

ve bu düsünceye uygun bir yaratık olacaktır.

Ayrıca zürriyette bir tahdit meydana geldigi ve tabiat tarafından her çesit seçme hareketine engel olundugu düsünülecek olursa, böyle bir teskilatın niçin devam ettigini ve hangi gayeye yardımcı oldugunu bilmek bir mesele olup çıkar. Bu da bizzat fuhus degil midir? Gelecek nesiler bu konuda artık rollerini yapmıyorlar mı? Yoksa böylesine canice ve düsüncesizce en son tabii hakkı ve en son tabii görevi ihlal ettigimizden dolayı, çocuklarımızdan ve torunları- mızdan bizim omuzlarımıza ne kadar lanet yüklenecegi idrak edilmiyor mu? iste medeniyet kuran ırklar böyle çökerler ve yavas yavas ortadan silinirler.

Gerçekte izdivaç bile bir gaye olarak düsünülemez. Evlenme insanları daha büyük bir gayeye, ırkın çogalması ve bekasını hedef alan bir gayeye götürmelidir. Evlenmenin yegane manası ve görevi budur.

Bu böyle bilindikten ve kabul edildikten sonra erken evlenmenin uygun olup olmayacagı, görevini yerine getirmesi ile degerlen-dirilebilinir. Erken izdivaç genç aileye kusursuz ve

saglam bir zürriyet yetistirmesine imkan temin eden kuvveti vermesi bakımından uygundur. ğurası vardır ki, erken evlenme, önceden sosyal tedbirler alınmadan yapılmamalıdır. Tedbir alınmazsa erken evlenme akla dahi getirilmemelidir.

iste bu küçük dava, sosyal yönden birtakım kesin tedbirlere basvurulmadıkça çözümlenemez. Sosyal oldugu söylenen Alman Cumhuriyeti mesken konusunu halletmekte acz gösterir ve sadece bu yüzden evlenmeleri tahdit ederse, fuhsu tesvik ettigi açıkça görülerek bu davaların önemi anlasılır. Ailelerin beslenmeleri sorunla rina gerektiginden az önem verilmesi ve ücretlerin dagıtılıs sekli, çogu zaman evlenmeye engel teskil eden bir husustur.

Fuhusla mücadele edebilmek için evlenmenin küçük bir yasta imkan dahiline sokulması

gerekir. Bu da ancak sosyal sartlarda önemli degisiklikler sayesinde olabilir. Ayrıca, terbiyede tahsil ile fiziki gelisim arasında bir uzlasma saglanmalıdır. Bugün lise denilen sey, eski

modeline meydan okuma müessesidir. Bizim ögretimimizde saglam bir fikrin, ancak uzun zaman dayanıklı bir vücutta kalabilecegi tamamen unutulmustur. Bazı istisnalar dikkate alınmazsa, bu düsturun dogrulugu halk topluluklarına bakıldıgı zaman anlasılır.

Gün oldu ki savastan önceki Almanya'da bu gerçege hiç önem verilmedi. Bütün günahları

buna yüklemekle yetiniyorlardı. Zihinleri tek yönlü olarak aydınlatmakla milletin bütünlügü garanti altına alınmıs sanılıyordu. Bu hatanın cezası, tahmin edildiginden çok önce çekildi. Komünizmin faaliyet sahası olarak, açlıktan veya uzun süre az gıda almaktan dolayı çökmüs

bir halk toplulugunu seçmesi bir tesadüf degildir. Bu komünizm için elverisli olan çevreler

Almanya'nın merkezinde, Saksonya'da ve Ruhr Havzası'ndaydı. Bütün bu yerlerde

Yahudilerin yaydıgı bu hastalıga karsı, akıl denilen seyin hemen hiçbir ciddi mukavemetine rastlanmıyordu. Bunun da tek sebebi, zekanın tamamen maddi olarak fesada ve ahlaksızlıga ugramıs olmasıydı. Bu durum da sıkıntı ve güçlüklerden ziyade, ögretim sistemimizden ileri geliyordu. Düsünce gücü yerine, yumrugun kesin sonucu tayin ettigi bir sırada, fikri terbiye

ve gelismenin yok edilmesi, yüksek sınıf mensuplarımızı hakim olma ve gelisme yeteneklerinden yoksun bıraktı. Esasen sahsi korkaklıgın ilk sebebi çok zaman, vücuttaki eksikliklerden ileri gelir.

Sırf fikri bir egitimin ifrat dereceye vardırılması ve fiziki terbiyenin terk edilmesi, genç çocuklarda, cinsi tezahürlerin dogmasına ve tahrikine sebep olur. Spor ve beden terbiyesinin çelik gibi sertlestirdigi genç, evden dısan çıkmayan, devamlı sekilde fikri gıdalarla asırı derecede beslenen gence kıyasla, sehvani ihtiyaçları çok daha az duyar. Akla uygun gelen

terbiye sekli, su hususu dikkate almalıdır. Saglam bir gencin kadından bekleyecegi

memnuniyet, ahlakı bozuk zayıf bir adamın kadından bekleyecegi memnuniyetten baska türlü olacaktır. Bütün terbiye gencin, serbest zamanlarında bedenini faydalı bir sekilde takviye ve gelistirmek olmalıdır. Gençlerin, haylazlık etmege, sokak ve sinemaları kendi öz varlıkları ile doldurmaya hakları yoktur. Çalısma süresi bittikten sonra Vücudu kuvvetlendirmek gerekir. Vücut, hayatın günün birinde onu yumusamıs olarak bulmaması için çelik gibi sertlesmelidir. Gençligi terbiye edenlerin en kutsal görevleri, bu çelik vücutlu gençleri gelecek için

hazırlamak ve onları sevk ve idare etmekten ibarettir. Ögretim görevlilerinin isi sadece akıl ve hikmet telkin edip, ilim ögretmek degildir. "Kendi vücudu ile mesgul olmak herkesin sahsına

ait bir istir." fikri zihinlerden sökülüp atılmalıdır. Hiç kimse zürriyetinin ve bunun neticesi olarak milletinin zararına günah islemek hürriyetine sahip degildir.

Beden terbiyesi ile beraber, ruhun ve maneviyatın zehirlenmesine karsı da mücadele edilmelidir. Bizim dıs hayatımızın tamamı ; sanki bir kıs bahçesinde geçer. Burada cinsi

tezahürler ve tahrikler filizlenir. Sinema ve tiyatrolarımıza bir göz atalım. Buralarda özellikle gençligin ihtiyaç duydugu gıdalara asla tesadüf edilmez. Bu inkarı imkansız bir gerçektir. Sinema binalarının vitrinlerinde, ilan duvarlarında en adi vasıtalara basvurarak, halkın dikkati çekilmek istenir. Bu sehvet dolu hava, gençlerin üzerlerinde birtakım tahriklere sebep olur. Halbuki gençlerin içinde bulundukları devre böyle seylerle karsılasmamaları gereken bir

devredir. Bugünkü ögretim sisteminin ise gençlige pek az memnuniyet verici faydaları

olmaktadır. Vaktinden evvel olgun duruma gelen gençler, vaktinden evvel yaslanmaktadırlar. Mahkemelerden kulaklarımıza birtakım olaylar aksediyor. On dört ve on bes yaslarındaki çocuklarımızın manevi hayatları hakkında korkunç ve kötü manzaralarla karsılasıyoruz. Daha

o yasta frenginin kurbanı olunursa, buna kim hayret eder? Vücutları zayıf, düsünme güçleri çürümüs birçok gencin, büyük sehirlerin fahiseleri tarafından izdivaç sırrına erdirilmis olduklarını görmek, bir sefalet degil de nedir? Hayır hayır! Fuhsu kaldırmak isteyen, önce fuhsa sebep olan ahlaki bozuklukları bertaraf etmelidir.

Büyük sehirlerdeki medeniyetin ahlaki vebası olan pislik yuvaları, hiçbir sey gözetmeden ve çıkarılması muhtemel feryatlara kapılmadan kaldırılmalıdır. Gençlik bugün içine battıgı bataklıktan çekip çıkarılmazsa orada bogulup yok olacaktır. Bu durumu görmek istemeyen bir kimse, hiç süphe yok ki, gelecek nesillere istinat ettirilen atimizin yavas yavas fuhsa gark olmasındaki suça istirak et mis demektir. Bu temizleme hareketi medeniyetimizin hemen her alanına yayılmahdır. Tiyatro, sinema, edebiyat, güzel sanatların diger kolları, basın, duvar ilanları, sergiler medeniyetin ve devletin prensibi olan ahlaki bir fikrin hizmetine verilmelidir. Dıs dünyamız, modern egzotizmin bogucu kokusundan ve her türlü sofuca ve ikiyüzlülükten kurtarılmalıdır. Bütün bu hususlar hakkında gaye ve takip edilecek yol, milletimizin fizik ve ahlaki sıhhatini korumak olmalıdır. Ferdi hürriyete tanınan hak, ırkı kurtarmak görevi

karsısında ikinci planda kalır.

iste ancak bu tedbirler alındıktan sonra, bizzat salgın hastalıkla mücadele, biraz basarı ümidi

ile idare edilebilir. Fakat burada da yarım tedbirler bir ise yaramaz. En agır ve en kesin tedbirlere basvurulmalıdır, iyi olma ümidini kaybetmis hastalara, henüz saglam bulunan hemcinslerine hastalık bulastırabilme imkanını vermek büyük hata olur. Bu sekil hareket, bir sahsa fenalık etmemek için yüz kisinin ölmesine göz yummak cinsinden bir davranıstır. Frengililer için, frengili çocuk yetistirmek imkanını vermemek, akla uygun en dogru isi

yapmak demektir. Bu hareket bir esasa göre ve geregi gibi yapıldıgı takdirde, insanlıga karsı

en yüce hislerle hizmet edilmis olur. Böylesine bir hareket milyonlarca bedbahtı acılardan korur ve bizi yavas yavas sifaya kavusturur. Bu yolda yürüme kararı, bütün zührevi hastalıkların agır agır yayılısına bir set olacaktır. Çünkü gerekirse, sifa bulmaları imkansız hastaların tecridine karar verilecektir. Frengi felaketine ugramıs bir kimse için bu barbar bir

tedbirdir. Fakat bu tedbir sayesinde günümüzdeki ve gelecekteki nesiller kurtarılmıs olacaktır. Bir asrın geçici acıları, gelecek asırları felaketlerden kurtarabilir ve kurtarmalıdır.

Frengi ve onun vasıtası olan fuhsa karsı mücadele insanlıgın en büyük görevlerinden biridir. Çünkü burada tek ve dar çevreli bir meselenin halli degil, birbirini takip eden olaylar dolayısıyla o salgın hastalıgı meydana getiren bütün bir fenalıklar serisinin yok edilmesi söz konusudur. Vücudun bu yarası, sosyal, ahlak ve ırki içgüdülerin dogurdugu bir hastalıgın sonucudur. Eger bu mücadele tembellik, sünepelik veya korkaklık yüzünden yapılmayacak olursa bes yüz yıl sonunda milletlerin ne hale gireceklerini simdiden hayal etmek

mümkündür. Tabiatın yaratıcısı ile alaya kalkısmadan hiçbir fert için Tanrı'nın hayali oldugu söylenemeyecektir. Eski Almanya bu salgına karsı acaba ne sekilde karsı koymus-IU?

Yapıları bütün is sakin bir kafa ile incelendiginde, insanı sasırtan >bir cevap alınır. Gerçi hükümet çevrelerinde bu hastalıgın korkunç tahribatı ve bunların sonuçları ölçülmese bile, kabul edilmisti. Fakat bu salgına karsı mücadelede tamamen aciz kalınıyordu. Derin tedbirlerden çok, basit mücadele usullerine basvuruluyordu. Orada burada frengi hakkında kesin veya nazari bazı fikirler söyleniyor, fakat hastalıga sebep olan seylerin devamına fırsat veriliyordu. Fler fahise muayeneden geçiriliyordu. Bu muayene mümkün oldugu kadar ciddi tutuluyordu. Hastalık görülürse, fahise hastaneye yatırıyordu. Fakat yüzeysel bir tedaviden sonra, hasta tam sifa bulmadan taburcu ediliyordu. Böylece fahise insanlıgın saglam kalan kısmının

üzerine yollanıyordu.

Bir koruma ekibi kurulmustu. Bu durumda, tamamen iyilesmemis bir kimsenin her türlü cinsi münasebetten kaçınması gerekiyordu. Aksı halde cezaya çarptırılırdı. Gerçekten bu tedbir iyi

idi. Fakat uygulamada hemen hemen olumlu bir sonuç vermedi.

Eger bu felakete ugramıs olan bir kadın ise, çok defa kötü birtakım sartlar altında kendi saglıgını çalan erkegin aleyhinde sahitlik yapmak üzere mahkemeye gitmekten kaçınıyordu. Esasen bunun kadına bir faydası da yoktu. Hatta aksine bu isten zarar görecek olan kadındı. Çünkü çevresinde dostlugunu kaybedecek ve kötü bakıslara hedef olacaktır. Hem de aynı

akıbete ugramıs bir erkekten daha çok kötülenecektir. Bir de frengiyi yayan bizzat koca ise, o zaman is daha da karısacaktır. Bu durumda zavallı kadının kocasını sikayet etmesi gerekir mi? Eger sikayet etmezse ne yapmalı?

Erkege gelince o bu salgına maalesef kendiliginden ugramıstır. Genellikle bu bela fazla içki içtikten sonra basına gelmistir. Ele geçirdigi kadının durumu hakkında bir hüküm

veremeyecek kadar sarhostur. Hastalıklı fahiseler bunu gayet iyi bilirler. Bundan dolayı sarhos erkekleri avlarlar. Neticede gafil erkek frengiye yakalandıktan sonra ne kadar

düsünürse düsünsün artık o kadını hatırlayamaz. Hele iki büyük sehir olan Berlin ve Münih ile diger kalabalık yerlerde buna sasılmaması gerekir. Hem de erkeklerin çogu bu büyük sehirlere civar illerden gelen kimselerdir. Büyük sehirlerin çekicilikleri karsısında tamamen tecrübesizdirler. Ayrıca hasta olup olmadıgını kim bilebilir? Birçok kereler iyi oldugu sanılan

bir erkekte hastalık nüksediyor ve büyük felaketler hazırlıyor da insanın kendi si hiçbir seyden

süphelenmiyor.

îste bu salgına karsı alınan kanuni tedbirlerin uygulamadaki sonucu hemen hemen bir hiçten ibaret kalıyordu. Fahiselerin de muayene usulleri aynı basarısız sonucu veriyordu. Hatta sifa bulma ihtimali bile süpheli idi. Gerçek durum söyle idi: Frengi bütün tedbirlere ragmen

gittikçe daha büyük bir hızla yayılıyordu, iste bu sonuç bu usullerin ne kadar tesirsiz oldugunu açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü tedbir diye yapılanların çogu yetersiz veya gülünç seylerdi. Halkın ahlaki fuhsuna karsı hiç mücadele edilmiyordu. Bütün bunları önemsiz bir sey gibi saymaya egilimi olan bir kimse, bu felaketin yayılısına dair istatistiklerin ortaya koydukları gerçekleri iyi niyetle incelesin ve son yüzyıl içindeki artısı mukayese etsin ve bu gelisme karsısında biraz aklını kullansın, eger basından ayaklarına kadar nahos ve soguk bir

ürpermenin dolastıgını hissetmezse, o bir esegin zekasına sahip demektir.

Eski Almanya'da bu kadar kokmus bir olay karsısında ne kadar zayıf ve yetersiz tedbirler alınmıs olması da milletin bozulmasına bir isaret olarak kabul edilebilir. Her seyin

mücadeleden ibaret oldugu bu dünyada, mükafat bizim kendi samimiyetimizden ibaret olan

bir mücadelede eger kuvvet bulunmazsa, yasama hakkımızı da kaybetmisiz demektir. Çünkü dünya, tamamen kesin hal çareleri uygulayan kuvvetlilerin malıdır, yarım tedbir alanların degildir.

Eski imparatorlugun en açık bozulma olaylarından biri de kültür seviyesinin agır agır düsüsüydü. Kültür derken, bugün için medeniyet kelimesi ile ifade edilen seyden bahsetmiyorum.

Daha on dokuzuncu yüzyılın sonlarında bizim sanatımıza o güne kadar henüz meçhul ve yabancı olarak kabul edilemeyecek bir unsur girmeye baslamıstı. Hiç süphe yok ki, daha eski devirlerde birçok zevk hataları islenmisti, fakat bu gibi durumlarda daha çok bir sanatkarın çıkması olaylarına tesadüf ediliyordu. Daha sonra gelen nesil bu sanatkarların eserlerinde bir dereceye kadar tarihi deger bulabilmisti. Çünkü bu hal, hiçbir sanat vasfı olmayan ve

tamamen düsünce gücünün noksanlıgı derecesine varan bir fikri düsüsten ileri gelen bir degismenin ürünü degildi. Kültür seviyesinin düsüsünün görünümleri, daha sonraları siyasi çöküsün göze çarpması ile ortaya çıktı. Gerçekte komünizm; komünistligin ı tek canlı kültür seklidir ve onun fikir sahasındaki biricik görünü-

I müdür. j. Bu teshisi garip bulanlar, yalnızca komünistlestirilmek saadeti-

j ne erismis devletlerin sınıfını incelesinler. Bu incelemeyi yapanlar, . devletçe resmen tanınan

ve kabul edilen sanat olarak delillerin ve sembolistlerin garabetleri ile karsılasacaklar, hayret

ve dehset içinde kalacaklardır. Onları kübizm ve dadaizm mefhumları altında on dokuzuncu asrın sonlarında tanıdık. Bavyera'da Sovyet Cumhuriyeti'nin kısa devri zamanında bu olay ortaya çıkmıstı. Daha o sıralar -; da, bütün resmi duvar ilanlarının, gazetelerdeki reklamların sadece siyasi bozulmanın damgasını degil de kültür yönünden çöküsün isaretlerini tasıdıkları teshis edilebilirdi. 1911 yılından bu yana lütüristlerin* ve kübistlerin* * saçma sözlerinde kendilerini göstermeye baslayan sekilde bir kültür yıkılısı altmıs yıl önce olsa, vahametini gözlemledigimiz siyasi çöküse kıyasla daha zor tahmin olunabilirdi.

Altmıs yıl önce dadaist adı verilen bir sergi imkansızdı ve bunu açmaya kalkan akıl

hastanesine kapatılırdı. Bu salgın hastalık hayat yüzü göremezdi. Çünkü kamuoyu bunu kabul etmezdi. Devlet müdahale etmezlik yapamazdı. Keza bir milletin fikri çılgınlıgın içine

atılmasına engel olmak bir hükümet isi idi. Böyle bir gelismenin günün birinde son bulması gerekirdi. Çünkü böyle bir sanat sekli gerçekten genel düsünüsü kapsadıgı gün, insanlık için sonucu en agır olan alt üst olmalardan biri meydana gelecekti. Ğnsan beyninin tersine dogru gelismesi bu sekilde baslamıs olacaktı, îste bunun ne sekilde bitecegi düsünülünce insan ister istemez titriyor.

Son yirmi yıl içinde kültürümüzün gelismesi incelenecek olunursa, gerici hareketlere ne kadar dalmıs oldugumuz dehsetle görülür ve her tarafta kültürümüzü er geç öldürecek birtakım hastalıklı urlar yetistiren tohumlara rastlarız. Burada da yavasça seyreden bozulma halindeki

bir dünyanın çökme olaylarını ayırt edebiliriz. Bu hastalıgı yenemeyecek olan milletlerin vay haline!

Bu hastalıklı olaylar Almanya'da hemen hemen her alanda görülebilirdi. Artık her sey en son noktayı da asmıs, uçuruma dogru

* Fütürist: 1910 yılında italya'da ortaya çıkan ve geçmis, simdiki ve gelecek zamanların duyumlarını bir arada göstermeyi amaç edinen.

** Kübizm: 1910-1930 arasında eserler vermis olan sanat okulu. Esyayı geometrik biçimde göstermeyi amaç edinen.

süratle gidiyor gibiydi. Tiyatronun seviyesi gitgide daha da düsü yordu. Eger saray tiyatrosu sanatın fahiselesmesi aleyhinde hareke ı etmeseydi, kültür etkeni olan tiyatro sanatı kesin bir biçimde orta dan kalkacaktı. Birkaç istisna hariç, diger sahne oyunları o halde idiler ki,

bunlara gitmekten kaçınmak, millet için çok iyi bir hareket olurdu. Gençleri o sanat merkezlerinin(!) çoguna göndermemek, iç bünyedeki bozulmanın en esef verici isaretiydi. Bir

müzenin kapısına asılması gereken "gençlerin girmeleri yasaktır" ilanı hiç sıkılıp utanılmadan

bu sanat merkezlerinin kapılarına konuyordu. Her seyden önce gençligin egitimine yardımcı olmaları için faaliyet göstermeleri ve yaslı kimselerin eglencelerine hizmet etmemeleri gere- ken bu yerlerde, bu tedbirlere basvurulmasının garabetini bir kere düsününüz. Eski devrin

dram yazarları bu tedbirler hakkında ne derlerdi? Kim bilir Sebiller nasıl galeyanla, Goethe nasıl bir hiddetle basını çevirirdi? Fakat yeni Alman siiri karsısında Schiller, Goethe ve Shakespeare nedir ki? Eski, köhne ve modası geçmis bir devrin, birer olayları! iste bu devrin göze çarpan ve en belirli vasfı budur. Bu devirde sadece pis seyler meydana getirilmekle kalınmamıs, ayrıca geçmisin büyüklükleri de lanetlenmistir. Bu gibi olaylar her an göze çarpmaktadır. Bir devrin ve adamların eserleri ne kadar basit ve sefilane ise, geçmisteki büyüklügün ve serefin isaretleri de o kadar nefretle karsılanır. Bu çesit devletlerde tercih

edilen sey, her türlü mukayese imkanını ortadan kaldırmak ve kendi adi malını menfaat olarak yalancılıkla sunmak için insanlıgın geçmisteki hatıralarını silmekten ibarettir. Bundan dolayı

her yeni kurulus ne kadar adi ve esef verici ise, geçmis devirlerin son kalıntılarını yok etmek için o kadar çaba gösterir. Halbuki insanlıgın gerçek ve büyük bir yenilesmesi, eski nesillerin

en güzel eserlerine kendini vermekle ve hatta onların degerlerini daha çok göstermeye çalısmakla olur. Geçmis devrin karsısında solgun bir duruma düsmekten korkmaz ve insan- lıgın kültür hazinesine öylesine katılır ki, çok zaman eski eserlerin hatırasını devam ettirerek

onlara layık oldukları saygıyı göstermek için bizzat çaba sarf eder. Böylece yeni sanat

eserlerine de devrin tam bir anlayısını saglamak imkanı elde edilir.

Dünyada kendi kendine degerli bir sey ortaya koyamayan ve bu çabayı göstermeyen bir kimse, gerçek sanat eserlerinin hepsine kın besler ve özellikle onları inkar eder, hatta tahrip etmekten büyük haz duyar. Bu sadece genel kültür alanındaki yeni hareketlerde degil, aynı zamanda siyasi olaylarda da böyledir. Bir devrim hareketi gerçekte ne kadar az bir deger

tasırsa, o devrim hareketi eski sekillere o kadar çok kin besler. Burada da kendi eserini takdire layık gibi gösterme istegi, geçmisin iyi ve gerçekten yüksek degerde günümüze intikal

ettirdigi herhangi bir seyine karsı körü körüne bir kine sebep olabilir. Mesela büyük Frederic'in tarihi hatırası yok edilemedikçe Frederic Ebert ancak ilerisi için konan bir kayıt altında hayranlık dogurabilir. ğans Souci kahramanı eski Bremen Semercisi ile kıyasta; ay

karsısındaki günes gibi yer alır. Ancak günes battıktan sonra, ay görülebilmektedir, iste yeni ayların, yıldızlara karsı besledikleri kinin sebebi buradadır.

Kader bir süre için iktidarı herhangi bir degersiz herifin kucagına attıgı zaman, o kimse geçmisi sadece çamura sokmakla ve lanetlemekle yetinmez, kendisini yüzeysel araçlarla

elestiriden kurtarmaya çalısır. Bu konuda ibret alınacak örnek yeni Alman Reich'ının korunma kanunlarıdır.

Yeni bir fikir, yeni bir görüs yeni bir dünya düsüncesi, yeni iktisadi ye siyasi hareketler, bütün geçmisi inkar etmeye, onu kötü veya degersiz göstermeye kalkısırsa, sadece bu davranıs,

insanın son derece ihtiyatlı ve kuruntulu olmasına yetmelidir. Çok zaman böyle bir kinin ortaya çıkısı, ya o kini besleyen adamın pek degersiz olması, ya da kötü bir niyetin bulunmasıdır, insanlıgın gerçekten hayırlı bir yenilesmesi, daima ve sonsuza kadar son saglam, temelin bulundugu yerde insaata baslama isini üstüne alacaktır. O günümüzdeki

kurulu gerçeklerden faydalanmaktan utanmayacak ve çekinmeyecektir. Çünkü bütün kültür, insanın kendisi gibi, ancak uzun bir gelismenin sonucudur. Bu gelismede her nesil binayı insa etme hususunda kendi tas ve harcını getirmistir. Demek ki devrimlerin ruhu ve gayesi bu

binayı yıkmak degil, kötü olan veya kötü yapılmıs seyi ortadan kaldırmak, var olan seyin yanında yeniden ortaya saglam ve daha fazla bir sey koymaktan ibarettir. Ancak böyle yapılırsa insanlıgın gelismesinden söz edilebilir ve ondan söz etmek hakkı mevcut olabilir. Yoksa dünya hiçbir vakit karısıklıktan kurtulamaz. Çünkü bu halde her nesil geçmisi inkar etmek hakkını kendinde bulacaktır. Böylece her nesil, bir ise girismeden geçmis devirlerde yapılanları yok etmek hakkına sahip oldugunu iddiaya kalkısacaktır. Savastan önceki

kültürümüzün genel durumundaki en hüzün verici taraf, sadece estetik ve genel görünüsü itibariyle kendi alanında yenilikler ortaya kovmaktan aciz olusu degildi. Esef yaratan durum kendinden daha büyük olan geçmis devrin kültürünü lekelemek ve ortadan silmek hususunda beslenen kin idi. Sanatın bütün dallarında, özellikle tiyatro ve edebiyatta yirminci yüzyılın basından itibaren daha önemsiz ve daha az eser meydana getirildi. Moda en iyi eserleri asagılıyordu.

Eski eserler, adı ve zamanı geçmis köhne seyler olarak gösteriliyordu. Sanki bu devirde, kendi utandırıcı yetersizlikleri bir yüksek eser vermis gibi... iste geçmisin basarısını, halin

gözlerinden uzak tutmak ve örtmek için sarf edilen çaba, bize gelecek günlerin havarilerinin

ne mal olduklarını açıkça göstermektedir. Bu faaliyete dikkatle bakılırsa, yeni veya sahte kültür hareketleri söz konusu olmadıgı anlasılırdı, Sarf edilen çaba, bizzat medeniyetin temellerini yıkmak içindi. Böylece o güne kadar saglam kalmıs olan güzel sanatlar,

düsünceler ve hisler çılgınlıgın bataklıgına, mümkün oldugu kadar derin batırılacak ve manevi yönden siyasi komünizme yol açılacaktı. Pericles asrı Parthenon ile maddiyat kazanmıssa, bugünün komünist parçaları da birkaç filozof bozuntusu kübistlerle maddi bir sekil almıstır.

Bu husus ele alındıgı sırada, milletimizin bir kısmının gözle görülen korkaklıgına da dikkat etmek gerekir. Bunlar ögrenim ve topluluk içindeki durumları itibariyle, kültürüne karsı girisilen bu tecavüzlere bir cephe meydana getirmeli idiler. Sadece komünist sanat

havarilerinin bagrısmalarından korkarak her türlü ciddi direncinden vazgeçtiler ve böylece o

zaman kaçınılması imkansız sanılan akımın kucagına kendilerini attılar. Çünkü bu komünist sanatı havarileri kendilerini seçkin birer yaratık olarak kabul etmeyenlere siddetle saldırdıkları gibi, onları geri kafalı adam diye damgalayıp teshir ediyorlardı. Bu yarı delilerin ve saçma

sanat dolandırıcılarının ithamlarından korkuluyordu. Sanki fikir yönünden bozulmus bu heriflerin ve milleti aldatanların yaptıklarını anlamamak ayıp olacakmıs gibi...

Bu kültür çırakları, deliliklerini kudretli bir esermis gibi göstermek için gayet basit bir vasıtaya sahiptiler. Onlar, anlasılmaz her eseri, hayretler içinde kalmıs dünyaya, kendi

içlerinde "yasanılmıs olaylar" adı altında sunuyorlardı. Böylece itiraz edecek pek çok kisinin sözlerini daha bastan agızlarından çekip alıyorlardı. Bunun bir tecrübeden ibaret oldugunda

hiç süphe yoktu. Ancak anlasılmayan taraf, saglam dünyaya, karmakarısık fikirlere yakalanmıs kimselerin veya katillerin duygusal aptallıklarını sunmalarında bir anlam bu- lunması idi.

Bir Maurice von Schvvind'in veya bir Böcklin'in eserleri de yakından yasanmıs tecrübelerdi. Fakat bunlar bazı soytarılar tarafından degil, Tanrı'nın lütfuna erismis yazarlarca yasanmıs tecrübelerdi. Fakat bu konuda aydın çevrelerin esef edilecek korkaklıgını görmek ve anlamak mümkündü. Bu çevreler milletimizin saglam içgüdüsünün zehirlenmesi karsısında, sanki herhangi bir ciddi direnç önünde sasırıp, mıhlanmıs gibi duruyorlar ve adi çılgınlıkların için-

den çıkıp kurtulmak görevini halktan bekliyorlardı. Bunlar sanattan anlamıyormus gibi görünmemek için, sanata karsı bütün bu hıyanetleri satın alıyorlardı. Sonunda is iyi ile kötüyü ayıramayacak kadar karıstı.

On dokuzuncu yüzyılda, Almanya'nın sehirleri medeniyet merkezi vasıflarını kaybederek, yalnız birer göç merkezi seviyesine indiler. Büyük sehirlerimizin modern proletaryasının oturdugu yere karsı duydugu pek az baglılık, artık herkesin tesadüfen ilisip kaldıgı bir noktadan baska bir seyi söz konusu etmemesinden ileri geliyordu. Bu kısmen sık sık yer degistirmelerin sonucu idi. Buna sebep olan sosyal sartlar insana oturdugu yere sımsıkı

baglanmak fırsatını vermiyordu. Fakat bunda genel kültür yönünden karakter eksikliginin de rolü vardı.

Kurtulus savasları sırasında Alman sehirleri az oldukları gibi pek küçüktüler. Gerçekten hükümet merkezleri olusu itibariyle kültür yönünden belirli bir iki rakibi vardı. Bugünkü aynı dönemde sehirlere kıyasla nüfusu elli binden fazla birkaç sehir bilim ve güzel sanatlar

yönünden zengindiler. Münih'in nüfusu altmıs bine yaklastıgı sıralarda, bu sehir Alman sanat

merkezleri arasında basta geleni oluyordu. ğimdi ise sanayi merkezlerinin hemen hemen hepsi

bu nüfusa sahiptirler ve hatta daha da kalabalıktırlar. Fakat gerçek bir deger içeren hiçbir seye sahip olamamıslardır. Bunlar birer kısla yıgınından ibarettirler, içlerinde barınılır ve kira ile

oda tutulur, iste hepsi bu kadar. Bu derecedeki karaktersiz yerlere sevgi ile baglanması imkansızdır. Hiç kimse, bir özelligi olmayan ve sanki en ufak sanat eserine yer verilmemesi için gayret sarf edilmis gibi gözüken bu sehirlere asla baglanamaz. Ancak is bununla da bitmiyordu. Büyük sehirler nüfusları arttıkça, gerçekten sanat eserleri yönünden zayıflıyorlardı. Buralar gitgide daha hayvani bir hal alıyordu. Soysuzlasma küçük sanayi sehirlerindekinden daha az oluyordu, fakat bu yerlerde hep aynı manzara göze çarpıyordu. Modern devrin büyük sehirlerde kültüre ayırdıgı hisse tamamen yetersizdi.

Bütün sehirlerimiz geçmisin san, seref ve hazineleri ile yasıyorlar. Günümüzün Münih'inden Birinci Louis zamanında meydana getirilen eserlerin hepsi ortadan kaldırılsa, o dönemden bu yana yapılan önemli güzel eserlerin sayısının ne kadar az oldugu dehsetle görülecektir. Bu, Berlin ve diger sehirler için de böyledir. Fakat esas nokta sudur. Bugünkü büyük

sehirlerimizle, sehrin genel görünüsü içinden ayrılıp ortaya çıkacak, göze çarpacak ve bütün bir devrin sembolü olarak gösterilebilecek hiçbir anıt yoktur. Halbuki orta çagların

sehirlerinde san ve serefin bir anıtı vardı. Eski zamanın sehirlerinin belirli anıtı özel meskenler arasında bulunmuyordu, bu geçici bir akıbete degil, sonsuzluga aday görülen

topluluk anıtları arasında ilk bakısta göze çarpıyordu. Çünkü bunlar herhangi bir mülk

sahibinin servetini aksettirmek için kullanılamazdı. Bu anıtlar toplulugun büyüklügünü ve önemini ortaya koyarlardı, iste halkın her birinin bugün bizi sasırtacak derecede sehre baglanısını saglayan anıtlar, bu sekilde meydana getirildiler. Gerçekten sehir halkının gözleri

önünde bulunan sey, vatandasların adi görünüslü evleri idi, büyük ve önemli binalar tamamen topluma ait idi. Bunların karsısında mesken olarak kullanılan binalar ayrıntı seviyesine düsü- yordu.

Eski devlet zamanında yapılan insaatın büyüklükleri aynı devrin evleri ile kıyaslanırsa kamuya ait eserlerin ön plana alınması gerekecegi yolundaki prensibin ne kuvvetle

dogrulanmıs oldugu görülür. Çok eski çaglardan kalma harabeler arasında yükselerek, duran bazı sütunlar o devirlerin is hanları degildir, onlar ibadet yerleri ve devlet binalarının kalıntılarıdır. Yani bizzat topluma ait eserlerdir. Çöküs halindeki Roma'nın debdebe ve büyüklügü içinde bile, ön planda yer alan binalar birkaç vatandasın villaları ve sarayları olmamıstır. Bugüne kadar kalan eserler, devletin, yani milletin mabetleri, hamamları,

arenaları, su yollarıdır. Orta çaglarda Almanya bile, güzel sanatlara ait düsünceler farklı olmakla beraber, aynı hakim prensibi korudu. Eski çaglarda kendisini Akropol'de veya

Panteon'da ifade eden his, simdi gotik sanatın sekillerine giriyordu. Bu büyük binalar, o ahsap

ve tugla yapılardan kurulu orta çag sehirlerinin ezilmis yıgınları üzerlerinden birer dev gibi göklere yükselirlerdi. Bugün bile çevrelerini apartman denen tas yıgınları sarmasına ragmen,

bu anıtlar kendilerine has vasıflarını koruyorlar. Bu anıtlar her yere kendi özelliklerini veriyor

ve kendi görünüslerinden bir parça meydana getiriyorlar. Katedral, belediye sarayları, haller, bekçi kuleleri gerçekte eski çagların düsünüsünü kapsayan yeni bir görüsün belirli isaretleri idiler. Devlet binaları ile sahıslara ait binalar arasında esef edilecek kadar fark vardı. Bir gün Berlin, Roma'nın akıbetine ugrayacak olursa yeni nesiller en degerli ve önemli eser olarak birkaç Yahudi'nin magazalarına ve birkaç sirketin binalarına hayranlık duyacaktır.

Günümüzün medeniyetinin belirli vasıflarını bunlar ifade edecektir. Bugün Reich'ın binası ile, maliye ve ticaret binaları arasında hüküm süren o büyük nispetsizligi bir kıyaslamak

yeter sanırım...

Bugün devlet binaları için ayrılan tahsisat gülünç ve çok yetersizdir. Bundan dolayı sonsuzluga kadar ayakta kalacak binalar yapılamıyor. Yapılanlar o anın ihtiyacını

karsılayacak çapta oluyor. Bu konuda daha yüksek bir fikir kendini kabul ettirmiyor. Berlin

satosu yapıldıgı sırada, zamanımızda kütüphanenin haiz oldugu önemden çok daha büyük bir

önemi vardı. Halbuki yaklasık 60 milyona çıkan bir savas gemisine karsılık, Reich'ın ilk defa yapılan ve sonsuzluga kadar ayakta kalacak olan bir anıtına bu paranın yarısı ayrılabildi. Binanın iç insaatı için parlamento tas kullanılmasına karsı çıktı ve duvarların alçı ile kaplanmasına karar verdi. Gerçi bu defa siyasiler çok iyi hareket etmislerdi. Çünkü tas

duvarlar arasında alçı kafalar tam yerlerini bulmus sayılamazlardı.

Sözün kısası, bugünkü sehirlerimizde, toplumun hakim ve bariz vasfı yoktur. Topluluk, sehirlerle olan münasebetlerinde bu hususu sembollestiren hiçbir sey göremiyorsa, buna sasırmamalıdır. Bunun sonucu, büyük sehir halkının kendi sehrine karsı kesin bir kayıtsızlık içinde bulunması ile ortaya çıkan, gerçek bir hüsrandır. Bu da medeniyetimizin yıkılmasının

ve genel çöküsümüzün bir isaretidir. Devrimiz, gayelerin adiligi, daha dogrusu paranın esareti içinde boguluyordu. Ğste bundan dolayı, böyle bir putun hakimiyeti altında, kahramanlık ruhu ortadan çekilirse, buna da asla sasmamalıdır. Halk ancak yakın geçmisin ektigini biçer.

Bozulma olaylarının hepsi, en son noktada, genel hususlar hakkında esit olarak kabul edilmis

bir görünüsün eksikliginin ve bundan çıkan genel korku ve çekingenligin, ayrıca verilen kararlardaki korkunun ve devrin her büyük meselesinde alınan vaziyetin sonuçlarından ibarettir. Bundan dolayı ögretim ve egitimden baslamak üzere her sey adi ve sallanır bir haldedir. Herkes sorumluluktan korkuyor ve islenen hatalara korkakça hosgörü gösteriyor. Hümanist hülyalar moda olmustur. Nefsimizi delalete terk ederek, fertlere hıyanet edilmekte

ve böylece binlerce kisinin gelecegi feda olunmaktadır. Savastan önceki dini durumun

incelenmesi ile, bu genel uyusmazlıgın ve bozulmanın ne kadar büyümüs oldugu görülecektir. Uzun zamandan beri millet, dini inanıslardaki ve büyük bir kısım topluluk da kainat konusuna

ait düsüncelerdeki tesirli kanaatlerim kaybetmistir. Bu hususta çesitli kiliselerin çesitli tarikatları, bu islere kayıtsız kalanlar kadar rol oynuyorlardı. Asya ve Afrika'daki iki

"consession" kendi telkinlerine yeni müritler kazanmak için misyonlardan istifade ederlerken,

bu faaliyet islamiyet'in dogusu ve gelismesinden önce ancak önemsiz bir basarı kazanabildi. Avrupa'da ise milyonlarca inanmıs kimse kaybediliyordu. Bu milyonlarca kisi, dini hayata yabancı kalıyor veya kendi bildikleri yola sapıyorlardı.

Bütün dinlerin inanısına ait temellerine karsı, ne büyük siddetle bir mücadelenin sürdügü gözden uzak tutulmamalıdır. Gerçi bu temellerde insanın dünyasında dini bir gayenin gerçek

bir kalıntısı tasavvur edilemez. Büyük halk toplulukları filozoflardan meydana gelmis

degildir. Halbuki, toplum için iman, dünyada ahlaki telakkinin yegane temelidir. Bunun

yerine baska seyler konulması, memnuniyet verecek sonuçlar saglamadıkları gibi, o zamana kadar geçerli ve yürürlükte olan dinlerin yerini alacakları da kabul edilemez. Fakat dini iman

ve telkinler, genis halk toplulukları üzerinde tesir yaparsa, o vakit bu imanın itiraz kabul etmeyen muhteviyatı, her türlü tesirli icraat ve hareketin temeli ve bası olmalıdır. Anayasalar

bir devlet için ne ise, inançlar da dinler için aynı seydir, inanç olmazsa, akıllı ve zeki bir surette yasayan yüksek mevkie çıkmıs birkaç yüz bin kisinin yanında milyonlarca insan bundan yoksun olarak yasamaya devanı edecektir. Sonsuz bir sekilde yayılma kabiliyetine sahip bir halde bulunan manevi fikir, ancak anıtlar vasıtasıyla bir açıklık kazanabilir ve o sekilde digerlerine intikal eder. Eger bu sekil olmasa idi, bir iman haline dönüsmezdi. Fikir hiçbir zaman metafizik bir düsünce, yani kısacası, bir felsefi düsünce halinde gelismezdi. Gerçekte, akidelere karsı mücadele, bu sartlar içinde devletin genel kanunlarının temelleri aleyhindeki mücadeleye benzer. Bu mücadele nasıl tam bir anarsi ile sonuçlanırsa, dini mücadele de degerden yoksun bir nihilizm içinde yok olur.

Bir siyasi için, dinin degerinin takdiri, arz edecegi bazı tasavvurlara göre olmamalıdır. Aslında hayırlı düsünceler saglaması ile ölçülmelidir. Eger bir karsılıgı ve olumlu olanı

bulunmadıkça mevcut olanı yok etmek delice veya canice bir is olur. Hiç süphe yok ki pek az memnuniyet doguran dini vaziyetten dolayı, sırf dinin dısında kalan ayrıntılarla din fikrini agırlastıran, müspet ilimlerle gereksiz bir kavgaya tutusan kimselere ufak da olsa bir

sorumluluk düsmez. Bu noktada baslayan kısa bir kavgadan sonra zaferin daima bilim

tarafından kazanılacagı itiraf edilmelidir. Din ise sadece yüzeysel bir iyimserlik üstüne yükselmeye basarı gösteremeyenlerin gözlerinde, agır zayiata ugrayacaktır.

isin en fenası dinin, siyasi menfaatler ugrunda kullanılmasının sebep olacagı zararlardır. Dini, siyasi gayelerine ve islerine hizmet için kabiliyetli ve kıymetli bir vasıta kabul edenlere karsı

ne kadar siddetli söz söylense yine de azdır. Bu çesit yüzsüz kimseler kendi itikat ve

imanlarını kalabalık içindeki zavallılar isitsinler diye gırtlaklarını yırtarcasına bagırırlar. Esas gayeleri bu ugurda ölmek degil, bunun sayesinde geçimlerini saglamaktır. Bu kimseler sadece siyasi bir fayda saglamak için imanlarını satabilirler. Birkaç milletvekilligi için her dinin can düsmanı olan Marksistlerle anlasma yaparlar. Bir bakanlık için, isi seytanla evlenmeye kadar vardırabilirler. Yeter ki utanma hissinden yoksun seytan buna "evet" desin...

Eger savastan önceki Almanya'da dini hayat agızlarda kötü bir tat bırakıyorsa, buna sebep kendisine Hıristiyan adını veren partinin Hıristiyanlıgı suiistimal etmesi ve Katolik imam ile

bir siyasi partiyi aynı sey gibi göstermesi idi. Katolik imanın yerine siyasi bir partinin geçmesinin sonucu degersiz bir sürü kimseye mecliste mevki temin ettigi gibi, kiliseye de zarar verdi.

Bu durumun sonuçlan milletin omuzlarına yüklendi. Çünkü dini hayatta sebep oldukları gevseme öyle bir devirde meydana geldi ki, zaten her sey gevsemeye ve sallanmaya baslamıstı, bu sartlar içinde geleneklerin ve ahlakın temelleri de yıkılmak üzere idi. Fakat

sosyal organın bütün bu yaraları ve sarsıntıları, kötü bir olay isin içine karısmadıkça zararsız

bir halde durabilirdi. Ama yem önemli olaylar milletin iç saglamlıgı meselesine kesin bir önem verince, bunlar korkunç bir hal aldılar. Dikkatli gözler, siyasi alanda da buna benzer birtakım bozukluklar görebilirdi. Bu bozukluklar kısa zamanda düzeltilmedigi ve çaresine

bakılmadıgı için imparatorlugun pek yakın bir gelecekte yok olacagının isareti olarak ortada duruyorlardı. Almanya'nın iç ve dıs siyasetinde bir gayenin olmadıgını kendisine kör denilmesini istemeyen herkes görebilirdi. Bu, Bismarck'm "Siyaset, mümkün olanı yapmak sanatıdır." yolundaki düsüncesine pek uygun gibi gelebilir. Fakat Bismarck'a halef olan san- sölyeler arasında küçük bir fark vardı. Bismarck'ın bu düsturu, ona siyasetinin özünü

uygulama imkanı verdigi halde, baskalarının agzında degisik bir mana kazanıyordu. Gerçekte

Bismarck, bu cümle ile belirli bir siyasi gayeye ulasmak için bütün imkanları kullanmak ve

hiç degilse mümkün olan seye basvurmak manasını kastediyordu. Fakat Bismarck'ın halefleri ise tam tersine olarak bu cümlede, siyasi fikirlere hatta siyasi gayelere sahip olmak zorunlulugundan sıyrılmak hakkının resmi bir ilanım buldular, iste o zaman gerçekten siyasi gayeler kalmamıstı. Çünkü siyasi gaye için gereken dünya hakkında açık bir düsünce ve siyasetin gizli gelismesinin kanunları ile ilgili açık bir görüs eksikti.

Birçok kimse bu konuda her seyi kara görerek, imparatorluk siyasetinde tedbirli düsünce

planının eksikliginden dolayı elestiride bulundular. Demek oluyor ki bu siyasetin ne kadar bos

ve manasız oldugunu teslim ettiler. Fakat bu kimseler siyasi hayatta ikinci planda kalıyorlardı, hükümetteki sahıslar bir Houston Stewart Chamberlain kabinelerine önem vermiyorlardı.

Onlara bugün oldugu kadar, eskiden de kayıtsız kalıyorlardı. Bu kimseler kendiliklerinden bir sey düsünemeyecek kadar aptal, muhtaç oldukları seyi baskalarından ögrenemeyecek kadar da tahsilsizdiler. Bu sonsuza kadar devam edecek bir gerçektir, isveç ğansölyesi Oxenstiern* bu

gerçege dayanarak "Dünya ancak akıl ve hikmetin bir parçası tarafından idare olunur."

demisti. ğimdi her bakanlık bu parçanın ancak bir atomunu teskil eder diyecegiz. Oysa

Almanya bir cumhuriyet olalı beri bu gerçek artık kalmamıstır. Bundan dolayı böyle bir sey düsünmek veya söylemek cumhuriyeti koruma kanunları ile yasaklanmıstır. Fakat Oxenstiern için bugünkü cumhuriyetimizde degil de, o devirlerde yasamıs olmak bir saadettir.

Birçok kimse, daha savastan önce, imparatorlugun kuvvetini meydana koyacak müesseseyi Reichtag'ı (parlamentoyu) en zayıf direnme noktası olarak görüyordu. Korkaklık ve sorumluluktan çekinme burada en genis sekilde yerlesiyordu.

Bugün isitilen bos fikirlere göre parlamentarizm devrimden sonra ortadan kalkmıstır. Böylece devrimden önce isin baska türlü olmadıgı yolunda bir kanaat uyandırmak istiyorlar. Gerçekte

bu organ ancak tahripkar olarak faaliyet gösterebilir. Ancak gözleri baglı kimselerin görmedigi, o devrede parlamento aynı sekilde hareket ediyordu. Hiç süphe edilmesin ki

Almanya'nın yere serilmesinde bu müessesenin zerre kadar bir payı yoktur. Fakat kötü sonuç daha önce meydana gelmemis ise bunda da Reichstag'ın bir rolü olmamıstır. Bu gecikme, Alman milletinin ve imparatorlugunun bu mezar kazıcısına karsı, barıs sırasında direnen kuvvetine affedilmelidir.

Bu müesseseden, dogrudan dogruya veya dolambaçlı yollardan ortaya çıkan, birçok yıkıcı felaket toplulugu içinden ben sadece birini göz önüne serecegim. Bütün müesseselerin en sorumsuzu olan bu organın özünü daha açıkça gösterecek sey sudur: imparatorlugun gerek içte ve gerek dıstaki siyasetini sevk ve idarede gösterilen o korkunç yetersizlik ve zayıflık. Birinci derecede Reichstag'ın faaliyetine atfedilecek olan bu zafiyet, imparatorlugun

yıkılmasının belli baslı sebeplerinden biriydi. Ne sekilde olursa olsun, hangi yönden bakılırsa bakılsın parlamentonun faaliyeti dahilinde olan her sey yetersizdi. Lehistan siyaseti hatalıydı. Sorun ciddi biçimde ele alınmadan bu konu tahrik ediliyordu. Sonunda ne Almanya için bir zafer kazanıldı ne de Lehistan ile barısmak mümkün oldu. Fakat Rusya ile düsman duruma düsüldü. Alsace Lorraine meselesinin halli ye tersizdi. (Ğsveç ğansölyesi olan Oxenstiem,

Gustave Adolphie'nin ölümünden sonra (1664-1683) hükümetin idaresini eline almıstı.)

Fransız canavarı sert bir yumrukla bir defada kesin bir sekilde ezilerek Alsace'a, Reich'ın diger devletlerinin haklan ile esit haklar saglanmalı idi. Ama bu yapılamadı. Esasen buna kesin olarak imkan yoktu. Çünkü en büyük partilerin bünyelerinde en büyük vatan hainleri vardı. Üstelik merkezde de M. Wetterle! Fakat bu genel yoksulluk, imparatorlugun devamı için var olması gereken bir kuvveti, yani orduyu paramparça etmeseydi, yine de ona tahammül gösterilirdi. Alman Reichstag'ı denilen bu müessesenin isledigi bu korkunç hata

Alman milletinin çektiklerinin agırlıgını kendisine yükletmek için tek basına yeter bir sebepti. Bu parlamenter rejimin parti denilen parçalan en adi sebeplerle milletin elinden bekasının silahım, hürriyetini ve bagımsızlıgının tek koruyucusunu çalıp aldılar. Bugün Flandres ovasındaki mezarlar açılsa, karsımıza itham dolu kanlı cesetler çıkar. Bu topraga düsenler, parlamentonun görmemis veya yarı yetismis bir halde, ölümün kucagına atılmıslardı. Bu kahramanlarla beraber, daha on binlerce ölü ve sakatı sadece halkı aldatan ve sayıları birkaç

yüzü bulan siyasi manevracıların hırsızlıklarına devam etmek veya doktrinlerini haince telkin edip yaymak imkanlarını ellerinde tutmak istemelerinden kaybettik.

Yahudiler Marksist ve demokrat gazeteleri ile bütün dünyaya Alman militarizmi yalanını uludugu ve bu sekilde her vasıtaya basvurarak Almanya'yı ezmege çalıstıgı sırada, Marksist

ve demokrat partiler de Almanya'nın halk kuvvetini tam bir ögretimden yoksun bırakıyorlardı. Parlamentocu p ... 'lerin vahsi ve adi vicdanlarının dogurdugu sonuçları simdilik bir kenara bırakalım. Yeteri kadar talim görmüs asker eksikligi savasın baslangıcındaki harekat sırasında hezimeti çabuklastırdı. Savas büyüdügü sırada da bu durum korkunç bir sekilde ortaya çıktı. Alman milletinin hürriyet ve bagımsızlıgı ugrundaki savasta ortaya çıkan bu hezimet, barıs sırasında vatanın korunması için milletin bütün kuvvetlerini toplamamak hususunda gösterilen zaafın ve yarım tedbirlerin sonucudur. Kara ordusunun yeni seçim mensuplarının pek azı

talim görmüstü. Deniz kuvvetlerinde de aynı yetersizlik milli bekamızın tek silahı olan ordumuzun degerini düsürdü. Ayrıca esefle belirteyim ki, deniz kuvvetlerinin kumanda heyeti

de bu adi ruhun telkini altında kalmıstı. Aynı zamanda tezgaha konan ingiliz gemilerinden daha küçük gemiler yapımı ile baslamak, her halde basiretli ve dahiyane bir hareket degildi. Halbuki, gemilerin sayısı itibariyle muhtemel düsmanın seviyesine 'çıkarılamayan bir donanma, bu açıgını gemilerinden her birinin savas kudretinin üstünlügü ile kapatmaga

çalısmalıdır. Söz konusu ,: olan sey, kavga kudretinin üstünlügüdür. Bugünün teknigi öyle ge- lismelere ulasmıstır ki, baska milletlerin aynı tonajdaki gemilerine ' üstünlük saglamak

imkansızlasmıstı. Artık nitelik itibariyle efsanevi üstünlük tarihe karısmıstır. Hele hele tonajları az olan gemilerin daha büyük tonajlı gemilere üstün gelecekleri hiç düsünülmemelidir.

Özellikle Alman top malzemesinin Ingilizlerinkine üstün oldugu, 28 cm.lik Alman topunun ates kudreti bakımından, 30.5 cm.lik |, ingiliz topundan asagı bulunmadıgı söyleniyordu. Halbuki bu sırada bizim de 30.5 cm.lik top yapımına baslamamız gerekirdi. Çünkü gaye savasta esit bir kuvvete sahip olmak degil, üstün bir kuvvet j!( saglamaktır. Eger bu böyle olmasaydı, kara ordusu için 42 cm.lik bir havan topunun yapılması lüzumsuz olurdu. Çünkü

21 cm.lik Alman havan topu, o zaman Fransa'nın sahip oldugu egri atıslı bütün toplarına üstündü. Kaleler, siperler 30.5 cm.lik havan toplarının darbeleri ile de yıkılabilirdi, iste burada, kara ordusu kumandanlıgının ileri görüsü deniz ordusunda yoktu. Üstün bir topçu kuvvetinin tesirinden ve üstün bir süratten vazgeçiliyordu. Bu risk yanlıs bir görüsten ileri

geliyordu. Deniz ordusu kumandanlıgı gemilerin yapımı için kabul ettigi sekille taarruzu esas alan hareketten vazgeçip, kendim zorunlu bir savunma hareketine mahkum ediyordu. Bu

yüzden de, ancak hücum üzerine dayanan ve sadece hücumla elde edilebilecek kesin bir basarıdan vazgeçilmis olunuyordu.

Daha az sürate ve daha kuvvetsiz silahlara sahip bir gemi, daha hızlı seyreden ve daha

kuvvetli silahlara sahip düsman gemisi tarafından top atesine tutularak batırılacaktır. Hem bu

is çok zaman kuvvetli gemiye uygun bir mesafeden yapılacaktır, iste bu savas kanununu kruvazörlerimizin çogu büyük bir acı ile tattılar. Savas, bizim deniz ordumuzun kumanda heyetinin, düsüncelerinin ve görüslerinin hatalı oldugunu ispat etti. Sonunda savas sırasında imkan oldugunda eski gemilerin silahlarım degistirmeye ve yemlerim daha iyi ve daha üstün silahlarla donatmaya mecbur kaldık. Eger Skager Rack deniz savasında Alman gemileri,

ingiliz gemileri ile aynı tonaja, aynı silah ve surata sahip olsalardı, ingiliz donanması daha isabetli ve daha tesirli olan 38 cm.lik Alman obüslerinin fırtınası önün de denizin dibini boylayacaktı.

Japonya eskiye göre, daha degisik bir deniz siyaseti takip etti Japonlar yeni gemilerine muhtemel düsman gemilerinden daha üstün bir savas gücü vermege çalısıyorlardı. O zaman

bu tedbir saye sindeki üstünlükle donanmayı taarruza geçirme imkanı doguyordu. Bizim kara ordumuzun kumanda heyeti böylesine yanlıs bir fikir takip etmedigi halde, parlamentonun düsünce seklinden devamlı zarar görüyordu. Donanma köhne görüslere göre teskilatlandırıldı

ve sonra da aynı prensiplere göre harekete geçildi.

Ordu sonradan elde etmesini bildigi ölmez san ve serefi, generallerinin iyi çalısmalarına ve bütün subay ile erlerinin iktidarlarına ve esi görülmemis kahramanlıklarına borçludur.

Savastan önceki deniz ordusu da böyle meziyetlere sahip olsaydı, savasın kurbanları bos yere canlarını feda etmis olmayacaklardı, iste hükümetin, o pek basarılı "parlamento oyunları"

barıs sırasında donanma için çok zararlı oldu. Gemi insası meselelerinde, parlamentonun görüsü, askeri fikirler karsısında geri çekilecegi yerde, tam tersine üstün bir rol oynadı, iktidarsızlık ve parlamentonun belirli vasfı olan düsünce gücünün yoklugu ile mantık yetersizligi deniz ordusunun kumanda heyetini berbat edip bıraktı.

Kara ordusu daha önce de belirttigim gibi böylesine hatalı bir düsünce akımına kendini kaptırmadı. Özellikle o sıralarda, genelkurmayda bulunan Albay Ludendorf, milletin hayati meselelerinde Reichtag'ın aldıgı yarım tedbirlere gösterdigi zaafa ve çok zaman da bunları

inkar etmesine karsı, ısrarlı bir mücadeleye girismisti. O zaman bu subayın yaptıgı mücadele sonuç vermedi. Bu suçun yarısı parlamentoya, diger yarısı da saskın Behtmann Hohveg'in, parlamentodan daha sefilane olan durumuna aittir. Fakat bugünün sorumluları, bu gerçege ragmen, bu korkunç suçu, milli menfaatlerimizi korumayan kabiliyetsiz heriflere karsı çıkmıs olan kimseye yüklemektedirler. Bu anadan dogma elebasılar için, bir yalan çok veya bir yalan

az olmus, hiç önemli degildir. Milletin geleceginden son derece sorumlu olan bu heriflerin canice hafifliklerinden dolayı dogacak sorumlulukları düsünen, bos yere feda edilmis ölüleri

ve savas sakatlarını, katlanmakta oldugumuz büyük utanç verici durumu ve hakareti, içine düsmüs oldugumuz sonsuz sefaleti hayal eden ve bu tün bunların sadece birkaç zamane adamına ve iyi mevki avcılarına |. bakanlık koltuklarına dogru yol açmak için meydana geldigini bilen iğ'bir kimse, hiç süphe yok ki, bu yaratıklara, alçak, rezil, namussuz, serefsiz

ve katil denilmesinin hikmetini gayet iyi anlayacaktır. Aksi halde kullandıgımız bu kelimelerin manası ve gayesi gerçekten anlatılmaz hale gelir. Bu heriflerin yüzünden eski Almanya'nın iç siyaseti bozuldugu zaman bütün suçları garip bir açıklıkla göze çarpmıstır. Çünkü bu türlü ahvalde hos olmayan gerçekler, büyük halk toplulukları arasında avaz avaz bagırıldıgı halde baska taraflarda pek utanılacak olaylar, sessizlikle geçistiriliyordu, hatta bunların bir kısmı inkar bile ediliyordu. Bir sorunun açıkça incelenmesi ile bir iyilesme ihtimali dogarsa iste böyle davranıyorlardı.

Bu arada hükümetin basında bulunanlar propagandanın degerinden ve özünden adeta hiçbir sey anlamıyorlardı. Propagandayı devamlı bir sekilde ve gayet ustaca kullanmakla, halka cenneti cehennem gibi veya cehennemi cennet gibi göstermeyi kim basarabilir? iste bunu

yapmasını sadece Yahudi bilecekti ve bu esasa göre hareket edecekti. Almanlar veya Alman Hükümeti bu hususta zerre kadar bir bilgiye sahip degildi. Bu bilgisizlik savas sırasında pek pahalıya mal oldu.

Fakat burada isaret ettigimiz ve savastan önce Alman milletini lekeledigini gördügümüz bu sayısız fenalıklar arasında bazı üstünlüklerimiz de vardı. Tarafsız bir inceleme yapılırsa diger

millet ve ülkelerin eksikliklerimizin çogunu paylastıkları gerçegi ortaya çıkacaktır. Hatta bizi

bu alanda geride bırakıyorlardı ve aynı zamanda bizim üstünlüklerimizden de yoksundular. Bu üstünlüklerin en belli baslısı olarak, Alman milletinin bütün diger Avrupa milletleri

arasında daima kendi iktisadi milli vasfını son derece korumaya çalısması ve kötü isaretlere ragmen uluslararası maliye aleminin kontrolüne, diger devletlerden daha az baglı olması durumu gösterilebilir. Bu herhalde düsmanlarımız için tehlikeli bir üstünlüktü ki sonradan Dünya Savası'nın en belli baslı sebeplerinden birini teskil etti.

ğüphe yok ki monarsi birçok kimselere ve özellikle büyük halk topluluguna yabancı

geliyordu. Buna da sebep, hükümdarların daima en temiz beyne ve özellikle en dogru kalbe sahip olmamaları i-di. Hükümdarlar maalesef dalkavukları daha çok seviyorlardı, onla n iyi tabiatlı kimselerden üstün tutuyorlardı. Saray çevresinde bilgi sahibi olanlar da dalkavuk ve yüze gülücü heriflerdi.

Dünyanın her yönden degisikliklere ugradıgı bir devrede bu hal büyük bir darbe teskil etti. Bu degisiklikler sarayların bir çok gelenekleri ile uyusmuyordu, iste bundan dolayı son yüzyılın dönüm noktasında herhangi bir kimse artık at üstünde üniforması ile geçen bir prensese

hayranlık duyamazdı. Bu sekilde yapılan bir geçit resminin, halkın gözünde nasıl bir tesir meydana getirecegi dogru, olarak tahmin edilemiyordu. Eger bu bilinse idi, bu kadar uy-

gunsuz, akla ters gelen islere kalkısılmazdı. Aynı bu durumda oldugu gibi, yüksek sosyetenin samimi olmayan insaniyetçiligi de çok zaman olumsuz bir tesir yapıyordu. Mesela bir

prenses, bir halk mutfagında pisen yemekten tatmak tenezzülünü gösterdigi zaman, bu davranıs eskiden pek iyi görünebilirdi. Fakat bu yüzyılın basında elde edilen tesir tamamen ters oldu. Çünkü prenses bir tecrübeye giristigi gün, yemegin her zamankinden biraz farklı oldugunun farkına bile varmadıgına kesin olarak inanılabilinirdi. iste bu kadarı bile yeterdi.

Keza bunu herkes biliyordu. Böylece en iyi niyet ve davranıslar bile, açıkça sinire dokunmasa da, gülünç bir manzara teskil ediyorlardı. Hükümdarın kanaatkar olduguna dair sagda solda anlatılan hikayeler, münasebetsiz sözler, halkı tahrik ediyordu. Örnegin sabahları erken

kalkma alıskanlıgı, gecenin geç saatlerine kadar çalısma ve az gıda almanın kendisini maruz bıraktıgı tehlike gibi... Oysa hükümdarın ne kadar uyudugunu ve ne kadar yedigini bilmeye, ögrenmeye lüzum yoktu. Ona yeter miktarda bir yemek veriliyor ve geregi kadar uyumasına

da itiraz edilmiyordu. Hükümdar, bir insan ve bir karakter sahibi sıfatı ile, ırkının ve memleketinin serefine layık faaliyetlerde bulunursa ve hükümdarlık görevlerini yerine

getirirse sevinç duyuluyordu. Fakat ne var ki, bütün bunlar önemsiz seylerdi. Kötü olanı, milletin büyük bir kısmına, tepeden idare edildikleri için artık kimsenin herhangi bir seyle mesgul olmasına lüzum kalmadıgı kanaatinin gittikçe artan bir hızla yayılması idi. Hükümet basarılı veya iyi niyetle donanmıs oldugu sürece bunun zararı görülmeyebilirdi. Fakat o iyi niyetli, basarılı hükümet yerini, gerektigi gibi olmayan baska bir hükümete bırakacak olursa,

vay halimize! îste o zaman itaat, irade yoklugu ve çocukça güven gösterme, hayal edilebilecek

en kötü felaketleri doguracaktır. Fakat bu karsı fikirlerin önüne itiraz kabul etmez birtakım kuvvetler çıkıyordu. Bu kuvvetler arasında ilk önce bütün devlet idarelerinin istikrarım belirtelim. Monarsi bu istikrarı meydana getirmisti. Sonra bu duruma, hırslı siyasetçilerin

spekülasyon, kargasalıklarından korunan devlet makamlarından uzaklastırılmaları da yardımcı oldu. Ayrıca, kurulusun daha bastan kazandıgı serefi ve namuskârlıgı ile elde edecegi otorite, memurların ve özellikle ordunun üstünlügünü, siyasi partilerin seviyesini asması da bu ise

hizmet ediyordu. Bu üstünlügün, devletin en büyük adamının, yani hükümdarlarının sahsında sekillenmesini de ilave edelim. Bu yüzden hükümdar bir sorumlulugun sembolü oluyordu. Hükümdar, parlamento çogunlugunun meydana gelisi gibi tesadüfi bir topluluga degil, daha

çok halka borçlu durumda idi. Alman idaresinin menkıbesi ve temizligi daha çok bu durumdan ileri geliyordu. Sözün kısası, Alman milleti için monarsinin kültür degeri pek büyüktü ve diger mahzurları basarı ile ortadan kaldırabilirdi. Alman hükümdarlarının

oturdukları yerler, halen estetik ruhun mabedi olmakta devam ediyordu. Bu böyle olmasaydı,

günümüzde materyalist hale gelen bu ruhun ortadan kalkması tehlikesi bas gösterirdi. Alman prenslerinin on dokuzuncu yüzyılda sanat ve bilim için yaptıkları hizmet asla unutulamaz. Çagdas devir ise eskiden yapılanlara benzeyen hiçbir sey ortaya koyamamıstır, iste sosyal organımızın yavas yavas bozulmaya basladıgı o devirde ordu vardı demek zorundayız.

Ordu Alman milletinin en kuvvetli okulu idi. Zaten bütün düsman kininin, milletin hamisi olan bu müesseseye çevrilmis olması sebepsiz degildi. Ordu, iftiraya ugrarken, kinlere, husumete ve mücadelelere hedef olurken, asagılık heriflerin hepsine korku telkin ediyordu.

Gerçegi ifade için bundan güzel anıt yapılamazdı. Versay'da uluslararası hırsızların adi arzu

ve hiddetlerini ilk önce eski Alman ordusuna çevirmis olmaları, Alman ordusunun para kuvvetine karsı milletimizin hürriyeti için saglam bir sıgınak oldugunu gösterir. Bizim milletimize bir bekçi olan bu kuvvet olmasa idi, Versay bütün ruhu ve ayrıntısı ile Almanya için çoktan uygulanmıs olurdu. Alman milletinin orduya borçlu oldugu sey söyle

özetlenebilir: HER ğEY.

Ordu, sorumluluk hissinin meziyet haline geldigi, sorumlulugun ezilmesi gittikçe günün

meselesi oldugu, özellikle her çesit sorumluluk yoklugunun örnegi olan parlamento tarafından böyle bir egilim yayıldıgı bir sırada, kalplere sorumluluk hissi dolduruyordu. Ordu,

korkaklıgın salgın bir hastalık olma tehlikesinin bas gösterdigi, kamunun çıkarları lehinde fedakarlık etmenin budalalık sayılmaya basladıgı, sadece kendi çıkarını korumayı ve çogaltmayı bilen kimsenin akıllı sayıldıgı sırada, sahsı cesareti asılıyordu. Ordu, her Almana milletin kurtulusunu, zenciler, Çinliler, Alman, Fransızlar, Ğngilizler ve digerleri arasında milletlerarası bir kardesligi tahrik ve tesvik eden sahtekar heriflerin uydurdukları cümlelerde degil, bizzat milletin kuvvetinde, azim ve karar ruhunda aramanın geregini ögreten okul durumunda idi. Ordu, azim ve karar ruhu asılıyor ve böyle azimli ve kararlı adamlar yetistiriyordu. Oysa, günlük hayatta azim ve karar yoklugu, ve süphe ile tereddüt insanların hareketlerini sarsmaya baslamıstı.

Kurnaz heriflerin numune olarak gösterildikleri devirde, örnek bir isin düzensizlikten daima daha iyi oldugu prensibini üstün çıkarmak, gerçekten ustaca bir hareket idi. Yalnız bu

prensipte daha hiç bozulmamıs ve saglam kalmıs bir sıhhatin varlıgı gerekti. Eger ordunun verdigi terbiye bu temel kuvveti yenilemeye devamlı bir sekilde dikkat etmemis olsaydı, günlük hayatta böyle sıhhatli isler çoktan ortadan kaybolur giderdi.

Baskı ve zorlama ile yeni bir gasp veya hiç itiraz edilmeden yerine getirilmesi gerekli bir ticaret anlasmasını imzalama durumu hariç, hiçbir vakit herhangi bir faaliyeti için bütün kuvvet ve inisiyatifini toplayamayan bugünkü Reich hükümetinin azim ve karar kabi- liyetinden ne kadar dehset verici bir sekilde yoksun oldugunu görmek yeter. Fakat önüne konan bir anlasmayı diktatörün emrini yerine getirir gibi imzalayacagı zaman, her türlü

sorumlulugu bir yana bırakır ve dikte edilen husus ne olursa olsun, onu hemen meclisler-deki zabıt katipleri gibi süratle tasdik eder. Gerçekten bu gibi durumlarda bu hükümet için bir karar almak kolaydır, çünkü alınacak karar ona dısardan yazdırılmıstır.

Ordu, ideale, vatana ve devletin büyüklügüne sadakat gösterme terbiyesi vermisti. Halbuki günlük hayatta hırs, açıkgözlülük ve materyalizm yayılıyordu. Ordu sınıflar halinde ayrılmaya karsı, birlesmis, birlik olmus bir millet meydana getiriyordu. Bu konuda ordunun tek hatası

vardı: Bir senelik gönüllüler usulü. Bu yanlıs bir hareketti. Çünkü, bu yüzden esitlik prensibi ihlal ediliyordu. Daha çok talim görmüs olan çevresinin diger bölümlerinden tekrar dısarı çıkmıs oluyordu, halbuki bunun tersi daha iyi idi.

Yüksek sınıflarımızın derin genel aptallıkları ve halktan gittikçe daha belirli bir sekilde kopmalar karsısında ordu hiç olmazsa kendi safları arasında, akıllılar denilenlerin ayrılıklarından kaçınmasaydı, pek iyi bir tesir meydana getirmis olurdu. Bu sekilde hareket etmemek hataydı. Fakat bu dünyada hangi müessese hatadan bagımsızdır? Ordunun hayırlı

isleri, zarara o kadar üstündü ki, bazı küçük hataları bir vasat insanın kusurlarına nispetle çok

daha önemsiz ve basit seylerdi.

Eski imparatorlugun ordusunun en büyük meziyeti, her seyin çogunluga tabi oldugu bir sırada

ve Yahudilerin sayıya karsı besledikleri körü körüne sevgiye ters olarak, sahsiyete inanma prensibini korumasıdır. Gerçekte ordu çagdas devrin en çok ihtiyaç duydugu seyi

yatıstırıyordu: ĞNSAN. Bir gevseme halinden, yayılmakta olan bir kadınlasma bataklıgından, her yıl ordunun safları arasından 350.000 genç yetisiyordu ki, her birinden kuvvet

fıskırıyordu. Bu gençler iki yıl süren talim sonunda üzerlerinden gevsekligi atmıslar, çelik gibi vücutlara sahip olmuslardı. Bu süre içinde itaat etmeye alısan genç, artık bundan sonra

kumanda etmeyi ögrenebilirdi. Yürüyüsünden talimli askeri tanımak mümkündür.

Evet, ordu Alman milletinin en büyük okulu idi. iste bu yüzden kıskançlık, hırs ve açgözlülük

sevkiyle, devletin acze düsmesini, milletin müdafaadan yoksun kalmasını isteyenler ve bu büyük devleti sömürenler, korkunç kinlerini orduya yogunlastırıyorlardı. Birçok Almanın düstügü körlük veya kötü niyetle istemedikleri seyi yabancılar takviye ediyorlardı. Alman ordusu, milletin hürriyetinin ve çocuklarının gıdasının hizmetinde en kudretli bir silah idi. Devletin sekline ve orduya üçüncü bir unsur katılıyordu. Bu eski imparatorlugun mukayese kabul etmez memurlar sınıfı idi.

Almanya, dünyanın en iyi idare edilen ve en güzel teskilatına sahip bir ülke idi. Alman memurlarının kırtasiyeciligin karsısında olusları sayesinde isler muntazam gidiyordu. Baska devletlerde isler, bizdekinden daha iyi gitmiyordu. Hatta daha da fenaydı. Fakat diger

ülkelerde olmayan taraf bu organın hayran kalınacak saglamlıgı ve onu meydana getirenlerin ahlak kaidelerinden ayrılmaz zihniyeti idi. Mertlik ve sadakatin bir arada oldugu küçük bir görenek, bugün sık sık rastlanan prensip yoklugundan, karaktersiz, cahil ve aciz modernlikten çok daha iyidir. Savastan önce belki biraz kırtasiyeci olan Alman idaresinin ticaret yönünden iktidarsız oldugunu iddia etmek, bugün pek revaçta ise, buna su soruyla cevap vermek yeter: Dünyanın hangi ülkesinde Almanya'nın demiryolları kadar iyi sevk ve idare edilen bir isletme

ve ticari yönden bu kadar iyi bir kurulus vardı? Meger bu örnek isletmeyi yok etmek, devrime kısmet-mis. Sonunda bu isletme milletin elinden alınarak, cumhuriyetin kurucularının

ruhlarına göre sosyalize edilmeye, yani Alman devriminin delegasyonu sıfatı ile spekülasyonun milletlerarası sermayesine hizmet etmeye uygun bir duruma getirildi.

Memur sınıfını ve idare mekanizmasını özellikle digerlerinden ayıran ve üstün hale getiren taraf, bu sınıfın çesitli hükümetlere karsı bagımsız olusuydu. Çesitli hükümetlerin siyasi

görüsleri Alman memurunun zihniyeti ve çalısması üzerinde tesirli olamazdı. Fakat devrimden bu yana, bu durum degisti. Meleke, ehliyet ve iktidar yerine, herhangi bir siyasi

yazıda belirtilen mevki üstün duruma geçiyordu. Orijinal ve bagımsız bir karakter, memura fayda vermek yerine engel teskil ediyordu.

Eski imparatorlugun kuvveti ve ihtisamı, devletin sekline, ordu ve memur sınıfının üzerine dayandırılıyordu. Bugün ise bunlar, devlette tamamen eksik olan bir vasfın birinci derecedeki

en önemli sebepleri idiler. Devlet otoritesi yoktu. Çünkü devlet otoritesi, parlamentoda veya lanstaglardaki gevezeliklere, devleti koruma kanunlarına veyahut bu kanunları çigneyenleri dehset ve korku içinde bırakmaya mahsus mahkemelerin kararlarına dayandırılamaz. Devlet otoritesi, bir toplulugu sevk ve idare edenlere gösterilmesi gereken ve gösterilebilen genel güvene dayandırılır. Fakat bir kere daha belirteyim ki bu güven, hükümetin ve idarenin namuslu, menfaat düsüncelerinden uzak olduguna dair samimi ve sarsılmaz bir kanaatin sonucudur. Bu, kanunun anlamı üzerindeki tam bir birlesmeden ve kanun tarafından saygı

gösterilen prensipler hakkındaki anlasma hissinden dogar. Hükümet sistemleri baskı ve siddet üzerine dayanmazlar, halkın menfaatlerini temsil etmedeki samimiyete, onun gelismesi için yapılan yardıma ve kendi meziyetlerine göre deger tasırlar. Savastan önce islenen

kötülüklerden bir kısmı, milletin kendinde saklı kuvvetlerini yıkmak tehdidinde bulunmustur. Bu durum diger ülkelerde de meydana gelmistir. Hatta bu ülkeler, bu kötülüklerden

Almanya'ya kıyasla daha çok zarar görmüslerdir. Fakat böyle olmakla beraber, o ülke halkı,

müskül karsısında gayret göstermekten vazgeçmemis ve dolayısıyla çökmemistir. Ama savas öncesi zaaflarına karsı Almanya'nın gögüs germeye kuvveti oldugu düsünülürse, bu çöküsün sebebini baska yerde aramanın gerektigi görülür. Evet, gerçek böyleydi. Eski imparatorlugun çökmesinin son ve en büyük sebebi ırk meselesinin iyi anlasılmaması ve milletin tarihi ge- lismelerinde ırkın öneminin takdir edilmemesidir. Çünkü milletlerin hayatlarında bütün

olaylar tesadüflerin birtakım görünümlerinden ibaret degildir, bunlar ırkın korunması ve çogalması yolundaki gayretlerin dogal sonuçlarıdır. Öyle ki, insanlar kendi faaliyetlerinin derin sebebini takdir edemedikleri zaman bile bu böyle olmustur.

BOLUM 11

Bazı gerçekler, toplum içinde o kadar yaygındır ki, bu sebepten dolayı cahil halk bunları gözünün önünden geçtigi halde göremez, birkaç defa karsılastıgı halde tanımaz. Bu gibi kimseleri, biri gelip de daha önceden bilmesi gereken bir seyi söyledigi vakit, hayretler içinde

kalır. Toplum içinde öyle meseleler vardır ki "Christoph Colomb'un yumurtası" kadar basit bir

sekilde halledilebilir. Fakat Colomb cinsinden kimseye pek az rastlanır. Mesela, bütün insanlar, dünya üzerinde dolasır, dururlar ve her seyi ögrenmek ve bilmek isterler. Fakat hiç kimse dünya üstündeki canlıların çesitli gruplara ayrılmıs oldugunu göremez. En ufak ve

üstünkörü bir inceleme, dünya üstünde yasamak iradesinin aldıgı hadsiz hesapsız sekillerin el sürülmez, degistirilemez bir kanuna baglı oldugunu gösterir. Her hayvan aynı gruba (türe) mensup diger bir hayvanla cif desebilir. Leylek leylek ile, ispinoz ispinoz ile, fare fare ile,

kurt kurt ile ve digerleri gibi. Bu arada sunu da belirtelim ki, bazı fevkalade haller bu kaideyi bozabilir. Mesela esaretin veya aynı gruba dahil olanların çiftlesmelerine engel olan herhangi

bir sebebin yükleyecegi zorunluluk. .. Fakat bu durumda da tabiat bu karsı kovusla mücadele etmek için bütün imkanlarını harekete geçirir. Tabiatın protestosu; piçlesmis grupları zürriyetlerini devam kabiliyetlerini sımsıkı kısıtlamak biçiminde ortaya çıkar. Birçok hallerde tabiat onları, hastalıklara yahut düsmanlarının hücumlarına dayanmak, karsı koymak meleke- sinden yoksun bırakır.

Bu pek tabii bir seydir: Birbirine esit olmayan iki yaratıgın birlesmesi sonucu meydana gelecek mahsul, iki ebeveynin degerleri arasında bir degere sahip olur. Yani çocuk, canlılar merdiveninde asagı ırka mensup olan ebeveynden daha yüksek bir yerde, fakat yüksek bir

noktada olan diger ebeveynden ise daha asagı bir seviyededir. Bu bakımdan çocuk ilerde bu

üstün ırka karsı girisecegi mücadelede yenilecektir. Böyle bir çiftlesme, canlıların degerlerini yükseltmeyi gaye edinmis olan tabiatın iradesine ters düser. Tabiatın bu gayesi çesitli degerlerdeki kimselerin çiftlesmeleri ile gerçeklestirilemez, ancak en yüksek degeri temsil edenlerin tam ve kesin zaferleri ile saglanır. Daha kuvvetli olanın rolü hükmetmektir, daha

zayıf olanla kaynasmak degildir. Eger üstün ırk böyle davranmazsa kendi büyüklügünü feda etmis olur. Bu kanunu, sadece dogusları itibariyle zayıf olan yaratıklar zalimane bulabilirler. Fakat bu husus da, o-nün zayıf ve sınırlı bir kimse olusundan ileri gelir. Çünkü bu kanun onun vücudunu ortadan kaldırmasaydı, bütün canlıların gelismesi akla sıgmaz bir sey olurdu.

Tabiatta ırkın temizligini aramak ve devam ettirmek için var olan bu genel egilimin sonucu, sadece özel ırklar arasında dıs görünüslerindeki bir farkta degil, her birinin kendisine has vasıflarının benzerligi haiz olmasıdır. Tilki daima tilkidir. Kaz her zaman kazdır. Bu misaller çogaltılabilir. Diger taraftan sunu hemen belirtelim ki, aynı ırka mensup fertler arasında teshis edilen farklar, hassaten, sahip oldukları enerji, canlılık, zeka, ustalık ve direnme gibi kabiliyetlerin toplamındaki esitsizlikten ileri gelir. Fakat hiçbir zaman tabii bir istidat

sevkiyle, kazlara karsı "iyi kalple" hareket edecek bir tilkiye veya sıçanlara karsı merhamet besleyen kediye tesadüf edilemez. Sonuç olarak, ırkların birbirleri ile mücadelelerine sebep, derin bir antipatiden ziyade, açlık ve asktır. Her iki halde de tabiat memnun bir sahittir. Her günkü ekmek ugrunda yapılan mücadele zayıf ve hastalıklı ve cesareti az olan mahlukların

maglubiyetini dogurur. Öte yandan disiyi kendine çekmek ve onu büyülemek için giristigi

mücadele ancak en saglam sahsa zürriyet yetistirmek hakkını verir veya bu isi basarmak imkanım ona saglar. Fakat kavga, daima grubun sıhhatini ve kuvvetini gelistirecek vasıtadan

ibaret kalır veya onun gelismesinin ilk sartı olur. Eger bu, baska türlü cereyan etse idi, sonraki gelismeler durur ve çok geçmeden gerileme baslardı.

Gerçekten bütün insanlar zürriyet yetistirmekte aynı imkanlara sahip olsalardı, daha az iyi olanlar, en iyilere nispetle çok oldukları için, çok çabuk çogalacak, sonunda en iyiler ikinci

plana düseceklerdi, iste bundan dolayı en iyiler lehine zorlayıcı tedbirlerin vazıyete müdahale etmesi gerekir. Tabiat zayıfların sayılarını sınırlamak için, onları siddetli ve zor hayat

sartlarına tabi tutar. Tabiat sadece arta kalan seçkinlere çiftlesme için izin verir. Ölçü olarak kuvvet ve sıhhati kabul etmek suretiyle yeni ve sıkı bir seçme yapar. Tabiat zayıf kimselerin kuvvetlilerle çiftlesmelerini istemez, yüksek bir ırkın, basit bir ırka karısmasını kabul etmez. Çünkü, binlerce asırdan beri tabiatın beseriyeti yüceltmek için takip ettigi gaye bir anda bos

bir is haline sokulmus olur. Bu kanunun hadsiz hesapsız delillerini bizim önümüze seren tarih, gayet açık olarak sunu kaydetmistir:

Saf bir ırk kendi kanını daha asagı bir toplulugun kanı ile karıstırdıgı takdirde, ortaya çıkan melezlik medeniyet getirecek olan milletin felaketi seklinde tecelli eder. Renkli ırklarla pek az karısmıs olan Cermen unsurlarının meydana getirdigi Kuzey Amerika halkı, Orta ve Güney Amerika'ya nispetle baska bir topluluktur ve baska bir medeniyet arz eder. Orta ve Güney Amerika'da Latin ırk, yerlilerle daha çok karısmıs oldugu için, Kuzey Amerika halkı, kıtanın hakimi durumuna geçmistir. Bu hal, herhangi bir bulasıklık olmadıgı takdirde devam

edecektir.

Sözün kısası bu ırk çatısmasının sonucu sudur: a - Yüksek ırkın seviyesi düser, b - Fiziki

ve fıtri bir çöküs baslar.

Bunlara da sebep olmak yaratıcımız olan Tanrı'nın iradesine karsı günah islemektir. Fakat bu hareket, günahın meydana getirdigi cezayı görmektir, insan, tabiatın kendi sıfatıyla var

olmasına saygı duyacagı prensiplerle mücadeleye girismis olur. iste tabiatın istegine aykırı hareket etmekle, kendinin mahvını böyle hazırlar. Gerçi burada özellikle ibrani olan, aynı zamanda ahmakça bir itiraz, modern barısçılıgın itirazı lafa karısır: "insan tabiata galip gelmelidir!" Yahudilerden çıkan bu saçma sözü milyonlarca insan hiç düsünmeden tekrarlar

ve sonunda tabiata karsı bir zaferi tahakkuk ettirdikleri hülyasına dalarlar. Fakat delil olarak

ortaya bos bir fikirden baska bir sey koyamazlar. Ayrıca bu söz o kadar manasızdır ki dogrusu bundan bir dünya görüsü veya düsüncesi çıkarmak imkansızdır.

Gerçekte insan, tabiatı hiçbir hususta yenememistir. Ancak insanın yapabildigi tek sey,

tabiatın gizli taraflarını ve sonsuz sırlarını kapadıgı büyük örtünün sadece küçücük bir ucunu kaldırmaya tesebbüsten ibarettir. Ğnsan hiçbir zaman bir sey icat etmemistir, sadece

bildiklerini bulmustur. Ğnsan tabiata hakim degildir. Sadece bazı kanunları ve tektük dogal gizlilikleri bildigi için, bunlardan habersiz olan diger canlıların hakimi durumuna geçmistir. Bütün bunlar bir yana bırakılırsa, bir fikir, insanlıgın hayatı ve gelecegi için konmus sartlara üstünlük saglayabilir. Çünkü fikrin kendisi de insana tabidir. Bu dünyada insan olmazsa fikir

de olmaz. Demek oluyor ki fikir, daima insanların varlıgına, sonuç olarak bu varlıgın ilk sartı olan kanunlara baglıdır. Daha da fazlası vardır. Belirli fikirler bazı kimselerin var oluslarına baglıdırlar. Özellikle bu fikirlerin kökleri ilmi ve belirli bir gerçege degil, his alemindedir

veya samimi bir tecrübeyi aksettiren seydedir. Gerçekte mantık ile hiçbir ilgisi bulunmayan, yalnız hissiyatın ve ahlaki düsüncelerin belirtilerim temsil eden bütün bu fikirler, insanların varlıgı ile baglantılıdır. Bu fikirleri, insanların düsünme güçleri ve yaratıcı kabiliyetleri meydana getirmistir. Fakat bu fikirleri tasarlayan insanların ve ırkların bekası, bu fikirlerin devamlılıgı için önemli bir sarttır. Mesela, dünyada barısçı fikrin üstün gelmesini samimi olarak isteyen kimse, dünyanın Almanlar tarafından fethedilmesi için her seyi yapmalıdır.

Aksi takdirde dünyadaki son barısseverin, son Alman ile ölmesi mukadderdir. Çünkü

yeryüzünün diger insanları, tabiata ve akla ters düsen bu saçmalıgın tuzagına maalesef milletimizin yaptıgı gibi kendilerini kaptırmamıs-lardır. Demek ki, barıs devresine ulasmak için, ister istemez azimli bir sekilde savasa karar vermek zorunlulugu vardır. Amerika'dan gelmis olan kurtarıcı Wilson'un gerçek planı bu idi, hiç degilse hayalperest Almanlar böyle sanıyorlardı. Bu sekilde gayeye ulasıldı.

Gerçekte barıssever ve insaniyetçi fikri üstün olan bir kimse, yeryüzünün hakimi olacak

sekilde dünyanın genis bir bölgesini fethedip hakimiyetini kabul ettirdigi zaman pek iyi bir

sey yapmıs olur. Bu fikir ameli uygulaması zor ve nihayet imkansız duruma geldigi nispette zararlı sonuçlar dogurabilir. Demek ki ilk önce savas, sonra barısçılık.

Yoksa insanlık gelismenin en son ve en yüksek noktasını atlayıp, geçmistir. Son nokta, herhangi bir ahlaki fikrin hakimiyeti degildir, barbarlıgın ve daha sonra karmakarısıklıgın hakimiyetidir. Dünyamız milyonlarca yıl boslukta dolastıgı halde üzerinde insan görülmemistir. Eger insanlar birkaç gevezenin yaydıkları fikirleri dinleyip ve tabiatın tunç

gibi sert kanunlarını tanımayı ve bunlara sıkı bir sekilde uymayı ögrenerek yüksek bir noktaya ulasabileceklerini unuturlarsa, bir gün dünyamızın eski sartları dahilinde yoluna devam etmesi mukadderdir.

Bugün hayran kaldıgımız ilim, güzel sanatlar, teknik ve icatların hepsi bazı ırkların, belki de

ilk önceleri tek bir ırkın yaratıcı faaliyetlerinin sonuçlarıdır. Medeniyetin devamı bu milletlere baglıdır. Bu milletler yenilir ve yok olurlarsa, dünyanın güzelligini meydana getiren seyler kendileri ile birlikte topraga gömülür..

Örnegin, topragın insanların üzerindeki etkisi ırklara göre degisecektir. Bir ırkın üzerinde yasadıgı topragın veriminin az olusu, o ırk için kudretli bir tesvik unsuru olacaktır. Bu durum

o ırkı büyük seyler yapmaya sevk eder.

Baska bir ırk için ise topragın çorak olusu bir sefalet ve sonunda da beslenememe sebebi olur. Dısardan gelen nüfuzun ırkların üzerinde yapacagı tesirin seklini, o ırkların samimi

dayanakları tespit eder. Bazı ırkları açlıktan ölmeye mecbur bırakan bir sey, diger ırkları çetin mücadelelere ve çalısmalara kabiliyetli hale getirir. Geçmis dönemlerin bütün büyük medeniyetleri, yaratıcı ırkın kanının zehirlenerek ölmesi sonucu çökmüstür. Bu çesit

çöküslerin en büyük sebebi, insanların medeniyetlere degil, medeniyetlerin insanlara baglı oldukları prensibinin unutulmasıdır. Belirli bir medeniyeti muhafaza etmek için, o medeniyeti yaratan kimseyi korumanın lüzumu, gözlerden kaçmıstır. Fakat bu koruma hali zaruretin tunç

gibi sert kanununa, en iyinin ve en kuvvetlinin zaferine baglıdır. Demek oluyor ki yasamak isteyen kavga etmelidir. Kanunu devamlı bir mücadeleden ibaret olan bu dünyada, mücadeleden kaçınan kimsenin yasamaya hakkı yoktur. Bu acı gibi görünür, fakat gerçek böyledir. Ama tabiata üstün geldigini sanan ve gerçekte tabiata küfür eden kimsenin akıbeti çok daha acıdır. Irk kanunlarını unutan ve onlara hakaret eden insan ulasacagını sandıgı

saadetten kendim mahrum eden ve üstün ırkın zaferlerle dolu yürüyüsüne engel olur. Böylece her çesit insanın gelismesinin ilk sartını zaafa ugratır, insan hassasiyetinin yükü altında

ezilerek, canlılar grafiginde yükselmeden aciz hayvanlar seviyesine düser, ilk medeniyeti hangi ırk ve ırkların meydana getirdiklerini ve insanlık kelimesinin ifade ettigi manayı gerçeklestirdiklerini bilmek hususunda münakasa yapmak bos ve lüzumsuz bir harekettir.

Meseleyi bugüne ait olan noktasında vazetmek daha kolaydır. Bu noktada verilecek cevap da daha açık ve . basittir. Bugün medeniyetin sonucu olarak önümüzde duran, güzel sanatların, ilimlerin ve teknigin ürünlerinin tamamı, hemen hemen sadece üstün ırkların yaratıcı

faaliyetleri sayesindedir. Bu gerçek, onlara insaniyetin hakkı olarak yegane temsilcisi

oldukları hükmünü vermemize imkan hazırlar. Sonuç olarak "insan" adı ile anladıgımız ilkel tipi onlar temsil ederler. Onlar, irsi insanlıgın Promete'si-dirler. Dehanın ilahi kıvılcımı eski

günlerden beri hep onların alınlarından fıskırmıstır. Israrla dilsiz sırları örten geceleri bilgi adı altında aydınlatan ates, daima yeni bastan parlamıs ve böylece insana bu dünyada yasayan

diger yaratıkların hakimi olması için ulasması gereken hedefi göstermistir. Eger ates ortadan

kaldırılsaydı yeryüzünü büyük bir karanlık basacaktı. Böylece birkaç asır için de medeniyet yok olup gidecek ve dünya çöle dönecekti. Eger insanlık, medeniyet yaratan, medeniyetin emanetlerini muhafaza eden ve medeniyeti yok eden diye, üçe bölünse idi, birinci bölümü yalnız üstün ırklar temsil ederlerdi, insan eli ile yapılan bütün yaratmaların temellerini ve büyük islerini bu üstün ırklar meydana getirmislerdir. Onların dıs görünüsleri ve aldıkları

renk, çesitli milletlerin özel vasıflarının tesiri altında kalmıstır.

insan gelismesinin ortaya koydugu bütün binaların planlarını ve büyük kesme taslarını hep üstün ırk saglamıstır. Yalnız icra keyfiyeti her ırkın kendine has ruhuna karsılık gelmistir. Mesela, birkaç yıla kadar Asya, gelismesinin temelini Yunan, Rus ve Alman teknigi

seviyesine çıkaran medeniyete, benim medeniyetim diyebilecektir. Bu medeniyetin sadece dıs görünüsü, hiç olmazsa kısmen Asya'nın verdigi ilhamların vasıflarını tasıyacaktır. Japonya, sanıldıgı gibi, medeniyetine, Avrupa medeniyetim eklemiyor, tam aksine Avrupa'nın ilim ve teknigi Japon medeniyetinin özel vasıflarını teskil e-den seye yakından baglanıyor. Bu ülkede hayatın esaslı temeli artık orijinal Japon medeniyeti degildir. Gerçi Japon medeniyeti bu haya-

ta kendisine has bir renk ve tarz veriyorsa da, (yani esaslı farklar sebebiyle Avrupalıların gözlerine çarpan o dıs görünüsü saglıyorsa da) buradaki hayatın temeli Avrupa ve

Amerika'nın yani üstün ırkların ilmi ve teknik çalısmalarının sonucu olarak saglanmaktadır. Dogu da, bu çalısma sayesinde elde edilen sonuçlara dayanılarak insanlıgın genel gelismesi

takip edilebilmektedir. Günlük ekmek için yapılan mücadele, bu çalısmanın temelini saglamıs

ve gereken silah ve hareketleri yaratmıstır. Japon karakterine sadece dıs sekiller yavas yavas uyum saglayacaktır. Eger bugünden itibaren üstün ırkın tesiri Japonya'nın üzerinden kalkacak olsa ve Avrupa ile Amerika'nın yıkılmaları saglansaydı, Japon milletinin teknik ve bilimde kaydettigi ilerlemeler bir süre daha devam edebilirdi. Fakat birkaç yıl sonunda kaynak kuruyacaktı. Japonlara özgü nitelikler tekrar ortaya çıkacaktı. Böylece bugünkü medeniyeti

de, yetmis yıl önce üstün ırkın medeniyetinin dalgası ile çekip çıkarıldıgı derin uykunun içine tekrar gömülüp kalacaktır. Bu gerçegi göz önünde tutarak, Japonya'nın bugünkü gelismesi

üstün ırkın tesiri sayesinde oldugu söylenebilir. Buna göre pek eski zamanlarda da yabancı bir tesir ve ruh o eski devrin Japon medeniyetini uyandırmıstır. Bu fikir ve düsünceyi dogrulayan

en güzel delil, bu medeniyetin daha sonra islemez hale gelip, tamamen tas gibi donarak kaskatı olmasıdır. Bu olay bir millete ancak ilk yaratıcı hücre ortadan çakıldıgı veya ilk

hamleyi vermis ve medeniyetin ilk gelismesine gereken malzemeyi saglamıs olan dıs tesir kayboldugu zaman meydana gelebilir.

Bir ırkın, medeniyetinin esaslı unsurlarım yabancı ırklardan alarak, temsil ettigi ve harekete geçirdigi, fakat daha sonra üzerindeki yabancı etki kaybolunca uyusup kaldıgı tespit edilirse,

bu ırkın medeniyetin tasıyıcısı oldugu söylenebilir, fakat medeniyeti doguran millet oldugu iddia edilemez.

Çesitli milletler bu açıdan incelenecek olursa, fiiliyatta önceden medeniyeti kuran milletler olarak degil, daima medeniyeti bir emanet olarak baskalarından almıs topluluklar seklinde görünürler, iste bunların gelismeleri hakkında sunlar söylenebilir: Sayıları gerçekten gülünç

kabul edilecek kadar az olan üstün ırklar, diger yabancı milletleri hakimiyetleri altına alıyorlar

ve yeni toprakların kendilerine arz ettikleri hayat sartlarının, yani topragın verimli ve iklimin müsait olusu sayesinde veya asagı ırka mensup insanların sagladıkları isgücü bollugundan faydalanarak, onlarda uyuklar bir halde bulunan fikri ve teskilatçı melekeleri gelistiriyorlar. Binlerce yıl, hatta birkaç asır içinde meydana öyle medeniyetler çıkarıyorlar ki, önceleri bu

asagı ırkların hayat tarzlarına, verimli topragın ve kontrol altına al dlkları insanların ruhlarının özel durumlarına karsılık gelen vasıfları | Içeriyorlar. Fakat sonunda toprakları fethedenler kanlarının temizligini korumalarına imkan veren ve önceleri emirlerine uydukları prensibe sadakatlerini kaybediyorlar. Kendi halkı yerlilerle birlesmeye baslıyor. Böylece kendi

hayatlarına son veriyorlar. Çünkü cennette islenen ilk günah daima suçluların uzaklastırılması

sonu-I cunu vermistir, iste bin yıl veya daha çok bir zaman sonunda eski hakim ırklardan görülebilen son iz, çok kere kanının, hakimiyeti al-I tına aldıgı ırka bıraktıgı açık renkte ve eskiden meydana getirmis oldugu medeniyetin tas gibi donmus halinde görülebilir. Çünkü üs- tün ırkın gerçek ve manevi kanı hakimiyeti altına aldıgı milletlerin kanları içinde kayboldugu gibi, medeniyetin ilerlemesi için yolunu aydınlatan mesalenin alevini saglayan yanar madde

de yok olmustur. Nasıl ki, üstün ırkların kanları, eslerinin dogurdugu çocukların renklerinde kendilerinin hatıralarını devam ettiren hafif bir nüans bırakmıssa, kültür hayatını bogan kimse

de, eskiden ısıgı getirmis olanların henüz yasamakta olan meydana çıkarma özelliklerinin yaydıgı ısıklarla daha az karanlık hale sokulmustur. Bunların ısınları unutulmus bir çatlak arasından parlar ve çok zaman dikkatsiz gözlere önlerinde simdiki milletin hayali bulundugu zannını verirler. Halbuki gözlemci, bu hayali ancak geçmis devrin aynasında görmektedir.

Böyle bir milletin tarihi seyri sırasında eskiden kendisine medeniyet getirmis olan ırkla ikinci defa olarak veya daha çok temasa geçmesi ve önceki karsılasmaların hatırasının hafızalardan silinmis olması mümkündür. Bu millete eski hakim ırk veya ırklardan kalmıs olan kan,

suursuz bir sekilde tekrar bu kültürün himayesine | girer. Eskiden ancak zor kullanılarak saglanan sey, simdi tam istekle ?! meydana gelebilir. Böylece yeni bir medeniyet devresi meydana çıkar ve bu devre üstün ırkın, yabancı milletlerin kanları ile piçlesmesine kadar ayakta kalır.

Medeniyetin gelecekteki dünyayı kaplayan tarihi için arastırmaları bu yöne çevirmek ve simdiki tarih ilmimizde oldugu gibi dıs olayların tespiti içinde bogulmamak bir görev olacaktır. Medeniyetin tasıyıcısı olan milletlerin ugradıkları bu gelisme hakkındaki genis

bilgi, dünya üzerinde medeniyeti gerçekten kurmus olanların, üstün ırkların gelismelerine ve tesirlerinin ortadan kalkmalarına ait tabloyu da çizecegi muhakkaktır. Günlük hayatımızda oldugu gibi, dehanın meydana çıkabilmesi için özellikle nasıl uygun bir fırsata, hatta gerçek

bir hamleye ihtiyacı varsa, deha ile vasıflanmıs ırk hakkında da durum böyledir. Her gün kü hayatın degismez akısı içinde, birinci derecede degerli kimseleı bile, manasız görünebilirler

ve çevresinde bulunanlardan pek az siv-rilip yükseklere çıkabilirler. Fakat çevresindeki diger insanları sasır tan bir vaziyet içinde bulunur bulunmaz, basit gibi görünen bu kimsede çok

kere o vakte kadar kendisini günlük hayatın adi çerçevesi . içinde görmüs, olanları hayretler içinde bırakacak bir sekilde, dahiyane kabiliyetler meydana çıkar. Bundan dolayı bir

peygamber kendi ülkesinde pek ender olarak otorite sahibidir. Bu olayı gözlemek için

savastan daha iyi bir fırsat hiçbir zaman bulunamaz. Dıs görünüsleri itibariyle akıllı oldukları tahmin edilemeyen gençlerde, savasın kötü anlarında, arkadaslarının cesaretlerini

kaybettikleri sıralarda, birdenbire birer kahraman ruhu ile karsılasılır. Bunların büyük enerjileri ölüme meydan okur. Bu gibi kimseler buz gibi sogukkanlılıkla en karısık isleri hesap ederler. Eger bu sınav saati gelmemis olsa idi, hiç kimse beyinsiz gibi görünen bu

gencin bir kahraman ruhu sakladıgının farkına varamayacaktı. Dehanın meydana çıkması için daima bir çarpısma gerekir. Bazılarını yere yapıstıran kaderin topuz darbesi, baskalarına birdenbire çelik sertligi verir ve her günkü tekdüze hayatlarının zarını patlatarak hayretler

içinde kalmıs dünyanın gözü önünde onları birer ilah gibi yükseltir. Halk bu duruma karsı inat eder, önceleri kendisinden farksız gördügü bir kimsenin, böyle birdenbire baska bir tohumdan fıskırmıs olmasına inanmak istemez, iste bu durum, her degerli adamın ortaya çıkısında

meydana gelir.

Mesela bir mucidin söhretinin icadını ortaya koydugu vakit parladıgını söylemek hata olur.

Deha kıvılcımı yaratıcılık melekesi ile birlikte adamın alnında dogdugu andan itibaren parlar. Hakiki deha fıtridir. Hiçbir zaman terbiyenin veyahut egitimin sonucu degildir. ğahıs söz konusu oldugunda gösterdigim bu misal ırklar için de aynıdır. Yaratıcı bir faaliyet içinde bulunan ırklar, dünyaya gelislerinden beri yaratma kabiliyetine sahiptirler. Hatta bu kabiliyet derine inemeyen gözlemcilerin gözlerinden kaçsa bile bu böyledir. Burada da dehalara sahip

bir ırkın söhreti, o ırkın gösterecegi faaliyetin sonucudur. Gerçekte dünyanın diger milletleri,

dehayı görüp tanımaktan acizdirler. Bu milletler ancak dehanın ortaya koydugu icatları, kesifleri, binaları, yani sekilleri ortada olan ve elle tutulabilir hale gelmis görünümlerini görebilirler. Fakat burada da dünyanın dehayı tanıyabilir duruma gelmesi için uzun zamana lüzum vardır. Büyük bir degere sahip sahısta dehanın sonuçları veya fevkalade kabiliyetler özel tesvikle fiiliyata çıkarsa, milletlerin hayatlarında da baslangıçta varolan yaratıcı

melekeler ve tesirler kuvvetler ancak belirli birtakım sartlar kendilerini davet ettikleri zaman ortaya çıkarlar. Bu gerçegin en olumlu örnegini medeniyetin gelismesini bir emanet olarak elinde bulunduran üstün ırklar verirler. Kader onları özel sartlar içinde bulundurur bulundurmaz, bu üstün ırklarda varolan büyük kabiliyeti, daha hızlı bir tertiple gelistirmeye

ve bunları elde tutulur birer sekiller veren kalıplara dökmeye baslar. Bu gibi durumda üstün ırkların meydana getirdikleri medeniyet, hemen daima topragın, iklimin ve hakimiyetleri

altına aldıkları insanların özelliklerine baglıdır. Buradaki son unsur en kesin ve en tesirli olanıdır. Bir medeniyetin dogusunun baglı oldugu teknik sartlar ne kadar ilkel ise,

makinelerin yerini alacak olan bir insan gücünün mevcudiyeti de o kadar lüzumlu olur. Üstün ırklar, basit ırkların insanlarını kullanmak imkanım bulmamıs olsalardı kendilerini

medeniyete götüren yol üzerinde hiçbir zaman ilk adımı atamayacaklardı.

Ehlilestirmeye muvaffak oldukları hayvanlar olmasa idi, bugün üstün ırklar o hayvanları lüzumsuz kılan teknige sahip olamayacaklardı. Binlerce sene, at insanların isine yaradı, onlara yardımcı oldu, gelismenin temelini kurdu. Fakat neticede otomobil vücut buldu. Böylece at gereksiz hale geldi. "Arap mecbur oldugu isi yaptı, Arap artık gidebilir." darbımeseli,

maalesef derin bir mana ifade eder. Birkaç yıl içinde at, artık her türlü faaliyetten uzak kalacaktır. Fakat, bu eski mesai birligi olmasa idi, insan bugünkü seviyesine erismek için hiç süphe yok ki, büyük zorluklar çekecekti. Asagı ırkın insanları yüksek medeniyetin meydana gelmesinde ilk ve esaslı bir unsur olmustur. Bu kabil insanlar maddi kaynakların kıtlıgını

bertaraf ediyorlardı. Bu maddi kaynaklar olmadan gelisme imkanı tasavvur edilemezdi. ğurası muhakkak ki, ilk insan; medeniyeti, ehlilestirilmis hayvanlardan ziyade, basit ırklara mensup insanları kullanması sayesinde meydana getirmistir. Ancak zayıf ırkların köle haline sokul- malarından sonra, bu hal hayvanların da basına geldi. Bazı kimselerin iddia ettikleri gibi

bunun tersi olmadı. Çünkü sabanın önüne ilk önce maglup ırk kosuldu. Daha sonra at insanın yerini aldı. Bu olayı beseriyet bakımından adi bir sey olarak kabul etmek deli bir barısçı nın isidir. ğimdi bu adamlar, o deli barısçıların, birtakım sarlatanca laflarını kullanmak hususunda

kendilerinin faydalandıkları medeni yetin bugünkü derecesine ulasabilmek için, böyle bir tekamülün meydana gelmis olmasının, sart oldugunu anlayamıyorlar, insanlıgın gelisimi

sonsuz bir merdiven üzerinde bir yükselmedir. Asagı basamaklar asılmadan, yukarı varılamaz. Sonuç olarak, üstün ırk, gerçegin kendine isaret ettigi, gösterdigi yolu asmak zorunda kal-

mıstır. Yoksa, hiçbir zaman üstün ırk modern bir esitligin kendi hayalinde canlandırdıgı yolu asmak zorunda degildir. Gerçek yol sarp ve zahmetlidir. Fakat bu kimselerin hayalleri onları kendilerini bu gayeye yaklastırmaktan ziyade uzaklastırır. Üstün ırkların, basit ırklara rastladıkları yerde, onları iradelerine tabi kılmaları sonucu medeniyetlerin dogmus olması tesadüf degildir. Asagı ırklar, meydana gelmek üzere olan medeniyetin hizmetinde, ilk teknik alet olmuslardır. Üstün ırkın daha sonra, takip edecegi yol sarih olarak çizilmisti. Fakat üstün ırklar, basit ırka mensup olanları emirleri altına aldılar ve ameli faaliyetlerine bir düzen

verdiler. Bu durum kendi irade ve gayelerine uygun olarak meydana geldi. Fakat asagı ırk mensuplarına zahmetli olmakla beraber, faydalı bir faaliyet yüklerlerken onlara belki de eski hürriyetleri adına verdikleri seylerden istifade ettirdikleri zaman nasipleri olan kaderden daha

iyi bir kader sagladılar. Üstün ırk, hakim vasfını muhafaza ettigi sürece, yalnız hükmeden olarak kalmadı, gelistirmekte oldugu medeniyetin de muhafızı oldu. Çünkü bu medeniyet,

üstün ırkın ehliyet ve kabiliyetini ve kendi hüviyetini aynen muhafaza etmesi esasına dayanı- yordu. Tebaalar yükseldikçe efendi ile usagı ayıran perde de yavas yavas ortadan kalktı.

Üstün ırklar kanlarının temizligini korumaktan vazgeçtiler. Böylece meydana getirdikleri

cennette yasamak hakkını da kaybettiler. Üstün ırklar zillete düstüler ve medeniyet yapıcı kabiliyetlerini kaybettiler. Fikri bakımdan oldugu gibi fizikçe de tebaalarına ve yerli halka benzediler. Atalarının yerli halkın üzerinde sagladıgı bütün üstünlükleri kaybettiler. Bundan dolayı bir süre medeniyetin birikmis oldugu ihtiyat malzeme ile yasayabildiler. Sonra tas

kesilme hareketi yapacagını yaptı ve medeniyet unutulma çuku ni olusumlara meydan açarlar. Kanların karısması ve bunun sonucu olan ırkların seviyelerinin düsmesi, eski medeniyetlerin ölmelerinin tek sebebidir. Çünkü, milletlerin mahvına savasların kaybedilmeleri degil, saf bir kanın özelligi olan direnme kuvvetinin ortadan kalkması sebep olmustur.Dünya yüzünde saf

ırk olmayan her sey rüzgarın sürükleyip götürdügü bir saman çöpünden ibarettir.

Fakat tarihi olayların tamamı, iyi manada oldugu gibi kötü manada da ırkın beka içgüdüsünün

bir görünümüdür. Üstün ırkların hakim oluslarının ve önemlerinin sebebi, beka içgüdüsünün haiz oldugu kuvvet ve siddettir. Yasama arzusu bütün insanlarda sübjektif bakımından esit

kuvvette oldugu kabul edilmektedir. Bunda ancak uygulamada ortaya çıkan degisik sekillerde

bir fark tespit edilmektedir. En ilkel yasama seklinde beka içgüdüsü ferdin, kendi benligi hakkında duydugu merak ve endiseden ileri gitmez. Bu ma-razi hal bencilliktir ve devam

etme keyfiyetini de içerir. Öyle ki bugünkü devir her seye kendi sahip olmak ve gelecege bir

sey bırakmamak iddiasına kalkısır. Bu sadece kendisi için yasayan, ne zaman karnı acıkırsa o zaman kendine yiyecek arayan ve ancak kendi hayatım korumak için kavga eden hayvanın durumudur. Beka içgüdüsü bu sekilde meydana çıktıkça ailenin en ilkel durumu ile olsa bile,

bir topluluk teskili için ortada bir temel yok demektir. Erkek ile disinin birlikte sürdürdükleri hayatları bile çiftlesmeden öte bir seydir ve beka içgüdüsünün genislemesine lüzum duymaktadır. Çünkü ferdin kendi benligine karsı gösterdigi titizlik ve onu korumak için göze aldıgı kavgalar, çifti meydana getiren diger unsuru da göz önünde tutmaktadır. Erkek bazen disisi için de yiyecek arar. Çok zaman da ikisi birden bu yiyecegi çocukları için aramaya

çıkar. Biri daima digerini korumaya çalısır. Bu harekette son derece ilkel ve eksik olmakla beraber fedakarlık ruhunun ilk görünümleri görülür. Bu ruhun dar aile sınırlarından ötelere yayılması nispetinde, daha büyük ortaklıklara ve sonunda da gerçek devletin dogmasına

imkan hazırlayacak ilk ve esaslı sart meydana çıkar. Bu durum, belki de en asagı ırklarda pek

az gelismistir. Öyle ki bu durumda olan milletler çogu zaman aile hayatı merhalesinden öteye geçemezler, insanlar sahsi menfaatlerini ikinci plana atmaga ne kadar taraftar iseler, onların büyük topluluklar kurma kabiliyetleri de o kadar büyük olur. insanda, sahsi çalısmasını ve

hatta gerekirse hayatını hemcins lerinin yararına olmak üzere faaliyete getirmege sevk eden fedakarlık hassası üstün ırklarda daha çok gelismistir. Üstün ırkların bu yüklügünü saglayan husus, fikri melekelerinin zengin olusu degil dir. Bütün melekelerini topluluk hizmetine vermeye olan egilimleri dir. Beka içgüdüsü, üstün ırklarda en asıl sekli almıstır. Üstün ırklar kendi benliklerini toplumun hayatına ihtiyari surette tabi tutarlar. ğartlar gerektirdigi takdirde benliklerini feda ederler. Üstün ırkların medeniyet kurma kabiliyetlerinin kaynagı fikri melekeleri degildir. Eger baska kaynaktan kuvvet almasalardı, birer tahripkar gibi hareket

ederler ve hiçbir zaman teskilatçı olamazlardı. Çünkü her teskilatın en esaslı sartı ferdin gerek

sahsi fikir ve mütalaasını, gerek hususi menfaatlerinin her seyden önde geldigini kabul etmekten vazgeçmesi ve bunları toplulugun lehine feda etmesidir. Genel hayır ve genel menfaat lehine yapılan fedakarlık, dolambaçlı bir yol takip ettikten sonra sahibine menfaat

saglar. Fert, sadece kendisi için çalısmaz. Genel kadro içinde, sahsi çıkarı için degil kamunun yararına olacak sekilde hareket eder. Onun en sevdigi tabir olan "is" bu istikrarlı ruhu pek

güzel aydınlatır. Onun "is" kelimesinden anladıgı mana, yalnız kendi hayatını korumaya hizmet eden bir faaliyet degildir, bu toplumun çıkarları ile irtibatlı olan bir çalısmadır. Aksı

halde, bencil, sadece beka içgüdüsüne hizmet eder, dünyanın diger kısımlarına önem vermez

ve bu faaliyete hırsızlık, haydutluk, gasp, tefecilik ve ticaret adım verir. Ferdin menfaatini toplumun devamı lehinde ikinci plana atan bu ruhi kabiliyet, gerçek bir medeniyetin en önde gelen sartıdır. Kurucusunun pek ender olarak mükafatını gördügü, fakat kendinden sonra gelenlerin bol nimetlere sahip olmak için bir kaynak gibi istifade ettikleri büyük insan isleri, ancak bu sart sayesinde meydana gelebilir. Birçok kimsenin toplumun temellerini tercih

ederek, namuslu yoldan ayrılmaması ve kendisini yoksulluga mahkum ederek sefil bir hayata katlanması sadece bu sart ile anlatılabilır. Kendisi saadet ve refaha erismeden üretimde bulunarak çalısan adam, çiftçi, mucit, memur ve diger meslek sahipleri, hareketlerinin derin manasını hiçbir zaman idrak etmeseler bile bu asil fikrin birer temsilcisidirler. Fakat insan hayatının ve gelismesinin devamı için gerekli bir temel kabul edilen çalısmadan

bahsedildiginde dogru olan bu hususlar, insanın ve medeniyetin korunması konu edildigi zaman da tam manasıyla dogrudur. Top lumun hayatım korumak için kendi hayatını vermek fedakarlık ruhunun en yüksek noktasıdır. Çünkü ancak böyle davranılırsa, insan eli ile

meydana getirilmis olan binanın yine insan eli ile veya tabiat tarafından tahrip edilmesi önlenebilir. Bizim Almanca'mızda bu asil ruh tarafından ilham edilen faaliyetleri pek güzel ifade eden bir kelime vardır. Görevini yerine getirmek, yani sadece kendi ihtiyaçlarını

tatminle kalmamak, topluma da hizmet etmek. Bu sekil bir faaliyetin kaynagı olan esaslı ruhi kabiliyeti, bencillikten ayırt etmek için "idealizm" diyoruz. Bu kelimeden çıkardıgımız mana, ferdin toplum ve hemcinsleri ugruna kendini feda etmesidir, idealizm, hissiyatın ihmali kabil olan bir görünümü degildir. Bilakis gerçekte medeniyetin en önde gelen sartı olduguna ve

daima böyle kalacagına ve hatta insan mefhumunun onun yarattıgına kanaat getirmek birinci derecede önemli bir keyfiyettir. Üstün ırklar dünyadaki mevkilerini ancak ruhun bu

yetenegine borçludurlar. Çünkü yalnız bu yetenek, halis fikrin içinden yaratıcı kuvveti çekip çıkartmıstır. Bu beyanda yaratıcı kuvvet de kendi tarzında yegane bir birlesme yapmıs, yum- rugun kuvvetini dehanın zekasına yerlestirerek medeniyetin inançlarını ortaya koymustur, idealizm olmasa idi, düsünme gücünün melekeleri hiçbir zaman büyük bir degeri

bulunmayan, yaratıcı bir kuvvet haline gelmeyen dıs görünüsten ibaret kalırdı. Fakat, idealizm ferdin menfaatlerinin ve hayatının, toplumun menfaat ve hayatına

baglılıgından baska bir sey olmadıgı ve bu hal de her türlü teskilatlı seylerin meydana

gelmesine sebep olan ilk sartı vücuda getirdigi için, idealizm en son tecellide tabiatın istedigi gayeye karsılık gelir, insana kuvvetin ve enerjinin imtiyazlarını ihtiyari sekilde tanımaya

yalnız enerji sevk eder. idealizm, insanı kainatın düzeni içinde küçük unsurlardan biri yapar. Gerçek idealizmi yolunu sasırmıs bir hayalin bos ve lüzumsuz faaliyetleri ile karıstırmaktan

ne derece kaçınılmalıdır? Eger düsünce gücü bozulmamıs saglam bir gence, tamamen hür

sekilde hüküm vermek müsaadesi gösterilirse, bu hususu hemen anlamak mümkün olur. idealist görünen bir barısseverin uzun uzun anlattıgı hikayeleri dinlemek ve kabul etmek istemeyen bir genç, milletin ideali ugrunda hayatını fedaya hazır bir kimsedir. Ğç güdü, gerektiginde kisinin zararına da olsa, suur dısı bir hareketle milleti muhafaza etmeyi

gerektiren derin zaruret mefhumuna itaat eder ve gerçekte kıyafetlerini ne kadar degistirirlerse degistirsinler, gelisme kanunlarına isyan eden bütün korkak ve bencil geveze barısseverlerin hayallerine karsı çıkar. Cün kü gelismenin üzerinde tesir yapan sey, kisinin kanun lehindeki fedakarlık ruhudur, yoksa tabiatı daha iyi tanımak iddiasına kalkan korkak heriflerin hastalıklı düsünceleri degildir.

idealizmin ortadan kalkması söz konusu oldugu devrelerde, toplulugu vücuda getiren ve medeniyetin ilk sartı olan kuvvetin zayıfladıgını görürüz. Bencillik bir millet üzerinde hakimiyetini kurar kurmaz düzen rabıtaları gevser, insanlar kendi sahsi menfaatleri pesinde kosarlarken, cennetten, cehenneme düsüverirler. Gelecek nesil yalnız kendi menfaatim

düsünmüs ve onun için çalısmıs olanları unutur, sahsi saadet ve menfaatlerinden feragat etmis

olanları över.

Yahudi, üstün ırk ile en bariz, en açık tezadı vücuda getirir. Dünyada baska bir millet yoktur

ki, Yahudiler kadar beka içgüdüsü ile gelismis olsun. Bu iddianın en açık delili, bu ırkın günümüze kadar payidar kalmıs olmasıdır. Son iki bin sene içinde, yeteneklerinde, karakterinde Yahudi milleti kadar pek az degisiklige ugramıs bir baska millet yoktur. Yahudiler kadar hiçbir millet büyük devrimlere karısmamıstır. Böyle olmakla beraber,

insanlıgı en büyük zararlara ugratan her türlü hareketten Yahudi en az zarar gören olarak çık- mıstır. Bu olaylar, Yahudilerin, büyük ve sonsuz inatçı bir yasama iradesine sahip

olduklarının ve ırklarının devamında büyük bir sebatla hareket ettiklerinin açık ve kuvvetli birer delilidir. Yahudilerin fikri melekeleri yüzyıllar boyunca gelismistir. Yahudi'ye bugün

"kurnaz" denilmektedir. Fakat bir manada o her zaman kurnaz olmustur. Yahudi'nin zekası

gizli bir gelismenin sonucu degildir. Bu zeka, yabancıların Yahudi'ye verdigi hayat dersinden faydalanmıstır, insanın düsünme gücü, önündeki basamakları teker teker atlamadan tam olgunluk derecesine kendiliginden ulasamaz. Yükselmek için attıgı her adım, geçmis

devirlerin ortaya koydugu temellere dayanmalıdır. Yani genel medeniyetin arz ettigi temele dayanmak gerektir. Her düsünce, ancak pek küçük bir parçası itibariyle sahsi tecrübeden

dogar. Düsünce büyük kısmı itibariyle, eski zamanlardaki tecrübelerin ürünüdür. Medeniyetin genel seviyesi, kisiye çok zaman onun dikkatini çekmeden o kadar çok ilkel bilgiler verir ki, insan bunlarla kendi kendine ileriye dogru kolaylıkla yeni adımlar atabilir. Mesela

günümüzde bir genç, son yüzyıl içinde yapılmıs o kadar çok teknik bulusların arasında büyür

ki yıllarca önce en büyük düsünce gücüne sahip kimseler için bile sır halinde kalan seyler,

(kendisi için pek önemli seyler olmasına ragmen) ona gayet tabii görünürler ve artık gencin dikkatini çekmezler, sadece ona, bu yönde yaptıgımız gelismeleri takip etmeye ve anlamaya imkan hazırlarlar. Bundan önceki yüzyılın ilk yirmi yılı içinde ölmüs bir dahi, zamanımızda birdenbire mezarından çıksa, düsünce gücünü devrimizin gidisine uydurabilmekte, bugünün

on bes yasındaki alelade çocuklarından çok daha fazla zorluk çeker. Çünkü bu mezardan çıkan dahide, çagdaslarımızın büyürlerken, genel medeniyetin görünümleri kanalıyla adeta suursuz bir sekilde, yani iradesi dısında aldıkları o büyük hazırlama devri eksiktir.

tste bu açıklamalardan anlasılacagı üzere Yahudi hiçbir zaman kendine has bir medeniyetin sahibi durumunda bulunmamıs oldugu için, Yahudi'nin fikri çalısmasının temelleri daima yabancılar tarafından saglanmıstır. Yahudi'nin zeka ve idraki daima etrafındaki medeni alem içinde gelismistir. Bunun aksi hiçbir zaman olmamıstır.

Yahudi'de beka içgüdüsü, diger milletlere nispetle daha kudretli olmasına ragmen bu kudret Yahudi'ye medeniyet yapıcı bir millet olması için en esaslı ilk sartı saglamamıstır. Sözün Kısası: Yahudi'de

idealizm yoktur.

Yahudi milletinde, fedakarlık ferdin basit beka içgüdüsünden ileri gitmez. Yahudüerde

görünen milli birlik hissi bu dünyada daha baska birçok mahluklarda da tesadüf edilen gayet iptidai bir sürü toplulugunun içgüdüsünden baska bir sey degildir. Bu münasebetle sunu söylemek gerekir: Sürü toplulugunun içgüdüsü, ancak müsterek bir tehlike karsısında yardımı faydalı veya mutlaka gerekli kıldıgı zaman sürünün üyelerini birbirlerine karsılıklı yardıma

sevk eder. Avına karsı müsterek bir saldırıda bulunan kurt sürüsü, kendi toplulugunu meydana getiren üyelerin açlıkları tatmin oldugu zaman tekrar dagılır. Bir saldırgana karsı kendilerini korumak için birlesmis olan atlarda da aynı durum görülür. Tehlike geçer geçmez bu at grubu derhal dagılır. Yahudi de baska türlü davranmaz. Ondaki fedakarlık ruhu ancak dıs görünüste kalır. Herkesin hayatı bunu mutlaka önemli bir duruma sokmadıkça, fedakarlık kendini ortaya çıkarmaz. Fakat müsterek düsmana galip gelinir gelinmez yani, Yahudileri teker teker tehdit

eden tehlike geçer geçmez, görünüste kalan birlesme kaybolur ve yerini tabii istidatlara bırakır. Yahudiler sadece müsterek bir tehlike yüzünden mecbur kaldıkları zaman veya müsterek bir av için bir araya gelirler. Bu iki sebep ortadan kalkacak olursa en adi bencillik tekrar ortaya çıkar ve önceleri bir arada olan bu millet artık birbirleri ile kanlı bir sekilde bogusan fare sürülerinden ibaret kalır.

Eger, Yahudiler bu dünyada yalnız baslarına olsalardı çirkef içinde bogulurlardı veya amansız

ve insafsız mücadeleler içinde birbirlerinin kökünü kazımaya çalısırlardı. Yeter ki,

kendilerinin fedakarlık ruhundan kesin olarak yoksun bulunduklarını ispatlayan korkaklıkları, kavgayı sadece bir gösteris haline getirmesin, iste Yahudilerin mücadele etmek için veya daha dogrusu hemcinslerini yagma için birlesmelerine bakarak, onlarda fedakarlık hakkında bir idealist ruh bulunduguna hükmetmek çok yanlıs bir hareket olur. Yahudi burada da

bencillikten baska bir seye boyun egmez. Bundan dolayı bir ırkı korumaya ve çogaltmaya mahsus canlı bir organ olması gereken Yahudi devleti, toprak yönünden hiçbir sınıra sahip degildir. Çünkü bir devletin sınırı daima onu meydana getiren ırkta bir idealist ruhun kabiliyetine ve özellikle çalısmanın manası hakkında dogru bir düsünceye delalet eder. Bu düsünce ne nispette eksik ise belirli bir toprak içinde kalan bir devleti kurmak ve onu devam ettirmek için yapılan tesebbüslerin az çok neticesiz kalması da o nispette zorunludur. Bu bakımdan bu devlette bir medeniyetin yükselmesinde temel görevi görecek sey eksiktir, iste bunun için, Yahudiler kendilerine has vasıfları olan bütün fikri melekelerine ragmen gerçek

bir medeniyete ve özellikle kendi yapısına uygun bir medeniyete sahip degildir. Bugün Yahudi'nin medeniyet adına sahip oldugu sey, baska milletlerin büyük bir kısmı itibariyle onun elinde berbat olmus malından ibarettir.

Yahudi'nin medeniyet karsısında yerinin ne oldugunu anlamak için, esaslı gerçegi gözden uzak tutmamak gerekir: Hiçbir zaman bir Yahudi sanatı görülmemistir. Bugün de yoktur.

Özellikle, güzel sanatların iki kraliçesi durumundaki mimari ve musiki ile orijinal olan her sey

Yahudilere borçlu degildir. Sanatta, Yahudi'nin vücuda getirdigi sey fikri bir hırsızlıktan ibarettir. Sonuç olarak, Yahudi yaratıcı güçle ve medeniyetler kurma imtiyazı ile yüklü ırkların melekelerine sahip degildir. Yahudilerin yabancı medeniyetleri nasıl ancak bir kopyacı gibi, modelin seklini bozarak temsil ettiklerini ispat eden sey, özellikle en az icadı gerektiren sanatla yani dram sanatı ile mesgul olmalarıdır. Bu iste dahi Yahudi taklitçi bir

maymundur. Gerçek büyüklüklere götüren hamle kendisinde yoktur. Yaptıgı bu iste bile, bir yaratıcı degil basit bir taklitçidir. Kurnazlıkları ve kullandıgı vasıtalarla kendisinde yaratıcı vergilerin yoklugunu gizlemege muvaffak olamaz. Bu hususta Yahudi basını en basit yazarı dahi, Yahudi olması sartıyla överek onun imdadına yetisir. Bu isi o kadar ustalıkla yapar ki, diger insanlar kendilerini bir sanatkar karsısında zannederler. Halbuki gerçek adi ve degersiz birinden bahsedilmektedir. Hayır, Yahudi'de bir medeniyet meydana getirecek ufacık bir kabiliyet yoktur. Çünkü insanı yükseltecek her tekamülün en birinci sartı olan idealizm

Yahudi için meçhul bir seydir ve daima böyle olmustur. Yahudi'nin zekası hiçbir zaman

Yahudi'ye yapma isinde hizmet-

•kar olmayacak yalnız yıkmaga yarayacaktır. Son derece ender durumlarda, olsa olsa bir tesvik ignesi görevini görebilir ki, o zaman da, daima kötülük isteyen, fakat hayır yaratan kuvvet tipini meydana getirmis olur. ğurası bir gerçektir ki, insanlıgın bütün gelismesi,

•Yahudi ile degil, Yahudi'ye ragmen ortaya çıkar.

Yahudi'nin, hiçbir zaman belirli sınırlar içinde bir devlet kurmadıgı ve dolayısıyla hiçbir

zaman kendine has bir medeniyete sahip olmadıgı için, bedeviler arasına alınması gereken bir millet sayılacagı zannedildi. Bu görüs tehlikeli oldugu kadar, büyük bir hatadır. Çünkü bedevilerin pekala sınırlandırılmıs topragı vardır ve orada yasarlar. Yalnız bedevi bu topragı toplu halde yasayan çiftçiler gibi ekip, biçer ve oturdugu arazi üzerinde hep bir arada

bulundugu sürülerinin ürünleri ile yasar. Bu çesit hayatın sebebi, topragın bir noktada yerlesmeye imkan vermeyen vasfıdır. Fakat gerçek sebep ise, bir devrin veya bir milletin

teknik medeniyeti ile bir çevrenin tabii ha-kirligi arasındaki nispetsizliktir. Bazı ülkeler vardır

ki, orada üstün ırklar, bin yıldan çok bir zaman içinde millilestirdikleri tekniklerinin sayesinde, sabit müesseseler kurmayı ve genis bir topraga sahip olmayı basarmıslardır ve

hayat için gerekli olan her seyi bu topraktan almaktadırlar. Eger bir teknige sahip olmasalardı,

ya bu çevreyi terk etmek veya burada devamlı sekilde yer degistiren bedevilerin sefil hayatını sürmek zorunda kalacaklardı. Ayrıca, binlerce yıldan beri almıs oldugu terbiye ve toplu hayat alıskanlıgının böyle bir yasamayı kendileri için tahammül edilmez bir duruma getirmemis

olması da gerekir. Çünkü sunu unutmamalı ki, Amerika Kıtası fethedildigi zaman birçok

üstün ırk mensupları, tuzakçı, avcı vs. sıfatı ile hayatlarını binbir zahmetle kazandılar ve çoluk çocuk büyük çöküntüler içinde çok zaman serseri gibi dolasıp durdular. Bu sıralardaki hayat-

ları, tıpkı bedevilerin yasayıslarına benziyordu. Fakat sayıca çogaldıkça, daha verimli topraklara yerlestiler ve yerli halka karsı koyma imkanını kazanınca da sabit sekilde yerlesmeye basladılar.

Üstün ırk mensupları, bir ihtimale göre önceleri bedevi idiler Ancak zamanla toplu halde ve medeni olarak yasamaya basladılar Bu sonuca varmaları kendilerinin Yahudi olmamaları ile meydana gelmistir. Hayır, Yahudi bedevi degildir. Çünkü, bedevi çalısma hakkında bir mefhuma sahiptir ve gerekli ilk sartlar tahakkuk eder se kendisinden bir gelisme beklenir. Bedevide pek az olmakla bera ber bir idealizm temeli vardır. Bundan dolayı yaratılısı üstün ırklara garip görünür, fakat sevimsiz olmaz. Yahudi için böyle bir durum ve düsünce yoktur. Onun için Yahudiler hiçbir zaman bedevi olma mıslardır. Yahudi daima baska milletlerin yolları üzerinde, asalak olarak yasamıstır. Bazı kere, o vakte kadar yasadıkları çevreyi terk etmislerse de, bu kendi istekleri dahilinde olmustur. Yahudiler, kendilerine bahsedilen misafirperverligi suistimal etmelerinden bı kan milletler tarafından çesitli olaylarla sıkıstırdıklarından dolayı bu göçü yaparlar. Esasen Yahudi milletinin daima daha uzaklara

yayıl mak yolundaki adeti, asalakların en belirli vasıflarından biridir. Ya hudi kendi milleti için daima "sütninelik" edecek yeni bir toprak arar. iste bunun bedevilik ile hiçbir ilgisi

yoktur. Çünkü Yahudi bu lundugu memleketi terk etmeyi hiçbir zaman aklına getirmez. Yer lesmis oldugu toprakta kalır. Oraya o kadar yapısır ki kendisini an çak zor kullanarak kovmak mümkün olur. Yeni bir memlekete ya yılması ancak Yahudi'nin hayatı için gerekli sartlar

temin edildigi zaman vukua gelir. Bedeviler gibi oturdukları yeri degistirmezle ı Yahudi, tam

bir asalak tipidir ve daima böyle kalacaktır. Münbit bu toprak, Yahudi'yi davet edince, "basil"

gibi daima uzaklara yayıl 11 Onun varlıgı ile meydana gelen sonuç, asalak bitkilerin tesirleri

ile aynıdır. Yahudi nereye yerlesirse Yahudi'yi kabul etmis olan milin az veya uzun zaman sonra sönüp gider. iste Yahudiler, baska milletlerin vatanlarında bu sekilde yasamıslardır. Yani Yahudi kendi devletim kuruyordu. Kendi devleti ve sartlar onu gerçek mahiyetini

tamamen belli etmeye zorlamadıgı sürece, kendini "dini topluluk" maskesi altında saklıyordu. Fakat bu kıyafet degistirmeden vazgeçebilecek kadar kendini kuvvetli hissettigi gün, maskeyi atıyor ve açıga çıkıyordu.

Yahudi'nin asalak sıfatıyla baska milletlerin ve devletlerin gövdelerinde sürdügü hayat özel bir vasfa sahiptir. Bu yüzden Shakspeare daha önce de bahsettigimiz gibi, Yahudi'nin

yalancılıkta büyük usta oldugunu söyler. Yasayıs sekli onu daima yalan söylemeye sevk eder. Kuzey ikliminin bir kimseyi yünlü elbiseler giymeye zorlaması gibi... Yahudi, baska

milletlerin vücudunda, kendi yasayısının bir millet gibi kabul edilmeyip, ancak özel cinsten

bir "dini topluluk" gibi düsünülmesi gerekecegi kanaatini uyandırmayı basardıgı takdirde, j bu asalak hayatına devam eder. Fakat bu onun en büyük yalanların-' dan biridir. Çünkü Yahudi, milletlerin asalagı sıfatıyla yasayabilmek 1 için kendi sahsında hiç degismeyen ve özel olarak mevcut bulunan ! jeyi inkar etmek zorundadır. Yahudi'nin zekası ne kadar büyükse, [f-bu

hileli iste de o kadar basarı saglar. Bu sahtekarlıkta o kadar ileri l gidebilir ki, onlara misafirperverlik gösteren milletin büyük bir kıs-|mı, sonunda Yahudilerin baska bir dinin mensubu olmaları ile bera-| ber gerçekten bunların Fransız, ingiliz, Alman veya italyan

oldukla-|nna inanır. Halbuki özellikle, tarihin kırıntılarından istifade ettikleri i Sanılan tedbirli sınıflar bu korkunç aldatmaya kurban olmaktadır-|' lar. Bu çevrelerde kendi kafası ile

düsünmek kutsal inanısa karsı islenmis bir günah gibi kabul edilir, iste bu yüzden, Bavyera'da

bir bakanın Yahudilerin bugün bile bir dinin mensupları olmayıp, bir milletin fertleri oldukları zerre kadar fark etmemesine hayret etmek gerekir. Halbuki bu gerçegin en kabiliyetsiz

düsünce gücüne sahip kimselerin kafalarına yerlesmesi için Yahudiligin malı olan basına bir göz atmak yeter. Gerçi Echo Juif henüz resmi bir organ degildir ve onun için devletin yüksek

mevkilerine çıkmıs bir kimsenin gözünde hiçbir önem tasıyamamaktadır.

Yahudiler, daim ırklarına has bir vasfa sahip bir millet olmustur. Bunlar hiçbir zaman özel bir dine inanan kimse olmamıslardır. Yahudiler gelisebilmek için, kendilerini rahatsız edici bir dikkati, kendi üzerlerinden baska bir yöne çevirmek için, bir çare bulmak zorunda

kalmıslardır. Kendilerine çevrilen süpheli bakısları uyutmak için basvurulan en basarılı ameli çare, o "dini topluluk" mefhumunu ileri sürmekten ibaret degil miydi? Çünkü bunda da her

sey kopyadır, isin aslı aranırsa çalınmıs seydir. Yahudi yaradılısı itibariyle dini bir teskilat kuramaz. Çünkü o hiçbir sahada idealist olamaz. Binaenaleyh hayattan sonra iman, Yahudi için tamamen yabancı bir mefhumdur. Fakat üstün inanıslara göre, bir insanın ölümünden sonra da hayatının devam ettigi kanaatinden, herhangi bir sekilde yoksun bulunan bir din tasavvuruna imkan yoktur. Gerçekte Talmud (Yahudilerin, Hz. Musa'nın kanun ve prensiplerini konu edinen din kitabı) insanı ahrete hazırlayan bir kitap degildir, sadece dünyada ameli ve tahammül edilecek bir hayat sürmeyi gösterir ve ögretir.

Yahudilerin dini, evvela Yahudi kanının temizligini korumaya çalısan bir derstir. Bu din, Yahudilerin kendi aralarındaki iliskilerini tanzim eder. Diger taraftan Yahudilerin kendilerinin dısında kalan kimselerle olan münasebetlerinde ahlak meselelerinden bahsetmez. Yalnız, fevkalade adi ekonomik meseleler ortaya koyar. Yahudi dininin inanıslarmdaki ahlaki deger hakkında her zaman incelemeler yapılmıs ve bugün dahi bu yolda derin incelemelere devam edilmektedir. (Burada kastettigim incelemeler Yahudiler tarafından yapılanlar degildir. Çünkü Yahudilerin bu konuda yazdıkları bütün seyler pek tabii olarak kendi gayelerine uygun

yazılardan ibarettir.) Onların kendi dinleri hakkında söyledikleri seyler, bu konuda büyük fikirlere göre hüküm verenlere pek süpheli görünür. Fakat bunun en iyi tarifi, bu dini terbiyenin meydana çıkardıgı üründedir.

Yahudi'nin hayatı yalnız bu dünyada sürdügü hayattır. Her Yahudi'nin ruhu, kendi

mezheplerinin kurucusuna ne kadar yabancı ise, Yahudi ruhu gerçek Hıristiyanlıga da o kadar yabancıdır.

Isa, Yahudi milleti hakkında besledigi kanaatinin hiçbir zaman gizlememistir. Hatta gerektigi zaman insanlıgın düsmanı olan bu Yahudileri Tanrı'nm mabedinden kırbaçla kovmustur. Her zaman oldugu gibi Yahudi o zaman da dini is yapmak için bir vasıta kabul ediyordu, îste bu yüzdendir ki Isa çarmıha gerilmistir.

Ne yazıktır ki, Hıristiyan Partisi, seçimlerde Yahudilerden oy dileniyor ve Alman milletinin düsmanı olan Yahudi Partileri ile de entrikalar çeviriyor. Yahudilerin bir ırk olmayıp, bir

dinin mensupları olduklarına dair söylenen bu ilk ve büyük yalandan sonra, baska yalanlar da bina edildi. Mesela bunlardan biri Yahudilerin diline ait uydurulan yalandı. Bu dil Yahudi için düsünceleri ifade vasıtası degil, gizleme vasıtasıdır. O, Fransızca konusurken, Yahudi gibi düsünür, Almanca siir yazarken, yalnız ırkının karakterini anlatır. Yahudi, kanını emdigi milletlerin hakimi olmadıkça ister istemez onların dilini söyler. Fakat diger milletler

kendilerinin köleleri olur olmaz, bütün Yahudiler, hemen bir dünya dilini, esparantoyu ögrenecekler ve onu konusacaklardır. Maksat bu vasıta ile Yahudiligin hakimiyetini daha kolay saglamaktan ibarettir. Yahudiler dıs görünüsü kurtarmak için bütün siddetle

reddettikleri "Protocoles des sages de Sion" (Sion ileri gelenlerinin protokolleri) bu milletin büyük hayatının nasıl devamlı bir yalan üzerine bina edilmis oldugunu gösteren essiz bir mi- saldir. Gazette de Francfort bagıra bagıra, "bunlar sahtedir" diye yazıyor ve bütün dünyayı

buna inandırmaya çalısıyor. Bunların dogru olduguna en güzel delil iste bu yazılanlardır. Bu protokoller, birçok Yahudi'nin suursuz bir sekilde yerine getirecegi, yapacagı ve uygulayacagı seyleri açık sekilde anlatmakta ve göstermektedir, isin önemli noktası buradadır. Hangi

Yahudi beyninin açıklanan bu seyleri düsünmüs oldugunu bilmek önemli degildir. Kesin olan

sey, Yahudi milletinin karakter ve faaliyeti, bütün dal budak saran yayılısı ile birlikte, gözünü dikmis oldugu son hedefleri insanı titretecek bir açıklıkla ortaya koymasıdır. Bu açıklama hakkında bir hüküm vermenin en iyi vasıtası onları olaylarla kıyaslamaktır. Son yüzyılın tarihi olayları bu kitabın ısıgı altında gözden geçirilecek olursa, Ya-. hudi basının neden böylesine feryat ettigi kolayca anlasılır. Bu kitap bir milletin her gün okudugu bir eser haline gelirse,

artık Yahudi tehlikesi önü alınmıs bir tehlike olarak kabul edilebilir. Yahudileri yakından tanımak için, en iyi usul, diger milletler arasında yüzyıllar boyunca takip etmis oldugu usulü

uygulamaktır. Bunu açık sekilde görmek için bir misal yeter. Yahudi'nin gelismesi her devirde aynı oldugu, zarar vererek yasadıgı milletler hep aynı milletler olarak kaldıgı için bu

incelemeyi çesitli bölümlere ayırmak gerekir. Bunları, sade bir ifade ile belirtmek için her bölümü harflerle isaretleyecegim. Almanya'ya ilk Yahudiler, Romalıların istilası ile ve her zaman oldugu gibi ticaret adamı sıfatıyla gelmislerdir. Büyük göçlerin do ^urdugu alt üst olmalar sırasında, Yahudiler dısardan bakıldıgında ortadan kalkmıs göründüler ve bundan

dolayı ilk Cermen Devletlerinin kuruldugu günler, Orta ve Kuzey Avrupa yeni ve kesin bir se- kilde Yahudilesmenin baslangıç noktası oldu. Böylece o günden beri Yahudiler ne zaman

üstün ırkların arasına karıstılarsa bir gelisme basladı ve daima aynı durumda veya benzer bir halde kaldılar.

A. Yahudi ilk sabit kuruluslar dogar dogmaz, birdenbire orada ortaya çıkar. Tüccar sıfatı ile gelir ve ilk baslarda milliyetim saklamaya önem vermez. O hâlâ Yahudi'dir, çünkü kendi ırkı

ile misafiri oldugu milletin arasındaki farkları ortaya koyan dıs isaretler henüz pek bariz bir

sekildedir. Çünkü içine girdigi milletin dilini henüz daha iyi bilmez. Diger milletin milli

vasıfları ile arasında büyük farklar oldugu için Yahudi kendini yabancı tüccardan baska bir sı- fatla tanıtmaya cesaret edemez. Kendisi pek uysal oldugu ve Yahudi'yi kabul eden millet de tecrübeden yoksun bulundugu için, Yahudilik vasfını korumak ona pek zarar vermez, hatta

böyle davranması bazı faydalar saglar. Yabancılara karsı iltifat gösterir.

B. Yahudi, yavas yavas iktisadi hayata dahil olmaya baslar. Bu sokulus, üretici sıfatıyla

olmaz. Daha ziyade aracı olarak ekonomik hayata girer. Binlerce yıl zarfında binbir tecrübe

ile gelismis olan ticaret alanlarındaki mahareti Yahudi'yle, genis bir namuskârlıga sahip olan büyük ırklara karsı bir üstünlük saglar. Öyle ki, kısa bir zaman içinde o toplumda ticaret Yahudi'nin tekeline girer. Önce borç para verir. Faiz alır. Bu yeni bulusun doguracagı tehlike

ilk anlarda fark edilemez. Hatta hatta, ticaret hayatında borç para vermesi ile sagladıgı kolaylık memnuniyetle karsılanır.

C. Yahudi artık, sehirlerde özel mahallelerde oturmaya baslar. Gittikçe kuvveti artar. Devlet içinde devlet kurar. Ticaret ve para islerini kendine ait bir imtiyaz kabul eder ve bunları insafsızca istismara baslar.

D. Artık para isleri ve ticaret Yahudi'nin kesin olarak tekeline girmistir, isbirligi ve tefeci faizleri, sonunda kendisine karsı bir direnme uyanmasına sebep olur. Yahudi'nin

yaradılısından ileri gelen küstahlıgı siddetini artırınca, nefrete yol açar ve zenginligi kıskanç-

lık dogurur. Yahudi topragı da kendi ticareti arasına alıp ve bunu da satılan, pazarlıga tabi

tutulan bir meta halinde hakir bir duruma düsürünce kendisine gösterilen tahammül sona erer. Yahudi hiçbir zaman topragı kendi ekip, biçmedigi ve onu gelir temin eden bir mal

addetmedigi ve kendi adi isteklerine boyun egilmesi sartı ile köylünün oturmasında bir zarar görmedigi için, tahrik ettigi antipa-ti açıkça bezginlik doguruncaya kadar çogalır. Baskısı,

hırsı ve açgözlülügü öylesine tahammül edilmez bir hal alır ki kanları emilmis kurbanları kendisine karsı fiili tecavüze baslarlar. Böylece bu yabancı daha yakından incelenmeye

baslanır ve kendisinde gittikçe igrenç vasıflar görülür. Sonunda ev sahibi ile Yahudi arasında derin bir uçurum meydana gelir.

Korkunç sefalet devirlerinin istismar edilmis halkının galeyan ve hiddeti sonunda Yahudi'nin aleyhinde patlar. Yagmaya ugramıs, sefil düsmüs ve harap olmus halk toplulukları kendi müdafaaları için bu Tanrı'nın belasına karsı adaleti kendileri uygulamaya baslarlar. Belki

aradan birkaç yüzyıl geçmistir ama, bu belanın da ne mal oldugunu ögrenmislerdir. Artık

onun sadece varlıgını bile, veba mikrobu kadar korkunç bir tehlike kabul ederler.

E) iste bu vakit Yahudi gerçek hüviyeti ile ortaya çıkar. Hükümetleri buhran doguracak müdahalelerle sıkıstırmaya baslar. Bazen halkın gazabı, bu "ebedi sülük" aleyhine parlarsa da,

bu hal Yahudi'nin terk ettigi noktadan itibaren birkaç yıl sonra tekrar meydana çıkmasına engel olmaz. Yahudi'yi baska insanları istismardan vazge-çirtecek hiçbir zulüm yoktur.

Yahudi kendisine yapılan zulmün üstünden bir süre geçince yine toplumun içine girer ve eski halini alır. Bunun üzerine hiç olmazsa daha kötü bir durumu engellemek için topragı tefecilerden uzak tutmaya çalısırlar ve bundan dolayı Yahudi'nin toprak almasını kanunla yasaklarlar.

F) Yahudi, hükümdarların kuvvetleri artıkça, onların etrafını alır. Hükümdarlardan yeni yeni

"imtiyazlar", "ayrıcalıklar" dilenir. Mali bakımdan sıkıntı içinde bulunanlar, para karsılıgında

Yahudi'ye istediklerini bahsederler. Bu yeni imtiyazlar Yahudi'ye ne kadar pahalıya mal olursa olsun, Yahudi kısa bir zaman içinde harcadıgı parayı faizi ile beraber tekrar kazanır.

Yahudi halkın gövdesine yapısan gerçek bir sülüktür. Yahudileri halkın gövdesinden koparıp atmak mümkün degildir. Hükümdarlar paraya ihtiyaç duydukça, Yahudi'nin halktan emdigi kanın bir kısmını, mübarek elleri ile ondan alırlar. Bu hal böyle devam eder gider. Bu

durumda Alman prenslerinin oynadıgı rol, Yahudilerin yaptıkları kadar esef vericidir. Bu prensler, gerçekten Allah tarafından millet için bir bela olarak gönderilmislerdi. Zamanımızda

ise bu prenslerin yerini bakanlar almaktadır. Eger Alman milleti Yahudi tehlikesinden tamamen kurtulmamıs ise, bunun suçu Alman prenslerine aittir. Maalesef daha sonra bu

durum aynı sekil altında kaldı. Öyle ki prensler milleti için isledikleri günahların karsılıgı olan ücretleri belki bin defa Yahudilerden tahsil etmislerdir, iste bu prensler seytanla anlasmıslardı

ve hayatlarını cehennemde sona erdirdiler.

G) Prensler, Yahudilerin ellerine düsmekle kendi feci akıbetlerini hazırlamıs oldular, isgal ettikleri mevkiler, kendi halkının menfaatlerini korumaktan vazgeçmeleri ve bu halkı istismar edenlerden biri olmaları nispetinde yavas yavas fakat muhakkak surette zayıflıyor ve

kökünden yıkılıyordu, iste Yahudi onların saltanatının sona ermekte oldugunu gayet iyi fark ediyor ve bu çöküsü mümkün oldugu kadar geciktirmeye ugrasıyordu. Prensleri gerçek görevlerinden alıkoyup, en adi ve en fena övgülerle sersem ederek, sefil hayatın içine iten, kendilerini bütün bütün gerekli hale getirerek o sonsuz para ihtiyacı içinde onlan

çırpındıranlar, bizzat Yahudiler di. Yahudi, ustalıkla veya daha dogrusu para islerinde ahlaki

düsüncelerden yoksun olusu ile daima kurbanlarının bogazlarını sıkarak, hatta derilerim yüzerek yeni kâr kaynakları bulur. Öyle ki bu kurbanların hayatlarının ortalaması daima kısalır. Her sarayın bir "Saray Yahudi'si" vardır. Halkı iskence içinde bırakan, ümidini yok eden, fakat öte yandan prenslere her zaman yeni yeni servetler saglayan canavarlara bu ad verilir. Bu durumda Yahudi daha yükseklere çıkmak için her seyden istifade etmeye baslar. Artık Yahudi'nin yaptıgı, memleketin asıl sahiplerinin haklarından aynı derecede istifadeye

kalkmaktır. Her türlü haklardan faydalanır. Kiliseye kendini vaftiz ettirir. Kilise yeni bir evlat kazandıgını sanarak iftihar eder. israil de büyük bir basarı ile sonuçlanan bu hilekarlıktan bahtiyarlık duyar.

H) iste bu andan itibaren Yahudi'de bir degisme meydana gelir. Bu ana kadar onlar sadece Yahudi idiler, yani baska türlü görünmeye ugrasmıyorlardı. Esasen karsı karsıya gelmis iki ırkı birbirinden ayıran farklı vasıflar dolayısıyla bunun dısında baska bir sekilde hareket edilemezdi. Büyük Frederic devrinde Yahudileri yabancı bir milletten baska bir sey gibi görmek kimsenin aklına gelmezdi. Halbuki Goethe, gelecekte Yahudilerle Hıristiyanlar

arasında evlenme lerin kanun yolu ile önlenemeyecegini düsündükçe, hiddetle isyan ediyordu. Gerçekten Goethe ilahi bir yaratıktı. O gerici degildi. O-nun agzından çıkan söz, kanunun ve aklın sesinden baska bir sey degildi, iste halk saraylarda yapılan o kötü alısverislere ragmen, Yahudi'yi, gövdesine girmis yabancı bir unsur olduguna içgüdüsü ile hükmediyor ve

Yahudilere karsı buna göre hareket ediyordu.

Fakat bu durum degisecekti. Bin yıldan çok bir zaman içinde Yahudi kendisine misafirperverlik gösteren milletin dilini o kadar güzel kullandı ki, simdi kendisi Yahudi kaynagı üzerinde o kadar ısrar etmeyecek, "Almanlık vasû"nı ön plana çıkarmayı göze

alabilecegim düsündü, ilk bakısta bu iddia ne kadar gülünç ve manasız görünürse görünsün, o

"Cermen" ve dolayısıyla bugün de "Alman" sekline girmek cesaretini kendinde buldu, iste bundan sonra akla gelebilecek en korkunç aldatmalardan biri ortaya çıktı. Yahudi, bir Almanı meydana getiren vasıflardan sadece birine, yani diline (ve ona da çok fena bir sekilde) sahip olabildigi için, onun Almanlıktan bütün nasibi konustugu dile baglı kaldı. Halbuki ırkı vücuda getiren sey dil degildir. Irkı vücuda getiren unsur kandır. Yahudi bu hususu bütün milletlerden daha iyi bilir. Bunun için dilinin bozulmasına önem vermeyerek, kanının karısmamasına

dikkat eder. Bir kimse gayet kolay dilini degistirebilir. Bu, o kimsenin düsündüklerini, fikrim

bir baska dille ifade etmesini saglar. Yoksa dilini degistirmis kimse fikirlerini degistirmis

olamaz. Böylece Yahudi çesitli diller konusurken Yahudiliginden hiçbir sey kaybetmez. Bin

yıl önce Ostie'de ticaret yaparken Latince konussa da, günümüzde bugday üzerinde spekülasyon dogururken Almanca söylese de, daima aynı halde, ayni Yahudi olarak kalır. ğimdi, bakanların, bakan müstesarlarının ve emniyetin yüksek memurlarının bu gerçegi

açıkça görmemeleri tabii telakki edilebilir. Çünkü devleti idare edenler arasında içgüdüden ve düsünebilme kabiliyetinden yoksun olmayan kimse hemen hemen yok gibidir.

Yahudi'yi birdenbire "Alman" olmaya zorlayan sebep pek açıktır. O prenslerin kudretlerinin zayıfladıgını görünce, hemen ayaklarını koyacak yeni bir zemin arar. Ayrıca, iktisadi siyaset üzerinde yaptıgı mali baskı öylesine gelismistir ki, artık bu büyük binayı tasıyamaz. Bütün

"vatani" haklara sahip olamazsa, artık tesiri ve kudreti çogalamayacaktır. Fakat Yahudi bu iki

seyi daima ister. Çünkü ne kadar yükseklere tırmansa, hiçbir zaman tatmin olmayacak,

eskiden kendisine vaat edilen ve simdi geçmisin karanlıkları arasından meydana çıkan gaye, onu daima cezbedecektir. En iyi Yahudi beyinleri, dünya hakimiyet hülyasının avuçlarının

içine girmis oldugunu, büyük bir heyecanla görmektedirler. Bunun içinde bütün çalısmalarını,

"vatani" hakları tam ve mükemmel bir sekilde elde etmeye hasrederler.

1) iste bu sebepten dolayı saray Yahudi'si, yavas yavas "halk Yahudi'si" seklini almaya baslar. Yahudi bu sekil degisikligi sırasında da yine toplumun kuwetlileri(!) arasında yer almakta, onların yanlarına sokulmaktadır. Fakat, aynı zamanda ırkının diger temsilcileri de halk topluluklarına havarilik ederler.

Yüzyıllar boyunca Yahudi'nin halk topluluklarına karsı ne kadar günah isledigi, onları nasıl devamlı sekilde insafsızca istismar ettigi, suyunu sıktıgı hatırlanır ve bunlardan baska, halkın kendisine yapılan bu eziyetleri anlayarak yavas yavas Yahudi'ye kin beslemesi ve sonunda

onun varlıgını Tanrı'nın, diger milletlerin baslarına bela ettigini kabuHendigi düsünülürse, Yahudilerin bu cephe degistirme hareketlerinin ne kadar zahmetlere katlanarak yaptıkları gayet iyi anlasılır. Evet derilerini yüzüp, kanlarını içtikleri kurbanlarına "insan dostu" gibi görünmeleri Yahudiler için çok acı bir is olur.

Yahudi ilk önce halka karsı isledigi korkunç haksızlıkları hafifletmeye ve örtbas etmeye çalısır, insanlıgın "velinimeti" sekline bürünür. Bu yeni durumu, iyiligi menfaat fikrinden uzak tutmasına ragmen, o Tevrat'ın sag elin verdigini, sol elin bilmemesi emrine pek riayet etmez. Bundan dolayı, halkın acılarına karsı ne kadar hassas oldugunu ve bu acıları

hafifletmek için katlandıgı bütün fedakarlıkları açıklar. Yahudi yaradılıstan olan tevazuu ile meziyetleri etrafında bütün dünyanın duyacagı sekilde davul çalar. Bu isi öyle bir sebatla yapar ki dünya gerçekten buna inanmaya baslar. Sonunda inanmamıs olanlar da Yahudi'ye karsı, haksız mevkie düserler. Kısa zaman içinde durumu kendi lehine çevirerek, etrafta kendisine karsı haksızlıklar yapılmıs izlenimini uyandırır. Halbuki gerçek tam tersidir. Özellikle aptal olanlar Yahudi'ye güven beslerler ve "zavallı talihsiz"e acırlar.

Yahudi kendini memnuniyetle feda ederken bile bundan dolayı bir kayba ugramaz. O hisseleri ayırmasını bilir. Onun iyilikleri, bir tarlaya istemeyerek dökülen gübreye benzer. Gayesi

bundan da kendine menfaat saglamaktır. Fakat ne gariptir ki, bütün dünya kısa bir zaman içinde Yahudi'nin "bir velinimet" ve "bir hayırsever" oldugunu (!) ögrenir.

Baskalarında az çok dogal olan herhangi bir sey, son derece büyük bir hayrete, hatta bazı kimselerde göze çarpan bir hayranlıga sebep olur. Böyle bir durum ise Yahudi'de dogal

degildir. Bundan dolayı herkes, Yahudi'de iyiliklerinin her biri için baskalarına yapılmayacak

bir muamele ile fazla bir üstünlük bulmaya çalısır. Dahası var, Yahudi birdenbire liberal olur. Hemcinsinin gösterdigi gelismelere karsı duydugu hayranlıgı ve heyecanı açıklar. Böylece

yavas yavas, sözle yeni zamanın sampiyonu kesilir. Fakat diger taraftan millet için yararlı olan milli ekonominin temellerini ciddi bir sekilde tahrip eder. Tahvil satın almak yoluyla

dolambaçlı yollardan milli üretime dahil olur. Bu isi bir hırdavat ticareti haline sokar. Öyle bir ticaret kurar ki, her sey para ile alınabilir ve satılabilir. Böylece sanayii, üzerine sahsi bir mülkiyet kurulacak temellerden mahrum eder. Bunun sonucu olarak isçi ile isveren birbirine yabancı kalır. Nihayet toplumun sınıflar halinde bölünmesine sebep olan ruhsal durumu

dogurur. Yahudi'nin borsa üzerinde yaptıgı tesir ve nüfuz gittikçe büyür, Milletin bütün çalısma güçlerine sahip olur, ya da bunların üzerinde hakimiyet kurar.

Yahudi devlet dahilindeki yerini kuvvetlendirmek için kendi gelismesini köstekleyen ırk engelini yıkmaga ugrasır. Dini müsamaha lehinde kendine has bir hareketle mücadeleye

baslar. Tamamen eline geçirmis oldugu Franmasonluk teskilatını, kendi hedefine ulasabilmek için yaptıgı mücadelede istismar eder. idareci sınıfı, burjuvanın yüksek sahıslarını Franmason teskilatına sokarak, onları istedigi yöne sevk eder. Bu kimseler Franmason teskilatına dahil ol- makla Yahudi'nin bir oyuncagı haline geldiklerini bilmezler. Fakat gerçek halkın; uyanmaya baslayan, haklarını ve hürriyetlerini kendi kuvvetleri ile saglamak üzere bulunan sınıfın genis tabakaları, bu tesirden kendilerim korurlar. Esasen, digerlerinden çok bunlara hakim olmak

daha lüzumludur. Çünkü Yahudi ancak önünde bir "sürükleyici" bulunursa kendi rolünü oynayabilecegini bilir, iste Yahudi bu "sürükleyiciyi burjuva sınıfının en genis tabakalarında bulacagını sanıyor. Fakat eldiven fabrikası sahipleri ve dokumacılar Fran masonlugun ince agları ile tutulamazlar. Burada daha kaba usuller kullanılır, iste bunun için Franmasonluga Yahudiligin hizmetinde ikinci silah olarak basın katılıyor. Yahudi bu kuvveti eline geçirmek için ısrarla bütün ustalıgını ortaya koyar. Basın yolu ile bütün kamu hayatını agının ve

avucunun içine alır. Basını Yahudi idare eder ve önünde sürükler, götürür. Çünkü bilir ki, bir

gün gelecek ve on bes yıl öncesine oranla daha iyi tanınan kamuoyu adı altındaki o kuvveti sevk ve idare edecektir.

Bu arada Yahudi, bilgiye susamıs bir kimse gibi gözükmeye baslar. Bütün gelismeleri ve özellikle digerlerini mahveden terakkileri över. Kendi milletinin faydasına olan gelismelerin dısında kalan her türlü yemligin en korkunç düsmanıdır. Her medeniyete karsı kin besler. Baskalarının yanında ögrendigi en küçük bilgiyi dahi kendi milletinin faydası için kullanır. Milliyetinin korunmasına dikkat eder. Kadınlarının Hıristiyan-larla evlenmelerine engel

olmaz. Tersine bunu tesvik eder. Fakat erkeklerinde zürriyetlerin daima saf kalmasını saglar. Yahudi baskalarının kanını insafsızca zehirler, fakat kendi kanını her türlü bozulmaya karsı korur. Bir erkek Yahudi, Hıristiyan kadın almaz. Hıristiyan erkek Yahudi kadınla evlendigi zaman da bu melez ırkta Yahudi kanı hakimdir. Özellikle yüksek sınıfların asil geçinen tabakaları bozulmustur. Yahudi bu durumu gayet iyi bildigi için ırkının düsmanı olan bu

sınıfın silahsız kalmasını sistemli bir sekilde tesvik eder. Tesebbüslerini saklamak ve kurbanlarım uyutmak için ırk ve renk farkı gözetmeksizin bütün insanların bir oldugundan bahsetmekten bir an bile geri kalmaz. Aptallar bunların yalanlarına inanırlar. Fakat bütün varlıgı, onun yabancı oldugunu belli etmekten kurtulamaz. Bu yüzden halk onun agına

kolayca düsmekken kendini korur. Fakat halkın, basın, yolu ile takip ettikleri, gerçege uymaz. Özellikle mizah yayınlarında Yahudiler zararsız bir millet gibi gösterilir. Bu milletin öteki

bütün milletler gibi kendisine has vasıfları vardır. Dıs görünüsü, biraz garip olan ahlak ve

adetlerinde bile belki bir tebessüm uyandırabilen bir ruh ifade eder. Fakat bu ruh esas itibariyle namuslu ve iyilikseverdir, iste böylece Yahudi, tehlikeli olmaktan çok, kendini önemsiz göstermeye çalısır.

Gelismenin bu safhasında onun en son gayesi demokrasinin veya bu kelime ile anladıgı seyin galip çıkmasıdır. Onun bundan çı kardıgı anlam parlamentarizmin hegemonyasıdır. Onun ihtiyaçları-| na en çok bu usul cevap verir. Çünkü parlamentarizm sahsiyetleri ortadan

kaldırarak yerlerine aptalların, ehliyetsizlerin, korkak ve sorumluluktan kaçan alçakların çogunlugunu hakim kılar. Sonuç monarsinin düsmesi olacaktır. Bu akıbet er geç meydana gelecektir.

J) Büyük ekonomik gelisme, milleti meydana getiren sosyal tabakalarda degisiklige yol açar. Küçük sanatlar yavas yavas söndügü Ğçin isçi bagımsız bir hayata kavusmak fırsat ve

imkanını da elden kaçırır. Bunun sonucu isçi proleter olur. Böylece fabrika isçisi ortaya çıkar. Bu tabakanın en büyük vasfı hayatı boyunca kendine bagımsız bir vaziyet yaratabilmek imkanından yoksun olmasıdır. Bu isçi kelimenin tam manasıyla malsız ve mülksüz bir

kimsedir, ihtiyarlık, bu isçiler için ölümden beterdir, ihtiyarlayan isçiye hayattadır demek dahi yanlıs olur.

Sosyal gelisme buna benzer bir baska durum daha dogurmustu, isçiler gibi malsız mülksüz olan memur ve hizmetli sınıfı meyda-1 na gelmisti. Devlet, ihtiyarlık günleri için bir kenara

bir miktar para koyamayan memur ve hizmetlinin geçimini saglamayı üzerine aldı. Emekli maası usulü kondu. Böylece muntazam olarak idari islerde 1 çalısanların tamamı, yaptıkları isin önemi ile uygun olarak ihtiyarlıklarında bir emekli maası aldılar. Bunun sonucu, memurlara gü-I vence geldi ve bu sınıfın önemi arttı. Böylece savastan önce Alman memur sınıfında en önemli meziyet olarak, meslek suuru gelisti. | ğahsi mülkiyetten yoksun kalmıs bütün bir sınıf, sefaletten kurtarılarak milli toplulugun birer üyesi haline geldi.

Fakat bu mesele yeniden devletin karsısına bir dev gibi dikildi. |j Yeni yeni insan toplulukları yeni kurulan sanayide fabrika isçisi ola-," rak çalısmak ve hayatlarını kazanmak için

köylerden büyük sanayi sehirlerine göç ettiler. Bu yeni sınıfın hayat ve çalısma sartları sefila-

ne olmaktan çok daha asagı idi. Esnafın ve çiftçinin eski çalısma sürati sanayiin yeni sekline uyum saglayamadı. Eski esnafların yaptık-|- lan iste, zaman önemli bir rol oynamazken,

simdi fabrikalarda zamanın rolü çok büyüktü. Eski çalısma süresinin büyük sanayide uy- gulanması kötü sonuç verdi. Çünkü eski çalısmanın gerçek verimi çok azdı. Eskiden bir kimse

14 veya 15 saatlik çalısmaya karsılık gösterebilirken, simdi çalısma zamanının her dakikası degerlendirildigi için bu çalısma sekline ayak uydurulamadı. Eski çalısma süresi nin yeni sanayide manasız bir sekilde aynen uygulanması iki bakım dan pek kötü oldu: Önce isçilerin sıhhatleri bozuldu ve sonra hu kuka karsı olan inançları sarsıldı. Bu toplumsal düzensizlige bir

yakısacak bir durum degildir. Gerçekte sosyal hayatımızın Fransızlasması, ancak Yahudilesme ile olmustur. Eskiden el islen bizim gözümüzde saygı ile karsılanırken, simdi kol isçisinin çalıs ması hakir görülmektedir.

iste bu sekilde pek az itibarı olan bir sınıf dogdu ve bunun so nucu olarak günün birinde, milletin, bu sınıftan toplulugun bu üyesini ortaya çıkarması için gereken enerjiyi kendinde bulup bula mayacagı veya aradaki bu durum farkının bu sınıf ile digerleri ara smda bir uçurum açacak kadar vahim bir hal alıp almayacagı meselesi vukua gelecektir. Bu arada

muhakkak olan bir sey varsa, o da bu yeni olusan sınıfın safları arasına fena unsurların henüz

toplanmamıs olmasıydı. Hatta bu yeni sınıfın mensupları arasında enerji sahiplerine daha çok rastlanabilirdi. Medeniyet denilen seyin sonucu olan savurganlık derecedeki inceleme, burada ayırıcı ve harap edici etkisini henüz göstermemisti. Yeni sınıf henüz barısçı alçaklıgın

zehirlerine bulasmıs degildi. Saglam kalmıstı ve gerektigi zaman sert olabiliyordu. O kadar mühim olan bu sosyal meseleye burjuvazi yabancı kalırken, Yahudi gelecekte ortaya çıkacak olan safhaları simdiden görüyordu. Yahudi kapitalist istismarı usullerini teskilatlandırırken, kurbanlarına da yaklasarak, onların kendi kendilerine yönelttikleri kavgada onlara "önder" oluyordu. Gerçekte "kendi kendisine karsı" demek istiare yoluyla anlatmaktır. Çünkü yalan söylemede büyük üstat olan Yahudi daima kendisini temiz ve fazilet sahibi bir kimse gibi göstermek ve suçlarını baskalarına yüklemek isini gayet iyi becerir. Halk topluluklarının

basına geçer. Bu toplu luklar, gelmis geçmis zamanların en korkunç yalancısına kurban ol- duklarını akıllarına getiremezler. Halbuki gerçek budur.

Yeni sınıf genel ekonomik degismeden çıkar çıkmaz, Yahudi kendi kendini ilerletmek için

eline nasıl yeni bir antrenör geçmis oldugunu görüyordu. Yahudi derebeylerin dünyasına karsı kalkan olarak burjuvaziyi kullanmıstı. ğimdi de Yahudi, burjuvaziye karsı isçi sınıfını kullanmaktadır. Yahudi bir vakitler burjuvazinin gölgesine sıgınarak sivil hukuku elde

etmisse, bugün de isçilerin hayatlarını müdafaa için giristigi kavganın kendisini "dünyanın hakimi" yapacagını bilmektedir.

Artık bu andan itibaren isçi sınıfının görevi Yahudi milleti için çarpısmaktır, isçi farkında olmadan yıkmakta oldugunu sandıgı kudretin hizmetinde bulunur, isçi göstermelik bir sekilde sermayeye saldırtılır. Böylece isçi gerçek sermaye lehinde bogusturulurken, aynı zamanda uluslararası sermaye aleyhinde de bagırtılır. Fakat gerçekte hedef alınan sey, milli

ekonomidir. Milli ekonominin yıkılması ve onun cesedi üzerinde uluslararası borsanın zafer saglamasına çalısılır. Yahudi bunu gerçeklestirmek için önce isçiye sokulur ve onun kaderine acımıs görünür. Hatta sefaletten isyan duyan bir kimse gibi ortaya çıkar. Böylece isçinin güvenini, kazanır. Yahudi, isçide hayat sartlarım degistirmek için siddetli bir istek uyandırma-

ya çalısır. Üstün ırka mensup bir insanın kalbinde daima uyuklayan sosyal adalet ihtiyacını ustalıkla tahrik ederek uyandırır. Yahudi sosyal adalet ihtiyacını tahrik ederek harekete

getirdigi isçiyi, daha sanslı bir kadere sahip olanlara karsı bir kin beslemeye davet eder. Bu isi yaparken Yahudi, sosyal düzensizliklerin aleyhine açılmıs olan korkunç kavgaya bir felsefi

hava, bir felsefi tavır verir. Böylece Yahudi MARKSlZM'in temellerini atmıs olur.

Marksizm'i, halkı toplumsal isteklere gayet sıkı bir sekilde baglı gibi göstermekle, Yahudi bu felsefenin yayılmasını kolaylastırır ve hızlandırır. Bu arada Yahudi, bu felsefenin sonuçlarına bakarak kendileri için haksızlık ve tatbikinin imkansız oldugunu gören kimselerin de muhalefetini saglar ve bunları tahrik eder. Sosyal fikirler maskesi altında, gerçekten seytanca

ve korkunç niyetler saklanmıstır. Bu felsefe, akıl ile budalalıgın, içinden çıkılması imkansız

bir sentezidir. Fakat bu felsefede akıl ile aptallık öyle bir sekilde ayarlanmıstır ki, içinde

yalnız çılgınlıkla vasıflandırabilinecek seyler ger çeklesir, akla uygun gelen seyler ise hiçbir vakit tatbik edilemez Marksizm sahıslara ve bunun sonucu olarak millete her türlü hayat ve insanlık haklarını reddetmekle, medeniyeti meydana getiren temeli yıkmaktadır. Halbuki medeniyet bu amillere tabidir. Ğste bu canice dimagın bu bulusuna felsefe adını vermek dogru olursa, Marksizm felsefesinin özü budur. ğahsiyetin ve ırkların harap edilmesi, bir türlü

hakimiyet kuramayan asagı bir ırkın, yani Yahudi ırkının en büyük engelini ortadan kaldırmak olur. Bu felsefeye mana veren ve yol gösteren sey, iktisadi ve siyasi hayattaki garip nazariye - sidir. Marksizm'e can veren ruh, zeki kimselerin bu felsefeye inanmalarına engel olur. Diger taraftan fikri melekelerini kullanmasını bilmeyenler ve iktisadi ilimlerden habersiz olanlar

hemen Marksist olurlar. Hareketin sevk ve idaresi için gerekli olan zekayı (çünkü bu hareketin bile yasayabilmesi için zeka açısından sevk ve idareye ihtiyacı vardır) Yahudi

"kendi kendisini feda ederek" kendi soydaslarından birinin beyninden saglar.

Yahudiler tarafından yönetilen kol isçilerinin bir hareketinin nasıl meydana geldigini inceleyelim. Görünüste bu hareketin gayesi isçilerin yasama sartlarını kolaylastırmaktır. Gerçekte ise Yahudi olmayan bütün milletleri esaret altına sokup, yok etmekten ibarettir. Ba- rısçı doktrinler vasıtasıyla milli beka içgüdüsünü felç etmek için aydın denilen çevrelerde farmasonlugun giristigi mücadeleye, daima Yahudilerin ellerinde bulunan büyük basın, halk toplulukları ve özellikle burjuvazi nezdinde devam eder. Çökeltici bu iki kuvvete, bir

üçüncüsü de katılır. Bu en korkuncu olan zor ve siddet teskilatıdır. Marksizm, saldırganlık sıfatı ile, ilk iki silahın kendisini göreve hazırlamak üzere temelinden yıktıkları seyleri büsbütün alt üst edip bitirmek zorundadır. Bu fevkalade bir sekilde düzenlenmis hayran kalınacak bir manevradır. Öyle ki bu manevraya, kendilerini devletin az çok manevi

otoritesinin organları diye takdim etmekten zevk alan müesseselerin de katılıp, mücadeleden vazgeçtikleri görülürse buna sasırmamalıdır. Yahudi, bazı istisnalar gözden uzak tutulursa,

her zaman kendi yıkıcı isi için yüksek dereceli memurlarımız arasından, hata en üst

mevkilerde bulunanlardan pek lütufkar yardımcılar bulmustur. Bu memur toplulugunun göze çarpan vasfı, üstlerin huzurunda yerlere kapanan bir kölelik gösterisi, astlara karsı kendini begenmislik ve ancak herkesi hayrete düsürebilecek derecede bir ap tallıktır. Fakat bu vasıflar otoritelerimizle devamlı ilgisi olan Yahudi tçin faydalı ve onun göz önünde pek sevimli seylerdir. ğimdi basla-, yan kavga kalın çizgilerle resmedilirse su husus ortaya çıkar:

Yahudi, dünyayı ekonomik yönden .ele geçirmek istedigi gibi »iyasi bakımdan da hakimiyeti altına almak ister. Bunun için Yahudi mücadelesinin bu iki gayesi için Marksizm'i iki kısım olarak ortaya Sürer. Bu kısımlar görünüste birbiri üe ilgili degildir. Fakat, aslında ayırma

kabul etmez bir bütün teskil etmektedir. Bu iki kısım, siyasi ve sendika faaliyetleridir. Sendika faaliyeti taraftar toplamaya yarayan bir çalısmadır, isçiye, patronların hırs ve dar

görüslerine karsı açtıkları mücadelede yardım ve himaye vaat eder. Eger isçi devlet tarafından

bir yardım ve himaye görmezse, kendi menfaatinin müdafaasını sorumsuz kimselerin eline bırakmak istemez ve bu hak müdafaasını bizzat kendi yapmak ister. Para kazanma hırsı ile gözleri kör olan burjuva, isçinin yaptıgı bu mücadeleye karsı ne kadar engel çıkarırsa, örnegin uzun çalısma sürelerini azaltmazsa, çocuk-• ların çalısmalarına insaf dairesinde bir sekil vermezse, kadın isçileri i korumazsa, is yerlerinde ve ikametgahlarında sıhhi sartlara kavus-

mak için yapılan her türlü tesebbüse engel olursa, daha kurnaz olan F Yahudi bu sınıfın, yani ezilen isçinin sorunlarına sahip çıkar. Yahudi böylece isçi hareketinin önderi durumuna geçer. Bunu Yahudi memnuniyetle ve isteyerek yapar. Onun esas niyeti sosyal yaralara bir ilaç

bulmak degildir. Yahudi'nin, isçinin hamisi durumuna geçmesine sebep, milli ekonominin gelecegini yok edecek bir toplulugu yavas yavas meydana getirmek içindir. Çünkü saglam bir siyasetin hedefi bir taraftan halkın saglıgının korunması, diger taraftan bagımsız bir milli ekonominin müdafaası ise, bu iki düsünce karsısında tamamen lakayt kalarak, kendi gayesine giden yolun üzerindeki bu engelleri temizlemeye bakar. Yahudi milli ekonominin bagımsız kalmasını istemez. Onun istedigi milli ekonomiyi yok etmektir. Bundan dolayı isçi

hareketinin hamisi ve önderi sıfatı ile yerine getirilmesi imkansız veya uygulanması milli ekonominin çökmesine sebep olacak isteklerde bulunurken, vicdanında bir sızlama duymaz. Çünkü Yahudi önünde saglam bir nesil görmek istemez. Onun arzusu soysuzlasmıs, boyunduruga girmeye hazır bir sürü görmektir. Olumlu cevap alamayacagım ve durumu degistirmeyecegini bildigi halde halk topluluklarında siddetli bir sinirlilik dogura çak en manasız istekleri iste bu gayesini tahakkuk ettirmek için ortaya atar. istegi ortalıgı bulandırmaktır, yoksa isçilerin sosyal durumlarını gerçekten ve namuslu olarak düzeltmek degildir.

Demek ki, büyük topluluklar aydınlatılmadıkça, onlara sonsuz sefaletlerinin gerçek sebepleri hakkında dogru bilgiler verilmedikçe ve bunun için büyük bir çalısmaya tesebbüs

edilmedikçe, Yahudi isçi hareketinin itiraz kabul etmez ve vazgeçilmez önderi olarak kala- caktır. Eger halk toplulukları simdi oldugu gibi bir hedefe yöneltil-mezlerse ve devlet bu

islere kayıtsız kalırsa, halk daima ekonomik yönden kendisine en yüzsüzce vaatleri yapan

kimselerin arkasından gider. Bu hususta, Yahudi usta mertebesine yükselmistir. Çünkü bütün faaliyeti hiçbir ahlak kuralının gemleri ile kontrol altına alınamaz. Bundan dolayı bu alanda bütün hasımlarına karsı kolayca ve kısa bir süre içinde üstün çıkar. Yahudi kendi ruhunda bulunan kabalıga ve haydutluk içgüdüsüne uyarak isçi hareketine kaba bir siddet vasfı vermektedir. Saglam hisleri ve oltaya takılmayan kimselerin karsı koymalarını dehset salma

ve korku yaratma usulü ile kırar. Böyle bir faaliyetin sonucu ise çok korkunçtur. Neticede, Yahudi'nin yaptıgı milletin refah ve saadetini saglayacak olan isçi sınıfı vasıtasıyla milli iktisadın temellerini yıkmak olur. Yahudi'nin bu faaliyetine paralel olarak siyasi teskilat

faaliyeti de gelismektedir. Siyasi gelisme, isçi hareketinin toplulukları siyasi teskilata girmeye hazırlaması, hatta bir kamçı ile vurur gibi onları zorla oraya sokması dolayısıyla, bu isçi hareketine uygun düser. Siyasi teskilata o büyük cihazını devam ettirme imkanını veren tahsisatın sürekli, kaynagı isçi hareketidir. Fertlerin siyasi faaliyetleri için kontrol organları Yahudilerin eline geçer. Bütün siyasi gösteriler için adam toplama isi Yahudi'nin elindedir. Neticede isçi hareketi, iktisadi hayat için mücadele etmez olur. Yahudi, kısmi ve genel grev hareketlerini siyasi fikrin emri altına alır. Böylece sendika ve siyasi teskilat, içerigi itibariyle kültürü çok az olan okuyucuların siyasi görüs ve kanaatlerine uygun bir basın meydana

getirerek, mevcut düzene karsı isyan ruhu yaymaya baslar. Bu isyan ruhu, bir milletin en asagı sınıflarına mensup toplulukları cüretkarlık isteyen hareketleri yapmaya hazır bir duruma

getirir. Bu basının vazifesi basit halk tabakalarının seviyesini yükseltmek degildir. Yahudi'nin idaresi altında yapılan is basit insanların istahlarını kabartmaktan ibarettir. Bu basın milli iradenin, yüksek bir kültürün, geleneklerin ve bagımsız bir ekonominin dayanagı olan seylerin tamamına hücum ve iftira eder. Yahudilerin devlete hakim olma yolundaki hareketlerine

engel olmak isteyene, yahut ehliyet sahibi, iktidarları ve dehaları Yahudilerce tehlikeli

görünen memleketin seçkin ve karakter sahibi insanlarına karsı, "Yahudi basını" ates püskürür

ve bu gibi kimseleri milletin gözünden düsürmeye çalısır. Çünkü Yahudi'nin nefretine hedef olmak için onun aleyhinde çalısmak sart degildir. Yahudi'nin, herhangi bir gün kendisi

aleyhinde bir düsünce beslemenizden veya ona düsman bir milletin kuvvetini gelistirmek için kabiliyetlerinizi kullanacagınızdan süphelenmesi, size nefret duyması için yeter sebeptir. Bu hususta hiç hataya düsmeyen içgüdüsü her insanın dogustan sahip oldugu kabiliyetlerinin kokusunu hemen alır. Onun ruhunun, ruhu olmayan kimse, Yahudi'nin kendisine düsman kesileceginden asla süphe etmemelidir. Yahudi tecavüze ugramıs bir kimse olmayıp, saldırıya

geçmis, taarruz eden oldugu için, yalnız kendisine saldıran kimseyi degil, taarruzuna karsı koyanı da kendinin düsmanı kabul eder. Dogrulukla dolu oldugu kadar, cesaretli olan ruhları kırmak için basvurdugu kavgada kullandıgı vasıtalar mertlige sıgmayan seylerdir. O bu adi isi için yalan ve iftirayı kullanır.

Hiçbir sey, karsısında geri çekilmez. Kötülügü o kadar büyüktür ki, halkımızın hayalinde seytanın örnegi veya bütün fenalıkların sembolü Yahudi olursa, buna hayret edilmemelidir. Halk topluluklarında Yahudi'nin gerçek karakterinin bilinmemesi, yüksek tabakalarda içgüdünün yoklugu ve zekanın kıt olusu, Yahudilerce yöneltilen bu yalan savasına, milletin kolayca kurban gitmesine yol açmaktadır. Yüksek tabaka mensupları yaradılıslarında olan korkaklıkları dolayısıyla, Yahudi'nin yalan ve iftira ile saldırdıgı kimseden uzak dururlarken, halk da aptallık veya basitlik dolayısıyla bu karakter sahibi kimse hakkında uydurulanlara inanır. Otorite sahibi olanlar ise ya ses çıkarmayıp susarlar, ya da haksız yere saldırıya

ugrayan kimse için sorusturma açarlar. Güya o esek memurlarca böyle hareket etmek,

devletin otoritesini korumak ve asayisi saglamak için faydalı bir tedbirdir. Sonunda Yahudi tarafından kullanılan Marksist silahın korkusu bu akıllı adamların beyinlerine ve ruhlarına bir kabus gibi çöker, kalır. Bu korkunç düsman karsısında titrerler ve eninde sonunda onun

kurbanı olurlar. K) Yahudi'nin devlet içindeki üstünlügü simdi öylesine saglam-lasmıstır ki, kendisini açıkça Yahudi olarak ilan etmek cesaretini gösterir ve hatta bununla da kalmayıp

ırki ve siyasi düsüncelerini sonuçlarına kadar açıklamaktan çekinmez. Irkının bir kısmı kendi-

sini açıkça yabancı bir millet diye gösterir. Gerçi bu da yeni bir yalandan ibarettir. Çünkü Siyonizm bütün dünyaya Yahudilerin Filistin'de bir devlet kurmakla memnun olacakları kanaatini verirken, onlar aptal kimseleri bir kere daha gayet açık bir sekilde aldatmıs • olurlar. Yahudilerin Filistin'de bir devlet kurup, oraya yerlesmeye hiç ama hiç niyetleri yoktur.

Yahudiler orada sadece sarlatanca bir uluslararasıcılık faaliyetlerinin merkezi teskilatını kurmaktan baska bir sey düsünmemektedirler. Bu teskilat hükümranlık hakkına sahip olacak

ve diger devletlerce korunmaya ihtiyaç duymayacaktır. Bu teskilat, istiklaline sahip olarak, yüzlerinden maskeleri düsürülmüs olan veya kendileri atmıs bulunan bütün adi Yahudilerin sıgınagı ve gelecekteki rezil ve sarlatan Yahudilerin de yüksek bir okulu olacaktır.

iste bir kısım Yahudi iki yüzlülükle Alman, Fransız veya ingiliz oldugunu söylerken,

digerlerinin açıkça ve resmen Yahudi ırkına mensup olduklarını belirtmeleri, kendilerine olan güvenin gittikçe arttıgına ve artık emniyet içinde bulunduklarına delil teskil eder. Diger milletlerin, korkunç bir pervasızlıkla hareket etmeleri, Yahudilere zafer gününün ne kadar

yakın oldugunu ispatlar.

Siyah saçlı pis Yahudi, saatlerce tehlikeden habersiz olan genç kızı gözetler. Sonunda bu genç kızı kendi adi kanı ile kirletir. Onu mensup oldugu ırktan çekip alır... Yahudi, hakimiyetine almak istedigi ırkın dayandıgı bütün temelleri kökünden yıkmak ister. Kadın ve genç kızların ahlaklarını bozdugu gibi, kendi ırkı ile diger ırklar arasında "kan"in yaptıgı seti yıkmak ve ortadan kaldırmak için her türlü çareye basvurur. Zenciyi Almanya'ya getirenler Yahudilerdi. Hep aynı gizli gaye ve açık hedef için hâlâ getirmektedirler. Nefret ettikleri beyaz ırkı melezlesmeden çıkacak piçlesme ile yok etmek, onu eristigi medeniyet ve siyaset

seviyesinden indirmek ve ona hakim olmak istemektedirler. Çünkü ırkı halis olan, kanının kuvvetinden haberdar olan millet hiçbir sekilde ve hiçbir vakit Yahudi'ye boyun etmez.

Yahudi ancak, bu dünyada ilelebet ve sadece melezlerin efendisi olabilir. Bunun için kisileri devamlı olarak zehirler ve böylece ırkların seviyelerim düsürmeye çalısır. Yahudi bu arada

da, artık siyaset bakımından, demokrasinin yerine proletarya hakimiyeti fikrini asılamaya baslar.

Marksizm Yahudi'nin, demokrasiden vazgeçmesini saglayan ve Yahudi'yi milletlerin, diktatörce, kaba kuvvet ile hakimiyet altına almasını temin eden bir silahı olmustur. Böylece Yahudi çifte devrim meydana getirmek için sistemli bir sekilde çalısır. Bu çifte devrim

iktisadi ve siyasi alanlarda olacaktır.

içerden gelen bu saldırıya karsı enerjik bir sekilde karsı koyan milletleri, Yahudi faaliyete geçirdigi uluslararası nüfuz ve tesirler sayesinde bir düsman sebekesi ile sarmaya baslar. Onları savasa zorlar. Sonunda gerekli olduguna karar verdigi zaman savas alanına devrim bayragını dikiverir.

Devletleri ekonomik yönden sarsar. Böylece verimsiz hale gelen kanın tesebbüslerini devletin elinden alır ve mali kontrole tabi tutar.

Yahudi siyasi yönden de devleti yasama vasıtalarından yoksun bırakır. Her türlü karsı

koymanın ve milli savunmanın temellerim çürütür. Halkın hükümete besledigi güveni sarsar. Geçmisi kötüleyerek gözden düsürür. Büyük olan seylerin hepsini çamura batırır.

Medeniyete de el atarak, sanatı ve edebiyatı kötüler, tabii hisleri aldatır. Bütün güzellik, asalet, agırbaslılık, haysiyet ve hayır mefhumlarını bir kalemde altüst eder. insanları, kendisinin içinde bulundugu o adi ve asagı tabiat alanına çeker.

Nihayet Yahudi, dini ve ahlakı, gülünç ve basit bir hale sokar. Örf ve adetleri ölü, modası geçmis ve köhnemis seyler olarak gösterir. Böylece bir milletin hayatı ugruna mücadele edecegi son dayanaklarını da ortadan kaldırır.

L) ğimdi son ve büyük devrim baslar. Artık, Yahudi siyasi kudreti de eline geçirdikten sonra, maskesini fırlatır atar ve demokrasi ve halk dostu olan Yahudi, o andan itibaren katil ve ırk düsmanı Yahudi'yi meydana getirir. Birkaç yurt içinde zekanın mümessillerinin kökünü

kazımaya girisir. Milletlerin manevi rehberleri olan kimseleri yok ederek onları esareti altına

alır.

Bize bu esaretin en canlı misalini Rusya vermistir. Rusya'da Yahudi, büyük bir millet

üzerinde hakimiyetini kurmak için, vahsi ve korkunç bir taassup ile 30 milyona yakın insanı kendi yazar ve çete leri ile borsa haydutlarına öldürtmüs veya açlıktan ölüme mahkum ettirmistir. Fakat sunu hemen belirtelim ki, bu is yalnız, Yahudilerin milletlerin hürriyetlerini öldürmesiyle bitmeyecek, bu mahvolan milletlerin asalakları da yok olacaktır. Kurbanların ölümü, er geç canavarın da ölümünü icap ettirecektir. Almanya'nın çöküsünün, sebeplerini tetkik edecek olursak, ilk ve kati sebep olarak ırk meselesinin ve Yahudi tehlikesinin takdir edilip görülememesinden ileri geldigi anlasılır.

1918 yılının Agustos ayında savas alanında ugranılan yenilgilere tahammül etmek son derece kolay olabilirdi. Bu yenilgiler milletimizin daha önce kazandıgı zaferlere oranla bir hiçten ibaretti. Bizim çökmemize bu yenilgiler sebep olmadı. Biz, milletleri var olmaya kabiliyetli kılan ve bu sekilde hayatlarını mesru saydıran siyası kuvvet ve içgüdüleri, on yıldan beri

sistemli bir sekilde milletimizin elinden alarak bu yenilgileri hazırlamıs olan kudret tarafından yere serildik. Eski Reich, milletimizin mensup oldugu ırkın temellerinin korunması

hususunun ortaya çıkardıgı meseleyi ihmal etmekle, bir milletin dünya üzerinde yasamak için sahip oldugu tek hakkı kötü-lüyordu. Melezlesen veya melezlesmeye fırsat veren milletler

Tan-rı'mn iradesine karsı günah islerler. Bir millet, kendi varlıgının tabiatça verilmis ve kökleri kanına uzanmıs özel vasfına artık baglı kalmazsa, dünyadaki mevcudiyetine son verilmesinden dolayı sikayetçi olamaz. Bu geçici dünyada her sey çok daha iyi olur ve

yapılabilir. Her bozgunun, gelecekteki bir zaferin annesi olması mümkündür. Her kaybedilen savas gelecekte bir yükselmeye sebep olabilir. Her zorluk, insanın enerjisi ile alt edilebilir.

Her zulüm ve baskı, kan saf olarak korundugu sürece, ahlaki bir dirilme meydana getiren kuv- vetleri dogurabilir ve harekete geçirebilir. Fakat kanın saflıgım kaybetmesi saadeti yok eder, insanı sonsuzluga kadar asagılatır. Bu çöküsün medeni ve ahlaki sonuçları hiçbir zaman kaybolmaz. Hayatın öteki meseleleri, bu tek mesele ile karsılastırılsa, bütün bu meselelerin

önemi bunun yanında bir hiçten ibarettir. Hayatın bütün meseleleri zamanla sınırlıdır. Fakat

kanın saflıgının korunması veya kaybedilmesi meselesi, yeryüzünde hayat devam ettigi sürece duracaktır.

Savastan önce meydana gelen biraz önemli olaylar incelendiginde, hepsinin bir ırk meselesine baglı oldugu görülür, ister hukuk l meselesi, ister ekonomik hayatın büyük oyunları olsun,

veya siyası alanda çöküs olayları, egitimin iflası olsun, hatta basının büyük j1,»damlar üzerinde yaptıgı kötü tesir söz konusu olsun, bütün fena-ı'llkların derinine inildiginde ırka önem verilmedigi veya yabancı bir milletin ırk için arz ettigi tehlikenin farkına varılmadıgı

görülecek-,tir. Bunun için, bütün reform hareketleri, bütün sosyal yardım eser-'leri, her türlü siyasi tedbirler, bütün ekonomik gelismeler ve düsünüme gücündeki her bilgi artısı hiçbir zaman önemli rol oynamaz.

Millet ve onu dünyada var olmaya kabiliyetli duruma getiren organ; yani devlet, saglam bir saglıga sahip degildi. Hatta her ikisi de gözle görülecek sekilde sararıp soluyordu. Reich'ın dısardan bakıldıgında görülen sıhhati, onun menfaatini saklamayı basaramazdı. Gerçekten tekrar ona kuvvet vermek için yapılan her tesebbüs daima sonuçsuz kaldı. Çünkü en önemli mesele kenarda unutuluyor-

kalmaya mahkumdu. Çünkü, bizim genel hastalıgımızın hangi sartlar altında ortaya çıktıgım

(görüyorlar, fakat en uygun sartlar içinde bile onun illetini tespit edemiyorlardı. Eski Reich'ın siyasi gelismesinin takip ettigi yol dikkatle incelenirse, birligin olusumundan sonra, hatta

bunun sonucu olarak Alman milleti tarafından yapılan gelismeler sırasında, için ' için çöküsün tam akısını bulmus oldugunu ve bütün siyasi basarıla-1 ra ve iktisadi servetin çogalmasına

ragmen, genel durumun yıldan yıla berbatlastıgını görmek mümkündür. Reichstag seçiminde, Marksist oyların çogalması, dıs yıkılmaya yol açacak içten yıkılma-r nın devamlı sekilde yaklastıgını isaret ediyordu. Burjuva partisinin j. bütün basarıları, degerden yoksundu. Bu da, bütün seçim basarıla-î rina ragmen Marksist dalganın büyümesine engel olamadıklarından l dolayı degil, kendi içlerinde bozuk tohumlar bulundurmalarından ileri geliyordu. Burjuvalar

farkına varmadan Marksist düsünceler ile kirletilmislerdi. Karsı koymaları, çok kere sonuna kadar mücadeleye azmetmis rakiplerinin bir prensip muhalefetinden çok, hırslı liderlerin birbirlerine karsı rekabetlerinden meydana geliyordu. Bu uzun yıllar sırasında sarsılmaz karsı durma ile yalnız bir millet mücadele etti. Bu da Yahudi'dir. Milletimizin beka iradesi zayıfladıkça, Yahu di'nin altı köseli yıldızı gökyüzünde yükseldi. 1914'te savas alanına

hücuma azmetmis bir millet atılmadı. Bu Marksist barısseverlerin milletimizi tehdit edisine karsı milletin beka içgüdüsü ile ortaya çıkmasıydı. Kaderimizin münakasa edildigi o gün içteki düsmanın kim oldugu tespit edilemedigi için, dısa karsı direnme beyhudeydi. Tanrı, galip kılıca ücretim lütfetmedi. Her suçun cezasının çekilmesini isteyen ebedi kanuna itaat edildi, iste bu hususlar yeni hareketimizin prensiplerine kaynak teskil edecekti. Biz bu

düsüncelerimizin, sadece Alman milletinin çöküsünü durduracagına degil, bir devlete bir gün, üzerine dayanacagı ve kuvvet alacagı granit temelleri atmasını da saglayacagına inanıyoruz.

Öyle bir devlet kuracagız ki, o devlet milletimize hiçbir zaman yabancı kalmayacak, iktisadi ihtiyaç ve menfaatin hizmetine girmeyecek, milletin içinden, tarihinden dogmus bir Alman milletinin devleti olacak.

Hareketimizin gelismesinin birinci safhasını bu bölümün sonunda inceliyorsam ve buna baglı

bir sürü meseleleri gelisigüzel münakasa ediyorsam, bunu doktrinimizin ruhu hakkındaki düsünceleri açıklamak gayesiyle yapmıyorum. Gerçekte bizim programımızın kapsamı öyle genistir ki, hepsi yazılmaya kalkılırsa bir cildi doldurur. Bundan dolayı programımızı bu

eserin ikinci bölümünde inceden inceye ele alacagım ve tasavvur ettigim sekilde bir devlet hayali bulmaya çalısacagım.

"Biz" demek, yüz binlerce kimse demektir. Bu yüz binler, esasta ideallerimize katılmakta, fakat her biri gözlerinin önünde dalgala nan seyi takdir etmek için gerekli kelimeleri bulamamaktadır. Ger çekten bütün büyük yenilik hareketlerinde dikkati çeken bir husus vardır. Çok kere bu yenilik hareketlerinin baslangıçta sadece bu sampiyonları vardır. Fakat

sonradan milyonlarca taraftar kazanırlar, içlerinden biri müsterek iradelerini ilan etmek, eski ümitlerin bayragım dikmek ve yeni açıklamalarla onları zafere götürmek için yük seldigi

zaman, bu yenilik hareketi binlerce sabırsız insanın derin is teklerine karsılık geliyor

demektir. Milyonlarca insanın kalplerinde o devrin hayat sartlarının tamamen degismesi için istek beslemeleri, bu kimselerin büyük ve acı memnuniyetsizlik hali bin bir sekilde kendini belli eder. Bazılarında ümitsizlik ve cesaretsizlik hakimdir Bazılarında nefret, kin ve isyan hallerine rastlanır. Bir kısmı kayıtsı; kalırken, bir kısım müdahale için korkunç bir istek

besler. Memnun olmayanların bazıları seçimde çekimser kalırlar, sayıca daha çok olanları ise asırı sol tarafla beraber oy kullanırlar, iste bizim genç l hareketimiz önce bu kimselere hitap edecektir. Çünkü durumlarından memnun olan ve mideleri tıka basa doymus olan adamlardan

[;, böyle bir harekete katılmalarını beklemek hata olur. Hareket iskence çeken, acı duyan, azap içinde olan talihsiz ve memnun olmayan kimseleri etrafında toplayacaktır. Evet hareketimiz

her seyden önce sosyal vücudun dısında akıp gitmeyecek, halk topluluklarının derinliklerine kök salacaktır.

1918 yılında millet siyaset bakımından iki parçaya bölünmüs durumdaydı. Sayıca çok olan birinci parça, el ile çalısan meslek sahipleri hariç olmak üzere, milletin aydın tabakalarım

teskil ediyordu. Bunlar yüzeysel manada milli idiler. Yani bunlar, devlet menfaatleri denilen, fakat daha çok hanedan menfaatleri ile aynı sey haline gelen çıkarları önemli sekilde temsil ediyorlardı. Bu kısma dahil olanlar, rakiplerinin baskı ve siddetleri dolayısıyla, tesirleri

yüzeysel ve henüz gelismemis olan manevi silahlarla ideallerini gerçeklestir-1 meye, hedeflerine ulasmaya çalısıyorlardı. Daha bir süre önce Ğdare-1, ci durumunda olan bu sınıf

siddetli ve tek bir darbe ile boylu boyunca yere serildi. Korkudan titreye titreye, insafsız galibin bütün kötülüklerine boyun egdi.

Bu sınıfın karsısında el ile çalısan isçiler yer aldı. Bu sınıf, az çok asırı Marksist egilimleri içeren hareketler halinde birlesmisti. Bunlar fikri mahiyetteki bütün direnisleri kuvvetle kırmaga kararlı idiler.

Marksist fikirlerle donatılmıs olan bu sınıf "milli" olmak isteginde degildir. Aksine yabancı devletlerin baskı hareketlerine yar-I dımcı olur. Sayıca halkın en büyük kısmını temsil eder. Fakat, bu sınıf milletin bazı unsurlarını ihtiva eder ki, milli bir kalkınma bu sınıf olmadan düsünülemez ve gerçeklestirilemez.

Alman milletinin gelismesi, Almanya üzerindeki yabancı devletlerin baskılarını daha da çok arttırıyordu. 1918 senesinden itibaren hemen sunu anlamak gerekir ki, bizim burjuva devlet adamlarının söyledikleri gibi bu baskılar maddi silahlarla olmuyor veya maddi kuvvete dayanmıyordu. Esas olan irade kuvveti idi. Milletin irade kuvveti sıfıra indiriliyordu.

Almanlar muhtaç olduklarından çok daha fazla silahlara sahiptiler. Eger Alman milleti hürriyetini saglamak imkanım bulamamıssa, bunun sebebi koskoca bir milletin beka içgüdüsünün ve yasama iradesinden yoksun olusu idi. En tesirli silah, o silahı faaliyete geçirecek olan ruh mevcut degilse, cansız ve kıymetsiz bir madenden ibaret kalır. Almanya

savunmasız kaldıysa bunun sebebi silaha sahip olmayısı degildi. Savunmasız kalmasına sebep milletin silahlarını muhafaza etme iradesinden yoksun olusu idi.

, Eger, bugün solcu politikacılar hıyanetlerden olusan bilinçsiz politikalarının basarılı olamayısını silah yokluguna atfetmege çalısıyorlarsa yalan söylüyorlar. Onlara verilecek cevap sudur: "Dogru söylemiyorsunuz! Milli menfaatleri terk etmek yolundaki canice po-

litikanızla silahlarınızı teslim ettiniz. ğimdi de silah yoklugunu, sefaletinizin en kesin sebebi olarak gösteriyorsunuz. Bu hareketiniz de, bütün yaptıklarınızda oldugu gibi yalan ve sahtekarlıktan ibarettir." Bu arada sag taraf politikacılarının da büyük hataları olmustur. Sag taraf politikacılarının sayesinde 1918 yılında Hükümete giren Yahudi süprüntüleri Alman milletinin silahlarını çalmıslardır. Bizim, müdafaasız millet durumuna gelmemiz onların alçaklıklarının sonucudur. Bir Almanın sevk ve cesaretinin yeniden tesisi meselesi, kendi kendimize "Silahları nasıl imal edecegiz?" sualini sormakta halledilemez. "Bir milleti silah tasımaya kabiliyetli duruma getiren ruhu nasıl yaratacagız?" diye düsünmek gereklidir. Bir milletin üzerinde böyle bir rüzgar estigi takdirde zekası bin yol bulur ve bu yolların her biri o

milleti bir silaha götürür. Bir korkak adama on tabanca verilse, o adam bir saldırı sırasında bir tek kursun atamaz. Bu korkagın elindeki tabancalar, bir cesurun elindeki topuzdan daha az

deger ifade eder.

Milletimizin siyasi kuvvetinin tekrar tesisi ancak, bizim iç dünyamızın saglam ve kusursuz duruma getirilmesi sorunundan ibarettir. Gerçekte bunu hazırlayıcı her dıs siyaset ve bizzat rolünü degerli hale getirme girisimleri çok silaha sahip bulunmanın eseri olmayıp, bir milletin inkarı imkansız kabiliyetinin sonucudur. Bir milletin düzenli yetenegi, cansız birtakım

silahların toplanması degil, milli beka hakkında atesli bir iradenin ve ölümü göze alacak derecede kahramanca bir cesaretin varlıgı saglar. Bir toplum, silahla kuvvetlenmesini bilen insanlarla kuvvet bulur, iste ingiliz milletinin uzun bir süre bütün dünyanın en degerli menfaati diye kabul edilmesinin sebebi budur. Çünkü ingiliz hükümetinin zafere kadar

dövüsmeye ısrarla azmetmis olmasına ve milletinin büyük bir toplulugunun korkunç inadına itimat etmek mümkündür. Herkes suna inanmıstır ki, bu ingilizler ne zamanı hesaplar, ne fedakarlıkları, ingilizlerin bütün imkan ve vasıtaları harekete geçirecekleri muhakkaktır, iste bundan dolayı ingiltere'de, belirli bir anda askeri silahlandırmak için, diger devletlerin kuvvetlerine denk bir kuvvet bulundurmaya hiç lüzum yoktur. Alman milletinin siyasi bakımdan tekrar canlanması, bizim yasama irademizin tekrar dirilmesi ve kuvvetlenmesi ol- duguna göre bu iradeyi yasatmak için milli olan unsurlarına basvurmak yeterli degildir.

Gerekli olan sey, milli duygular aleyhinde bulunan sınıfı millilestirmektir. Demek ki Alman

Devleti'ni tekrar diriltmeyi ve eski kuvvetini kazandırmayı gaye edinen genç bir hareket

büyük halk topluluklarını büyülemek için, amansız bir mücadeleye girmek zorundadır, içerde

ve dısarıda takip edilecek bir milli politika için burjuva sınıfından bir direnme söz konusu olamaz. Çünkü bizim milli denilen burjuvazimiz genellikle degersiz ve milli zihni yetersiz bir sekilde gelismistir. Hatta herkesçe bilinen miyoplugu dolayısıyla Alman burjuvazisi eskiden Bismarck devrinde oldugu gibi, yakın bir kurtulus saatinde itaatkar bir karsı koyma du-

rumunda sebat etse bile, pek bilinen ve darbımesel haline gelen korkaklıgı dolayısıyla bu çesit davranısından da bir sonuç alamaz.

Uluslararasıcılıga yönelmis olan Alman vatandası karsısında ise is daha baskadır. Onları, kaba

ve ilkel karakterleri kendilerini baskılara daha çok meylettirmistir. Aynı zamanda baslarındaki Yahudiler de kaba ve merhametsizdirler. Onlar daha önce Alman ordusunun bel kemigini kırdıkları gibi, Almanya'nın tekrar yükselmesi yolundaki bütün tesebbüsleri de parçalayacaklardır. Özellikle parlamenter devirde sayıca çok oldukları için, herhangi bir milli

dıs siyaset takibine engel olacaklardır. Aynı zamanda bunlar, Alman milletinin gerçek degeri

ile takdir edilmesine, bunun sonucu olarak ittifakların arz edecegi ilginin göz önüne alınmasına fırsat vermezler. Çünkü on bes milyon Marksist, demokrat barıssever ve

merkeziyetçilerimizin meydana getirdikleri zayıf nokta sadece bizim tarafımızdan bilinen bir husus degildir. Bu durum yabancı devletlerin de gözlerinden kaçmamaktadır. Bu devletler

imkan dahilinde olan veya olmayan bir anlasmanın degerini ölçtükleri zaman, bu sıkıntı veren güllenin agırlıgını da göz önüne alırlar, Eger halkının faal kısmı her çesit azimli bir siyasete

karsı olursa o devletle, hiç kimse anlasma yapmaz. Hemen sunu da ilave edelim ki "Milli hıyanet partileri"nin basında bulunan kimseler kendi geleceklerini düsündükleri için devletin tekrar yükselmesi lüzumuna karsıdırlar. Bunlar bu gayeye daima muhalefet ederler.

Tarih Alman milletinin, o isitilmemis çöküsüne sebep olanların hesapları görülmedikçe, eski haline gelebilecegi hakkında bir ümide kapılmayı men eder. Çünkü 1918 Kasım ayı sadece bir hıyanet telakki edilmeyecek, aynı zamanda vatana ihanet sayılacaktır.

Bu sartlar altında dısarıda Almanya'nın bagımsızlıgının tekrar saglanması, birinci derecede milletimizde azim ve irade ruhunun tekrar tesisine baglıdır. Fakat, Alman kurtulus fikri, halk toplulugu bu hürriyet düsüncesinin hizmetine girmeye hazır olmadıkça, yalnız teknik

bakımdan bile dısa karsı manasız bir sey gibi görünür.

Askeri bakımdan her subay bilir ki, sırf ögrenciden kurulu birliklerle savasılmaz. Bir milletin, dimagına ve yumruguna da ihtiyaç vardır. Bu husus a, hemen su da bilinmelidir ki. milli müdafaa yükü aydın sınıfa bırakılacak olursa millet bir nimetten yoksun edilmis olur. Aynı zamanda bu nimeti telafi etmek imkansız olur. 1914 yılında gönüllü alaylarında Flandres'de

ölen genç Alman aydınlarının eksikligi acı bir biçimde duyulmustur. Onlar milletin seçkin tabakası idiler ve kayıpları savas sırasında telafi edilemezdi. Mücadele, hücum kıtalarımın isçi toplulukları ile artırılması suretiyle beslenebilir. Fakat bütün sosyal vücudumuzda metin bir

irade tarafından beslenen derin bir birlik var olup, hüküm sürmedikçe, mücadeleyi teknik yönden hazırlamaya da imkan yoktur. Versay Anlasması'm imzalayanların bakısları altında silahsız bırakılan ve hayatını sürdürmek zorunda olan milletimiz, içerdeki düsman sürüleri yok edilmedikçe ve karakteri yaradılısı itibariyle bozuk olan ve otuz altın karsılıgında her

seye ve herkese hıyanet edebilen Yahudi güruhu temizlenmedikçe, teknikle hiçbir hazırlanma tedbirleri alamaz. Fakat bu simdi tanzim edilmis gibi görünüyor. Halbuki siyasi kanaatleri

sevki ile milli yükselmemize karsı duran milyonlarca adam, kendileri ile mücadele edilerek kalplerinden ve zihinlerinden düsmanlıklarının sebebi olan Marksist düsünce sökülmedikçe, bize maglup edilmemis gibi gelirler. Devlet ve millet olarak bagımsızlıgımıza tekrar sa hip olmak için, dıs siyasi hazırlanma veya kuvvetlerimizin ise yarar hale konması ve yahut bizzat

savasa hazırlanma hususları hangi bakımdan tetkik edilirse edilsin, esas sartın daima ve her halde daha evvel milletimizin büyük kütlesini milli bagımsızlık fikrine çekmekten ibaret

oldugu görülecektir.

Dıs hürriyetimizi yeniden elde edecek olursak memleket içindeki her reform hareketi en uygun sartlarda bile, diger devletler için bir nevi sömürge olma yolundaki istidadımızı gelistirmekten baska bir ise yaramayacaktır. Ekonomik yönden gelismemizin yararları bizi enternasyonali kontrol eden efendilere götürecektir. Ayrıca ülkemizde bütün sosyal

mahiyetteki ilerlemelerin hepsi, çalısmalarımızın meyvesini bu efendilerin lehine artıracaktır. Kültür incelemelerine gelince, bunları paylasmada Alman milletinin hissesine düsen kısma el uzatamazlar. Çünkü siyasal bagımsızlıga ve bir milletin seref ve haysiyetine sıkı bir biçimde baglıdırlar. Bundan dolayı, milletimizin büyük kütlesi milli fikre celbedildigi zaman eger Almanya için parlak bir gelecek görünüyorsa, bu büyük kitleyi büyülemek bizim

hareketimizin en yüksek ve en önemli görevini teskil edecektir. Bizim hareketimizin faaliyeti yalnız su dakikanın ihtiyaçlarım tatmin cihetine sarf edilmemeli; tersine, bunların memleketin gelecegi bakımından haiz olabilecekleri tesirleri de göz önünde tutmalıdır, iste bundan dolayı, biz, 1919 senesinden bu yana yeni hareketin her seyden evvel kütleleri millilestirmek

olduguna inandık. Bundan, takip edilecek usul yönünden birçok görevler çıkar.

l - Toplulukları milli kalkınma hareketine çekmek için ne kadar fedakarlık yapılsa azdır. ğimdiki durumda isçilere verilen ve daima verilecek olan ekonomik mahiyetteki tavizler ne olursa olsun, eger bunlar büyük halk topluluklarının mensup oldukları sosyal vücuda

girmelerine yarıyorsa, bu tavizler menfi bir durum arz etmiyor demektir. Halbuki kör gözlü ve dar kafalı kimseler, isçi çevreleri ile millet arasında derin bir bag kurulmadıkça kendileri için hiçbir ekonomik gelismenin mümkün olmayacagını bir türlü anlayamamıslardır. Eger savas sırasında sendikalar isçilerin menfaatlerini kuvvetli sekilde savunmus olsalardı, grevleri

yöneten ve gözleri faizden baska bir sey görmeyen açgözlü kimseler baskı altında tuttukları isçilerin isteklerine cevap verselerdi, milli savunma isine devam ederek Almanlık fikrine karsı baglılıklarını bagnazlıkla ilan etselerdi ve nihayet vatana borçlu oldugumuz seylerin hepsim

atesli bir duygu ile yerine getirselerdi, savas kaybedilmezdi. Bu ekonomik mahiyetteki

tavizler ve hatta daha büyükleri bile zaferin o hiç isitilmemis önemi karsısında pek degersiz kalırlardı, iste Alman isçisini milletine iade etmek isteyen bir hareket, is alanındaki fedakarlıkların milli ekonomiyi sarsmadıgı sürece ihmal edilmemesi gereken seyler oldugunu anlamalıdır.

2 - Toplulukların milli egitimi ancak sosyal kalkınma ile gerçeklestirilir. Gerçekte herkese kültür nimetlerinden hissesini almak imkanını verecek temel ekonomik sartlar, yalnız sosyal kalkınma ile saglanabilir.

3 - Toplulugun millilestirilmesi hiçbir zaman yarı tedbirlerle elde edilemez. Bunun için bütün çalısmaları bir noktaya toplamak ve bu faaliyete, gayeye ulasana kadar ısrarlı bir sekilde devam etmek gerekir. Bu söz bugünkü burjuvazinin anladıgı manayı ifade etme- mektedir. Büyük hal çarelerinin gerekli kıldıgı seyleri, atesle dolu olan tek bir kalp gibi hareket ederek yerine getirmek lazımdır. Zehre ancak panzehirle karsı konur. Ancak orta yolların, kendilerini "gökler hükümeti"ne ulastıracaklarını sananlar manadan yoksun burjuvalardır.

Bir milletin, büyük toplulugu ne profesörlerden, ne diplomatlardan meydana gelir. Topluluk soyut fikirlerden pek az anlar. Buna karsılık, toplulugu hissiyat alanında daha kolay bir

sekilde elde etmek mümkündür, ister olumlu olsun, ister olumsuz bütün davranısların gizli anahtarları buradadır. Topluluk, ancak bir tarafa yöneltilmis veyahut aksi yöne çevrilmis bir kuvvet görünümü lehinde davranıs gösterir. Hiçbir zaman topluluk iki yön arasında tereddüt içinde kalmıs yarım tedbirler tarafına iltihak etmez. Toplulugun hissiyatı üzerine tesir edecek

bir sey yapmak, bu hissiyatın fevkalade bir sekilde istikrarlı olmasını gerektirir, imanı

sarsmak, ilmi sars maktan çok daha zordur. Ask, takdir ve saygıya kıyasla çok az degı sebilir. Kin, sevmekten çok daha fazla devamlıdır. Dünyadaki bütün büyük devrimleri harekete

getiren kuvvet, halkı ele geçiren ilmi bir fikrin yayılması ile degil, halk topluluklarını çılgınca costuran ve ona can veren bagnazlıkta ve gerçek isteride saklanmıs bulunuyor du.

Kim toplulukları kazanmak istiyorsa, o kimsenin toplulukların kalplerini açan anahtarları bilmesi gereklidir. Bu durumda objektif olmak zaaf göstermek demektir, irade ise kuvvettir.

4 - Halkın sevgisini kazanmak, ancak o halkın gayesine erismek için mücadele etmek ve aynı zamanda bu gayeye ulasılmasına engel olanları da yok etmekle mümkün olur. Halkın gözünde, halk düsmanlarını yok etmekten vazgeçmek, halkın bu hakkından süphe etmek demektir. Hatta hakkın var oldugunu kabul etmemektir. Topluluk tabiatın bir parçasıdır. Toplulugun duyarlılıgını, bir seyi isteyenlerle, o seyi istemeyenlerin bir arada ahenkli bir sekilde yasamasına imkan vermez. Topluluk yalnız kuvvetinin üstünlügünü, zayıfın yok olmasını veyahut hiç degilse onun kayıtsız sartsız boyunduruk altına girmesini normal

karsılar. Bu toplulugun millilestirilmesi isi, milletimize eski ruhunu kazandırmak için girisilen kavgadan baska, milletimizin uluslararası zehirleyicilerini yok etmege ça-Usılmadıkça basarılı olamayacaktır.

5 - Günümüzün bütün büyük meseleleri o anın meseleleridir. Bunlar belirli birtakım

sebeplerin sonuçlarından baska bir sey göstermezler. Fakat bu meselelerin arasında bir tanesi digerlerine kıyasla büyük önem tasır. Bu, toplumsal yapı içinde ırkın devam ettirilmesi meselesidir, insanın kuvveti veya aczi sadece kanındadır. Kendilerinin ırkçı egilimlerini tanımayan ve bunun önemini anlamayan milletler, uzun, kıvırcık tüylü fino köpeklerine tazı yetenegi vermek isteyen ve fino köpeginin itaatinin terbiye sonucu ona kazandırılmıs bir vasıf olmayıp, kendi ırkında saklı bulundugunu bilmeyen kimselere benzerler. Irklarının saflıgım korumaktan vazgeçen milletler, ruhlarının bütün görünümlerindeki birlikten de vazgeçmis olurlar. Onların varlıklarının çökmesi, kanlarının bozulmasının tabii sonucudur. Manevi ve yaratıcı kuvvetlerin dagılması milletin ırkçı temellerinde meydana gelen degismelerin sonucundan baska bir sey degildir.

Alman milletini kendi öz kaynaklarında saklı olmayan tasavvurlardan kurtarmak isteyen bir kimse, en önce Alman milletini bu kusurlu yola yöneltenlerden kurtarmalıdır. Milletimiz, eger

ırk meselesini ve Yahudi davasını azimli bir surette göz önüne almazsa, yeniden gelismesine imkan yoktur. Irk meselesi yalnız dünya tarihinin degil, aynı zamanda insan kültürünün de anahtarıdır.

6 - Bugün "uluslararasıcılık" tarafında bulunan milletimizin büyük bir kısmının, büyük bir

"milli topluluk" içine alınması, kendi hayat sartları dahilinde bulunanların, kendi mesru menfaatlerini müdafaa etmesi fikrinden vazgeçmesini gerektirmez. Çesitli haya ı sartlarına yahut mesleklere has olan bütün bu menfaatler hiçbir za man sınıflar arasında bir ayrılıgı dogurmaz. Meslek gruplarının dog ması, gerçek bir toplulugun meydana gelmesine hiçbir sekilde engel olamaz. Çünkü, bu topluluk, sosyal bedene iliskin her meselede, t> sosyal bedenin birliginden ibarettir.

Bir sınıf haline gelmis ve kötü yasama sartlarına sahip toplulu gun devlet içine alınması, daha yüksek sınıfların alçaltılmaları ile degil, asagı sınıfın yükseltilmesi ile saglanır. Bugünkü burjuva, asıl ler tarafından alınan tedbirlerle devletin içine sokulmamıstır. Burju va sınıfı

kendi faaliyeti ve kendi sevk ve iradesi ile bu sonuca ulas mistir.

Alman isçisi, Alman topluluguna gözlerinden yaslar dökülerek oynanan kardeslik oyunları sonucu dahil olmamıstır. Aksine Alman isçisi, sosyal ve kültürel görevlerini suurlu bir sekilde yerine getirdi gi ve sonunda diger sınıfların seviyelerine ulastıgı için bunu basar mistir.

Böyle bir gayeyi kendisine görev tayin eden bir hareket, taraftarlarını önce isçiler arasında aramalıdır. Bu hareket aydın sınıfa, ulasılacak olan gaye bu sınıfça tamamen idrak edilip, anlasıldıgı takdirde basvurulmalıdır. Sınıfların bu durum degistirmeleri ve birbır lerine yaklasmaları olayı on veya yirmi yıllık bir is degildir. Tecrübe bu devrenin birçok nesli içine

aldıgını gösteriyor.

Bugün isçi ile milli toplulugun birbirlerine yaklasmalarına en büyük engel, isçinin meslek menfaatlerini temsil eden kimselerin hareketleri olmayıp halka ve vatana düsman bir ruh dahilinde, en ternasyonalizm istikametinde, Alman isçisini tahrik eden elebasıların davranıslarıdır. Siyası bakımdan milli ve halkçı bir yöne sevk edilen sendikalar, milyonlarca isçiyi toplulugun birer degerli üyesi haline getireceklerdir. Bu da ekonomik alanda yapılacak münferit mücadeleler üzerinde hiçbir tesir yapmadan meydana gelecektir. Alman isçisini

serefli bir sekilde milletine geri vermek ve isçiyi enter-nasyonalist hülyalardan kurtarmak isteyen bir hareket, önce isverenlerin kendi çevrelerinde hüküm süren bazı görüslerine son derece siddetle hücum etmelidir. Yani isçi bir kere topluluga girecek olursa, ekonomik

bakımdan isçiyi kullanan kimseye karsı müdafaa Vasıtalarını kaybedecektir. Ğsçilerin en haklı ekonomik menfaatlerinin en ufacık bir müdafaa tesebbüsü bile, toplulugun menfaatleri

aleyhinde bir hücum teskil edecektir. Böyle bir nazariye ile mücadele etmek, bilinen bir yalanla mücadele etmektir. Topluluk görevleri yalnız bir sınıfa yüklemez, kamuya tesmil eder. Hiç süphesiz bir isçi, kamu menfaatlerini ve milli ekonomimizin korunmasına önem vermeden, kisisel kuvvetine dayanarak, asırı abartılara girisirse, tasıdıgı isme layık bir

toplulugun ruhuna karsı günah islemis olur. Hemen sunu belirtelim ki, isçi istihdam eden bir kimse de, eger insanca olmayan birtakım iskence usulleri ve gasp yolu ile milletin çalısma kuvvetini fena surette kullanırsa ve isçilerin alın terlerinden kendine milyonlarca kazanç

temin ederse, bu kimse, bu topluluga daha az tecavüz etmis olmaz. Böylece kendine "milli" adını almak hakkını kaybeder, bir halk toplulugundan da bahsedemez. Çünkü o alçak kimse, etrafa memnuniyetsizlik serpmekte ve memleketin aleyhine olacak birtakım mücadeleleri tesvik etmektedir.

Bizim hareketimizin ilk önce besin bulacagı gıda hazinesi isçi toplulukları olacaktır. Bu sınıfı enternasyonalci hayalinden, sosyal sıkıntısından çekip almak, isçileri kültür fukaralıgından kurtarmak ve toplulugumuzun azimli, milli duyarlılıga ve iradeye sahip bir parçası haline getirmek lazımdır.

Aydın milli çevrelerde, milletlerinin gelecegine atesli bir sekilde baglanmıs, mücadelenin önemini anlamıs kimseler varsa, bunlar bizim hareketimize memnuniyetle dahil

edileceklerdir. Hareketimizin manevi çatısını bunlar teskil edeceklerdir. Ancak, hemen sunu

da belirtelim ki, bizim niyetimiz hiçbir zaman bir burjuva monarsisini kendimize çekmek degildir. Çünkü, öyle bir kütle yüklenmis olacagız ki, o kütle, zihniyeti daha genis birtakım

sosyal tabakaların uzaklasmalarına müessir olacaktır. Aynı hareket içinde asagıdan oldugu

gibi yukarı tabakadan da gelmis en genis kütleleri toplamak, nazariye itibariyle gayet yerinde olacaktır. Burjuva sınıfına gelince, hareketimiz hakkında saglam bir bilgi telkin etmek ve yeni fikirlerle bir psikolojik tesir kazanmak belki mümkündür. Biz, kaynagı ve gelismesi yüzyıllar öncesine dayanan bazı ayrıcalıklı vasıfları veya bazı kusurları ortadan kaldırmayı düsünmemeliyiz. Bizim gayemiz, esasen milli olan düsünce gücünü degistirmek degildir. Gayemiz, milli olmayanları kendi cephemize çekmektir. Nihayet hareketin bütün taktiginde

bu fikir hakim olmalıdır.

7 - Bu durum ve açıklık, hareketimizin propagandasında bu lunmahdır ve propagandamız da

bu fikrimizi gelistirmelidir. Hare ket lehinde propagandanın tesirli olması ancak tek bir yönde faali yet göstermesiyle mümkündür. Karsı karsıya gelmis iki grubun fikri egitimindeki fark dolayısıyla yapılan propagandayı gruplardan bin anlamaz. Yahut ilgi çekmeyen gerçeklere ait

bir konusma veya bir yazı diye kabul eder. Hatta propaganda, ifade, hal ve tavrı ile birbi- rinden farklı olan bu iki sosyal grup üzerinde esit tesir icra etmez.

Propaganda ifade tarzında eger bir nevi saflıktan vazgeçecek olursa, toplulugun hassas noktalarına etki yapmada basarılı olamayacaktır. Kendilerine hatip adını veren yüz kisi arasında bugün çöplüklerden, isçilerden, yarın ise profesör ve ögrencilerden olusacak dinleyiciler üzerinde aynı konuda verecegi konferansın tesiri esit olacak on hatip çıkmaz.

Onlara her iki kısmın da temsil imkanlarını karsılayacak yolda söz söylemeyi ve aynı

zamanda üzerlerinde esit tesir meydana getirecek sekilde hitapta bulunmayı kastediyorum. Yüksek bir nazariyenin en güzel düsüncesi, çogu zaman, ancak küçük, hatta pek küçük

zihinler vasıtasıyla yayılabilir. Dahiyane bir fikri ortaya koymus olan kimsenin ne söyleyecegi söz konusu degildir, bu dahiyane fikrin, bunu anlatan kimsenin agzından alacagı hal ve sekil altında kazanacagı muvaffakiyet söz konusudur.

iste bundan dolayı Sosyal Demokrasi'nin ve daha ileri gidelim, Marksist yayılma kuvveti özellikle hitap ettigi halkın birligi ve degismez tarzı üzerine dayanıyordu. Anlatılan fikirler ne kadar sınırlı ve ne kadar dar olurlarsa, bu fikirler, kabiliyetleri kendilerine arz edilen fikirlere uyan kimseler tarafından o kadar kolaylıkla kabul edilir ve tatbik mevkiine konur. Bunun için, yeni hareket hem basit, hem açık bir yol takip etmelidir. Propaganda, hitap ettigi toplulugun seviyesinde tutulmalı ve elde edilen sonuçlarla degerlendirilmelidir. Halk toplulukları için de

en iyi konusan hatip kütlenin kalbini fetheden kimsedir.

Bir halk toplulugu içinde, büyülenmeleri söz konusu olan asagı tabakalar üzerinde etki yapacak bir nutukta fikir eksikligini elestiren aydın, yeni harekete karsı muhakemenin tam kabiliyetsizligini ve sahsi degerinin hiçligini ortaya koymus olur. Bizim hareketimizin i hizmetine girmek için ancak kutsal görevimizi ve gayemizi iyice an-I Sumaga kabiliyetli aydınlar bulunmalı ve bunlar propagandamızın [faaliyeti hakkında münhasıran basarılarına

bakarak ve kendilerinin ' Üzerinde yapacagı tesiri hiç önemsemeden bir hüküm vermelidirler,

j Gerçekte propaganda, milli zihniyete sahip kimselerin bu durumla-(rmı muhafaza ve idame ettirmek için yapılmayacak, bizim Alman | milleti hakkındaki uyarmalarımıza düsman

olanları, eger Alman ise-ı'ler, kazanmak için yapılacaktır. Genellikle savas zamanındaki propagandadan söz ederken üs-

tünkörü açıkladıgım usuller, fikirleri aydınlatmaya özellikle elverisli : olmaları dolayısıyla hareketimize tamamen uygun düsmektedirler.

Basarı bu usullerin pek iyi olduklarını ortaya koymustur.

8 - Bir siyasi yenilik hareketini basarıya götürmenin yolu, hiçbir zaman yönetici sınıfları aydınlatmak veya etki altına almak de-' gildir. Gerekli olan sey, siyasi kudreti elde etmektir. Dünyayı alt üst ' edecek bir fikir kendi uyarmalarını ve telkinlerini yapmayı imkan l'' dahiline sokacak vasıtaları elde etmek hakkına sahip olmaktan çok, bu isi yerine getirme görevi ile yükümlüdür. Bu dünyada böyle bir i tesebbüsün adilane olduguna veya olmadıgına karar verecek tek ha-ı kim, "basarı"dan ibarettir. Bu "basan" tabiri ile, 1918 yılında oldugu gibi

kudretin sihrini kastetmiyor, bütün millet üzerindeki olumlu i ve hayırlı etkisinden bahsediyorum. Demek oluyor ki, suurdan yoksun bazı kimselerin bütün Almanya'da ilan

ettikleri gibi, bir hükümet darbesi, ihtilalcilerin hükümeti ele geçirmeye imkan bulmalarından dolayı basarılı olmus diye kabul edilmemelidir. Ancak millet, ihtilal hareketinin seçtigi

hedeflerin ele geçirilmesi sonunda, eski rejimdekinden daha çok refah içinde ve mesut ise, iste

o zaman basarıdan söz edilebilir. Bu muhakeme, 1918 yılının sonbaharı eskıyalarının yaptıkları kuvvet darbesine vermek istedikleri isimle, Alman devrimine uygulanamaz.

Fakat, siyasi kudretin tesiri reform niyetlerini basarıya ulastırmak için yapılması gerekli olan

ilk sart ise, o zaman böyle niyetler besleyen bir hareket, varlıgının ilk gününden itibaren bir kütle hareketi oldugu suurunu beslemeli, çay içenlerden olusmus burjuva sınıfı oldugu suuruna asla kapılmamalıdır.

9 - Yeni hareket, özü ve teskilatı itibariyle parlamento aleyhtarıdır. Kendi iç teskilatında oldugu gibi, hükümet baskanını, diger lerinin iradesini yalnız icraya memur bir kimse durumuna indiren bir çogunluk hakimiyetinin genel prensibini reddetmektedir. Hareketin

ortaya koydugu ilke sudur: Küçük meselelerde oldugu gibi, büyük meselelerde sef itiraz kabul etmez bir otoriteye sahiptir ve bu otorite, sefin tam bir sorumlulugunu üstlenmektedir.

Bu prensip, bizim hareketimizde su somut sonuçlan dogurur: Bir grubun baskanı, kendinden

bir derece üstün olan grubun baskanı tarafından tayin edilir, baskan hiçbir komisyona baglı degildir. Her baskan kendi grubunun hareketinden sorumludur. Bütün komisyonlar baskanın emri altında olup, üyelerin oy kullanma hakkı yoktur. Sorumlu baskan, isleri tetkik komisyonları arasında taksim eder. Bezirk, Kreis veya Gau teskilatı bu prensipten meydana çıkar. Her gruba baskan, bir derece üstün baskanı tarafından tayin olunur, aynı zamanda kendisine tam yetki ve sonsuz iktidar verilir. Partinin lideri, partinin kadrosuna göre üyelerin tamamının teskil edecegi kongre tarafından seçilir. Fakat ondan baska bir lider yoktur. Bütün komisyonlar parti liderine tabidir. Parti lideri ise hiçbir seye tabi degildir. Sorumluluk

tamamen kendi omuzlarına yüklenmistir. Eger parti lideri hareketin prensibini ihlal ederse,

yahut partinin menfaatlerine olumlu hizmette bulunamazsa, parti liderliginden almak için onu

"reform"a çagırmak partililere ait bir istir. O zaman parti içinde en ehliyetli olan liderlige getirilir. Yeni lider de aynı otorite, iktidar ve sorumluluga sahiptir.

Hareketimizin birinci görevi, bu prensibi yalnız parti saflarında degil, bütün devlet kadrosunda amir ve hakim mevkide tutmaktır.

Lider olan sahıs, en sınırsız otorite ve iktidar ile tam bir sorumlulugun agır yükünü de tasır. Fiil ve harekatının sonuçlarına katlanmayacak olan yahut kendinde bu cesareti bulamayan kimse lider sıfatı ile hiçbir ise yaramaz. Ancak bu görevi bir kahraman kabul edebilir.

ilerleme ve medeniyet çogunlugun mahsulü degildir, deha ve sahsiyetin faaliyeti üzerine dayanır.

Milletimizin büyüklügünü ve kudretini iade etmek için her seyden evvel liderin sahsiyetim yükseltmek ve onu hukukuna malik bir mevkie sokmak lazımdır.

Bu sebeple, bizim hareketimiz parlamento aleyhtarıdır. Eger parlamento müessesesi ile ugrasırsak, bu mesguliyetimiz insanlıgın çökmesinin en açık sebeplerinden biri olarak kabul ettigimiz bu siyasi çarkı bertaraf etmek gayesiyle yapacagımız hücumdan ibaret olacaktır.

10 - Hareket kendi siyasi çerçevesinin dısında kalan veya önemi olmayan konulara karsı vaziyet almaktan kaçınır.

Hareketimizin amacı dinsel bir reform degildir. Amacı milletimizin siyasi bakımdan yeniden teskilatlandırılmasıdır. iki dini mezhebin de milletimizin korunması için esit sekilde degeri bulundugunu kabul ediyoruz. Bundan dolayı, dinin ahlaki bir dayanak oldugunu kabul

etmeyen ve dini kendilerine alet eden partilerin aley-. hindeyiz. Hareketimizin esas görevi, ne belirli bir devlet kurmak, ne baska bir devlet sekli aleyhinde mücadelede bulunmaktır.

Gayemiz esaslı prensipleri tesis edebilmektir. Bu olmazsa ne cumhuriyet, ne monarsi idaresi

devam edemez. Görevimiz ne bir monarsi idaresi tesis etmek, ne cumhuriyeti kuvvetlendirmektir.

Eseri tamamlamak için herhangi bir devlete verilecek harici sekil esaslı bir önem tasımaz. Büyük meseleleri ve mevcudiyetine baglı büyük gayretleri anlamıs ve takdir etmis bir millete hükümetin sekli meselesi, memleket içinde mücadelelere yol açmamalıdır. Hareketin iç

teskilatı meselesi bir prensip meselesi olmayıp, takip edilen gayeye uygun düsmesi isidir.

Bir hareketin lideri ile taraftarları arasına büyük bir aracı silsilesi getiren teskilat en iyi teskilat degildir. En iyi teskilat hareketin lideri ile hareketin taraftarları arasında en az aracı koyanıdır. Teskilat yapmanın gayesi, muayyen bir fikri, pek çok insana duyurmaktır. Halka intikal ettirilecek olan fikir, daima bir tek insanın kafasında vücut bulmustur. Teskilat, daha sonra bu fikrin gerçekler haline dönmesidir. Bundan dolayı teskilat, her seyde ve her sey için zorunlu

bir seyden ibarettir. Teskilat, belirli bir gayeye erismek için vasıtadır, hiçbir zaman gayenin kendisi degildir. Dünya, düsünmesini bilen beyinlerden çok, makine gibi hareket eden insan yetistirdigi için, fikirleri gerçeklestirmek yerine, bir teskilat kurmak daima daha kolay olur. Tahakkuk etmek üzere bulunan bir fikir, özellikle yenilik hareketi ihtiva ettigi zaman büyük asamalar çizer.

Dahiyane bir fikir bir adamın dimagından çıkar. Bu fikir sahibinde, fikirleri insanlıga sevk etmek yetenegi gelisir. Böylece düsündügü fikirleri insanlar arasında yaymaga baslar ve

kendine yavas yavas taraftar toplar. Bir kimsenin fikirlerini, aracısız olarak, dogrudan

dogruya topluluklara intikal ettirmesi en dogru harekettir. Taraftarların sayısı arttıkça, fikri yayan kimse için, hadsiz hesapsız taraftarlar üzerinde dogrudan dogruya etkili olmak ve

onlara kumanda etmek zorlasır. Ama, alan genisledikçe nasıl ki bir noktadan, diger noktaya gitmek için bir düzene katlanmak gerekirse, burada da rahatsız edici kimselere katlanmak sart olur. Böylece ideal devletten vazgeçilmis olunur. Küçük gruplar tesisini düsünmek gerekir.

Me-'sela, siyasal bir harekette, mahalli ekipler meydana getirilir. Ancak bunlar yüksek

mahiyette olan teskilatın çekirdekleridir. Bu arada sunu da belirtelim ki, fikir sahibi otoritesini itiraz kabul etmez surette yerlestirmeden, küçük küçük parçalara ayrılmaga tesebbüs etmesi, fikrin yayılması bakımından tehlikeli olur. Hareketin basını teskil edecek siyasi ve cografi bir merkezin bulunmasına önem verilmelidir. Mekke'nin siyah örtüleri yahut Roma'nın tılsımlı cazibesi, nihayet merkezi oldukları harekete, birligin sembolü olan kimselere batini bir

birlikten meydana gelmis bir kuvvet verir. Bundan dolayı fikrin yayılması için küçük gruplar teskil edilmesine müsaade edildiginde merkezin önemini ve itibarını ziyadesiyle artırmak

hiçbir zaman ihmal edilmemelidir.

Fikrin çıktıgı, sevk ve idare merkezinin bulundugu yerin timsali, ahlaki ve maddi bakımdan, sınırsız olarak yükseltilmeli ve ocakların çogaltılması teskilatın tamamında lüzum görülen

yeni gruplar oranında ileri götürülmelidir. Çünkü, taraftarların gittikçe artan sayısı ve onlarla vasıtasız olarak temasta bulunmanın imkansızlıgı ikinci derecede gruplar teskiline gereksinim gösterirse, bu grupların sayısız bir sekilde çogalmaları da bunları daha yüksek mahiyette gruplasmalar halinde birlestirmeyi gerektirir. Bu yeni gruptaslara, siyasi bakımdan il veya ilçe teskilatlan adı verilebilir.

En küçük mahalli grupları, hareket merkezinin kontrolü ve otoritesi altında tutmak nispeten kolaydır. Fakat bu otoriteyi daha sonra kurulan yüksek mahiyetteki teskilatlara kabul ettirmenin gayet zor olacagı bilinmelidir. Halbuki hareketin birligi ve fikrin ger-

çeklestirilmesini saglamak konusunda bu çok önemli bir husustur. Ayrıca, bu aracı girisimler birbirleri ile birlesirlerse, merkez organlarından gelmis emir ve tamimlere her tarafta itaat saglamanın zorlugu daha da artar. Bunun için bir teskilatın çarkları, ancak merkezi organın ve buna can ve ruh veren fikrin manevi otoritesi, kayıtsız bir sekilde garanti altına girdigi

nispette faaliyete geçirilmelidir. Siyasi sistemde bu garanti ancak hükümet fiili biçimde ele alındıgında tamam olur.

Bundan çıkan neticeye göre, hareketin iç düzeni için su emirler verilir:

A) Bütün çalısma önce tek bir sehirde toplanmalıdır. Bizim hareketimiz için bu sehir

Münih'tir. Bu noktaya kendilerine güvenilir kimseler getirilmelidir. Fikrin daha sonra

yayılması için bir okul kurulmalıdır. Burada önemli olan ve en çok göze çarpan isleri yaparak, gelecek için gerekli olan otoriteyi saglamak icap eder. Hareketi ve sefleri tanıtmak için, yalnız orada çalısan ve Marksist okulun yenilmez oldugu hakkındaki kanaati gözle görülecek

derecede sarsmakla kalınmayarak, bu fikre karsı bir hareketin mümkün oldugunu ispat da gereklidir.

Ancak, Münih'te kumanda heyetinin otoritesi kesin surette saglandıktan sonra baska bölgelerde gruplar kurulmalıdır.

Bundan sonra illerde teskilat kurulmalıdır. Bu ise, o yerlerde baglılık gösterilecegi hakkında garanti saglandıktan sonra girisilme-lidir. Ayrıca küçük organlar, baskalarına gönderilecek seflerin muhtemel iktidar ve basiret sahibi olduklarına emniyet getirilmis kimselerin sayısına baglı olmalıdır.

Bu husus da iki sekilde halledilebilir.

a) Hareket, ilerde sef olmaya kabiliyetli kimseleri kendine çeker ve talim için gereken mali kaynaklara sahip çıkar. O zaman davamıza bu yoldan kazanılan kimseler ise dört elle sarılırlar. Böylece hareket, onları ulasılacak hedef için takibi gereken yola sıkı bir sekilde

uyum saglayarak düzenli olarak çalıstırır. Bu sekil davranıs, hal çarelerinin en kolay olanıdır. Fakat bu usul büyük nakdi vasıtaları gerektirir. Çünkü seflerin, hareket ugrunda çalısabilecek

bir vaziyete gelmeleri için ücretli olmaları sarttır.

b) Hareket, mali kaynakların yoklugu yüzünden memur durumunda olan sefleri kullanamayacak olursa, o vakit yalnız sef için çalısan kimselere müracaat etmek zorundadır.

Bu yol ise en uzunu ve en zor olanıdır. Hareketin idareci sınıfı, taraftarlar arasında herhangi

bir yerde hareketi teskilatlandıracak ve idare altına alacak kabiliyette bir adama sahip degilse

o yeri bos bırakmak zorundadır. Bazı yerlerde sef olacak kabiliyetli kimse bulunmazken, bazı bölgelerde de iki veya üç kabiliyetli kimseye rastlanır. Bu yüzden çıkacak zor luklar çok önemlidir ve ancak birkaç yılda halledilebilir. Fakat, su nü belirtelim ki teskilatı meydana getirmek için ilk sart, o teskilaı unsurunun basına gereken kimseyi getirmektir. Bu degismez kaide dir.

Subaysız bir er grubu nasıl degerden yoksun bulunursa, bir si yasi teskilat da kendisine lazım olan seften yoksun ise öyle felçli ka lacakür. Mahalli bir grubun basına geçirilecek bir kimse yoksa tes kilatı basarısızlıga ugratmaktansa, bu teskilatı kurmaktan vazgeç mek daha dogru

bir hareket olur. ğef olmak için yalnız irade sahibi olmak yeterli degildir. Yetenek ve liyakate

de ihtiyaç vardır. Faka ı yalnız irade kuvveti ve enerji dehadan daha evvel gelir. En iyi sef ik- tidar ve kabiliyeti, karar verme ruhunu ve uygulamada ısrarı bir ara ya toplayan kimsedir.

Bir hareketin gelecegi, taraftarlarının onu tek adaletli bir hare ket ve aynı zamanda diger bütün hareketlere nispetle üstün diye ka bul etmekle gösterecekleri bagnazlıga ve

hosgörüsüzlüge baglıdır Bir hareketin kuvvetinin, benzer bir hareket ile birlesmesinden arta cagını düsünmek hatadır. Böyle bir sey yapılırsa görünür bir gelis me kaydedilir, fakat gerçekte, hareket için zayıflama tohumları top lamıs olur. Çünkü iki hareketin birbirine benzerlikleri hakkında ne söylenirse söylensin, hiçbir vakit bu iki hareket birbirlerinin aynı olamaz. Yoksa iki hareket olmaz, bir hareket olurdu. Bütün gelis melerin dogal kanunu

birbirlerinden farklı iki organın çiftlesmesini gerektirmez, daha kuvvetlinin uygun bir sekilde istismarını gerekti rir. Bu da ancak sebep oldugu kavga oranında mümkün olur. Birbı rine benzeyen iki siyasi partinin birlesmesi geçici bir siyasi faydadan ibarettir, fakat elde edilen

basarı ancak zaaf sebebi olur. Bir harekeı ancak batını kuvvetini sınırsız bir sekilde gelistirirse

ve bütün rakip lerine karsı kesin bir zafer kazanarak devamlı bir surette çogalırsa büyük olabilir.

Hiç süphe edilmesin ki hareket, milletinin ve kendi hayat hak kının korunması için

mücadeleden kaçımlmaması fikrini yaymayı sart kabul etmesi oranında gelisir. Bir hareket en

yüksek noktadaki kuvvetine eristigi zaman, kesin basarının kendisi için ortaya çıkaca gı an da gelmis olur. Bundan dolayı, bir hareket kendisine saglayacagı ani ve geçici üstünlükler yerine, uzun bir gelisme devresine lüzum görecek ve diger fikir akımlarına karsı kesin bir müsamahasızlıgın sonucu olan uzun süreli kavgaların yükleyecegi zorunlulukları

gögüsleyerek, basarıya ulasacaktır. Oysa, gelismelerini kendisine benzer sözümona organlarla birlesmekle saglamayı düsünen ve böylece bazı fedakarlıklardan uzak duran hareketler,

turfanda yetistirilen çiçeklere benzerler. Bu çiçekler boylanır, rengarenk açarlarsa da, yüzyıllara kafa tutacak ve kasırgaların tahribatına gögüs gerecek ' kuvvetten yoksundurlar. Büyük bir fikri, sahsında sekillendiren bü-i tün büyük teskilatların esas kuvvetleri, hosgörüsüzlükten uzak du-• rup, hakkını istemekte magrur davranırlarken ve zaferden emin

bir j. .sekilde dimdik yükselirken gösterdikleri sevgiye dayanmaktadır. Eger bir fikir gerçekte dogru ise ve taraftarları bu kanaat ile silahlan-},mis bir durumda mücadeleye atılırlarsa,

bunları yenmeye hiç imkan |yoktur. Bu kimselere karsı girisilen her saldırı onların kuvvetlerini ||rttırmaktan baska bir ise yaramaz.

Mesela, Hıristiyanlık bu kadar büyük bir duruma, eski devre-Jlerde kendine benzer felsefi fikirlerle anlasma yapmak yoluyla ulas-ı mamıstır. Tam aksine gelismesini, propagandasını yaptıgı fikirlerini Ifiarsılmaz bir bagnazlıkla ilan etmesi ve bunları aynı inatla savunma-1.11 yoluyla saglamıstır, iste siyasi hareketlerin, baska faaliyetlerle bir-]jleserek meydana

koyacakları zahiri gelisme ve ilerleme, tam bir balı gamsızlık içinde teskilatını kuran ve

kavganın içine atılan gerçek fi-r'ktr hareketlerinden çok geride kalacaktır. Herhangi bir

hareket ba-i sarıya ulasmak için, üyelerine mücadeleyi ikinci derecede ve ihmali |! mümkün

bir seymis gibi tanıtmamak ve buna alıstırmamalıdır. Hatta tam aksine olarak mücadeleyi bir gaye gibi göstermelidir, iste bu hususa dikkat edilir ve bunda basarı saglanırsa, rakiplerinin kötülüklerinden ve saldırılarından artık korkulmaz. Hatta böyle bir hareket, bu kötülük ve saldırıları kendi varlıgının bir sonucu olarak kabul edecektir. Böylece taraftarlarımız bizim milletimizin ve dünya görüsümüzün düsmanlarından ve onların kinlerinden asla korkma- yacaklar, aksine bu karsı koyanların saldırılarını bekleyeceklerdir. Ama bu saldırı korkunç kin

ve garezin belirtileri arasında yalan ve iftiralar da olacaktır.

Yahudi gazetelerin hücumuna ugramayan, onlar tarafından kö-tülenmeyen ve rezil edilmeyen

ne iyi bir Alman'dır, ne gerçek bir Nasyonal Sosyalist'tir. Gerçek bir Nasyonal Sosyalist Alman'ın zihniyeti, kanaatinin mertligi, iradesinin kuvveti, ancak en dogru sekilde sadece milletimizin can düsmanının kendisine karsı gösterdigi düsmanlıkla ölçülebilir. Hareketimizin taraftarlarına ve daha genel bir sekilde bütün halka, Yahudi gazetelerinin

tamamen yalanlardan dokunmus oldugunu bildirmek ve daima bunu yaymak da gereklidir. Bir Yahudi, dogru konustugu zaman dahi, bu hareketi büyük bir igfali örtmek ve gizlemek gayesini tasır. Bu takdirde bile Yahudi bile bile yalan söylemede büyük üstattır. Yahudi'nin

kavga silahları ikidir: Yalan ve aldatmak.

Yahudi kaynagından çıkmıs her iftira, bizim mücahitlerimizde serefli birer yara açar.

Yahudilerin en çok kötüledigi kimse, bize daha çok yakındır veya daha çok bizdendir. Onların öldürücü bir kine hedef tuttukları kimse, bizim en iyi dostumuzdur. Sabahleyin bir Yahudi gazetesini okuyup da, onda kendisinin iftiraya ugramadıgını gören bir kimse, bir gün evvelki yirmi dört saatinin bosa gitmis oldugunu anlamalıdır. Çünkü vaktini iyi kullanmıs olsaydı, Yahudi o-nun pesini bırakmayacak, onu kötüleyecek, kirletecek, ona iftira edecekti.

Milletimizin, bütün insanlıgın ve üstün medeniyetin bu öldürücü düsmanına kaısı giden kimse, bu ırkın iftira ve düsmanlıklarına hedef olacagını bilmelidir. Bu ilkeler, bizim

taraftarlarımı zın kanına ve iliklerine iyice isleyince, hareketimiz sarsılmaz ve dur durulamaz bir duruma gelecektir. Hareketimiz her vasıtaya basvura rak sahsiyete saygı duygusunu gelistirmelidir, insani olan seylerin hepsinin sahsi degerlerden dogdugunu ve her fikir ve

hareketin bir kimsenin yaratıcı kuvvetinin ürünü oldugunu, hiçbir zaman unut mamak gerekir. Keza su husus da unutulmamalıdır: Büyük olan bıı seye duyulan hayranlık, yalnız onun

büyüklügüne karsı bir minnet tarlık borcunu temsil etmez, bu minnettarlıgı duyanların hepsini birlestiren ve çepeçevre saran bag olur.

ğahsiyetin yerini baska bir sey tutamaz. Bu sözümüz, her sahsı yet mekanik bir kuvveti temsil edecek yerde, kültür ve yaratıcılık unsurunu ihtiva ederse daha da dogru olur. Meshur bir kimsenin yerini baska biri alamaz. Meshur kimsenin ölümünden sonra kimsi onun eserini tamamlamaya tesebbüs edemez. Büyük bir sair, büyü! bir düsünür, büyük bir devlet adamı ve büyük bir general hakkimi. da bu durum aynen böyledir. Çünkü onların eserleri sanat alanı üzerinde yesermis bir makine tarafından imal edilmemistir. Eserleri Tanrı'nın tabii bir ihsanı olmustur, insanların bu dünyadaki en büyük devrimleri, fetihleri, en büyük kültür eserleri ve hükümet baskanlarının sagladıkları ölmez sonuçlar hep ayrılma kabul etmez bir sekilde, bir

isme ebediyen baglıdır ve o isim bunlar için bir sembol olarak kalacaktır. Yahudilerin büyük adamları, ancak insanlıga ve medeniyete karsı açtıkları yıkma

mücadelesinde büyük sıfatını kazanmıslardır. Onlar bu putperestçe hayranlıgı pek sık uygularlar. Fakat bunu yakısık almaz bir sey gibi göstermeye ve "ferdiyete ibadet" kisvesi al- tında kötülemeye çalısırlar. Eger bir millet, Yahudilerin bu yüzsüzce ve magrur fikirlerine istirak edecek kadar korkak ise, sahip oldugu kuvvetlerin en büyügünden vazgeçiyor

demektir. Çünkü bir dahiye ve onun tasavvurlarına, eserlerine saygı göstermek bir kuvvettir. Topluluga saygı göstermek ise bir kuvvet degildir. Kalpler parçalandıgı, ruhlar ümitsizlige

düstügü zaman, geçmisin karanlıkları içinden, vaktiyle insanın acı ve endiselerini, sefaletini,

fikri esaret ve baskılarını önlemeyi basaranlar tekrar ortaya çıkarlar, ümitsizlere gözlerini çevirirler ve onlara ebedi ellerini uzatırlar, iste bu elleri tutmaktan utanan milletlerin vay haline!

Hareketimizi ortaya attıgımız vakit adımızın kimseye bir sey ifade etmemesinde yahut açık bir mana uyandırmamasından zahmet çektik. Halkın bu tereddüdü basarımızı tehlikeye sokuyordu. Tereddüt göstermede halk belki de haklı idi. Altı yedi kisi... Kim oldukları bilinmeyen adamlar... ğimdiye kadar mühim kütleleri ihtiva eden büyük partilerin hiçbir is görmedikleri bir noktada, basarı saglamak ve bir hareket yapmak niyetiyle bir araya geliyorlar. Amaç daha fazla bir kuvvete ve hükümdarlık hakkına malik bir Almanya'yı yeniden kurmaktır. Eger bizimle alay edilmis yahut bize karsı saldırıya geçilmis olunsaydı,

pek memnun kalacaktık. Fakat hiç göze çarpmamak pek üzücüydü. Beni en çok üzen durum buydu. Ben bu birkaç adamın mahrem hayatlarına dahil addolundugum vakit henüz bir parti, yahut bir hareket söz konusu degildi.

Bu küçük topluluk ile temasımı daha önce anlatmıstım. Daha sonra bu particigin nasıl kendini gösterebilecegini incelemeye basladım. Yakın bir gelecekte bu mümkün olamayacaktı, iste o zaman göz önünde ne ıstırap verici, ne ümit kırıcı bir sahne vardı. Aman Yarabbi! Daha

ortada hiçbir sey yoktu. Parti yalnız ismen vardı. Gerçekten üyelerin tamamı bizim yıkmak istedigimiz seyi meydana getiriyordu. Minyatür bir parlamento! Burada da oy usulü vardı. Gerçek parlamentolarda bir memleket davası için aylarca nefes tüketilirken, bizim küçük parlamentomuzda, partiye gelen bir mektuba verilecek cevap uzun uzun tartısmalara sebep oluyordu. Münih'teki birkaç taraftarı istisna edilirse, hiç kimsenin partimizden haberi yoktu.

Her çarsamba Münih'in bir kahvesinde komisyon toplantısı adını verdigimiz toplantılar vardı. Ayrıca haftada iki kere de hemen hemen aynı adamlarla toplanılırdı. Bunun için küçük parti- mizin dar çevresini asmak, yeni yeni taraftarlar kazanmak ve her seyden evvel hareketin

ismini koymak gerekiyordu. Bakınız bu yolda nasıl çalıstık. Önceleri ayda bir, daha sonraları

da on bes günde bir toplantı yapmak için ugrastık. Davetiyeler, daktilo veya elle yazılıyordu,

ilk davetiyeleri biz kendimiz elden dagıttık. Herkes tanıdıgı bir iki kisiyi toplantılarımıza davet ediyordu. Bunda basarı pek acı oldu. Davetiyelerden seksen tane dagıttıgım halde salonun dolmadıgı ve aksama kadar davetlileri bekledigimi gayet iyi hatırlıyorum.

Toplantı baskanı birkaç saatlik gecikmeden sonra oturumu açtıgı vakit yine yedi kisi idik. Daima aynı adamlar!

Davetiyelerimizi Münih'te yazıhane esyası satan bir magazada makine ile çok miktarda yazınca biraz basarı kazandık. Ertesi toplantıda birkaç kisi fazlamız vardı. Sonra sayıları

yavas yavas 11'den 13'e, 17'ye, 23'e ve nihayet 34'e yükseldi. Aramızda topladıgımız para ile tarafsız bir gazete olan Münchener Beobahter Gazetesi'nde bir toplantı ilanı yayınlanmasını sagladık. Bu defa basarı gerçekten hayret ve sevinç verici bir dereceye vardı. Toplantımızı

130 kisi alabilecek bir salon olan Münih'teki "Hofbraühaus Keller"de tertiplemis-tik.Toplantı saatinde bu salonu dolduramayacagımızı sanırken saat 7'de 117 kisi ile açıldı. Münih profesörlerinden biri raporu okudu. Ben ikinci katip olarak ilk defa kalabalık önünde söz alıyordum.

O zaman partinin ilk lideri bulunan M. Harrer'e bu pek cüretkar bir davranıs gibi geliyordu. Fakat M. Harrer çok samimi bir kimse idi. Bende bazı meziyetler görüyorsa da, hitabet

kabiliyeti bulunmadıgına inanıyordu. Hatta ilerde bile onu bu kanaatinden çevirmek mümkün olmadı. Fakat aldanıyordu. Bu ilk toplantıda bana konusmak için yirmi dakikalık bir zaman verilmisti. Ben otuz dakika konustum. Ruhumun derinliginde farkında olmadan sadece duy- dugum sey, gerçek tarafından dogrulandı. Ben topluluklara hitap etmesini biliyordum. Otuz dakika sonunda salon elektriklenmisti. ğevk ve heyecan, toplantıda bulunanlardan maddi

yardım istendiginde "üç yüz mark" saglanması seklinde tezahür etti. Artık büyük bir dertten kurtulmus bulunuyordum. Çünkü o sıralarda para sıkıntısı çekiyorduk ve bu yüzden parti için

gerekli yazıları basaramadıgımız gibi elle yazacak kagıt bile bulamıyorduk. ğimdi küçük bir

sermayemiz olmustu. Böylece, hiç olmazsa en çok ihtiyacını duydugumuz seyi elde etmek için enerjik bir sekilde mücadeleye girisebilirdik, îste önemi az da olsa, bu ilk toplantının basarısı baska bir yönden de çok verimli oldu.

Ben komisyona bazı genç kuvvetler getirmeye basladım. Uzun müddet devam eden askerlik hizmetim sırasında birçok iyi arkadas tanımıstım. Bu arkadaslar benim çagrım üzerine yavas yavas, harekete katılmaya basladılar. Bunlar genç olup disipline alıskın birer icra adamları idiler. Askerlik hizmetinde hiçbir seyin imkansız olmadıgını ve istenilen seyin daima elde edilebilecegi kanaatine inanmıslardı, içimize böyle yeni bir kanın girmesinin önemi birkaç haftalık müsterek çalısmadan sonra derhal gözüme çarptı.

Partinin baskanı M. Harrer gazeteci idi. Bu görevi sayesinde genis bilgiye sahipti. Fakat bir parti lideri olarak halka hitap etmesini beceremiyordu. Partideki görevini anlayan bir insan olarak çok ugrasıyordu. Fakat içinde o büyük hamle yoktu. Bu da kendisinde büyük hatip kabiliyetinin hiç bulunmamasından ileri geliyordu. Bu duruma o da üzülüyordu. O sırada

mahalli Münih grubu baskanı bulunan M. Brexler bir isçi idi. Onun da bir hatip olarak degeri yoktu. Ayrıca ne barıs, ne de savas sırasında askerlik yapmıstı. Zaten zayıf ve çekingen bir kimse idi. Ayrıca, nazik tabiatlı ve kendilerine güvenden yoksun kimseleri, birer insan haline getiren okulda da okumamıstı, ikisi de aynı keresteden yontulmuslardı. Hareketin zaferine kalplerinde sarsılmaz bir iman beslemedikleri gibi, yeni fikrin ilerlemesine çıkacak engelleri yenilmez bir enerji ve irade ile kaldırmak kabiliyetinden de yoksundular. Böyle bir is için,

ancak askeri meziyetlere sahip, beden ve ruhları su nitelikte olan kimseler lazımdı: Tazılar gibi çevik, mesin gibi saglam, Krupp çeligi gibi sert. Oysa ben henüz askerdim. Altı yıla

yakın bir süre içinde üzerimde çalısılmıstı. Öyle ki, ilk önceleri yeni bir çevrede kendimi ta- mamen yabancı sayıyordum. Bana, "bu olmaz", "bu yürümez" veya "bu tehlike göze alınmaz" veyahut "bu çok tehlikelidir" gibi sözleri söylememeyi ögretmislerdi.

ğüphe yok ki is tehlikeli idi. 1920'de Almanya'nın birçok yerinde, büyük halk topluluklarına hitaba cesaret edecek bir toplantı tertip etmek ve halkı toplantıya çagırmak imkansızdı. Böyle

bir toplantıya katılanlar dagıtılır ve dövülür, yüzü gözü kan içinde bırakılırdı. Bunun için böyle bir serüveni göze alacak az kimse vardı. Burjuvanın yaptıgı toplantılarda hazır bulunanlar, birkaç komünist görünür görünmez, bir köpek önündeki tavsan gibi dagılır ve

kaçarlardı. Fakat kızıllar, saflıklarını ve dolayısıyla zararsız oluslarını bizzat ilgililerden çok daha iyi bildikleri geveze burjuvaların kulüplerine pek önem vermezlerdi, ama kendileri için

tehlikeli olabilecek bir hareketi de her vasıtaya basvurarak bertaraf etmeye azmetmislerdi. Esasen her zaman en ciddi biçimde etkili olmus bir sey varsa, o da tehdit ve siddettir... Marksist yalancılar, gayesi o vakte kadar yalnız Yahudi partilerinin ve uluslararası Marksist maliyecilerin hizmetinde bulunan halkı kendi tarafına çekmek olan harekete kin besliyorlar,

dis biliyorlardı. Zaten "Alman isçi Partisi" ismi Marksistleri pek fazla tahrik ediyordu. Bu duruma göre, zafer sarhoslugunu henüz geçirmis olan Marksist elebasılarla bir patırtının çıkacagını tahmin etmek, yanlıs bir hareket olamazdı. Toplulugumuz maglup olmak korkusuyla böyle bir kavgaya atılmaktan çekiniyordu, ilk büyük toplantının hiçe yöneldigi oldugu ve belki de hareketin ebediyen yok edildigi sanılıyordu.

Kavgadan kaçınmamak, bilakis onun üstüne gitmek ve siddete karsı korunmayı saglayacak teçhizatı hazırlamak için yapılan faaliyet beni nazik bir durumda bıraktı. ğiddet yolu ile etrafa dehset saçmak usulü, fikir ile degil, karsı terör hareketi ile önlenebilir. Bu bakımdan bizim ilk toplantımızın basarısı benim duygularımı dogruluyordu. Bundan cesaret alınarak oldukça

önemli ikinci bir toplantı tertip edildi.

Bu toplantı 1919 yılının Ekim ayında Eberlbraülkeller'de yapıldı. Konu, Brest-Litovsk ile Versay Anlasmaları idi. Toplantıda 4 hatip söz aldı. Ben bir saate yakın konustum. Kazandıgım basarı ilk seferkinden daha büyük oldu. Dinleyenlerin sayısı 130'u asmıstı. Toplantıyı karıstırmak için çıkarılan gürültü arkadaslarım tarafından bir an içinde bastırıldı. Kargasalık çıkarmak isteyenler kaçtılar, dayak yiyerek merdivenlerden atıldılar.

15 gün sonra aynı salonda 170 kisiden fazla bir dinleyici kitlesi önünde yaptıgım konusma yine basarılı oldu. Artık ben baska bir salon arıyordum. Nihayet sehrin bir ucu olan Dachau sokagında "Reich Allemand" da bir salon bulduk. Bu yeni binadaki ilk toplantımız bundan

önceki toplantıdan daha az dinleyici topladı. Salonda 140 kisi vardı. Komisyonda ümit tekrar azalmaya basladı. Kötümser olanlar dinleyici sayısının azalmasının toplantılarımızın pek sık tekrarlanması neticesi oldugunu ileri sürdüler. Bu konuyu bir hayli tartıstık. Ben 700 bin

nüfuslu bir sehirde 15 günde bir toplantı degil, haftada 10 toplantı yapmanın imkan dahilinde oldugunu söylüyordum. Geçici basarısızlıklardan dolayı üzülmemek gerekirdi. Çünkü dogru yolda idik. Er geç sebatımız bizi zafere götürecekti. Esasen bütün o 1919-1920 kısı yeni hareketin ve siddetin zafere ulasacagına dair daha fazla güven asılamak için girisilmis tek bir kavga ile geçti, özgüvenin inanç gibi dagları devirmeye kabiliyetli bir taassup haline

dönmesine çalısıyorduk. Aynı salonda yapılan ikinci toplantıda dinleyici sayısı 200'ü astı. Ayrıca basarı da büyük oldu. Derhal yeni bir toplantının hazırlıklarına giristim. On bes gün sonra tertiplenen toplantıyı 270 kisinin üstünde bir dinleyici kitlesi takip etti. On bes gün

sonra taraftarlarımızı ve yeni hareketin dostlarını yedinci defa toplantıya çagırırken aynı bina

400'den fazla bir dinleyici kalabalıgını kabul etmek durumunda kalıyordu.

Bu sıralarda yeni hareketin dahili esaslarını tespit için yaptıgımız tesebbüs küçük toplulugumuzda büyük münakasalara sebep oluyordu. Bugünlerde baslayıp daha sonra da devam ettigi gibi hareketimize bir "parti" denilmesi elestiriliyordu. Ben elestirenlerin bu hareketlerini, kabiliyetsiz ve dar düsünceli oluslarının delili saydım. Bunlar sekle baglı kalan

ve bir harekete satafatlı bir ad takarak deger kazandırmaya çalısan kimselerdi. Maalesef atalarımızın dil hazinesi de bu satafat meraklılarına gayet iyi cevap verebilecek durumda idi.

O zamanlar fikirlerim henüz kabul ettirmemis olan her hareketin, baska bir ad almakta ısrar etse dahi, parti olduklarını anlatmak çok zordu. Bir kimse, uygulandıgında zamanın insanlarına faydalı olacagına inandıgı cesur bir fikri somut sekilde gerçeklestirmek isterse,

önce o kimse fikirlerine yardımcı olacak taraftarlar aramak zorundadır. Onun bu düsünceleri, iktidardaki partiyi yok etmek ve kuvvetlerine parçalanmasına son vermek ise, bu fikre

katılacak ve aynı istegi besleyecek kimselerin hepsi, gayeye ulasana kadar aynı partiden olacaklardır. Kelimeler üzerine münakasa etmek ve yüz burusturmaktan zevk alma arzusu

somut basanları akıl ve hikmetleri ile ters orantılı olan bu perukah nazariyecilerden bazılarını, bir dengini degistirme istegini beslemeye itebilir. Bunu yaparlarken de bütün genç

hareketlerin sahip oldukları parti niteligini degistirme hülyasına düserler. Oysa halka zarar verecek bir sey varsa, o da eski saf Cermen ifadeleri ile meydana gelmis bu degismeler ve alt

üst olmalardır. Çünkü bunlar yeni zamana uymazlar ve bir seyi açıkça temsil etmezler, insanı yalnız bir hareketin önemi hakkında tasıdıgı isme bakarak hüküm vermeye sevk ederler. Bu gerçek bir rezalettir. Fakat günümüzde bu rezalet çok islenebilir.

Sonraları yaptıgım gibi o zamanlar da, eserleri daima sıfıra esit olan ve gurur ve azametleri her türlü ölçüyü asan bu "seyyar Alman halkçı sosyalistlere" karsı halkı ikaz etmistim. Genç

hareketimiz, tek meziyetleri 30-40 yıldan beri aynı fikir ugrunda mücadele ettiklerini söylemekten ibaret olan birtakım kimseleri de arasına almaması gerekiyordu. Bu kimse, fikir dedigi sey ugrunda 30-40 yıl mücadele eder de herhangi bir basarı saglayamazsa ve aynı zamanda rakibini yenemezse, bu 30-40 senelik sonuç vermeyen ugrasması kendinin

kabiliyetsiz oldugunun en açık delilidir, isin en tehlikeli tarafı bu tip kimselerin partiye sadece üye sıfatı ile girmek istemeleri degildir. Aynı zamanda liderler arasına kabul edilmelerini

isterler. Kanaatlerine göre onların eski çalısmalarına layık yegane mevki budur. Bu herifler, burada da yine eski çalısmalarına devam etmek isterler, iste genç bir hareket bu heriflerin ellerine teslim edilirse felaket olur.

is adamları için de durum aynıdır. Kırk yılda büyük bir ticarethaneyi basarıya götürememis

bir kimse yeni bir is kurmaktan acizdir. Büyük bir fikirden gelen ve onu berbat eden ırkçı bir kimse de böyledir. O yeni bir genç hareketi yönetmek durumunda degildir. Esasen bu tip kimseler yeni hareketin bir parçasını teskil etmek, o harekete hizmette bulunmak ve yeni

fikrin prensipleri içinde çalısiçin gelmezler. Çok zaman, kendi fikirlerini, yeni hareketin piagladıgı olanaklar sayesinde uygulayarak insanlıgın basına bir kere l'daha bela kesilmek üzere gelirler. Bu fikirlerin ne oldugunu açıkla-bir hayli güç meseledir. Bu adamların göze çarpan nitelikleri, j *ski Cermen kahramanlarını, tarihten önceki devrenin karanlıkları-ve tas baltalarını, kalkanlarını hülya etmeleridir. Halbuki bunlar, ] akla gelebilecek korkakların en kötüleridirler. Çünkü eski Alman si-! lahlarından kopya edilmis tahta kılıçları her yöne

sallayanlar ve bos kafalarını bir ayı postu ile sarıp üstüne de boga boynuzları takanlar, çimdi

ise yalnız düsünce gücünün silahları ile saldırıya geçiyorlar ve komünistlerin küçücük bir posasının ucu görünür görünmez he-: Itıencecik savusuveriyorlar. Gelecek nesil hiç süphe yok

ki bu heriflere kahramanlıklarından (!) dolayı bir destan yazmayacaktır. Bunları gayet iyi tanıyıp ögrendigim için adi komedyaları bende derin 1, bir nefret uyandırır. Onların halk üzerindeki tesir sekilleri pek gü-rlünç ve adidir. Yahudi bu ırkçı komedyenlere hiç dokunmamakta ı ve hatta bunları, gelecekteki Alman Devletinin ileri gelenlerine ter-| Cih etmekte pek haklıdır.

Bu adamlar o büyük iktidarsızlıklarına ragmen, durumu herkesten çok daha iyi bildiklerini anladıklarını iddia ederler. Namusluca hareket eden ve sadece geçmisteki kahramanlıklarını alkıslamamızın kendilerine bir fayda vermeyecegim ve kendi davranıslarının da gelecek nesillere serefli hatıralar bırakması gerektigini bilen kimseler için, bu adamlar bir yaradır. Kendi aptallıkları ve kabiliyet-sizliklerinin tesiri ile hareket eden bu adamlarla, belirli bazı sebepler dolayısıyla aynı sekilde davranan kimseleri ayırt etmek pek zordur.

Ben sahsen, eski Alman modasına göre o sözde dini reformcuların milletimizin kalkınmasını isteyen kuvvetler tarafından tesvik edilmedikleri kanaatinde idim. Gerçekten onların bütün faaliyetleri, halkı, Yahudi dedigimiz o müsterek düsmana karsı, müsterek mücadeleden saptırmayı hedef alıyordu. Bunlar milleti bu müsterek mücadeleye yöneltecekleri yerde, birtakım dini kavgaların ortasına atıp bırakıyorlardı, iste bundan dolayı hareketin emir ve

iradesi mutlak bir otorite kullanan merkezi bir kuvvete verilmelidir. Ancak bu sekilde hareket edilirse bu zarar verici heriflerin faaliyetlerine bir set çekilebilir. Bu adamlar, birligi ve idaresindeki kesin disiplini ile temayüz eden bir hareketin en azgın düsmanıdırlar, iste genç hareketimizin o günlerde belirli bir programa dayanarak "ırkçı" tabirini kullanması bosuna degildi. Gerçi "ırkçı" tabiri ifade ettigi mefhumun müphemligi dolayısıyla bir harekete

program teskil edemez ve böyle bir partiye girmek için emin bir ölçü olamazdı. Bu mefhumu uygulamada tayin ve tarif etmek zordur. Aynı zamanda bu mefhum, çesitli tefsirlere de müsaittir. Bu tefsirler ne kadar çok ve birbirinden farklı olursa, o hareketi kabul etmemek ihtimali de o kadar artar. Siyasette çesitli yönlere yayılmıs ve tarifi müphem kalmıs bir fikrin kabulü, mücadele ve tartısma sırasında her türlü dayanısmayı ortadan kaldırır. Keza, herkes kendi inancını ve iradesinin yönünü tayin etme isini, kendi belirlerse birlik kalmaz.

Bugün bir sürü herifin sapkaları üzerinde "ırkçı" kelimesini tasıdıklarını ve bu kelimenin ifade ettigi manadan çok uzak ve yanlıs bir düsüncenin içinde olduklarını görmek ve bilmek çok utanılacak bir haldir. Bavyera'da tanınmıs bir profesör, bir mücahit, fikirleri ilgi uyandıran bir kimse, Berlin'in aleyhinde fikri mücadelelere girismis bir adam, "ırkçı" mefhumunu,

"monarsi" mefhumu ile bir tutmaktadır, iste bu bilgine has zihin, bir seyi unutmustur. Bu da geçmisteki Alman monarsilerinin hangi özel hallerde modern "ırkçı" düsünce ile aynı olduklarını açıklanmamaktadır. Bu kimsenin bir is yapamayacagı ortadadır. Çünkü monarsi anayasalardan çok daha az ırkçıdır. Eger baska türlü olsalardı, monarsiler hiçbir zaman

ortadan kaybolmazlardı veya aksine olarak ortada bulunmaları ile ırkçı düsüncenin yanlıs bir fikir oldugunu ispat ederlerdi.

Nedense herkes ırkçılık konusunda aklına estigi gibi konusuyor. Fakat ne var ki böylesine çok açıklamalar mücadele eden bir siyasi hareket için baslangıç noktası olarak kabul edilemez.

Yirminci yüzyılın müjdecileri olan bazı Jean Baptistelerin gözle görülen, elle tutulan

cahilliklerinden bahsetmeyecegim. Bu kimselerin ırkçılıgı bilmedikleri gibi halkın hissiyatından da haberleri yoktur. Bunun böyle oldugu komünistlerin bunları kolayca ait etmelerinden bellidir. Komünistler, bunların gevezeliklerine göz yumarak, kendileri ile eglenmektedir.

Dünya üzerinde düsmanlarına, kendisine karsı kin besletmege basarılı olamayan bir kimse, kanaatimce arzu edilecek biri degildir. Bu gibi kimselerin arkadasları genç hareketimiz için yalnız komsu olmakla kalmaz, hareketimize zararlı da olur. Parti kelimesinin bile o "ırkçı" hayalperestler sürüsünü korkutacagını ve bizden uzaklastıracagını ümit ediyorduk. Bundan dolayı "Parti" adım aldık. NASYONAL SOSYALiST ALMAN iğÇi PARTĞSĞ adında karar kılmamızı i-cap ettiren sebep buydu.

Bu ilk adım eski devirlerin hayalperestlerini, ırkçı fikirleri kanun durumuna getirenleri bizden derhal uzaklastırdı ve aydın oluslarını, sarsak vücutları önünde birer kalkan gibi

kullananlardan kurtardı.

Bu sonrakiler bize siddetle hücum ettiler. Fakat bu gibi kazlardan beklenecegi gibi yalnız kalemleri ile hücuma geçtiler. Bize cebir ve siddet gösterenlere karsı kendimizi cebir ve siddetle korumamız, bunların hiç hoslarına gitmiyordu. Bizi sopa ve topuza karsı sıkı bir

baglılıkla suçladıkları gibi, aynı zamanda maneviyattan yoksun olmakla da itham ediyorlardı. Bir toplantıda bir "Memosthene"in, avaz avaz bagırarak ve yumruklarını kullanarak konusmasına fırsat vermeyen elli kadar budala tarafından susturulması, bu sarlatan heriflere

hiç ama hiç tesir yapmazdı. Anadan dogma korkaklıkları, onları hiçbir vakit böyle bir tehlike

ile karsı karsıya getirmezdi. Çünkü onlar gürültü, patırdı ve bogusmalar içinde degil,

"Kabine"nin sessizligi içinde çalısırlar. Bugün bile genç hareketimizi, sessizlik içinde çalısanlar adını verebilecegimiz kimselerin kuracakları tuzaklara karsı dikkatli, olmaya ne kadar davet etsem azdır. Bu herifler sadece korkak degil, aynı zamanda aciz ve bir ise

yaramayan kimselerdir. Bir sey bilen ve bir tehlikeyi sezmeye yardım etmek olanagım gözleri

ile gören bir kimse, bu isi sessizlik içinde yapmak zorunda degildir. Böyle bir kimsenin

görevi, kötü olanı ortadan kaldırmak için mücadelenin içine açıkça atlamaktır. Böyle hareket etmezse görevini yapmamıs olur ve daha dogrusu pek acınacak sekilde zayıf oldugu anlasılır.

Bu sessiz çalısanların çogu, bir seyler biliyormus gibi davranırlar. Halbuki, ne bildiklerini ise

Allah bilir! Aciz oldukları halde bir takım oyunlarla dünyanın gözünü boyamaya kalkarlar.

Tembel oldukları halde "ses siz çalısmaları" sırasında büyük bir enerji sarf ediyorlarmıs izlenimini uyandırmaya çalısırlar. Sözün kısası, bunlar baskalarının namuslu çalısmalarına tahammül edemeyen sihirbaz ve siyasi elebasılardır. Bu ırkçı yarasalardan biri sessiz çalısan

bir herifin degerini göklere çıkardıgı zaman, sessiz çalısmanın verimsiz oldugu, baskalarının çalısmalarının ürünlerini çaldıgı, evet evet çaldıgı bir degil bin defa iddia edilebilir. Buna tembelliklerini, aydınlıktan korktuklarını, namuslu çalısmaları gururlu tenkitleri ile

ezdiklerini, kendilerini dev aynasında görmelerini de eklerseniz, gerçekte bu heriflerin milleti- mizin can düsmanı Yahudi ile suç ortagı olduklarını anlarsınız. Bir meyhane masası basında, etrafı düsmanları ile sarılı olmasına ragmen kendi görüsünü fertçe ve açıkça savunan kimse,

bu sinsi, yalancı ve dalavereci heriflerin bin tanesinden daha fazla is yapıyor demektir. Çünkü

bu cesur davranıs ile bir veya iki kisiyi yeni harekete çekebilir. Halbuki gizli çalısmalarını öven, sonra hor görülen bir isimsizligin perdesi altında saklanan bu sartla tanlar, bu korkak herifler milletimizin kalkınması konusunda hiçbir ise yaramazlar. Onlar gerçek bir esekarısıdırlar.

1920 yılı basında, büyük bir toplantı yapmaya tesebbüs ettim. Bu hareketim bazı tartısmalara sebep oldu. Partiyi yönetenlerden bir kısmı bunu pek vakitsiz buluyorlar, sonuçtan süphe ediyorlardı. Kızıl basın bizimle mesgul olmaya baslamıstı. Onun kinini tahrik etmeyi basardıgımızdan dolayı, sevinç duyuyorduk. Baska toplantılarda da onların muhalifleri sıfatı

ile gösteri yapmaya baslamıstık. Pek tabii olarak böyle bir tesebbüste bulunanlarımız derhal

susturulmuslardı. Buna ragmen basarı vardı. Artık bizi tanımaya baslamıslardı. Bizi daha fazla tanıdıkça, aleyhimizde nefret ve hiddet dalgası kabanyordu. Bu bakımdan ilk büyük toplantımızda, kızıl taraftaki dostlarımızın büyük çapta bir ziyaretlerini bekleyebilirdik.

Gerçi ben de yok edilmek tehlikesi ile karsı karsıya oldugumuzu fark ediyordum. Fakat ne var

ki bu kavgaya girismek gerekti. Esasen bu günlerde olmazsa, birkaç ay sonra muhakkak böyle

bir sey meydana gelecekti, ilk günden itibaren yerimizi körü körüne bir güven ile, amansız bir mücadele ile koruyup, hareketimizin sonsuza kadar devamım saglamak bize baglı bir isti. Ben kızıl partinin zihniyetini çok iyi bildigim için, büyük bir karsı koymanın yapacagı ilk etkinin dikkatleri bizim üzerimize çekmekle kalmayıp, harekete taraftar saglayacagına da emin bulunuyordum. Bu en önemli husustu. Bundan dolayı bu karsı koyma isine iyice azmetmek gerekirdi.

O zamanlar partinin ilk lideri bulunan M. Harrer toplantı gününün tespiti konusunda, benim fikrimi kabul edemiyordu. Bundan dolayı namuslu ve mert bir kimse olarak davrandı ve hareketin yönetiminden çekildi. M. Harrer'in yerine M. Antoine Drexler geçti. Ben

propaganda teskilatının basında kalmıstım. Artık bu toplantı isi ile gayet güzel mesgul oluyordum. Henüz kimsenin bilmedigi hareketimizin halka açık ilk büyük toplantısının günü

24 ğubat 1920 olarak kararlastırıldı.

Hazırlıkları bizzat ben yönetiyordum. Bu hazırlık safhası pek kısa sürdü. Her sey bir simsek

hızı ile alınan kararlara göre tertiplendi. Toplantının duyurulması, duvar ilanları ve daha önce propagandadan bahsederken genis bir sekilde anlattıgım gibi hazırlanan brosürlerle yapılması gerekiyordu. Bu propaganda biçiminin en önemli nitelikleri sunlardı: Büyük bir topluluk üzerinde etki yapmak, propagandayı belirli birkaç nokta üzerine yogunlastırarak devamlı bu konuları tekrarlamak, kısa ve öz bir metin hazırlamak ve fikri yaymak için büyük bir inat gösterip, sonucu beklemekte sabırlı olmak.

Renk olarak kırmızıyı seçtik. Bu renk, rakiplerimizi tahrik edecek ve onları kızdırıp galeyana zorlayacak, böylece bizi onlara tanıtacaktı, ister istemez, bizi akıllarından çıkaramayacaklardı. Sonuç, Bavyera'da da Marksistlerle, diger parti arasında siyasi bir beraberlik bulundugunu

açıkça ortaya koydu. Bu husus, hükümette bulunan Bavyera Halk Partisi'nin, duvar ilanlarımızın kızıl isçiler üzerinde yaptıgı tesiri önceleri hafifletmek ve daha sonra da tamamen önlemek için gösterdigi gayretten anlasıldı. Polis bizim propagandamıza karsı

çıkmak için bir sebep bulamadıgından, duvar ilanlarımıza itiraz etti. Bir kenarda duran kızıl

arkadaslarına hos görünmek için, güya Alman Halk Partisi'nin yardım ve tahriki ile ilanlarımızın duvarlara yapıstırılmasını yasakladı. Halbuki bu ilanlar uluslararasıcı-lık içinde yollarını sasırmıs olan yüz binlerce isçiyi tekrar Alman milletine iade edecekti. Bu ilanlar irademizin dogrulugunu ve niyet-lerimizdeki dürüstlügü gelecek nesillere gösterecekti. Milli denilen otoritelerin, kendilerine bir engel teskil eden milli bir hareketi ve sonunda

milletimizin büyük bir toplulugunu tekrar kazanmak tesebbüsünü bogazlamaya kalkıldıgı zaman ne kadar keyfi davrandıkları böylece tespit edilmis oldu. Bu ilanlar Bavyera'da milli

bir hükümet bulundugu yolundaki fikir ve kanaati de yıkmaya yardım edecekti. Böylece

1919-1923 yıllarının milli Bavyerası'nın, hiç de milli bir hükümetin eseri olmadıgı anlasılacaktı. Hükümette bulunanlar, bu hareketin gelismesine engel olmak ve onu imkansız duruma sokmak için her seyi yaptılar. Bu adi davranısa sadece iki kisi katılmadı: O zamanki polis müdürü Ernst Pöhner ile sadık müsaviri Obramtmann Frick. Bu iki memur, daha o devirde göreve baslamadan önce Alman olmak cesaretine sahip kimselerdi. E. Pöhner, halk

nezdinde sevgi kazanmayı diger otoriteler arasında en az aklına getiren, fakat mensup oldugu millete karsı sorumlulugunu en canlı sekilde hisseden bir kimse idi. Her seyden çok sevdigi Alman milletinin tekrar yükselmesi ugrunda her seyi göze almaya ve her türlü fedakarlıga katlanmaya hazırdı. E. Pöhner, kendilerine teslim edilen devlet malını korumayan, milletin çıkarlarını düsünmeyen, bagımsızlık için çalısmayan ve kendilerini besleten hükümete itaat

suretiyle aylık alan memur güruhunun istedigi gibi at oynatmasına engel oluyordu. O, her

seyden önce, devlet otoritesi denilen iktidarı ellerinde bulunduranların çoguna muhalefet ederek, ülkeye hıyanet edenlerin düsmanlıklarından çekinmiyordu. Yahudilerin ve Mark- sistlerin kini, iftiraları ve yalan dolu saldırıları milletimizin sefaleti ortasında onun yegane saadetini teskil etti. O granit gibi sadık, eski zamanların temizligi içinde yüzen tam bir Almandı. "Esir olmaktansa ölmek daha iyidir." sözünü kendine siar edinmisti. Bu söz, onda lafta kalmıyor, bütün varlıgından fıskırıyordu. E. Pöhner ve mesai arkadası O. Frick benim nazarımda, devlet memuru olarak Bavye-ra'nın var olmasına hizmet etmis sayılacak yegane kimselerdir.

Büyük toplantımızın açılmasından önce yalnız gereken propaganda malzemesini hazırlamak degil, toplantı programını da bastırmam gerekliydi. Bu kitabın ikinci bölümünde programı uygulamak için, özellikle takip ettigimiz esasları daha genis bir sekilde anlatacagım. Ben,

burada yalnız programın, genç hareketin bünyesini ve cevherini ortaya koymakla kalmadıgını, aynı zamanda topluluklara, takip ettigimiz gayeyi de amacı da açıkladıgını belirtmek isterim. Mensuplarına aydın denilen çevreler önceleri nükte yapıp alay etmege kalkıstılar. Daha sonra tenkit ettiler. Bütün bu davranıslar bizim hareketimizin ne kadar dogru oldugunu açıkça gösteriyordu.

Birkaç yıldan beri düzinelerce yeni fikir hareketlerine sahit oldum. Bütün bu fikir hareketleri rüzgarların önüne düsüp, sürüklenip gittiler. Bu arada hiçbir iz bırakmadılar. Yalnız bir tanesi dayandı. O da Nasyonal Sosyalist Alman isçi Partisi idi. Artık her zamankinden çok suna kani oldum ki; bu yazımın aleyhinde mücadele edilebilir, bu parti felce ugratılabilir, hatta küçük partilerin bakanları bizi söz söylemeden men edebilirler, fakat fikirlerimizin galip gelmesine hiçbir zaman engel olamazlar ve olamayacaklardır. Artık, iktidar mevkiinde bulunan partilerin

ve onları temsil edenlerin isimleri bile hatırlanmaz olacaktır, iste bu sırada Nasyonal Sosyalist isçi Partisi'nin programı, dogmakta olan bir devletin temellerini teskil edecektir.

1920'nin Ocak ayına kadar dört ay içinde yaptıgımız toplantılar, ilk brosürümüzü, ilk duvar ilanımızı ve programımızı bastırabilmek için ihtiyacımız olan parayı saglamıstı.

Bu kitabın birinci kısmını ilk büyük toplantımızı anlatarak biti-riyorsam, bunun sebebi, bu toplantının küçük toplumların dar çevrelerinin sınırlarını asıp, çok ötelere sıçramasından ve

ilk defa zamanımızın en kudretli manivelası olarak, kamuoyu üzerinde büyük tesir yapmıs

olmasından ileri gelmektedir.

O gün bende yalnız bir endise vardı. O da suydu: Acaba toplantı salonu dolacak mıydı, yoksa bize, bos sıralara hitaben söz söylemek mi düsecekti? Salonun dolacagından ve büyük bir

basarı saglayacagımızdan emindim. Toplantıyı beklerken bu düsünceler içinde idim. Toplantımız saat 7.30 da baslayacaktı. Saat 7'yi çeyrek geçe Münih'te Platzl üzerindeki Hofbrauhaus'un eglence salonuna girdigim zaman, kalbimin sevinçten parçalanacagını

sandım. Bana kocaman görünen salon tıklım tıklım dolu idi. Omuzlar degil, baslar birbirine dokunuyordu. Salonda iki bin kisiden fazla kimse vardı. En çok hosuma giden taraf, özellikle kendilerine hitap etmek istedigimiz kimseler tarafından salonun doldurulmus olması idi. Salonun yarısından çogu komünist ve tarafsız kimseler tarafından doldurulmustu. Bizim ilk büyük toplantımız, komünistlerin fi-kirlerince, çabucak varmak istedikleri sonuca mahkum bulunuyordu. Fakat, is çarçabuk baska renge büründü, ilk hatip sözlerini bitirdikten sonra, kürsüye ben çıktım.

Konusmaya basladıktan birkaç dakika sonra salonun her tarafında söz kesmeler dolu gibi yagıyordu. Salonda büyük kavgalar çıkıyordu. En sadık ve en samimi askerlik

arkadaslarımdan ve taraftarlarınızdan kurulu olan küçük bir grup, salonda huzuru kaçıranların üzerine atıldılar. Böylece yavas yavas sessizlik olustu. Ben de sözlerime devam edebildim. Yarım saat kadar geçtikten sonra alkıs sesleri, homurtu ve küfür seslerini bastırıyordu.

iste o zaman programımızı okumaya basladım. Program ilk defa olarak bir topluluga izah ediliyordu. Artık müdahaleler, takdir ve onaylama seslerinin altında sönük kalıyordu.

Toplantıyı takip edenlere programdaki yirmi bes ilkeyi açıkladım. Dinleyenlerden pren- siplerimiz hakkında hükümlerini vermelerini istedigim zaman, gittikçe artan bir sevk ve

heyecan içinde bütün okunanlar çogunlukla kabul edildi. Artık, son prensip de kabul edilince, önümde yeni bir fikir, yeni bir inanç, yeni bir irade ile tek vücut olmus insanlarla dolu bir

salon vardı.

Biraz sonra salon bosalmaya basladı. Yıgılmıs kalabalık, sulan agır agır akan bir ırmak gibi salonun kapısına dogru gidiyordu. Bütün bu kimseler, birbirlerine çıkısıyorlar, birbirlerini itiyorlardı, iste o zaman unutulması ihtimali olmayan bir fikir hareketinin prensiplerinin uzaklara, çok uzaklara, Alman milletinin içine yayılacagını anladım.

Bir ocak devrilmisti. O devrilen ocagın atesinde Alman milletine hürriyetine ve hayatını iade edecek olan kılıç dövülmekte idi. Milletçe kalkınma gözlerimin önüne geliyordu. Aynı zamanda, o a-man vermez intikam ilahının, 9 Kasım 1918 ihanetine karsı durdu guna sahit oluyordum.

Salon agır agır bosaldı. Genç hareket, gidisatını takip etti.

BOLUM 12

Genç Hareketimizin ilk büyük salon toplantısı 24 ğubat 1920 günü yapıldı. Münih'te Hofbrauhaus'un eglence salonunu dolduran Ğki bin kisiye yakın bir kalabalık önünde partimizin 25 maddelik, programı okundu. Böylece, bizleri gereksiz fikirlerden, faydasız

köhnemis düsüncelerden, zararlı egilimlerden sıyırıp kurtaracak olan "KAVGA" nın ilkeleri

ve emirleri ilk defa halka tasınmıs oluyordu. Program sevk ve heyecanla dinlenildi ve büyük

bir çogunluk tarafından kabul olundu. Artık, kaderin son sürat giden arabasını durdurmak için, korku ve atalet içinde olan burjuva sınıfı ve Marksistlere karsı yeni bir kuvvetin ortaya

çıkması gerekiyordu. Yeni hareketin bu büyük mücadele ugrunda bir önem ve kuvvet kazanabilmesi için, daha ilk günlerden itibaren, taraftarlarına, bu hareketin yalnız yeni bir seçme usulü getirmekle kalmayacagını anlatmak ve bunun yanı sıra en önemlisi olarak, yepyeni bir felsefi fikir getirdigini göstermek ve buna inandırmak gerekliydi. Bir parti programı yapılırken, bu programın zaman zaman degistirilecegi ve yolunacagı düsünül- melidir, ister yeni bir program uygulanmasında olsun, ister eski bir programın degistirilmesi söz konusu olsun, her zaman seçimde alınacak sonucun ne olabilecegi endisesi vardır. Eger, halkın partiyi terk edip araba kosumlarından kurtulmak istedigine dair bir süphe Siyaset

artistlerinin zihinlerinde belirirse, o zaman bu siyasi aktörler derhal at baglanacak olan sırıgı tekrar boyamaya baslarlar, iste bu sıralarda, halkın sabrının tükenmis oldugu vakaları hatırlayabilecek kabiliyette, ihtiyar siyaset adamları ortaya çıkar. Bunlar, gene eskiden oldugu gibi tehlikenin yaklasmakta oldugunu sezerler. Bu sırada yapacakları is, eski reçetelere

müracaat etmek, bir komisyon kurmak, büyük halk topluluklarının nelerden hoslanıp, nelerden hoslanmayacaklarını tespit etmektir. Halkın konustugu konulara kulak kabartıp, gazete makalelerinden koku almaya çalısırlar. Bu arada bütün meslek grupları ve isçi sınıfı teker teker incelenir, en büyük istekleri arastırılır.

Neticede komisyonlar toplanır, programlarını gözden geçirip, degistirmeye baslarlar. Bu gibi kimseler gömlek degistirir gibi kanaat degistirirler. Yeni bir program yapıp, herkese bir pay ayırırlar, köylünün tarım islerinde, sanayicinin imalâtında, tüketicinin satın aldıgı esyada himayesi saglanır. Memurun aylıgına zam yapılır. Dullar ve yetimlere aylık baglanır, baglanmıssa aylıklarına zam gelir. Vergiler indirilir. Unutulan bir sorun veya bir meslek grubunun sikâyeti telâs uyandırır. Acele o dâva ile mesgul olunur ve ilâveler yapılır. Nihayet küçük burjuva ordusu ile eslerinin memnun edildiklerine kanaat getirilir, iste bundan sonra Allah'ın lütfuna ve seçmen vatandasın budalalıgına dayanarak devleti ıslah için mücadeleye girisilir.

Siyasetçiler, seçim yapıldıktan ve bes yıllık rahat yasayıslarını sagladıktan sonra artık halkı unuturlar ve daha büyük ve daha güzel görevlere sarılırlar. Program komisyonu dagılır. Seçim

öncesi sürdürülen mücadele yeniden günlük ekmek için yapılan mücadele sekline döner. Sözün kısası, milletvekilligi ödenekleri davası ele alınır. Milletin temsilcisi, her gün o müstesna binaya gider. Gerçi tamamen içeri girmez. Ama listelerin bulundugu odada boy

göstererek, kendi adını halkın hizmetinde bulunanların arasına yazdırtır. Böylece bu devamlı gayretinin karsılıgı olarak ödenegini alır, Fakat on yıl sonra veya buhranlı günler sırasında, bir esnaf dernegini andıran parlementonun fethedilmesi tehlikesi belirdigi zaman birer krizalit*

olan bu siyaset cambazları büyük "phalansterelerini bir yana bırakarak, halk topluluklarına dogru yeniden kanat açarlar.

Seçmenlerine tekrar nutuk atmaya baslarlar. Yaptıkları isleri ballandıra ballandıra anlatırlar. Muhaliflerinin fena niyetlerini ve inatçı davranıslarını dile getirirler. Fakat çogu zaman akıllı topluluklar bunlara minnettarlık göstermeyip, yüzlerine karsı hakaret ederler.

(* Krizalit: Kurdun, kelebek olmadan önce geçirdigi baskalasma hali.)

Ğste halkın nankörce (!) davranısı belirli bir dereceye ulastıgı zaman, partinin boyasını yenilemek gerekir. Programın elden geçirilmesine ihtiyaç hasıl olur. Komisyonlar tekrar

kurulur ve aldatma oyunu eskiden oldugu gibi sahneye konur, insanların granit kadar sert olan aptallıkları göz önünde tutulursa bu sekilde davranıslar karsısında sasılmaz. Oy verecek olan gerek burjuva ve gerek proleter sınıfına dahil "dört ayaklılar" yeni program karsısında gözleri kamasmıs bir durumda tekrar aynı ahıra kosarlar ve daha önce kendilerini kandırmıs olan

herifi bir kere daha seçerler. Ğste bu sekilde halkın ve çalısan sınıfların adayı tekrar

"parlamento tırtılı" olur. Yâni kamu hayatının yapraklan üzerinden midesini doldurmaya de- vam eder. Sonunda sismanlar, büyür ve bir süre sonra tekrar bir kelebege dönüsür.

Devamlı bir sekilde bu aldatmalara sahit olmak kadar insanı üzüntüye sevk eden bir sey yoktur. Bu fikri çürüme varken, Burjuvalar arasında, Marksizm'in teskilâtlı kuvvetine karsı

mücadele edebilmek için gereken silâhlara rastlanamaz. Esasen bu kimselerin ciddi bir sekilde

bu milli dâvayı düsündükleri de söylenemez. Bu parlamento sarlatanlarının, gerçek bir batı demokrasisi ile Marksizm'e karsı mücadele etmeyi ciddi bir sekilde düsündüklerine hiçbir za- man ihtimal verilemez. Esasen Marksist nazariye için bütün demokratik sistem, gayeye

ulasmak için bir vasıtadan baska bir sey degildir. Marksçılar rakibini felce ugratmak ve kendi yolunu açmak için her vasıtayı kullanırlar. ğimdi Marksistlerin bir kısmı kendisinin

demokratik ilkelerle ayrılmaz bir sekilde baglılıgı hususunda bir kanaat uyandırmaya gayet

ustaca çalıstıgı sırada, bu herifler ülkenin buhranlı zamanlarında demokrasinin batıdaki uygulamasını dikkate almazlar ve çogunlugun kararına deger ve önem vermezler.

Burjuva sınıfına mensup parlamenterler memleketin asayisini, hâkim adedin üstün zekâsında gördükleri sıralarda, Marksistler, kenar mahallelerin bir sürü serserileri ve Yahudi edebiyatı

ile birlikte bir hamlede nüfuzu ele aldılar ve böylece demokrasiye büyük bir darbe indirdiler. Marksizm, yok etmege kararlı oldugu milli ruhun sevgisini kazanmayı basaramadıgı sürece, yıkıcı emellerinin karısıklıgını azimle takip ederek demokrasiyle beraber kol kola olacaktır. Eger Marksizm, parlamento kazanında kandille bir seyin kaynayabilecegi ve pisebilecegine inanacak olursa, bütün bu parla mento oyunlarına da derhal son verir. Ğste o zaman kızıl uluslarara-sıcılıgın bayraktarı demokratik suura danısacagı yerde proletarya kütlelerine atesli

bir müracaatta bulunacak, kavga ani olarak, parlamento salonlarından fabrikalara, imalâthanelere ve sokaga intikal edecektir. Böylece demokrasi, Marksistler tarafından derhal tasfiye edilecektir. Parlamentoda bu halk havarilerinin uysal taraftarlarının halledemedigi is, tahrik edilmis proletarya kütlelerinin çekiçle -riyle yapılacaktır.

Proletarya toplulukları aynen 1918 yılının sonbaharında oldugu gibi, dünyanın Yahudiler tarafından ele geçirilmesi faaliyetinin Batı demokrasisinin sahip oldugu vasıtalarla önüne geçmeyi tasarlamanın ne kadar saçma bir is oldugunu açık bir sekilde burjuva topluluguna gösterecektir. Ğste böyle bir canavar karsısında, "blöften ibaret olan veya sadece Marksistlerin

islerine yarayan, fakat sonradan artık bu heriflere fayda saglamaz hale gelince gözden

çıkarılacak olan bir sürü kurallara saplanıp kalmak için gerçekten aptal olmak gerekir. Bütün burjuva partilerinde siyasi faaliyet, esasta parlamentoda birkaç sandalye kapmak

kavgasından ibarettir. Bu mücadele sırasında, gerekirse bütün ilkeler bir b., çuvalı gibi atılır.

Bu sekil davranıstan programları gibi kuvvetleri de zayıflar. Çünkü onlarda, halk toplulukları üzerinde büyük fikirlerin çekiciligi ile etkili olan o sihirli nüfuz ve ilkelere karsı kesin bir

inanıs ile bunları zafere ulastırmak hususunda beslenen büyük azmin verecegi ikna kuvveti yoktur. Fakat herhangi bir parti ne kadar hata islemis olursa olsun, eger bir felsefi fikrin bütün silâhlan ile, mevcut bir düzene karsı saldırıya geçecek olursa, diger parti yeni bir inançla karsı koymaz ve savunmasını cesur bir sekilde yapmazsa magdur durumda kalacaktır.

Eger, burjuva yazarların milli bakanları veya Bavyera Merkez Partisi, bizim genç hareketimizi

bir ihtilâl olarak tavsif ederse, bu parlak siyasi kanaate karsı, "süpheyok ki bizsizin aptallıgınız sırasında elinizden kaçırdıgınız seyi kazanmaga, elde etmege çalısıyoruz" cevabını verebiliriz

ve söyle devam ederiz: "Siz parlemento maskaraları ile milleti uçuruma dogru sürüklediniz.

Fakat, biz yepyeni bir felsefi düsünce ile hareketimizin ilkelerini ısrarla savunarak milletimizin yükselmesi için basamaklar hazırlayacagız. Böylece bu basamaklarla tekrar

hürriyetimizi kazanacagız." iste hareketimizin gelismesi sıralarında dikkatle yaptıgımız ilk is,

parlamento menfaatlerini desteklemek gayesi ile bir dernek sekline dönüsmemize engel

olmaktı. Böyle bir sonucu önlemek için basvurulan çarelerden ilki bir program yapmak oldu. Program sistemli bir sekilde yeni fikirler ortaya koyuyordu. Bu yenilik, bugünkü si-

: yasi partilerin zaaflarını ve miskin ruhlarını ortadan kaldırmak üzere hedefler göstermekte ne kadar haklı oldugumuzu meydana çıka-

[nyordu. Bu hususları bilmek, bizi yeni bir devlet düsüncesine git-

,jneye zorluyordu. Bu düsünce de, dünya hakkındaki yeni görüsü-

1 muzun büyük bir kısmından ibaretti.

BÖLÜM 13

Kitabımın birinci bölümünde "ırkçı" tabirinin bir uygulama v. mücadele alanında bir mânâ ifade etmedigini açıklamıstım. Bugün birbirlerinden çok farklı olan seylerin hemen hepsi, ırkçı kelimesi nin sembolü altında bir araya toplanıyor. Bundan dolayı Nasyon.ıl Sosyalist Alman isçi Partisi'nin ana konularına ve gayelerine geçnn den önce ırkçı kelimesinin ifade ettigi mânâ ve hareketimiz ile ol. ı n ilgisi hakkında bilgi vermek istiyorum.

Nedense ırkçı kelimesinin açık bir sekilde tarifi yapılmıyor. Bu nün için de çesitli yorumlar yapılarak, uygulama alanında en az "di ni" kelimesi kadar kullanılıyor. Oysa, ister nazari bir açıklama so konusu olsun, veya ister basit bir yerde kullanmak için açıklama y. ı pilsin, yine

de bu ırkçı kelimesine belirli bir mânâ vermeye imkan yoktur. Dini kelimesi ise, belirli bir

sekil altında kendisine has u\ gulama alanında kullanılması dolayısıyla, zihinde ne ifade etlin derhal canlandırılabilir. Eger bir kimsenin tabiatı, "dini" diye v.ı sıflandırılırsa, bu pek güzel

bir takdir edis olur ve bazı kere de im esasa dayanır. Hiç süphe edilmesin ki bazı kimseler böylesine im takdirden memnun kalırlar. Bazı kimselerin de ruhi durumlarımı ı açık ifadesi budur. Fakat büyük topluluklar sadece filozof ve erim lerden meydana gelmez. Bunun için böyle genel bir dini fikir, ços;» zaman sahıslara tefekkür ve vicdan hürriyetini saglamaktan b.v. .1 • bir sey yapmaz. Açık bir dini görüsü metafizigin belirli olmay.ıı dünyası içinde yer aldıgı zaman, büyük dini duygular meydana s'. tirdigi halde, bir harekete ve bir uygulamaya yol açmaz. Hiç sıi[ he yok ki bu inanç, gerçekte bir gaye olmayıp, bir vasıtadan ibarettir.

Fakat hedefe ulasmak için çok gereklidir. Ama aksine uygulamadır. Gerçekte en büyük ideallerin, daima hayata ait gerekli isleri çerçeveledigini kabul etmek lâzımdır, inanç, insanı, hayvanlara uygun bir yasayısın üstüne çıkarmaya yardımcı oldugu gibi, varlıgını takviye etmekte de hizmeti olur. Bugün ki insanlıgın üstünden dinin ahlâk ve güzellik ilkeleri uygulamalı yönden kaldırılıp, dini terbiye yok edilecek olursa ve bunların yerini tutacak

herhangi bir sey bulunmazsa, insan varlıgının dayandıgı temellerin büyük bir sarsıntıya maruz

kaldıgı görülür. Demek oluyor ki, insan en büyük ideale hizmet etmek için yasarken, bu

büyük ideal de insana varlıgının bir sartını meydana getirmektedir. Ancak bu sekilde "daire"

tamam olmaktadır.

Dini kelimesinin genel açıklamasında, tamamen esas mefhumlar ve inanıslar vardır. Örnegin ruhun ölmez olusu, sonsuz hayat, büyük ve essiz bir varlıga inanmak gibi... Fakat bütün bu düsünceler, sahıslara ne kadar bir inanma saglarlarsa saglasın, onların tenkide varan bir incelemelerine hedef olurlar. Sonunda bir gün gelir, bu düsünceler iman, duygu ve akıl

üzerinde kanun kuvvetini kazanır. Bunun için açık ve belli bir inanç olmadan, dindarlık duygusu, gayet güzel açıklanmamıs olan bin çesit sekli ile insan hayatı üzerinde yalnız degersiz kalmaz, aynı zamanda genel perisanlıgı da körükler.

Irkçı kelimesi hakkında da, dini kelimesi için söylenenler tekrarlanabilir. Irkçı kelimesi de çesitli mefhumlar ihtiva eder.

Fakat bu mefhumlar büyük önem tasımakla beraber, o kadar belirli sekiller altında bulunmaktadırlar ki, basit bir fikrin seviyesini asabilmeleri için bir siyasi partinin

programında önemli ilke olarak yer almaları gerekir. Çünkü nazari bir idealin mantıga uygun gelen sonuçlarının meydana çıkması ve hürriyetin saglanması, dünya çapında bir egilimden

ileri gelmedigi gibi, yalnız bir duygudan veya insanların dogustan kazandıkları irade ile de ortaya konamaz. Kurtulusa dogru ideal hamle, ancak mücadele teskilâtına ve bir askeri güce sahip olundugunda, milletin atesli istegi, gösterisli bir gerçege dönebilir. Bir felsefi görüs, ne kadar dogru olursa olsun ve ne kadar insanlıgın büyük bir kısmını hedef alırsa alsın, ilkeleri tesebbüse geçen bir hareketin sembolü durumuna gelmedigi sürece, bu felsefi görüs bir

milletin hayatı için tatbiki degerden yoksun kalmaya mahkûmdur. Hareket de, etkisi ile savundugu fikirlere basarı yolunu açamadıkça ve parti ilkeleri bir millet için, bir okulun temel kanunları haline gelmedikçe o hareket yalnız bir "dernek" olarak kalacaktır.

Bir siyasi partinin programı genel mefhumlar dikkate alınarak hazırlanmalıdır. Belirli bir

siyasi doktrin, bir felsefi sistemin temelleri üzerine kurulmalıdır. Bu doktrin ulasılması zor bir gayeyi kendine hedef almalı ve fikirlere baglı olmamalıdır. Ortada mevcut olan fikirleri ve o fikirlerin üstün çıkarılması için kullanılan mücadele vasıtalarını da dikkate almalıdır. Kâgıt üzerinde program hazırlayan sahsın ileri sürmesi gereken manevi düsüncelerine, bir

siyasetçinin de tatbiki bilgisi ilâve edilmelidir. Aynı zamanda, sonsuz bir ideal, insanlıga yolunu gösterecek bir yıldız gibi parlayacagı zaman insanların zaafları dolayısıyla hemen

kazaya ugramaması için insanlıgın bu hatalarını da hesaba katmalıdır. Vahye mazhar kılınan kimse, halkın ruhunu bilmeli ve sonsuz gerçek ile ideal alanında da basit kimseler tarafından anlasılabilen bir yol çizmelidir. Ğste esas mesele, ideal yönünden dogru bir felsefi sistemin açıkça belirlenmesinden ve saglam bir sekilde teskilâtlanmasından sonra, tek bir irade ve

inançla mücadele birligine dönmesindedir. Herhangi bir fikrin basarıya ulasması, tamamen bu konunun iyi bir sekilde halledilmesine baglıdır. Ğste o zaman bir kısmı bu gerçeklere tam

nüfuz etmis ve bazıları da bunları kısmen anlayabilecek duruma gelmis olan milyonlarca insanın içinden havari kuvvetine sahip bir sahsın çıkması gerekir. Bu sahıs, büyük halk topluluklarının sisli fikirlerinden kaya gibi saglam ilkeler çıkarır ve ihtiva ettikleri tek gerçek

ugrunda mücadeleyi yönetir. Böylece serbest fikir âleminin dalgaları üstünde aynı bir inanç ve aynı bir irade içinde yer alan sahısların meydana getirdikleri birligin kayası yükselir.

Zaruret ve gerekler bu sekilde hareket etmeyi haklı gösterir. ğahsın hakkı, basarılı olması kaydıyla kendisine teslim edilir. Irkçı kelimesinin en dogru mânâsını ortaya çıkarmaya çalısırsak asagıda temas edecegim müsahedeye ulasırız.

Genellikle bugün geçerli olan felsefi düsünce, siyaset yönünden bilhassa yaratıcı ve

medeniyet verici bir kuvvet yakıstırmaktan iba ret kalır. Fakat burada eski ırk sartlarına lüzum yoktur. Devlet, da ha ziyade, ekonomik zaruretlerden veya siyasi kuvvetlerin faaliyetlerinden meydana gelir. Bu inanıs, ırkla irtibatı olan iptidai kuvvetle rin takdir edilmemesine ve ferdin degerinin hafife alınmasına sebep olur. Medeniyet meydana getirmege kabiliyetli olan ırklar arasındaki farkları kabul etmeyen kimse, sahıslar hakkında hüküm vermeye kalkıstıgı zaman yanılmaya mahkûmdur. Irklar arasında bir fark görmeyip esitligi kabul etmek, milletler ve

insanlar arasında da aynı hükme varmayı gerektirir. Esasen Uluslararasıcılık (Marksizm) de, mevcut olan genel bir felsefi düsüncenin Yahudi olan Kari Marks tarafından açıkça bir siyasi doktrine çevrilmesinden ibarettir. Eger önceden bu zehirlenme olmasa idi, her siyasi

doktrinin, siyasi sahada muvaffakiyet kazanmasına imkân olamazdı. Kari Marks, sadece çürümüs bir dünyanın kokan bataklıgında, bilhassa zehirli olan maddeleri teshis eden kimse oldu. Kari Marks, zehir saçan maddeleri eline geçirip, bunları dünyanın hür milletlerinin hayatlarım mahvetmek için bol miktarda kullandı. Ve bütün bu isleri kendi ırkının lehine

yaptı. Ğste Marksizm bugün kabul edilmis felsefi sistemin özünden ibarettir. Yalnız bu durum bile burjuva sınıfının i Marksizm'e karsı mücadelesini imkânsız ve gülünç bir sekle sokmaya yeterlidir.

Bugün burjuva sınıfı Marksist düsünceden yalnız basit bir fikir-[•le veya sahsi meselelerle ayrılan bir felsefi görüse sahiptir. Ğste bun-tdan dolayıdır ki, burjuva sınıfı Marksizm'e karsı mücadeleden âciz-i.dir. Burjuva sınıfı, Marksist'tir. Fakat, onlara soracak olursanız, "bur- juvazi tahakkümünün mümkün olduguna" inanırlar. Ğsin aslı ise, f,Marksistler, bu sınıfı Yahudilerin eline teslim etmistir.

Irkçılık ise beseriyet içinde, çesitli milletlerin kıymetini kabul |*der. Irkçı telâkki için, devleti ancak bir maksat addetmek bir ilke-[,'dtr. Bu maksat da, ırkların mevcudiyetlerinin korunmasından iba-• jettir. Irkçılık, onların esitligine asla inanmaz. Irkçılık, dünyayı ida-îfe

eden ebedi iradeye uyarak, en iyinin ve en kuvvetlinin zaferini ['kolaylastırmak, fena ve zayıf olanların boyun egmesini saglamak gö-ı fevi ile yükümlüdür. Böylece tabiatın aristokratik ilkelerine hürmet gösterir ve canlıların hayat grafiklerindeki son noktaya kadar bu kanunun degerine inanır. Irkçılık, yalnız milletlerin aralarındaki fark-Urı görmez, aynı zamanda

sahısların kıymet farklarını da tespit ed~ IJ, Irkçılık, beseriyete bir ideal vermenin lüzumuna iman etmistir. Çünkü ırkçılıga göre bu inanıs beseriyetin mevcudiyeti için birinci |«rttır. Herhangi bir ahlâk, kendinden daha yüksek bir ahlâkı savu nan bir ırk için tehlike arz

ediyorsa, ırkçılık o ahlâkın, hayat hakkı nı kabul etmez. Çünkü melezlesme ve zencilerin zürrıyeti ile istila edilecek bir dünyada, güzellik ve asalet hakkındaki bütün inanıslar ve insaniyetin gelecegi hakkında bütün ümitler ebediyen kaybolur.

Kültür ve medeniyet, bu dünya üzerinde üstün ırkın varlıgına ayrılmak kabul etmez bir

sekilde merbuttur. Bu hususun ortadan kalkması, dünya üzerine bir barbarlık devrinin karanlık örtülerini çekecektir. Medeniyeti meydana getirenlerin ve ellerinde tutanların kökünü

kazımak, cinayetlerin en nefret edilenidir. Allah'ın en büyük eserine tecavüze cesaret eden kimse Allah'a küfrederek, cennetin elden kaçırılmasına yardımcı olur.

Irkçı görüs, iyiyi seçip ayırmak suretiyle gelisme saglayacak kuvvetlere faaliyetlerini geri verdigi ve bu çalısmaları organize ettigi an, tabiatın en büyük iradesine ayak uydurmus olur.

iste bu sekilde bir gün, daha iyi bir insanlık, dünyamızı büyüleyerek bütün çalısma alanlarının kendisi için serbest oldugunu görür. Esasen, uzak bir gelecekte de olsa, birtakım meselelerle karsı karsıya kalınacagını ve bu konuları sadece dünyanın bütün imkânlarına ve tabii kaynaklarına sahip olan, üstün ırka mensup bir milletin çözebilecegine inanmaktayız.

Irkçı felsefi görüsün yalın muhtevasının, genel bir inceleme ile bir çesit yorumlara varılacagı pek asikârdır. Uygulamada hiçbir yeni siyasi kurulus yoktur ki, bazı hususlarda bu görüse

baglı oldugunu ileri sürmesin. Gerçi, bunların aynı zamanda var olusları, görüslerin de birbirlerinden farklı olduklarını ortaya koyar. Meselâ merkeze baglı bir teskilât tarafından yönetilen Marksist felsefeye, düsmanın sık ve saglam olan cephesi karsısında pek az tesirli olacaklarını düsünen ve bilen bazı yeni görüsler, sadece muhalif olarak kalmaktadırlar, iste bu kadar zayıf silâhlarla basarı saglanamaz. Ancak siyasi yönden saglam bir teskilâta sahip olan

Marksizm tarafından yöneltilen enternasyonalist felsefeye, ırkçı felsefi görüsün tek cephesi

karsı koydugu zaman kavgadaki basarı, "sonsuz gerçek" lehine saglanmıs olacaktır.

Bir felsefi fikrin uygulama mevkiine konması ve teskilâtlanabil-mesi için ilk önce, bu felsefi fikrin açık bir tarifini yapmak gereklidir. Mezhepler, iman için ne kıymet ifade ediyorsa, bir cemiyetin ilkeleri de, kurulmak üzere olan siyasi parti için aynı degeri ifade eder. Marksçı

parti teskilâtının, uluslararasıcılık için meydanı serbest bırakması gibi, ırkçı görüse de bir kavga aleti saglanmalıdır. Nasyonal Sosyalist Alman Ğsçi Partisi iste bu gayeyi takip edecektir.

iste bu sekilde parti için ırkçı doktrini tespit etmek ırkçı görüslerin basarısını saglamanın ilk sartıdır. Bunun en açık delili bu parti ; kümelerinin bizzat muarızları tarafından ortaya konmaktadır. Irkçı görüslerin yalnız bir partiye ait olmadıgını ve milyonlarca kisinin kalbinde uyukladıgını iddia etmekten bıkıp usanmayanlar, bu görüslerin klâsik bir parti tarafından savunulan karsı düsüncelerin basarılarına hiçbir sekilde engel olamadıklarını anlamalıdırlar.. Eger bu böyle olmasa idi, bugün Alman milleti uçurumun kenarında bu-. lunmayacak, aksine büyük bir basarı kazanmıs olacaktı. Uluslarara-sıcı telâkkilerin basarısını saglamıs olan sey, bunların hücum kıtaları (Strum-Abteilung, S.A.) sekli altında teskilâtlı bir parti tarafından müdafaa edilmis olmalarıdır. Buna karsı olan fikirler maglûp olmussa, suç tek bir müdafaa cephesinin kurulmamıs olmasındandır. Genel bir nazariye sınırsız bir biçimde gelistirilerek

degil, tersine siyasal bir teskilâtın tahdit edilmis ve toplu sekli içinde tutularak mücadeleye katılabilir ve zafere ulasabilir.

Benim görevimin, genel bir felsefi görüsün zengin, fakat sekilsiz cevheri içinden esaslı fikirleri meydana çıkarmak ve bu fikirleri bir doktrin haline getirmek oldugunu düsündüm. Ğste ancak bu fikirler böyle ayıklandıgı ve açıklandıgı takdirde, bunları anlayacak ve kabul

edecek kisileri bir araya toplamak mümkün olabilecektir. Baska bir deyisle, Alman isçilerinin Nasyonal Sosyalist Partisi, en önemli niteliklerini kainatın ırkçı inanısından ortaya çıkarıp, devrin tatbiki gerçeklerini, insanlarını ve onların zaaflarını göz önünde tutarak, bunları siyasal

bir doktrinin ana hatları olarak belirledikten sonra, artık kendiliginden, büyük halk kitlelerinin kaskatı bir teskilâtı olarak, o felsefi görüsün son zaferinin temellerini atar. 1920 yılından 1921 yılma kadar hâkimiyetini kaybetmis olan burjuva sınıfı ve bu sınıfın döküntü çevreleri, bizim genç hareketimizi, devletin simdiki durumunun aleyhine bir hareket olarak degerlendiriyorlar

ve bundan dolayı bizleri devamlı sekilde asagılıyorlardı. Her renkteki siyasi partinin hizmetine girebilen bu kimseler, bu ithamlarını kalkan yaparak, "yeni bir dünya görüsü"

yaymaya çalısan biz gençlere karsı her çareye basvurmakla bir yok etme siyaseti gütmenin geçerli olacagı sonucuna varıyorlardı, îsin aslı aranırsa, burjuva sınıfının "devlet" hakkında düzgün bir ifade bulmaktan aciz oldugunu tespit etmek gerekir. Devlet kelimesinin dogru bir tarifi burjuva dilinde yoktur. Meselâ yüksek okullarımızda kürsülere sahip bulunanlar "kamu hukuku profesörü" sıfatı ile konusurlar. Bu kimseler kendilerine ekmek saglayan ve

maaslarını veren hükümetlerin varlıklarını haklı gösterecek açıklama ve yorumlar yapmak zorundadırlar. Bir devlet ne kadar mantıktan uzak bir sekilde kurulursa, onun varlıgı hakkında yapılan tarifler de o kadar süpheli, karanlık, yapmacık ve anlasılmaz olur. Meselâ, anayasası yirminci yüzyılın en sekilsiz seyi olan bir memlekette, devletin mânâsı ve gayeleri hususunda

bir profesör ne söyleyebilir? Günümüzde bir kamu hukuku profesörünün gerçegi söylemek yerine baska bir gayeye hizmet etmek zorunda kalacagı düsünülürse, bunun nasıl agır bir

görev oldugu görülür. Gaye, ne pahasına olursa olsun söz konusu edilen ve bugün hâlâ devlet adı verilen o tuhaf insan mekanizmasının varlıgını savunmaktır. Ğste bu konu münakasa edilirken, olayları göz önünde tutmaktan mümkün oldugu kadar kaçınılarak "ırki", "ahlâkı",

"ahlâk verici" bir sürü ilkeler ve degerler ile görevler ve hayali gayeler yıgınına sıgınılması hayrete sebep olmaktadır. Devlet genel görünüsü itibariyle üç siste me ayrılabilir:

A) Bazı kimseler devleti, sadece bir hükümetin iktidarına baglı insan toplulugu sayarlar. En kalabalık grup bunlardır. Bu grubun içinde mesrutiyet prensibinin sempatizanları vardır.

Bunlara göre, insanların iradeleri herhangi bir iste hiçbir rol oynamamalıdır. Bun lar için, bir

devletin var olması hali, onu tecavüzden korumak vt kutsal saymak için yeterlidir. Bunamıs

kimselerin bu düsüncesini korumak için, devlet otoritesine karsı tam bir teslimiyet tavsiye edı

lir. iste böyle bir kimsenin nazarında, vasıta, bir hokkabazlık so nunda kesin bir gaye haline geliyor. Yâni devlet insanlara hizmei için kurulmus degildir, insanlar, görevleri ne olursa

olsun, en kü çük memurların da katıldıkları devlet otoritesine tapmak için yasar lar. Bu sakat

ve aynı zamanda cosku dolu tapınma, karısıklık halım dönmemek ve devlet otoritesi de ancak asayisi devam ettirmek için mevcuttur. Demek ki devlet ne bir gayedir, ne de bir vasıtadıı

Devlet asayis ve huzurun devamına nezaret edecek ve bunun karsı lıgında asayis ve huzur devlete var olmak imkânım saglayacaktır, iste toplulugun hayatı bu iki kutup arasında dans edip duracaktır. Bavyera'da bu görüsü, bilhassa Bavyera Merkez Partisi'nin politika artistleri temsil etmektedirler. Bunların topluluguna Bavyera Halk Partisi denir. Avusturya'da, sarı-

siyah "Legitimistes"ler de bu görüste idiler. Bizzat Reich'ta ise maalesef muhafazakâr denilen unsurlar, böyle bir devlet görüsüne göre hareket etmektedirler.

B) Sayıları bir evvelki kadar çok olmayan baska nazariyeciler, devletin varlıgına bazı sartlar koyarlar. Bunlar sadece bir idare bulunmasını istemekle yetinmezler. Aynı zamanda tek bir dil kullanılmasını isterler. Devletin otoritesi, devletin biricik varlıgı degildir. Devlet, kendi uyruklarının rahatım saglamak zorundadır. Çogu zaman pek iyi anlasılmamıs olan "hürriyet" fikirleri bu ekolün düsünceleri arasına alınmıstır. Hükümet, artık sınıf ayrılıklarından dolayı tecavüzden korunmus veya uzak kalmıs degildir. Bunun faydası da incelenir. Geçmise saygı, devleti tenkitten uzak tutmaz. Sözün kısası bu ekol, devletten, her seyden önce ekonomik

hayat içinde, sahsa uygun bir sekil saglamasını ister. Devlet hakkında, tatbiki yönüne bakarak ekonomik siyaseti hakkındaki genel düsüncelerine ve verimine göre bir hüküm verir. Bu görüsün baslıca temsilcilerine Orta burjuvazi ve bilhassa liberal demokrasi çevrelerinde rastlanır.

C) Bu üçüncü grup sayı yönünden en az olanıdır. Bunlar devleti anlasılmaz bir sekilde açıklanmıs olan emperyalist egilimleri gerçeklestirmek için bir vasıta sayarlar. Kuvvetli

sekilde birlesmis bir halk devleti kurmak isterler. Müsterek bir taraf bu devlete, açık bir vasıf verecektir. Fakat tek bir dil istenmesi, devlete dısa karsı gücünü artırma imkânını saglayacak olan saglam bir temel bulmak ümidine baglı degildir. Bu emel, bilhassa yanlıs bir görüsle beslenmektedir. Bunlarda dil birligi sayesinde devletin belirli bir yöne çev-TĞlmis olan bir

"millilestirme" hareketini basarıya ulastıracagı kanaati vardır.

Son yüzyılda "Cermenlestirmek" deyiminin, iyi bir niyetle fakat rıe kadar bos yere kullanıldıgını sık sık görmek esef duyulacak bir durumdur. Gençligimde bu deyimin, inanılmayacak kadar birçok yanlıs fikirler telkin ettigini elan hatırlıyorum. O devirlerde, panjer-Rianist çevrelerde bile hükümetin yardımı ile Avusturyalı Slavların Cermenlestirilebilecekleri görüsünün savunulmasına tesadüf ediliyordu. Nedense,

Cermenlestirmenin hiçbir zaman insanlara uygula namayacagmı, sadece topraga uygulamanın mümkün olabilecegini anlamıyorlardı. Genellikle bu kelimeden çıkarılan mânâ, Alman dilini zorla kabul ettirmekten ve açıkça kullanmasını saglamaktan ibaretti. Oysa, bir zenciyi veya

bir Çinliyi Almanca ögreterek dilimizi konusmasını ve hatta herhangi bir Alman siyasi partisi lehinde oy kullanmasını saglatmakla, onu bir Alman yapmanın mümkün olabilecegini

düsünmek mantıga uymaz. Milli burjuvalarımız bu çesit Cermenlestirmelerin gerçekte Cermenlikten çıkmak demek oldugunu fark etmiyorlardı. Çünkü milletlerin arasındaki mevcut farklar eger müsterek bir dilin zorla kabul ettirilmesi ile ortadan kısmen kaldırılabıliyorsa

veya tamamen yok ediliyorsa, bu yol bir melezlesme ile son bulur. Bu örnegimizden de bir Cermenlesmenin saglanamayacagı, aksine Cermen unsurunun yok edilecegi kolaylıkla anla- sılır. Tarihte görüldügü gibi, bir ülkeyi ele geçiren bir millet, dilini zorla yenilenlere kabul ettirebilir. Fakat bin yıl sonra, bu dil yeni bir millet tarafından konusulur ve galip millet, tam manasıyla maglûp duruma gelir. Milliyet, daha dogrusu ırk, dile degil, kana baglıdır. Bu

bakımdan yenilgiye ugratılan milletlerin Cermenlestirilebilme-leri için kanlarının

degistirilmesi gerekir. Oysa bu mümkün degildir. Bu yolda bir basarı ancak kan karısması ile olur. Fakat bunun sonucu üstün ırkın seviyesinin düsmesinden ibaret kalır. Yâni, eskiden

üstün ırka ülkeleri ele geçirmeyi saglayan meziyetler kaybolur. Üstün ırkla basit ırkın birlesmesi ile ortaya çıkan melez ırk, istedigi kadar üstün ırkın dilini konussun, o melez ırkta medeniyet yapıcı enerjilere rastlanamaz. Bir süre çesitli ruhlar arasında bir mücadele olur. Çaresiz bir çöküse hedef olan millet, son bir silkinisle hayretle karsılanan bazı medeniyet eserleri ortaya koyabilir. Fakat bunları yaratanlar, ancak üstün ırkın münferit temsilcileridir veyahut da ilk melezlesme sırasında meydana gelen kimselerdir. Bu gibi kimselerde en iyi

kan, digerine üstün gelmistir. Bu gibi kimselerin melezlesme isinin en son fertleri olmasına asla imkân yoktur. Çünkü melezlesme daima medeniyetin gerilemesi ile yan yanadır.

ikinci Joseph'in düsündügü sekilde bir Cermenlestirmenin Avusturya'da basarıya ulasmamıs olması, bugün için büyük bahtiyarlıktır. Bu girisimin basarısı Avusturya Devleti'ni ayakta tutmaktan ibaret olacaktı. Fakat dil birligi ile Alman milletinin ırki seviyesi düsecekti. Bu

sırada bir sürü halinde bir arada toplanma içgüdüsü ortaya çıkacaktı. Fakat sürünün arasındaki asıl toplulugun degeri düsecekti. Belki bir devlet birliginden vücut bulmus bir topluluk

olacaktı, fakat bir kültür birliginden meydana gelen bir millete rastlanmayacaktı. Alman milleti melezlesmeden kurtulmus ise bunda yüksek sebepler aranmamalıdır. Bu

Habsbourgların fikir itibarı ile sınırlı hükümdarlar olmalarından dolayıdır. Eger baska bir sey olsa idi, bugün Alman milletine medeniyet yapıcı sıfatını vermek çok zorlasacaktı.

Fakat yalnız Avusturya'da degil, Almanya'da da milli adı verilen çevreler yanlıs

düsünmüslerdi ve bugün de aynı hatayı isliyorlardı. Birçok Alman'ın savundugu Lehistan siyaseti, Dogunun Cermenles-tirilmesinden yanadır. Ğste bu siyasi görüs de maalesef böyle bir safsataya dayanıyordu. Lehlere yalnız Alman dilini kabul ettirmekle, onları

Cermenlestirmenin mümkün olacagı sanılıyordu. Sonuç feci oldu. Yabancı ırka mensup bir millet kendi fikirlerimi Alman dili ile ifade edecek ve basit kabiliyetleri ile, milletimizin asaletine, serefine ve onuruna zarar verecekti. Amerikalıların aptallıkları dolayısıyla, memleketlerine gelen adi Yahudileri, berbat bir sekilde konustukları Almancalarına bakarak, onları Alman ırkından sanmaları, ırkımıza büyük zararlar vermedi mi? iste bunu düsünmek

insanı dehset içinde bırakmıyor mu? Oysa Dogudan gelen bu bitlerin içindeki pis göçmenlerin Almanca konusmaları sayesinde, onların Alman kaynagından çıkmadıkları ve milletimizden olmadıkları kimsenin aklına gelmeyecektir.

Tarihte Cermenlestirilmis olan sey, atalarımızın kılıçla ele geçirdikten sonra, Alman köylüleri

ile koloni haline getirebildikleri topraklardır. Atalarımız, aynı zamanda milletimizin vücuduna yabancı bir kan kattıkları oranda ırki vasıflarımızda kötü parçalanmalar meydana çıkmıstır,

tste bu sonuç, Almanlara has olan, o zaafa ugramıs "ferdiyetçilik" ile kendim göstermektedir. Esefle belirteyim ki, çogu zaman bunu övenler dahi vardır.

Bu üçüncü ekole göre, devlet bir noktada bir gayedir ve devletin devamlılıgı insanın birinci görevidir.

Sonuç olarak sunu söyleyebiliriz: Devlet hakkındaki bütün bu görüsler, medeniyet yapıcı kuvvetlerin ve degerlerin esasının ırk oldugunu ve devletin mantıken bu ırkın varlıgını ve ıslâhını saglamayı en önemli görev sayması gerektigini takdir ederek, köklerini bu noktaya daldırmaktadırlar. Oysa bu gerçek, bütün insanların gelis melerinin en önemli temel sartıdır. Devletin yapısı ve varlıgı hakkındaki bu hatalı düsünce ve görüsler Kail Marks tarafından

ortaya çıkarıldı. Böylece burjuva, devlei anlayısını ırka karsı olan görevlerinden uzak tuttugu gibi, aynı de gerde bir baska tarif yapamadıgından, gerçekte onu inkâr eden bıı doktrine

imkân hazırladı, iste bundan dolayı burjuvaların Mark sizm'e karsı giristigi mücadele kesin bir basarısızlıga dogru yol al maktadır. Evet, burjuva çok eskiden beri, kendi siyasi sisteminin vazgeçemeyecegi temelleri ihmal etmistir. Öte yandan usta rakibi ise onun yaptıgı binanın

zayıf noktalarını bularak, burjuvaların iradeleri dısında kendisine verdigi silâhlarla saldırıya geçmistir. Demek olu yor ki ırkçı görüslerin kapladıgı alan üzerinde kurulan yeni partinin

birinci görevi devletin mahiyeti ve varlıgı hakkında beslenmesi gere ken düsünceyi açık bir

sekilde ortaya koymalı ve ilân etmelidir.

Bence esaslı mefhum sudur: Devlet, bir gaye degil, bir vasıtada Devlet büyük bir medeniyetin kurulması için en önde gelen sartlar dan biridir. Fakat, bu yüksek medeniyetin direkt olarak

ilk sanı degildir. Çünkü medeniyet, medeniyet kurmaya kabiliyetli bu ırkın mevcudiyetinde

hazırdır. Dünyada birçok numune devlet mevcut olsa bile, medeniyetin esas kaynagı olan

üstün ırk ortadan kalkacak olursa, manevi sahada üstün ırkın ulastıgı seviyeye ulasa bilecek bir medeniyete tesadüf edilemeyecektir. Medeniyet veren ırkların temsilcilerinin ortadan kaldırılması, zekânın yüksek muka vemet ve intibak melekelerinin kaybı neticesini

doguracaktır. Egt-ı korkunç bir zelzele dünyanın altını üstüne getirse ve mevcut heı sey yok olsa, medeniyet bu felâketten mahvolur. Artık hiçbıı devlet kalmaz, asayis bozulur, binlerce senelik medeniyetin yarattıgı seyleri çamur kaplar. Fakat bu durumda dahi medeniyet verici ırk.ı mensup birkaç insanın, bu korkunç kargasalık sırasında hayatı.ı kalmıs olması, sükûna kavusan dünya üzerinde tekrar yüksek bu medeniyetin meydana gelmesine imkân hazırlar ve

isterse bin sene sonra olsun, yine üstün ırkın eseri yeryüzünde yükselir. Ancak ü.s f ün ırkın

tamamen yok olması dünyayı çöle çevirir.

Zamanımızda görülen örnekler açıktır. Temelleri siyasi kabili yet ve ehliyetten mahrum ırkların temsilcileri tarafından atılmıs olan devletler, hükümetlerce alınan bütün ciddi

tedbirlere ragmen mah yolmaktan kurtulamamıslardır. Tarih öncesi devirlerin büyük hayvan nevileri nasıl yerlerini baska canlılara terk etmeye ve yok olmaya mecbur kalmıslarsa, belirli

bir fikri kuvvetten mahrum ırklar da geri çekilmeye mahkûmdurlar. Ancak bu ırklara bekaları için lüzumlu olan silâhları fikri kuvvet verebilir.

Muayyen bir kültür seviyesini meydana getiren kuvvet, devlet degildir. Devlet bu kültür seviyesinin yükselmesinin ilk sebebi ola-| rak, ırkı koruyabilir. Aksi halde devlet degisiklik olmadan da devamlılıgını saglayabilir. Halbuki engel olmadıgı ırklar ihtilâfından dolayı bir milletin medeniyet kurma kabiliyetinin pırıltısı, tarihi çok l eski yıllardan beri büyük degisikliklere ugratmaya baslamıstır. Me-| selâ simdi bosa isleyen bir makineden ibaret olan devletimiz, bir süre yanlıs bir fikre sebep olarak yasıyormus gibi görünebilir. Oysa

milletimizin vücudunun yakalandıgı ırk zehirlenmesi, medeniyetimizin çöküsüne yol açar. Esasen bu durum da simdiden pek korkunç bir sekilde kendini göstermektedir. Demek oluyor

ki, üstün !,bir insanlıgın hayatının devamı için mevcut ilk sart devlet degil, gerekli melekelere

sahip bulunan ırktır. Bu melekeler daima mevcuttur. Bu melekelerin kendilerini göstermeleri

için, melekelerin dıs | sartlar ve haller tarafından uyandırılması kâfidir. Medeniyet verici ırklar

bu melekelere, dıs sartlar ve durumlar uygun olmayıp, etki yapmasa da sahiptirler. Meselâ, Hıristiyanlıktan önceki Germenlerin durumlarını ele alalım. Germenlere ikâmet ettikleri kuzeydeki iklimin sertligi, yaratıcı, medeniyet verici kuvvetlerinin gelismesine !mani bir hayat tarzını yüklemistir. Eger Cermenler güneyde müsait bir yere ulassalar ve orada basit ırkların temin ettikleri malze-I, meyi ve ilk teknik vasıtaları bulsalardı, ruhlarında uyuklayan mede-I

niyet verici melekeler, Elenlerdeki kadar parlak ve büyük bir tezahür husule getirirdi. Medeniyeti doguran bu ilk kuvvet, yalnız kuzey ikliminde yasamaları ile izah edilmelidir. Güneye getirilen bir l Japon, medeniyetin gelismesine bir Eskimo kadar az yardımda bu-[' lunabilir. Bu bakımdan Hıristiyanlıktan önceki Germenlere barbar demek, medeniyetsiz adamlar demek hata olur.

Hayır hayır!... O ihtisam dolu yaratma ve sekil verme melekesi yalnız üstün ırka verilmistir. Bazen müsait hal ve sartlar bu melekeyi kullanma imkânını verir, bazen da aksi bir tabiat bundan kendisini men eder. ise bundan ortaya çıkan mefhum sudur: Devlet bir gayeye

ulasmanın vasıtasıdır. Gayesi, gerek fizik ve gerek ahlâk bakımından bu olan insanların gelismesi ve bu gelismenin devamlılıgın; saglamak tır. Önce ırkın yok edici melekelerinin gelismesinin sartı olan esaslı vasıfları devam ettirmege mecburdur. Bu melekelerin bir kısmı

daima fizik hayatın devamlılıgına hizmet edecek ve diger bir kısmı, fikri gelismeleri

kolaylastıracaktır. Fakat gerçekte birinci, daim:ı ikincinin en lüzumlu sartıdır. Bu gayeye dikkatlerini vermeyen devletler, kusurlu organlardır. Yahut baska bir 'ifadeyle cenin halinde kalmıs mahlûklardır. Bu gibi devletlerin mevcut olmaları isin. rengi ni asla degistirmez.

Biz Nasyonal Sosyalistler, yepyeni bir dünya görüsü için sava sırken, aslında karanlık ve

belirsiz olan o ünlü "olaylar alanı" üzerinde yer almıyoruz. Eger böyle davranmasaydık, yeni fikrin sampı yonlan sayılmazdık ve günümüzde hüküm süren yalanın pesinden git mis

olurduk. Biz Nasyonal Sosyalistler bir örtü olan devlet ile, o örtünün içine konan ırk arasında gayet keskin ve açık bir fark gözetmek zorundayız. Bu örtü, ancak dikkati çekmek ve himaye etmek hususunda olursa, bir hikmeti ve mânâsı oldugu kabul edilir. Aksı takdirde hiçbir

degeri olamaz.

Demek ki, ırkçı devletin en büyük gayesi, medeniyet veren ipti dai ırkın temsilcilerinin

bekasını saglamak olmalıdır. Bir milletin meydana getirdigi canlı bir organ, o milletin sadece varlıgını sagla mak ile kalmaz, onun ahlâki ve fikri melekelerini de gelistirerek dev leti bagımsızlıgın en üst derecesine yükseltir. Bize bugün devlet diye zorla kabul ettirilmek

istenen sey tabiatın yanlıs bir ürününden ibarettir. Bu hatalı seyin arkasından, bir sürü ıstıraplar alayı gelmektedir

Nasyonal Sosyalistler olarak biz biliyoruz ki, dünya bizim felse femizı devrimci kabul edecek ve. bu ad altında bize hakaret edecek tir. Fakat hiçbir zaman bizim fikir, mütalâa ve hareketlerimiz, devri mizin begenilmesi veya kötülenmesinden ileri gelmemektedir. Bı zim

genç hareketimiz, suuruna sahip oldugumuz hakikate hizmei etmek yolundaki mecburi görevden dogmaktadır. Gelecek nesille rin, tesebbüsümüzün yaptıgı hizmeti takdir e^^ekle

kalmayacagına faydasını da teslim edecegine ve bizim davranısımızı saygıyla karsı layacagına emin olabiliriz.

insanlık, bu yolu takip ederken, bugün pek çok rastlanan ba rısseverlerin aglayıp, sızlamaları

ve dırlanmaları ile ümit ettikleri gayeye ulasacak mıydı, yoksa ulasamayacak mıydı, bunu kimse önceden, kestiremez. Aslında ulasılacak gaye sudur: Gözyası döken barısseverlerin salladıkları "zeytin dalları" ile saglanmıs bir barıs degil, bütün dünyayı yüksek bir medeniyetin hizmetinde bulunduran bir hâkim milletin üstün kılıcı ile saglanmıs bir barıs. Milletimizin saflıgının korunması ve müsterek bir kanın verdigi tutarlılıktan yoksun bulunması durumu, bize tarifi imkânsız fenalıklar yapmıstır. Meselâ birçok Alman

hükümdarlarına egemenlik verildi, fakat Alman milleti hükümdarlık haklarından yoksun bıra-

kıldı. Bugün bile Alman milleti bu samimi tutarlılık yoklugundan zarar görmektedir. Fakat, gerek geçmiste ve gerek günümüzde felâketimize sebep olan sey, gelecekte bizim için bir nimet kaynagı olabilir. Çünkü, baslangıçta ırkımızı meydana getiren unsurlar arasın-h da

kesin bir kaynasmanın yoklugu ve bunun sonucu olarak kaynasmıs bir millet teskil edebilmek hususunda karsılastıgımız imkânsızlık ne kadar korkunç olursa olsun, kammızdaki en iyi

seyin hiç ol-•mazsa bir bölümünün saf kalması ve ırkımızın geri kalan kısmını ezen çöküntüden kurtulmus olması pek sevinilecek bir olaydır.

Hiç süphe yok ki, ırkımızın ilkel unsurlarının tam bir alasımı, dört bası mamur bir organ meydana getiren bir milletin dogmasını saglayacaktı. Fakat her melez ırk gibi, baslangıçta en asil unsurların j,sahip oldukları medeniyeti gelistirme kabiliyetine pek az bir nispete sahip olacaktı. Yâni bu tam ve kesin karısmanın yoklugu bir nimet !'olmustur. Bugün elan Alman milletinin içinde Kuzey Cermen ırkına mensup kimselerden meydana gelen bir "ihtiyat hazinesi" vardır ki, bunların kanları bozulmadan korunmustur. Bu kimseleri gelecegimiz için pek degerli bir hazine olarak kabul edebiliriz. Irk kanunlarının bilinmedigi ve her sahsın hemcinslerine esit sayıldıgı üzücü devrelerde, çesitli ilkel unsurlar arasında mevcut deger

farkları görülüp, takdir edilemiyordu. Bugün ise biliyoruz ki, milletimizin yapısını teskil eden unsurların tam bir alasımı ve bunlardan meydana çıkacak olan birlik bizi kuvvetli bir duruma getirecekti. Fakat, insanlıgın göz koyması gereken yüksek gaye elin erisemeyecegi bir

noktada kalacaktı, isi olumlu sonuca ulastırmak için, kaderin seçtigi Ve açıkça görülebilen

insan çesidi, kendi meydana getirmis oldugu bir milletin ortaya çıkardıgı ırk çorbası içinde bogulup gidecekti. Bizim hiç rolümüz olmadan hayırsever kader tarafından önlenmis seyi, bugün yeni kazanılmıs bir mefhumun kuvvetine dayanarak büyük bir dikkatle incelemeli ve

faydalanmalıyız. Alman milletine verilmis kutsal bir görevden söz eden kimse, bu isin sadece milletimizin, hatta bütün insanlıgın bozulmadan kalmıs asil unsurlarını korumayı kendisi için

en büyük gaye kabul edecek bir devlet kurmaktan ibaret oldugunu bilmelidir. Böylece devlet

ilk defa olarak, büyük bir gaye tanımıs olur. Kendisine vatandasların birbirlerini karsılıklı olarak rahatça aldatabilmelerine fırsat vermek için, asayisin korunmasına bakmak rolünü veren gülünç parolaya karsılık, Allah'ın lütfü ile bu dünyaya bagısladıgı üstün bir insan nevinin korunmasından ibaret bir is, gerçekten kutsal bir görev olur. Varlıgını kendisinin

içinde bulmalı iddiasına kalkan ruhsuz mekanizma, en büyük gayesi yüksek bir fikre hizmet etmekten ibaret olan canlı bir uzviyete döndürülmelidir. Reich, devlet olmak itibariyle, sadece Almanları bünyesine almalı ve bu ırkın ilkel unsurlarına sahip olan degerli yedekleri bir araya toplamalı ve korumalıdır. Aynı zamanda Reich bunları agır agır ve emin bir sekilde hâkim bir duruma çıkarmayı da kendine görev saymalıdır.

Eger meselenin derinine inilecek olunursa, tembellikten ibaret olan bir devreyi, bir mücadele devresi takip edecektir. Fakat burada da "isleyen demir paslanmaz" sözünü uygulamaya

imkân vardır. Aynı anda, zaferin sadece hücum ile kazanılacagı görüsü de unutulmamalıdır. Kavgamızın gayesi ne kadar büyük ve toplum, bunu anlamaktan ne kadar uzak ise, tarih göstermistir ki, basarı ve basarının önemi de o kadar büyük olacaktır. Hedef alacagımız

gayeyi açıkça görmek ve kavgaya sarsılmaz bir sebatla devam etmek bizim için yeterlidir. Bugün devletimizi idare eden memurlardan çogu, yarın vukua gelecek olay için mücadele

etmek ve çalısmak yerine, mevcut durumunu muhafaza ettirmeyi daha uygun bulmaktadır. Bu gibiler, devleti bir mekanizma sayarlar ve mevcudiyetlerinin tek sebebi hayatta kalabilmekten ibaret olduguna hükmederler. Hayatları daima söyledikleri gibi devlete aittir. Devlet

otoritesini, bir milletin beka içgüdüsünün egemenlik hakkına sahip saymaktansa, bu organın sırf otomatik bir mekanizması kabul etmek bu kimseler için tabii oldugu kadar daha kolay ve rahattır. Gerçekte devlet ve devletin otoritesi, bu gibiler için bir amaçtır. Yahut, hayat ugrunda

girisilen büyük ve ebedi kavgada kullanılan kudreti büyük silahtır. Baska bir ifadeyle, yasamak isteyen toplulugun müsterek bir idaresinden ibarettir, iste bundan dolayı, biz

Nasyonal Sosyalistler kavgamız için, fizik, zekâ ve cesaret bakımından köhnemis bir topluluk

içinde pek az mücadele arkadası bulabilecegiz. Bu topluluk içinde bulacagımız taraftarlar, kalpleri ve düsünme güçleri gençligini muhafaza eden ihtiyarlar olacaklardır. Hiçbir zaman, mevcut durumlarını muhafaza etmeyi hayatlarının tek gayesi edinmis kimseler bize katılamayacaklardır. Karsımıza, kötü kalpli olanlardan ziyade, fikren tembel olanlar ve

mevcut devletin bekasında menfaatleri olan kimseler daha çok çıkacaktır, iste, bu korkunç mücadelenin ümitsiz bir sey gibi görünmesi, atıldıgımız ise büyüklük vermekte ve yücelik kazandırmaktadır. Bu da biz Nasyonal Sosyalistlerin basarı ihtimalini teskil etmektedir. Daha baslangıçta zayıf ruhluları korkutan veya çok geçmeden onların cesaretlerim kıran savas naraları, gerçekten kavga seven nesillerin bir araya toplanması için bir isaret hizmetini görecektir.

ğu husus bilhassa bilinmelidir: Bir milletin tek bir gaye pesinde kosması için, enerji ve faal kuvvetle teçhiz edilmis kimseler birleserek milleti içine dalmıs oldugu ataletten kurtarırlarsa,

bu kimseler milletin tamamının hâkimi olurlar. Bugün birkaç kisiye zor gibi görünen sey, gerçekte zaferimizin en lüzumlu sartıdır. "Kavga" büyük ve zahmetli oldugundan en kuvvetlileri bulmak gerekmektedir. Bu seçkin zümre, fikir savasımızda biz Nasyonal Sosyalistlere basarıyı garanti eder. Irkların saflıgım bozan birlesmelerin tesirini, tabiat basit olaylarla düzeltir. Tabiat bu konuda ise melezlere pek az tolerans tanır. Bu çesit faaliyetlerin

ilk ürünleri, dördüncü ve besinci batına kadar büyük zorluklarla karsılasır. Kandaki birligin azlıgı, o sahısların iradeleri ve hayati enerjiler arasında birçok farklar dogurur. Halis ırka

mensup bir kimse akla uygun ve düzgün kararlar alırken, karısık bir kan bütün müskül

anlarında sasırır yahut yarım kararlar verir. Sonunda karısık kanlı kimse, temiz kanlı kimsenin hâkimiyeti altına girer. Böylece fiiliyatta daha çabuk mahvolmaya müsait bulunur. Bu

hâdiselerin misalleri çoktur. Tabiat iste bu noktalarda düzeltmeler yapar. Hatta tabiat, çok kere daha ileri gider ve nesil verme faaliyetine bir sınır çeker.

Belirli bir ırka mensup bir fert, asagı bir ırkın temsilcisi ile bir lesırse, birlesmenin sonucu seviyenin düsmesi olacaktır. Ayrıca, aralarında yasadıkları halis ırk mensuplarına kıyasla

daha zayıf zürriyet meydana getirecektir. Üstün ırktan yeni kan karısmasına engel olundugu hallerde devam eden birlesmeler, ortaya öyle çesitli fıkır-ler koyacaklardır ki, tabiat tarafından ustaca azaltılan mukavemet kuvvetleri, kendilerini kısa bir zaman içinde yok olmaya mahkûm edecektir veya binlerce yıl sonunda yeni bir karısım ortaya çıkacaktır. Bunlarda ise çesitli birlesmelerden dolayı kökle birlikte karısmıs olan ilkel unsurlar artık tanınmaz hale

gelecektir. Böylece çesitli karsı koyma kuvvetlerine sahip yeni bir millet meydana gelecektir. Fakat bu yeni milletin fikir ve güzel sanatlar yönünden degeri, ilk birlesmeye katılmıs olan yüksek ırkın kabiliyetlerinden çok asagı olacaktır. Aynı zamanda bu verimsiz yaratık, kanı

temiz kalmıs yüksek bir ırka yenilecektir. Binlerce yıl zarfında gelisen ve bu yeni milletin aynı cinsten olmasını saglayan "sürü birligi" ne kadar büyük olursa olsun, ırkın seviyesinin

düsmesi ve yaratıcı meziyetlerinin azalmasından dolayı, fikri gelisme ve medeniyet yönünden üstün olan saf bir ırkın saldırılarına karsı koyamayacaktır. Demek ki su ilke ortaya konabilir:

Her ırk birlesmesi, er geç zaruri olarak ortaya çıkan melezlerin birlesmeye katılmıs ve katı temizliginin verdigi birligi korumus üstün unsurların yüzlesmesinde yapıldıgı takdirde ortadan kalkması sonucunu verir. Melez için tehlike ancak üstün ırka mensup sorı fert unsurunun da melezlesmesi ile son bulur.

iste ırkların bozulmaları ile ortaya çıkan yaratıkların, saf bir ırk tabakasının bulunması ve yeni melezlesmelerin olmaması sartı ile, yavas yavas ortadan kaldırılması tabiatın sagladıgı tedrici yenilesmenin ve tekrar hayat bulmanın kaynagı olur. Bu olay, kudretli bir ırk içgüdüsüne

sahip olan ve özel sartlarda veya bazı özel zorlamalar sonucunda ırkın temizligini koruyan ve devam ettiren tabii çogalma yolundan uzaklastırılmıs insanlarda kendiliginden ortaya

çıkabilir. Zorlama son bulur bulmaz, saf kanlı unsur, hemen kendine es olanlar arasında çiftlesmeye baslar ve bu davranıs sonunda her çesit birlesme yoluyla bozulmalara engel olur. Böylece melezlesmeden ortaya çıkan yaratıklar, kendiliklerinden arka plâna çekilirler.

içgüdünün telâkkilerine arkasını dönmüs, tabiatın ortaya koydugu varsayımları idrak etmeyen

bir kimse, tabiatın yaptıgı düzeltmelere itimat etmemelidir. Demek oluyor ki, yenilesme isini yapma görevi, zekâya düsmektedir. Fakat, gözleri körlesen bir kimse, ırkları birbirinden

ayıran setleri yıkmakta devam edecektir. En sonunda bir gün içinde bulunan en iyi sey mahvolacaktır, iste o vakit orada "birlik" isteyen bir çorbadan baska bir sey görülmeyecektir. Bugün sözleri kulaklarımızı tahris eden meshur reformcuların idealleri budur. Fakat, su bilinmelidir ki, bu sekilsiz alasım, dünyada her türlü idealin ölümünü ifade etmektedir. Belki

bu sekilde "büyük bir sürü" meydana getirile bilinir. Böylece bu karısım sayesinde sürü hayatına düskün bir hayvan yaratılabilir. Fakat bu alasımdan, hiçbir zaman medeniyet yapıcı

saf bir kimse çıkmayacaktır. Ğste o zaman beseriyetin görevinde kusur etmis olduguna hükmedile bilinir.

Dünyanın böyle bir duruma düsmemesi istenirse, o zaman Cermen ırkı dostlarımın kutsal görevleri, yeni melezlesmeleri önlemek olmalıdır. Çagdaslarımızın dikkatlerini çekmis olan süprüntü herifler bu fikri duyunca, haykıracaklar ve sikâyette bulunacaklardır. En kutsal haklarına tecavüz ettigimi iddia edeceklerdir. Halbuki insanın sadece bir tane kutsal görevi vardır. Yani beseriyette mevcut en iyi seyini korumasına, bu imtiyazlı kimselerin

gelismelerini daha mükemmel hale sokması için kanının saf bir halde kalmasına dikkat etmektir.

Irkçı bir devlet, evlenmeleri daimi bir ırk degismesine sebep olmaktan kurtarmalıdır, insani

sebeplerden dolayı, benim tezime karsı olanların itirazlarına, bütün ecza hanelerde ve seyyar satıcılarda en saglam anne ve babanın çocuk yapmaması için ilâçların satıldıgı su sırada hak verilemez. Günümüzün devletinde frengililerin, veremlilerin veya sakat ve aptalların nesil verme haklarını ellerinden almak, cinayet olarak telâkki edilmektedir. Diger taraftan, saglam milyonlarca insandan nesil verme hakkını çekip almak, hiç de fena bir hareket kabul edilmemektedir. Bu durum, ikiyüzlü cemiyetin ahlâk anlayısına aykırı gelmemekte, bilâkis

fikri tembelligini oksamaktadır. Çünkü aksi olsa idi, ırkımızın saflıgını koruyabilmesi için kafalarını çalıstırmaları ve yorulmaları gerekirdi.

Bugünkü sistem idealden ve asaletten mahrumdur. Bizden sonra gelecek nesillerin menfaati

ve en iyi sekilde yetismeleri isine hiç kimse önem vermemektedir. Kiliselerin hali de böyledir. Bu kiliseler, Tanrı'nın en büyük eseri olan insanlara karsı gösterilmesi gereken saygıyı göstermemektedirler. Ruhtan bahsederler, fakat ruhun bir örtüsü olan insanın "proleter" durumuna düsmesine göz yumup, seslerim çıkarmazlar. Sonra kalkarlar, Hıristiyan inancının kendi memleketlerinde tesirini kaybettigine ve fizik olarak çökmüs, ahlâkı da dıs görünüsüyle mütenasip bir sekilde bozulmus, sefil güruhun "dinsiz" olusuna hayret ederler. Bunun acısını çıkarmak için de Otantolara ve Cafreslere Hıristiyanlıgı yaymaga kalkısırlar. Bu arada bizim Avrupa devletleri, sofu misyonerlerini Orta Afrika'ya göndererek zenciler için misyonlar

kurarlar.

iki Hıristiyan mezhebi, zencileri rahatsız edecegi yerde, bugün felâketlere ve üzüntülere yol açacak hastalıklı bir çocuga hayat bahse tmektense, gürbüz fakat zavallı bir küçük yetime merhamet gösterip, ona ana-baba hizmetinde bulunsaydı, Tann'nın daha çok hosuna gidecek

bir sey yapmıs olurdu

Irkçı devlet, bugün bu konuda yapılması ihmal edilmis veya bilhassa yerine getirilmemis olan seylerin tamamını tamir etmelidir. Irkçı devlet, ırki toplum hayatının merkezi durumuna getirmeli ve ırkın halis kalmasına nezaret etmelidir. Aynı zamanda, bir milletin en degerli malının "çocuk" oldugunu kabul ve ilân etmelidir. Yalnız, saglam olanların çocuk yetistirmelerini saglamalıdır. Irkçı devlet sunu söylemelidir: Bir hastalıga tutulmus iken ve

birtakım büyük eksiklikleri haiz iken, çocuk yapmak en ayıp bir harekettir. Bu durumda en

serefli hareketin çocuk yapmaktan vazgeçmenin olacagı anlatılmalıdır. Devletin bu müdahale hakkı vardır. Çünkü devlete, bir milletin binlerce senelik bir gelecegi teslim edilmistir. Bu

durum karsısında ferdin arzulan bir hiçten ibarettir. Ferde boyun egmekten baska yapacak

bir is düsmez. Devlet, fikrini aydınlatmak için modern tıp ilminden istifade etmelidir, irsi bir sakatlıgı bulunan ve bu hali zürriyetine intikal edecek olanlara nesil yetistirmek hakkına

sahip olmadıkları anlatılmalıdır. Aynı zamanda devlet, saglam bir kadının çok evlât

yetistirmek gibi Tann'nın bir lütfü olan kabiliyetinin, hükümet sisteminin mali siyasetiyle tah-

dit edilmemesine dikkat etmekle görevlidir. Devlet, çok evlât yetistiren ailelerin tesekkülüne imkân hazırlayacak sosyal sartlara karsı gösterilmekte olan tembel tutuma ve lâkaytlıga son vermelidir. Devlet kendini, degeri takdir edilemeyecek kadar yüksek bir milletin en büyük koruyucusu bilmelidir. Devletin dikkati orta yaslılardan ziyade çocukların üstünde olmalıdır. Fizik ve ahlâkça saglam olmayan bir kimse çocuklarının vücudunda kendi sakatlıgını devam ettirmemelidir. Devletin terbiye yönünden yerine getirecegi büyük bir görevi vardır. Irkçı

devlet, millete terbiye yoluyla, hastalıklı ve zayıf olmanın utanılacak bir hal olmadıgını, aksine açınılacak bir felâket oldugunu ve bencillik sevkiyle bu felâketi, masum bir çocuga intikal ettirmenin ise cinayet oldugunu ögretmelidir. Devlet bu ilkelere göre hareket etmek

için gayesinin anlasılıp anlasılmadıgını, uygun veya uygunsuz bulundugunu tahkik ile vakit geçirmemelidir. Herhangi bir kimse, sorumlu olmadıgı bir hastalıktan mustarip olup da,

çocuk yetistirmekten vazgeçer ve sevgisi ile sefkatini, milletinin ilerde canlı ve gürbüz olacagı tahmin edilen fakir bir çocuguna tahsis ederse, gerçekten asil bir harekette bulunmus ve

insani hissiyat göstermis olur. Fizik bakımından soysuzlasan veya akıl hastalıklarından mustarip olan kimseler, altı yüz sene çocuk yetistirmekten men edilmis olsalardı, bugün

insanlık birçok vahim dertlerden kurtulmus olurdu. Öyle sıhhatli bir nesilden faydalanılır ki, bunun olumlu sonuçlarını tahmin etmek bile zordur. Milletimizin en saglam ve kuvvetli unsurlarının nesil vermelerini suurlu ve sistemli bir sekilde tesvik etmek ve kolaylastırmakla öyle bir ırk meydana gelir ki, bu ırkın rolü, hiç olmazsa daha isin baslarında bugün acısını çektigimiz fizik ve ahlâk yönünden çöküntülere sebep olan tohumları saf dısı etmek olur.

Çünkü bir millet ve bir devlet bu dogru yolu tutunca, pek normal olarak ırkın degerini gelistirmeye ve verimliligini artırmaya önem verilecektir.

Bunda basanlı olmak için, bir devletin her seyden önce yeni elde edilmis bölgeyi kolonize etme isini tesadüfe bırakmaması ve bu kolonizasyonu belirli kurallara tabi tutması gerekir. Bilhassa, teskil edilen "ırk komisyonları" sahıslara kolonizasyon izni vermelidir. Bu izni

almak için konacak sart muayyen bir ölçüde ırk saflıgı ve bunu ispat etmek olmalıdır. Böylece vatan etrafındaki koloniler yavas yavas bu sekilde kurulmus olur. Bu koloniler millet için

degerli bir hazine olacaktır. Kolonilerin gelismeleri milletin her ferdini gurur ve neseyle dolduracaktır. Çünkü bu koloniler, bizzat milletin ve insanlıgın, mesut geleceginin tohumlannı ihtiva etmektedir. Bu daha iyi dönemi meydana getirmek, ırkçı devletçe fiile konmus ırkçı dü- süncelerin isidir. Böylece insanlar, artık köpek, kedi ve at gibi hayvan nesillerinin ıslahıyla ugrasmaktan ziyade, ırkların ıslahıyla mes gül olacaklardır, insanlık tarihi bu durum

karsısında, gerçegi görmüs ve nesil vermelerinin mahzurlu olacagını anlamıs kimselerin sükût içinde feragat göstermelerine ve kendilerini feda etmelerine sahit olacaktır. Bu ruhi davranısı mümkün olacagı, yüz binlerce insanın dini bir kanunla zorlanmadıkları halde kendiliklerinden bekârlıga mahkûm oldukları bu dünyada inkâr edilemez.

Eger kilise tarafından insanlara, Tanrının baslangıçta yaratmıs oldugu insanları çagıran bir ihtar yapılırsa, böyle bir feragat neden • mümkün' olmasın? Hiç süphe yok ki bugünkü o

degersiz burjuvalar bunu hiç anlamayacaklardır. Gülecek ve o biçimsiz omuzlarını silkecekler

ve söyle diyeceklerdir: "îlke olarak güzel ama, imkânı yok!'" Gerçekten bu is onlara göre degildir. Onların dünyası bu is için yapılmıs degildir. Burjuvaların tek endiseleri kendi hayatlarıdır. Yukarıda açıkladıgım düsünceler, biz Nasyonal-Sosyalistlere göre devlet degerinin ölçüsünü ortaya koyabilir. Ancak bu deger her milletin kendi özelliklerine göre degisebilir. Gerçekte ise bu deger, insanlıgın seviyesine yükseltilirse "mutlak" duruma"

gelecektir. Yâni bir devletin medeniyet alanına ulastıgı seviye ölçü olarak kabul edilmekle, o

devletin faydası hakkında bir hüküm verilemez. Bu hüküm, özellikle bu canlı organın her millet için ortaya koydugu faydaya göre verilebilir.

Devlet, temsil ettigi milletin hayat sartlarına tekabül etmekle "ideal devlet" niteligini

kazanmaz. Devletin varlıgı, temsil ettigi milletin hayatını tatbiki surette saglarsa "ideal devlet" olarak kabul edilebilir. Devletin dünyada kültür bakımından ne kadar önemi olursa olsun, bu önemin millete hiçbir faydası yoktur. Çünkü bir devletin vazifesi, yaratmak degildir. Devletin vazifesi mevcut kuvvetlere yol açmaktır. Demek ki bir devlet, kendi medeniyetini, en yüksek medeniyetin temsilcilerinin ırk derecesine ulastırırken çökerse, o devlet hatalı yola girmis

olur. Çünkü o zaman bu kültürün varlıgını korumak yolundaki ilk önemli sarta saygı göstermez. Kültür devletin isi degildir. Bu kültür, devletin canlı organı tarafından takviye edilmis olan medeniyet kurucu bir milletin eseridir. Devlet, bir cevher temsil etmez. Devlet,

bir sekil ifade eder. Bir milletin ulastıgı medeniyet seviyesi, o milletin içinde yasadıgı devletin taydasını ölçmek imkânını vermez. Meselâ, medeniyet verici bir millet, bir zenci kabilesi gibi yasayabilir. Hatta bu milletin devlet olarak meydana getirdigi teskilât, zenci toplulugunun meydana getirdigi kabileden daha da fena olabilir. Ğste devletin rolü burada belli olur. Kötü

bir devlet bir milletin baslangıçta sahip oldugu yaratıcı melekelerin kaybına sebep olur.

Bir devletin degeri hakkında verilecek hüküm, dünya tarihinde oynayacagı rolün önemi ile degil, milletine saglayacagı faydayla meydana çıkar.

Devletin mutlak degerleri hakkında bir hükme varmak zordur. Böyle kati bir hüküm, yalnız

devletin kendisine degil, daha çok milletin kıymet ve seviyesine baglıdır. Demek ki, devletin yüksek görevi, esas itibariyle millete düser. Devletin tek fonksiyonu, mevcudiyetinin iktidarıyla, milletin her husustaki gelismesini imkân dahiline sokmaktan ibarettir.

Bu durumda, Almanlara gerekli olan devletin nasıl teskil edilmesi hususunu düsünecek olursak, ilk önce iki noktayı açıkça tayin etmeliyiz: Bu devlet hangi adamları bünyesine almalı ve hangi gayeleri takip etmelidir?

Maalesef Alman milleti bugün, kaynasmıs bir ırka sahip degildir, ilkel unsurların kaynasması

ile yeni bir ırk dogdugunu iddiaya imkân verecek sekilde bir gelismeye yol açmamıstır. Gerçekte, "O-tuz Yıl Savası"ndan bu yana milletimizin kanını bozmus olan ve birbirini takip eden bulusmalar, onu bozulmaya ugratmakla kalmayıp, ruhumuzun üzerinde de olumsuz tesir yaratmıstır. Vatanımızın açık sınırları, sınır boyları, Alman olmayan siyasi varlıklarla temas, bilhassa Reich'm içine yabancı kanın girmesi ve devamlı yenilesme tam bir kaynasma için gerekli olan zamanı bırakmıyordu. Ğste bu karmasadan yeni bir ırk dogmadı. Bütün ırki

unsurlar yan yana dizilmis bir durumda kaldılar. Sonunda, bayagı bir sürünün toplandıgı buhranlı günlerde, Alman milleti çesitli yönlere dagıldı. Sadece ırkı meydana getiren maddelerin toprak üzerindeki dagılma sekli çesitli çevreleri ilgilendirmekle kalmaz, bunlar aynı çevrenin içinde de bir arada mevcut bulunurlar. Kuzeyliler, güneylilerin yanındadırlar. Bunların civarında Almanlar ve her iki grubun yanında da batılılar vardır. Aynı zamanda

"harita'lar da ayrı ayrıdır. Bu durumun bazı yönlerden büyük zararları vardır. Alınanlarda kanın bir olmasından ileri gelen o kuvvetli sürü içgüdüsü azdır. Oysa, tehlikeli anlarda bilhassa ön plânda yer alan bu içgüdü, milletlerde ki bütün farkları yok ederek, onları müsterek düsmana karsı saldırgan bir sürü gibi aynı cephede toplamak suretiyle, milletin çökmesine engel olur. Bizde fazla ferdiyetçilik denilen sey ırkımızın özel vasıflara sahip

esaslı unsurlarının birbirlerine karısmadan birlikte yasamalarından ileri gelmektedir. Bunun barıs sırasında çogu zaman güzel sonuçları olabilir. Fakat her sey hesap edilecek olursa,

dünya hakimiyetinin elimizden kaçtıgı görülür. Eger Alman milleti de kendi tarihi boyunca baska milletlerin faydasını gördükleri bu sürü içgü-' düsüne sahip olsa idi, bugün Alman Reich'ım dünyaya hâkim bir mevkide görürdük. Hatta dünyanın tarihi kadar yoksul olanlara, hayatlarım bir kaide üstüne oturtarak kendilerini hükmeden gibi görmeyenlere ve baska

inançla dolu olanların ordusuna sesleniyoruz. Her seyden önce Alman gençliginin kudret

fıskıran ordusuna sesleniyoruz. Bu gençlik öyle bir devirde yetismektedir ki, bu tarihin büyük

bir dönüm noktasıdır. Babalarının tembel olusları ve ilgisiz kalısları kendilerini mücadele etmeye zorluyor. Genç Almanlar günün birinde yeni bir ırkçı devletin mimarları veya tam bir yıkılıp çökmenin, yeni burjuva dünyasının ölümünün son görgü tanıkları olacaklardır. Çünkü

bir nesil gördügü ve anladıgı fenalıklardan acı çeker de buna boyun egerse ve bugünkü

burjuva sınıfının yaptıgı gibi bu derde çare bulmak için elden bir seyin gelmeyecegi yolunda kolay bir mazeret ile yetinirse, böyle bir dünya yok olmaya mahkûmdur, iste bizim burjuva sınıfımızın belirli vasfı artık bu eksiklikleri inkâr edememesidir. Onlar çürümüs ve kokusmus birçok seylerin varlıgını itiraf etmek zorundadırlar. Fakat bu sınıf, bu kusurlara karsı bir reaksiyon gösterememektedir. Artık burjuva sınıfının altmıs-yetmis milyonluk bir milleti tehlikeye karsı seferber etmek için gayret göstermeye kuvveti kalmamıstır. Eger böyle bir mü- cadele baska bir memlekette meydana gelirse, bu tesebbüsün uygulamada basarılı

olamayacagını ispata çalısmaktadır. Bu cüceler miskinliklerini, fikri ve ahlâki zaaflarını haklı göstermek için, ne kadar budalaca delil ve muhakeme varsa ileri sürerler. Meselâ bir devlet, milletinin alkol ile zehirlenmesine savas açsa, bütün Avrupa burjuva âlemi, basını sallamakta

ve insanlık için yapılan bu mücadeleyi gülünç bulmaktadır.

Bu konuda hiçbirimiz bos bir sanıya kapılmamalıyız. Bizim burjuva sınıfımız insanlıga düsen asil görevlerin hiçbiri için kabili yetli degildir. Kendisinde zerre kadar bir temel mevcut

degildir. Bu hal kötü kalplilikten ziyade tasavvur edilemeyecek derecede bir rehavetten ve tembellikten ileri gelmektedir. Bunun için, "burjuva partisi" adı altında miskin bir halde

yasayan bu siyasi kulüpler, bazı profesyonel kimseler tarafından meydana getirilmis menfaat partileri durumuna düsmüslerdir. Tek gayeleri bencil menfaatlerini en iyi sekilde korumaktır. Böyle bir "burjuva esnaf partisi" herhangi bir mücadeleyi idare etmeye ehliyetli degildir.

Hele, kendisine karsı olanlar "altın babaları" arasından çıkmayıp, en büyük tahriklerle bas kaldırmıs ve her seyi göze almıs proletarya toplulukları içinden, ortaya çıkarsa is daha da zorlasır.

Halkın hizmetinde olan ve halkın menfaatini gaye edinen devlet birinci görevinin, ırkın en iyi unsurlarını muhafaza etmek, onlara ihtimam gösterip, gelismelerini hazırlamak oldugunu

idrak ederse, bu görevle isinin bitmedigini anlayacak ve ırka lâyık nesiller yetistirdigi gibi, bu nesillerin egitimiyle de mesgul olacaktır.

ğahısların fikri yönden verimli olmaları, belirli bir insan malzemesinin ortaya koyacagı ırki kabiliyetlerin sonucu olacagına göre, herkesin egitimi ilk önce fizik barısının devamına ve gelismesine baglıdır. Çünkü daima saglam ve enerjik bir düsünce gücü, ancak saglam ve kuvvetli bir bedende bulunur. Dâhilerin bazen zayıf bir bünyeye sahip olmaları bu prensibi bozmaz. Onların durumları istisnadır. Eger bir millet soysuzlasmıs kimselerden meydana gelmisse, gerçekten böyle bir bataklıktan büyük bir dâhinin çıkması son derece nadirdir. Eger

çıkarsa bile bu dâhinin nüfuz ve tesirinden, soysuzlasmıs millet istifade edemeyecektir. Ya bu soysuzlasmıs topluluk dâhiyi anlayamayacak, ya da irade kuvvetlerinin zayıflaması sonucu o dâhinin arkasından yürüyemeyecektir.

Bu gerçegi idrak etmis olan ırkçı devlet egitim alanındaki görevinin, ilimleri kafaları içine tulumba darbeleri ile sokmaktan ibaret oldugu zannına kapılmamalıdır. Basarılı ve uygun egitim usulleri ile, tamamen saglam bünyeli gençlerin yetistirilmeleri için gayret sarf edecektir. Fakat bu is yapılırken, gaye karakterin terbiyesi ve bilhassa irade kuvvetiyle kabiliyetinin gelismesi olacaktır. Bu arada gençler, fiil ve hareketlerinin sorumlulugunu memnuniyetle kabul etmeye de alısacaklardır. Asıl ögretim en sonra gelecektir.

Irkçı devlet su prensibe göre hareket edecektir, ilmi bilgisi da ha baslangıç noktasında kalan, fakat vücudu saglam, karakteri dügün, bir karar almasını seven ve irade kuvveti'ile donatılmıs olan bi, kimse, müh toplum için, fikri verimliligi ne olursa olsun bir sakat tan daha faydalıdır. Fizik bakımından soysuzlasmıs, iradeleri zayıf korkakça bir barısçılık taraftarı olan

bilginlerden kurulu bir millet' hiçbir zaman cennetlik olamaz. Hattâ bu dünyada da kendi hayatın, bile saglayamaz. Kaderin bize karsı açtıgı çetin savaslarda en az bil gısı olanın

yenildigi pek enderdir. Maglûp, daima bildigi seylerden • en az cesaretli karar çıkaran ve bunu

da pek kötü bir sekilde uygu layan kimsedir. 76

Fizik ile maneviyat arasında bir ahenk olmalıdır. Kangren ol mus bir vücut, düsünme gücünün parlaklıgı ile hiçbir zaman güzel hale gelemez. Enerjisi olmayan, kararsız, korkak ve kusurlu

dog mus, sakat kimselere, bir fikri egitim vermek haksızlık olur Yunan darın düsündükleri güzellik fikrim ölmezlestıren sey, en gösterisi, ızık güzelliginin, düsünce gücünün parlaklıgı

ve ruhun asaleti ile fevkalâde bir sekilde birlesmesinden ibarettir.

Moltke'nin "ğans ancak yetenegin arkası sıra yürür." seklindeki sözü ne kadar dogru ise, düsünce gücü, genellikle ancak saglam ve sıhhatli bir vücutta yerlesebilir.

Vücudu saglam yapmak ırkçı bir devlette fertlerin vazifesi degildir. Bu is, ebeveynlere düsen

bir mesele de degildir. Bu devletin temsil ettigi ve korudugu milletin bekası için bir ihtiyaçtır

Nasıl tahsile ait hususlarda devlet ferdin serbest hareket etme hakkına te cavuz eder ve

çocugu, anne ve babanın arzuları hilâfına mecburi ögretime tâbi tutarsa, ırkçı devlet de, daha genis bir sekilde olmak üzere, milletin muhafazasını ılgÜendıren ana meselelerde, sahısların cehaletlerine veya anlayamamıs "imalarına karsı", kendi otoritesini kullanmalı ve galip kılmalıdır. Terbiye alanındaki icraat, gençlerin vücutlarını küçük yastan itibaren takip

edilmekte olan gayeye dogru itmeli ve sonra muhtaç olacakları dayanıklılıgı kazanacak

sekilde onları tanzim ve teskil etmelidir. Özellikle kıs bahçelerinde büyütülmüs bir nesil yetistirmekten kaçınılmalıdır.

Bu terbiye ve sıhhat ısı, ilk önce genç anneler üzerinde tesir icra etmelidir. Bes on yıllık bir gayret, dogumları tamamen mikroptan arınmıs duruma getirmek ıçm yeterli olmus ve logusalıkta atesli hastalıklar azalmıstır. Hastabakıcıların ve bizzat annelerin bu konu daki egitimleri esaslı bir sekilde saglanırsa, çocuklara daha ilk yıllardan itibaren gelismeleri için ihtimam ve itina göstermek mümkün olur. Irkçı bir devlet, okulda beden çalısmalarına, simdikine nispetle daha çok zaman ayırmalıdır

Genç dimagları gereksiz bir yükle ve faydasız bir bilgi ile doldurmak büyük hata olur. Tecrübeyle sabittir ki, gençler hafızalarında yalnız parça parça seyleri saklarlar ve ögrendiklerinin esaslı taraflarını ise zihinlerinde tutamazlar. Onların zihinlerinde kalan, hiçbir zaman ifade edilmeyen ayrıntıdır. Zihni tıklım tıklım doldurulmus genç bir çocuk, bu konular arasında akla uygun, karsılastırmalı bir ayıklama ve temizleme yapmaktan âcizdir. Bugün ortaokullarda, haftada iki saat beden egitimi dersi koymak ve bu dersi seçmeli kılmak, fikri bakımdan dahi agır bir hata olur. Bir genç adamın, her gün hiç olmazsa sabah aksam birer

saati beden çalısmalarıyla geçmelidir. Bilhassa boksu ihmal etmek olmaz. Bu konuda kültürlü çevrelerde büyük hatalar islenir. Bu çevrelerin fikirlerine göre boks kaba bir spordur. Ama bir genç eskrim ögrensin ve degerli vakitlerini düello etmekle geçirsin, bu onlara göre hatalı degildir. Halbuki boks kadar, kavgacılık ruhunu gelistiren, simsek gibi seri kararlar vermege alıstıran ve vücuda çelik sertligini veren hiçbir spor yoktur. Gençler için bir fikir ihtilâfından çıkan kavgayı yumrukla halletmek, keskin bir kılıçla halletmekten daha vahsice sayılamaz. Tecavüze ugramıs bir kimsenin, saldırgan yumruklarıyla uzaklastırması, kaçıp polise sıgınmasından daha adi degildir.

Her seyden evvel, genç ve vücutça hastalıklı bir adam, darbelere tahammül etmeyi ögrenmelidir. Bu ilke hiç süphe yok ki, bizim fikir sampiyonlarına bir vahsiye lâyık gibi gelecektir. Fakat ırkçı devletin rolü "barısçı degerlerden ve fizik yönünden çökmüs insan-

lardan meydana gelen bir toplulugu egitmek degildir. Onun insanlık hakkında besledigi ideal,

tip olarak sayın küçük burjuvayı, faziletli ihtiyar kızı kabul etmemistir.

Irkçı devletin fert tipi mert, magrur; enerji sahibi erkekler ve dünyaya gerçegi seven insanlar getirmeye kabiliyetli kadınlardır.

iste bunun için spor bir kimseyi kuvvetli, usta ve cüretkâr yapmakla kalmaz, o kimseyi sertlestirir, üzüntü ve maglûbiyetlere tahammül etmeye alıskın bir hale de getirir. Eger aydınlarımızın üstün sınıflarını teskil edenler, vakti öldüren seyleri ögrenmek yerine yalnız

boks yapmayı bilselerdi, ahlâksız, asker kaçakları ve bunlara benzer ayaktakımları tarafından

bir ihtilâl yapılamazdı. Keza, bu ihtilâl'basarısını, ihtilâl yapanların cesaretli ve cüretkâr oluslarına borçlu degildir, ihtilâl, devleti idare edenlerin korkakça ve acınacak sekildeki kararsızlıkları sonucu basarıya ulasmıstır. Çünkü bizi fikir yönünden idare edenler sadece

"ırkçı bir egitim" görmüslerdi. Ama muhalifler fikri silâhlar yerine demir çubuklar ve sopalar kullandıkları zaman, bizim idarecilerimiz âciz durumda kaldılar. Bütün bunların olmasına

sebep yüksek okullarımızın insan yetistirmek yerine, memur, mühendis, teknik adam, hukukçu ve edebiyatçı yetistirme yi ilke edinmesi ve bu zihniyetin ölmemesi için de profesörler yetistirilmesidir. Bizleri idare edenler, fikri yönden göz boyayıcı sonuçlar elde ettiler, fakat idare eseri göstermeleri gerektiginde çok asagılarda kaldılar.

ğurası bir gerçektir ki, egitim esas itibariyle korkak olan bir kimseyi cesur yapamaz. Yine

aynı kesinlikle ifade edeyim ki, tabiat tarafından cesaretle donatılmıs bir kimse kusurlu egitim sonucu bedenen zayıf kalmıssa, melekelerini gelistiremez. Manevi kabiliyetlerini anlamıs bir kimsede, cesaretin ve hatta kavgacılık ruhunun ne kadar gelisecegi orduda görülür. Orduda sadece kahramanlar yoktur. Vasat kimselere orada çok sık rastlanır. Gerçekte ise, barıs sıra- sında Alman ordusunun gördügü basarılı talim, bu büyük müessesenin askerlerine öyle bir kendine güven telkin etmisti ki, düsmanlar bunun kuvvetini hiç akıllarına getirmemislerdi. Alman ordularının 1914 yazı sonlarında ve sonbaharında cepheden cepheye ilerlerken,

önlerine çıkan her seyi ezip geçtikleri sırada ortaya koydukları essiz cesaret ve gayret delilleri,

bıkıp usanmadan takip edilmis olan bu egitimin sonucu idi. O bitmek bilmeyen barıs yılları boyunca, ordu çogu zayıf bedenli olanları, en umulmaz basarılara alıstırmıs ve bütün askeri kendine inanmıs hale getirmisti ki en korkunç çarpısmaların vahseti bile bu olumlu çalısmanın isaretlerini yok edemiyordu. Ğste, simdi yere serilmis, kırık dökük bir halde bütün dünyanın tekmelerine savunmasız bir durumda maruz kalan Alman milletinin, kendi kendine telkinden dogan ve sahsa güven hissini veren bu kuvvete ihtiyacı vardır. Bu kendine güven hissi, milletimizin çocuklarına ilk küçüklük çaglarından itibaren egitim yoluyla verilmelidir. Bütün egitim ve kültür sistemi çocuklara, diger milletler den kesin bir sekilde üstün oldugumuz kanaatini vermeyi hedef edinmelidir. Vücutça kazanacakları kuvvet, onlara mensup oldukları milletin yenilmez oldugu inancım telkin etmelidir. Eskiden Alman ordularını zaferden zafere kosturan sey, her askerin kendi sahsına ve komutanına karsı besledigi güvenin toplamı idi.

Alman milletim tekrar diriltecek olan sey, hürriyetini tekrar ele geçirmek imkânına sahip bulunduguna kanaat getirmesi olacaktır. Fakat bu kanaat, yalnız milyonlarca sahsın her birindeki aynı kanâatin toplamı olmalıdır. Bu noktada da bos hülyalara asla kapılmamalıdır. Milletimizin yıkılması pek muazzam olmustur. Bir gün onun bu sıkıntısına son vermek için gösterecegimiz gayret de o kadar büyük olmalıdır. Bugün milletimizin üzerinde asayis ve huzur gayesiyle uygulanan simdiki burjuva egitiminin, çökmemize sebep olan durumumuza

bir son vermek ve düsmanlarımızın yüzüne bileklerimızdeki esaret zincirlerini atmak kuvvetini saglayacagına inanan bir kimse, pek acı ve pek büyük bir hatanın içine düsüyor

demektir. Elimizde olmayan her seyi ancak milli enerji taskınlıgı, bagımsızlık askı ve ihtiras dolu bir gayretle kazanabiliriz.

Gençlerimizin kıyafetleri de takip edilen gayeye uymalıdır. Gençlerin, "papazı papaz yapan elbisedir" darbımeselim kötü anlama çeviren aptalca bir modaya kapılmaları milletimiz için esef verici bir durumdur. Kıyafet, egitime hizmet edecek ve yardımcı olacak bir vasıta kabul edilmelidir.

Herkesin satın alamayacagı bir elbiseye sahip olmak için degil, herkesin sahip olamayacagı

bir vücuda sahip olmak için çalısılmalıdır. Bu düsünce daha sonra rolünü oynayacaktır. Genç kız, erkek arkadasını tanımalı ve bilmelidir. Eger vücut güzelligi, zamanımızın moda

budalalıkları yüzünden ikinci plâna atılmamıs olsa idi, yüz binlerce Alman kızları çarpık, cılız

Yahudi gençlerine kapılmazlardı.

Bu noktaya dikkat etmek zorunludur. Bugün, barıs sırasında askeri talim kalkmıstır. Yâni, egitim usulümüzün ihmallerini kısmen de olsa telâfi eden müessese ortadan kaldırılmıs bulunmaktadır. Bu müessesenin bir diger faydası da, iki cins arasındaki münasebetler üzerinde mesut sonuçlar dogurması idi. Genç kız asker olanı, askere gitmemis olana tercih ediyordu.

Irkçı devlet, yalnız okul sıralarında vücut kuvvetinin gelismesine nezaretle kalmayacaktır. Okuldan sonra da gençler, gelismeleri nin iyi sartlar dahilinde meydana gelmesi için, bu çalısmalara devam edeceklerdir. Devletin gençlerin üzerindeki nezaret hakkının okulun sona ermesi ile bitecegini ve ancak askere alınmaları ile tekrar onlarla mesgul olmaya

baslayacagını zannetmek hatadır. Bu hak, gerçek durumda devam edegelen bir görevdir.

ğimdiki devlet, vatandasların sıhhatleri ile mesgul olmayarak, bu vazifesini canice bir sekilde ihmal etmistir. Bugün gençleri gürbüz ve saglam yetistirmek için çalısılacagı yerde, onların sokaklarda ve eglence yerlerinde ahlâklarının bozulmasına göz yumulmaktadır.

Okul sonrası gençlerle nasıl mesgul olunacagını bilmek, önemli bir mesele degildir. Esas olan sey devletin bu hususu, görevi oldugunu bilmesidir. Çare vasıtalarını devlet kendi arayıp bulmalıdır. Irkçı devlet, okul sonrası da gençlerin fiziki gelismeleri ile mesgul olmayı, yetkisi dahilinde bulundugunu bilmeli ve bunu kendi müesseseleri ile halletmeye çalısmalıdır. Fiziki egitim, genci askerlik hizmetine bir hazırlama isi olmalıdır. Artık ordu eskiden oldugu gibi,

gençlere manevranın hazırlanmasına ait mücadeleyi ögretmek zorunda kalmayacaktır.

Böylece ordu artık acemi kimselerden tesekkül etmeyecektir. Ordunun mükemmel bir fiziki hazırlıktan geçmis bir genci, asker yapmaktan baska bir isi kalmayacaktır. Demek oluyor ki ırkçı devlette ordu, gençlere yürümeyi ve silâh tasımayı ögretmek lüzumunu duymayacaktır. Ordu ırkçı devlette, yüksek bir "vatani egitim okulu" olacaktır. Genç Alman askeri orduda, gerekli askeri egitimi görecek, fakat aynı zamanda o, sivil hayatta ifa edecegi role hazır- lanmaga devam edecektir. Yani bu müessese genç çocugu bir "adam" yapmalıdır. Ordu

gençlere yalnız itaat etmegi ögretmekle kalmamalı, onlara bir gün kumanda etme kabiliyetini

de bahsetmelidir.

Nihayet, genç kendi kuvvetinden emin olarak, askerlik ruhunun tesiri altında, milletinin yenilmemis olduguna da kanaat getirmelidir. Askerlik hizmetini bitiren gence iki belge verilecektir. Bu belgelerden biri, bir vatandaslık diploması olacaktır. Yâni, resmi bir görev alabilecegine ve bekasına izin verildigine dair kanuni bir belge, ikinci belge ise fiziki bakımdan evlenmege müsait oldugunu bildiren bir nevi sıhhat raporu olacaktır.

Irkçı devlet, erkek çocuklarla oldugu gibi kızlarla da mesgul olacaktır. Kızların da egitimleri aynı ilkeler dahilinde idare edilecektir. Kızlar için en önemli nokta fiziki egitim olmalıdır.

Karakterin egitimi daha sonra gelir. Nihayet fikri egitimlerin gelismesi meselesi ele alınır. Kız

egitiminin tek gayesinin, kızı, gelecegin annesi olarak hazırlamaktan ibaret oldugu hiçbir zaman unutulmamalid.it.

Herkesin karakterinin esaslı vasıfları, önceden meydana gelir. Bir bencil her zaman bencildir

ve daima öyle kalacaktır. Aynı zamanda bir idealist de daimi bir sekilde idealisttir. Bu arada

bu iki zıt karakter arasında milyonlarca çesit karakter vardır ve bunları ayırmak ve anlamak

pek zordur. Anadan dogma bir katil daima katil kalır. Fakat, canice fiillere bir dereceye kadar egilimli olan kimse, basarılı bir egitim ile toplumun faydalı bir ferdi haline getirilebilir. Eger müphem karakterlerde, terbiye eksik olursa bu gibi kimseler birer zararlı unsur olarak yetisebilirler.

Savas sırasında milletimizin, agzının sıkı olmamasından bir hayli sikâyet edildi. Bu kusur yüzünden, pek çok zorluk çekildi. Fakat savastan önce milletimize verilen egitim onu ketum yapmamıstı. Önemli sırlar, düsmanın kulagına gidiyorsa sebebini bunda aramalıydık. Daha küçük yastan itibaren söz tasıyan kimse, geveze olmayan arkadasına tercih ediliyordu, ihbar

bir açık kalplilik, ketumluk ise ayıplanan bir inat sayılıyordu. Bu durum bugün de devam et- mektedir. Çocuklara ketumlugun bir fazilet oldugu bir kere olsun söylenmemistir. Çünkü,

bizim modern pedagoglarımızca bunlar önemli seyler degildir. Ama bu önemsenmeyen seyler, bugün devlete adliye masrafı olarak milyonlara mal olmaktadır. Keza birbirini çekistirmenin sebep oldugu dâvaların bir kısmı, bu ketumluk noksanlıgından dolayı

açılmaktadır. Sorumlulugu kavranmayan sözler, gayet kolaylıkla sarf edilmektedir. Meselâ, milletimizin iktisadi menfaatleri, daimi bir sekilde zararlı oluyor. Buna sebep, önemli yapım usullerinin akılsızca açıklanmasıdır. Meselâ, ülkemizin savunmasıyla ilgili gizli hazırlıklar, yine ketumluk noksanından dolayı bosa gitmektedir. Milletimiz susmasını bilmemektedir,

isittigini tekrar etmektedir. Bu gevezelik, savası kaybettirir. Hatta mücadelenin feci bir sonuca varmasının bütün yükünü tasıyabilir. Egitim noksanlıgı çocuk büyüdükten sonra telâfi

edilemez. Bir ögretmen, en â-di ihbar itiyatlarını tesvik ederek ögrencilerinin haylazlıkları hakkında haber almayı ilke edinmemelidir. Çünkü gençlik ayrı bir devlet meydana getirir ve

orta yaslılara karsı cephe alır. Bu pek tabiidir. Çünkü on yasındaki bir çocugun, kendi yasıtları

ile kurdugu birlik, orta yaslılar arasındaki birlikten daha kuvvetlidir. Bir arkadasını ihbar eden çocuk, ilerde öyle fena bir istidat gösterir ki, vatana ait bir sırrı dahi ifsa edebilir. Böyle bir

çocuk cesur ve namuslu kabul edilemez. Ögretmen için, sınıfta otorite kurmak üzere böylelerinden istifade etmek, rahat bir sey olabilir. Fakat bunu yaptıgı takdirde genç kalplere, ilerde filizlenecek ve feci sonuçlar doguracak olan tohumları bırakmıs olur. Çok kere,

küçükken böyle ihbarlara alısmıs bir çocugun büyüdügü zaman, rezil bir kimse oldugu tespit edilmistir. Bu birçok kimseye ibret dersi olmalıdır. Mertlik, feragat ve ketumluk, büyük bir

millet için mutlaka gerekli olan faziletlerdir. Bunları gelistirmek ve okullarda verilen telkinlerle mükemmellestirmek zamanımızın tahsil dâvasının en önemli konularıdır. Çocuklara aglaya aglaya sikâyet âdetini ve acıdan bagırmayı unutturmak da bu egitimin programına dahil bir görevdir. Pedagoglar çocukları küçük yastan itibaren, acıya sessizce tahammül etmeye alıstırmazlarsa, ilerde bu kimseler zor dakikalarda isyan ederler.

Eger ilkokullar gençligin kafasına biraz bilgi doldurup, nefse daha çok hâkim olmayı asılasalardı, 1914 yılından 1919'a kadar bunun büyük faydalarını görürdük.

iste ırkçı devlet egitimci rolünü yerine getirebilmesi için, karakterleri de egitmeye büyük önem vermelidir. Böyle bir egitim yolu ile milletimizin bugünkü kusurları tamamen yok edilemezse de, hiç olmazsa biraz hafifletilebilir.

irade kuvvetini, çabuk karar vermek kabiliyetini ve sorumlulugu memnuniyetle kabul etmek alıskanlıgını gelistirmek, son derece önemlidir. Eskiden orduda emir vermemek prensibi, rasgele bir ernir vermekten daha üstün tutulurdu. Gençler sunu ögrenmelidirler. Hiç cevap

vermemektense herhangi bir sekilde cevap vermek daha iyidir. Yanlıs cevap vermek korkusu, cevaptaki yanlıslıktan çok daha ayıptır. Gençleri hareketlerinde cesaretli kılabilmek için bu düsturdan istifade edilmelidir.

Ğ918 yılının Kasım ve Aralık aylarında, bütün otoritelerin cesaretlerini yitirmis olmalarından

ve devlet baskanından en küçük rütbeli kumandana kadar hiç. kimsenin kendi tesebbüsü ile

bir karaı verme kuvvet ve cesaretini kendinde bulamamasından pek çok si kâyet edüdi, iste bu korkunç durum yeni egitim sistemi için büyük bir ihtar olmalıdır. Bugün bizi ciddi bir mukavemetten âciz kılar; sey, silâh eksikligi olmayıp, irade noksanlıgıdır. Bu enerji yoklugu milletimizin içine yayılmıstır. Bu durum, milletin riske katlanma ve herhangi bir hususta karar alma kabiliyetini körletmektedir. Halbuki su iyice bilinmelidir ki, bir fiil ve hareketin büyüklügünü meydana getiren sey, o fiil ve hareketin ihtiva ettigi risktir. Bir Alman generali,

isin farkına varmadan, bu üzücü irade eksikligim ifade için klâsik bir düstur ortaya koydu.

"Basarılı olacagıma dair yüzde elli bir ihtimal bulundugunu gördügüm takdirde faaliyete geçtim." Ama ne yazıktır ki bu "yüzde elli bir", bize Büyük Almanya'nın o feci yıkılısım izah etmektedir. Bu Alman generali ve onun gibi hareket eden herkes, kaderden basarıyı kendisine garanti etmesini istediklerine göre, bunlar bu davranıslarıyla bir kahramanlık hareketi göstermekten vazgeçiyorlar demektir. Herhangi bir durumun öldürücü bir tehlike arz ettigi bilindigi sırada, basarıyı saglayacak tesebbüs ancak bir kahramanlık hareketidir. Örnek mi

isteniyor? Verelim: Ölüm döseginde yatan bir kanserli ameliyat olmayı göze almak için yüzde elli bir basarı ihtimaline muhtaç degildir. Ameliyat, yüzde elli bir degil, yüzde yarımdan fazla

bir basarı vaat etmese bile, cesur ve irade sahibi bir kimse riski göze almalı, ameliyata muvafakat etmelidir. Yoksa yakında öleceginden dolayı çevresine yanıp yakılmaya hiç hakkı yoktur.

Etraflıca düsünülecek olursa, zamanımızın belâsı olan bu istemek ve karar almak kabiliyetsizliginin bilhassa gençlerimize eskiden beri zorla verilen egitimin sonucu oldugu anlasılır ve görülür. Bu a-di alıskanlıgın olumsuz tesiri gelecek nesillerde de devam eder. Mil- letimizi zaafa sürükleyen bu kabıliyetsizlıgin tesiri, hükümet mevkiim isgal eden. devlet adamlarında görülen medeni cesaretin yoklugu ile en yüksek noktasına erisir.

Bu arada sorumluluk korkusu hakkında da aynı seyler söylenebilir. Sorumluluk korkusu, gençlere verilen egitimin eksik ve sakal: olusundan dolayı bir rezalet halim almaktadır. Bu rezalet, gençlerin bütün resmi hayatları boyunca kendini göstermekte ve ölmez mertebesine

de parlamenter rejimde ulasmaktadır.

Irkçı devlet, bütün dikkat ve çalısmasının iradenin ve karar verme kabiliyetinin egitimine hasrettigi gibi, gençlerin çocukluklarından itibaren sorumluluk zevkini ve ifa ettikleri hareketlerin gereken cesaretini hakketmelerine özellikle önem vermelidir. Irkçı devlet, ancak

bu görevin lüzum ve önemini kavradıgı ve yüzyıllar boyunca bu egitime devam ettigi takdirde, bizim çöküsümüze korkunç bir sekilde tesir etmis, fakat bugün zaaftan kurtulmus

olan bir millet meydana getirmeye muvaffak olabilir.

Bizim ırkçı devletimiz, bugün hükümet tarafından milletimizin egitimi konusunda tatbik edilen tedrisatta, büyük bir degisiklik yapmak ihtiyacını duymaktadır. Bu yenilik su üç hususta olacaktır.

ilk önce, Alman gençlerinin hafızaları yüzde doksan bes nispette, kendileri için faydasız, gereksiz ve bunun sonucu olarak kısa bir zaman sonra unutulmaya mahkûm bilgi ile

doldurulmayacaktır. Zamanımızda, bilhassa ilk ve orta okullarda uygulanan program, mânâsız

bir kuru kalabalıktan ibarettir. Bazı kere ögrencilere ögretilen konuların gürültüsü o kadar büyüktür ki, gençler ancak birer parçasını akıllarında tutmaktadırlar. Ögretilen bilginin ancak çok az bir kısmı, ilerde gençler için faydalı olmaktadır. Aynı zamanda, bir ise giren ve

hayatını kazanmak zorunda kalan gençlerimiz için bu bilgi yetmemektedir.

Meselâ bir memuru ele alalım. Bu memur otuz, otuz bes yaslarında ve lise sınavını vermis olsun. Okulların binbir zahmetle bu memurun zihnine doldurdugu bilgilerden hangilerini bugüne kadar muhafaza ettigini kontrol edelim. Kontrol sonunda eskiden ögretilenlerden pek azının simdi onun hafızasında kaldıgını görürüz. Belki bu durum karsısında bize söyle

denebilir. O zamanlar gösterilen derslerin tamamının gayesi, ögrenciyi yalnız genis ve çesitli konularda bilgi sahibi yapmak degildir. Bu yola gidilmesinin sebebi, ögrencide düsünme, bilhassa tetkik ve gözlem kabiliyetini gelistirmektir.

iste bu hâlde de, genç bir dimagı bir sürü intibalar arasında bogmak belirir. Genç dimag, bu intihalara ender olarak hâkim olabilir, onları ayıklayabilir ve sonunda âz çok önemlerine göre

bir tasnife tabi tutabilir. Bu durum karsısında çok kere esaslı nokta arızi konulara feda edilerek tamamen unutulacaktır. Neticede bu kitle halindeki ögretimin esaslı amacı elde edilemeyecektir. Gaye dimagı, birtakım mefhumlarla tıka basa doldurarak ögrenmege

kabiliyetli bir hale getirmek olmamalıdır. Bilâkis gaye bir sahsa, sonradan kendisi için faydalı olacak ve çevresi bundan istifade edecek bilgi hazinesini saglamaktan ibaret olmalıdır. Fakat genç dimaga zorla sokus turulan mefhumların bollugu, bunları tamamen kendisine unuttu-

rursa veya esaslı noktaları buldurtmazsa tesebbüs ve egitim bosa gitmis demektir. Örnegin, neden milyonlarca insanın yıllarca çalısarak iki üç yabancı dil ögrendiklerine akıl sır ermez. Çünkü bu milyonlarca insanın arasında yalnız küçük bir kısmı ögrendikleri bu yabancı dillerden istifade edebilir. Fransızca'yı ögrenmis olan yüz bin kisiden yalnız iki bini ilerde bundan istifade edebilecek, geri kalan doksan sekiz bin kisi, hayatları boyunca hiçbir zaman

gençliklerinde ögrenmis oldukları Fransızca'yı fiiliyatta kullanmayacaktır. Dil egitiminin

genel kültüre hizmet ettigi yolundaki delilin, bizim iddiamız üzerinde bir degeri yoktur. Eger insanlar bütün hayatları devamında, okul sıralarında okuduklarından ve ögrendiklerinden istifadede devam etselerdi o zaman bütün ögrenilenlerin bir degeri olurdu. Demek oluyor ki,

bu ögretilen Fransızca'nın iki bin kisiye faydası olurken, geriye kalan doksan sekiz bin kisi de, bir hiç için gençliklerinde zahmet çekmis zamanlarını heba etmistir.

Bundan çıkan sonuç sudur: Gençlere bu dilin yalnız haz verecek taraflarını ögretmelidir. Ögrencilere o dilin dahili mekanizmasının bir semasını göstermek yerinde bir hareket olur. Dilin grameri hakkında bir bilgi verilir. Tipik misaller göstermek suretiyle yabancı dilin telâffuzu ve yapısı ile kaideleri ögretilir. Bu yöntem, ögrencinin büyük bir kısmı için kâfi gelecek ve akılda tutulması daha kolay, daha basit olacagı için, bugüne kadar uygulanan

tarzdan daha faydalı olacaktır. Bugünkü ögretim usulü yabancı dili ögrencinin kafasına zorla sokmaktadır. Halbuki gençler hiçbir zaman o lisanı ögrenememekte ve ögrendigini de ilerde unutmaktadır. Bu ezici bilgi bollugu hafızada tutarsız, rastgele tutulan parça parça seyler bırakmak tehlikesini de dogurur. Yani gençler, ancak en gerekli olan seyleri ögrenmeli ve esas

ile ayrıntı gençlerin lehine olarak, daha önceden tespit edilmelidir.

Bu genel ilkeler üzerine kurulan bir ögretim gençlerin büyük bir kısmına bütün hayatları boyunca yetecektir. Zamanla Fransızca'yı kullanacak olanlar yeterli bir bilgiye sahip bulunacaklar ve derin bir tetkik ve okuma amacıyla bu bilgilerini genisletmeye vakitleri olacaktır. Ögretim, zamandan da tasarruf saglayacak, fizik çalısmalarına ve yukarda bahsettigimiz karakteri gelistirme gayesine daha kolaylıkla bir vakit ayıracaktır. Bugünkü

tarih ögretim yöntemleri, bilhassa reform gerektiren bir durumdadır. Tarihin verdigi derslere, Alman milleti kadar muhtaç durumda olan millet pek azdır. Fakat hemen sunu belirtelim ki, tarihten Alman milletinden daha az istifade etmis pek az millet vardır. Eger siyaset gelecek tarihin konusu ise, bize tarihte okutulan sey, siyasetimizin yönetimimiz tarafından mahkûm edilmesi demektir. Bugün okutulan tarih derslerinin yüzde doksanı gülünçtür. Okutulan derslerden ancak binde biri gençlerin kafasında kalmaktadır, bu da birkaç tarih ve birkaç isimden ibarettir. Yani büyük ve önemli olan hatlar tamamen eksik kalmaktadır. Ğsirı esasını teskil eden baslıca fikirler açıklanmamaktadır. Vakaların birbiri ardından gelmesindeki derin sebeplerin ortaya çıkarılması isi ögrencinin az çok gelismis zekâsına bırakılmaktadır. Bu

duruma karsı istenildigi kadar isyan edilebilir. Bir toplantı sırasında parlamenterlerin iç ve dıs siyaset hakkında verdikleri nutuklar, bir parça dikkatle okunsun, her sey bütün çıplaklıgı ile ortaya çıkacaktır. Her halde bu siyasetçilerin bütün bir kısmı, ortaokul hattâ fakültelerde paltolarım eskitmislerdır. Ğste o zaman, bu kimselerin tarihteki bilgilerinin yetersiz oldugu görülür. Eger bu siyasetçiler tarihi hiç okumamıs olsalardı ve yalnız dogru bir içgüdüye sahip bulunsalardı, milletimiz için daha hayırlı olurlardı.

Bilhassa tarih ögretiminde dogmaları hafifletmek gereklidir. Tarih dersinde bu sekil ögretimin

en büyük faydası vakaların cereyanına hâkim ve sebep olan kanunları görebilme, seçme ve iyiyi kötüden ayırma olmalıdır. Ögretim yalnız bu isle ugrasırsa, her ögrencinin ögrenmis oldugu seylerden ilerde faydalanacagı ümit edilebilir. Çünkü tarih, geçmiste neler olup bittigini bilmek için okutulmaz. Tarih ögrencinin gelecekte, kendi milletinin hayatını saglamak için takıp ede bilecegi yolu ögrenmesi için ögretilir. Esas gaye budur. Tarih, bir

gaye ye ulasma vasıtalarından biridir. Tarihin derin bir incelenmesi mum kün oldugu, belirli tarihlerin tespit edilmesine ihtiyaç gösterdigi, çünkü büyük hataların ancak bu vakaların tarihleri ile çizilebildigı iddiasına kalkısılmamalıdır. Bu bilginlerin isidir. Basit bir kimse bir

profesörle esit tutulamaz. Tarihin ferde, tarihi vakaları bildir mekten baska bir hizmeti yoktur.

Bu bilgi, o ferde milletini alâkada ı eden siyasi meseleler hakkında bir fikir edinme imkânını saglayn çaktır. Tarih profesörü olmak isteyen daha sonra bu konuya kendi ni derin bir biçimde verebilir. Artık o kimse tabii olarak bütün ay rmtıyla, hatta hatta en önemsiz olaylarla dahi

mesgul olacaktır. Bugünkü sekliyle verilen tarih dersleri esasen bu tarz çalısmaya yetmez. Çünkü bu sekil egitim, ögrenci için çok genis olurken, uzmanları için de pek dar kalmaktadır. Irkçı devletin görevi, ırk meselelerini ön plâna alan bir dünya tarihinin titizlikle yazılmasına nezaret etmektir.

Irkçı devlet, genel kültür egitimine en esaslı noktaları ihtiva e-den bir sekil vermelidir. Bu egitim ögrenciye, daha ileri gitmek, herhangi bir alanda ihtisas yapabilme imkânını saglamak olmalıdır. Ferdin genel bilgileri ve ana hatları okuyup ögrenmesi yeterlidir. Bu egitim ferdin fikri faaliyetine temel teskil edecektir. Genel kültür bütün ilimlerde zorunludur. Özel kültür

ise, kisinin seçimine bırakılacaktır.

Böylece, programlar hafifletilmis olacak ve zamandan istifade edilecektir, istifade edilen, zaman, gençlerin karakterlerinin terbiyesine, iradeyi kuvvetlendirmeye, karar verme kabiliyetini gelistirmeye mahsus çalısmalara harcanacaktır.

ğurası acı bir gerçektir ki, bugün okullarımızda verilen dersler, ilerde meslek bakımından gençlerimize bir fayda saglamamaktadır. Bu faydasız egitim üç okulda da devam etmektedir. Çünkü üç okulun herhangi birinden çıkmıs kimseler bugün aynı iste ve aynı mevkide, aynı basarıyı gösterememektedirler. Demek ki, ilkokuldan sonra ortaokulu okumus bir kimse ortaokuldaki zamanını bosa harcamıs oluyor. Gerekli olan sey genel kültürdür. Bir dimaga tıkılan özel bilgiler bir deger ifade etmez. Eger özel bilgiye ihtiyaç varsa bu Ğhtiyaç da bizim

ortaokullarımızın verdikleri bilgi ile giderilemez. Ortaokullarımız, özel bilgi vermek

bakımından çok âcizdir.

Irkçı devletin, bu yarım tedbirlere en kısa zamanda son vermesi en önemli görevidir. Irkçı

devlet tarafından egitim alanında yapılması gerekli olan ikinci degisiklik de sudur: Materyalist devrimizin farklı ve sıvrilmis bir vasfı da, egitimde daima faydalı ilimlere dogru egilim göstermesidir. Bu faydalı ilimler matematik, fizik, kimya ve digerleridir. ğüphesiz ki, günlük hayatımızın ihtiyaçları teknigin ve kimyanın faydalı bilgiler oldugunu açıkça göstermektedir. Fakat, bir milletin genel kültürünün hemen daima bu ilimler üzerine oturtulması çok tehlikeli olur. Dikkat edilecek husus sudur: Bu kültür daima bir ideali göz önünde tutmalıdır. Temel

"insan haklan" olmalıdır ve ilerde daha da gelistirilecek olan meslek kültürü için gerekli olan baslangıç noktaları saglanmalıdır. Milletin hayatı için teknik bilgilerden daha gerekli olan

seyler feda edilmemelidir. Bilhassa tarih egitimi ihmal edilmemeli, eski zamanlara ait incelemelere devam olunmalıdır. Roma tarihi, büyük hatları ile incelenecek olursa, zamanımız

ve gelecek için iyi bir kılavuzdur. Eski Yunana ait medeniyet ideali de, daima bütün güzelligi

ile saklanmalıdır.

Milletler arasındaki farklar, onları birlestiren ve önemi çok büyük plan "ırk birligi"ni görmekten bizi alıkoymamalıdır. Bugün bütün siddeti ile hüküm süren mücadelenin büyük hedefleri vardır. Bir medeniyet kendi hayatı ugrunda savasmaktadır; Bu medeniyet de binlerce yıl devam etmistir ve Hellenisme'i, Germanisme'i çevrelemektedir.

Genel kültür ile meslek bilgileri arasında gayet açık olarak bir fark gözetilmemelidir. Meslek bilgileri günümüzde tek bir Man-mon'un hizmetine girmektedir. Genel kültür, daha idealist mahiyeti ile meslek bilgilerine karsı bir merkez teskil etmek için muhafaza edilmelidir.

Sanayi ile teknik, ticaret ile sanat, ancak bir büyük idealden yardım gören ve kuvvet alan milli bir toplulugun, bu dört seyin gelismesi için gerekli olan ilk sartların saglanması ile ileri

gidebilir. Bu sartlar ise maddeye baglı bencillige dayanmaz. Bu sartlar feragatten memnun olan bir fedakârlık ruhuna baglıdırlar, bu bilhassa en küçük hükümdarları bile gayet adi ve akılsızca olsa da Tanrı derecesine çıkarmaktan ibaretti. Bu adi hükümdarlıgın çoklugu, milletimizin önemini asıl degeri ile takdir etmekten bizi alıkoyuyordu, iste bu durum da halkın Alman tarihi hakkında ancak pek yetersiz bilgi sahibi olması sonucunu dogurdu.

Gerçek milli sevk ve heyecan bu biçimde meydana getirilemezdi. Bugünkü egitim sistemimiz milletimizin tarihinden seçilmis göze çarptıracak bir mevkiye çıkarmak ve onları bütün Almanların müsterek malı yapmak hünerinden yoksun bulunmaktadır. Oysa, bütün millet için

bu "müsterek bilgi", sevk ve heyecan milletin çocukları arasında çözülmez bir bag meydana getirecektir. Bugünkü neslin nazarı dikkatlerine, gerçek büyük adamları birer kahraman

olarak arz etmek yolu bir türlü bulunamamıstır. Herkesin dikkatini bu bü yük kahramanların üzerlerine çevirmek ve böylece tamamen "ikiyüzlü bir milli ruh" meydana getirmek imkânı saglanamamıstır. Ögretimin muhtelif dallarında, gençler, milletimiz için iftihar vesilesi olan seyleri tanımaktan uzak kalmıslardır. Olaylar soguk bir sekilde Ğzahtan öteye gidilememis, sonunda bu parlak örnekler anlatılmak ve ögretilmek suretiyle milli gurur kabartılamamıstır. Eger böyle yapılsaydı, bu harekete "sovenizm" denilecekti ve halk tarafından ragbet görmeyecekti. Hanedanla ilgili olan o küçük burjuvazi vatanperverligi her nedense en yüksek milli kibir ve gururun semeresi olan atesli ihtirastan daha kabule sayan ve daha kolay görülüyordu. Birincisi daima itaat etmeye hazırdı. Digeri ise bir gün hükmetmek isteyebilirdi. Monarsiye baglı vatanperverlik, emektarların ve eskilerin katılmaları ile son bulurdu. Milli ihtirası bu yoldan yürütmek zordu. Milli ihtiras, safkan ata benzer. Herhangi bir egeri kabul etmez. Onların bu tehlikeden çekinmelerine sasmamak lâzımdır. Bir gün savas çıkacagına,

bombardıman ve zehirli gaz dalgalarının vatanperverligin saglamlıgını sınayacagına hiç kimse ihtimal vermiyordu. Fakat savas çıktıgı zaman bu atesli vatanperverligin degisikliginin

cezasını fazlasıyla çektik. Artık insanlarda imparatorları ve kralları için ölmek kaygısı kalmamıstı. Zaten savasan bu insanların büyük bir kısmı da milletin ne oldugunu bilmiyordu,

inkılâp olduktan ve sonunda monarsiye baglı vatanperverlik atesi kendi kendine söndügünden

bu yana, tarih egitiminin gayesi, artık sadece bilgi ögrenmekten ibaret kaldı. Bu devletin vatanperverce sevk ve heyecan ihtiyacı yoktu ve elde etmek istedigi seyi, hiçbir zaman kazanamayacaktı. Çünkü, hanedana baglı vatanperverlik, milliyet prensibinin hâkim oldugu

bir sırada askere sonuna kadar dayanmak kuvvetini veremezse, cumhuriyetçi sevk ve heyecan

da bu hususta âciz kalır. Hiç süphe yok ki, "cumhuriyet ugrunda" parolası, Alman milletini dört buçuk yıl savas alanlarında tutamayacaktır. Bu harika serabı icat edenler dahi, savas alanlarında çok daha az kalmıslardır.

Gerçek ise sudur: Düsmanlarımız bu cumhuriyeti, kendisine yüklenen vergileri ödemege ve arazi isteklerini daima imzalamaya hazır bulundugu için rahat bırakmıslardır. Bu hali ile dünyanın sevgisini kazanmıstır. Bu durum su örnekle gayet iyi anlatılır: Her zayıf mahlûk, kendisinden istifade eden kimseler tarafından daima çetin karakterli bir kimseye tercih edilir. Fakat düsmanlarımız tarafından bu hükümet sekline karsı gös terilen sempati, hükümetimizin mutlak bir mahkûmiyeti anlamına geliyordu. Alman Cumhuriyeti seviliyor ve yasamasına müsaade ediliyordu. Çünkü milletimizi esaret altında tutabilmek için, Alman

Cumhurıyeti'nden daha iyi bir müttefik bulmak kabil degildir, iste bundan dolayı bu

muhtesem (!) eserin yasaması için iç ve dıs düsmanlarımız ellerinden geleni yapmaktadırlar. Dolayısıyla onlar için milli olan her çesit egitim sisteminden vazgeçebilir. Fakat onlar bu bayrak için kan dökmek gerekse, savas alanlarından tavsanlar gibi kaçarlardı.

Irkçı devlet kendi hayatı için büyük bir mücadeleye girismek zorundadır. Hayatını Davves

Plânı ile kurtaramaz. Devlet yasamak ve emniyetini saglamak için bir kenara ittigi seylere

bugün ihtiyaç duymaktadır. Devletin alacagı sekil, besleyecegi ruh ne kadar de gerli olursa ve

bu sekil ile beslenen ruh üstünlüklerini ne kadar çok ortaya koyar ve ispat edebilirse, o devletin muarızları ve muhalifleri de o kadar çok olacaktır. Ğste o zaman devlet, en iyi savunma araçlarını silâhlarında degil, kendi milletinde bulacaktır. Devleti saldırıdan koruyacak seyler, kalelerin su doldurulmus hendekleri olmayacaktır. Devleti, en atesli vatanperverlik ve müteassıp bir milli sevk, suur ve heyecanla dolu oları erkek ve kadınların meydana getirecekleri canlı duvar koruyacaktır.

Egitim konusu üzerinde dikkatle durulacak bir baska husus da sudur:

Ögretim, ırkçı devlete milli gururu gelistirmek imkânım saglamalıdır. Bu bakımdan bütün

tarih ögretimi bu noktayı dikkate alarak, medeniyetin genel tarihinden baslamalıdır. Bir mucit, yalnız bir mucit sıfatı ile büyüklük taslamamalıdır. Milletin temsilcisi sıfatıyla çok daha

büyük görünmelidir. Her büyük harekete karsı beslenen hayranlık, onu meydana getiren ırkın bahtiyar çocugu için gurur ve iftihar haline dönüsmelidir. Alman tarihinin en büyük adları arasında en ünlü olanlarını tespit ederek, bu milli kisileri, bilhassa halkın gözü önüne sermeli

ve yıkılmaz bir milli duygunun direkleri durumuna gelmeleri için gençligin dikkatini bunların üzerine ısrarla çekmelidir.

Egitim, bu hususları dikkate alan bir sistem dahilinde teskilâta tabi tutulmalıdır. Gençligin egitilmesi de bu sekilde yapılmalıdır. Bu islem o sekilde yapılmalıdır ki, bir genç, okulunu bitirdikten sonra ya rım bir barısçı veya yarım bir demokrat veyahut bunlara benzer herhangi

bir yaratık olmamalı, tam bir Alman olarak yetismelidir.

Bu milli hissin, isin basından itibaren samimi ve ciddi olması ve sahte bir gösteristen ibaret kalmaması için gençlere su "tunç ilke" bilhassa ögretilmelidir. Milletini seven bir kimse, bu sevgisini ancak milleti için göze almaya ve katlanmaya hazır oldugu fedakârlık ve feragatle ispat edebilir. Yalnız menfaati göz önünde tutan bir milli his, söz konusu olamaz. Yalnız, sosyal sınıfları kucaklayan bir nasyonalizm de mevcut degildir. "Hurraa..." diye bagırmak hiçbir sey ifade etmez ve "vatanperverim" demege hak vermez. Bütün milletin varlıgı ve halisligini korumak için asil ve ihtisas derecesine varmıs bir düsünce de gereklidir. Bir kimsenin, milleti ile iftihar edebilmesi için, o kimse milletin sınıflarından utanmamalıdır. Fakat milletin yarısı sefil , bir hayat sürüyorsa ve birtakım endiseler içinde ise veyahut

ahlâkça düs-t kün bulunuyorsa, o kimse böyle bir milletin ferdi olmaktan iftihar duyamaz.

Ancak bir millet bütün fertleri ile, saglam bir dimaga sahip olursa, o millete dahil olmak her vatandasta milli gurur vesilesi olabilir. Fakat bu yüksek gurur ve iftihar kaynagını, ancak milletin büyüklügünü anlayabilen bir kimse duyabilir ve sezebilir, p Gençlerin kalplerine nasyonalizm ile sosyal adalet hissinin sa-l mimi bir sentezi yerlestirilmelidir, îste o zaman, birlesmis bir ask, müsterek bir gurur, iftihar ve prestijle dolu bulunan ve hiçbir zaman yıkılamayacak ve sarsılamayacak olan bir vatandaslar toplulugu meydana gelecektir. Günümüzde sovenizmin halka telkin ettigi korku, onun aciz olusunun bir delilidir.

ğovenizmde taskın ve seçkin hiçbir enerji mevcut degildir. Hattâ hattâ sovenizm için böyle,

bir enerji, sıkıcı bir seydir. Artık kader onu büyük görevler yapmaya çagır mayacaktvr. Çünkü dünyada meydana gelmis olan bütün degisikliklerin hareketlerini saglayan zemberek, taassup dolu ve hatta isterik ihtiraslardır. Eger bu hareketi saglayacak zemberek sessizlige ve asayise baglı burjuva meziyetlerinden ibaret olsa idi, dünyayı altüst eden degisikliklerin hiçbiri

meydana gelmezdi.

Bugün, dünyamızın radikal bir devrim yolunda oldugu ortadadır. Bütün mesele bu radikal devrimin insanlıgın üstün ırkları grubu için mi, yoksa "ebedi Yahudi menfaati" için mi meydana gelecegini anlamak ve kestirebilmektedir. Irkçı devlet, gençligi uygun bir surette egiterek, ırkın bekasını saglamaya çalısmalıdır. Irk, bu zor ve kesin imtihana dayanabilmek için daima yetismis ve hazır bir halde tutulmalıdır. ğu unutulmamalıdır ki, zafer bu yola ilk önce giren millete gülecektir.

Irkçı devlet, kendi eline teslim edilen gençligin kalbine "ırk ruhunu" ve "ırk hissini"

sokabildigi gün ögretmen ve egitimci olarak, üstüne düsen görevi yerine getirmis ve en büyük gayelerinden birine ulasmıs demektir. Hiçbir genç, kanın halisligini ve bunun milletimizin

bekası için gerekli ve zaruri oldugunu tam manasıyla anlamadan okuldan çıkmamalıdır. Böyle hareket edildigi takdirde ilk büyük sart saglanmıs olur. Irkın bekası, milletimizin temeli

demektir. Bu temel de, daha sonra medeniyetin gelismesini saglayacak, en büyük unsurdur. Bugün, bütün bu feci felâketin sebebi anlasılmadıgı takdirde, genel biçimde sikâyet ettigimiz husus meydana gelir. Yani, biz yine gelecekte "medeniyetin gübresi" olarak kalırız. Bu

kelimeyi burjuvazinin görüs tarzının verdigi dar ve basit manâsı ile kullanmıyorum.

Burjuvazi, bir ırkdasımızın kaybını, ancak bir hemsehrisinin kaybı olarak telâkki eder. Eger biz daima baska ırklarla birlesmeye devam edersek, o ırkları medeniyet alanında yüksek bir noktaya çıkarmıs, fakat biz ulasmıs oldugumuz sahikadan ebediyen düsmüs oluruz.

Nihayet, egitim ırk hususundaki kesin mükemmeliyetini askerlik hizmetinde temin edebilecektir. Bu hizmet zamanı, her Alman'a verilen normal egitimin en son asaması sayılmalıdır. Irkçı devlette fizik ve fikri egitim sistemi ne kadar önemli olursa olsun, bir seçkin zümrenin tesekkülü bu devlet içinde esaslı bir rol oynar. Bugün ise, bu noktada akla nasıl gelirse öyle hareket edilmektedir. Genellikle, yüksek bir egitim gören veya büyük bir

mevki sahibi olan anne ve babanın çocukları da yüksek tahsil görmeye lâyık addolunuyor. Bu arada sahsi istidat meselesi daha sonra dikkate alınıyor. Oysa, küçük ve basit bir köylü

çocugu, yüksek bir sosyal mevkie sahip olan bir ailenin çocugundan çok daha üstün kabiliyete malik bulunabilir. Hattâ bu misalimizdeki köylü çocugunun genel bilgisi, burjuva çocugunun bilgisinden çok daha asagı olabilir. Burjuva çocugunun bu üstünlügü, tabii istidatları ile ilgili degildir. Bu gibilerin üstünlükleri, daha gelismis ve modern tahsil sayesinde ve devamlı bir sekilde aldıkları intihaların tamamının çoklugundandır. En üstün yetenek lerle donanmıs

küçük köylü çocugu ilk yıllardan itibaren böyle bir çevre içinde yetismis olsaydı, fikri melekeleri de pek tabii bambaska

olurdu.

Sanat alanında, yalnız ögrenmek söz konusu degildir. Her sey daha çocuk dünyaya geldigi zaman, onda gizli ve saklı bir halde mevcuttur. Bu Tanrı vergisi, tabii istidatların

gelistirilmesi nispetinde daha da çok artabilir. Ana ile babanın mevkilerinin ve servetlerinin

bu hususta hiç rolü yoktur. Yani dehâ sosyal durumda, hattâ servetle ilgili degildir. En büyük

ve en ünlü sanatkârların, fakir ailelerden yetismis olmaları ender bir sey degildir. Küçük köylü çocuklarının çogu, ünlü birer dâhi olmustur.

Fikri hayatın tamamı üzerinde bu çesit örneklerin olumlu etki yapmamıs olmaları, günümüzün muhakeme kabiliyeti lehinde pek esaslı bir delil sayılamaz.

Bugün sanat alanında inkâr kabul etmez iddiamızın artık tatbiki ilimler için de dogru olmadıgı söylenmektedir. Hiç süphe yok ki

• bir adama egitim yolu ile oldukça mekanik bir hareket verilebilir. Tıpkı, usta bir hayvan egitimcisinin itaatli bir köpege tasavvur edilemeyecek birtakım marifetler yapmayı ögretmesi gibi... Fakat bu egitim usulü hayvanı, zekâsını kullanmak yoluyla kendisine ögretilenleri yapmaya yöneltememektedir. Bu durum, insan için de aynıdır. Bir adamın özel istidatlarına

hiç önem vermeden, ona bazı ilmi alanda usta olma ve marifetler yapma yetenegi kazandırabilir. Fakat bu kimsenin hareket biçimi, tıpkı, köpekte oldugu gibi, sadece mi- hanikidir ve fikri faaliyetten yoksundur.

Belirli bir fikri egitim sayesinde, orta bir kimsenin kafasına vasatın üstünde birtakım bilgi doldurmak mümkündür. Fakat bu, cansız bir ilimden ibarettir. Hattâ her sey dikkâte alınırsa, bunun sonuçsuz bir sey oldugu anlasılır. Bu egitim sonunda, öyle bir kim-

; se meydana çıkmaktadır ki, bu kimseye canlı bir diksiyoner denebilir. Oysa bu kimseler, zor durumlarda veya seri karar verilmesi gereken hallerde pek âciz kalırlar. Bu sekilde

egitilen kimseye, ilerde karsılasabilecegi her hal ve sartta, hattâ en basit hususlarda dahi, ne sekilde mukabelede bulunacagını ögretmek gerekir, iste böyle bir kimse, kendi enerji ve kuvveti ile insanlıgın gelismesine yardım etmekten âciz kalır.

Hayvan terbiyesi tarzı ile tahsil edilmis olan böyle bir mekanik ilim, bir kimseyi yapsa yapsa, zamanımızda oldugu ve kullanıldıgı gibi, devlet vazifelerini görmeye müsait memur haline getirebilir.

Bir milleti meydana getiren fertler arasında, günlük hayatta ve her alanda gerekli olan yetenege sahip kimseleri bulmak mümkün ve tabiidir. Kisinin yetenegi, aslında cansız bir maddeden ibaret olan seye ne kadar çok hayat vermege kadir olursa, bilginin degeri de o kadar büyük olur. icatlar, yetenek ile bilginin birlesmesinden meydana gelen eserlerdir. Meselâ, ara sıra gazetelerde bir zencinin resmi yayınlanır. Bu zenci, herhangi bir alanda

büyük bir basarı göstermistir. Meselâ, avukat veya profesör veyahut basrolü oynayan bir aktör olmustur. Bizim aptal burjuvalarımız bu hayvani egitimin yetistirmesine hay ran hayran

baktıkları ve modern pedagojinin elde ettigi sonuçlara saygı besledikleri sırada kurnaz

Yahudi, halkın zihnine sokmak istedigi, millete asılamayı tasarladıgı insanların esitligi nazariyesini dog rulayacak yeni bir delil (!) bulur. Çökmekte olan bu burjuva sınıfı bu suretle akla karsı islenen günahın zerre kadar farkına varmaz. Kaynagı itibariyle yarı maymun olan

bir yaratıgı, bir avukat olacak diye hayvani bir egitime tabi tutmak bir deliliktir. Çünkü, bir tarafta medeniyet yapabilecek vasfa sahip ırkın milyonlarca mensubu, kendilerine lâyık

olmayan bir durumda sürüklenip dururken ve en üs tün kabiliyetlere sahip insanlar proletarya bataklıgı içinde bogulur larken, Hotantoları liberal meslek sahibi yapmaya müsait bir hale getirmek için hayvan egitimi usullerine basvurmak, Tanrı'nm iradesine karsı büyük günah islemek demektir. Çünkü bu egitim, bir kö pegi terbiyeden farksızdır. Aynı gayret ve aynı ihtimam, zekâ ile do nanımlı olan ırklara ayrılsa idi, o ırkın temsilcilerinden herhangi biri de aynı sonuçları elde etmekte bin kere daha fazla bir kabiliyet gösterebilirdi. Bu tezimiz

tahammül edilmez bir sey olarak vasıflan dırılırsa da simdiki durum da aynı derecede tahammül edilmez bu seydir. Bugün yüksek ögretim yapacak bir kimsenin istidatlı olup

olmadıgı arastırılmamaktadır. Her yıl yetenekten tamamen yoksun yüz binlerce kimse, yüksek

bir kültür almaya müstahak sayılmakta dır. Öte yandan Tanrı tarafından kabiliyetli olarak dünyaya salıveril mis olan yüz binlerce insan böyle bir ögretimden yoksun bırakıl maktadır, iste bu yüzden insanda sabır ve tahammül kalmamakta dır. Milletimizin bundan dolayı

kaybettigi sey, hesaba sıgdırılamaz. Eger son on yılda, önemli icatların sayısı özellikle Kuzey

Amerika'da arttı ise, bunun sebebi açıktır. Kuzey Amerika'da asagı tabakalardan yetismis kimseler, Allah vergileri ile yüklü olmak sartı ile, orada Av-rupa'dakinden çok daha kolay bir sekilde yüksek ögrenim yapmak imkânını bulmuslardır. Tek sebep budur.

Yeni yeni icatlar meydana getirmek, sadece hafızaya üst üste bilgi yıgmakla mümkün olmaz. Bu bilgileri tabii istidatların ortaya çıkarması gereklidir. Ğste bu hususa bizde hiç deger verilmemistir. Yalnızca okulda alınan iyi bir numara duruma hâkim olmaktadır.

Burada da ırkçı devletin egitim sistemine müdahalesi gereklidir. Irkçı devlet, sosyal sınıfı, bugüne kadar kullandıgı nüfuz ve çerçeve etki hakkına sahip bir durumda tutmakla görevli degildir. Irkçı devletin görevi, toplulugu meydana getirenler arasında "kafa"ları aramak, bulmak ve devlet, memuriyetlerim, rütbe ve mevkileri onlara vermektir. Yoksa isi yalnız

ilkokullarda çocuklara okuma yazma ögretmek degildir. Irkçı devlete bu hususta düsen ikinci

bir görev de, kabiliyet sahiplerini, kendilerine uygun olan yola yönlendirmektedir. Bizim devletimiz bilhassa bu görevi en yüksek is, olarak kabul etmelidir. Irkçı devlet, memleketteki yüksek ögretim müesseselerinin kapılarını, menseleri ne olursa olsun, kabiliyetli ve olumlu

bilgi sahibi kimselerin tamamına açmalıdır. Bu durum, çok önemli ve gereklidir. Keza, ölü

ilmin temsilcileri olan bir sosyal sınıfın içinden milletin dâhi liderleri ancak bu sekilde ortaya çıkar.

Irkçı devletin bu hususta tedbirler almasını gerektirecek baska bir sebep daha vardır. Bizde,

"fikri muhitler" kapalı ve tas gibi kalmıslardır. Bundan dolayı asagı sınıflarla baglantıları yoktur. Sonra bu çevreleri meydana getirenler, halk topluluklarına can ve hareket veren fikir

ve hislere tamamen yabancı kalmıslardır. Bundan dolayı, artık halkın psikolojisini anlayamazlar. Halka karsı tamamen yabancı kalırlar. Fikri cephesi yüksek olan bu sınıflarda, gerekli olan irade kuvveti de yoktur.

Biz Almanların ilmi kültürleri tam olmustur. Fakat bu hal, bizi bir karar vermek

kabiliyetinden yoksun bir duruma getirmistir. Meselâ devlet adamlarımız fikri kabiliyetleri ile

ne kadar çok parlamıs-larsa da fiili hareketleri ile de o kadar basit ve önemsiz kalmıslardır. Dünya savası (burada "Birinci Dünya Savası" kastedilmektedir) sıra sında, siyasi hazırlıklar

ve teknik bakımdan cihazlasmak, yetersiz olmustur. Bunun sebebi, biz Almanları idare eden devlet adamlarının ve liderlerin, pek az kültürlü olmaları degildi. Bilâkis, devlet adamları ve liderler, fazla kültür, bilgi ve zekâ ile tıklım tıklım dolu idiler. Fakat, "saglam bir içgüdü"den yoksundular. Her türlü enerji ve cüretten uzak kalmıs kimselerdi. Tam Reich'ın sansölyesi bir

filozof ve ise yaramaz bir adam oldugu sırada, milletimizin hayatı söz konusu olan bir kavgaya atılmanın gerekmesi korkunç bir kader teskil etti. Eger bir Bethmann Hollvveg'in yerine lider olarak daha enerjik bir halk adamına sahip bulunsaydık asagılanan Grenadi-ye

askerinin asil kanı bos yere akmayacaktı. Ayrıca liderlerimizin sadece müfrit ve fikircilikten ibaret bulunan yüksek ögrenimleri, Kasım Ihtilâli'ni yapan rezil kimselerin en iyi müttefiki oldu. Bu aydınlar, kendi iradelerine teslim edilen milli hazineyi harekete getiremediler.

Bilâkis, ayıplanacak bir sekilde, bu milli hazineyi saklayarak, baskalarının zaferi için gerekli olan sartları hazırladılar.

Bu hususlarda Katolik Kilisesi örnek olmus ve model görevi görmüstür. Papazların bekâr olusları, ruhban heyetini kendi üyeleri arasından toplamaya olanak bırakmadıgı için, devamlı olarak halktan yeni yeni üyeler almaya zorladı. Birçok kimse bu konuda bekâr olusun önemini takdir edemiyordu. Halbuki bu eski müessesenin o inanılmaz canlılıgının kaynagı bundan ileri geliyordu. Çünkü kilise, adamlarının o büyük ordusunu devamlı olarak halkın en asagı sınıf-

ları arasından seçtigi takdirde, yalnız halkın hislerini yakından bilen içgüdüsü ile bir baglantı kurmakla kalmaz, aynı zamanda halkta mevcut bulunan canlılık ve enerjiyi de din adamlarının sahsında toplardı. Bu büyük müessesenin o hayret verici gençligi, fikri uysallıgı ve çelik gibi saglam olan iradesi sadece bundan ileri gelir.

Irkçı devletin uygulayacagı ögretim usulünde kültürlü sınıfların, asagı sınıflardan gelen yeni kan paylan ile devamlı bir sekilde yenilesmelerine dikkat edilmelidir. Irkçı devlet, halkın

tamamının arasından Tanrı tarafından verilen en iyi vergilerle donanımlı olan insan malzemesini çekip almak ve onları bütün bir milletin üstünde kullanmak üzere, büyük bir

itina ile kılı kırk yararcasma ayıklamakla vazifelidir. Devletin ve devlet makamlarının mevcut oluslarının sebebi, bazı sosyal sınıflara gelir kaynagı saglamak degildir. Devletin görevi,

kendine düsen isleri görmektir. Fakat bu görev ancak devletin bu isleri yapabilecek iktidar ve enerjisine sahip kimseleri bir sistem dairesinde yetistirmesi ile olabilir ve hedefe varılır. Bu vazettigimiz ilke yalnız, kamu hizmetleri için degildir, aynı zamanda millete verilmesi

gereken ahlâki yönü içerir.

Bir milletin büyüklügü su plânın tam manasıyla uygulanmasının sonucudur, insan faaliyetinin her alanında "en kabiliyetli dimagları" yetistirmek ve onları toplulugun hizmetinde

bulundurmak sarttır. Eger fikri kabiliyetler esit olan iki millet birbiri ile rakip bir hale gelecek olursa, o zaman en üstün kabiliyetlerle donanmıs olan kimselerin, genel ve ahlâki alanda

idareyi ellerinde bulundurdukları millet galip gelecektir. Hükümeti bazı sınıflar için bir

yemlikten ibaret bulunan, halkın kabiliyetlerine önem verilmeyen millet ise, maglup olacaktır. ğüphesiz, böyle bir ıslah hareketine girismek simdiki cemiyetimiz için imkânsız görünür. Bize itiraz makamında söyle denecektir: "Yüksek bir memurunun sevgili oglundan, âdi bir isçi

olması istenemez. Çünkü ana ve babası isçi olan bir baska genç, yüksek memurun ogluna kıyasla isçi olmaya daha çok müsaittir". Bu itiraz, simdi el islerinin degeri hakkında beslenen fikir bakımından haklı olabilir. Bundan dolayı, ırkçı devlet çalısma fikrini takdir için bütün bütün baska bir ilkeden hareket etmelidir. Irkçı devlet girisecegi terbiye isine asırlarca zaman ayırması gerekse dahi, bedenen çalısmayı hakir görmekten ibaret olan haksızlıga derhal son vermelidir. Irkçı devlet, ferdin çalısması hakkında isin türüne göre degil, meydana getirdigi maddenin keyfiyet ve cinsine göre hüküm vermeyi ilke olarak ele almalıdır. Satır hesabı yazı yazan en aptal yazarın sadece kalemi ile çalıstıgından dolayı, en zeki ve isinde ihtisas sahibi olmus teknisyen bir isçiden çok daha degerli görüldügü su devirde, bizim bu prensibimiz imkânsız sanılır. Bu yanlıs hüküm, esyanın niteliginden meydana gelmemektedir. Bu eskiden

mevcut olmayan bir egitimin suni bir meyvesidir ve bugün hâlâ içinde bulundugumuz tabiatın hilâfına, zamanımızın materyalist çöküsüne sıfat teskil eden genel olaylardan biridir.

Her çalısmanın degeri, özü itibariyle ikidir. Bunlardan biri "maddi" digeri de "ideal"dir.

Maddi deger bir çalısmanın toplumsal hayat için haiz olabilecegi öneme baglıdır. Herhangi bir mesainin meydana getirecegi hasıla dan, dogrudan dogruya veya dolayısıyla faydalanabilecek

vatandas sayısı ne kadar çok olursa, o mesainin maddi kıymeti de o kadar çok ehemmiyetli

olur. Bunun takdirinin en açık ifadesi kisinin çalısmasına karsılık aldıgı ücrettir. Bir de maddi kıymete karsılık, "ideal bir kıymet" mevcuttur, ideal kıymet mesainin ortaya koydugu

hasılatın maddi bakımdan takdir edilmis önemine baglı olmayıp, haddizatında lüzumuna tâbidir. Meselâ bir icadın, maddi faydasının, bir isçinin günlük isinin ortaya koydugu faydadan üstün oldugu asikârdır. Fakat, aynı derecede açıktır ki, isçi tarafından topluluga yapılan hakir hizmetler de, bir icadın topluluga getirdigi ve göze çarpan hizmetleri kadar

gereklidir. Maddi bakımdan, topluluk için bir ferdin çalısmasının temsil ettigi kıymet arasında

bir fark gözetilebüir ve bu fark da ücret nispeti ile ifade olunabilir. Ancak ideal bakımdan me- sai yapan kimselerden her birinin meslekleri ne olursa olsun, mümkün oldugu kadar,

yaptıkları is mükemmel bir sekilde aynı plân üzerinde toplanmalıdır. Bir kimsenin kıymeti, aldıgı ücrete göre takdir edilmelidir.

Sagduyunun hâkim oldugu devlette, kiside iktidar ve yetenegine uygun bir çalısma biçimi tahsis etmek, ya da degisik yeteneklere sahip olanlara kendilerini bekleyen islere uyacak bir egitim sekli uygulamak gereklidir.

iktidar ve yetenek, egitimin bir ürünü degildir. Ğktidar ve yetenek, kiside fikri bir halde bulunur. Yanı Tanrının bir lütfü ve ihsanıdır. Binaenaleyh iktidar yetenege sahip olmak bir

meziyet teskil etmez., Demek oluyor ki, burjuvazinin, genellikle çalısma kıymeti hakkında

verdigi hüküm bir dereceye kadar ferde zorla yüklenilmis gibi olan isin mahiyetine istinat ettirilemez. Çünkü, bu is o kimsenin dogusuna ve buna göre aldıgı terbiyeye baglıdır. Bu terbiye ve bir kimsenin kıymetinin takdiri toplulugun o kimseye verdigi isi, o sahsın ifa edis tarzına istinat etmelidir. Keza, ferdin gösterdigi faaliyet, hayatını temin etmenin vasıtasıdır. Aynı zamanda fert, degerini gelistirmeye ve sahsiyetini asillestirmeye devam etmelidir, îste fert bu isi ancak, kendi kültür toplulugunun çerçevesi dahilinde icra edebilir. Bu faaliyet de zaruri olarak bir devlet temeli üzerine istinat etmek mecburiyetindedir.

Fert, bu temeli devam ettirmeye hizmette bulunmalı ve istirak etmelidir. Tabiat, bu hizmet ve istirakin seklini tayin eder. Bir ferdin vazifesi, milletinden aldıgı seyi kendi çabası ve kendi namuslulugu ile yine milletine iadedir. Bu sekilde hareket eden en büyük takdire ve en büyük saygıya lâyık olur. Kisiye verilen maddi ücret onun çalısmasının topluluk için ortaya çıkardıgı faydaya tekabül edebilir. Fakat, "ideal ücret" tabiatın ferde verdigi ve toplulugun tamamen gelistirdigi kabiliyetleri milletinin hizmetine tahsis eden her sahsın kazanmak isteyecegi saygı

ve takdir olmalıdır, îste o zaman, iyi bir isçi olmakta hicap duyulmasına mahal yoktur. Hemen sunu belirtelim ki, Tanrı'mn zamanını ve halkın günlük ekmegini çalan kabiliyetsiz bir memur olmak çok ayıptır. Böyle olunca ilke yönünden yapamayacagı bir isin, o âciz kimseye verilmemesi pek dogaldır.

Söz konusu olan faaliyete benzeyen bir çalısma, bir kimsenin, diger vatandaslarla birlikte toplumun hayatına katılma hakkı olup olmadıgını tespit etmek için tek ölçü teskil eder. Devrimiz kendi kendini tahrip ediyor. Devlete geneli oy yöntemi sokuluyor, hakların esit okluguna dair bir sürü budalaca lâflar söylenmektedir. Fakat bütün bu söylenenlerin neye

istinat ettirilecegi, bütün bunları saçmalayanlar tarafından bir türlü bulunamıyor. Maddi ücret

bir kimsenin kıymetinin ifadesi addedilerek, mevcut olabilecek en asil esitlik kökünden yıkılmaktadır. Keza esitligin temeli, ferdin kıymetine göre tahmin ve takdir edilmis

çalısmasının sonucu degildir ve olamaz. Bu ancak her vatandasın özel görevlerini ne biçimde yaptıgı dikkate alınmıssa imkân dahiline girer, iste bunun içindir ki, bir kimsenin kıymeti hakkında bir hüküm verilmesi istenildigi ve fert içtimai ehemmiyetinin bizzat müsebbibi

oldugu zaman, kendi kabiliyetlerinin temsil ettigi tesadüf payı, bir kenara itilmis olabilir, însan gruplarının birbirlerine karsı olan kıymetlerinin, ancak kendilerini muhtelif içtimai

sınıflara ayıran ücret nispetine göre takdir edildikleri bir devirde, yukarıda söylenen ilkelere akıl erdirilemez. Hatta, içinden vurulmus yaralı ve çürük bir devri tedavi etmek isteyen bir adam, önce fenalıgın sebebini teshis etmek cesaretine sahip olmalıdır.

Nasyonal Sosyalist hareketin ilk isi bütün o küçük, minik burjuvaların basları üzerinden geçerek ve halk topluluklarından kuvvet alarak, "yeni bir dünya telakkisi" yolunda mücadele

etmeye kabiliyetli bütün "enerjileri" bir araya toplamak ve tanzim etmek olmalıdır. Genellikle maddi degerle ideal degeri birbirinden ayırt etmek zor olacaktır. Maddi mesaiye az deger veriliyorsa, biz; muhaliflerimizin, isçilerin az ücret almalarından dolayı bu halin ileri geldigi seklindeki bir iddiasıyla karsılasacagız. Bu arada, ücretlerin azalmasının herkesin medeniyetin nimetlerinden istifade ettigi hissesinin eksilmesine sebep teskil ettigi de iddia olunacaktır.

Hatta hatta, bu sınıfın, insanların ahlâk ve kültürüne zarar verdigi, kültürün onun asıl olan faaliyeti ile hiçbir alâkası olmadıgı, maddi çalısmanın telkin ettigi korkunun sebebi bu oldugu, sebep olarak da daha az ücret aldıgı, isçinin kültür derecesinin az ücret almasından dolayı düs- tügü ve bütün bunların isçinin daha az takdir ve hürmete müstahak addedilmesini icap

ettirdigi ileri sürülecektir.

Belki bu itirazlarda dogru olan hususlar vardır. Bundan dolayıdır ki, gelecekte ücretlerin nispeti arasındaki hissedilecek farklardan kaçınılmasına lüzum görülecektir. Bu sekilde

çalısmanın mahsûlü azalacak denemez, insanların fikri melekelerini gelistirmeye sevk edecek yegâne düsünce yüksek ücretlerden ibaret ise, bu bir devir aleyhinde en acıklı çöküs isaretlerinden birini teskil eder.

Bu düsünce bugüne kadar bu dünyada daimi olarak gelip geçmis olsaydı, insanlık hiçbir zaman ilme ve medeniyete borçlu oldugu bu paha biçilmez nimetlerden faydalanamazdı.

Çünkü en büyük icatlar, en büyük kesifler, ilimlere en derin bir sekilde yenilikler getiren çalısmalar ve medeniyetin en muhtesem abideleri maddi kâr pesinde kosmanın dünyaya ve insanlıga getirdigi hediyeler degildir. Tam tersine bütün bunlar meydana geldi ise bunların sebepleri netice alındıktan sonra sahiplerinin servet tarafından bahsedilen maddi saadette gözleri olmayıslarıdır.

"Altının bütün hayata tamamen ve özellikle hâkim bulunması kabildir. Fakat bir gün gelecek

ki insanlar daha asil seylere saygı ve hürmetle baglanacaklardır.

Hareketimizin görecegi islerden biri de daha bugünden itibaren ferdin yasamak için muhtaç oldugu seyi bulacagı ve alacagı zamanın meydana gelecegini müjdelemektir. Bu arada

insanın, yalnız maddi hususlar için yasamadıgı prensibini de muhafaza etmemiz lüzumludur. Bir gün bu ilke kendi ifadesini, ücretlerin adaletli bir düzen ve tanzimi keyfiyetinde

bulacaktır.

Hiç süphe yok ki, ücretlerin derece derece tanzim ve tertibi, namuslu isçilerin en hakirine,

halk topluluguna mensup bir fert ve bir insan olması nedeniyle hakkı olan serefli ve itibarlı bir hayatı ya-ğamak imkânını saglayacaktır. Acı hakikat, bizim fetih hareketimize pek çok

engeller çıkaracaktır. Fakat iste bundan dolayıdır ki, insan son amaca dogru yürümege

tesebbüs etmelidir. Basarısızlıklar, insanları tesebbüslerinden vazgeçirmemelidir. Keza, bazen hata yaptıkları için mahkemeler kaldırılamaz ve her zaman hastalık olur diye, hekimler hiçbir zaman kabahatli görülemez.

Bir idealin kıymetini, hedef tutmaktan çekinilmelidir. Bugün bu hususa cesaretsizlik

gösterecek bir kimseye, vaktiyle askerlik yapmıssa öyle bir hadise hatırlatacagım ki, bu hatıra kahramanlıgı bir ideal tarafından ilham edilmis bir hareket olup hareketin sebebı-

., nin idealden ne kadar kuvvet aldıgı gayet açık bir sekilde belli ola-

; çaktır, "insanlar kendilerini ölüme atıyorlardı. Bu hareketlerinin sebebi günlük ekmekleri degildi. Vatan askı için ölüme kosuyorlardı. Ölmeleri vatanın büyüklügüne ettikleri inançtan dolayı idi. Savasta

', çekinmeden ölümün kucagına atılmanın sebebi, milletin seref ve namusu söz konusu edildigi içindi. Ancak Alman milleti bu ideali terk ederek, inkılâbın verdigi maddi saadet vaatlerine kapıldıgı, torbasını

l ele almak için silâhını bıraktıgı zaman, dünya cennetine girecek yerde, bütün dünyanın

tahrik ettigi ve bütün dünyanın felâketinden meydana gelmis cennetle cehennem arası bir yere gömüldü."

Bundan dolayıdır ki, realist cumhuriyet hesaplarına dalmıs kimselerin yersiz iddialarına, idealist bir Reich'ın yükselecegine olan inanç karsı çıkmalıdır.

BÖLÜM 14

Devlet adı verilen siyası tesekkül, bugün yanlıs olarak iki türlü insan tanımaktadır. Bunlar, vatandaslar ve yabancılardır. Vatandas grubuna dahil olanlar, dogusları itibariyle yahut bir natüralizasyon kâgıdı dolayısıyla sivil hukuka sahip olan kimselerdir.

Yabancılar grubuna dahil olanlar da, aynı haklara sahiptirler. Bu iki sabit grup arasında, memleketin sagına soluna dagılmıs, HE-ĞMATLOS denilen kimseler bulunmaktadır. Bugün hâlâ, bu gruba dahil olanlar mevcut devletlerden birine mensup olmak serefinden

mahrum bulunan ve neticede hiçbir yerde sivil hukuka malik olmayan kimselerdir. Bu haklara sahip olabilmek için, her seyden evvel bir devletin hudutları dahilinde dünyaya gelmek sarttır.

Bu hususta ırk ve ırk bakımından akrabalık bir rol oynamaz. Eskiden bir Almanın himayesindeki topraklarda yasayan ve simdi Almanya'da oturan bir zencinin dünyaya getirecegi bir çocuk bir "Alman Vatandası" olacaktır. Aynı sekilde her Yahudi, Afrikalı,

Asyalı veyahut Avrupa'nın diger milletlerinden birinin çocugu baska herhangi bir muameleye

lüzum kalmadan, Alman vatandası kabul edilebilir.

Bir de, dogum yeri itibariyle bahsedilen "naturalizasyon"dan baska, sonradan meydana getirilen bir "natüralizasyon" mevcuttur. Bunun için de meselâ aday, hırsız olmamalıdır.

Aday, siyasi bakımdan da mahzurlu bulunmamalıdır. Daha dogrusu siyası bakımdan zararsız

bir aptal olmalıdır. Uzun lâfın kısası, vatandası olacagı devleti ianesine muhtaç olmamalıdır. Bizim realist devrimizde bunun manası yeni vatanına nakdi birtakım fedâkârlıklar getirmesi demek tir. Hattâ vatandas namzedi "âlâ bir mükellef olabilecek ise, bu vasfı onun için gayet faydalı ve olumlu bir meziyet teskil eder, "natu-ralizasyon"u çok daha kolay elde etmesini saglar.

Bütün bu islerde ırk meselesinin hiçbir rolü yoktur ve nedense nazarı itibaren alınmaz. Bir devlete dahil olmak için vatandaslık hakkım kazanmak yolunda gösterilen gayret, meselâ bir kulübe kabul edilmek için takip edilmesi icap eden hattı hareketten farksızdır. Vatandas namzedi dilekçesini verir. Bu dilekçe incelenir. Sonunda vatandas adayının hakkında olumlu

oy kullanılır. Sonra bir gün dilekçe sahibine, "vatandas" olduguna dair bir ihbarname teblig edilir. Bu varaka, vatandas namzedine pek mizahı bir sekilde sunulur. O zamana kadar bir CAERE olan vatandas namzedine "iste bu vesikaya istinaden bundan böyle ALMANSINIZ" denir.

Bu tılsımlı degnek darbesini devlet reisi yapmaktadır. Bir ilâhın icradan aciz kalacagı bu degisiklik, bir memur tarafından bir anda yapıverilmektedir. Sefil bir Slav, bir kalem oynatılmasıyla hakiki (!) "Alman"a çevrilmektedir.

Bu yeni Alman vatandasının hangi ırka mensup oldugu tetkikine ehemmiyet verilmedigi gibi, sıhhi vaziyetinin de ne oldugunu anlamak zahmetine katlanılmaz. Bu kimse, frenginin

tahribatına ugramıs olsun, bu hiç mühim degildir. Yeter ki, malı bakımdan bir yük veya siyasi kanaatleri itibarıyla büyük bir tehlike teskil etmesin, Bu durumda olan bir kimse, modern bir devlette bir vatandas sıfatıyla kabul görebilir.

ise devlet adını tasıyan bu siyasi tesekküller, daha sonra üstesinden gelemedikleri, alt edemedikleri bu zehirleri kendi bedenlerine, kendi istekleriyle bu biçimde zerk ederler.

Bir vatandası, bir yabancıdan ayıran husus, vatandasın her türlü kamu vazifelerine serbestçe girebilmesi, askerlik hizmetini yapması, seçimlere faal veya yalnızca seçmen olarak katılabilmesidır. Bunlar birer imtiyazdır. Çünkü ferdi hukuk ve sahsi hürriyetler mevzuunda, yabancı olanlar da aynı haklardan faydalanırlar. Hatta, yabancıların bu haklardan

yararlanmaları çok zaman daha etkili bir koruma biçimini alır. Bugün "Alman

Cumhuriyeti"ndeki vaziyet iste budur.

Bugün, çagımızda devletin rolünü anlamıs, devlet görüsünü gayet iyi biliyorum. Fakat, bizim mevcut kanunlarımız kadar mantık tan uzak, hatta bu kadar saçma ve çılgınca bir sey bulabilmek kadar zor bir is yoktur.

Bugün, çagımızda devletin rolünü anlamıs, devlet telâkkiden bir seyler kapabilmis tek bir memleket vardır. Bu memleket, pek tabii bizim model Alman Cumhuriyetimiz degildir. Burası Amerika Birlesik Devletleri'dir. Amerika Birlesik Devletleri, hiç olmazsa kısmen, devlet mefhumunu anlayabilmistir. Bu devlet sıhhatleri bozuk olan göçmenlerin, kendi memleketine girmelerine müsaade etmemektedir. Amerika Birlesik Devletleri bazı ırklara mensup olanları "naturalizasyon" hakkından mahrum bırakmakla, devletin ırkçı telâkkisine

bir parça olsun yaklasmaktadır.

Irkçı devlet nüfusunu üç kısma ayırır. Bu kısımlar söyledir:

1) Vatandaslar.

2) Devlet tebaaları

3) Yabancılar.

Devlet tebaaları kısmına mensup olanlar "ressortissant" olarak da tavsif edilebilirler. Esas olarak, dogum ancak "ressortissant" vasfını bahseder. Bir kimseye bu vasıf, tek basına bir kamu hizmetine girebilmek, siyasi faaliyete, meselâ seçme veya seçilmeye katılmak hakkını hiçbir zaman vermez. Her "ressortissant" için, ırkını ve milletini dogru ve açık bir sekilde beyan etmek sarttır. Her zaman "ressortissant" vasfından cayarak, nüfusu kendi milletinden olan memlekette vatandas olmak, "ressortissant" kısmına dahil olan herkesin sahsi arzusuna baglıdır, iste bir yabancıyla bir "ressortissant" arasındaki tek fark, ilkinin diger bir devlet tebaası olmasından ibarettir

Alman milletine dahil olan her "genç ressortissant"m, her Alman gencinin görmekle mükellef oldugu tahsil ve terbiye devresinden tamamen geçmesi gereklidir. Bu biçimde "genç ressortissant" kendim, toplulugun ırkını idrak etmis, milli ruh ile dolu bir üyesi haline

getirecek tahsil ve terbiyeye boyun egmis olur. Bu yollardan geçtikten sonra "genç ressortissant" fiziki çalısmalarına ait olan hususlarda devletin bütün emirlerini yerine getirir.

Daha sonra orduya alınır. Ordu tarafından verilen terbiye "genel terbiye"dir. Bu terbiye, bütün

Almanlara verilen ve onların her birini, ordu içinde fizik ve fikri kabiliyetleri itibariyle, muvaffak olacakları mevkilere hazırlar, iste "vatandas" unvanı ve bu unvanın bahsettigi haklar, ancak sıhhati yerinde, saglam yapılı, söhreti olumlu, ahlâkı düzgün olan kim seye, askerlik vazifesini de yaptıktan sonra, parlak bir sekilde lütfe-dilecektir.

Böyle bir kimseye bu hususta verilecek berat, hayatının en kıymetli bir vesikası olacaktır. Bu kıymetli berat o kimseye bütün vatandaslık haklarını kullanmasına ve bu unvana baglı bütün imtiyazlardan istifade etmesine imkân verecektir.

Vatandaslık beratının verilmesi, aleni bir hak olacaktır. Yeni vatandas, topluluga ve devlete sadık kalacagına dair yemin edecektir. Bu berat, toplulugun bütün üyelerini birlestiren bir rabıta rolü oynar. Yâni, çesitli içtimai sınıfları ayıran hendegi doldurur. ğurası hiçbir zaman unutulmamalıdır: Namussuz, ahlâksız ve sahsiyetsiz bir kimse, âdi, cani, memleketine kasteden katil ve bunun gibiler her zaman vatandaslıktan, yâni bu büyük sereften yoksun

bırakılır. O zaman bu kimseler "ressortissant'lar derecesine inerler. Mamafih, hemen sunu da belirtelim ki, ırk bakımından Alman olup, hayatını çalısarak kazanıyorsa, o genç kadına

"vatandaslık hakkı" bahis olunur.

BÖLÜM 15

Nasyonal Sosyalist Irkçı Devlet'in, en esaslı ve en büyük gayesi, devletin temeli olanların

terbiye, tahsil ve muhafazasından ibaret olmamalı ve aynı zamanda da ırkın unsurlarını sadece ırk unsuru olduklarından dolayı tesvik, terbiye ve tatbiki hayat için hazırlamakla

yetinmemelidir. Nasyonal Sosyalist Irkçı Devlet'in teskilâtını bu is ile ahenkli bir hale

getirmesi de çok lüzumludur, insanların kıy metlerini, mensup oldukları ırklarına göre takdir etmek ve sonunda Marksıstlerin "Bir kimse diger bir kimseye aittir." yolundaki düsün çelerine savas açıp, bu mücadeleyi son neticelerine kadar devam ettirmek lâzımdır. Irkın ehemmiyetini kabul etmek, ırk prensibini bütün uluslararasılıgı ile teslim etmek, mantıken ferdin kendine

has kıymetini de göz önünde tutmayı icap ettirir. Nasıl ki, insanlara da hil oldukları ırklara

göre ayrı ayrı kıymet veriliyorsa, topluluk için deki kimselere de, aynı sekilde muamele etmek lâzım' dır. Tesek küllerindeki kan aynıdır. Ancak, ayrıntıda bin türlü ince farklaı ihtiva

ederler. Bu aksiyonu kabul etmek, önce birtakım inceliklere girismeden, topluluk içinde yüksek diye tanınan unsurları tesvik et mek ve bunların sayılarını çogaltmak lâzımdır. Bu kolaydır. Keza hemen hemen mekanik bir biçimde vazgeçilmis ve çözümlenmis tir. Gerçekten, kalabalık içinde büyük bir degere sahip "kafa'lan tespit etmek ve digerlerinden ayırmaktan, bilhassa millet için en faydalı olan kimseyi bulmak daha zordur. Kıymet ve

ehliyetlerin tespiti, artık bu mekanik vasıtalarla meydana gelmez. Her gün, de vamlı bir gayret sarf etmeden, bunu ifa etmege imkân yoktur.

Kütle halindeki demokratik fikri bir kenara iterek bu dünyayı en iyi millete, yâni yüksek kimselere vermeye egilimli olan bir doktrinin, mantıken bu milletin içinde aynı aristokratik

ilke hareketlerini uyandırması ve emir ile kumandayı, nüfuz ve tesiri en iyi "ka-fa'lara vermesi gerekir. Bu doktrin, ekseriyet fikrini temel olarak almaz. O, sahsiyet üzerine bina kurar.

Bugün Nasyonal Sosyalist Irkçı Devlet'in, diger devletlere karsı servet ve fukaralık arasında daha adil bir denge temini suretiyle asagı sınıflara daha genis bir hak tanıması yahut iyi paylastırılmıs ücret kabul etmekle daha üstün bir iktisadi teskilâta sahip olması gibi, sadece maddi bir farktan baska hemen hemen hiçbir fark ve üstünlük göstermemesi lâzım gelecegini zanneden bir kimse, çok gerilerde kalmıs bir adamdır ve bizim doktrinimiz hakkında zerre

kadar bir fikre sahip degildir. Bu bahsettigimiz seylerin hiçbiri bir devamlılık veya büyüklük vasfı tasımaz. Zaten, bu kadar sathi ve basit bir vasfa sahip bir ıslâhat hareketi ile yetinen bir millet, milletler arasındaki mücadelelerde zafere ulasabilmesi için ufacık dahi olsa bir sansa sahip degildir. Esasen ifa ettigi mukaddes vazifede, insafa uyan bir esitçilik açısından

yapılacak ıslâhattan baska bir sey tasavvur edemeyen bir "hareket", bir çevreyi esaslı bir

sekilde ıslâh etmek söz konusu oldugu zaman, artık tesir kabiliyetine ve kudretine sahip

olamaz. Bu "hareket"in bütün uygulaması, sonunda yüzeysel seylere özgü kalır ve halk bugün mustarip oldugumuz zaaflara karsı (çok istek duymasına karsılık) zaferi saglayacak teskilâtı kuramaz, insanı daha iyi anlamak için, kültürün gelismesine ait menselere ve hakiki sebeplere tekrar bir göz atmak faydalı olacaktır, insanı, hayvandan ayıran ilk husus, insanın icada dogru attıgı ilk adımdır. Bu hamle baslangıçta hayat mücadelesini daha rahat ve kolay yahut sadece mümkün hale getirecek hile ve kurnazlıkların bulunmasından ibaret kalmıstır. Gayet ilkel olan

bu icatlar insanın hissini açık olarak ortaya koyamaz. Çünkü, gelecek nesillerin nazarlarında

ve ilk insanla her günkü insanın nazarında bu icatlar ancak müsterek zekânın tezahürleri gibi görünür.

insan, hayvanın gözlemlenebilecegi yâni sezebilecegi hile ve kurnazlıkları o hayvanların kazanılmıs vakaları gibi kabul eder. Bu hadiselerin esas sebeplerini tespit edemedigi için, bunlara içgüdüye dayanan usuller vasfını takmakla yetinir.

Halbuki, bizim vakamızda bu "içgüdü" kelimesinin hiçbir mânâ sı yoktur^Her kim canlıları ehlilestiren bir gelismeye inanırsa onların faaliyetlerinin bütün sekil ve tezahürlerinin daima simdiki sekil altında mevcut olmadıgını teslim etmek zorundadır. Belirli bir kimse ilk hareketi yaptı ve daha sonra bu hareket birçok kimse tarafından tek rar ve taklit edildi. Neticede bu hareket insanların her birinin suuru altına girdi ve artık bir içgüdü gibi kendini göstermege basladı.

Bu mekanizma insanda daha kolaylıkla anlasılır ve kabul edilir Hayvanlara karsı mücadelede

ilk hile ve kurnazlıklar hiç süphe edilmesin ki, baslangıçta özellikle kabiliyetli kimselerin isi

olmustur. ğahsiyet burada da, muhakkak ki kararların ve icraatın temelini teskil etmistir. Sonra bu karar ve icraat bütün bir insanlık tarafından ispata ve sahide lüzum kalmayacak sekilde kabul edildi. Bugün bizim için bütün stratejinin esasını teskil eden bazı açık askeri

ilkeler de, baslangıçta zorunlu olarak, azim ve karara sahip bir "kafa"da tasavvur edilmislerdi. Ancak aradan seneler, binlerce sene geçtikten sonra, kamu tarafından kabulüne sahit icap ettirmeyecek bir açıklıkla kabul olundu.Her insan zamanla birinci bulusa bir ikincisini ekledi, veya ilk bulusunu gelistirdi. Bir esyayı, bir yaratıgı kendi hizmetinde kullanmayı ögrendi. O zaman, insanın asil yaratıcı faaliyeti, bugün de gözlemledigimiz sekilde kendini göstermege basladı. Yontulmus tasın kullanılması, vahsi hayvanların ehlilestirilmesi, atesin kesfedilmesi

vs. gibi icatların her biri ve zamanımızda bizi hayret içinde bırakan bütün icatlara ulasıncaya kadar yapılan hareketler, esasında açık bir sekilde ferdin yaratıcı çalısmasına iliskindir. Bu buluslar ne kadar yeni, ne kadar mühim veya ne kadar çok hayret verici bir vasfa sahip iseler, bütün bu bulusların ferdin yaratıcı mesaisine taallûk ettigi hakikati de daha asikâr olarak gözümüze çarpar, iste bundan dolayı kesin esaslara dayanarak biliyoruz ki, çevremizdeki bulusların tamamı tek baslarına fertlerin yaratıcı kuvvetlerinin ve dogustan gelen yeteneklerin sonucudur. Bütün bu buluslar neticede insanı, hayvanın üstüne çıkarır ve kati bir sekilde

insanı hayvandan ayırır.

Tarihten evvelki zamanların orman içinde yasayan insanına hayatını korumak imkânım veren kurnazlık bugün hâlâ en harika ilmi zafer sekli altında, insanlara hayatları boyunca yardımcı olmaktadır. Ve insanlara gelecekteki mücadeleleri için zırhlar yapmak imkânını temin etmektedir. insanın bütün emel ve düsünceleri, bütün icatları bu dünya |üzerinde yasayan insanların mücadelelerini kolaylastırır. Hatta, bir adın, bir kesfin veya büyük bir ilmi mütalâanın tatbiki faydasının crhal anlasılması bile, insanın diger canlıların üstüne çıkmasına ardıma olur ve insanı her bakımdan bu dünyada hâkim bir mahlûk yapacak derecede takviye

ve tahkim eder.

Bütün icatların münferit birer yaratıcı kudretin neticesi oldugu görülür. Bu müstakil fertler ister kendileri arzulamıs olsunlar, ister Ğrzulamamıs olsunlar, bir noktaya kadar insanlıgın velinimetidirler. Bu gibi kimselerin hareketleri, milyonlarca insanın eline hayat

I mücadelelerini kolaylastıracak birçok vasıtaları vermektedir. Günü-Rlüzdeki medeniyetin baslangıcında, daima birtakım mucitlerin jahsiyederini görmekteyiz. Bu mucitler olumlu hareketleri ile bir-Ğirlerini tamamlarlar ve karsılıklı olarak birbirlerini tahdit ederler. ÎCatların

ve kesiflerin gerçeklesmeleri ve tatbiki surette uygulamaya taslamaları zamanında da, tamamen bu böyledir. Çünkü açıklama sılalarının tamamı, icat sorununa ve bundan dolayı kisiye iliskin-lir.

Nihayet her türlü ölçüden uzak bulunan, fakat sonraki her tür-llü teknik icadın sartım meydana getiren sadece yaradılısa iliskin ça-I lisma, kendine özgü sahsiyetin sonucu gibi görünür.

Meydana getiren kuvvet, topluluk degildir. Teskilât kuran ya Jda düsünen çogunluk degildir, daima her yerde, tek basına kisidir.

Bir topluluk sadece, bu yaratıcı kuvvetlerin çalısmalarını en lyüksek dereceye yükselttigi ve

bu çalısmaları toplulugun menfaati-|fte uygun bir sekilde tanzim ettigi zaman, "iyi bir

teskilâta" sahip fcgörünür, ister maddi aleme, ister manevi aleme ait olsun, bir bulus ficin en

çok degerli olan sey, önce mucidin sahsıdır. Bir toplulu-I gün teskilât içindeki en büyük ve en yüksek vazifesi, o teskilâttan '>• kamunun menfaatine uygun bir sekilde faydalanmaktır. Hakikatte ise, teskilât bizzat bu prensibin uygulamasını bir an Uçin bile gözden ve akıldan

uzak tutmamalıdır. Ancak bu sekilde, 1 teskilât, makineciligin felâketlerinden kurtulacak ve canlı bir organ i haline gelecektir. Teskilât, iyi "kafa'ları toplulugun üstüne çıkarmak ve toplulugu da bu "kafa'ların emirleri altına koymak egilimini or-taya çıkarmalıdır.

Teskilât, insanlıgın nail oldugu lütfün hiçbir zaman kütleden gelmedigini, yaratıcı dimaglardan çıktıgım bilmeli ve ırkın hakiki velinimetlerinin onlar oldugunu kendine ilke

edinmelidir. Aynı zamanda teskilât bu ilkeyle hareket etmelidir. Teskilâtın bu seçkin sahıslara hâkim bir nüfuz ve tesir ederek, hareket ve nüfuzlarını kolaylastırması, kamunun

menfaatinedir. Çünkü bu genel menfaatleri, hiç süphe yok ki ne aptalların veya ehliyetsiz olanların hâkimiyeti ne halk topluluklarının çogunlugu temin edecektir. Mutlaka yüksek kabiliyetlere sahip kimseler isleri ele almalıdırlar .

"tktidarlı Kafa" aranması, daha önce de söyledigimiz gibi hayat mücadelesinin hasin seleksiyonuyla meydana gelir. Birçogu parçalanır ve yok olur. Böylece o iste ehil olmadıklarını gösterirler. Sonunda seçkin sıfatıyla seçilenlerin ve digerlerinden ayrılanların

sayıca pek az oldukları görülür. Tefekkür, güzel sanatlar ve iktisat âleminde bu seleksiyon isi hâlâ bugün kendini göstermektedir. Fakat, bugün iktisat âleminde "iKTlDARLI KAFA"yı seçme uygulaması birtakım agır yükler altında kalmaktadır.

Devletin idaresi ve askeri teskilâtın sekillendirdigi kudret de bu kisilik fikrinin aynı derecede egemenligi altındadır. Bunu her yerde, astlar üzerinde mutlak otorite, liderlere karsı tam mesuliyet sekliyle görmek mümkündür. Yalnız siyasi hayat, bu tabii ekseninden bugün tamamen kurtulmustur. Bütün medeniyet ferdin yaratıcı faaliyetinin neticesidir. Halbuki ekseriyet prensibi her hükümetin özellikle en yüksek akıllılarında bulunmakta ve oradan da yavas yavas memleketin bütün hayatım zehirlemektedir.

Esas itibarıyla, Yahudiligin yıkıcı tesirini kendisi kabul etmis olan milletlerde, sahsiyetin nüfuzunu yıkmak ve yerine kütlenin nüfuzunu ikame etmek için devamlı bir sekilde gösterilen

gayretlen bilmek ve anlamak lâzımdır. Üstün ırklardaki yapıcılık prensibi, yerini Yahudilerin yıkıcılık prensibine terk etmektedir. Yahudiler, milletlerin ve ırkların bozulma mayaları olmaktadır. Bir baska ifadeyle Yahudiler, medeniyeti çöküntüye sürüklemektedir.

Marksizm'e gelince, bu doktrin Yahudi'nin medeniyet sahasında bütün faaliyet sekilleri içinden sahsiyetin üstünlügünü hariç bırakarak, yerine adedin üstünlügünü getirmek için

gösterdigi gayreti temsil eder. Siyasal bakımdan parlamenter biçim bu doktrine karsılık gelir. Komünün en küçük hücresinden uygarlıgın doruguna kadar, her yanda bu parlamento

biçiminin ugursuz etkileri görülür. iktisadi sahada sendikalist tahriklere yol açılmaktadır. Bu sendi-kalist tahriklerin isçilerin menfaatlerine olacagı düsünülemez. Yalnız, uluslararası Yahudiligin yıkıcı emelleri bu tahriklerden faydalanır.

iktisadi hareket, sahsiyet prensibinden ne kadar uzaklastırılırsa ve iktisadi hareketin faaliyeti toplulugun nüfuz ve tesirine teslim edilirse, ekonomik hareketin yaratıcılık niteligi de o kadar zayıflar. Neticede kaçınılması imkânsız bir çöküs arz eder.

Çesitli mesleklerdeki danısma bürolarının hepsi kullandıkları kimselerin menfaatlerini hakikaten takip edecekleri yerde, bizzat üretim üzerinde bir nüfuz ve tesir yapmaya çalısırlarsa, aynı yıkıcı gayeye bilmeyerek hizmet etmis olurlar. Bunun neticesi su olur. Bu hareketten genel üretim ve bu surette fert zarar görür.

Keza, bir milletin mensuplarının ihtiyaçları, kâgıt üzerinde sözle ve nazariyatla tatmin edilemez. Toplulugun genel çalısması neticesinde, ferdin menfaatlerine hizmet edecek olan nimetlerin her gün herkesin hissesine düsen miktarının çogaltılması ile bir milletin mensuplarının ihtiyaçları giderebilinir.

Mesele, Marksizm'in topluluklar hakkındaki nazariyesine dayanarak, simdiki iktisadiyatın vazifesini ele alıp, bu iktisadiyatın devamlı olup olmayacagını münakasa etmek degildir.

Kaldı ki, bu prensibin dogru veya yanlıs oldugu hakkındaki münakasa, bugün mevcut durumu gelecekte yönetmeye ehil oldugunu ispat etmesiyle çözümlenemez. ğayet, bir uygarlık yaratmaya ehil oldugunu ispat ederse, ancak o zaman sorun çözümlenmis olur.

Bu faaliyetin basarıyla münasebeti ne olursa olsun, bu basarı, Marksizm'in miras bıraktıgı seyi hiçbir zaman kendi ilkelerini uygulama suretiyle meydana getiremeyecegi yolundaki olumlu iddiamız ve olumlu hadiseler karsısında ehemmiyetli bir durum arz etmez. Çünkü, Marksizm fiiliyatta bunun açık delilini bizzat vermistir.

Marksizm iste bundan dolayı kısa bir zaman sonra "sahsiyet" prensibine boyun egmistir. Bu durum Marksizm'in kendi teskilâtının bu teoriden azade kalamayacagını açıkça göstermektedir. Bunlar "ırkçı felsefe"nin en esaslı eylemleridir.

Eger, bugün Nasyonal Sosyalist Hareket yukarıda izah ettigimiz esaslı konunun önemini tesadüfen kavramamıs olsaydı ve mevcut vaziyeti az çok degistirerek Marksistlerin isine gelen sekilde çogunlugun egemenligi sistemini kabul etseydi, sonuçta Marksistlerle aynı paralele düsecek ve böylece birbirlerine rakip iki siyasi olusumdan ibaret kalacaklardı.

Hareketimizin toplumsal programı, sahsiyeti bir kenara itip ve yerine çogunlugu koymayı ilke edinse idi, iste o zaman "Nasyonal Sosyalizm" de mevcut burjuva partileri gibi Marksizm

zehri ile zehirlenmis bir halde olacaktı. Irkçı devlet bütün bu iktisadi ve siyasi çevreleri parlamenter çogunluk ilkesinden, yani toplulugun verecegi karardan tamamen kurtarmalıdır. Bunun yerine, hiçbir kayıt ve sarta baglı olmadan, "bireyin"in hukukunu koymalıdır. Bütün bu anlattıklarımızdan çıkan sonuç ve dünyayı tehdit eden Marksizm'e karsı alınacak tedbir sudur:

En 172 anayasa ve en güzel devlet kurulusu, toplulugun en seçkin unsurlarına rehberin

önemini, âmir ve hâkim olanın nüfuzunu tabii bir sekilde temin edecek olan siyasi teskilât seklidir, iktisadı sahada kabiliyetli olan kimseler ifa edecekleri islerin baslarına yukardan yapılan atamalarla getirilemezler. Bu yetenekli kimseler dikkatleri kendi üzerlerine çekmelidirler.

Tahsil, en basit dükkânda çalısırken en muazzam tesebbüse gelinceye kadar her kademede

temin edilir: Yalnız, fertler "hayat imtihanları" geçirmekte devam ederler.

Siyasi liderlerin de, bir gün içinde kalabalık arasında bulunamayacakları asikârdır. Fevkalâde kabiliyete sahip olanlar, basit insanlar gibi aynı kaidelere baglı degildirler.

Devletin bütün teskilâtında "komün"ü teskil eden en küçük hücreden, bütün bir memleketin

en yüksek mertebesine varıncaya kadar "sahsiyet prensibi" esas alınmalıdır.

Eskiden Prusya ordusunu, Alman milletinin hayran kalman bir organı haline getiren ilkenin temelini bu siyasi sistem teskil etmistir. Her liderin, emrindeki kimseler üzerinde tam bir oto- rite"si ve üstlerine karsı da tam bir "sorumlulugu" olmalıdır.

Bugün dahi parlamentolar denen esnaf localarından vazgeçilmez. Yalnız bu parlamentoların bütün müzakereleri birer danısma mahiyetindedir. Parlamentolar esasta lüzumludur. Çünkü öyle bir çevre meydana getirirler ki, bugün kendilerine büyük sorumluluklar verilecek olan liderler, bu parlamentolarda yavas yavas terbiye görerek piserler.

BÖLÜM 16

Bütün bu söylediklerimizden sonra su tabloyu çizebiliriz: Irkçı devlet, komünden, Reich'ın hükümetine varıncaya kadar, ekseriyet yolu ile bir seye karar verebilecek hiçbir temsili topluluga gerek göstermeyecektir. Irkçı devletin yalnız danısma mahiyetinde heyetleri olacaktır. Bu danısma heyetleri, devamlı bir sekilde, liderin yanında olacak ve görevlerini liderlerden alacaklardır. Hatta, bazı hallerde ve bazı sahalarda tam sorumluluk ortaya çıkacaktır. Bu durum esnaf birliklerinin baskanları için de daima böyle olmustur, iste bu benzerlik bu yolda yürümeye hak verdiren sebeplerden biridir.

Irkçı devlet, özel konular hakkında, meselâ iktisadi konularda yetismeleri ve gösterecekleri faaliyetleri itibariyle tamamen ehliyetsiz olan kimselerden fikir ve öneri almayacaktır. Demek

ki, ırkçı devlet temsili heyetlerini, siyasi meclisler ve korporatif kanunlar diye iki kısma ayıracaktır.

Bu iki kısmın elbirligiyle ve ortaklasa çalısabilmesinin sonuca varır hâle gelmesi için,

bunların üstünde devamlı bir sekilde seçimle gelmis bir heyet bulunacak ve bu iki kısım için statü konacaktır.

Ne meclislerde, ne de senatolarda hiçbir vakit oy verilmeyecektir. Bu heyetler, çalısma organlarıdır. Hiçbir vakit "oy makineleri" degildirler. Bu iki heyetin üyeleri danısma

mahiyetinde oya sahiptirler, fakat karar almak mevzuunda hiçbir yetkileri yoktur. Bu karar verme yetki ve hakkı yalnız lidere aittir. Sorumlulugu lider ortaya koymaktadır.

Bizim parlamenter mesuliyetsizlik devrimiz bizi, mutlak so rumluluk ve mutlak otoriteden kurulu olan bir seçkin sefler grubu teskil etmeye zorlamaktadır.

iste bu sekilde devletin anayasası, iktisat ve medeniyet sahasında azametini borçlu oldugu

sahsiyet ilkesi ile ahenkli bir hale getirilecektir.

Bu görüsleri gerçeklestirmek olanagına gelince, tarih bize sunu göstermektedir ki, parlamentoların çogunluk tarafından karar verilmesi yolundaki ilkeleri dünyaya çok eski tarihlerden, daha açık ifade edelim, ezelden beri hâkim olmamıstır. Tam aksine, tarihte ekse- riyet usulüne gayet kısa devrelerde rastlanır. Tarih ise, bu devrelerin daima milletleri Ve devletlerin harap oldukları zamanlara tesadüf ettigini açıkça yazmaktadır.

Bu anlattıgım kuramsal tedbirlerin, devletin yalnız anayasasına sahip olmakla kalmayarak, yasama faaliyetini de ilgilendirecegine ve herkesi bütün resmi hayatında etkileyecegine ihtimal verilmelidir.

Bizim yapmak istedigimiz böyle bir inkılâp hareketi, ancak bu fikirlerle yogrulmus ve içinde gelecekteki ırkçı devletin çekirdegini tasıyan bir partinin faaliyeti ile meydana gelecektir. Bundan dolayıdır ki Nasyonal Sosyalist Parti bütün bu fikirlerle yogrulmus bir duruma gelmelidir.

Bu duruma gelmesi devlete sadece emirler vermesi için degil, devlete kendi teskilâtlı heyetini

temin edecek olan dahili teskilâtım ameli icraata dogru çevirmesi bakımından da lüzumludur.

BÖLÜM 17

Irkçı Devlet, hayatının lüzumlu sartları bilinmekle eyleme geçi-I rilemez. Irkçı bir devletin nasıl olacagını bilmek de yeterli degildir. önce, ırkçı devleti meydana getirmek gerekmektedir.

Her seyden önce, bugünkü durumlarıyla devletten faydalanan partilerin bu durumlarında bir degisiklik yapmalarına tesebbüs etmeleri ve bu adi tavır ve hareketlerini kendiliklerinden degistirmeleri beklenemez. Kaldı ki bu partileri idare edenler daima Yahudi-lerdir ve

Yahudiler olacaktır. Hedef oldugumuz olumsuz degisiklik eger önlenemezse bir gün Yahudi, milletleri ezecek ve onların efendisi olacaktır. Korkaklık, tembellik ya da ahmaklık yüzünden yok ve harap olmaya son sürat kosan milyonlarca Alman burjuvası ve proleteri karsısında

takip âdi gayeyi gayet iyi idrak eden Yahudi, bu âdi gayeye ulasmak için yolunda hiçbir mukavemete tesadüf etmeden ilerlemektedir. Yahudi tarafından sevk ve idare edilen bir siyasi parti Yahudi menfaatlerinden baska bir sey için mücadele etmez. Bu menfaatlerin ise üstün ırkların esaslı emelleri ile ortak bir tarafı yoktur. Eger ırkçı devlet, ideal sahasından, realite sahasına nakledilmek isteniyorsa, her seyden önce, kamu hayatının mevcut bütün kuvvetleri haricinde, böyle bir ideal ugrunda kavgayı göze almak iradesine ve vasıtasına sahip yeni bir

parti aramalıdır. Çünkü burada, hakikaten bir kavga bahis mevzuudur.

Tarihin ortaya koydugu bir hakikat vardır: En büyük zorluk, yeni bir vaziyet meydana getirmek degil, ona yeri serbest bulundurabilmektir.

Batıl fikirlerle menfaatler birlesince bu vaziyet karsısında mevki alıyorlar, her türlü çareye basvurarak, kendilerinin hesaplarına uygun düsmeyen veya onları tehdit eden bir fikrin

zaferini yasaklamaya kalkıyorlar. Bundan dolayıdır ki, bizim hareketimizin mücahitleri, bütün olumlu zevk ve heyecanına ragmen önce mevcut olan vaziyetten kurtulmak için olumsuz bir mücadeleye atılmalıdırlar.

Yeni ilkeli genç ve asil doktrin, her ne kadar nahos görünürse de, baslangıçta merhamet göstermeden elestiri silâhını kullanmalıdır. Bugün, sözümona ırkçı olanların her vesile ile olumsuz bir elestiriye girismekten çekindiklerini ve bütün faaliyetlerini yapıcı bir ise

hasrettiklerini tekrar tekrar söylemelerine tanık oluyoruz. Bu da böylelerinin tarihi konulardaki görüslerinin de pek az derin oldugunu ispat eder.

Bu çocukça ve aptalca bir düsünüstür. Bu gibi "kafa'larda tarih zerre kadar bir iz bırakmadan gelip geçmistir. Marksizm'in, bir gayesi vardır. Bu gaye, yapıcı bir isi elestirmekten ibarettir. Marksist-lerin yaptıkları, yıkıcı ve ayırıcı bir elestiridir. Onlar için ancak uluslararası

Yahudiligin ve kozmopolit maliyecilerin istibdadını ihya etmek söz konusudur. Hep ve daima elestirdiler. Neticede bu kemiriciler, devleti parçaladılar ve onu tamamen yıkılmaya hazır bir hale getirdiler, iste bundan sonra o mahut söz, "yapıcılık" sözü edilmege baslandı.

Bu açık ve mantıga uygun bir harekettir. Mevcut bir vaziyet, gelecekteki vaziyetin peygamberleri ve avukatları önünde kendiliginden yıkılıp gitmez. Mevcut vaziyetin taraftarlarının veya mevcut vaziyetle sadece biraz ilgili olanların, sadece gerekli görülmesi üzerine yeni bir rejim fikrine kapılacaklarına ve bunu tamamıyla kabul edeceklerine ihtimal verilemez. Bilâkis iki rejim aynı zamanda mevcut olmakta devam edecektir. Yalnızca sözde kalan felsefi doktrin bir partinin dar çerçevesi dahilinde ebediyen kapalı kalacaktır. Çünkü herhangi bir doktrin hiçbir zaman hosgörülü olamaz. ğiddetle kendi telkinlerinin ve

fikirlerinin tanınmasını arzu eder. Çünkü bu inanıslar, bütün kamu hayatını degistirecektir. Bir doktrin eski rejimin hiçbir bakiyesine tahammül edemez. Dinler için de durum aynıdır. Hıristiyanlık da yalnız kendi tapınaklarını kurmakla yetinemezdi. Tanrı'ya ortak kosanların

tapınaklarını da yıkması icap ediyordu. Yalnız bu tutucu ve hosgörüden yoksun davranıs

havarilik inancını yaratabilirdi. Bu iki tarihi örnek pek haklı olarak itiraz edilebilir, ve bu tarz

, hosgörüsüzlük ve taassup esas itibariyle Yahudi'ye yarasır, denebilir. Bu söz bin kere dogru olabilir. Ancak bundan esef duyulabilir. Pek haklı bir endise ile denilebilir ki insanlıgın tarihinde bu dinin meydana çıkısı, o yere, o güne kadar mevcut olmayan yeni bir sey

getirmistir.

Fakat bunun hiçbir faydası yoktur. Bugün bir emrivaki söz konusudur. Alman milletini

bugünkü vaziyetten kurtarmak isteyenler, su veya bu mevcut olmasaydı ne kadar güzel olurdu diye kafa patlatacak durumda degildirler. Bu kimseler, esasta mevcut olan seyin nasıl yok edilecegim arastırmak ve tayin etmek durumundadırlar.

En siddetli müsamahasızlıkla dolu bir doktrin (Marksizm), ancak o doktrine karsı aynı ruhu tasıyan, aynı kuvvetli irade ile mücadele eden ve aynı zamanda hakikate mutlak surette uygun

bir fikir tasıyan doktrin (Nasyonal Sosyalizm) tarafından parçalanacaktır.

Bugün herkes tarihi inceleyecek olursa zamanımızdakine nispetle çok daha hür olan eski devirlerde Hıristiyanlıgın ilk manevi terörü ortaya koymus oldugunu pekâlâ görebilir, iste o devirden bu yana, dünyanın bu terörün hükmü altında yasaması keyfiyetine karsı kimse bir

sey yapamazdı. Bundan çıkacak sonuç sudur: Zorlama ancak zorlama ile, terör, ancak terör ile yokedüebilir. iste ancak o zaman yeni bir rejim kurmak mümkün olur.

Siyasi partiler "karsılıklı menfaatler" ile anlasmaya meyyaldirler. Felsefi doktrinler ise asla anlasamazlar.Hattâ siyasi partiler karsı çıkanları ile de anlasmaya varırlar. Felsefi doktrinler kendilerini "hata islemez" ilân ederler.

Siyasi partiler baslangıçta hemen daima zorba bir dayatmaya erismek niyetindedirler. Bu partiler, bir iki felsefi doktrine karsı bir dereceye kadar bir egilim gösterirler. Fakat programlarının darlıgı siyasi partileri, hakiki bir felsefi doktrinin müdafaasının gerektirdigi kahramanlıktan mahrum bırakır. Siyasi partilerin uzlastırıcı iradeleri etraflarına küçük ve

zayıf ruhları toplar. Bu gibi kimselerle, örnegin bir haçlılar seferine çıkılamaz. Bundan dolayı, çogu zaman pek erken olarak o acınacak küçüklükleri içinde mahsur kalırlar.

isin aslı tetkik edilecek olursa su manzara ile karsılasırız. Siyasi partiler, çogu zaman mücadeleyi bir sistem için terk ederek, güya "olumlu bir elbirligiyle çalısmak" gayesinde, fakat mümkün oldugu kadar süratle mevcut müesseselerden birinde, küçük bir makam ka zanmaya ve bu yerde mümkün oldugu kadar, uzun zaman kalmaga gayret ederler. Siyasi partiler, bütün dikkatlerini bu nokta üzerinde toplarlar.

Eger biraz sert bakıslı bir rakip bu gibi siyasi partileri "yem-lik"ten uzaklastıracak olursa, bu partilerin yandasları kafalarında yalnız bir fikir beslerler: Zorla veya hile ile tekrar açların ilk sınıflarına dahil olarak, hattâ en mukaddes saydıkları kanaatlerini de çigneme pahasına, bu kıymetli kudret levhasına istirak etmek... iste, besledikleri fikir budur! AH BU SĞYASET ÇAKALLARI!..

Hiçbir zaman bir siyasi doktrin, diger bir siyasi doktrinle uzlasmaya hazır bir halde

bulunamaz. Önceden kötüledigi bir vaziyete, hiçbir zaman istirak etmeye razı olmaz. Tersine,

bir siyasi doktrin, mevcut rejim ile ve muhalif manevi âlem ile mücadeleye ve onların yok olmalarını hazırlamaya kendini mecbur hisseder ve vazifeli sayar.

Tamamen tahripkâr olan, kuvveti diger siyasi doktrinler tarafından derhal anlasılan ve bunun sonucu olarak birbirleri ile anlamıs siyasi doktrinlerin meydana getirdikleri dayanıklılık

cephesi ile karsılasan bu "hareket" dünya hakkındaki yeni idealin basarısı ugrunda girisilen mücadelede azimli savasçılara ihtiyaç duyar.

Demek oluyor ki bir siyasi doktrin, ancak devrinin ve milletinin en cesaret sahibi ve faal unsurlarını kudretli ve kuvvetli bir mücadele teskilâtı halinde bir araya getirmek sartı ile fikirlerinin galip gelmesini saglayabilir. Ayrıca, siyasi doktrinin, bu degerli unsurları göz önünde tutarak, felsefenin tamamının içinden birtakım fikirleri seçmesi ve onlara yeni bir

insan grubuna "iman maddesi" hizmetini görebilecek, gayet açık ve kahredici bir sekil ve ruh vermesi de gereklidir.

Bir siyasi partinin programı, sadece yakın bir gelecekte yapılacak seçimlerde partinin basarısını saglayacak bir ciladan baska bir sey degildir. Fakat felsefi bir doktrinin programı,

kurulu nizama karsı, mevcut bir vaziyete karsı ve hayat hakkında tatbiki bir tehlikeye karsı bir savas ilânı mahiyetine ve kıymetine sahip bulunmaktadır.

Hemen sunu da belirtelim ki, doktrin ugrunda mücadele edenlerin hepsinin, tamamen yapılan isten haberdar edilmelerine veya hareket liderinin düsüncelerinin tamamına dogru bir sekilde olma-|%rına lüzum yoktur. Esas lüzumlu olan sey, mücadele edenlerin f Ittiktarca az, fakat ehemmiyetleri itibariyle çok kıymetli birkaç esaslı

prensibi gayet açık bir sekilde ögrenmeleridir. Böyle olunca bu mü-l'him ilkelerle ilelebet tanısık bir hale gelirler. Ayrıca partilerinin ve

doktrinlerinin basarı kazanmasının gerekli olduguna kanaat getirir- ler

Bir er, yüksek rütbeli bir subayın plânlarına karısamaz. As-|; keri sert bir disipline, davasının haklı ve bu yolda üstün gelmesinin f lüzumlu oldugu, nefsini tamamen bu amaca vakfetmesi icap ettigi kanaatine alıstırmak ne kadar lüzumlu ve dogru ise, bir "hareket"in ! taraftarlarının

da bu sekilde hazırlanmaları aynı büyüklükte önemli-

-Bütün erleri, general kabiliyetine sahip olan bir ordu ne ise ya-

far? Her halde hiçbir ise... Bunun gibi, sadece seçkin kimselerden 'bir fayda görülemez. Siyasi partilerde alelade kimselere de ihtiyaç h vardır. Böyle olmazsa parti dahilinde bir disiplin

temin etmek tnümkün olamaz.

Bir teskilat, mahiyeti itibariyle, ancak zeki ve yüksek amirlerin, j emirleri ve idareleri ile payidar olabilir. Bu teskilata, rehberi hissiyat olan bir topluluk hizmet eder.

Zeki oldukları kadar iktidar sahibi olan iki yüz kisiden kurulu bir heyetin sevk ve idaresi, yüz doksan tane daha az kabiliyetli ve on tane de yüksek tahsil ve terbiye görmüs kimselerden tesekkül e-den bir heyetin sevk ve idaresinden daha zordur.

Sosyal demokrasi bu husustan büyük bir fayda saglamıstır. Sosyal demokrasi teskilâtında da

er ve subaylar vardır. Bunlar sunlardır. Alman isçisi askerlik vazifesini bitirip, sivil hayata döndügü vakit er, aydın olan Yahudi ise subay olmustur. Sendika idarecileri, hemen hemen küçük rütbeli subaylara denk bir hayat meydana getirmistir. Burjuvazinin her zaman bas silkerek karsıladıgı cahil toplulukların Marksizm'i tercih etmeleri keyfiyeti, hakikatte Mark- sizm'in muvaffakiyetinin ilk sartını teskil ediyordu.

Burjuva partileri, degismez aydınları ile, disiplinsiz ve bir fiil ve harekete geçmekten âciz bir topluluk meydana getirdikleri halde, Marksizm daha az aydın bir kadro ile, çarpısan ve mücadele eden bir ordu kuruyordu, iste bu ordu vaktiyle nasıl Alman subaylarına itaat

etmisse, simdi de Yahudi liderlerine körü körüne itaatte bulu nuyordu. Alman burjuvazisi psikoloji sorunları ile hiçbir zaman mesgul olmadı. Alman burjuvazisi, kendini daima bu sorunların üstünde gördü. Bu fiili vaziyetin derin nüansını ve açıkça görülen tehlikesini anlamak için bu olay üzerine etraflıca düsünmedi ve biı tartısmada bulunmayı lüzumlu görmedi.

Bilâkis Alman burjuvazisi, siyasi bir hareketle sadece aydınlar dan kurulu bir kadro ile iktidar mevkiine ulasacagına ve bu basarıya kültürsüz bir toplulukla erisilemeyecegine inandı. Alman burjuva partileri hiçbir zaman su gerçegi göremediler. Bir siyasi partinin kuvveti hiçbir zaman

ve yalnızca üyelerinin her birindeki zekâ ve fikri yetenek sayesinde meydana gelmez. Kuvvet

ve basarı ancak da ha ziyâde, üyelerin manevi kumandayı takip hususunda gösterdikleri itaat

ve disiplin ruhundadır.

Kesin ve etki yapıcı olan sey bizzat liderlerdir, iki kuvvetli ordu çarpıstıkları zaman, zafer, orduyu teskil eden askerlerin her birindeki strateji tahsili üstün olan tarafın lehine olusmaz. Bu çarpısmadan, en üstün kumandanı, en çok disiplinli, en körü körüne itaatli ve en çok temkinli olanlardan tesekkül eden ordu galip çıkar.

Felsefi bir sistemi de realite sahasına çıkarmak istedigimiz zaman, bu esaslı mefhumu gözden

uzak tutmamalıyız.

Bugün için karanlık ve bilinmeyen bir tasavvur ve istekten ibaret bulunan ırkçılık fikri parlak bir basarı elde etmek arzusunda ise, bütün ideal sisteminin içinden birtakım etraflıca düsünülmüs ve tedbiri alınmıs ilkeler ortaya koymalı ve bunları gerek sekil ve gerek esas

bakımından büyük bir topluluga kabul ettirilebilecek durumda bulunmalıdır. Bu topluluk, yani

Alman isçi sınıfı, bu fikir ve doktrin ugrundaki mücadelenin, tek basarı garantisidir.

iste bundan dolayıdır ki yeni partinin programı birkaç esaslı ilkede toplandı. Bu ilkeler, yirmi bes maddeden ibaretti. Bu ilkeler halka önce ırkının emelleri hususunda kaba bir sekilde bir

fikir ve hayal vermege hizmet edecektir. Program, bir dereceye kadar "Siyasi bir iman beyannamesi vücuda getirecektir. Bu durum herkesi davamıza çeker. Ayrıca ortak vazifeler ortaya çıkarılarak yeni taraflarla eskiler kaynastırılır.

Bütün bunlar hiçbir vakit gözden uzak tutulmamalıdır. Hedeflerinde kati bir isabet bulunan parti programı kaleme alınırken, önemli olan bazı psikolojik tartısmaları da hesaba katmak mecburiyeti vardır.

Zamanla kanaatler degisebilir ve etraflıca düsünülerek hazırlanan ilkelerden bir kısmı ilerde baska bir sekilde tartısılabilir ve daha j basarılı olarak kâgıt üzerine geçirilebilir, iste bu

yoldaki herhangi bir tesebbüs fena bir netice verir. Tamamen sarsılmaz ve degismez 'bir halde kalması lüzumlu olan bir ilke, münakasanın kucagına atılmıs olur. Halbuki münferit bir nokta inançtan ayrı ve uzak kalır kalmaz, münakasa yalnız daha iyi bir sekilde ve bilhassa inancı takviye eden bir yolda son bulmazsa, iste o vakit bu çekismenin sonu gelmez.

Münakasalar bizi, genel bir belirsizlige sürükler. Bu gibi du-I' rumlarda daima en iyi olan seyi itina ile düsünmek sarttır. Akla su iki soru gelebilir: "Hareketin içinde bir ikilige sebep olan

yeni bir yazı sekli mi, yahut o an için süphesiz hepsinin en iyisi olmayan, fakat bagımsız, saglam ve mükemmel bir iç birlik saglayan bir sekil mi?"

Degisiklik yalnız dıs sekil hakkında düsünülebilecegi için daima buna benzer degisiklik hos karsılanır. Fakat bunda büyük tehlike vardır. O da insanların yüzeysel hareketlerinin kendilerine, "ha-rekef'in esaslı vazifesinin, sadece bir programın yapılmasına ait bir

meseleden ibaret oldugu zannını verir, iste bu durumda, bir fikir ugrunda mücadele etmek iradesi ve kuvveti kaybolur.

Dısarıya çevrilmesi gereken faaliyet, içeriye dogru döner ve program, iç münakasalar içinde yıpranır gider.

Büyük hatalarındaki isabeti hiçbir zaman süphe davet etmeyen bir doktrin için realiteye tamamen uymayan bir ifade biçimini muhafaza etmek, o zamana kadar granit kadar sert kalmıs olan parti inancını genel bir münakasaya mevzu yapmaktan ve bunu ıslaha tesebbüs etmekten daha az zararlıdır.

Parti henüz galip gelmek için mücadele ederken, inancı genel bir münakasaya tâbi tutmak bilhassa imkânsızdır. Çünkü bir doktrinin dıs bünyesinin devamlı degisikliklere tâbi

tutulması, çevrede süphe ve kararsızlık uyandırır. Bu durumda insanlara bir doktrinin isabetli oldugu hakkında inanç ve kanaat kazandınlamaz. 1 Demek oluyor ki, esas nokta hiçbir zaman

dıs sekilde aranma-> malıdır. Esas nokta yalnız derin mânada aranmalıdır. Bu anlam ise hiç degismez. Ben, hareketin büyük çıkarı adına su temennide bulunurum: "Hareket bütün tereddüt ve nifak sebeplerim bir kena ra iterek, kendini basarıya ulastırmak için, gereken kudreti muhafaza etmelidir."

Bu hususta da Katolik Kilisesi'nden ders almamız gereklidir.

Katolik mezhebi birçok noktalarda ve çok defa pek açık sekilde olumlu ilme, teknik ve müsahedeye mukavemet göstermesine ragmen, inançlarının tâbirlerinden bir basit cümleyi dahi feda etmemistir.

Kilise pek dogru olarak takdir ve kabul etmistir ki, kendisinin mukavemet kuvveti, zamanın ilmi neticeleri ile uyusamaz. Esasen bu ilmi neticeler de hiçbir zaman kati addolunamaz. Bu

mukavemet kuvveti de kati surette inançlara baglılıktan dogmaktadır. Tamamı bir iman

vasfım ifade eden sey bu baglılıktır. Onun için bugün, bu kilise her zamankinden çok daha kuvvetle ayakta durmaktadır.

Hattâ bir kehanet halinde temin edilebilir ki, elle tutulması ve gözle görülmesi imkânsız

olayların devamlı degisiklige ugrayan bilimsel kanunlara meydan okumaları oranında, Katolik Kilisesi de bir "sükûnet kutbu" haline girecektir. Hadsiz hesapsız insanların körü körüne baglılıkları da bu "kutba" dogru olacaktır.

Kim ırkçılık fikirlerinin zaferini hakikaten ve ciddi bir sekilde arzu ederse, iste yukarıdaki fikri zihnine iyice sokmalıdır.

Ayrıca böyle bir parti, programının meydana getirdigi sarsılmaz temele sahip olmadan

devamlı ayakta kalamaz. Böyle mukaddes bir mücadeleye atılmıs olan bir parti için emniyetin

ve saglamlıgın sartı bu programdır.

Parti bu programın yazılması isinde zamanın ruhu ile birlikte yürümek hakkına sahip degildir. Tam aksine olarak, program bir kere gayet iyi bir sekle baglandıktan sonra, ona ebediyen

degilse de, sarf edilen gayretler basarıya ulasana kadar mutlaka baglı kalınmah-dır.

Gayeye varılmadan önce, programın herhangi bir noktasının uygun olup olmadıgı hususunda münakasaya girisilmesi parti içindeki birligi bozar. Aynı zamanda bu münakasaya katılan tarafların da mücadele ruhunu zayıflatır.

Fakat, hemen sunu belirtelim ki, böyle bir "ıslahat" hareketi, yapılırsa, yarın yeni bir elestiri konusu açılacagı ve daha sonra daha iyi sekle yerini terk etmeyecegi mânası çıkmaz. Burada yükselen engelleri kim devirir ve ortadan kaldırılsa öyle bir çıgır açılır ki, baslangıçta pekâlâ görüldügü halde, akıbet sonsuzlugun içinde gözden kaybolur, teshis ve tahmin edilemez. Nasyonal Sosyalist isçi Partisi'nin, yirmi bes maddeden ibaret programı ile attıgı temelin, hiç degismez bir halde kalması icap eder. Bu partinin mevcut ve gelecekteki üyelerinin bu yirmi bes maddeyi elestirmek veya degistirmek hakkı ve yetkisi yoktur. 'Mevcut ve gelecekteki üyelere vazifelerini gösterecek, ısık tutacak bu maddelerdir. Eger bu böyle olmaz ve kabul edilmezse, gelecek nesil partiye yeni taraftarlardan kurulu yeni bir kuvvet getirecek yerde, kuvvet ve enerjisini parti dahilinde sadece sekil meselesine ait bir çalısma ugrunda israf

etmekle kalır.

Sonuç olarak, partinin üyelerinin çogunlugu nazarında hareketin esaslı hedefi, bizim etraflıca düsünerek ortaya koydugumuz ilkelerimizin metnini ögretmekten ziyade, bu parti

taraftarlarına verecegimiz ruh olmalıdır. Genç hareketimiz, ismini ve daha sonra programını

yukarıdaki tartısmalara borçludur. Bizim simdiki programdaki tarzımız da bu tartısmalara dayanmaktadır.

Irkçılık fikirlerinin galip gelmesine yardım etmek için bir halk partisi kurmak geregi duyuldu.

Bu parti yalnız aydınlardan tesekkül etmis bir kurmay heyetine sahip degildi, aynı zamanda partide kol isçileri de vardı.

Bu biçimdeki bir teskilâtsız mücadele, ırkçılık nazariyelerine bir vücut vermek, tesebbüslerin tamamını eskiden oldugu gibi bugün ve gelecekte de sonuçsuz bırakırdı. Bundan dolayı, Nasyonal Sosyalist Hareketin, kendini ırkçılık fikirlerinin bir sampiyonu ve temsilcisi gibi sayması sadece bir hak degil, aynı zamanda bir de vazifesidir. Nasyonal Sosyalist Hareketin temelinde bulunan fikirler ne kadar ırkçı olursa ırkçılık fikirleri de Nasyonal Sosyalizm'e o kadar ait bulunur.

Nasyonal Sosyalizm, zafere ulasmak isterse bu hususu kayıtsız, sartsız bir sekilde kabul etmesi lâzımdır. Nasyonal Sosyalist hareketin ırkçılık fikirlerini temsil eden tesebbüslerin

tamamının kendi hareketinin dısında kalması halinde bir sonuç vermeyecegini de belirtmesi görevidir. Esasen birçok durumda bu gibi girisimlerde içtenlik yoktur. Bizim genç

hareketimize, ırkçılık fikirlerim sözlesme ile kabullenmis yolunda bir iddiada bulunursa, buna verilecek cevap sudur:

"Bu fikri yalnız sözlesme ile kabul etmis degiliz. Bu fikri istifade edilecek hale de soktuk." Çünkü eskiden bu ırkçılık kavramından çıkan mâna, milletimizin kaderi üzerinde olumlu bir

tesir yapmaga zerre kadar kabiliyetli olmadıgı seklinde idi. Bu fikirlerde açıklık yoktu, bir biçim birligine rastlanmıyordu. Çok kere birbirleri ile ilgisi bulunmayan ayrı ayrı birtakım konular söz konusu ediliyordu. Bunlar az çok dogru idi. Fakat bazen birbirleri ile çelisiyor- lardı. Birbirleri ile tam bir baglantı yoktu. Bu durum karsısında bu esaslar üzerine bir parti kurmak imkânsızdı. Bunu ise, yalnız Nasyonal Sosyalist Partisi basardı.

Eger bugün, irili ufaklı bütün cemiyetler ve partiler, "ırkçı" vasfını haiz olduklarım iddia ediyorlarsa bu Nasyonal Sosyalist Parti-si'nin icraatının bir neticesidir. Bizim partimizin çalısmaları olmasaydı, ırkçı kelimesini sadece telâffuz etmek bile, bu partilerden hiçbirinin akıllarının kenarına dahi gelmezdi. Bu kelime, bu siyasi tesekküller için bir mâna ifade

etmeye çekti, iste, sadece Nasyonal Sosyalist Alman isçi Partisi bu kelimeye esaslı bir mâna vermis ve onu herkesin dilinin ucuna getirmistir.

Partinin kendi propagandasının basarısı ırkçılık fikrinin kuvvetini göstermis ve digerlerini kazanç hırsı ile veya hiç olmazsa söz ile, ırkçılıkla aynı derecede taraftar görünmeye sevk etmistir.

Bu partiler bugüne kadar her seyi seçimlerin hizmetinde kullanmıslardır. ğimdi de bu partiler, ırkçılık kelimesinde bos ve kıymetsiz bir düsturdan baska bir sey görmüyorlar. Nasyonal Sosyalist Partisi'nin kendi yandasları üzerinde yaptıgı cazibeyi, bu partiler bu hareketleri ile hükümsüz hale getirmek için çalısıyorlar. Bu partilerin bu ırkçılık kelimesini agızlarına almalarına sebep, kendi mevcudiyetlerini düsünmeleri ve Nasyonal Sosyalist Partisi'nin ortaya koydugu doktrinin, bu yolda gösterdigi basarılar karsısında duydukları endiselerdir.

Bu particikler, basarımızın kendileri için tehlikeli olan kaynagını, his ve takdir ettiler. Bu

siyasi olusumlar ırkçı kelimesini sekiz sene önce hiç bilmiyorlardı. Yedi sene evvel bununla alay ediyorlardı. Altı sene önce de aleyhinde idiler. Daha sonra bu kelimeyi kendile rine ithal ederek kullandıkları diger kelimelerle birlikte ırkçı sözün-

. den bir savas narası gibi istifade etmeye basladılar.

Bütün bu partilerde Alman milleti için bir gereksinim olusturan husus hakkında küçücük bir fikir veya fikir kırıntısı mevcut degildir. Bunu anlamak için ırkçı kelimesinin agızlarına yakısmadı-

' gını ve ne kadar hafiflikle telâffuz ettiklerini görmek yeter.

Sözde ırkçı olanların, çogu zaman sabit bir fikirden baska bir jey üzerine dayanmayan

birtakım kapalı plânlar kurmaları tehlikeli bir hal degildir. Bu plânlar belki esasta dogrudur. Fakat bu plânlar,

' sadece göz önünde tutulacak olursa, bir mücadele teskilâtının kurulması hususunda zerre kadar bir kıymet ifade etmezler.

h Ancak, yarısı kendi düsünceleri ve diger yarısı da okudukları

( «serlerden aktarılan bilgilerle meydana getirilen bir programa sahip

' olan bu gibi kimselerin zararları açıkça ırkçılık fikirlerinin üzerine saldıran düsmanlardan daha çok olur. Bunların ortaya koydukları,

, sonuçsuz kalan birtakım kuramlardan ibarettir. Çogu zaman da palavracı olurlar. O kocaman sakalları ile faaliyetlerinin boslugunu örtmeye çalısırlar.

i Bundan dolayı bütün bu âciz tesebbüslere karsı genç, Nasyonal Sosyalist hareketin mücadele sahasına girmis oldugu devrelerin hatıralarını anlatmak yerinde olacaktır.

BÖLÜM 18

Siyasi hâdiseleri takip ederken propaganda faaliyeti ile ciddi biı sekilde daima ilgili oldum. Ben propagandayı Marksist Sosyalist teskilâtın esaslı surette vakıf oldugu ve gayet ustaca kullandıgı bir silâh olarak kabul ediyorum. Bunun bir sanat oldugunu anladım Bu sanatın burjuva partileri tarafından bilinmedigini de gördüm Yalnız, bu silâhtan Hıristiyan Sosyal

hareketi ve özellikle Lueger za manında istifade edildigini ve basarı saglandıgını teshis ettim. Fakat ilk defa, savas sırasındaki basarı ile idare edilen bir propagandanın ne olaganüstü

sonuçlar sagladıgını gördüm. Esasen burada her seyi karsĞNtarafın gözünde incelemek gerekiyordu. Çünkü maalesef, bizim tarafımızdaki faaliyet çok geri idi. Almanlarda önemli nispette propaganda yoklugu, her askerin gözüne açıkça batıyordu. Propaganda ile esaslı surette mesgul olmamın sebebi iste budur. Fiiliyata gelince düsman bize pek parlak örnekler veriyordu. Bizde eksik olan bir konu, düsman tarafından dahiyane bir sekilde ve tam zamanında ortaya konuyordu, Bu, "düsman savas propagandasından gayet iyi faydalandım. Fakat zaman geçtigi halde, bu derslerden yararlanmaları gerekenlerin, kafalarında küçük bir

parça veya küçük bir iz kalmıyordu. Bazıları, baskalarının verdigi dersleri kabul edemeyecek kadar kendilerini akıllı sanıyorlardı ve bazıları ise gereken iyi niyetten yoksundular. Sonuçta bizde bir propaganda yoktu. Bu sahada gösterilen faaliyetin tamamı yanlıs ve eksikti. O kadar yanlıs ve eksikti ki, zararlı olmasa dahi tamamen beyhude bulunuyordu. Esaslı bir tetkikten geçirildiginde Alman propagandasının sekil yönünden yetersiz ve psikoloji bakımından da

hatalı oldugu görülüyordu.

Söz konusu edilen seyin ne oldugu anlasılamıyordu. Yani, propaganda bir araç mıydı, yoksa

bir amaç mıydı? Bunun cevabı sudur: Propaganda bir araçtır, bunun için amacı yönünden hakkında bir yargıya varılmalıdır. Bundan dolayı, seklin, hizmet ettigi amaca yardımcı olması için uygun bir surette intibak ettirilmesi gerekir. Genel menfaat bakımından önemleri çesitli

olan birçok amaç mevcut olabilir. Sonuç olarak propagandanın önemim çesitli sekilde takdir etmek mümkündür. Savas sırasında, ugrunda can verilen amaç insanın hayal edebilecegi amaçların en soylusu ve en büyügüdür. Amaç milletimizin, hürriyeti, bagımsızlıgı ve

güvenligi idi, gelecek için ekmek idi, seref ve namus idi. Muhalif fikirlere ragmen böyle bir seyler mevcuttu ve mevcut olması gerekirdi. Çünkü seref ve namustan yoksun milletler genellikle er geç hürriyet ve istiklâllerini kaybederler. Bu da yüksek bir adalete uygundur. Çünkü serefsiz bir sürünün nesilleri hiçbir hürriyete lâyık degildir. Köle olmak isteyen bir

kimse seref ve namusa sahip olamaz. Eger olmaya kalkarsa, böyle bir namus ve seref kısa bir zaman sonunda hafife alınır. Almanlar, hayat ve insani sartlar için savasıyorlardı. Bu

bakımdan savas propagandasının amacının, savasçılık ruhuna faydalı olması gerekirdi. Amaç

Alman milletinin basarısına yardım etmek olmalıydı.

Milletlerin, dünya üzerinde hayatları ugrunda mücadeleye giristiklerinde ve "var" yahut "yok olmak" konusu ortaya çıktıgında, bütün insaniyet ve estetik tartısmalar hiçe iner. Çünkü bütün

bu inanıslar boslukta kanat açıp durmazlar, insanın hayal gücünde olusur ve daima ona baglı kalırlar, insanın dünyadan gitmesi bu düsünceleri sıfıra indirir. Çünkü, tabiat bunları bilmez.

Bu arada sunu da belirtelim ki bu düsünceler, ancak bazı milletlerde pek az bulunur ve onların hissiyatlarında vücut buldugu nispet dahilindedir. Insaniyetçilik ve estetik, bu fikirlerin

yaratıcı ve koruyucusu bulunan milletlerin ortadan kalktıkları nispette yok olmaya mahkum- dur. Bundan dolayı bütün düsünceler bir ırkın kendi hayatı ugruna giristigi mücadelede ancak ikinci derecede kalacaktır. Fakat bu düsünceler, mücadeleye atılan ırkın bekasım felce ugratır

ugratmaz, kavganın seklini de tespit hususuna hâkim olurlar. Esasen göze çarpan sonuç da budur.

Insaniyetçilik meselesine gelelim. Moltke de bu konuda fikrini söylemistir. O savasta insaniyetin, kavgayı imkân nispetinde süratle idare etmekten ibaret oldugu ve böylece daha

sert mücadele usullerinin insaniyete daha çok hizmet etmis olacagı kanaatinde idi. Fakat böyle bir muhakemeye estetik ve diger konulardaki gevezeliklerle girisilecek olunursa bu

saçmalıklara verilecek tek bir cevap vardır: Hayat mücadelesi gibi yıkıcı bir konu her çesit estetik düsünceleri bir yana iter. insanın hayatında en çirkin sey; esaret zinciridir. Acaba Schvvabing'e benzeyen sembolistler Alman milletinin simdiki akıbetini estetik diye mi kabul

ediyorlar? Bu çesit kültür kepazeliklerinin modem yaratıcısı olan Yahudilerle bu hususta

münakasaya girisilmez. Onların bütün hayatları, isa'nın hayalinde sembolünü bulmus estetigin açıkça ret ve inkârından ibarettir. Fakat, kavga söz konusu edildiginde, madem güzellik ve insaniyet hususları bir tarafa bırakılıyor, o halde propaganda hakkında bir hüküm vermek için

de bunlardan istifade edemezler.

Propaganda savas sırasında, bir amaca ulasmak için kullanılan araç idi. Yani, Alman milletinin hayatı ugrunda yapılan mücadele söz konusu idi. Bundan dolayı propaganda, bu

amaç için degeri olan ilkelerden ha-eket etmek suretiyle muhakeme edilmeliydi. En öldürücü silâhlar, en insancıl silâh durumuna giriyordu. Propaganda daha seri bir zaferin sartı idi ve millete hürriyet, seref ve haysiyetini saglamasına yardım ediyordu. Yasamak için yapılan bu mücadelede "savas propagandası" hakkında aldıgım vaziyet buydu. Hükümetçe bu husus

açıkça anlasılmıs olsa idi, bu silâhın kullanılması sekli hakkında hiçbir zaman tereddüde düsülmeyecekti. Çünkü kullanmasını bilenin elinde, bu silâh gerçekten korkunç ve dehset

verici bir sey oluyordu. Propagandada ikinci bir mesele vardır: Propaganda kime hitap etmeli

idi? Aydınlara mı yoksa halkın az ögrenim görmüs kitlesine mi? Bunun cevabı sudur:

Propaganda daima, özellikle topluluga hitap etmelidir.

Düsünenler için propaganda, sadece bilimsel açıklama olabilir Esas propaganda onun içerdigi husus ile bilim arasındaki ilintidir, yani duvar ilânları ile sanat arasındaki ilgiden ibarettir.

Duvar ilânı, gelip geçenlere arz edildigi sekilde sanatı haiz degildir, ilâncılık sa natı ressamın

sekil ve renkler vasıtasıyla gelip geçenlerin dikkatleri ni çekebilmesindedir. Bir sanat

sergisine ait duvar ilânı yalnız sergi deki sanatı, göze çarptırmak maksadını güder. Bu iste ne kadar çok basarıya ulasılırsa, ilâncılık sanatı da o kadar büyük olur. Ayrıca, duvar ilânı gelip geçen halka serginin mânâsı hakkında bir fikir vermek içindir. Yoksa, bu sergideki büyük

sanatın yerine geçmek için degildir. Yani bütün bütün baska bir seydir. Sanatı tetkik etmek is- teyen bir kimse duvar ilânından baska bir seyi tetkik etmek zorundadır. Ayrıca, sergiyi de üstünkörü dolasmakla yetinemez. O kimsenin, her sey için ayrı ayrı derin bir tetkike dalması

ve sonra bir hükme varması gerekir. Propaganda kelimesiyle ifade ettigimiz amaç da bunun aynıdır.

Propagandanın amacı, tek tek ve ilmi surette fertleri bilgi sahibi kılmak degildir. Vazifesi, kütleleri" dikkatini belirli olaylar, zaruret ve yaptırımlar üzerine çekmektir. Bu hususun önemi

ise halka ancak bu araç ile anlatılabilinir.

Propaganda esasen, lüzum ve zaruret teskil etmedigi konuda duvar ilânında oldugu gibi, çogunlugun dikkatini çekmekten ibaret olup, ilim sahibi olanlara yahut sadece bilgi toplamak niyetinde olanlara ders vermekten ibaret kalmadıkça duygusallıga ve pek az da akla hitap etmelidir. Her propaganda halkın anlayacagı sahada yapılmalıdır. Manevi seviyesini hitap

ettigi toplulugun içindeki kafaları en dar olanların anlayabilecegi biçimde tutmalıdır, 'sartlar dahilinde, taraftar kazanılmak istenilen kimseler ne kadar çoksa propagandanın manevi sevi-

yesi de o kadar asagıda olmalıdır. Propagandanın ilmi bakımdan Ğçerigi ne kadar alçakgönüllü

ise ve toplumun duygularına ne kadar müracaat ederse basarısı da o kadar kesin olur. Basan

bir propagandanın degeri hakkında en büyük delildir. Birkaç okumus kimse veya l', bir iki

genç "estet"in tasvip ve takdiri bunun yanında hiç kalır. Propagandada sanat düsünce gücünün çalıstıgı hallerde, içgüdünün hakimiyeti altındaki büyük toplulukların anlayabilecegi bir

noktaya gelerek, psikolojik yönden uygun bir sekil alıp çevrenin kalbine girecek yolu

bulmaktır. Bu hususun bir de, akıl ve hikmetin en yüksek noktasına çıkmıs sanılan kimselerce anlasılmaması, onların zihinlerinde gururdan baska bir sey olmadıgım ispat eder. Fakat pro-: pagandanın taraftar toplamaya müsait silâhları büyük halk toplu-,„, luklarının üzerlerine çevrilirse, bu hareketten su ders ortaya çıkar: ; Büyük toplulukların temsil melekesi sınırlıdır,

idraki ise küçüktür. Ayrıca hafızadan yoksun olusu pek büyüktür. Bunun için etkili propa- ganda pek az noktalara sahip olmalıdır. Bunlar degismez bir kalıpta ve düsturlar içinde,

gerektigi nispette ileri sürülmelidir. Ta ki, hal km en son ferdi bile bu fikri anlayabûsin. Bu

ilke terk edilerek, dünya boyunca olmak istenirse elde edilecek sonuç küçülür. Çünkü toplu-

luk kendisine sunulan seyi ne anlayabilecek, ne de aklında tutabilecektir. Bundan dolayı basan zayıflayacak ve sonunda da yok olacaktır, iste bu bakımdan izahat ne kadar genis tutulursa, taktigin tayininde de psikolojik yönden isabet o kadar gereklidir. Meselâ Almanya ve Avusturya'da çıkan mizah gazetelerinde düsmanı gülünç hale getirmek tamamen saçma bir

isti. Çünkü bu propaganda ile beslenen okuyucu üzerinde, bir gün karsılastıgı düsman bambaska bir etki bırakacaktı. Alman askeri, düsmanın dayanıklılıgı karsısında o güne kadar

düsman hakkında kendisine verilen bilgilerin ne kadar yanlıs oldugunu ve aldatıldıgını anladı. Böylece askerde dövüsme arzusu artacagı yerde, onun dayanıklılıgı kırılmıs oldu. Asker kendisini ümitsizlige terk etti.

Halbuki ingilizlerin ve Amerikalıların savas propagandaları psikolojik yönden akla uygundu. Kendi milletlerine Almanları barbar olarak gösteriyorlardı. Bu arada her askeri, savasın dehsetlerine karsı koymaya hazırlıyorlardı. Böylece onlar cephede hayal kırıklıgına

ugramaktan korunuyorlardı, Kendisine karsı kullanılan ölüm saçan silâh, onun ilk aldıgı bilgileri dogruluyor ve böylece hükümetinin verdigi teminatın da dogru oldugu kanaatine varıyordu. Böyle düsünen asker, hasmına büyük bir hırsla saldırıyordu, iste böylece hiçbir ingiliz eri, savastan önce memlekette kendisine yanlıs bilgi verilmis diye düsünmüyordu. Halbuki Alman askeri için bunun aksi oldu. Öyle ki Alman askeri, sonunda bütün resmi

bilgileri aldatma ve kafa\sisirme olarak kabul etmeye basladı. Buna sebep, ilk rastlanan esekle propaganda isini yöneltmenin mümkün olacagına inanılmasıydı. Böyle bir görevi, insan

ruhunu en iyi biçimde anlayan usta kimselerin yapabilecegini anlamamıslardır. Alman propa- gandası kültürü seçkin bir zümrenin isledigi üzücü bir hataya en canlı örnegi olusturur. Bu kimselerin çalısmaları, gerekli psikolojik düsüncelerden uzak kaldıgı için istenilenin tam aksi yönünde etki yapmıstır. Gözleri baglı, kulakları tıkalı olmayanlar için, dört buçuk yıl düsman propagandasından ögrenilecek çok sey vardı. Özellikle, mesgul olunan ve hedef alınan bir

konu hakkında sistemli sekilde tek taraflı bir vaziyet almak gerekir. Bu propagandanın en önemli ilk sartıdır, iste bu en önemli ilk sart hiç anlasılmamıs ve gözden uzak tutulmustu. Bu yolda öyle hatalar islendi ki, savasın baslangı-•: çından itibaren yapılan saçmalıkları ancak ahmaklıga hamletmek l gerekirdi. Örnegin bir sabunu öven bir duvar ilâm, aynı zamanda i baska sabunların da iyi oldugunu anlatırsa bu garabete ne denir? l Herhalde sadece bas

sallanır, iste bizim siyasi propagandalarımız da | tamamen buna benzedi. Propagandanın

gayesi çesitli partilerin hak-,. larını güzelce tayin ve takdir etmek degildir. Propagandanın

gayesi ; temsil edilen partinin üstünlügünü açıkça ortaya koymaktır. Propaganda, eger gerçek baska tarafta ise, bunu objektif bir sekilde arastırmaya ve halka dinin adaleti ile açıklamaya kalkısmamalıdır. Propaganda sadece kendisine uygun düsen gerçekleri aramakla ve onları tanıtmakla görevlidir. Savasın getirdigi felâketin sorumlulugunu yalnız Almanya'ya

yüklemenin dogru olmayacagını söyleyerek savas sorumlulugu konusunu tartısmak çok büyük

bir hata idi. Bu sorumlulugu hiç yorulmadan devamlı bir sekilde hasımlarımıza yüklemek gerekirdi. Bu yarım tedbirin sonucu ne oldu?

Bir milletin büyük toplulugu politikacılardan, kamu hukuku profesörlerinden ve hatta yalnız hüküm vermege kabiliyetli kimselerden meydana gelmez. ğüphe ve kararsızlık içinde yüzen kimselerden olusur. Bizim kendi propagandamız karsı tarafa küçükte olsa bir hak verecek olursa, kendi hakkımızdan süphe etmek için bir adım atılmıs olur. Böylece topluluk, hasmın haksızlıgının nerede son buldugunu ve bizim hakkımızın nerede basladıgını tespitte zorluk çeker ve endise içinde kalır. Eger bir de hasım böyle hatalar islemez de bütün kabahati istisnasız karsı tarafa atarsa, bu durum daha da fenalıklar dogurarak ortaya çıkar. Böylece halkımız, daha akla uygun ve devamlı bir sekilde idare edilen düsman propagandasına inanmaya baslar, iste bu is objektiflik illetine yakalanmıs bir millette oldu. Çünkü herkes, Alman milleti ve devleti yok edilme tehdidi altında iken düsmana karsı haksızlık

yapılmamasına çalısıyordu.

Halkın büyük bir çogunlugu tıpkı bir kadın ruh halı içindedir. Bunlar, fikir ve düsünceleri, fiil

ve hareketlerden ziyade duyguların dogurdugu düsüncelerden çıkarırlar. Bu izlenimler karısık olmayıp, gayet basit ve sınırlıdır. Bunların arasında birtakım ince farklar yoktur, sadece sevgi veya kin, hak veya haksızlık, gerçek veya yalan, olumlu veya olumsuz konular vardır. Hiçbir zaman yarım hissiyata tesadüf edilmez, iste ingiltere'nin propagandasını idare edenler

özellikle bu hususları gayet iyi anlamıslardır, ingiliz propagandasında süphe doguracak yarım tedbirlere rastlanmazdı.

Düsmanın halk psikolojisini gayet iyi bildigini gösteren delil, o mezalim propagandası idi. Düsman bu propaganda sayesinde, cephede bozguna ugrasa bile manevi kuvveti korumak için gerekli malzemeyi buluyordu. Savasın tek suçlusu olarak Alman milletim ilân ve teshir

etmekteki basarı da bu hususu dogruluyordu. Bu büyük yalan, küstahça ve taraf tutarak ileri sürülerek halk topluluklarının anlayabilecekleri bir sekle sokuluyordu. Topluluklar duygulan

ile harekete geçerler ve daima asırıya kaçarlar. Bundan dolayı da o koca yalanlara inanırlar. Bu propagandanın basarısı yalnız, dört yıl süren savas boyunca düsmanın karsı koymaya devam etmesi ile degil, aynı zamanda milletimizin üzerinde yaptıgı etki ile de ortaya çık- mıstır. Böyle bir basarının bizim propagandamıza nasip olmamasına sasılmamalıdır.

Propagandamız içerdeki karısıklıklar esnasında te-sirsizlik tohumu saçıyordu. Ayrıca içerigi itibariyle de halkın üzerinde gerekli tesiri yapmaktan çok uzaktı. Bizim o ipe sapa gelmez devlet adamlarımız, insanları ölüme sevk edebilmek için, o mânâsız barısçılık sözleri ile

sarhos etmenin ve costurmanın mümkün olacagını sanmıslardı. Bir propagandada esaslı bir prensibe her zaman kesin bir sekilde uyulmazsa, teskilât içinde gösterilen faaliyetler bir basarı saglamaz. Propaganda gayet sınırlı konulara temas etmeli ve bunları devamlı bir sekilde tekrarlanmalıdır. Dünyadaki diger islerde de oldugu gibi, bunda da sebat ve ısrar basarının en önde gelen sartıdır. Propaganda her seye kanıksamıs kimselerin pesine düsmemeli ve estetlere kapılmamalıdır. Aksi halde propagandanın muhteviyatı, sekli ve ifadesi halkın üzerinde

faaliyet gösterecek yerde, yalnız edebi salonlara devam eden kimselere tesir eder. iste

bunlardan vebadan kaçar gibi kaçmak gerekir. Bunlar güzel hisler duymaktaki yetersizlikleri dolayısıyla daima kendilerine yeni terbiyeciler ararlar. Bu adamlar kısa zaman içinde her seyden bıkarlar, daima degisiklik ararlar. Hiçbir zaman kusursuz bir durumda olan

çagdaslannın seviyesine gelemezler, hatta bunlan anlayamazlar. Propagandayı veya içerigini

pek eskimis buldukları için elestirirler. Onlara daima yeni seyler gerekir. Bu herifler, halkın nezdinde siyasi basarının en öldürücü düsmanı olurlar.

Halbuki propaganda her seye kanıkmıs küçük beylere devamlı vakit geçirecekleri meraklı vasıtaları saglamak için yapılan bir sey degildir. Propaganda kanaat ve telkin içindir, ikna edilmesi söz konusu olan kuvvet de topluluktur. Toplulugun ise daima o agırlıgı içinde bir fikri anlayabilecek duruma gelmesi için bir zamana ihtiyacı vardır. En basit mefhumlar defalarca tekrar edilmeden hafızasını onlara açmaz. Hedef çesitli yönlerden aydınlatılabilir. Fakat her açıklamanın gayesi daima aynı düstura ulasmalıdır. Ancak bu böyle olursa,

propaganda düzgün bir etki yapabilir. Hiçbir zaman bir tarafa sapmadan üstünde yürünen bu yol, daima esit ve metin bir çalısma sayesinde basarıya ermenin imkânını saglar, iste o zaman böylesine sebat ve gayretle nasıl akla, hayale gelmez büyük sonuçlara kavusulacagı hayretle

görülür. Her reklâm ister is hususunda, ister siyasi alanda yapılsın, basarısı devamlı çalısma

ve daimi surette fikri takip etmekle elde edilir. Düsman propagandasını örnek almak ge- rekirdi. Bu propaganda özellikle belirli halk toplulugu için hazırlanmıs birtakım hususlar içeriyor ve bunlar devamlı bir sekilde ısrarla idare edilip savunuluyordu. Esaslı fikirlerin ve

bu fikirleri yayıs usullerinin bir kere basarısı görülünce, savas boyunca bunlar, bir degisiklik yapılmadan kullanıldı, ilk önceleri cüretli iddiaları yüzünden bu propaganda saçma gibi geliyordu. Daha sonra nahos kabul edildi. En sonra ise inanıldı. Dört buçuk yıl sonra

Almanya'da bir devrim çıktı ki, devrimin parolası düsman propagandasından alınmıstı,

ingilizlerden bu silâhın basarısının devamlı kullanılması ile saglanacagı ve bu basarının yapılan bütün masrafları karsılayacagını da ögrendim, ingilizler propagandayı birinci silâh kabul ediyorlardı. Halbuki bizde, propaganda bir sandalye kapamamıs politikacıların son ekmek parçalan veya gazetelerde isletilen küçücük bir damar sayılıyordu.

BÖLÜM 19

Üç sene, (1919-20 ve 21'de) burjuva partilerinin toplantılarına devam ettim. Takip ettigim bu toplantılar benim üzerimde, gençligimde içtigim bir kasık balık yagının yaptıgı tesiri meydana getirdi. Tıpkı bir kasık balık yagım yutmak gibi bir sey... Belki de pek iyi bir sey, fakat tadı

çok korkunç. Eger milletimizi kurtarmak istiyorsak, milletimin elini kolunu baglayıp bu

burjuva partilerinin toplantılarına götürmek ve dısarı kaçmaması için salonun kapısını kapalı tutmak ve toplantının bitimine kadar kimsenin dısarı çıkmasına izin vermemek mümkün

olursa, belki bu takdirde bir iki yüzyıl sonra bir basarı kazanılabilir.

Fakat hemen sunu itiraf edeyim ki, o zaman hayatın benim için bir degeri kalmayacak ve

belki de Alman olmamayı tercih edecegim. Ama ne var ki, Tanrı'ya sükürler olsun, saglam ve ahlâkı henüz bozulmamıs olan halkımızın bu burjuva toplantılarından seytanın kutsal sudan kaçması gibi nefret etmesi, beni teselli etmektedir. Burjuva düsüncesini ve bu düsüncelerin hayranlarım yakından tanıdım. Artık bu pis burjuvaların neden hitabetin kıymetini anlamadıklarına sasmıyorum. Bu üç sene zarfında Nasyonal Almanların, Alman Halk

Partisi'nin, Bavyera Halk Partisi'nin ve Bavyera Merkez Partisi'nin hemen hemen bütün toplantılarını takip ettim, iste, bu toplantılarda saptadıgım durum suydu: Toplantılara

katılanlar bir cinsten ve yeknesak kimselerdi. Yani toplantılara gelenlerin büyük bir çogunlu-

gu esasen partinin üyeleri idiler.

Hiçbir disiplin isaretine rastlanmayan bu toplantılardaki genel hava, devrimlerin gerçeklestigi toplantıları andırmaktan çok, kâgıt oynanan bir kahvehanenin dumanlı pis havasına

benziyordu. Öte yandan, konferans veren hatip de, bu agır havanın bozulmaması Ğçin elinden geleni yapıyordu. Konferans verenler bagırıyorlar di, nutuklarını çok yüksek sesle

veriyorlardı. Fakat aslında yaptıkları is, nutuklarını okumaktan ibaretti. Bu nutukçuklar, bir gazete üslûbu ile veya ilmi bir yazı seklinde kaleme alınmıstı. Nedense kuvvetli ifadelere rastlanmıyordu. Ara sıra ustaca, fakat faydasız nutuklar verildigi de oluyordu. Bu nutuklar,

parti idare heyetlerine dahil olan zevatın lütufkâr bir gülüsmelerine hedef oluyordu. Kahkaha

ile gülmüyorlardı. Bu onlar için münasebetsizlik olurdu. Gizlice kibar bir sekilde gülücükler yapıyorlardı. Bir gün, Münih'te bir toplantıya sahit oldum. Leipzig'de harbin yıldönümü dolayısıyla bir miting yapılıyordu. Daha önceden hazırlanan nutuk bir üniversitenin profesörü tarafından okundu. Yönetim kurulu üyeleri en güzel yerde oturuyorlardı. Üç kisi idiler. Sag ve soldakiler gözlüklü, ortada duran ise gözlüksüzdü. Üçü de redingot giymisti .Bu durumları in- sanda, idam kararına hükmetmis bir mahkeme kurulunun veyahut tantanalı bir vaftiz

merasimine katılanların intibaını uyandırıyordu. Güzel sayılabilecek sözde nutuk pek kötü bir tesir olusturdu. Daha 45 dakika dolmadan mitinge katılanların hepsi, hipnotize edilmis gibi bir uykuya daldı. Mitinge bir sessizlik hâkim olmustu. Bu sessizligi sadece dısarı çıkan bir

kimsenin ayak gürültüsü ve dinleyicilerin gittikçe çogalan esnemeleri bozuyordu. Toplantıda, belki merak ederek, belki de delege olarak hazır bulunan üç isçi, ara sıra saklayamadıkları

alaylı gülümsemelerle bakısıp duruyorlardı. Bu üç kisi, nihayet birbirini dirsekleriyle

dürterek, sessizce toplantıyı terk etti. Dikkatimi çeken tarafları, toplantıyı ne pahasına olursa olsun, ihlâl etmek istemedikleri oldu. Hakikaten böyle bir yerde münakasa etmenin hiçbir faydası yoktu.

Nihayet sesi gittikçe kısılan profesör konferansını bitirdi. Toplantının baskanı olan gözlüksüz zat ayaga kalkarak, âdeta öter gibi profesörün gayet güzel bir sekilde konferans verdigini

söyleyerek toplantıya katılan hemsire ve kardeslerine minnettarlıgını açıkladı. Ona göre

konferans münakasaya yer bırakmayacak sekilde geçmisti. Sonuç olarak, herhangi bir tartısmanın olması, kıymetli vakitlerinin kutsallıgını ihlâl etmek olacaktı. Bundan dolayı, bütün dinleyicileri hislerine tercüman olarak, bir münakasa yolu açmaktan çekiniyordu. Toplantıyı kapatarak hep bir agızdan "Biz hepimiz bir vücut olmus kardes milletiz" marsını söylemeyi teklif etti. Mars söylendi.

En sonunda baskan Alman marsını söylemek teklifinde bulundu. Bu mars da söylendi. Bende, ikinci mars söylenirken seslerin eksilmis oldugu kanaati olustu. Yalnız marsın nakarat kısımlarında sesler çogalıyor ve yükseliyordu. Demek ki herkes, marsın güftesini tam olarak bilmiyordu.

Toplantı dagıldı. Daha dogrusu herkes mümkün oldugu kadar çabuk dısarı çıkmak için

kapılara hücum etti. Bunlardan bir kısmı dısarıda bira içecek, bir kısmı kahve içecekti ve bir kısmı da serbest ve temiz havaya kavusmaktan memnun kalacaktı.

Ben üçüncü kısma dahil olanlardandım. Serbest havaya kavusmak istiyordum. Acaba, yüz binlerce Prusyalı ve Almanın kahramanca mücadelesi bu gibi toplantılarla mı kutlanacaktı? Hiç süphe yok ki hükümet bu hali hos karsılar ve begenir. Çünkü bu bir barısseverlik toplantısıdır. Burada bir bakan için asayis ve emniyet bakımından endise duyulacak bir hal

yoktur. ğevk ve heyecan, hiçbir zaman burjuva adabına tecavüz etmeyecek ve idari hudutları hiçbir zaman asmayacaktır.

Toplantıya gelenler, toplantıdan sonra kendilerini bir birahane veya kahvehaneye atacak, sevk

ve heyecan içinde grup grup sokaklarda dolasarak "Almanya çok yasasın" diye bagırmayacak

ve böylece istirahat ihtiyacı olan zabıta kuvvetinin de canının sıkılmasından endise edilmeyecektir.

iste bundan dolayı bu halkın durumundan ve davranıslarından memnuniyet duyabilirler.

Biz Nasyonal Sosyalistlerin yaptıkları mitingler ise tam aksine sakirt-geçen toplantılardan degildi. Onlarınki ile bizim yaptıgımız toplantılarda iki hayat görüsünün dalgaları çarpısıyordu. Toplantılarımız, hiçbir zaman vatanperverce sarkıların tatsız terennümleri ile degil, tersine ırkçı ve milli ihtirasların ortaya çıkmasıyla sona eriyordu.

Daha isin basından itibaren, toplantılarımızda, kati bir disiplin kurduk, idare heyetine mutlak bir otorite saglamak geregini anladık. Keza, bizim verdigimiz nutuklar burjuva konferanslarmdaki â-ciz hatiplerin gevezelikleri seklinde degildi. Toplantılarımızda sarf

edilen sözler fikir ve kanaatler, mevzu ve sekil itibariyle rakiplerimizin karsı koymalarım davet edecek içerikte idiler.

Toplantılarımıza birçok rakiplerimiz de katıldılar. Bazı kere toplantılarımıza rakiplerimiz kesif bir kalabalık halinde katılıyorlardı. Bu kalabalık birkaç demagogu da arasına almayı ihmal etmiyordu. Yüzlerinden daima su ifade okunuyordu: "Bugün sizlerle kozlarımızı paylasacagız, hesabınızı görecegiz."

Her gelislerinde bunlara, her tarafı parçalamak ve bu ise artık bir son vermek yolunda talimat veriliyordu. Birçok kere bu talimatın icrasına kıl payı kaldı, iste bu sıralarda, bizim idare heyetimizin sonsuz enerjisi ve kendi zabıta teskilâtımızın sert mücadele kabiliyeti, âdi rakiplerimizin emel ve tasavvurlarına set çekti. Bizlere karsı galeyana gelmeleri için birçok sebep vardı. Bizim duvar ilânlarımızın kırmızı rengi, onları toplantılarımıza çekiyordu. Komünistlerin kızıl renklerinden istifade ettigimiz zaman burjuvalar dehset içinde kaldılar ve

bu davranısımızı pek süpheli bir sey olarak kabul ettiler. Nasyonal Almanlar, bizlerin esas itibariyle bir nevi Marksizm'i müdafaa ettigimizi, çekirdek halinde birer sosyalist oldugumuzu yayıyorlardı. Çünkü bu kalın kafalılar bugüne kadar hakiki Nasyonal Sosyalizm" ile

"Marksizm'in arasındaki büyük farkı anlayamamıslardı. Rakiplerimiz toplantılarımızda

"Baylar ve Bayanlar"a hitap etmeyip, sadece vatandasımıza hitapta bulunmamızı ve birbirimize bir parti arkadası muamelesi ettigimizi görünce bizi "Marksist" zannettiler. Bizler çogu zaman tavsan postuna girmis bu ahmak burjuvaların panige kapılıslarına

kahkahalarla gülüyorduk. Bu rakiplerimizin, bizim kaynak, niyet ve gayemiz hakkında sanki büyük bir bilinmez ile karsı karsıya kalmıs gibi kafa patlatmalarına gülmemek elde degildi. Duvar ilânlarımızda kırmızı rengi tercih edisimizin sebebi suydu: Solcuları hiddetlerinden köpürtmek, onların nefret ve galeyanlarını tahrik etmek, böylece hiç olmazsa sabotaj

yapmaları için toplantılarımıza gelmeye onları mecbur bırakmak. Çünkü fikriyatımızı bu kimselere duyurmanın yegâne sekli bu idi. Bu taktige, uzun uzadıya düsündükten sonra basvurduk, iste o vakitler, düsmanlarımızın kendilerini sasırmıs ve âciz kalmıs hissettiklerini anladıkça devamlı bir sekilde taktik degismelerini görmek ve bu hallerini takip etmek bizlere keyif veriyordu. Önceleri, kendi tarafla rina bizim toplantılarımızı önemsememeleri ve katılmamaları en ı M ni verdiler. Bu yasaga genellikle uyuldu. Fakat, yavas yavas içlerin den bazıları bu yasaga ragmen toplantılarımıza geldi. Gitgide sayı 1.1 n çogalmaya basladı. Artık doktrinimiz onlara tesir etmeye basl.ı mıstı. iste bu sırada rakip liderler yavas yavas

sinirlendiler ve endi seye düstüler.

Endiseye kapılan ve sinirlenen rakip liderler, bu gelismeye kaı sı seyirci kalmanın mümkün olamayacagını kabul ederek, teren usulleri ile bu vaziyete bir son vermek icap ettigine kanaat getirdi ler. iste bundan sonra kızıl liderler, egitim görmüs, bilinçli proleteı lere basvurdular. Artık salonlar toplantılarımız baslamadan 45 dakı ka kadar önce isçilerle doluyordu. Toplantılarımız, fitilleri tutustu rulmus oldugu için her an havaya fırlayacak barut dolu

fıçılar.ı benziyordu. Fakat hiçbir zaman bu patlama meydana gelmedi.

Bu isçiler, toplantılarımıza bize düsman olarak geldiler, belki taraftar olarak degil ama, hiç olmazsa kendi ögretilerinin kıymetsi: bir sey olduguna kanaat getirerek döndüler.

Ben, üç saat kadar süren nutuklarımdan sonra, taraftarlarımız la, rakiplerimizi kaynastırıp, heyecanlı tek bir kütle haline getirme ye muvaffak oluyordum. Artık toplantılarımızı bozmak

ve dagıtmak için verilen isaretler ve emirler hükümsüz kalıyordu, iste bu durum karsısında rakip liderler büyük bir korkuya düstüler. Yapabilecekle ri tek ise basvurdular. Tekrar, isçilerin toplantılarımıza gelmelerine mâni oldular.

Toplantılarımıza, bu ikinci yasaktan sonra gelenler azaldı. Fakat, aradan çok zaman geçmeden aynı hareket ve aynı faaliyet tekrar basladı.

Yasaga uyulmuyordu. Yoldasların sayısı gittikçe arttı. Sonunda, radikal taktik taraftarları yine üstün geldiler. Tekrar su karara varıldı: Bizim toplantılarımızı takip edilmesi olanaksız

duruma getirmek. \

Yaptıgımız iki, üç... sekiz, ya da on toplantıdan sonra anlasıldı ki, bizim toplantılarımızı

basmak tasarısı, uygulama alanına koymaktan daha çok teoride kolay bir is olarak kalıyordu. Her toplantı sonunda komünistlerin kayba ugradıkları anlasılıyordu. Tekrar isçi sınıfına su anons yapıldı: "Yoldaslar kadın ve erkek isçiler, Nasyonal Sosyalistlerin toplantılarından sakınınız!..." Komünistlerin bizimle olan mücadelelerindeki degisiklik kendi basınlarının yayınlarından anlasılıyordu. Çok kere bizleri sessizligin içine gömmek arzusunu gösterdiler.

Daha sonra bu usulün de tesirsiz kaldıgını görerek, tekrar terör hareketlerine lüzum duydular. Gün geçtikçe bizden su veya bu sebeple bahsediliyordu. Kendi

aralarında, isçilere bizim genç hareketimizin çok gülünç oldugu hakkında birtakım zırvalar anlatılıyordu. Fakat bu zavallı efendiler, taktiklerinin hiçbir faydasını görmediklerini yavas yavas anlamaya

j basladılar. Bu âdi hareketlerinin bize zararı degil, faydası dahi olu-

i yordu.

Çünkü bu efendilerin dedikleri gibi, bizim genç hareketimiz gülünç idiyse, neden bu kadar bu hareketle mesgul olunuyordu.

iste böyle düsünenlerde merak uyanıyordu. Bunun üzerine bir yarı geri çekilme taktigine basvurdular. Bir müddet de bizleri, insanlıga kastetmek isteyen korkunç caniler olarak göstermeye basladılar. Makale üstüne makale yazdılar. Yalan uyduruyordular. Devamlı bir

sekilde bize yakıstırdıkları cinayetleri ballandıra ballandıra anlattılar, yazdılar.

Aradan çok geçmeden bu hücumun da bizim genç hareketimize zerre kadar bir tesiri olmadıgını gördüler. Zavallıların basvurdukları bu yalanla saldırgan hücum taktigi hakikatte bütün dikkatleri bizim üstümüze çekti ve bundan kızıllar degil, biz faydalandık.

Bunun üzerine ben su biçimde hareket etmeye karar verdim. Faaliyetimizde bir degisiklik yapmayacaktık. Komünistler, istedikleri kadar bizi hafife alsınlar, bizimle eglensinler ve bizlere sövüp saysınlar, hareketimizin istikametini hiçbir surette degistirmeyecektik. Bu âdi

iftiraların hiç ehemmiyeti yoktu, isterlerse bizi birer maskara veyahut birer cani olarak teshir etsinler. Bizim için hiç mühim degildi. Esas olan bizden bahsetmeleri, bizlerle mesgul

olmaları, kendi aralarında bizleri konusmaları idi ve en mühimi, yavas yavas isçinin nazarında, bizim ile mücadele edilmesi icap eden bir kuvvet gibi görünmemizde idi. Hakikatte ne oldugumuzu, ne istedigimizi maksadımızın esasını günün birinde basının bu

köpek sürülerini andıran Yahudilerine gösterecektik. Toplantılarımızın tam anlamıyla sabote edilememesinin tek sebebi kızıl liderlerin korkuları idi. Bu korkaklıkları akla hayale sıgmayacak kadar büyüktü. Bütün müskül anlarda bu kızıl liderler, ileri saflara astları sür- düler. Kendileri ise daima, kavganın meydana geldigi salonların dısında kalıp, sonucu beklediler.

Bunların niyetleri hakkında, gayet saglıklı bilgiler alabiliyorduk. Bu sıhhatli bilgileri, yalnız bazı taraftarlarımızı kızıl teskilât içinde bırakmakla temin etmiyorduk, aynı zamanda kızıl propagandacıların gevezeliklerine kulak kabartmamız da çok iyi bilgi toplamamıza yardım ediyordu. Bu gevezelerden çok faydalandık. ğunu • esef ederek söyleyeyim ki, Alman milletinde bu denli gevezelige çok tesadüf edilir. Bir plân hazırlanınca, nedense Almanlar agızlarını tutamazlar. Çogu zaman yumurtlamadan gıdaklarlar.

Biz birçok defa, aleyhimizde hazırlanan genis suikast plânlarım bu sayede ögrendik. Böylece komünist sabotaj ekipleri, hiçbir zaman kapı dısarı edileceklerini akıllarına getirmedikleri bir anda kendilerini salonun dısında buldular.

O günlerde toplantılarımızın emniyet ve asayisini bizzat temin etmeye mecburdum. Hükümetin himayesine hiçbir zaman itimat edilemezdi. Hattâ hükümet tam aksine olarak toplantılarımızda gürültü çıkaranları himaye ediyordu. Çünkü hükümet kuvvetlerinin tek müdahalesinin esas neticesi, toplantıyı dagıtmaktan ibaretti. Kızılların da tek istekleri ve amaçları bu degil miydi?

ise bu hususta emniyet kuvvetlerince bir usul meydana getirilmistir. Bu usul hukuka aykırı ve sonucu en kötü bir harekettir. Hükümet erkânı, bir toplantıyı yarıda bırakmak için tesebbüsün oldugunu haber aldıgında, emniyet ve asayisi bozanları tutuklamak yerine, biz masumları toplantımıza devam etmekten alıkoyuyordu. Bir emniyet memuru bu usulü büyük bir aklın ve hikmetin eseri (!) ve kanuna aykırı bir faaliyete meydan vermemek için basvurulan bir tedbir

(!) olarak vasıflandırıyordu.

Bundan çıkacak sonuç sudur: Azmetmis bir haydut, namuslu bir adatnı, her türlü siyasal

hareket ve faaliyetten daima alıkoymak imkânına sahiptir. Devlet ise emniyet ve asayis adına,

bu azılı haydudun önünde egilir ve böylece masumane bir sekilde haydudu tahrik ve tesvik eder.

iste biz Nasyonal Sosyalistler, herhangi bir yerde bir toplantı yapmak için faaliyete geçsek sendikalar kendi üyeleri ile bizim bu toplantımızı dagıtacaklarını söyleseler, polis bu durum karsısında santajcı kızılları hapse tıkmadıgı için, bizi toplantı yapmaktan men eder. Hattâ bu kanun adamları, birçok kere, toplantı yasagım bize , yazılı olarak teblig etmek suretiyle bu mantıga sıgmayan hareketlerini yüzsüzce uyguladılar.

Toplantılarda bu gibi hareketlere karsı müdafaa tedbiri alınmak Ğsteniyorsa, yapılacak sey asayisi ihlâl edecek olan tesebbüsleri daha Ğsin basından itibaren zararsız hale getirecek çareler aranmalıdır.

Ayrıca su husus da akıldan uzak tutulmamalıdır. Toplantının sadece emniyet kuvvetlerinin

himayesi altında cereyan etmesi, toplantıyı tertip eden liderlerin halk nazarındaki itibarını sarsar. Büyük bir polis kuvvetinin himayesine ihtiyaç gösteren toplantılar, halkın nazarında hiçbir ehemmiyet ve cazibeye haiz olamazlar. Keza, milletinin asagı tabakalarının nazarında basarının ilk önemli sartı bir kuvvet gösterisinde bulunmaktır.

Cesur bir adamın, bir korkaga kıyasla kadınların kalplerini kolaylıkla fethettigi gibi,

kahramanca bir hareket de, bir milletin hassas kalbini, korkakça ve polis kuvvetinin himayesi sayesinde yapılabilen bir toplantıdan çok daha kolay elde eder.

iste bütün bu sebeplerden dolayı, bizim partimiz hayatını koruması ve devam ettirebilmesi için, kızıl teröristlere karsı bizzat tedbir almalı ve rakiplerinin hareketlerini kendi kuvvetleriyle bizzat ezmelidir.

Bizim toplantılarımızda asayis, mitinglerimizi emin bir psikoloji ruhu ve enerji ile idare etmek

ve aynı zamanda sükûneti korumakla vazifeli arkadaslardan kurulu bir teskilât sayesinde temin edildi.

Bir toplantı tertip ettigimiz zaman, bu toplantının hâkimi bizden baskası degildi.

Kızıl rakiplerimiz sunu pek iyi biliyorlardı: Bizi tahrik edecek, toplantımızda gürültü çıkaracak grup, bize oranla kalabalık da olsa, örnegin bes yüz kisiye karsı bir düzine kadar olsak bile kapı dısarı edilecektir, iste bu sıralardaki ve özellikle Münih dısındaki toplantı-

larımızda yüzlerce rakibimizin karsısında on bes on altı Nasyonal Sosyalistin bulundugu oldu. Bu orantısız duruma ragmen biz herhangi bir tahrik hareketine müsaade etmedik. Toplantılarımızda hazır bulunanlar maglûbiyeti kabul etmektense, dayak yemegi göze

aldıgımızı pek iyi biliyorlardı. Çok defa, öyle anlar oldu ki, biz bir avuç arkadasla, köpekler

gibi uluyan, patırdı gürültü eden büyük kızıl toplulugun, kahramanca üstesinden geldik. Biraz korkak olmasalardı, on, on bes kisiye karsı en sonunda galip gelebileceklerini anlayabilirlerdi. Fakat bu galibiyeti elde edebilmeleri için kendi arkadaslarından birkaçının kafasının patlaması icap edecekti, iste bunu göze almak cesaretini göste-remiyorlardı.

Marksçıların ve burjuvaların toplantılarmdaki stratejiyi uyguladık. Bu uygulamalardan gayet iyi sonuçlar aldık. Marksçılar kendi toplantılarına burjuvalar tarafından bir sabotaj yapılmayacagını bildikleri halde, toplantılarda körü körüne bir disiplin kurmuslardı Halbuki Marksçılarda toplantı dagıtmak emeli pek siddetli bir sekil de kendim gösteriyordu. Hattâ, kendilerine rakip olanların toplantı larında gürültü çıkarmakta çok yetenekliydiler. Ayrıca,

birçok ilde yalnızca Marksist olmayan bir toplantı yapmanın bile proletarya aleyhinde bir hareket oldugu fikrim yaymıslardı.

Hele hele, Marksçılar islerine gelmeyen bu toplantılarda isçileri birer kukla gibi oynattıklarının ve yaptıkları hıyanetlerin listelerinin açıklanacagı ve halkı aldatmak için uydurdukları yalanların ortaya dökülecegini tahmin ederlerse büsbütün azarlar. Böyle bir toplantı mn yapılacagı ilân edilince, bütün kızıl basın korkunç bir gürültü çıkarır. Çogu

zaman, kanun aleyhtarlıgını kendileri için bir sistem kabul eden bu alçaklar, önce hükümete basvurarak, proletarya aley hindeki bu tahripkâr toplantının, birtakım sonucu vahim olayla ı a gebe oldugu gerekçesi ile derhal yasak edilmesini rica ederler, hatta tehdit yolu ile isterler. Marksistler, dillerini yönetimin aptallıkların,ı uydururlar ve isteklerine kavusurlar.

Eger, tesadüfen, bulundugu mevkie lâyık olmayan bir maymu na rastlamazlar ve hakiki bir Alman memuru ile karsılasırlarsa, isi r o vakit proletaryaya karsı bir tahrik hareketine fırsat verilmeyecegi ne dair beyanname yayınlayarak, sefil burjuvaların suratlarını proletaryanın kemikli yumrugu ile parçalamak için proleterlerin toplan tıya gelmelerini ilân ederler.

x

xBu burjuva toplantıları bir âlemdir, idare heyeti endise ve koı ku içindedir. Çogu zaman

böyle bir tehditle karsılasınca toplanı ı yapmaktan vazgeçerler. Bazen korku, bu pis

burjuvaları o kad.u saskına çevirirdi ki, toplantı saat sekizde baslayacagı yerde, saat sekiz kırk bese veya dokuza kalırdı. Toplantının baskanı salonda bu lunan muhalif gruba bin türlü saklabanlık yapar ve kendilerinin kanaat ve fikirlerine istirak etmeyenlerin de toplantıya yetisebilmeleri için, baslama saatini geciktirdiklerine dair bin türlü yalan söyler. Baskan, bu toplantının maksadı arasında, hiçbir kimseyi fikir ve kanaatlerinden ayırmanın bulunmadıgım beyan eder. Toplantı baskanının sözlerinden anlasılacagı üzere ancak fikir münakasası sonun-

da bir anlasmaya varılır ve bu fikirler arasında bir köprü kurulabilir.

Bakın burjuvaların iddiaları nasıldı? Herkes cennete kendi bildigi tarzda ulasabilirdi. Sonuç olarak herkese fikir ve kanaat hürriyeti verilmeli idi. Bu esasa göre konferans veren hatip sözlerine baslamak için müsaade rica eder. Hemen ilâve ederler, bu nutuk zaten uzun sürmeyecektir. Hiç olmazsa bu toplantıda isçi kardesler ara-sında bir anlasmazlık bulunmamasını isterler.

îste, bu toplantılarda sol tarafta oturan Alman kardesler hiç alicenap davranmazlar. Konferansı veren hatip daha sözlerine baslamadan, gayet siddetli bir sekilde küfürlere muhatap olur. Neticede pis burjuvalar piliyi pırtıyı toplamak mecburiyetinde kalırlar. Korku yüzünden çektikleri acı kısa sürdügünden dolayı, onları sanslı saymak pek yanlıs olmaz.

Bu burjuva toplantılarının serçe pehlivanları sahneyi küfür, tezyif ve tahkir altında terk ederler, çogu zaman da kafa ve gözleri sismis bir vaziyette merdivenin basamaklarım ikiser üçer atlayarak sokaga kaçarlar.

Biz Nasyonal Sosyalistlerin tertip ettigi toplantılar, Marksistler için bir yenilik oldu. Bizim toplantılarımıza bu kızıllar birçok defa oynamıs oldukları komediyi yine sahneye koyacaklarından emin olarak geliyorlardı.

Agızlarında hep su cümle vardı: "Bugün su adamların islerim görecegiz!" Bazı kere, bu kızıllardan birinin arkadasına, salona girerken yüksek sesle böyle söyledigi olurdu. Fakat bu kızıl, ikinci bir cümle söylemeye fırsat bulamadan sokakta kendine gelirdi.

Toplantılarımızı idare etmek için bizim kendimize has usullerimiz vardı. Biz Nasyonal Sosyalistler, halktan konferansı lütfen dinlemesini talep ve rica etmezdik. Hiçbir zaman toplantılarımızda bitip tükenmez bir münakasa vaat etmezdik. Dinleyiciye toplantının sahibi

ve hâkimi oldugumuzu önceden açıklar ve ilân ederdik. Bir kere dahi olsun, hatibin sözünü kesmeye cüret edecek bir kimsenin gözünün yasına bakılmadan kapı dısarı edilecegi haber verilirdi. Bu denli bir küstahlıkta bulunacak kimsenin basına geleceklerden sorumlu olamayacagımızı önceden söylerdik. Vakit olur da, canımız isterse belki bir münakasa kabul ederdik. Yoksa, toplantılarımızda hiçbir münakasanın cereyan etmesine fırsat vermezdik.

Bütün bunları toplantıyı takibe gelenlerin kafalarına soktuktan sonra, "simdi söz hatip falan kimsenindir" diyerek toplantıyı açardık.

iste bu sekil davranısımız dahi, kızılları hayretten hayrete düsürüyordu.

Bir kere, bizim partimizde bu toplantılarda asayisi saglamakla görevli olan ve bu is için pek

iyi hazırlanmıs bir salon güvenlik teskilâtımız vardı. Burjuva toplantılarında asayisi saglayacak kimseler, itaat ve saygı görebilsinler diye yaslı kimselerden olurdu. Kızıllar ise yasa, saygıya ve otoriteye kulak asmadıkları için burjuva toplantılarında asayisi saglayacak ekip âdeta yok gibiydi. Bizim mücadelemizin daha basından itibaren bu asayis isini saglayacak ekiplere daima genç arkadasları aldım. Bunlann çogu askerlik arkadaslarım idi.

Bazıları ise partimize yeni kaydolmus gençlerdi. Bunlara daima sunu söyledim: Terör ancak

terör ile yokedüir, dünyada yalnız cüretkar ve aziroh kimse her zaroan galip getir. Biz, kudretli, asil ve yüksek bir Sikir ugranda mücadele ediyoruz. Bu Bkir kanımızın son damlasına kadar müdaafa edilmeye deger bir fikirdir.

Genç arkadaslarım su kanaat ile dolu idiler: Aklın bingi yerde, son karar cebir ve siddete

aittir. En iyi müdaafa silahı ise, saldırıya geçmek-tir.Güvenlik teskilâtımızın çalçene

heriflerin kulüplerine benzemedigini, enerji dolu bir mücadele toplulugu oldugunu her yana yaymak gerekiyordu. Bu gençlik böyle bir parolaya susamıstı.

Bizim mücadeleyi baslatıp, hedefine vardıracak olan neslimiz bir hayal kırıklıgı içinde idi, derin bir nefret ve isyan duyuyor ve korkak burjuvaları hakir görüyor, bunlardan âdeta

tiksiniyordu.

Memleketteki bu degisikligin, burjuva hükümetin milletimizin canlı kuvvetlerinin imhasına fırsat verdigi için meydana geldigi ortada idi. Alman milletini himaye edecek yumruklar hâlâ vardı. Fakat bu yumrukları sevk ve idare edecek baslar eksikti.

Ben, bu gençlere^vazifelerinin önem ve gerekliligini anlattıgım, dünyanın en büyük akıl ve hikmeti, eger kendisine hizmet edecek bir kuvvet ve idareden mahrum ise; her büyük sulh esefinin ancak kuvvetle himaye edilmesi lâzım gelecegi için yok olacagına izah ettigim zaman, gençlerin gözleri pırıl pırıl ısıldıyordu.

Konusmalarım sayesinde gençler, mecburi askerlik hizmetlerini bambaska bir biçimde

görmeye basladı. Benim anlattıgım askerlik vazifesi ölü bir devletin otoritesi altında, kaskatı olmus yası geçkin bir memurun tasavvur ettigi mânada bir askerlik hizmeti degildi. Ben, ferdi hayatı feda ederek, her zaman ve her yerde, bütün bir milletin hayatını korumak için canlı bir suurun idrak ettigi bir askerlik hizmetinden bahsediyordum.

Bu gençler, kavganın içine büyük bir heyecanla, sevkle atılıyorlardı. Toplantılarımızda gürültü eden kızılların üstlerine, sayıca üstün olduklarına bakmaksızın ve buna hiç önem

vermeksizin, esekarısım andıran bir sekilde saldırıyorlardı. Hiçbir zaman yaralanmaktan ve kanlarım dökmekten çekinmiyorlardı. Onların ruhlarına, yalnız hareketimizin kutsal görevine yol açmak düsüncesi dolmustu.

Partimizin emniyet teskilâtı, 1920 senesinin yaz aylarında açık nizamnameler ile kayıt altına alındı. 1921 senesinin yazına dogru teskilâtımızı muhtelif gruplara ayırdık. Bunu yapmamız özellikle gerekliydi. Çünkü, gün geçtikçe faaliyetimiz büyük bir hızla artıyordu.

Münih'teki, Hofbrauhaus dügün salonundaki toplantılarımıza devam ettigimiz gibi, yine bu

sehirdeki diger büyük salonlarda da çogu zaman toplantı tertip ediyorduk.

Münih'te burjuvaların devam ettigi büyük bir birahane olan Bürgerbrau ve yine büyük bir birahane olan Kindkeller'de 1920 ve 1921 yıllarının sonbahar ve kıs aylarında gittikçe büyük

bir alâka gören görkemli toplantılar yaptık.

Bu arada degismeyen bir oyun her toplantımızda oynanıyordu. Alman Nasyonal Sosyalist isçi Partisi'nin toplantılarının yapıldıgı salonun kapısı, toplantı baslamadan önce polis tarafından kapatılmak isteniyordu. Çünkü salon "agzına kadar" dolmus oluyordu.

Bu sıralarda güvenlik teskilâtımız, bizi pek önemli bir sorunu çözümlemeye zorladı. Bugüne kadar hareketimizi temsil eden bir isaret, bir bayrak yoktu. Bu türlü sembollerin bulunmayısı

yalnız o günler için birtakım sorunlar ortaya koymakla kalmaz, gelecek için de zararlı olurdu. Partimizin bir sembolü olmayısının sıkıntısı, özellikle partililerin birlik olduklarına dair hiçbir harici alâmete sahip olmadıklarını göstermesidir. Aynı zamanda uluslararası isarete

(Marksizm'in isaretine) karsı koyacak bir sembolden partinin mahrum bulunması gelecek için

de parti hesabına zarar teskil ederdi.

Ben, gençligimden bugüne kadar, bu gibi sembollerin psikolojik önemlerini yakından tespit etmis ve görmüstüm. Bu fırsat elime sık sık geçmisti.

Savastan (Birinci Dünya Savası kastedilmektedir) sonra sarayın önünde ve Lugarten'de Marksçılarm tertip ettikleri mitingleri takip ettim. Bu mitinglerde kırmızı bayraklar, kırmızı pazubandlılardan, kırmızı çiçeklerden olusmus tahminen yüz binin üstündeki "Kızıl toplu- lugun dıs görünüsü hakikaten tesirli olmustu. Halktan bir kimse olarak bu kadar düzgün ve tesirli bir manzara arz eden mitingin kasvetli telkinine maglûp olmayı bizzat gördüm,

hissettim ve anladım.

Burjuva partisi, siyasi bir parti sıfatıyla hayat hakkında hiçbir felsefi düsünceye sahip olmadıgı gibi, kendi faaliyetini ifade eden bir bayraga da nulik bulunmuyordu.

Vatanperverlerden kurulu burjuvazi, Reich'm renkleri ile süslü idi. Partinin basında olanlar,

bu sembol benzerligi yüzünden, kendi faaliyetlerini, devlet ve Reich'm faaliyetleri ile birlestiriyorlar di. Fakat, hakikat burjuvaların düsündükleri gibi degildi. Reich'm temeli,

Alman burjuvazisinin bir yardımı olmadan atılmıstı ve Reich'm bayragı savasın bünyesinden

dogmustu. Demek oluyor ki, bu bayrak bir devleti temsil etmekte i-di ve özel bir felsefi mânaya sahip bulunmuyordu.

Alman Avusturya'sında, Avusturyalı Nasyonal Burjuvazi kendi partisinin bayragı olarak 1848 renklerini tercih etmisti. Bu renkler, siyah, kırmızı ve sarı idi. Avusturyalı Nasyonal Burjuva Partisi bu renkleri kendi bayragına alarak öyle bir sembol yarattı ki, bununla ideolojik bir

mânası olmayan, fakat devlet bakımından dev rimci bir vasfı bulunan bir sembol meydana getifdi. Bu, siyah-kır mızı-sarı renklerden meydana gelen bayragın en azgın yandasları, Sosyal Demokratlar ve Sosyal Hıristiyanlar oldu. iste, bu husus hiç unutulmamalıdır. Bu

renklere söven ve asagılayanlar bunlardı. 1918 yılında bu renklerî^söp kutularına atmıslardı. Kuskusuz eski Avus turya'daki Alman partilerinin siyah-kırmızı-sarı renkleri, 1848 yılı nın renklerinden baska bir sey degildi. Yani, Yahudi toplulugunda gizli kalmasına ragmen en serefli Almanların ruhları tarafından temsil edilen dönemin renkleri idiler.

1 1920 senesine kadar Marksizm'e karsı, fiiliyatta kızülarınkine tam manasıyla zıt bir hayat olusumu meydana getiren ve ifade eden

' bir bayrak ortaya çıkmamıstı. Alman burjuvazisinin en saglam partileri, 1918 senesinden sonra Reich'm birdenbire bulunmus olan siyah-

!ı kvrmızı-sarı renklerin meydana getirdigi bayragım kabul etmeye ya-

• nasmamıslarsa da, yeni egilimlere karsı koymak üzere ve mahvolmus imparatorlugun tekrar kurulması fikrinden baska gelecege ait bir programa da sahip degillerdi, iste, Reich'm siyah- kırrmzı ve sarı renklerin meydana getirdigi, eski bayragının tekrar ortaya çıkmasının sebebi buydu.

i Fakat hiçbir zaman su unutulmamalıdır ki, bu bayrak altında dövüsmüs ve bütün kurbanların yere serilmis oldugunu gören bir

ı- Almana, o esi bulunmaz eski renkler, pek kutsal ve yüce görünmek-

' le beraber, gelecek ugrunda bir mücadelenin sembolü olamazdı. Demek ki, Marksizm'i yok etmek için girisilen harekete böyle bir bayrak pek az uygun düserdi.

Alman milleti için eski bayragını kaybetmis olmak hakikaten bir saadetti. Ben, bu hususu müdafaa ediyor ve iste bu noktada bur-

, juva politikacılarından ayrılıyordum. Biz, cumhuriyetin kendi bayragı altında yaptıgı seyi lakaydine telâkki ediyorduk. Fakat hayatımızın her anında en serefli varlıgımız olan savas bayragını, bir fuhus için yatak çarsafı hizmetini görmesine meydan vermemis olmasından

dolayı cumhuriyet yönetimine tesekkür etmemiz gerekir. Kendini ve vatandaslarını satan bugünkü Reich o, seref ve kahramanlık bayragı olan siyahbeyaz ve kırmızı renklerini hiçbir zaman kullanmamalı idi.

ğimdiki rejim, Kasım harekâtından utanma devam ettigi müddetçe, bu utanılacak harekâtın nisanını tasımalıdır. Çünkü, bugünkü rejimin daha serefli bir mazinin sembolünü çalmaya

hakkı yoktur. Burjuva politikacılar sunu bilmelidirler: Kim, siyah, kırmızı ve beyazlı bayragı bugünkü devlet için isterse mazimize karsı bir hırsızlık yapmıs olur. Eskinin bayragı ancak

eski zamanın imparatorluguna uygun düserdi. Tanrı'ya sükürler olsun ki, bugün cumhuriyet idaresi, kendine en uygun düseni seçmis ve siyah-sarı-kımızı renklerini almıstır. Biz Nasyonal Sosyalistler olarak, eski bayragın kullanılmasını, hareketimizin manalı bir sembolü gibi kabul etmiyoruz. Çünkü eski hataları, tekrar canlandırmak niyetinde degiliz. Biz Nasyonal Sosya- listler yeni bir devlet kurmak istiyoruz, iste bugün bu yolda Marks-çılıga karsı mücadele eden hareketin bayragı da yeni devletin sembolü olmalıdır.

Yeni bayrak isi, yani bayragın renk ve seklinin tespiti bizi bir hayli mesgul etti. Her taraftan

iyi niyetlerle dolu tavsiye ve teklifler geliyordu. Fakat bütün bu teklif ve tavsiyelerde bir kıymet yoktu.

Yeni bayrak, aynı zamanda biz Nasyonal Sosyalistlerin mücadelesini ifade etmeli ve bir fikri,

bir görüsü telkin edici biçimde olmalıydı. Görünüste bu konu önemsiz gibi gelir. Fakat halkla teması olanlar bilirler ki, bu ayrıntının önemi pek büyüktür. Tesir yapıcı bir isaret yüz

binlerin, hareketimize karsı ilk ilgisini uyandırabilir.

Bu hususu bildigimiz için sagdan soldan gelen beyaz zemin üzerine bir sembol konması

seklindeki teklifleri reddettik. Çünkü böyle bir sey, eski devleti veya amacı ortadan kalkmıs

bir vaziyeti tekrar ortaya etmek olan zayıf partileri hatırlatmaktadır. Ayrıca su da bilinmelidir

ki, beyaz sürükleyici renk degildir. Ancak bu renk sadece namuslu genç kızların kuracagı cemiyetlerin flamalarına uygun düser. Fakat hiçbir zaman bir devrim devrinin infilâk edici ha- reketlerine uygun düsmez.

Bize teklif edilen renkler arasında siyah da vardı. Bu renk de zamanımıza uyuyordu. Siyah renkte hareketimizin gayelerine dair belirli bir isaret bulamadık. Bizim üstümüzde siyah renk

de sürükleyici bir tesir yapmadı.

Beyaz-mavi. Bu iki rengin fevkalâde estetik tesiri vardır. Fakat, bu da derhal bertaraf edilmeli idi. Çünkü bu renkler bir Alman Devleti olan Bavyera'nın renkleri idi.

Aynı sebeplerden dolayı siyah-beyazı da kabul edemezdik. Keza bu iki renk de Prusya'nın renkleriydi. Tasıdıgı özellik ve ayrılıp tek basına kalma yanlısı olusu sebebi ile kuskulu bir siyasal egilimi ifade ederdi.

Bu arada siyah-sarı-kırmızı bahis mevzuu dahi edilmiyordu. Sı yah-beyaz-san-kırmızı renkler

de simdiki tertipleri ile begenilmı yordu. Fakat bu renklerin digerlerine oranla bir üstünlügü vardı Bu renkler oaha tesirli idi. Ben, her zaman eski renkleri müdafaa ettim. Bu hareketimin sebebi, eski bir asker sıfatı ile yalnız bu renklerin benim için en kutsal bir sey olmalarından degildi. Bu hareketimde bu üç rengin estetik olarak birbirleri ile uygun düsmelerinin de rolü vardı.

Genç hareketimizin sinesinden, lider olmam sıfatıyla bana gelen ve çogu eski bayragın zemini üzerine gamalı haçı çizen sayısız projeleri de reddettim. Ben lider olarak kendi projemi zorla kabul ettirmek istemiyordum. Çünkü herhangi bir kimse daha uygun, daha iyi bir bayrak meydana getirebilirdi. Hakikaten Starnberg'li bir isçinin bana verdigi taslak hiç fena degildi. Esasen benim düsündügüme de yaklasmıstı. Yalnız bana gelen bu teklifin bir kusuru vardı, yuvarlak bir beyaz zemin üstüne kırık kollu gamalı haç çizilmisti. Ben nihayet muhtelif tecrübelerden sonra, su sekil üzerine kafi karar kıldım: Kırmızı bir zemin üstüne beyaz bir yuvarlak ve bu beyaz yuvarlak parçanın içinde siyah bir gamalı haç. Yine uzun tecrübelerden sonra bayragın ve beyaz yuvarlagın büyüklügü ile gamalı haçın sekil ve kalınlıgı arasında

belirli bir oran saptadım.

Böylece, bayragımız ortaya çıkmıs oldu ve bu sekilde kaldı. Aynı görüsle hareket ederek hemen güvenlik teskilâtımızın üyeleri için pazubandlar siparis ettik. Bunlarda genis bir kırmızı serit üzerine beyaz bir yuvarlak ve yuvarlagın içinde de siyah gamalı haç vardı.

Partimizin rozeti de aynı sekilde çizildi, ilk rozeti Münihli bir kuyumcu olan Füss yaptı ve bu rozet daha sonra saklandı.

Yeni bayragımız halka 1920 senesinin yaz sonunda takdim edildi. Bu bayrak bizim genç hareketimize tamamen uyum gösteriyordu. Bayragımız da fikirlerimiz gibi genç ve yeni idi. Hiç kimse bugüne kadar böyle bir bayrak görmemisti. Halkın üstünde bir mesale gibi etki yaptı. Bayragın plânı bir arkadas tarafından yapılıp getirildigi vakit, biz bile heyecana kapılmıs, adeta çocuklar gibi sevincimizden çılgına dönmüstük.

Birkaç ay sonra Münih'te altıya yakın bayragımız vardı. Ayrıca sayısı gün geçtikçe büyümeye devam eden emniyet teskilâtımız üyelerinin kollarında tasıdıgı pazubandlar da bayragımızın yayılmasına yardımcı oldu. Çünkü bu gerçekten bir semboldü.

Bu sekilde bayragın taraftarlarımızdan bu kadar alâka görmesinin sebebi, Alman milletine hizmet eden bu renklerin maziye dair bir hatırlatma vazifesi görmesinden ziyade, genç hareketimizin amaçlarım en iyi biçimde sembolize etmesi idi. Biz Nasyonal Sosyalistler bayragımızda partimizin programını görüyorduk. Kırmızı, hareketimizin sosyal fikrini ifade ediyordu. Beyaz renkte Nasyonalist fikri görüyorduk. "Gamalı haç"ta, üstün ırkların zaferi

ugrunda savasmak gibi kutsal görevi ve yine yararlı çalısma fikrinin basarısı için mücadele

etmenin gerekli oldugunu teshis ediyorduk. Bu fikir, Yahudi aleyhtarı idi ve ilelebet böyle kalacaktır.

. iki sene sonra emniyet teskilâtımız bir mücadele kuvveti yahut kelimenin tam manâsı ile bir ordu haline gelerek binlerce üyeyi ihtiva ettigi zaman bu teskilâtımıza özel bir zafer sembolü vermek gerektigini gördük. Bir sancaga ihtiyacımız vardı. Bunu bizzat ben çizdim. Bunun yapılmasını da partimizin eski ve sadık üyesi kuyumcu ustası Gahr'a teklif ettim. Artık o

günden beri sancak, nasyonal sosyalist mücadelenin isareti oldu.

ğöhretimiz devamlı bir sekilde artmaya basladı. Bu durum haftada iki defa toplantı

yapmamıza fırsat verdi. Böylece 1920 senesinde faaliyetimiz bir hayli gelismis bulunuyordu. Duvarlara yapıstırılan ilânlarımızın önünde büyük bir kalabalık toplanıyordu. Yaptıgımız bir toplantıda sehrin en büyük salonları agzına kadar doluyordu.

Neticede, yolunu sasırıp Marksizm'in kucagına düsmüs olan on binlerce Marksist, milletin

ortak duygulanna kavusarak ve eski benligini tekrar kazanarak gelecekteki hür Reich'm birer mücahitleri oldu. Artık Münih halkı bizleri tanıyordu. Her yerde bizden bahsediliyordu. Nasyonal Sosyalist kelimesi dillerden düsmez oldu. Bütün bunlar esasta birer propaganda demekti. Partimize üye olanların ve sevgi besleyenlerin sayıları gün geçtikçe artmaya basladı. Artık, öyle bir duruma gelmistik ki, 1920 - 1921 senelerinin kıs aylarında, Münih sehrinde kuvveti ve kudreti kabul eden bir parti olmustuk.

Marksçı parti, gözardı edilirse, bütün partiler, hattâ hiçbir milli parti, bizim partimizin toplantıları kadar, gösterisli ve kalabalık mitingler tertip edemiyordu.

Bizim toplantılarımızda Münih'in Kindkeller salonu çogu zaman yıkılacak kadar doluyordu.

Bu salon bes bin kisi alabiliyordu. Bizim için toplantı yapmaya cesaret edemedigimiz bir yer vardı ki, o da Krone Sirki idi.

Almanya'nın ufukları 1921 yılının ocak ayı sonlarında tekrar kara bulutlarla kaplandı. Bu sırada, Almanya'nın yüz milyar altın mark vermek için çılgınca bir taahhüt altına girmesine sebep olan Paris Antlasması, Londra ültimatomu seklinde ortaya çıkıyordu. Ğste bu durum karsısında, Münih'te mevcut olan ve ırkçı adını tasıyan cemiyetler müstereken büyük bir

protesto mitingi yapmak istediler. Zaman pek az kalmıstı. Alınan kararın uygulama mevkiine konması hususunda gösterilen ve sonu gelmeyen tereddütlerden sinirleniyordum. Ğlk önce Konigsplatz'da bir miting yapılacagı söylendi. Fakat, daha sonra bu mitingden vazgeçildi. Çünkü komünistlerin hücumuna ugramaktan ve mitingin dagıtılmasından korkuyorlardı.

Feldherrn önünde bir protesto mitingi yapılması düsünüldü, fakat bundan da vazgeçildi. Sonunda Kindkeller'de ortak bir toplantı yapılması teklifi ortaya atıldı. Bütün bu teklif ortaya atılıp reddedilirken günler de uçup gidiyordu. Bu arada büyük partiler, hadisenin

ehemmiyetini göz önüne almıyorlardı.

Merkez idare heyeti, yapılması istenilen protesto mitingi için bir gün tespit etmek hususunda bir türlü karara varamadı.

Ben l ğubat 1921 Salı günü, pek acele olarak kati bir karar alınması teklifini yaptım.

Teklifimin görüsülmesini çarsamba gününe bıraktılar. Çarsamba günü, katiyen açık bir cevap almak için bir ısrarda bulunmadım. Neticede toplantı yapılacak mıydı? Yapılacaksa ne zaman olacaktı? gibi kaçamaklı cevaplara muhatap oldum. Fakat en sonunda da partinin, protesto mitingini gelecek çarsamba günü, yani bir hafta sonra tertip etmek niyetinde oldugu açıklandı. Sabrım kalmamıstı. Protesto mitingini tek basına organize etmeye karar verdim. Çarsamba

günü, ögle üzeri, duvar hânının metnini makinede on dakika içinde bastırdım. Bu arada hemen 3 ğubat 1921 Persembe günü için Krone Sirki'ni kiraladım.

Benim bu tesebbüsüm o günlerde son derece cüret isteyen bir isti. Pek büyük olan salonu doldurmamak ihtimalimiz bir yana, hepimizin parça parça edilmesi tehlikesi de mevcuttu. Emniyet teskilâtımız, henüz böyle bir tesebbüs için yeterli kuvvetini bulamamıstı. Ayrıca, toplantıya karsı herhangi bir sabotaj hareketi yapılacak olursa, bu durum karsısında takip

edecegimiz yolu da henüz çizmemistim. Ben bir sirkin amfilerinde vuku bulacak tepkinin,

herhangi bir salondakinden çok daha zor olacagını düsünüyordum. Fakat, Tanrı'ya sükürler olsun, düsündüklerimin aksi çıktı. Ki zıllardan olusan sabotaj sürüsünü bir sirkin genis meydanında alt etmek, bir salonda tepelemekten çok daha kolay oldu. ğunu aklımızdan

çıkarmıyorduk: Basit bir basarısızlık bizleri uzun müddet gölgede bırakırdı. Keza toplantımıza karsı girisilen bir sabotaj tesebbüsü basarı ile neticelenecek olursa, o güne kadar kazandıgımız söhret ve seref bir anda yok olurdu. Ayrıca düsmanımız olan kızıllar, bir kere basardıkları ise

her zaman tesebbüse kalkarlardı. Bu da, bizim toplantı ve faaliyetlerimizin sabote edilmesi sonucunu dogurdu. Eski kuvvetimize, ancak gayet siddetli mücadele sonunda ve aylar geçtikten sonra kavusabilirdik.

ilanları duvarlara yapıstırmak için tek bir günümüz vardı. Persembe günü de maalesef hava bozdu ve sabah yagmur yagdı. Bu durumda, halkın yagmur altında dayak yemek ihtimalinin mevcut oldugu bir toplantıya kosmak yerine, evinde oturmayı tercih etmesinden pek haklı olarak korktuk.

Ögle üzeri salonun dolmayacagından ben de birden korktum. Çünkü, salon dolmazsa, merkez idare heyetinin nazarında itibarım bir hayli sarsılacaktı. Bundan dolayı pek acele olarak el ilânları yazıp, bastırdım ve bunları ögleden evvel dagıttırdım.

Bu el ilânları, halkın toplantıda hazır bulunması için bir davetiye niteligi tasıyordu. Ğki kamyon kiralattım. Bu iki "kamyonu mümkün oldugu kadar kırmızı renkte süslettim. Kamyonlara birkaç bayrak kondu ve içlerine parti arkadaslarımdan on bes yirmi kisi bindi. Bunlara hiç durmadan sehir içinde dolasıp el ilânlarını dagıtmaları emrini verdim. Böylece persembe günü aksamı yapılacak toplantı için propaganda faaliyetlerine süratli bir sekilde devam ettiler.

ilk defa olarak bayraklarımızla süslenmis iki kamyon caddelerde dolastı ve Marksistlerin herhangi bir saldırısına maruz kalmadı.

Agzı bir karıs açık kalan burjuvalar, kırmızı renkle donanmıs ve rüzgârda dalgalanan gamalı bayraklarımızı tasıyan kamyonları hayretler içinde seyrettiler.

ğehrin dıs mahallelerinde yumruklar sallandı. Bu yumruk sahipleri proletaryaya karsı bu yeni tahrik (!) yüzünden son derece kızıp küplere binenlerdi. Keza onlara göre toplantı tertip etmek

ve sehir içinde kamyon dolastırmak yalnız Marksçıların hakkı (!) idi.

Aksam saat yedide, sirkin amfileri pek az isgal edilmisti. Her on dakikada bir, telefonla bilgi veriliyordu. Biraz endiselendim. Çünkü bugüne kadar, her toplantımızda salonlar en geç yedi veya yediyi çeyrek geçe, yan yarıya dolardı.

Fakat amfilerin birden dolmamıs olmasının sebebini biraz geç anladım. Keza bu yeni yerin pek fazla büyük oldugunu göz önüne almamıstım. Hofbrauhaus salonu bin kisi doldurmaya~1câfi gelirken, aynı sayıda insan Krone Sirki'nin amfilerinde kayboluyor ve

hemen hemen göze çarpmıyordu. Aradan biraz zaman geçtikten sonra daha olumlu haberler almaga basladım. Saat sekize çeyrek kala sirkin amfilerinin dörtte üçünün doldugu ve

giselerin önünde hâlâ büyük bir kalabalıgın bulundugu bildirildi. Bu haber üzerine yola çıktım.

Saat sekizi iki geçe sirkin önündeydim. Binanın önü hâlâ kalabalıktı. Bunların bir kısmı meraklılardı, içeri girdigim sırada, bir sene evvel Hofbrauhaus dügün salonunda yaptıgımız

ilk toplantıda hissetmis oldugum, sevk heyecan ve neseyi tekrar aynen duydum, insanlardan tesekkül eden duvarı asıp, yüksekçe yere geldikten sonra, basarımın büyüklügünü o vakit

daha iyi gördüm.

Sirk binası karsımda binlerce Alman ile dolu "büyük bir kavga" gibi açılıyordu. Hattâ pist bile insanlarla dolmus, kapkara sekilde görülüyordu. Besbin altıyüzden fazla bilet satılmıstı. Bu miktara is-' sizler, fakir talebeler ve emniyet teskilâtımız dahil degildi. Bunları da hesaba

katacak olursak içerde altıbin besyüz kisi bulunuyordu. Konferansın ismi suydu:

"YA GELECE¾Ğ BiNA ETMEK VEYA MAHVOLMAK." Gelecegin, burada, gözlerimin önünde oldugunu görmekten kalbim sevinçle doluyordu.

1 Nutkum iki buçuk saate yakın sürdü. Nutkumun ilk yarım sa-• atinden sonra bu büyük toplantının basarı sagladıgını hissettim. Artık bu binlerce kafa ile benim aramda bir rabıta ve

bir temas kurulmustu. Bu ilk yarım saatten sonra içten gelen alkıs ve lehte tezahürat sözlerimi sık sık kesmeye basladı.

iki saat sonra alkıslar yerlerini, bu aynı binada daha sonra yaptıgımız toplantılarda da oldugu gibi içime nüfuz eden ve bu hali yasamıs olanlar için, unutulmaz bir durumda kalan uhrevi bir

sessizlige terk ettiler.

Bu büyük kalabalıgın doldurdugu sirk binasında adeta küçük bir nefes almanın dahi isitilebilecegi kadar bir sessizlik hakim oldu. Son sözlerimi bitirdigim vakit, bir alkıs dalgası kabardı. Daha sonra bu büyük kalabalık Kurtulus ğarkısını sevk ve heyecanla terennüm etti: DEUTSCHLAND ÜBER ALLES.

Sirkin ortasındaki büyük geçitten akıp giden insan nehrini yır mi dakika kadar takip ettim. Koskoca salon, agır agır bosalıyordu Ancak bundan sonra, sevinçten coskun bir halde yerimi terk ederek evime döndüm.

Bu büyük toplantılarımızdan, gazeteler için fotograflar aldılar. Burjuva gazetelerinde yayınlanan bu fotograflar, mitingin vasfım kelimelerden çok daha iyi bir sekilde anlatıyordu. Fakat bu gazeteler, mitingin "milli bir miting" oldugunu bir defa olsun yazmadılar. Hattâ, mitingi tertip edenlerin isimlerini dahi açıklamadılar.

Bu toplantı ile, biz önemsiz partiler arasından sıyrıldık. Artık bizim partimizin mevcudiyetini bilmezlik edemezlerdi.

Bu büyük basarımızın geçici ve tesadüf? bir basarı oldugu kanaati uyanmaması ve olumlu kanaatin yerlesmesi için, derhal gelecek hafta aynı yerde ikinci bir toplantı yapacagımızı ilân ettirdim. Bu ikinci toplantıda da aynı neticeyi elde ettik. Sirk binası tekrar binlerce insanla yıkılacak kadar hıncahınç doldu. Bu durum karsısında da üçüncü bir toplantı tertiplemeye

karar verdim. Netice yine aynı oldu.

1921 senesi içinde toplantılarımızı daha da sık yapmaya basladık. Haftada bir toplantı ile yetinmiyor, bazen haftada iki toplantı yaptıgımız oluyordu. Hattâ, bu sene içinde, yaz ve sonbahar aylarında dahi, bu sıkı faaliyette bir gevseme olmadı. Bazen yedi gün içinde üç toplantı yaptıgımız oluyordu. Artık devamlı olarak sirk binasında toplanıyorduk. Bütün

konferanslarımızın halkın üstündeki tesirleri müthis oluyordu. Bu ciddi faaliyetlerimizin olumlu neticeleri olarak, partimize karsı gösterilen sevgi arttı ve partiye kaydolanların sayısı gün geçtikçe çogaldı.

Böyle bir basarı karsısında kızıl rakiplerimiz pek tabii olarak bos durmayacaklardı. Terör ile sessizlik arasındaki taktiklerinde tereddüt etmeleri, gelismemize mani olamadı, iste bu durum karsısında, son bir gayret sarf etmek lüzumunu duydular. Bu tesebbüsler tam bir terör hareketi idi. Hedef toplantılarımıza devam etmek imkânım kati bir sekilde ortadan kaldırmaktı.

Tedhis hareketine baslamak için yoktan bir sebep buldular. Bir gün Sosyalist milletvekillerinden birine, pek esrarlı bir suikast(!) hazırlandı. Bir aksam bu Bavyeralı Sosyalist'e bir meçhul sahıs kursun atmıstı. Daha dogrusu Sosyalist Erhard Auer'a kursun sıkılmamıs da, sıkılabilirmis. Güya, Sosyal Demokrat Parti'nin lideri olan bu milletvekilinin esine rastlanmayan cesareti bu korkunç suikastı(l) sonuçsuz bırakmıs. Suikastçı o kadar hızlı

ve piân^ kaçmıs ki Alman polisi ufak bir iz dahi tespit edememis.

iste bu esrarlı suikast(!) hareketi, Münih'te yayınlanan ve Sosyalistlerin yayın organı olan gazete tarafından istismar edildi. Bize karsı, azgınca bir tahrik hücumuna geçtiler. Sosyalist gazete, malûm lâf ebeligi ile olayı büyülterek okuyucularına duyurdu. Bu âdi nesriyattan,

bizim gelisimimize fırsat vermemek üzere korkunç tedbirlere basvurulacagı anlasılıyordu. Ne olursa olsun agaçlarımızın gökyüzüne kadar ulasmasını engellemek istiyorlardı. Proleterya'nın

kolları agaçlarımızı yıkmalıydı.

Aradan bir iki gün geçtikten sonra isin kokusu çıkmaya basladı. Hofbrauhaus dügün salonunda bir toplantı yapacaktık. Bu toplantıda ben konusacaktım. Kızıllar kati bir sekilde hesabımızı görmek için bu toplantıyı seçmislerdi.

4 Kasım 1921. Saat, 18-19'da toplantımızın insafsızca sabote edilecegine dair ilk haberleri almaya basladık. Gelen ilk haberlere göre kızıl partilere dahil büyük isçi grupları, toplantımızı basarak bize en son ve kesin darbeyi indireceklerdi.

Bu haberlerin bize daha erken ulasmaması bir aksi tesadüftü. Aynı gün içinde, Münih'te Sterneckgasse'deki bizim için itibarı büyük olan büro binamızı bosaltmıs, ama yeni binaya henüz tasınama-mıstık. Çünkü yeni yerimizde hâlâ yapı isçileri çalısıyordu. Daha dogrusu,

eski yerimizden telefon kaldırıldıgı halde yeni binamıza telefon getirilememisti. Bu bakımdan sabotaj haberlerinin bize zamanında ulastırılması mümkün olmadı. Bundan dolayı

toplantımızda ancak zayıf bir emniyet kuvveti bulundurabildik. Emniyet teskilâtımıza mensup olanların sayıları altmısa yaklasıyordu.

Ayrıca alarm vermek için kullanılan alet de, bir saat zarfında bize yeter derecede imdat

kuvveti toplayacak sekle getirilememisti. Bir de su vardı. Bundan önce de, böyle telâs verici birçok sabotaj haberleri almıs, fakat kızıllar bu haberlerdeki sabote hareketlerine girisememislerdi. Bir örnek anlatım: Önceden haber verilen devrimlerin daha yumurta halinde iken öldügü söylenir, iste bu örnek bizim bütün islerimizde bugüne kadar hep dogru çıkmıstı. Bütün bunlar, bir sabote hareketine mani olmak için tam anlamıyla alınacak tedbirlerin

hepsine basvurmamamıza sebep oldu. Ayrıca, Hofbrauhaus dügün salonunun bir sabotaj hareketinin en az basarı gösterebilecegi bir yer oldugunu zannediyorduk. Biz en korkunç sabotajları toplantılarımızı en büyük salonlarda yaptıgımız zamanlarda beklemistik.

iste bütün bu hatalı düsüncelerimiz bize esaslı bir ders oldu. Daha sonra bütün bunları bilimsel yollardan inceledik. Arastırmamız sonunda, önemli sonuçlara vardık. Bu neticeler, ilerde

emniyet teskilâtımızın çalısmalarına çok faydalı oldu.

Hofbrauhaus'un koridoruna girdigim zaman saat sekizi çeyrek geçiyordu, iste bu sırada göze çarpan sey sabotaj tesebbüsünün süphe götürmez bir durumda olusu idi. Bundan dolayı, bizim emniyet teskilâtımız ilk tedbir olarak binanın dıs kapısını kapatmıstı. Fakat erken saatlerde

gelen kızıllar içerde idiler. Buna karsılık, bizim partinin taraftarları dısarıda kalmıslardı.

Küçük emniyet teskilâtımız beni koridorda bekliyordu. Hemen salonun kapısını kapattırdım. Kırk bes kadar taraftarımıza dikkatli olmalarını tembih ederek, bu delikanlıların belki de ilk

defa milli kuvvetimize sadakatle baglı bulunduklarını büyük tehlikeye ragmen ispat edecek durumda olduklarına dikkatlerini çektim. Hiçbirimiz bir ceset haline gelmedikçe mücadeleyi bırakmayacaktık. Bu delikanlılara, içlerinden birinin beni terk etmeyeceginden emin bulundugumu da bildirdim. Eger herhangi birinin korkakça bir hareketini yakalayacak

olursam ben, bizzat o kimsenin pazıbandını koparacak, üstünde tasıdıgı partimizin bütün isaretlerini söküp alacaktım. Daha sonra, herhangi bir sabotaj hareketine karsı derhal

reaksiyon göstermelerini, müdafaanın en iyi sekli hücum oldugunu hiçbir zaman akıllarından çıkarmamalarını sıkı sıkı tembihledim.

Sözlerimi bitirdigim vakit, bu delikanlılar bana, alısılmıstan çok daha keskin, çok daha gür bir

sekilde üç defa "Heil" diye bagırarak cevap verdiler.

Bunun üzerine toplantı salonuna sert adımlarla girdim. Vaziyeti kendi gözlerimle gördüm. Durum söyle idi: Salon dolmustu. Sayısız kalabalık intikam ve kin dolu gözlerle bana yıldırımlar yagdırıyordu. Bunların bir kısmı da alaylı sözler söyleyip yüzlerim burusturuyorlardı. ğimdi her zamankinden daha kuvvetli olduklarından emindiler. Bütün bunlara ragmen toplantıyı açtım ve konusmaya basladım. Hofbrauhaus dügün salonunda yaptıgımız bütün toplantılarda ben "''daima salonun yan taraflarından birinde durur

konusurdum. Bana kürsü vazifesini bir bira masası görüyordu. Yani salonda bulunanların tam aralarında idim. Bu sekilde davranısım, kindar bakıslarla donu salonda, bir daha hiçbir yerde

esi görülmemis bir ruh hali meydana getirdi. Önümde ve bilhassa sol tarafımda kızıllar

bulunuyordu. 'Hepsi ayakta idiler. Bu Marksistlerin çogu gürbüz kimselerdi. Digerleri de, salonun duvan boyunca kürsüye kadar sıralanmıslardı. Devamlı bir sekilde bira getiriyorlar ve önlerindeki masalara bos bar-vdakları diziyorlardı. Bu bos bardaklar onların cephanesi idi. Toplantının patırtısız ve gürültüsüz geçmesine imkân olmadıgını anladım.

Söz kesmelere ragmen bir buçuk saat konusmama devam ettim. Vaziyete hâkim olduguma hükmedilebilinirdi. Bu durumu sabotaj lekiplerinin basları hissettiler. Bundan dolayı endiselenmeye basladı-

;lar. Devamlı bir sekilde dısarı çıkıp, tekrar salona dönüyorlardı,

^adamları ile sinirli bir sekilde konusuyorlardı.

Bir söz kesmeye cevap verdim. Bu psikolojik hatanın derhal i1 farkına vardım. Fakat bu hareketim üzerine fırtınanın kopması emri ; verildi.

Birkaç protesto mahiyetindeki siddetli bagırmalardan sonra, bir Ikızıl iskemlenin üstüne fırlayarak, avazı çıktıgı kadar bagırdı. Hürri-Lyet... Bu bir isaretti, isaret alan hürriyet sampiyonları derhal islerine koyuldular. Kısa bir zaman sonra salon köpekler gibi uluyan kızıl

ı güruh ile doldu. Bu sırada birer top gibi bardak ve sürahiler uçmaya Vbasladı. Bir anda salona iskemlelerin çatırdaması, cam esyanın kırıl-;Jması, hayvanlar gibi uluma ve

bögürmeler, keskin ve acı feryatlar 'hakim oldu. Salon cehennem? bir kargasalık içinde kaldı.

f Yerimde ve ayakta idim. Bizim, gençlerimizin üstlerine düsen ;j'kutsal vazifelerini nasıl yaptıklarını takip ediyordum. Her sey bir J-yana bir burjuva toplantısının böyle bir durumda kalmasını çok arzu ederdim.

Büyük gürültü henüz siddetlenmeden önce güvenlik teskilâtımız (ki bugünden itibaren bu teskilâtımıza "Hücum Kıtası" adı verildi) derhal faaliyete geçip, karsı tarafa saldırdı. Gençlerimiz kurtlar gibi, sekizer onarlık grup olmuslar, kızıl rakiplerinin üstlerine canavar

gibi atılıyorlardı. Davamıza inanmıs olan gençlerimiz kızılları sille tokat, yumruk, tekme ata ata dısarı çıkardı. Bes dakika içinde gençlerin hepsi kan revan içinde kalmıslardı. Böylece

birer dâva adamı olduklarını ispat etmis bulunuyorlardı.

Bunların basında benim sadık Maurice'im de bulunuyordu. ğimdi özel sekreterim olan Hess

ve digerleri agır yaralı olmalarına ragmen ayakta durabildikleri müddetçe, pis kızıllara saldırmaktan geri kalmıyorlardı. Cehennemi gürültü, tam yirmi dakika devam etti. Bu süre içinde yedi veya sekiz yüz kisi kadar olan rakiplerimiz, sayıları ancak ellinin üstünde olan gençlerimiz tarafından salondan çıkarılmıs ve merdivenlerden asagı yuvarlanmıstı.

Fakat salonun en sonunda, büyükçe bir grup durumunu hâlâ koruyor ve azgınca direniyordu, iste tam bu sırada salonun giris tarafında, iki el tabanca sesi isitildi. Bunun üzerine müthis ve korkunç bir yaylım atesi basladı. Bu sesler, savas hatıralarımızı canlandırdı ve kalbimiz

sevinç ve nese ile doldu.

Benim bulundugum yerden, kimin ates ettigini görmeme imkân yoktu. Yalnız bu sıra bir seyi teshis ettim. Kan içinde bulunan gençlerimizin, bu andan itibaren hiddet ve gazapları son dereceyi buldu.

Yirmi bes dakikalık mücadele sonunda bu son grup da kapı dısarı edildi. Sanki salonda, bomba patlamıs gibi bir hâl vardı. Taraftarlarımızdan çogunun yaraları sarılıyordu. Bir kısmını ise araba ile götürmek icap etti. Fakat vaziyete hâkimdik. Bu toplantıya, baskanlık

eden Hermann Esser ilân etti: "Toplantı devam ediyor, söz hatibindir!" Ben derhal nutkuma devam ettim.

Toplantımız bittikten sonra, kosa kosa ve heyecan içinde bir ko miser geldi. Sanki bir deli gibi

söyle bagırdı: "Toplantı dagılmıstır."

Savas bitip sessizlik saglandıktan sonra yetisen bu adamcagızın bu garip halini görünce gülmekten kendimi alamadım, iste polisin durumu bu idi. Ne kadar küçük olurlarsa o kadar büyük, ne kadar a çiz olurlarsa o kadar güçlü görünmek istiyorlardı. O aksam çok seyleı ögrendik. Bu arada kızıllar da aldıkları dersi bir daha unutamadılar.

Münih'te yayınlanan ve Sosyalistlerin yayın organı olan Münc hene Post bizi 1923 yılının

sonbaharına kadar "proleteryanın yum rugu" ile tehdit edemedi.

BÖLÜM 20

Alman ırkçı cemiyetleri bir çalısma birligi yapıyorlardı. Birtakım cemiyetler birbirlerinin islerini hafifletmek için karsılıklı münasebetlere girismislerdi. Bundan dolayı ortak bir yönetim kurulu seçmekte ve ortak bir hattı harekât takip etmekteydiler. Maksatları basitti.

Böyle yapmakla usulleri birbirinden pek farklı olmayan olusum ve partilerden baska bir seyin söz konusu edilmesini önlemek istemekteydiler. Herhangi bir Alman vatandasının, cemiyetin, diger bir cemiyetle bir çalısma birligi yaparak, kendilerini birlestiren seyleri ortaya

çıkardıklarını ve kendilerini birbirlerinden ayıran seyleri de yok ettiklerini ögrenmesi hosuna gider. Bundan dolayı, böyle bir gruplasmanın faydalı olacagı tesir ve yapıcı kuvvetinin

mühim bir sekilde artacagı zannedilir. Fakat bu tahmin çok hatalıdır. Kanaatimce, meseleyi iyice anlamak için aynı maksadı takip etmek iddiasında olan cemiyetlerin, bu düsünce

sonunda ne gibi bir vaziyet meydana getireceklerini iyice tetkik etmek lâzımdır. ğu unutulma-

malıdır ki, tek bir amaç, ancak [ek bir cemiyet tarafından takip edilmelidir. Diger

cemiyetlerin bu amaca katılmaları pek akla uygun gelmez. Gaye yahut hedef, ilk önce tek bir grup tarafından tespit edilir. Bir sahıs, bir hakikati meydana çıkarır, belirli bir meselenin

halini uygun görür, bir hedef ortaya koyar ve hedefinin gerçeklesmesini saglayacak bir

hareket meydana getirir, iste böylece bir cemiyet veya partinin programı mevcut hatalı gidisi düzeltmekten veya gelecekte bazı yenilikler yapmaktan ibarettir. Hareket bu sekilde meydana gelince, hareketi meydana getirenin bir kıdem hakkı bulunur. Tarih nazarı itibaren alınacak olursa, bu hareketin, diger aynı karakterdeki hareketler tarafından takıp edilmesi icap eder.

Diger hareketler, ilk hareketin arkası sıra yürüyerek, o hareketin kuvvetlenmesine yardımcı olurlar. Bu tabiidir ve mantık bunu icap ettirir. Böyle yapılırsa ortak hedefin gayenin lehine olur.

Özellikle aydın kafaların yeni partiye dahil olmaları ile ortak hedef zafere daha kolay ulasır, ilerde, tek bir maksat takip eden bir hareket meydana getirmek akla uygun ve mertçe bir davranıs olur.

Fakat bu söylediklerim bu biçimde olmuyorsa bunun sebebi iki tanedir. Birincisine "feci"

demek zorunda kalıyorum, ikincisi, üzülerek söyleyeyim insanın kısiligindeki zaaftır.

Beni feci demege sevkeden durum, söyledir: insanlar çogu zaman ortak bir dâvanın pesinde oldukları halde, bir küme durumuna gelip, soruna dört elle sarılmazlar. Bu feci sonucun

sebebi sudur. Büyük çapta her türlü hareket, ancak uzun zamandan beri insanların kalplerinde mevcut olan bir temenninin ve o kalplerde sükût içinde uyuyan atesli bir arzunun tespit edilip,gerçeklestirilmesidir. Asırlar boyunca, insanlarla belirli bir dâvanın hallini arzu ederler, tahammül edilemez devamlı bir vaziyetten acı çekerler de, kendileri için kutsal olan eylemin gerçeklesmesine yardımcı olmazlar. Böyle sıkıntı içinde bulunup, acı çeken ve bu duruma bir

hal çaresi bulmak için icap eden harekete girismek cesaretini göstermeyen milletlere ancak âciz vasfı verilir.

Bir milletin yasamsal kuvvetini ve bu kuvvet tarafından teminat altına alınan hayat hakkını, günün birinde, Allah'ın lütfuyla, yapılması icap eden isi basarabilecek kabiliyete sahip bir kimse çıkarsa bundan daha iyi ve daha hayırlı bir tesadüf olamaz. Binlerce insanın, büyük çaptaki sorunlardan bir bölümünü çözümlemek için dünyaya getirildiklerini sanmaları mümkündür ve olagandır. Bazen Tan-rı'nın aynı zaman içinde, bir davanın halli için çesitli insanlar ortaya çıkardıgı ve nihai zaferi, kuvvetlerin serbest bir faaliyet içinde bulundugu sırada en kuvvetliye, en çok lâyık olana kazandırdıgı ve böylece o kimseye davayı halletme vazifesini verdigi de görülmüstür. Asırlar boyunca, dini hayatlarından memnun olmayanlar, kendi dinlerinin seklini degistirmek istemislerdi. Bu manevi hareketi" neticesi olarak

toplulukların içinden, fikir ve bilgileri itibariyle, bu dini buhrana iyi bir reçete yazmaya aday

olduklarına inanan, yeni bir görüsün peygamberleri veya hiç olmama, mevcut inanısın karsısında olan birkaç insan çıkmıstır. Bu iste de Tanrı, en kuvvetliyi, ı n büyük görevi yapmaya memur etmistir. Kritik nokta buradadır. I >ı ger insanlar, Tanrı'nın lütfuna erismis böyle bir kimseye pek geç teslim olurlar. Hattâ birçok kimse, kendini en az onun kadar hak

sahibi sanır ve sorunu çözümlemeye en az onun kadar kendini yet kili ve yetenekli kabul eder. Günümüzdeki insanlar ise, büyük davanın ancak büyük liderlerin çözümlemeye ehil

olduklarını ve ken dilerinin bu kimseye yardımcı olabileceklerini anlamayacak kadar âcizdirler.

ğundan dolayı, hemen hemen her devirde çesitli kimseler tarih sahnesine çıkar, birbirlerine benzeyen birtakım hareketler meydana getirirler. Bu durum karsısında halk açık bir temenni göstermekten uzak kalır. Halkta dâvaların tamamına dair bir fikir vardır. Fakat, halk, ideal ve temennilerin özü hakkında açık ve net bir fikir üretmekten mahrumdur.

Bu iste feci olan taraf, iki ayrı kimsenin aynı maksada dogru tamamen farklı yollardan ve birbirlerinden habersiz olarak gayret göstermeleridir. Bu gibi kimseler, kisisel görevlerine karsı en temiz bir imanla ve canlı bir sekilde, diger kimseleri nazarı itibara almadan, kendi yollarında yürümeyi mecbur hissederler. Feci olarak görünen bir baska durum da, böyle

siyasal hareketler ya da böyle dinsel gruplasmalar, bir devrin genel egilimlerinden dogdukları için, çalısmalarını aynı yönde yürüttükleri halde, birbirlerine karsı bagımsız olarak örgütlenmeleridir.

Pek açıktır ki, çesitli yollar üzerinde dagılan bu kuvvetler tek bir kuvvet halinde bir noktada birlesecek olursa basarı ihtimali çok daha çabuk ve muhakkaktır. Fakat bugüne kadar yapılan

is böyle olmamıstır.

Tanrı, yanılmaz mantıkla ve kesin olarak hareket eder. Çesitli kümeleri birbirleri ile rekabet etmede serbest bırakır ve onlara zafer ugrunda mücadele etmelerine izin verir. Fakat en sonunda, kısa ve emin yolu seçmis olan hareketi amacına ulastırır.

Birbiri ile karsı karsıya gelen kuvvetler serbest bir sekilde rekabete girismezlerse ve en büyük karar, magrur kimselerin doktrinler hükümlerinden kurtarılıp, açık bir basarının sagladıgı

itiraz kabul etmez delil ve ispatla verilmezse, iyi ve basarıya giden en kısa yolun hangisi oldugu dısardan tespit edilemez. Keza bir hareketin zirveye çıktıgı ve faydalı oldugu ancak basarısı ile ölçülebilir. Sonuç olarak, çesitli gruplar, çesitli yollardan aynı amaca dogru yürürlerse, çevrelerinde gerçeklestirilmis olan es çalısmalara tanık ve vâkıf olduktan sonra,

kendi yollarının degerinin ne oldugunu incelemeksizin bu yolu mümkün oldugu kadar kısalt- maktan ve enerjilerini en yüksek dereceye çıkararak amaçlarına en kısa zamanda ulasmaktan geri kalmayacaklardır.

Bu rekabet sonunda her mücahidin seviyesi yükselir, insanlık birçok gelismesini neticesiz kalmıs, birkaç tesebbüsten çıkan derslere borçludur. Nihayet takip edilecek en iyi yolun tespiti, önceleri bize feci gibi görünen ve ferdi, suursuz ve sorumlu olmayan unsurların ilk dagınıklıklarından ibaret olan bir vaziyetin neticesi olduguna varılır.

Almanya'nın meselesini halletmek için mümkün olan bütün vasıtaları tetkik ettikten sonra, tarih bunlardan aynı anda istifade edilmesi icap eden iki tanesini muhafaza etmistir. Bu iki

esaslı eylem ve iki çözüm çaresinin önderleri Avusturya ile Prusya idi. Yani Habsbourglar ve

Hohenzollemler.

Aynı zamanda bu yollardan birinin ya da ötekinin bütün kuvvetlerle birlestirilerek takip edilmesi gerektigine hükmediliyordu. O zaman, Avusturya'nın takip etmekte oldugu yoldan gidilecekti. Keza o günlerde en büyük kuvveti Avusturya teskil ediyordu. Fakat,

Avusturya'nın takip ettigi maksat ise bir Alman Reich'i meydana getirmek degildi. Kuvvetli bir Alman birliginin kurulmasına imkân verecek hâdise milyonlarca Almanın, kalpleri kanayarak, üzüntü duydukları bir sekilde meydana geldi. Bu hâdise, kardesler arasındaki kavgamızın en yeni ve en korkunç belirtileri olarak degerlendiriliyordu. Çünkü, gerçekte

Alman imparatorlugunun tacı, daha sonraki günlerde sanıldıgı gibi Paris civarında degil, daha

sonra tahmin edildigi gibi Königgratr'da ezildi. Alman Reich'ının kurulması müsterek yollara uygulanan bir müsterek iradenin meyvesi olmadı. Bu gaye daha ziyade hegemonya ugrunda suurlu, çogu zaman da suursuz bir mücadelenin neticesi oldu. Nihayet, bu mücadeleden

Prusya galip çıktı. Bu neticeyi, iki yüz sene önce bir gün Habsbourgların degil de, Hohenzollernlerin, yani Prusya'nın yeni Alman Reich'nın çekirdegi, kurucusu ve hamisi olacagını kim tahmin edebilirdi? Fakat, kaderin böyle olmasıyla daha iyi netice alındıgını da kim inkâr edebilir? Veyahut bugün çürümüs, kokmus, ahlâkı bozulmus bir hanedan temeli üzerine kurulan bir Alman Reich'ını kim düsünebilir?

Biz burada "hayır" diyecegiz ve sözümüze söyle devam edece-giz..

Durumun tabii gelismesinin yüzyıllarca süren mücadeleden sonra kendisine ait olan yere en uygun olanını oturtmus oldugunu kabul ve teslim etmek gerekir.

Her zaman nasıl böyle olmussa, bundan böyle de hep aynı olmaya devam edecektir. Bundan dolayı, çesitli insanların aynı maksat için ortaya çıkıp yola koyulmus olmalarına üzülmemek lâzımdır. Aynı maksat için ortaya çıkanların en canlı ve en çevik olanı kosuyu kazanacaktır.

Çogu zaman milletleri hayatlarında, görünüste birbirine benzer hareketlerin, hep bir gibi

görünen bir maksada çesitli yollardan ulasmak istemelerine zorlayan ikinci bir sebep daha vardır. Bu sebepte feci bir fesat yoktur. Yalnız bu sebepten üzüntü duyulur.

Üzüntü duyacagımız husus, insanlarda çogu zaman bir arada toplanmıs bir halde rastlanan haset, gıpta ve namussuzluk haritasıdır. Milletinin çektigi acı ve içinde bulundugu buhran hakkında esaslı bilgi sahibi bir kimse çıkar, neden acı çekildigini ve buhran içinde olundugunu bilir bunları yok etmege yöneltilmis tesebbüse girisir ve varılması icap eden hedefi ve bu hedefe götürecek yolu tespit ederse, dar kafalı kimseler, halkın dikkatini

çekmeye muvaffak olan bu kimsenin hareketlerini dikkatli bir sekilde takibe baslarlar. Ben bu dar kafalı kimseleri, küçük bir ekmek parçası bulmus olan ve arkadaslarını, uzun uzun ve

büyük bir dikkat ile tetkik eden serçelere benzetirim. Beklemedigi bir zamanda, ani olarak o serçenin gagasından, o küçük ekmek parçasını da alırlar.

iste bir kimse yeni bir yol tespit ederse, derhal bu yolun nihayetinde ümit ettikleri bir ganimete ve nimete ulasmak isteyen birtakım issiz güçsüz kimseler meydana çıkarırlar. Bu

gibi kimseler kendilerini kabilse, hedefe daha çabuk ulastırabilecek bir adam aramaya büyük bir arzu ile tesebbüs ederler.

Eger bu yeni hareket esaslı bir sey ise ve belirli bir program çiz-misse o zaman aynı maksat ugrunda mücadele ettiklerini söyleyen baska kimseler ortaya çıkarlar. Fakat, neyse ki bu tip kimseler yeni hareketin safları arasına mertçe katılmaktan çekinirler. Tam tersine bu yeni harekettenmis gibi görünüp onun programını çalarlar ve bu çaldıkları program üstüne kendi hesaplarına uygun bir parti kurarlar.

Aynı zamanda, tam bilgi sahibi olmayan kimselere de, kendilerinin diger parti gibi aynı maksada, o partiden daha önce sahip olduklarını iddia edecek kadar da yüzsüzlük ederler. Böylece hakir görülecekleri ve ezilip gidecekleri yerde, tam tersine kendilerini uygun bir ısık altında haklı ve büyük göstermeyi basarırlar.

Kendi bayragına, daha önce baska bir kimsenin yazdıklarını aktarmak, baska bir partinin programını kopya etmek, sonra bütün milletlerin yaratıcısı imis gibi ayrı bir kurul meydana getirmek büyük bir yüzsüzlük degil de nedir?

Asıl yüzsüzlük belki de bunlar degildir. Asıl yüzsüzlük, yem bir parti kurmak suretiyle, esas partiden ayrılan bu kimselerin daha sonra birlikten ve birligin ehemmiyetinden bahsetmelerindedir. Hem bunu arkalarından yetismenin mümkün olmadıgı zamanlarda yaparlar. Bu tecrübelerimizle sabittir.

Irkçıların dagılması, çesitli gruplara ayrılmaları iste böyle meydana geliyordu. 1918 ve 1919

yıllarında ırkçı adını tasıyan birtakım tesekküller ve partiler birbirinin pesi sıra kurulmuslardı. Fakat bu tesekküllerin ve partilerin kurulmalarında kurucuların hiçbir sorumlulugu yoktu ve olmamıstı. Sadece olaylar bu tesekkülleri ortaya çıkarmıstı. Bu tesekküllerden yalnız biri digerlerine nispetle daha çok meydana çıktı. 1920 senesinden itibaren basarılar elde etti. Bu tesekkül Nasyonal Sosyalist Demokratik isçi Partisi idi.

Bu arada bir baska partinin kurucularının mertçe verdikleri karar hayran kalınacak bir

hareketti. Çünkü bu mert insanlar, diger harekete nispetle kendi hareketlerinin daha az basarı ihtimali arz ettigini gördüklerinde, partilerini feshederek, bir kayıt ve sart ortaya atmadan

diger hareketle birlestiler. Bizim bu sözlerimiz bilhassa Julius Streicher hakkındadır. Bu kimse partinin en yaslı dâva adamlarından biridir. O sırada Nurenberg'de bulunan Alman Sosyalist Partisinin, Nasyonal Sosyalist Demokratik isçi Partisi ile bir alâkası yoktu ve

tamamen müstakil bir sekilde kurulmustu. Fakat bu i-ki partinin de amaçları ortaktı. Alman Sosyalist Partisi'nin en yaslı lideri, biraz önce de belirttigim gibi profesör Julius Streicher idi. Baslangıçta profesör de görevinin kutsallıgına ve hareketin gelecegine inanmıstı. Fakat daha sonra Nasyonal Sosyalist Demokratik isçi Partisi'nin aynı sahadaki üstünlügünü tespit ettigi vakit, kendi partisi ve isçi cemiyeti lehlerine gösterdigi faaliyetlerden vazgeçti. Partisinin taraftarlarını Nasyonal Sosyalist Demokratik isçi Partisı'ne girmeye zorladı. Çünkü kendisine karsı mücadelede bu parti galip gelmisti. Ortak hedef ugrunda tek cephede mücadele

edilmesini arzu ediyordu. Bu karar hakikaten mühimdi ve zamanında alınmıs bir karardı.

Parti olarak gösterdigimiz faaliyet sırasında bir dagılma ve parçalanma gibi krizlere tesadüf etmedik, ilk günlerdeki arkadasların mertçe idareleri sayesinde her sey yine aynı sekilde

dogru ve mutlu bir sonuca baglandı.

Önceleri, ne kendilerine özgü fikirleri ve ne de kendilerinin basarılarının artık su götürmez bir durum aldıgını görünce, kendilerine özgü amaçları olmayan bir sürü ihtiraslı kisiler birdenbire kendilerinde bir yetenek oldugunu hissediyorlardı.

Bu arada birdenbire, birtakım programlar meydana çıktı. Bu programlar tamamen bizim partinin programından kopya edilmisti. Bizim partiden kopya edilen fikirlerin savunması yapılıyordu. Bu kimseler, yıllarca ugrunda mücadele etmis oldugumuz fikirlerden söz ediyorlardı.

Nasyonal Sosyalist Demokratik isçi Partisi'nin eskiden ben takip etmekte oldugu yollar, bu kimseler tarafından takip ediliyordu. Bu yeni olusum partiler Nasyonal Sosyalist Demokratik isçi Partisi'nin eskiden beri mevcudiyetini bildikleri için bu partileri neden kurduklarım izafi

etmeye kendilerini mecbur hissediyorlardı. Belki ileri sürülen sebepler ne kadar asil olursa olsun, çeviri maksadı ile verilen beyanlar da o kadar sahte idi.

Bütün bunlara egilim gösterilmesinin tek sebebi, ne pahasına olursa olsun bu iste bir rol oynamak isteyen parti kurucularının sahsi hırsları idi. Bu gibi kimselerin gösterdikleri cüret, sadece baskalarına ait fikirlere sahip çıkmak suretiyle meydana atılmalarından ibarettir. Fakat böyle bir cürete, ancak hırsızlık denir.

O sıralarda, bu parti kleptomanlarının kendi isleri için ortaya atacakları bir görüs veya fikir yoktu. Fakat, daha sonra ırkçı devletin parçalanmasını da yaslı gözlerle takip edenler ve acı duyanlar yine bu parti kleptomanları oldu. Baskalarının sesini basarabileceklerini sanarak ya

da bunu ümit ederek, sürekli bir biçimde birlikten söz ediyorlardı. Bütün yaptıkları is, feryatları ve bitip tükenmez sikâyetleri ile baskalarını yormak, yalnız eskiden ortaya atılan fikirleri asırmakta kalmamak ve aynı zamanda bu fikirlere yardımcı ve destek olan eski hareketleri de çalmaktı.

Bu yeni tesebbüsler, basta bulunanların fikri degerleri olmaması yüzünden ümit edileni vermedigi için, hemen hemen hepsinin, önceleri hafife aldıkları isçi cemiyetlerinden birine girmekten memnun kaldıkları görülüyordu. O günlerde ayakta duramayan bütün tesekküller, isçi cemiyetlerinden birine iltihak ediyorlardı. Bunlar, birbirlerine asılmıs sekiz-dokuz

felçlinin bir gladyatör kuvvetine denk bir kuvvet meydana getirecegini zannedenlerdendi. Belki bu sekiz dokuz felçli arasında bir saglam kimse bulunabilirdi. Fakat, bu saglam

kimsenin de diger felçlileri ayakta tutmasına kuvveti yetmez ve ilerde bu saglam da digerleri gibi felçli duruma gelirdi. Biz isçi cemiyetleri ile bu tip birlesmeleri daima bir manevra

saydık.

ğu görüsü hiçbir zaman unutmamak gerekir, isçi cemiyetleri seklinde meydana gelen yeni tesekkül hiçbir zaman zayıf grupları, kuvvetli grup haline getiremez. Tam tersine, önceden kuvvetli olan grup, böyle bir birlesme karsısında zayıf düser. Zayıf grupları bir araya getirip kuvvetli bir tesekkül meydana getirmek fikri tamamen yanlıstır.

Esasen, çogunluk hangi sartlar altında meydana getirilmis olursa olsun, aptallık ve

korkaklıktan baska bir sey ortaya çıkaramaz. Bu tecrübe ile sabittir. Bundan çıkarılacak sonuç

sudur: Çesitli zayıf grupların her türlü birlesmeleri ile meydana getirilecek yeni cemiyet muhtelif hatalarla tesekkül etmis bir idare heyeti tarafından sevk ve idare edilecegi için korkaklık ve zaafa teslim edilmis olur. Ayrıca, böyle bir tesekkülde kuvvetlerin serbestçe faaliyet göstermelerine engel olunmakla, en yararlı ve en iyi liderin seçilmesi ugrunda yapı- lacak mücadeleye de fırsat verilmeyecektir. Bunun neticesi olarak en saglam ve en kati fikirlerin galip gelmeleri de tehlikeye girmis oluyor. Bu tip cemiyetler, mevcut durumun ve olayların dogal gelisimine de karsıdırlar. Çünkü bunlar, ugrunda mücadele verilen sorunun çözümünü çabuklastırmak yerine geciktirirler. Belki, bazı grupların birlesmeleri ve müsterek tesebbüslere girismeleri yararlı olabilir. Ancak bu tesebbüs, pek kısa bir müddet için ve pek

belirli sorunlarla mesgul olmak için yapılmalıdır. Bu durum hiçbir zaman devam etmemelidir. Çünkü böyle bir durum hareketin kurtarıcı vazifesinden vazgeçmesine sebep olur. Çünkü ha- reket, yukarıda anlatılan bir birlesmenin içine saplanıp kalırsa kendi istikametinde gelisme imkânını da elinden kaçırır.

Demek oluyor ki, rakip partilere hakim olmakla, önceden tespit edilmis hedefe muzaffer bir sıfatla ulasmak ihtimali de ortadan kalkmaktadır.

Dünyada büyük olan her sey, birlesmeler tarafından meydana getirilen hararetli mücadeleler sonunda elde edilememistir. Büyük olan her sey daima tek ve galip tarafından fethedilmistir. ittifaklar, kaynakları dolayısıyla, gelecekteki ufalanma tohumlarını, hattâ o güne kadar elde edilmis olumlu sonuçların tamamen kaybedilmesi sebeplerim kendi içlerinde tasırlar. Büyük

ve dünyanın altını üstüne getiren manevi mahiyetteki devrimci hareketler ancak bagımsız ve tek basına olan grup tarafından yapılan dev mücadele sonunda olumlu sonucu ulasmıstır ve

ulasabilir. Dünyayı saran böyle bir hareket hiçbir zaman, grupların birlesmeleri ile temin edilemez.

Irkçı devlet bir halk isçi meclisinin anlasmalardan meydana getirilmis idaresi ile ortaya çıkarılamaz. Ancak ırkçı devlet diger hareketler arasından kendine yol açmıs ve kuvvetini kabul ettirmis tek bir hareketin faal iradesi sayesinde kurulur.

BÖLÜM 21

Eski Alman Devleti kuvvetini, dayandıgı baslıca üç sütundan alıyordu. Bu üç esas sunlardır: Monarsik sekil, yüksek dereceli memurlar ve ordu. 1918 devrimi devletin monarsik olan seklini kaldırdı, orduyu tamamen dagıttı ve memurları partilerin pençelerine teslim etti.

Neticede devletin otoritesi olan esaslar kökünden yıkılmıs oldu. Devlet otoritesinin dayandıgı birinci esas, halkın gözündeki ragbetidir. Yalnız bu ragbete dayanan otorite ise son derece zayıftır. Böyle bir otoritenin güvenligi ve istikrarı yoktur. Bundan dolayı hükümet, tabanı genisletmek, nüfuz ve kudretini kuvvetli bir sekilde kurmak zorundadır.

Demek ki, her otoritenin ikinci temel tası iktidarın nüfuz ve kudretindedir. Bu ikinci otorite, ilkine nispetle daha istikrarlı ve daha emindir. Fakat hemen sunu söyleyelim ki, hiç de gürbüz degildir. Eger, halkın nezdinde sevgi ile kuvvet bırlesirse ve bu birlesme bir müddet devam

ettirebilinirse, iste o zaman daha saglam temeller üzerinde yeni bir otorite tesekkül etmis olur.

Nihayet halkın nezdinde, sevgi, kuvvet ve anane birlestigi takdirde bunlardan meydana gelen otorite sarsılmaz kabul edilir, iste 1918 devrimi bu üç diregi yıktı. Gelenekten her türlü

otoriteyi çekip aldı. Eski imparatorlugun yıkılması, eski hükümet seklinin bir tarafa itilmesi, eski hakimiyet isaretlerinin ve imparatorlugun sembollerinin imha edilmesiyle gelenek

birdenbire yok edildi. Bunun neticesi olarak devlet otoritesi siddetli bir sekilde sarsıldı. Hatta, bugün devlet otoritesinin ikinci diregi dahi ortada yoktur, devrimi yapabilmek için devletin teskilâtlı kuvvetinin en büyügü olan ordunun dagıtılmasına mecburiyet duyulmustu. Ordunun kemirilmis enkazı dahi devrimci mücadeleler unsuru olarak kullanıldı.

Cephedeki ordular, hiçbir zaman suçlu bir mevkie düsmediler. Fakat dört buçuk sene kahramanca savastıkları mevkilerden geri çekilince, bu orduları, çöküs sahnelerini görmek daha çok yıktı. Nihayet terhis edilecek yerlere ulasınca, itaat tanımaz oldular.

Hiç süphe yok ki, askerlik hizmetini günde sekiz saatlik bir hizmet sayan bu asilere dayanarak

ve güvenerek hiçbir otorite kurulamazdı. Artık, otoritenin saglamlıgım temin eden ikinci direk

de böylece bir kenara atılmıs oluyordu.

Devrim, ilk unsuru, yani halk nezdindeki sevgiyi muhafaza edebildi ve otoritesini bu sevgi üzerine insa etti. Halbuki otoritesini insa ettigi bu emel pek fazla çürüktü. Devrim hiç süphe yok ki, bir kalemde eski devlet binasını yıkmaga muvaffak oldu. Fakat bu muvaffakiyette rol

oynayan sey, milletimizin normal bünyesinin, devrimden önce savas tarafından kemirilmis

olması idi.

Bir bütün olarak göz önüne alınacak olursa, her millet üç büyük sınıf halinde bir varlık arz eder.

Bu üç büyük sınıftan biri, seçkin vatandaslardan meydana gelir. Bu sınıfa dahil olanlar fazilet sahibidirler ve cesaret ve fedakârlık ruhu ile dikkati çekerler. Bu sınıfa karsı olarak, diger bir grup vardır. Bu sınıf en kötü kimselerden olusmustur. Bu grubun bencil ve nefret uyandıran

bir vasfı vardır. Bu iki kutup arasında bir orta sınıf vardır ki, digerlerine nispetle en genis

olanıdır. Bu sınıfa mensup kimseler, ne birinci sınıftakiler gibi seçkin ve cesaret sahibidirler,

ne de diger sınıf gibi bencil ve canice bir zihniyetleri vardır.

Bir toplumun yükselme devreleri, özellikle en iyi vatandaslardan olusan sınıfın gayretli ve olumlu çalısmaları ile meydana gelir.

Normal ve düzenli bir gelismenin orta sınıf mensuplarına hâkim olundugu zaman meydana geldigi ve devam ettigi görülür. Bu sırada asırı sınıflar yerlerinden kımıldamazlar ya da yüksel-mezler.

Bir toplumun yıkılması, ancak en kötü unsurların hükümeti eline geçirmesi ile olur. iste bu bakımdan büyük kütle olan orta sınıf, birbirine zıt olan bu iki sınıfın çarpıstıkları sırada

kendini gösterir. Bu büyük sınıfın, her zaman rakip partilerden birinin zaferinden sonra, üstün gelen tarafa bir armagan olarak boyun egmesi dikkate deger bir durumdur. Eger bu sınıf, en iyiler galip gelmislerse onların icraatına engel olamaz.

Halbuki uzun süren savas, bu üç sınıfın dengesini altüst etmistir. Savasın, milletin seçkin sınıfının kanını, hemen hemen son damlasına kadar akıttıgını görüyoruz. Buna karsılık savas, orta sınıf üzerinde öyle büyük bir tahribat yapmamıstır.

ğurası bir gerçektir ki, binlerce ve binlerce defa fedailere basvuruldu. Cephe için fedai arandı. Fedai devriyeler çıkarıldı. Fedai emirerleri, fedai telefoncular bulundu. Uçaklar için fedailer, nehirler asmak için fedailer, denizaltılar için fedailer, hücum kıtaları için fedailer...

Savas boyunca devamlı bir sekilde gönüllü bulmak icap etti. Bu bitip tükenmek bilmeyen talepler karsısında, aynı jest görülüyordu. Sakalları çıkmamıs bir delikanlı veya yasını almıs

bir adam, vatanseverlikten tutusan ruh ve sahsi cesaret ile, en yüksek bir vazife suuru ile dolu olarak cepheye atılıyordu.

Böyle on bin, yüz bin teklif geldi. Neticede bu "iman ihtiyat hazinesi" kurudu. Atesler içine

atılıp da ölmeyenler, yaralı olarak sayıları pek az kalmıs olan inançlı arkadaslarının yanlarına dönüyorlardı. Oysa fedailer denilen bu kimselerden koca koca ordular meydana getirilirdi.

Fakat bu ordular bizim hiçbir ise yaramayan parlâ-mentocularımızın canice suursuzlukları neticesinde sulh sırasında küçük bir talim dahi görmemisti. Bundan dolayı savas sırasında ne yapabilirlerdi. Cephede yaptık için zayıf bir garanti olan halkın sevgisini kuvvetlendirecek silahlı bir teskilât bulundurmak çarelerim aradılar.

iste ne kadar gariptir ki, "militarizm aleyhtarı" olan Cumhuriyetin askerlere ihtiyacı vardı. Cumhuriyetin ilk ve tek temeli olan halkın sevgisi ancak, p...ler, hırsızlar, yankesiciler, asker kaçakları, karaborsacılar, anarsistler toplulugunda kök salabilmisti. Biz bu güruha kötülerin nefret uyandıran sınıfı adını vermistik. Bu durum ve sart altında, böyle bir çevrede, hiç çekinmeden hayatını yeni bir idealin ugruna vakfedecek bir kimsenin bulunabilecegini düsünmek bile bos bir seydi.

Devrimi yapmıs olan toplumsal tabaka, yaptıgı bu devrimi koruyabilecek askeri temin etmeye kabiliyetli olmadıgı gibi, kendisi de, kendi korkunç eserini müdafaadan âcizdi. Aynı zamanda

bu grup hiçbir zaman ve hiçbir sekilde bir cumhuriyet idaresine taraftar degildi. Bu haydut toplulugu, kendi arzusunun tahakkuk etmesi için cumhuriyetten evvelki devletin teskilâtının lâgvedilmesini istiyordu. Bunların parolası hiçbir zaman "Düzen, asayis ve Alman Cumhuriyeti'nih saglam binası" olmadı. Bu âdi heriflerin tek emeli "cumhuriyetin yagma edilmesi" idi.

iste bundan dolayı, halk temsilcilerinin endise ve ıstırap içinde çıkardıkları müthis alarm feryatları bu güruh üzerinde bir tesir yapmadı. Tam tersine haydutların halka karsı olan mukavemet ve sert davranıslarını arttırdı.

Gerçekten devrimin ilk günlerinde bir güven ve inanç yoklugu tespit ediliyordu. Halkın, devrimin otoritesinin kaynagını kendi sevgisinden almadıgını ve baska unsurlara dayandıgını görünce bir direnise geçecegi tahmin ediliyordu. Bu mücadele, hırsızlıga ve hak iddiasına, hırsızlar ve yagmacılar çetesinin ve hapishanelerden zincirini koparıp kaçmıs bir sürü rezil heriflerin, isledikleri zulüm ve istibdada karsı olacaktı.

iste bu sırada, bir kere daha, asker elbisesini sırtına geçiren, tüfegini kaptıgı gibi, sükûnet ve asayisi hâkim kılan, vatandaslarını tahrip edenlere karsı baslarında migferleri oldugu halde mücadeleye hazır olan Alman gençleri bulundu.

Bu kahramanlar serbest fedailer sıfatı ile bir araya geldiler. Devrime kin beslemekle beraber, onu korumaya ve takviye etmeye giristiler. Bu hareketler ile dünyanın en iyi ve en saglam imanına sahip olduklarım gösterdiler.

Devrimin gerçek tertipçisi ve devrimin dizginlerini elinde tutan kimse uluslararası Yahudi idi.

Bu uluslararası Yahudi, o günlerde durumu pek iyi takdir etmisti. Alman milletinin, Rusya'da oldugu gibi komünizm bataklıgının kanlı çamurlarına itilmeye hazır bulundugunu biliyordu. Alman aydınları ile isçilerini birbirlerine yaklastıran güç, ırk birligi idi. Bunda halk tabakaları

ile kültürlü unsurların birbirlerine büyük oranda nüfuz etmis olmalarının da etkisi bulunuyordu. Bu durum Avrupa'nın bütün batı memleketlerinde mevcut iken, Rusya'da bu

sartlar yoktu. Rusya'da aydınların çogu Rus milletinden degildi. Yahut bu aydınlar Rus olsalar bile artık Slavlıklarını kaybetmislerdi. Savastan önce Rusya'da aydın tabaka, kendini halka baglayacak bir aracı tabakanın mevcut bulunmamasından dolayı, halk tarafından her an yok edilebilirdi. Fakat Rus halkı fikri ve ahlâki seviye bakımından sıfırdı, iste bu cahiller

toplulugu olan Rus halkı, aydınlara karsı tahrik edilince, Rusya'nın kaderi birden degisti ve inkılâp basarı kazandı. Neticede, Komünist ihtilâli galip çıkınca, cahil Rus halkı Yahudi diktatörlerin, müdafaadan mahrum birer kölesi haline geldi. Yahudi diktatörler ise, bu istibdada, "halk cumhuriyeti" adını verecek kadar sahte ve ustaca hareket ettiler.

ğimdi Almanya'da cereyan eden olayı da anlatalım. Almanya'daki devrim, ancak ordunun iç idaresinin bozulması ile mümkün oldu. Bu arada hemen sunu belirtelim ki, devrimin casusları

ve orduyu içten yıkan âdi herifler, cephedeki, askerler degildi. Bu âdi isi, iktisadi bir unvan ile

bu memlekette lüzumlu bir mütehassıs gibi hayat süren zalim alçaklar yaptı. Gerçi Alman ordusunu takviye eden on binlerce asker kaçagı da vardı. Fakat bunlar kendilerini büyük bir tehlikeye atmadılar ve cepheye arkalarını döndüler.

Hakiki bir korkak, en çok ölümden çekinir. Cephedeki korkaga ölümün karanlık yüzü, bir gün içinde çesitli sekillerde görünür. Zayıf, korkak, tereddüt içinde olan tabansız kimseler, bu durumlarına ragmen, vazife yerinde tutulmak isteniyorlarsa. Onlara sunu ögretmelidir:

Kaçanın basına korktugu sey muhakkak gelecektir. Cephede ölmek ihtimal dahilindedir. Fakat, kaçarken ölmek muhakkaktır.

iste askeri kanunun bütün maksat ve mânası bu olmalıdır.

Münhasıran, bir kimsenin dogustan kazandıgı cesaret ve fedakârlıklarla bir milletin hayatı ugrundaki büyük "kavga"yı nihayete kadar idare edebilmek imkânına inanmak gayet güzel bir seydi. Vazifenin, ihtiyari bir sekilde ve kendi arzusu ile ifa edilmesi vatandasların haklı hareketlerine daima hâkim olmustur. Fakat vasat kabiliyette ve karakterde olan kimseler için

bu artık bir hakikat degildir.

Bundan dolayı, böyle kanunlara sahip olmak sart ve böyle kanunların tam manasıyla tatbik edilmesi çok lüzumludur.

Gönüllü kahramanlar hakkında askeri kanun pek tabii olarak elzemdir. Fakat bu kanun daha ziyade, millet sıkıntı içinde bulundügü bir sırada kendi hayatını, toplulugun hayatına tercih eden korkak ve bencil olana karsı tesirli ve lüzumludur.

Bu zayıf karakterli korkak ve bencil kimselerin bu âdi hareketleri ancak, kendilerini korkutan seyden çok daha siddetli bir ceza ile korkutmakla önlenebilir, insanlara, cepheye davet edildikleri vakit, bu davete icabet etmedikleri zaman onları korkutmak için verilecek hapis cezası isi halletmez. Burada yalnızca, merhametsizce verilen ölüm cezası olumlu rol oynar. Çünkü tecrübe ile sabittir ki, hapishanedeki hücre, cephedeki bir siperden çok daha rahat bir yerdir. Keza bu âdi heriflerin kendilerince paha biçilmez kıymetli hayatları hapishanelerde garanti altındadır.

Cephede verilen ölüm cezasının kaldırılması ve ırkı idare kanununun kaldırılması durumu alt üst etti. Neticede, bu kaçaklar ordusu memleket içine yayıldı. Böylece bu kaçaklar ordusu 7

Kasım 1918'de ani olarak karsımıza çıktı ve devrimi yapan teskilâtı meydana getirdi.

isin dogrusu aranırsa, cephenin bu âdi teskilâtı ile bir alâkası yoktu. Fakat cephedekilerin hepsinin içinde bir barıs arzusu, inkılâp için en ciddi ve en büyük tehlike idi.

Barıs temin edildikten sonra, devrimcileri bir korku aldı. Çünkü cephedeki asker memleketine dönmeye baslamıstı ve bu askerler acaba inkılâba müsaade edecekler miydi? Yahudi zekâsı bunun da çaresini buldu: inkılâp birkaç gün ılımlı hareket edecekti. Aksi takdirde bir iki

Alman alayı, bu âdi herifleri, silindir gibi ezer geçerdi. Eger, o günlerde tek bir Alman

generali, kendi sadık askerlerine o kızıl heriflerin hepsini kursuna dizmek, muhtemel mukave- metleri top atesi ile bertaraf etmek emrini verecek olsa idi, generalin bu küçük ordusu

etrafında on binlerce Alman bir anda toplanabilirdi.

ipleri elinde tutan Yahudileri, bilhassa bu ihtimal korkutuyordu. Bundan dolayı, bu âdi Yahudiler devrimi gayet ılımlı bir sekilde yürüttüler. Onlar devrimi bir komünist devrimi olarak göstermenin gerektigini düsünüyorlardı. Bundan dolayı, savas sonrası sartları için, riyakâr bir çehre ile, bir sükûn ve asayis rejimi tahakkuk ettirecekleri havasını yaydılar.

Sık sık müsaade istemeleri, eski yüksek dereceli memurlara, eski ordu liderlerine basvurmaları bu korkulanndan ileri geliyordu. Hiç olmazsa bir müddet, bu sekilde hareket etmeye ihtiyaç duyuyorlardı. Daha sonra her darbeye boyunlarım büküp, gögüs geren bu

aldatılmıs adamlara hakları olan tekmeyi indirmek cesareti gösterilebilir ve cumhuriyet, eski devleti yönetenlerin ellerinden alınarak, devrim akbabalarının pençelerine teslim edilebilirdi.

îste ancak bu yolla, bu yeni durumu masum, sevimli ve ılımlı bir çehre altında gösterip, eski

generalleri ve eski devlet memurlarım kandırarak, bu kimselerin taraftarlarının ihtimal dahilinde olan bir direnislerini hükümsüz ve etkisiz bırakmak ümidi beslenebilirdi.

Bu alçak Yahudiler, bu manevralarında muvaffak oldular. Devrim, asayis ve sükûn unsurları tarafından yapılmayıp, kıyam, hırsızlık ve yagma unsurları tarafından yapılmıstı.

Sosyal Demokrat Parti gittikçe büyümesinden ve çogalmasından dolayı, devrimci parti niteligini yavas yavas kaybetti. Bunun sebebi, partinin devrimden baska bir amaç kabul etmesi veya liderlerin yine devrimden baska bir amaca saplanmaları degildi.

Sebep, partide icraata geçecek kabiliyetli taraftarların kalmaması idi. On milyon üyesi

bulunan bir parti ile bir devrim yapılamazdı. Bu kadar mühim bir inkılâp hareketi için, artık insanın önünde ve emrinde nefret uyandıran bir parti kalmamıstır. Böyle bir parti, devamlı bir sekilde sismesi ile büyük merkezi bir topluluk haline gelmis, tembel bir kalabalık olmustur. Yahudi, bu durumdan da yararlanmasını bildi. Sosyal Demokrat toplulugun tembellesmesi ile milli savunmamıza bir kursun blogu gibi yapısık kaldıgı sırada Yahudiler, bu partinin bünyesinden faal unsurlar çıkardılar. Bunları hücum kıtaları halinde teskilâtlandırdılar.

Yahudi, bu kuvvetleri özellikle müthis birer çatısma kuvveti haline getirdi.

Böylece bagımsız parti, Spartakist Cemiyeti, Marksizm'in hücum birliklerini teskil etti.

Bunların vazifesi, senelerden beri bu maksat için hazırlanmıs olan Sosyal Demokrat Parti'nin yerini almaktı.

Marksizm, korkak burjuvaziyi tam manasıyla anladı. Marksistler, eskimis ve yıpranmıs bir nesilden kurulu olan bu siyasi partinin ayaklar altına düsmüs olan itibarının hiçbir zaman esaslı bir direnis gösteremeyecegini biliyorlardı. Bundan dolayı kızıllar, burjuvaziyi pek önemsemiyorlardı.

Daha önce de söyledigimiz gibi, kızılları endiseye sevk eden sey, cepheden dönenlerdi. Bundan dolayı, devrimin tabii gelismesini bir parça kısmak lüzumunu duydular.

Sosyal demokrasinin bütün gücü, duruma hâkim olmustu. Bunun için gelecekteki hücum birlikleri ve Spartakistler bir tarafa itildiler. Gerçi bu hareket kavgasız olmadı. Kavgaya

sebep, faal hücum birliklerinin ümitlerinin bosa çıkması ve yagmaya devam edememelerinden dolayı çıkardıkları patırdı ve gürültü idi ve bu hal devrimin dizginlerini elinde tutan

Yahudileri ürküttü. Ancak bundan baska sebepler de vardı. Meselâ, alt üst olmanın neticesi iki tarafın tesekkülüne meydan vermisti. Yani, sükûn ve asayis partisi ile kanlı tedhis grupları

karsı karsıya gelmislerdi.

iste bu durum karsısında, burjuvazi bütün kuvvetleri ile sükûn ve asayis taraftarlarına teslim oldu. Böylece bu sefil ve içi geçmis siyasi olusum bir icraat yapmak fırsatını eline geçirmis olacaktı. Hiç olmazsa, ayaklarını saglam bir yere basacak, en çok nefret ettikleri, fakat nefret ettikleri kadar da korktukları bir kuvvet ile denk duruma gelmek imkânına kavusacaklardı. inkılâbı en adi unsurlardan kurulu bir azınlık yapmıstı. Aralık 1918 ve Ocak 1919'daki durum buydu. Bu âdi hareketin arkasından bütün Marksçı unsurlar geliyordu, inkılâp ılımlı bir

manzara arz ediyordu. Bu hâl ise, inkılâbın korkunç müritlerinin husumetini çekiyordu. Bunlar, silâh kullanarak, terör hareketlerine basvurarak, resmi daireleri isgale ve ılımlı devrimcileri tehdide basladılar. Bu tehlike karsısında, yeni idare taraftarları arasında asırı devrimcilere karsı mücadeleyi ortaklasa yürütmek üzere bir anlasma yapıldı.

Sonuç su oldu: Cumhuriyetin düsmanlan gerçekte cumhuriyete karsı mücadele etmek üzere teskilât kuruyorlar, fakat bambaska sebeplerden dolayı cumhuriyetin lehinde bulunan kimselerin üstün gelmelerine yardımcı oluyorlardı. Diger bir sonuç da, bu teskilâtın, eski devlet taraftarları ile, yeni devlet taraftarları arasında, her çesit kavga tehlikesini önler gibi görünmesi idi.

iste bu sonuçlar hiçbir zaman dikkate alınmadı. Yalnız bu durumu görebilenler, onda dokuzu devrime katılmamıs ve yarısından çogu devrimden nefret eden bir milletin; ancak onda biri tarafından yapılan devrime zorlanmasına ve bu adi devrimin emri altına girmesine akıl

erdirebilirler.

Bir yandan barikatlardaki savasçılarla Spartakistler, öte yandan tutucularla milliyetçi ülkücüler bütün yasalarını kaybettiler. Burjuvazi ve Marksizm, kazanılmıs alanlar üzerinde birlestiler ve bir araya geldiler, iste, cumhuriyet de bu birlesme ve bulusmadan sonra kuvvetlenmeye basladı.

Fakat bu netice, bilhassa seçimden önce burjuva partilerini eski monarsik fikirlere dönme arzusunu duymaktan alıkoyamadı. Bu sekil hareket etmek namuslu bir is degildi. Keza burjuvazi çok eskiden monarsi idaresi ile olan ilgisini kesmisti.

Daha önce yazdıgım gibi devrim taraftarları, eski ordunun yok edilmesinden sonra, devlet içindeki otoritelerim kuvvetlendirmek için kendilerine yeni bir alet bulmaya mecbur kaldılar. Durum sunu gerektiriyordu ki, devrimciler bu kuvveti ancak kendilerine tamamen zıt bir

hayat düsüncesine sahip olanlar arasında bulabilirlerdi.

Yahudiler, ancak böyle bir çevreden faydalanabilirlerdi. Belki yeni bir orduyu bu sartlar altında agır bir sekilde kurabilirlerdi ama barıs anlasmaları ile dısardan tahdit edilmis böyle

bir orduyu, zamanla manevi bakımdan degistirerek yeni devlet anlayısının bir âleti haline de getirebilirlerdi.

Eski devletin, devrimin yapılmasına sebep teskil eden bütün hataları bir yana bırakılır ve devrimin bir uygulayıcı sıfatı ile neden basarılı oldugu sorulursa, su cevaplar verilir:

1. Çünkü bizdeki görev ve itaat düsünüslerini, bütün hayat güçlerini kaybetmislerdi.

2. Sözde tutucu olan partilerimiz korkakça itaat edip, bas egmislerdi. Ayrıca su hususu da eklemek gerekir:

Görev ve itaat mefhumlarımızın kaskatı kesilmesinin, hareket etmez hale gelmesinin en ince sebebi terbiyemizde idi. Tamamen devlet istikametine çevrilmis olan terbiyemiz milli ruhtan yoksun bulunuyordu. Bunun sonucu olarak vasıtalarla, amaçlar birbirlerine karısmıslardı. Vazife suuru, vazifeye riayet, vazife mesuliyeti ve itaat esasta birer maksat degildir. Tıpkı

devletin de haddizatında bir maksat olmaması gibi. Bunlar birer vasıtadan ibarettir ve ahlâk ve fizik bakımından donatılmıs olan insanlardan meydana gelen cemiyetlerin varlıgını mümkün

hale getirmek ve bu cemiyetlerin devamlılıklarını saglamak için birer vasıtalardır. Bir milletin gözle görülecek sekilde, maglûp duruma düstügü ve birkaç kıymetsiz herifin fiil ve hareketleri yüzünden, en korkunç bir istibdadın altına girdigi andan itibaren itaatsizlik göstermek ve

görevini yerine getirmemek eger milleti yok olmaktan kurtarabi-lecekse, o zaman bu adi heriflere itaat etmek tam bir deliliktir.

Bugünkü burjuvanın devlet anlayısına göre, ates açmamak için yukarıdan emir alan bir kumandan vazifesine uygun hareket etmis olur ve ates etmemekte haklıdır. Çünkü kesin ve körü körüne itaat burjuvalar nazarında kendi milletinin hayatından çok daha degerlidir. Eger

bu âdi devrim hareketi basarıya ulasmıssa, bunun en büyük sebebi, milletimizin ve daha

dogrusu hükümet adamlarımızın, bu mefhumlardan habersiz olmaları idi. Ğkinci büyük sebep, ise, muhafazakâr partilerin korkaklıkları ve milletimizin bünyesindeki en iyi ve en çalıskan unsurların ortadan kalkmıs olmaları idi. Milletin içindeki bu faydalı unsurlar cephede ölmüslerdi. Ayrıca burjuva partileri fikir ve kanaatlerini, ancak fikir sahasında, fikri silahlarla koruyabileceklerine inanıyorlardı. Çünkü kuvvet kullanmak hakkına sadece devlet sahipti.

Bu sekil düsünmek, sadece gittikçe artan çöküsün isaretlerini tasımakla kalmaz. Aynı zamanda, bu sekilde düsünmek, siyasi rakiplerin eskiden beri bu hususu terk ederek kendi

siyasi amaçları için, cebir ve siddet yoluyla mücadele edeceklerini ilân ettikleri bir sırada çok hatalı olur.

Bunun böyle oldugunu, 7-11 Kasım günleri açıkça ispat etti. O sırada Marksizm, parlamentoculugu ve demokrasiyi önemsemiyordu. Her iki kurulusa da köpekler gibi uluyan

ve ates eden cani çeteleri ile en korkunç ve en öldürücü darbeyi indirdi. Geveze burjuva teskilâtı bu durum karsısında âciz kaldı. Fakat devrimden sonra da bu burjuva partileri yeni yeni bayraklar altında ortaya çıktılar. Bu partilerin liderleri saklandıkları yerlerden dısarı

çıkarlarken, olaylardan ders almamıslar, hiçbir sey ögrenmemislerdi.

Bu partilerin, programlarındaki yeni sartlara uymayan kısımları ise eskisinin aynı idi.

Bunların maksatları yeni sartlara mümkün oldugu kadar uyabilmekten ibaretti. Tek silâhları

ise "söz" idi. Burjuva partileri, devrimden sonra da rakiplerine sokak ortasında teslim oldular. Cumhuriyetin müdafaası için meclise bir kanun teklifi getirildi. ilk önceleri çogunluk temin edilemedigi için teklif kabul olunmadı. Fakat, miting yapan iki yüz bin kızıl karsısında

burjuva devlet adamları korktular. Sanki, bunlar baska türlü hareket ederlerse, hiddetten köpüren bu kalabalıgın hısmına ugrayarak Reichstag'dan çıktıkları zaman, belkemiklerinin kırılacagını zannettiler. Bu korku, onları kanaatleri hilâfına, teklifin lehinde oy kullanmak

mecburiyetinde bıraktı. 1922 yılının Temmuz ayında parlamentoda oynanan komedi sırasında

Nasyonalistler önergenin aleyhinde oy verdiler.

Böylece yeni devlet, sanki hiçbir milli muhalefet yokmus gibi gelisti, iste o sıralarda Marksizm'e ve onun tesviki ile ayaklanan topluluklara karsı çıkan ve bu muhalefet cesaretim gösteren olusumlar, fedai heyetleri, kendi kendim koruyan topluluklar, vatanperverler, muhafızlar ve genellikle eski muhariplerden kurulu geleneksel kümecikler oldular.

Fakat bunların varlıkları da Almanya'nın ters talihini,'bir parçacık bile olsun degistirmedi. Bu sonuç normaldi. Nasıl Nasyonal Partiler sokaklarda hiçbir kuvvet ve kudrete sahip bulunmadıkları için halka nüfuz edememis ve etkili olamamıslarsa, sözde kötü gidise karsı müdafaa kümeleri teskil edenler de, siyasi fikirlerden ve her türlü hakiki siyasi maksatlardan mahrum bulundukları için topluluklara nüfuz edemediler.

Marksizm'i zafere götüren sey, siyasi idaresi ile fiil ve hareketlerindeki sert ve siddet arz eden mitingleridir. Milli Almanya'nın kaderi üzerinde her türlü nüfuz ve tesirden mahrum bırakan

sey sert kuvvetin milli irade ile isbirligi yapmamasıdır. Milli partiler ne olursa olsun, bu iradeyi bir sokak kavgasında -galip çıkaracak bir kuvvete, asla sahip degillerdi.

Bu durumu kurnaz Yahudi, basarılı bir sekilde devam ettirdi. Basın yolu ile, Yahudi, bu kötü gidise karsı olan müdafaa kaynaklarım siyasi olmayan fikirlerle doldurdu. Böylece siyasi mücadelede Yahudi, "gerçek fikir silâhlarının kullanılmasını istiyor ve bunu övüyordu. Milyonlarca aptal Alman bu esekçe harekete kendim kaptırıp savunma silâhlarını elden

çıkarıp kendini Yahudi'nin kanlı ellerine teslim ediyordu. Bunu yaparken, isin feci tarafını da takdir edemiyordu.

Her türlü ıslahatçı fikrin yoklugu, daima mücadele kuvvetinin tahdidini gerektirir. En kaba silâhları kullanmak hakkına sahip olma kanaati de, daima yeni bir devrimci düzenin zaferinin lüzum ve zaruretini dogurur.

Demek oluyor ki bu gayeler ve idealler ugrunda mücadele etmeyen bir hareket hiçbir zaman

en son çarelere müracaat etmeyecektir.

Büyük bir fikrin ilânı Fransız Ihtilâli'nin basarı sırrı olmustur. Rusya'daki komünist devrimi zaferini fikre borçludur. Fasizm kuvvetini, ancak bir milleti iyi bir sekilde büyük bir yenilesme hareketine tâbi tutmak fikrinden almıstır.

iste burjuva partilerinin hiçbirinde bu isi basaracak bir kabiliyet yoktur.

Fakat, yalnız burjuva partileri siyasal amaçlarını, geçmisin yeniden yasatılmasında görmüyorlardı. Çesitli savunma grupları da, siyasal amaçlarla ugrastıkları oranda, bunu yapıyorlardı. Askeri birliklere özgü ve Kyffhauseriennes* egilimleri bunların çevrelerinde canlandılar. Bu tutumları cumhuriyete yaradı ve yok olmalarına yol açtı. iyi amaçlarla ve iyi niyetle davranmıs olmaları, egilimlerinin ne kadar yanlıs oldugu kanaatini degistirmez. Marksizm güçlendigi Reichsvvehr'de, otoritesi için gerekli olan yardımı yavas yavas buldu ve

bir fikri ısrarla izleme yolu ile, ulusal savunma gruplarını dagıtmaya basladı. Bu topluluklar, kendisine tehlikeli görünüyorlardı ve gereksiz duruma gelmislerdi. Haklarında kusku duyulan

en cesaretli liderlerden bazıları mahkemelere yollanarak, hapse atıldılar. Sonunda hepsi, kendi hataları yüzünden hak ettikleri kötü sonuçlara ugramaktan kurtulamadılar.

NASYONAL SOSYALiST PARTiSi kuruldugu zaman, amacı, burjuva partilerde oldugu gibi, geçmisi mekanik bir sekilde yeniden yasatmak olmayıp, bugünkü devletin anlamsız mekanizması yerine, hedefi ırkçı bir organik devlet koymaktan ibaret olan yeni bir hareket ortaya çıkarmaktı.

Genç hareket, ilk günlerden itibaren fikirlerini mânevi vasıtalarla yazmak ve propaganda yapmak lüzumunu duydu. Fakat bu sekil çalısmanın aynı zamanda kaba kuvvet ile takviye edilmesi gerektigini de kabul etti. (Bu bir dagın adıdır. Menkıbeye göre, Frederic

Barberousse, burada bir sihrin etkisi ile uyuya kalmıstı. Panjermanist ülkünün üstün gelmesini saglamak için uyanıyordu. Kyffhausbund'da, savastan önce eski asker ile ögrencilerin olusturdugu bütün vatansever demekler toplanmıslardı. )

Yeni doktrinin büyük önemi nazarı itibara alınarak ulasılacak hedef için yapılan fedakârlıklar hiçbir zaman büyük bir sey olarak kabul edilmedi.

Öyle anlar olur ki, bir milletin kalbini fethetmek isteyen bir hareket, kendi bünyesinde, düsmanlarının terör hareketlerine karsı müdafaa çaresi bulmak mecburiyetini duyar. Tarihin ölümsüz derslerinden biri de sudur: Terörden yardım gören felsefi bir fikir hiçbir zaman idari usullerle maglûp edilemez. Böyle felsefi bir fikir, ancak cüretkârca oldugu kadar kesin fiil ve hareketleri ile kendisini ifade eden yine bir felsefi fikir ile yok edilebilir.

Bu keyfiyet devletlerin resmi hamilerinin hosuna gitmez. Fakat bu hal, inkâr kabul etmez bir gerçektir.

Alman Devleti Marksizm'in siddetli hücumuna hedef olmaktadır. Devlet, yetmis seneden beri devam eden mücadelenin ideolojik zaferine mâni olamadıgı gibi senelerce kendini tehdit eden ideolojinin ugruna çarpısanları en kanlı bir sekilde cezalandırmıs, fakat yine de, Marksizm'e

her hususta teslim olmustur.

Kasım 1918'de Marksizm'e kayıtsız sartsız teslim olan devlet, bir gün içinde Marksizm'e hâkim olamazdı. Çünkü, bakan koltuklarına oturmus olan ahmak burjuvalar bugün isçilere

karsı hükümet etmemek lüzumunu agızlarında geveleyip duruyorlardı. Bu ahmak burjuvalar

Alman isçisinin isteklerini Marksizmle aynı sey olarak kabul ediyor ve böylece tarihi

degistirme suçunu isliyordu. Bundan dolayı, Marksist fikir ve teskilât karsısında, devletimizin yıkılmasını da gizlemege çalısıyorlardı.

Bugünkü devletin Marksizm'e tamamen boyun egmesi karsısında NASYONAL SOSYALiST HAREKET, sadece manevi silâhlarla kendi fikrinin galip çıkmasını hazırlamak imkânına

sahip degildir. Zafer sarhoslugu içinde bulunan uluslararasıcılık, terör hareketlerine karsı kendi imkânları ile bir müdafaa tedbiri olmakla da mükelleftir.

Asayis kadromuzun nasıl kuruldugunu, toplantılarımızda gördügü mühim vazifeleri kitabımızın bundan önceki kısımlarında bahsetmis ve kadromuzun yavas yavas gelistigini görmüstük.

Bizim bu teskilâtımız ile, Alman müdafaa ekiplerinin arasında benzerlik varsa da bu dıs görünüstedir. Çünkü Alman Müdafaa Ekiplerinin açık bir siyasal fikirleri yoktu. Bunlar sadece hususi himaye ekiplerinden ibarettiler. Bunların kendilerine özgü bir hazırlıkları ve teskilâtlan vardı. Öyle ki, yasadısı birer gönüllü teskilât olmaları ile, devletin yasal

teskilâtlarının tamamlayıcı niteligini tasıyorlardı. Ancak kurulus biçimleri o devirde devletin durumundan ileri geliyordu. Ama unvanları kendilerine, yani yapılarına hiç uymuyordu.

Çünkü bunlar, yalnız özel kanaatleri ugrunda mücadele veren özel kuruluslardı. Bir bölüm liderler ve hatta bütün bu gruplar, cumhuriyete karsı olmalarına ragmen amaçlannı gerçeklestiremiyorlardı. Çünkü kelimenin tam anlamı ile bir kanaat olusturabilmek için

mevcut durumun asagılık olduguna güven getirmek yeterli degildir. Böyle bir kanaat, ancak yeni durumdan önce bir fikir ortaya çıkarmakla ve bunun gerekli oldugu hakkında duygu beslemekle yayılabilir. Ancak bu, yeni durumun kurulması ugrunda mücadele ile ve mücadeleyi hayatın en büyük görevi saymakla kök salabilir.

O günlerde Nasyonal Sosyalist Hareketin emniyet kadrosunu, bu müdafaa ekiplerinden ayıran

en esaslı vasıf, inkılâp tarafından meydana getirilen sartların, en ufagını dahi müdafaa etmemesi ve tamamına karsı çıkarak yeni bir Almanya ugrunda mücadele etmesi idi.

Gerçi bu güvenlik kurulusu, ilk günlerde toplantılarımızın düzen içinde geçmesini saglamakla görevli idi. Yani görevi sınırlı idi. Rakiplerimizin, toplantılarımızı sabote etmelerini

önleyecekti, ilk günlerde bu yolda, esaslı saldırılar yapmak için kurulmustu. Ama bu teskilâtımızın degismez tutumu, Alman ırkçılarının kokusmus toplantı yerlerinde* ileri sürdükleri gibi, yalnız sopa yemege karsı siddetli bir istekten ileri gelmiyordu. Güvenlik kurulusumuzdaki taraftarlarımızın bu tutumları, bir sopa darbesi ile yere serildiginde, en iyi

bir fikrin bile bogazlanabilecegine inanmıs olmalarından ileri geliyordu.

Çogu zaman tarihte görüldügü gibi, en asil baslar, en âdi darbeler altında uçmuslardır. Bizim teskilâtımız cebir ve siddeti esasen bir maksat olarak kabul etmez. Teskilâtımız, ülkücü amaçları takip edenleri, baskı, zor ve siddetten korumak için tesekkül etmistir. Teskilâtımız, millete hiçbir koruma ihtimalini vermeyen bir devleti

(* Deutsch Volkfeohe, ırkçı fikirlerin yayılması konusunda Hitler taraftarları ile rekabet eden bir teskilât idi. Daha sonra, yavas yavas ortadan kalktı )

müdafaa etmek için degil, tam tersine olarak, milleti ve devleti yok etmek isteyenlere karsı, milletin müdafaasını üstüne almak için kurulmustur.

Münih'te Hofbrauhaus dügün salonunda yaptıgımız muharebede emniyet kuvvetimize

gösterdigi kahramanlıktan dolayı, o günün büyük hatırasını daimi bir sekilde tespit etmek için HÜCUM K-IT'ASI adını verdik. Daha dogrusu emniyet kuvvetimiz o gün bir sürü kızıl karsısında gösterdigi cesaret ve kazandıgı zafer sayesinde bu ismi hak etti.

Bu ismin ifade ettigi mâna, hareketimizin yalnız bir kısmını anlatıyordu. Bu isim ve bu isim altında toplananlar, propaganda gibi, basın gibi, bilimsel müesseseler gibi ve partimizin diger üyeleri gibi, bir bütünün bir kısmını ifade ediyor ve bir parçasını teskil ediyordu.

Zihinlerden silinmeyen o tarihi toplantıdaki basarımız, yalnız o günkü toplantıya özgü kalmadı. Hareketimizi ve fikirlerimizi Almanya'nın diger taraflarında da yaymak için yaptıgımız tesebbüslerde bu organımızın ne kadar faydalı ve gerekli oldugunu gördük. Kızıllar, bizi kendileri için bir tehlike olarak kabul ettikten sonra Nasyonal Sosyalist

toplantılar yapmak için giristigimiz tesebbüslerde bizi daha büyük bir kuvvet haline gelmeden bogmak ve ezmek için hiçbir fırsatı kaçırmadılar, Bazen de toplantılarımızı sabotajlarla

önlemeye çalıstılar. Bütün bu hâdiseler olurken Marksçı partilerin üyeleri ve olusumları her yerde ve hattâ parlamentoda dahi sabotaj hareketlerini müdafaa ediyorlardı.

Kızılların bu hareketleri normaldi. Fakat hiçbir yerde konusamayan ve hatiplerinin sözleri kızıllar tarafından kesilen, her zaman Marksistlerin dayaklarına maruz kalan ve Marksizm aleyhindeki hareketimizi takip edip, bizim bu milli mücadelemiz sırasında karsılastıgımız güçlüklerden adeta zevk duyan burjuva partilerinin bu tutumlarına ne demeli? Bu pis burjuvalar, maglûp edemedikleri kızıl partilerin, tarafımızdan da alt edilemedigini gördükçe memnun oluyorlardı.

Yüksek dereceli memurlar, emniyet amirleri hattâ hattâ bakanlar, kendilerine rezil dedirtecek

bir karaktersizlikle, vatanperver kisiler hüviyetine bürünüp, biz Nasyonal Sosyalistlerin, Marksçılarla olan mücadelesinde, en âdi bir sekilde kızıllara hizmet ediyorlardı. Birkaç sene önce kızıl köpek sürüleri tarafından ipe çekilmemelerim ve bir fener diregine asılmıs cesetler haline gelmemelerini kısmen dahi olsa bizim kahramanlıgımıza borçlu olan âdi heriflerin, partimiz ve üyeleri hakkında hiçbir ihtarda bulunmadan takibata geçmeleri, rezil kimseler olduklarının en açık delili idi.

Bu kadar hüzün verici hadiseler arasında ebediyete intikal eden Polis Müdürü Pöhner mert bir adam olarak bu âdi köpeklerden bahsederken söyle demisti:

"Ben, hayatım boyunca sadece bir Alman olmak, öyle kalmak ve bir memur olmak için mücadele ettim. Rezil bir memur olarak, karsısına çıkana fahiselik eden ve o anın hâkimi

görünmege fırsat bulan âdi yaratıklarla benim karıstırılmamamı isterim."

Bizi endiseye sevk eden ve çok hazin olan bir durum vardı ki, o da, bu köpek sürüsünün, yavas yavas da olsa Alman Devleti'nin en namuslu kisilerim emir ve tesirleri altına alarak onlara da kendi ilkelerini ve adiliklerini asılamaları idi. Bunlar aynı zamanda namuslu bir kimseye karsı da azgın ve korkunç bir kin beslerlerdi, Yahudi taktigi burada da kuvvetini gösterir ve bu namuslu memurlar vazifelerinden atılırlardı. Bütün bunlar olurken basta

bulunan âdi herifler de "nasyonalist" etiketi altında kendilerini millete pahalı satarlardı. Biz,

bu gibi âdi köpeklerden hiçbir yardım göremezdik. Fakat, kendi korunma teskilâtımız olan

"Hücum Kıtaları"nın gelismesi emniyetini garanti edince, takdir dolu dikkatleri üstümüze çekebilirdik.

Bizim hücum kıtalarımızın iç teskilâtında hâkim fikir, bu organımızın tam bir hücum kıtası olmasından baska, Nasyonal Sosyalist ideali sarsılmaz bir sekilde manevi kuvvet haline getirmek ve disipline dikkat etmek olmustur.

Bu teskilâtımızın, herhangi bir müdafaa teskilâtı veya gizli bir cemiyet ile bir benzerligi ve alâkası yoktur.

Bir milletin askeri terbiyesi yalnız hususi kaynaklarla temin edilemez. Bunun için devlet tarafından büyük mali yardım yapılması i-cap eder. Bundan baska bir hususu düsünmek, kendi imkânları hakkında pek fazla ümitlere kapılmak olurdu.

ihtiyari disiplini tatbik "ederek, askeri kıymeti bulunan tesekküllerin meydana getirilmesinde bazı engelleri asabilmek kabil degildir. Çünkü en esaslı kumanda aleti olan ceza vermek

yetkisi noksandır. 1914 senesinin ilkbaharında teskil edilen ve fedai heyetleri demlen

kuvvetleri bugün dahi meydana getirmek mümkündür. Fakat bu heyetleri meydana getirenler, eski subaylardı. Bu subayların birçogu eski ordu mektebinde okumuslardı. Ayrıca, yüklenen vazife, cinsine bakılmaksızın kayıtsız sartsız bir askeri itaat gerektirmekte idi.

Halbuki gönüllü ekipler için bir ideal söz konusu degildi. Ekip, ne kadar genis olursa, disiplin

de o kadar gevsek olur. Her üyeden az is isteniyordu. Bunun neticesi olarak, müdafaa ekipleri eski askerler ve emekliler cemiyeti haline geliyordu. Kayıtsız sartsız, bir emir ve idare yetkisi olmadan, askeri hizmete gönüllü hazırlama isi hiçbir zaman büyük topluluklara tatbik

edilemez. Kendi rızaları ile, ordu içinde itaat mecburiyetine boyun egenler azınlıkta kalacaklardır.

Ayrıca, vasıta ve âlet eksikligi, imkânsızlık, müdafaa ekiplerinin hakiki bir talim yapmalarına fırsat vermemektedir. Halbuki, ciddi bir talim, böyle bir müessesenin en birinci ve en büyük vazifesi olmalıdır. Savasın üstünden sekiz sene geçtigi halde, bu uzun zaman zarfında Alman gençlerinin hiçbiri muntazam bir talim görmedi. Bu müdafaa ekiplerinin vazifesi, sadece çok eskiden talim terbiye görmüs kimseleri toplamak degildir. Eger bu is böyle yapılırsa, bir kimsenin, ekibi hangi sene terk edecegi kolayca hesaplanabilir. 1918 senesinin en genç

elemanı dahi, yirmi sene sonra askeri kıymetini kaybedecektir. ğimdi, Almanya bu kötü devreye büyük bir hızla yaklasmaktadır. Bu dönem gelip çattıgı vakit, savunma ekipleri tam anlamıyla emekliler cemiyeti hüviyetini alacaktır.

Halbuki esas vazifesi kötü gidise karsı koymak olan müdafaa ekiplerinin durumları böyle olmamalıdır, iste bu hal, henüz askeri talim görmemis olanlar için talimin gerekli oldugunu açıkça ortaya koymaktadır.

Fakat su sıra bu sekil yetistirme imkânsızdır. Haftada bir iki saatlik bir talim ile bir asker hakikaten yetistirilemez, iki senelik bir askerlik hizmeti bir Alman gencini tam bir asker haline getirmeye yeterlidir.

Hepimiz, cephede, askerlik meslegine tam manasıyla hazırlanmamıs olan genç askerlerimizin korkunç ve feci durumlarım gözlerimizle gördük. On bes hafta sıkı bir talime tabi tutulan gönüllü kıtalar, en büyük fedakârlık ruhu ile canlı ve ayakta olmalarına ragmen, savas

sahasında topa, gıda olacak et yıgınından baska bir sey degillerdi. Yalnızca bes-altı ay kadar

talim gördükten sonra, eski askerlerin aralarına katılan gençler bir ise yarıyorlar ve eskilerin tecrübelerinden istifade ederek faydalı oluyorlardı. Eskiler genç askerlere rehberlik ediyorlar böylece bunlar yavas yavas yeni görevlerine alısıyorlardı.

Bu hâdiseler göz önünde tutulacak olursa, belirli bir idareci heyeti olmadan, kâfi derecede

elde vasıta ve âlet bulunmadan, âdet yerini bulsun diye haftada bir iki saatlik yaptırılan talim

ile bir kuvvet meydana getirmenin ne kadar ümitsiz ve imkânsız bir is oldugu anlasılır. Bu

sekil davranmakla eski askerler durumlarını muhafaza edebilirler. Fakat, hiçbir zaman

'gençler bu biçimde gerçek asker durumuna getirilemezler. Bu sözde talimin yetersizligi su

olay ile de kanıtlanabilir: Bir gönüllü müdafaa ekibi, büyük gayret ve masraflarla sadık birkaç bin kisiyi askeri talime tâbi tutarken, devlet barısçıl davranıslarıyla milyonlarca gencin

arzusunu ve maneviyatım kırmakta ve neticede onların vatanperver ruhlarını zehirleyerek, hepsini koyun sürüsü haline getirmektedir. Bu trajedinin yanı sıra, müdafaa ekiplerinin fikirden mahrum olusları da olumsuz bir rol oynuyordu.

Ama, gönüllü teskilatlardaki sözümona askeri talim girisimlerinin hepsine sürekli olarak karsı çıkmama yol açan en esaslı görüs su idi:

Sıraladıgımız bu yokluk ve zorluklara ragmen, bu müdafaa ekipleri, uzun seneler sonunda, sayıca pek az bir miktar Alman gencini fizik, ahlâk ve teknik bakımından askeri bir talime tâbi tutulmus kimseler haline getirme isinde basarı saglasa bile, bugünkü politika ve devlet

adamlarının istemedikleri bu neticeyi nefretle karsılayacakları muhakkak olduguna göre, elde edilen netice devlet hesabına yine sıfırdır.

Herhalde böyle bir sonuç, böyle bir kuvvetten yararlanmak konusunda zerre kadar bir istek beslemeyen, ancak o korkunç varlıklarını savunmak için bunu düsünen hükümetlerle geçersiz, degersiz ve anlamsız kalır.

Birkaç sene önce en iyi talimi görmüs sekiz buçuk milyonluk orduyu terk eden devletin,

bugün on milyon Almanı aksam karanlıgında askeri talime tâbi tutması sadece gülünecek bir olay degil midir? Devlet, yalnız bu kuvvetten istifade etmemekle kalmadı, bu orduyu fedakârlıklarına karsılık olarak edepsiz, âdi ve alçaklar takımının hareketlerine teslim etti. Demek, mazinin en namuslu ve en serefli askerlerini lekelemis, bu kahramanlara tükürmüs, fedakârlık gösterenlerin nisan ve rütbelerinin sökülmesine fırsat vermis, bayrak ve sancakları çignemis olan bugünkü rejimin müdafaası ve.korunması için asker yetistirilecek, ha? ğasarım böyle düsüncelere...

Bugünkü rejim, eski ordunun serefine, manevi sahsiyetine küfredenleri mahkemeye vermek için küçük bir girisimde bulundu mu? Asla bulunmadı. Tam tersine eski Alman ordusuna küfredenleri en yüksek makamlara tayin etti.

Leipzig'de, "Halk, kuvvetin arkasından yürür." demislerdi. Bugün, kuvvet devrimi yapmıs

olanların elinde bulunduguna ve bu devrim de Alman tarihinde en alçak bir hıyanetten, en âdi

bir aptallıktan ibaret olduguna göre, yeni bir ordu kurmak bu âdi köpek suratlı heriflerin kuvvetini artırmak olacaktır. Ğste böyle bir ordu kurmaya tesebbüs etmek kadar yersiz bir sey olamaz. Akıl ve mantık bu tesebbüsün aleyhindedir.

Bu yeni devletin, devrimden sonra, bulundugu mevkii askeri bakımdan takviyeye ne kadar

önem verdigi, o sıralarda mevcut olan ve kendini himaye için olusturulmus olan teskilâta karsı gösterdigi ilgiden belli olmaktadır. Bu olusumlar, korkak devrim mahlûklarının himayelerini vazife edinmis oldukları için, arzu edilen müesseseler olarak kabul ediliyorlardı. Fakat,

zamanla milletimiz istilâ tehlikesine maruz kalınca, bu devrim mahlûkları için ortada korkula- cak bir husus kalmadı ve bu müesseselerin de mevcudiyeti onlar için gereksiz olmaya basladı. Bundan dolayı bu müdafaa ekiplerinin silâhlarını toplamak ve onları dagıtmak için ellerinden geleni yaptılar. Gönüllü müdafaa ekiplerini kurmak isini tetkik ederken kendi kendime "Bu gençleri kim ve ne için talim ettirecektim." diye soruyordum. Evet, bu gençlerden hangi

maksat için istifade edilecek ve bunlar ne zaman vazifeye çagırılacaklardı? iste kendi kendime sordugum bu suallere verdigim cevap, aynı zamanda bizim kendi genç hareketimiz için en iyi

emirleri ve düsturları ortaya koyuyordu. Bugünkü devlet bu talim görmüs olusumlara eger bir gün müracaat edecek olursa, bunu, milletimizin milli menfaatlerini harice karsı korumak için yapmayacak, sadece aldatılmıs, hıyanete hedef olmus milletimizin günün birinde isyan etmesi halinde, devletin basında bulunan zalimlerin müdafaası için tesebbüste bulunacaktı.

Demek ki, bizim Hücum Kıtalarımızın yukarıda arz ettigimiz sebepten dolayı askeri bir

teskilât ile hiçbir ilgisi bulunmamalıdır. Bu olusum Nasyonal Sosyalist Hareketin korunması

ve propagandası için bir organ olacaktır. Yani vazifeleri, müdafaa ekipleri denilen tesekküllerden tamamen farklı olmalıdır.

Fakat bizim bu teskilâtımız hiçbir zaman gizli bir cemiyet olmayacaktır. Çünkü gizli cemiyetlerin maksatları, yasadısı olabilir. Bu gizlilik durumu daima, böyle bir teskilâtın kadrosunu tahdit eder. Hele Alman milletinin gevezelige meyli malûm olunca böyle önemli

bir teskilât yapmak ve aynı zamanda bu teskilâtı sır olarak saklamak veya teskilâtın amacını gizlemek asla mümkün degildir.

Bu gibi tesebbüsler bugüne kadar binlerce defa meydana çıkarılmıstır. Bugün, emniyet kuvvetlerimiz ellerinde birtakım dalkavuklar bulundurmaktadır. Bunlar ufak bir menfaat karsılıgı hıyanette bulunmakla kalmazlar, aynı zamanda hayali birtakım hıyanetler de uydururlar. Hiç kimse, hiçbir zaman kendi üyeleri arasında bugünkü durumda gerekli olan sessizligi saglayamaz. Sadece küçücük gruplar yıllarca devam eden tecrübelerden sonra, gizli teskilât niteligini alabilirler. Fakat bu gibi tesekküllerin küçük olusları, Nasyonal Sosyalist Hareket için bir yarar saglamaz.

Bizim ihtiyaç duydugumuz sey fikirlerimize meftun yüz binlerce mutaassıp savasçı idi. Yoksa, cüret sahibi yüz veya iki yüz fesatçının aramızda isi yoktu. Gizli müzakereler ile çalısmak yerine kudretli ve azametli kütle mitingleri ile çalısmak lâzımdır.

Bir fikir hareketi, hiçbir zaman bıçak, zehir veya tabanca ile muzaffer olamaz. Böyle bir fikri cereyanın muvaffakiyeti ancak sokagı fethetmekle mümkün olur.

Biz Marksçılara, Nasyonal Sosyalizm'in yakın bir gelecekte sokak, cadde, meydanların ve günün birinde de devletin yegâne hâkimi olacagını anlatmalıydık.

Gizli tesekküllerin bir baska tehlikesi üyelerinin çogu zaman üstlerine düsen vazifelerinin büyüklügünü unutmalarıdır. Diger bir tehlike de, üyelerin, bir milletin kaderini bir katilin degistirebilecegine inanmaları halidir. Böylece bir fikir, ancak halk birkaç zalimin korkunç istibdadı altında inlerken, fevkalâde bir sahsiyetin ortaya çıkması ve milletçe nefret edilen

adamın gögsüne bıçagı saplaması ile degerli olabilir. iste bu takdirde fedakârlıga hazır olan

kisi, nefret duyulan adamın gögsüne bıçagı saplamak için, milletin safları arasından çıkabilir.

Bu hareketi küçük korkakların cumhuriyetçi ruhları kınanabilir. Oysa sunu unutmayalım ki.

Koca Schiller, Guillaume Tell'inde böyle bir öldürme olayını yüceltme cesaretini göstermistir.

1919 ve 1920 senelerinde, gizli olusumların, tarihin misallerine kendilerini kaptırarak, memleketin bir sürü alçaktan fevkalâde müteessir oldugu bir sırada, milletin ıstırabına son vermek maksadıyla, bu âdi köpeklerden intikam almaya kalkmaları ihtimalleri vardı.

Böyle bir tesebbüs anlamsız bir hareket olurdu. Çünkü Marksizm, herhangi bir liderin fevkalâde dehası sayesinde bugünkü basarılı sonuca ulasamamıstı. Marksizm, burjuva

sınıfının sonsuz zaafından, korkakça ve âdice geri çekilisinden dolayı bu zaferi elde etmisti. Bizim burjuva sınıfımız için en acı hal, kızıl inkılâbın ufak bir zekâya ihtiyaç göstermeden muvaffak olması ve burjuvayı emri altına almasıdır. Bir Robes-piere bir Dantftn ve bir Marat karsısında teslim olunabilir ve bu teslimiyete akit erer. Fakat, cılız Scheidemann yahut sisman Erzberger veyahut Friderich Elbert ile diger Ur süiti siyasi cüceler karsısında dört ayak

üzerine gelinmesi, bir rezaletten baska bir sey degildir.

Devrimin dehası olarak bir tek kisi çıkmadı. Yalnızca vatanın felaketi için yapılan devrimde hadsiz hesapsız tahtakuruları ile götürü ve toptan temin edilmis "spartakistes" gibi geçmez, ise yaramaz mallar vardı, içlerinden herhangi biri ortadan kaldırılsa idi, bunun hiçbir önemi

olmazdı. Böyle bir sey yapılsa bile, bir sürü sülük, ortadan kalkanın yerini alacaktı. Enerjik

bir protesto bu inanısı yok etmege kâfi idi. Hükümetin en yüksek makamlarında, koskoca bir imparatorlugu satmıs, iki milyon ölünün bir ise yaramayan fedakârlıklarının günahını üzerine almıs, milyonlarca savas malûlünün sorumluluklarını omuzlarına yüklenmis ve bir ruhun sessizligi ve istirahatı içinde cumhuriyetçi islerini görmekle mesgul birtakım âdi köpekler dururken, bir topun yerini düsmana haber vermis bir kimseyi kursuna dizmek mantıksızlıktır. Bir devlette, hükümetin, büyük hainleri masum olarak ilân etmesi ve küçük hainlere ceza

vermesi manasızlıktan baska bir sey degildir. Bir gün söyle bir hadise vukua gelebilir. Orduda bulundugu bir sırada hıyanet etmis cigeri bes para etmez bir herif çıkabilir, iste bu durumda

bu hainin vücudu, diger hainler tarafından mı ortadan kaldırılmalıdır, yoksa, bir idealist jüri tarafından mı? Birinci durumda basarı süphe arz eder. Gelecek için hıyanet muhakkaktır, ikinci durumda ise küçük ve basit bir kimse yok edilecektir.

Bu sorun karsısında ben söyle düsünüyorum. Büyük hırsızlar serbest ve cezasız kaldıkları

sürece küçük hırsızlar yakalanmamalı-dır. Bir gün gelecek milli bir Alman mahkemesi Kasım cinayetlerinin hesaplarını soracak ve on binlerce teskilâtçıyı isledikleri cinayetlerden dolayı muhakeme ederek idama mahkûm edecektir. Bu misal ve tahmin, savastan sonra milletlerarası makamlara gizli silâh depolarının yerlerim bildiren küçük ordu hainleri için de geçerlidir.

Bütün bu düsünceler ve ihtimaller beni, gizli cemiyetlere her ne sekilde olursa olsun istiraki men etmege ve Hücum Kıtalarını (S.A.) bu cemiyetlerin karakterlerinden uzak tutmaga zorladı.

Ben, bu yıllarda Nasyonal Sosyalist hareketini, çogunlugu saygıdeger genç ülkücü olan Almanlardan uzak tuttum. Çünkü onların hareketleri, vatanın kötü kaderini zerre kadar düzeltemedi ve kendilerinin yok olmalarından baska bir sonuç vermedi.

S.A. bir askeri savunma teskilâtı ya da bir gizli cemiyet olmayacaktı. Bunun için su noktalara dikkat edilmeli idi:

1. Talimler, askeri yararları yönünden degil, partinin çıkarlarına uymaları için yapılmalı idi. Teskilâtın üyeleri, fiziki gelismelerini tamamladıktan sonra askeri egitim ile ugrasmak yerine spor yapmaya yönelmelidirler. Boks ve jiujitsu bana göre bir top atısı taliminden çok daha faydalıdır. Belki top atısı talimi görmemis olmak eksiklikti. Fakat, spor sahasında mükemmel

bir sekilde talim ve terbiye görmüs, vatan için mutaassıp bir ask atesi ile tutusmus, en siddetli

bir tecavüz ruhu ile yogrulmus altı milyon genç bana teslim edilsin, ihtiyaç duyuldugunda, milli bir devlet için, iki seneden az bir zamanda koskoca bir ordu meydana getireyim. Fiziki

gelisme, herkese kendi üstünlügü kanaatini telkin etmeli ve ona daimi bir sekilde kendi kuvvetine güvenmesini saglamalıdır. Bu sekil fiziki terbiye, bu üyelere Nasyonal Sosyalist Hareketin müdafaası için silâh hizmetleri görecek sportif meziyetleri de kazandırmalıdır. 2. S.A.'nin gizli bir yanı kalmaması ve herkesin bu teskilât mensuplarını gördügü vakit tanıyabilmeleri için üyelerine üniforma giydi-rilmeliydi. S.A. gizli olarak toplanmamak idi. Açıkça ilerlemeliydi. Gizli bir kurulus oldugu hakkındaki bütün ithamları kesin bir biçimde yok edecek bir faaliyete gırismeli idi. Daha baslangıçtan itibaren genç hareketin büyük fikri

SA'ya mensup olanlara anlatılmalı ve büyük fikrin onlarca anlasılmayan bir tarafı kalmamalı idi. Bu kimseleri fikirlerimizin müdafaası vazifesine o sekilde sürüklemek icap eder ki, herhangi bir patırtıda Nasyonal Sosyalist ve ırkçı bir devletin kurulması ugrunda, onlar hayatlarını feda etmekten çekinmesinler. Böylece, bugünkü devletin aleyhinde

sürdürecegimiz mücadele, küçük intikam hareketlerinin ve fesatçı faaliyetlerin çok üstüne çıkmıs olurdu. Mücadelemiz, Marksizm ve Marksist tesekküllere karsı bir ideal hayat görüsü ugrunda bir yok etme savası niteligine ulasırdı.

3. S.A.'nin teskilât sekli, üniforması ve teçhizatı eski ordu mensuplarına benzememeliydi. Bu üniformalar üstlerine düsen vazifenin ihtiyaçlarına göre olmalıydı.

Daha 1920 ile 1921 yıllarında, benim için emredici bir nitelik tasıyan ve tarafımdan teskilâtımıza asılanması istenen bu fikirler, 1922 yılının son aylarından itibaren önemli

derecede S.A.lara sahip olmamız sonucunu dogurdu. Yalnız 1922 yılının sonbaharında S.A.

üyeleri, kendilerini belli eden ve herkesçe tanınan üniformalarını aldılar. SA'nın gelismesi ile alâkalı üç hadise sonsuz bir ehemmiyete haizdir.

1. Bunlardan biri, bütün vatanperver cemiyetlerin cumhuriyetin savunulması ile ilgili kanunun aleyhinde Münih'te Kölnigsp-latz'de yaptıkları büyük miting idi.

Münih'in vatanperver cemiyetleri, cumhuriyetin korunması kanunun kabulüne karsı protesto için çok büyük bir miting yapmak kararını aldılar. Nasyonal Sosyalist Hareket de bu büyük mitinge katıldı. Partimiz saflar halinde caddelerden geçti. Partinin siyasi kıtaları da geçise katıldılar. Ayrıca iki orkestra da bize refakat ediyordu. On bes kadar bayrak tasıyorduk. Nasyonal Sosyalistlerin yarı yarıya dolu, genis meydana varıslarında halkın sevk ve galeyanı son derece artmıstı. Ben altmıs bin kisiye yakın bir kalabalık önünde konusmak serefine

erdim.

Bu mitingin basarısı yıldırım etkisi yaptı. Kızılların en korkunç tehditlere ragmen, Münih caddelerinde yürüyebilecegimizi ispat ettik. Kızıl Cumhuriyetçi himaye tesekküllerinin üyeleri, hareket halinde olan kıtalarımıza terör yolu ile tesir yapmaga tesebbüs ettilerse 'de, kısa bir zaman içinde S.A.'lar tarafından kafaları dagıtılarak kan revan içinde bırakıldılar.

Böylece Nasyonal Sosyalist Hareket, o zaman ilk defa olarak sokakta miting yapmak hakkını ellerine geçiren kızıllardan, uluslararası hainlerden ve vatan düsmanlarından bu tekeli kesin surette almaya azimli oldugunu ispat etti.

Bu basarı, bizde S.A.'nin bünyesi hakkındaki düsüncelerimizin gerek psikolojik ve gerek teskilât bakımından iyi ve dogru olduguna dair inkâr kabul etmez bir kanıt ortaya koydu. Böylece teskilâtımız kendine basarı saglamıs olan temel üzerinde, enerjik bir biçimde gelisti. Birkaç hafta sonra S.A.larımızın çıkarabilecegi takım sayısı i-ki kat arttı.

2. S.A.'nin gelismesinde rol oynayan ikinci olay ise 1922 senesinde Cobourg'a yapılan seferdi. Irkçı topluluklar, Cobourg'da adına "Alman Kongresi" dedikleri bir toplantı yapmak niyetinde idiler. Ben de bu toplantı için davetiye aldım. Toplantıya birkaç arkadasımı da getirmem isteniyordu. Davetiye saat 11.00'da elime geçmisti. Davetiyeyi tam zamanında almıs

sayılırdım. Çünkü bir saat sonra kongreye katılabilmek için gereken bütün tedbirler alındı. Bana eslik etmek üzere S.A.lardan sekiz yüz kisi seçtim. Bunlar on dört takıma ayrıldı.

Böylece Münih'ten özel bir arastırma ile Cobourg'a gideceklerdi. Cobourg kantonu ile birlikte, plebisit sonucu Bavyera'ya iltihak etmisti.

Ayrıca Nasyonal Sosyalist S.A'ların diger gruplarına da emir verildi. Baska yerlerde de bazı gruplar teskil edildi. Almanya'da S.A.'nin yeni üyeleri trene bindikleri yerde muazzam bir izlenim bırakıyorlardı. Birçok kisi bizim bayragımızı görmemisti. Bayragın yaptıgı tesir

büyük oldu.

Cobourg garına gelindigi zaman, kongre eglenceleri komitesinin bir murahhas heyeti tarafından karsılandık. Bize mahalli sendikaların uzlasma unvanlı bir emrini teblig ettiler.

Sosyalist Parti ile Komünist Partisi bu emre istirak etmislerdi. Bizden, sehre bayrak açmadan

ve bandomuzu çalmadan girmemizi istiyorlardı. Ayrıca sehre girerken sıkı kollar meydana getirmememiz de isteniyordu.

Bu küçültücü sartlan derhal reddettim. Bu mitingi tertip edenler ve yönetenlerle müzakereye yanasmayacagımı ve Sosyalist belediye baskanı ile böyle bir uzlasmaya varılmıs olmasının benim için sasılacak bir sey oldugunu anlatmakta kusur etmedim. Kırk iki kisilik orkestramız

da bizimle beraber gelmisti. S.A. takımlarının derhal saf teskil edeceklerini, bayraklarını açarak, farfarları ile birlikte sehrin içine yürüyeceklerini bildirdim.

Dediklerimin hepsi yapıldı.

Gar meydanında, köpekler gibi uluyan ve bizimle alay eden binlerce kisi tarafından karsılandık. Bizlere katiller, haydutlar, diye bagırıyorlardı. Alman Cumhuriyeti'nin örnek olmaya lâyık bu kurumlarının nazikçe(!) yüzümüze fırlattıkları sözler bunlardı.

Genç S.A. kuvveti örnek alınmaya lâyık bir hattı hareket takip etti. Takımlar gar meydanında

tesekkül ettiler. Ayak takımının âdi tahriklerini hiç önemsemediler. Polis korku içinde kalmıstı. Alay halinde geçiyorduk. Sagımızdaki ve solumuzdaki halkın aleyhte tezahüratı gittikçe artıyordu.

Polisler, yabancısı oldugumuz bu sehirde, bizi önceden kararlastırılan yere götürmeyip, bir salona dogru yol gösterdi. Son S.A. takımı salonun avlusuna girer girmez büyük bir kalabalık, kulakları sagır edecek bir sekilde uluyarak arkamızdan içeri girmeye tesebbüs etti. Bu

güruhun içeri girmesini önlemek için polis kapıları kapattı. Bu vaziyet tahammül edilecek gibi degildi. Derhal S.A.'yı "hazır ol" vaziyetine geçirdim. Küçük bir nutuk verdim ve polisten

derhal kapıları açmasını istedim. Emniyet kuvvetleri uzun bir tereddütten sonra, dedigimi yapmaga razı oldular.

Bunun üzerine esas yerimize ulasmak için tekrar aynı yoldan, fakat aksi tarafa dogru yürüdük. Kızıllar için bu defa, hakikaten karsı koymak lâzım geliyordu. Feryat ve gürültü bizim S.A. mensuplarına sogukkanlılıklarını kaybettirmedigi için, sosyalizmin, kardesligin ve esitligin bu âdi temsilcileri taslara müracaat etmek lüzumunu duydular.

iste o zaman sabrımız tükendi. Darbelerimiz birer dolu gibi saga sola yagmaya basladı. On bes dakika sonra bir kızıl sokakta burnunu dahi göstermek cesaretinde bulunamıyordu.

Gece de siddetli hâdiseler oldu. S.A. devriyeleri yalnız basına dolasan Nasyonal Sosyalistleri hücuma ugramıs buldular. Bunların durumları müthisti. Fakat âdi kızılların isleri hemen orada görüldü. Böylece, gün dogarken, Cobourg'un senelerden beri çekmekte oldugu kızıl tedhis

yok edilmis oluyordu.

Marksçı Yahudiler riyakâr vasıflarını gösteren bir hareketle, beyanname nesrederek

"uluslararası proletarya yoldasları" bir kere daha sokaga çagırdılar. Olayları degistirerek, katil çetelerimizin Cobo-urg'da masum isçilere karsı bir yok etme savasına baslamıs oldugu ilân edildi. Saat bir buçukta büyük bir miting hazırlandı. ğehrin civarındaki on binlerce isçi buraya çagrılmıstı.

Kızıl terör meselesini kati surette halletmek niyetinde idim. Bunun için, binbesyüz kisiye çıkan S.A.'ya ögle üzeri bir kol teskil etmelerini emrettim. Bu kuvvet ile Cobourg'un iç kalesine dogru yola çıktım. Yolumuz, düsman mitingin yapılacagı meydandan geçiyordu. Tecavüz cüretini gösterip, gösteremeyeceklerini anlamak istiyordum. Meydana geldigimiz

vakit haber verilen on bin isçinin yerine birkaç yüz biçare adamla karsılastık. Biz yaklastıkça sinip kaldılar. Bir kısmı da tabana kuvvet kaçtı. Yalnız bir iki yerde, sehir dısından gelme ve

henüz bizi tanımayan birkaç kızıl grup, bizlere tecavüz etmeye yeltendi. Fakat bir lâhzada, bir daha böyle bir seye tesebbüs arzusu içlerinden kesin biçimde silinecek sekilde benzetildiler. Bütün bu hadiselerden sonra korku içinde kalmıs olan halkın yavas yavas uyandıgı, cesaret buldugu ve bizleri alkıslamaya basladıgı görüldü.

ğehirden dönecegimiz gece birçok yerde neseli alkıslar koptu.

Gara geldigimiz vakit, tren isçilerinin bizi götürmeyeceklerini ögrendik. Bu haber üzerine kızıl elebasılarından birkaç tanesine böyle bir ise kalkısırlarsa, içlerinden bazılarını

yakalayacagımızı, treni kendimiz yönetecegimizi, her vagona "uluslararası dayanısma temsil- cilerinden birkaçını da bindirerek, yanımıza alacagımızı bildirdim.

Bizim yönetimimizde yapılacak bir tren seyahatinin süphesiz çok tehlikeli olabilecegine ve hepimizin kafasının kopmasının ihtimal dahilinde olduguna, bu heriflerin dikkatlerini çektim. Öbür dünyaya yalnız gitmeyecegimizi bildirdim ve sadece bu iste kızıl efendilerle aramızda

tam bir esitlik ve kardeslik görülecegini anlattım.

Bunun üzerine tren tam vaktinde yola çıktı. Ertesi sabah tekrar sag salim Münih'te idik. Cobourg'da 1914 yılından beri ilk defa olarak vatandaslar arasında esitlik kurulmus oldu. Eger kendini begenmis, bir ise yaramaz yüksek dereceli memurlar vatandasların hayatını devletin korudugunu iddia etseler bile, o zamanlar gerçek durum böyle degildi. Hattâ vatandas,

devletin temsilcilerine karsı korunmak zorunda idi.

Bugünün ehemmiyeti bütün neticelen ile tam manasıyla derhal takdir edilemedi. Fakat muzaffer S.A. mensupları kendi kendilerine ve liderlerinin dirayet ve basiretine itimat ve imanlarının arttıgını hissettiler. Artık etraf bizimle ilgilenmeye basladı. Nasyonal Sosyalist Hareketin, Marksizm'e lâyık bir akıbet hazırlayacagına inananların sayısı çogaldı. Yalnız demokrat kafalılar, bizlerden demokratik bir cumhuriyete, sert bir hücumu, barısçı sözlerle

karsılayacak yerde, yumruk ve sopalarımızla püskürtmek hakkını kullandıgımızdan sikâyetçi idiler.

Burjuva basın her zaman oldugu gibi bu sefer de korkak davrandı. Fakat, kendilerinin yapamadıgını, bizler Cobourg'da yaptıgımız için, gizlice sevinmekten de geri kalmadı. Marksçı isçiler, daha dogrusu yollarını sasırmıs olan isçiler Nasyonal Sosyalistlerin yumrukları ile uyandıkları vakit bizim de bir ideal ugrunda mücadele ettigimizi gördüler. Çünkü insan sadece inandıgı ve sevdigi sey ugrunda kavga eder. Bu tecrübe ile sabittir. S.A'nın kendisi de bu hâdiseden faydalandı. Bu organımız o kadar çabuk büyüdü ki,

Partimizin 27 Ocak 1923 te yaptıgı kongrede bayragın selâmlanmasına altı bin kisi katıldı. Bu münasebetle ilk S.A. takımları tamamen yeni üniformalarını giyerek meydana çıktılar.

Cobourg olayları ve bundan aldıgımız ders S.A. için bir üniformanın ne kadar lüzumlu oldugunu gösterdi.

Üniforma yalnız bu tesekkülün ruhunu canlandırmak için degil, aynı zamanda herhangi bir karısıklıga fırsat bırakmamak ve birbirlerini tanımak için bir isaret olarak da faydalı idi.

O zamana kadar S.A.lar kollarında pazuband tasıyorlardı. ğimdi malûm olan gömlegi ve kasketi de giymeye basladılar.

Cobourg'da su mühim neticeyi de elde etmistik. Kızıl tedhis, senelerden beri baska partilerin bütün toplantılarını dagıtıyordu. Fakat simdi, bizler toplantı hürriyetim iade ediyorduk. Artık Nasyonal Sosyalist birliklerimizi bir vakitler kızılların at kosturdukları yerlere yıgmaya basladık. Böylece Bavyera'mn "kızıl kuleleri" Nasyonal Sosyalist Hareket karsısında birer

birer düsmeye basladı. S.A. zaman ilerledikçe vazifesini daha iyi idrak etmege basladı. Gayesiz ve hayatı mühim olmayan bir müdafaa teskilâtı olmaktan çıkarak, yeni bir milli Alman devletinin kurulması ugrunda kavga eden canlı bir teskilât hüviyetini kazandı.

Bu mantıki gelisme 1923 senesinin Mart ayına kadar devam etti. Ancak bu sırada ortaya çıkan bir olay, beni S.A.'mn kurulu düzeninde degisiklik yapmaya yöneltti.

3. 1923 yılının ilk aylarında Rurh bölgesinin Fransızlar tarafından isgal edilmesi S.A.'mn gelismesinde üçüncü büyük rolü oynadı.

(Bugün bu hususta serbest bir sekilde yazı yazmak henüz mümkün degildir ve milli menfaatlere uygun düsmez. Bu meseleden ancak genel olarak söz edilebilir.)

Bizim için hiç de bir sürpriz teskil etmeyen Rurh bölgesinin isgal olayı, artık o korkakça geri çekilme politikasından vazgeçilmesini ve savunmaya büyük önem verilmesi gerektigini gösterdi. O zaman safları arasında binlerce genç ve kuvvetli insanı bulunduran S.A. da bu

milli vazifeye istirakten çekinmezlerdi. 1923 senesi ilkbaharı ile yaz aylarında S.A. bir askeri mücadele teskilâtı haline geldi. 1923 senesinin bundan sonraki olaylarında bizim hareketimize

ait gelismeyi, büyük kısmı itibariyle bu yeni teskilâta atfetmek gerekmektedir.

1923 yılı olaylarından kaba çizgiler halinde söz ettigim için, burada yalnız suna deginmekle yetinecegim: O dönemde S.A.'mn degisimi, eger bu yeni teskilâtı gerektiren sartlar, yani Fransa'ya karsı aktif bir direnise girisilmesi keyfiyeti yerine getirilmemis olsaydı, bizim hareketimiz için çok zararlı olurdu.

1923 senesinin neticesi ilk bakısta ne kadar müthis görünürse görünsün, soruna daha baska bir açıdan bakıldıgında hemen hemen çok gerekli idi. Keza, S.A.'mn kesin degismesine engel

oldu. Alman hükümetinin tutumu bunu gereksiz hale sokmustu ve hareketimiz için de bir faydası yoktu. Onun için yine aynı yolda yürümekte devam edildi.

1925 senesinde yeniden düzene konan parti S.A.'yı baslangıçta anlattıgımız ve açıkladıgımız ilkelere göre tekrar kurmak lüzumunu duydu. Parti, baslangıçtaki kutsal görüslerine dönmeli

ve S.A. ile hareketlerinin ideali ugrundaki mücadeleyi temsil etmek ve kuvvetlendirmek için

bir vasıta meydana getirmelidir. Özellikle, S.A.'yı, Nasyonal Sosyalist ve ırkçı ülkü için, yüz bin kisilik bir koruyucu kuvvet olarak meydana getirmeye çalısılmalıdır.

BÖLÜM 22

1919 yılının kıs aylarında ve daha çok 1920 yılının baharında ve yazında, olaganüstü bir önem tasıyan bir sorun hakkında, bir durum almak zorunlulugu ortaya çıkmıstı. Bu kitabımın birinci bölümünde Almanya'nın karsı karsıya kaldıgı yıkılma tehlikesi hakkında tespit ettigim

birtakım hususlardan söz etmistim, iste bu sırada Almanya'nın kuzeyini, güneyinden ayıran eski hendegi büyütmek için, ingilizlerle Fransızlar tarafından yapılması gerekli olan propa- ganda yöntemine imada bulunmus ve deginmistim.

1915 yılı baharında, basında sistemli bir biçimde Prusya'yı hedef alan ve hicveden yazılar yayınlandı. Bu yazılar, savasın sorumlulugunu yalnız Prusya'ya yüklüyordu. Bu yayın, 1916 yılında ustaca oldugu kadar, kesin biçimde hakarete de dönüsmüstü. En basit içgüdülere hitap ederek, Güneydeki Almanları, Kuzeydeki Almanlara karsı kıskırtmaya çalısılıyordu. Bu yayın meyvesini vermeye baslamıstı. Gerek hükümet yetkililerini ve gerek orduda yüksek makam- larda bulunanları, daha dogrusu Bavyera ordusu liderlerini, bu mücadeleye son vermek için gereken azim ve kesinlikle müdahale etmemis olmalarından dolayı, kınamak hakkı

dogmustur. Bu kimseler isledikleri bu hatalarından ötürü, hiçbir zaman kendilerini temize çıkaramayacaklardır. Tanrı onların gözlerini karartıyor ve onlara görevlerini unutturuyordu. Evet, hiçbir sey yapılmadı. Aksine bazı yerlerde bu mücadele iyi karsılandı. Bunlar, birlige giden gelisme yolunu tıkamakla kalmayıp, federasyon egilimlerini otomatik olarak güçlendireceklerini düsünemeyecek kadar dar kafalı kimseler idi. Fakat tarihte bu kadar hile dolu bir ihmal, pek ender olarak bu kadar acı bir cezaya çarpılmıstır. Prusya'ya yapılan

hakaret ve ona yüklenmek istenen ziyan, bütün Almanya'yı kapsamına aldı. Sonunda yıkılma

isi hızlandırıldı. Yalnız Almanya parçalanmakla kalmadı, imparatorlugu olusturan Alman devletleri de bölündüler.

Prusya aleyhinde yapay olarak körüklenen kin, büyük bir hırs ve siddetle Münih'te ortaya çıktı

ve ilk önce burada hanedan aleyhinde bir kıyam patlak verdi.

Savas sırasında süregelen düsman propagandasının Prusya'ya karsı bir fikir hareketini yalnız basına getirmis olmasına ve bu tuzaga düsen halkın lehinde mazeretler bulunmadıgına

inanmak ve bunu böyle kabul etmek hatalı olur. Savas sırasında genel ekonominin teskilât

biçimi, Reich'ın her yanını vesayet altında bulunduran ve bir dolandırıcının kurbanlarına

yaptıgı gibi, ülkeyi istismar eden, gerçekten pek anlamı olmayan merkeziyet yönetimi idi. Ğste Prusya aleyhindeki düsüncelerin dogmasına yardımcı olan baslıca sebepler bunlardı. Çünkü mutat tipteki halk adamı için, merkezleri Berlin'de bulunan savas ofisleri, bizzat Berlin

demekti. Berlin ise Prusya idi. Halk ise, bu savas stoklarının, Berlinli veya Prusyalı, hatta Al- man olmayan kimselerin elinde bulundugunu bilmiyordu. Zavallı halk kendim, Reich'ın payitahtında isleyen kine, payitahta layık görülen o âdi teskilâtın tahriklerine kaptırmıstı. Aynı zamanda, Bavyera hükümeti tarafından da bu tecavüz ve tahriklerin içyüzü açıklanmıyordu. Yahudi ise, savas ofisleri perdesi altında elinde tuttugu iktisat politikası ile Alman halkının zararına, meydana getirdigi âdi yagma hareketinin, tahrik unsuru oldugunu gayet iyi

biliyordu. Yahudi için, galeyana gelen halk kendi bogazına sarılmadıkça, korkulacak ve çekinilecek bir tehlike mevcut olamazdı. Bunun için Yahudi, halkın kinini, kendi üzerinden uzaklastırarak, bu kin ve isyanın bir baska tarafta bosaltılmasını gayet iyi becerdi. Bavyera Prusya ile, Prusya da Bavyera ile kavgaya tutussunlar, bu yeterdi, iste Yahudi'nin arayıp da bulamadıgı sey!

Kavga ne kadar siddetli ve korkunç olursa, Yahudi için o kadar makbuldü, iki memleket

sonsuz bir garez ve hiddetle birbiri ile kapısacak olursa Yahudi'nin rahatı da o kadar iyi temin edilmis olurdu. Böylece kamuoyunun dikkati bu uluslararası oyundan uzak tutuluyordu. Bu kavga en tehlikeli bir safhaya geldiginde basiret sahibi kabiliyetli birkaç kimsenin müdahalesi

ile mücadele sakinlesti. Yahudi bu durum karsısında yeni bir tahrike müracaat etmekte gecikmedi.

Güney ile kuzeyi birbirine düsürerek bundan yararlananlar derhal olayın üzerine atılarak, kor haline gelen atesi körüklediler. Sonunda gizli gizli devam eden nefret ve isyan tekrar alevler saçmaya basladı.

Yahudi Almanları soymak için, Alman milletlerini oyaladı ve kamuoyunun dikkatini dagıtmak üzere her türlü dalavereyi çevirdi. Daha sonra devrim oldu.

Halk, küçük burjuva ile kültürü az olan isçi, 1918 yılına kadar olan hâdiseleri anlayamadı. Fakat 1918 yılının Kasım ayında meydana gelen devrimi Alman halkının kendisine

"Nasyonal" denen kısmı, hiç olmazsa devrim patladıgı vakit anlamalı ve takdir etmeli idi. Çünkü devrim hareketinin lideri kendisini derhal Bavye-ra'nın çıkarlarını koruyan bir kimse

olarak ilân etti. Uluslararası Yahudi Kurt Eisner, Prusya'ya karsı Bavyera ile çıktı. Halbuki bu serserinin hayatı tetkik edilecek olursa, Bavyera'nın çıkarlarını savunmaya ehil olmadıgı görülürdü. Ayrıca onun gözünde, Tanrı tarafından yaratılmıs olan bu dünyada Bavyera'nın varlıgının devam etmesi keyfiyeti pek önemsizdi.

Kurt Eisner, Bavyera'da inkılâpçıların kıyam hareketine Bavyera'nın menfaatleri noktasından bakmıyordu. O Yahudiligin basdele-ge sıfatı ile bütün bu hareketleri idare ediyordu.

Almanya'yı parçalamak isini çabuk bitirmek istiyordu. Bunun için Bavyeralılara ihtiyacı vardı. Onların içgüdüye dayalı egilimlerinden ve antipatilerinden yararlanıyordu. Bu pis

Yahudi'nin amacı, savunmasız hale gelen ve parçalanmıs olan Reich'ı tamamen komünizmin bir avı haline getirmekti.

Bu âdi herif zıbardıktan sonra, yerine geçen diger pis Yahudiler de Kurt Eisner'in taktigini kullandılar.

Sosyalist milletvekillerinin çogunlugundan ayrılan bir grup, Sosyalist Demokrat Parti'yi meydana getirdi. Bu Marksçılar kendilerine müstakil parti adını vererek Alman Devleti'nin hissiyatına ve içgüdülerine el uzattılar. Halbuki bu kızıllar, mecliste savas-tahsisatı-na olumlu

oy vermekten kaçan alçaklardı.

Bâvyera'yı isçi ve Asker ğûraları Cumhuriyeti'nden kurtaran askeri kuvvetlerin bu hareketleri Yahudiler tarafından Bavyera isçilerinin Prusya militarizmine karsı mücadelesi olarak yorumlanıyordu. ğûralar Cumhuriyeti'nin ezilmesi, Alman ülkelerinde olumlu tesir hasıl

etmesi icap ederken Münih'te bu hareket akıl ve mantık dısı olarak Bavyeralıları Prusya'ya karsı daha çok ayaklandırdı.

Komünist tahrikçilerin ğûralar Cumhuriyetinin kaldırılmasını, Prusya militarizminin, antimilitarist ve Prusya aleyhtarı olan Bavye-ralılar üzerinde bir zaferi olarak göstermeleri, semeresini çok bol verdi. Kurt Eisner, Landtag seçimlerinde Münih'te ancak on bin taraftar buldugu ve komünist partisi de üç bin oy alabildigi halde Cumhuriyetin düsmesinden sonra

iki partiye verilen oyların toplamı yüz bine yükselmisti.

Ğste bu tarihten itibaren Almanları birbirleri aleyhine tahrik e-den bu mücadeleye müdahale etmeye basladım.

Öyle bir mücadeleye girisiyordum ki, bu mücadele halk tarafından hiç, ama hiç tutulmuyordu. ğûralar Cumhuriyeti devam ettigi sıralarda Münih'te yapılan toplantılarda, Almanya'nın diger bölgeleri ve bilhassa Prusya aleyhine saçılan kin ve nefret o kadar yayılıyordu ki, bazen bu toplantılarda bir kuzeylinin hazır bulunması demek, o kuzeylinin hayatını tehlikeye atması

demek oluyordu. Bu toplantılarda sık sık "Prusya'dan ayrılalım", "Kahrolsun Prusya",

"Prusya'ya karsı savasalım" gibi manasız sesler ve bagırısmalar duyuluyordu.

Bu öyle bir ruhsal durumdu ki, Bavyera'nın egemenlik hukukunun parlak bir temsilcisi bunu Reichstag'da su husumet çıglıgı ile özetlemisti: "Prusyalı olarak çürümektense, Bavyeralı olarak ölmek daha iyidir."

Münih'te Lövvenbraukeller'de yapılan bir toplantıda, etrafımda pek az bir dost bulundugu

sırada bu delilige karsı itiraz ettim. Bu itirazımın toplantıda ne ifade ettigini anlayabilmek için, o devrin toplantılarında hazır bulunmak gerekirdi.

Hezeyan içinde, tahrik edilmis kalabalık bana karsı aç köpekler gibi uludugu ve bizi tepelemek tehdidini savurdugu vakit neler hissettigimi anlatamam. Bu sırada bana savas

arkadaslarım refakat ediyorlardı. Bu kudurmus kalabalık asker kaçaklarından ve serserilerden meydana gelmisti. Bir kısmı da savas sırasında geri hizmetlerinde bulunmus olanlardı. Biz ise vatanı müdafaa ediyorduk. Fakat böyle sahnelerin bana faydası oluyordu. Çünkü

taraftarlarımın küçük kuvveti kendilerini bana daha çok yakın hissediyordu. Çok geçmeden

bu kimseler benim için "hayatta ve ölümde" sadakat yemim ettiler.

1919 senesinin on iki ayında devamlı bir sekilde devam e-den bu mücadeleler, 1920 senesi basından itibaren daha da siddetlendi. Bu arada bir sürü toplantı yapıldı. Münih'te, Sonnenstrasse'de Wagner Salonu'nda olan toplantıyı, hiç unutamam. Bu toplantıda en siddetli hücumlara karsı koymak zorunda kaldık. Çok zaman benim taraftarlarım sayısız fena muameleler gördü. Bunların yerlere atılarak çignendikleri, ölü bir hale getirilerek kapı dısarı edildikleri oldu.

Ancak cephede tanıstıgım arkadaslarla girismis oldugum bu mücadele, o sırada kavgayı adeta kutsal bir vazife olarak kabul eden genç hareket mensupları tarafından devam ettirildi. Benim için yalnız Bavyeralı taraftarlarımıza güvenerek, o günlerde bu aptallık ve hıyanet dolu saldırılara karsı çıkmaya cesaret etmemiz bugün bir gurur ve iftihar vesilesidir. Belki bu ise egilim göstermemiz budalalıktı. Fakat sunu biliyordum ki, arkadan gelen kalabalık zekâsız oldugu kadar da namuslu kimselerden meydana gelmisti. Fakat bu isi tertip edenler ve

yönetenler için böyle söylenemezdi. Onları akıllı ve Fransız parası ile çalısan birer hain olarak kabul ediyorum. Bugün de bu kanaatimi korumaktayım.

Bizim mücadelemizi özellikle zorlastıran sey, çevrilen dolabın tek sebebi gibi gösterilen federalist egilim öne sürerek, gizli maksadın uygulama mevkisine basarı ile konması idi. Prusya aleyhinde yapılan tahriklerin federalizm ile hiçbir alâkası yoktu. Federalist bir zihniyetin, konfederasyona dahil olan bir devleti çökertmesinin veya parçalanmasının bir

açıklaması yapılamazdı. Ayrıca bunu görmek de insanı saskına çeviriyordu. Çünkü Bismarck tarafından Re-ich'ı tarif etmek için kullanılan düsturdan yararlanan bir federalist eger bu hareketinde samimi olsa idi, Bismarck'ın kurdugu Prusya devletinden toprak almaya

kalkısmaz ve toprak parçası koparılmasını arzulamazdı. Eger, Prusyalı bir muhafazakâr parti,

Franconien'in Bavyera'dan ayrılmasını istese veya bu ayırma isini çabuklastırsa idi, Münih'te kıyamet kopmaz mıydı?

isin içyüzü böyle idi. Bunun için federalizmin hayranı olanlara ancak acınırdı. Bu kimseler, alçak, âdi, hokkabaz heriflerin kurbanı olduklarını bilemiyorlardı. Bunlar aldatılmıslardı. Federalist fikri bu sekilde kötülenirken, bu fikir taraftarlarının yardımı ile mezara itiliyordu. Reich'ın federalist teskilâtı lehinde propaganda yapılırken, böyle bir siyasi tesekkülün en büyük unsuru olan Prusya'ya her halde hakaret edilemezdi. Böyle yapılmakla bu konfedere devletin hayatı mümkün oldugu kadar kısaltılıyordu. Lâfta federalist olanlar inkılâp ile

kurulan demokratik rejimle aynı sey kabul edilmesi imkânsız olan Prusya'ya hücum ettikleri için, bu netice akıl sır ermez bir hal oluyordu. Bu sahtekâr federalistlerin tahrik ve âdi elestirileri, daha ziyade Güney Almanya'yı veya Yahudi ile Weimar Anayasası yazarlarım hedef alacak yerde, eski muhafazakâr Prusya'nın temsilcilerine tevcih ediliyordu.

Bu mücadele taraftarları Yahudilerle temastan çekmiyorlardı. Buna hayret etmemek lâzımdır. Bu sekil davranıs muammanın bütün anahtarlarını bize verir.

Yahudi, inkılâptan önce, savas sıralarında halkın dikkatini kendi savas ofislerinden ve kendi üzerinden nasıl uzaklastırdı ve Bavye-ra halkını Prusya aleyhine nasıl ayaklandırdı ise, devrimden sonra da yagma tesebbüsünü herhangi bir sekilde örtmesi lâzım geldigini

biliyordu. Bunun için Almanya'nın nasyonal unsurlarını birbirleri aleyhine kıskırtmaktan geri kalmadı. Bavyeralı muhafazakârlar, Yahudiler tarafından Prusyalı muhafazakârlar aleyhine

kıskırtılıyordu.

Bütün ipleri parmaklanna geçirmis olan Yahudi, gayet zeki hareket ederek âdi bir sekilde tekrar bu ise koyuldu.

Yahudi, öylesine kudret ve yetki suiistimalleri meydana getirdi ki, bunların sonucu olarak binlerce kisi topraklara gömüldü. Bu kurbanların arasında hiçbir zaman tek bir Yahudi yoktu. Hepsi de Almandı.

Yahudi'nin, halkın dikkatini baska tarafa çevirmek hususunda gösterdigi mahareti bugün dahi tespit etmek mümkündür.

Bavy er ahlar, Berlin'in sayıları dört milyonu bulan isçilerini ve görevleri ile mesgul olan üreticilerini görmüyorlardı. Onların gördükleri, ahlâkın bozuk oldugu batı mahallelerinin Berlin'i idi. Ne var ki Bavyeralıların kinleri bu ahlâk yönünden bozulmus mahallelere yöneltilmiyordu. Onlar yalnız Prusya kentini göz önünde tutuyorlardı. Pismanlık duyulacak birçok sebep vardı.

Yahudi'nin halkı baska tarafta oyalayarak, onun dikkatini kendi üzerinden uzaklastırmakta gösterdigi ustalıgı, bugün bile saptamak mümkündür.

1913 senesinde dahi bir Yahudi aleyhtarlıgı bahis mevzuu olamazdı. Ben o günlerde, Yahudi kelimesinin söylenmesinin ne kadar zor oldugunu bugün bile hatırlıyorum. Eger agzınıza

Yahudi kelimesini alacak olursanız, ya sizin yüzünüze aptal aptal bakarlardı veya siz korkunç bir muhalefetle karsılasırdınız.

Bizim gerçek düsmanımızın kim oldugunu halka ögretmek için yaptıgımız ilk mücadele o günlerde hemen hemen hiç basarı ihtimali göstermiyordu. Fakat, zamanla yaptıgımız azimli mücadele semeresini vermeye basladı.

Yahudi aleyhtarlıgı 1918 senesi son ayları ile 1919 senesinin baslarında kök salmaya basladı, iste Nasyonal Sosyalist Hareket bu Yahudi aleyhtarlıgını daha sonra gelistirdi. Bilhassa, bu Yahudi aleyhtarlıgını, burjuvazinin dar çevrelerinden kurtarıp halk faaliyetinin zemberegi ve parolası haline getirdik.

Ancak biz Nasyonal Sosyalistler olarak Alman milletine bu büyük tehlikeyi haber verdigimiz vakit, Yahudi denen sahtekâr, kendi müdafaasını hazırlamıs bulunuyordu. Bu durum

karsısında, hemen eski taktiklere basvurdu. ğasılacak bir süratte, ırkçı kuvvetleri parçaladı ve bunları birbirine düsürdü. Etrafa tefrika tohumlan saçmaya basladı. Yahudi, derhal Katolik

tahrikligi meselesine sarıldı ve bunu ortaya attı. Böylece Katolik ile Protestanlıgı, birbiri ile mücadeleye sevk ederek halkın dikkatini baska taraflara çevirdi.

Yahudiligin, birlik olmus güçler tarafından hücuma ugramaması için düsünülecek tek yol buydu. Yahudi de bu isi gayet kolay yaptı. Mezhep ayrılıklarının halka verdigi zarar hiçbir zaman Yahudi tarafından onarılmadı.

Yahudi, maksadına ulasmıstı. Katolikler ile Protestanlar birbirleri ile mücadele ederken, üstün ırkların ve bütün Hıristiyanların tek ve korkunç düsmanı olan Yahudi de oturdugu yerden

keyifli keyifli gülüyordu.

Bir vakitler Yahudi, federalizm ile merkeziyetçileri birbirine düsürmüstü. Onları birbirleri ile mücadeleye sevk ederken her ikisini de zayıf düsürüyordu. Bu arada Yahudi, kendi milletinin hürriyetim sanat ve meta haline getirerek, büyük uluslararası maliye âlemi hesabına

Almanya'ya hıyanet ediyordu. Yahudi bugün iki mezhebin birbirleri ile kavga etmelerini saglamıstır. Bu mezheplerin ve kisilerin dayandıkları temeller uluslararası Yahudi'nin çıkardıgı zehirle yok edilmektedir.

Artık, Yahudi kanının yayılması ile, her gün ırkımızda büyük bir tahribat oluyordu. Kanımızın

bu zehirlenmesi asırlarca devam ederse, ancak asırlarca sonra temizlenebilir. Irkımızın çöküsü neticesi, Alman milletinin üstün ırk vasfı ortadan kalkacak, neticede medeniyet yaratma kabiliyetimiz sıfıra ulasacaktı, iste bütün bunlar düsünülmeli ve Yahudilerin bu isi sistemli bir sekilde yaptıkları ögrenilmelidir.

Bugün, hiç degilse büyük sehirlerimizde, Güney italya'nın düzeyine düsmek tehlikesinin

ortaya çıktıgı düsünülmelidir. Ama ne var ki, kanımızın böyle pisliklere bulasmakta oldugunu görmeyi be-ceremiyorlardı.

Bu kara saçlı sahtekârlar, milletimizin zararına çalısarak tecrübesiz olan genç kızlarımızı kirletiyorlardı. Bu âdi hareket ise dünyada hiçbir seyle telâfi edilemeyecek sekilde tahriplere

yol açıyordu. Diger taraftan Katolik ve Protestan mezhepleri de asıl insanın, bu â-di hemcinsi tarafından harap edilmesine sadece seyirci kalmaktaydı. Oysa dünyanın gelecegi için Katoliklerin mi Protestanlara, yoksa Protestanların mı Katoliklere galip gelecegi bir mesele degildir. Asıl mesele, üstün ırka dahil olanların ayakta kalıp kalmayacaklarıdır. Durum böyle iken bu iki Hıristiyan mezhebi üstün ırkı yok etmek hareketine karsı birlesip mücadele etmek yerine, birbirleri ile çekismekteydi.

Irkçılık sahasında yer alan herhangi bir kimse, mezhebi ne olursa olsun, devamlı olarak Tanrı'nm iradesinden rastgele bir sekilde bahsedecegi yerde, Tanrı'nm iradesine göre hareket etmek ve Tanrı'nm eseri olan insanlıgın kirletilmesi faaliyetine karsı durmak vazifesi ile mükelleftir.

Çünkü insanlara sekillerini, kabiliyetlerini Tanrı vermistir. Tanrı'nm eserini yok etmek, O'nun yaratma iradesine savas ilân etmek demektir.

Bunun için herkes, kendi mezhebine mensup olanın diger mezheplerle mücadele etmesini önlemeli ve diger mezhep mensupları ile birlikte, Hıristiyanlıkla kavga etmeye çıkan sahtekârlarla mücadele etmelidir. Mezheplerin herhangi bir tarafını tenkit etmek, aramızdaki dini ayrılıgı gelistirmekten baska bir ise yaramaz. Böyle bir girisim, Almanya'yı bölüsmüs

olan iki mezhep arasında, bir yok etme savasının tohumlarını atar. Bizim milletimiz din bakımından Fransa, italya ve ispanya ile mukayese edilemez. Bu üç memlekette her hangi bir dini inanıs tenkit edilse, klerikalizm* ya da ültramon-tam'zm** aleyhinde fikirler ortaya atılsa bile, bu hareketler mezhep ve tarikat mensuplarını birbirine düsürmez.

Ama, Almanya'da bu yapılamazdı. Çünkü böyle bir mücadeleye, Protestanlar muhakkak katılacaklardır, tste öteki ülkelerde yalnız Katolikler tarafından, Protestanların en yüksek din adamlarının siyasal yönden yapacakları nüfuz yolsuzluklarına karsı alınacak savunma

tedbirleri, Almanya'da derhal Protestanlık tarafından, Katolik mezhebine yöneltilmis bir saldırı niteligine dönüsecektir. Bir mezhebe mensup inançlı kisiler tarafından, bir baska

mezhebin içinde ortaya çıkarılan herhangi bir yanlıs davranısın varlıgı, o mezhebin inanmıs

kisilerince bilinse bile, siddetle reddedilir. Bu is o kadar ileri götürülür ki, kendi kiliseleri içinde gördükleri yolsuzlukların düzeltilmesine taraftar olan kisiler bile, bu yolsuzlugun

giderilmesi bir baska mezhebin otoritesi tarafından tavsiye edilir ve özellikle istenirse, derhal

bu isten vazgeçerler ve sonra bütün çabalarım dısa yöneltirler. Otoritenin böyle bir uyarı ya da istekte bulunması, kendisi ile ilgisi olmayan islere karısmak gibi, uygunsuz bir girisim sayılır.

Bu türlü girisimler, milli toplumun çıkarlarım savunma hususunda sahip oldugu yüksek hak üzerine dayandırılsa bile, mazur görülemezler. Çünkü bugün, dinsel duygular, milli ve siyasal düsüncelerden çok daha derin bir etki ve nüfuza sahip bulunmaktadır, iki mezhebi,

birbirlerine karsı pek çetin bir savas vermege kıskırtmakla, bu durum zerre kadar degistirilmis olmaz. Eger karsılıklı bir hosgörü, millete, bu alanda uzlasma yönünde etki yapacak bir gele- cegin nimetlerim saglarsa, iste ancak o zaman is degisir. Ben bugün dahi, ırkçı harekete dini kavgaları karıstırmaya yeltenen kimseleri, (* Klerikalizm: Kilise mensuplarının özel ve

genel yasama karısmalarına taraftar olanların fikirlerinin bütünü.

** Ültramontenizm: Papanın hüküm ve söz geçerliliginin yayılması fikri. ) herhangi bir komünistten daha çok milletimizin düsmanı kabul | ederim ve bu fikrimi söylemekte tereddüt göstermem. Nasyonal Sosyalist hareketin bir gayesi de, komünisti kendimize çekmek ve

dogru yolu göstermektir. Fakat ırkçıları saftan çıkararak onları kutsal vazifelerden alıkoymak isteyen kimse en kötü ve âdi hareketi yapmıs olur. Bu âdi hareket ister suurlu, ister suursuz

yapılmıs olsun, meselenin mahiyeti kesinlikle degismez. Bu ise tesebbüs etmis kimse Yahudi

menfaatlerinin bir numaralı adamı demektir.

Çünkü Yahudi'nin âdi görevi, ırkçı hareket, kendi menfaatlerini haleldar ettigi müddetçe asil

ırkın kanını akıtmak ve ırkı, dini mücadeleler içinde takatten düsürüp bitkin bir hale getirmek- tir.

Evet, bu sözlerimde ısrar ediyorum. Yahudi ırkın kanını, ırk bitkin hale gelene kadar akıtır.

1924 senesinde ırkçı hareketin en büyük vazifesinin "ultra-montanisme" ile mücadele

oldugunu birdenbire kesfeden sahte efendiler bu hareketi yok etmediler, ancak, ırkçı hareketi paramparça ettiler.

Irkçılar arasında, bir Birmarck için imkânsız kalmıs bir seyi yapmaga kabiliyetli oldugunu zannedecek kadar ham bir kafanın bulunabilecegini düsünmek beni çileden çıkarmaktadır. Nasyonal Sosyalist liderler, Nasyonal Sosyalist Hareketi bu gibi kavgalara sokmak için

meydana gelecek bütün tesebbüslere gayet kafi ve azimli bir sekilde muhalefet etmeli ve karsı koymalı, aynı zamanda bu gibi plânların lehinde konusanları ve propaganda yapanları derhal partiden ihraç etmelidir.

1923 senesinin sonbahar aylarında bu hususa dikkat edip muvaffak oldular. En koyu bir

Katolik, bizim partimizde en koyu bir protestonla birlikte hareket ederken, vicdanı, kendi dini kanaatleri ile çatısmadı. Her iki mezhep mensubu da üstün ırkı tahrip etmek isteyen düsmana karsı mücadelede birbirlerine saygı göstermeyi ögrenmisti. Aynı zamanda, bu yıllar içinde,

bizim hareketimiz Merkez Partisi'nin aleyhinde siddetli biçimde mücadele etmisti. Bu pek sid- detli mücadeleler, dinsel sebeplerden ötürü çıkmamıs, yalnız milli, ırkçı ve ekonomik görüsler yüzünden sürdürülmüstü, iste o zaman basarı bizim oldu. ğöylece bugün bile daha iyi bilgi

sahibi olduklarını ileri sürenlerin hatalarını ispat etmis olduk. Mezhep kavgaları son senelerde pek siddetlenmisti. Gözleri dönen ırkçı Almanlar, haklı hareketlerinin ne kadar manasız oldugunu görmez hale gelmislerdi.

Bu arada Marksist ve dinsiz gazeteler gerekli gördükçe mezheplerin fahri avukatları olup, saçmalıgı her ölçüyü asan ve taraflardan birini agır bir sekilde itham eden asılsız beyanlar nesrederek atesi körüklüyorlardı.

Fakat birtakım hayaller ugruna kanının son damlasına kadar savasmaya muktedir olan Alman milleti için, bu türlü silâha sarılma çagrıları öldürücü bir tehlike teskil eder. Bu, tarihle

sabittir. Bu sekil tahrikler milletimizi esas meselelerini çözümlemekten daima alıkoymustur. Biz din kavgaları ile ugrasırken diger devletler dünyayı paylasıyorlardı.

Irkçı hareket, "ültramontanizm" tehlikesinin mi, yoksa Yahudi tehlikesinin mi daha korkunç oldugunu tespitle mesgulken Yahudi, ırkımızı kirleterek Alman milletinin hayatını temelden yıkmakta ve tahrip etmekte idi. Bu ırkçı sampiyonların bu hareketlerini gördükten sonra

daima söyle dua ettim:

- Tanrım, Nasyonal Sosyalist Hareketi bu gibi dostlardan koru. Hareketimizin âdi düsmanlarına gelince, Nasyonal Sosyalist cereyan onu tek basına yok edebilir.

Nasyonal Sosyalist Hareket, Yahudilerin 1919 ve 1921 yılları arasında, üç sene devam eden

ve hile ile tahrik ettigi federalizm ve bırlikçilik mücadelesine istirak niyetinde degildi. Fakat

bu âdi tahrikler neticesinde ortaya çıkan meseleler, Nasyonal Sosyalist Hareketi bu dâva karsısında bir vaziyet almaya mecbur bıraktı. Almanya federal mi, yoksa merkeziyetçi bir devlet mi olması idi? Kanaatimizce ikinci mesele daha mühimdir.

Federatif devlet tabirinde, biz hükümranlık hakkını haiz devletlerden tesekkül etmis bir camiayı anlıyoruz. Bu devletler, hükümranlık hakkının verdigi yetkide ve kendi iradeleri ile

bir araya gelirler. Kendi hükümranlık haklarını kullanırken federasyona gerekli olan haklarından, federasyon lehine feragat ederler.

Bu düstur, dünyada mevcut konfederasyonların hiçbirinde tatbik edilmemektedir. Bu usule daha ziyade Birlesik Amerika Devletleri anayasasında rastlanır. Birlesik Amerika

Devletleri'ni meydana getiren devletlerin büyük bir kısmı, konfederasyonu meydana getirirlerken, daha önce bir hükümranlık hakkından vazgeçmemislerdir. Bunun için Amerika Birlesik Devletleri'nin tersine, Almanya'yı meydana getiren devletler hiç süphe yok ki Almanya'dan önce devlet olarak mevcuttular. Gerçi Reich, hususiyetleri olan bu devletlerin

hür iradeleri ve esit olarak yaptıkları isbirligi ile meydana gelmistir. Fakat yine de yukarıda

izah ettigim husus Almanya'ya uygulanamaz. Çünkü Almanya bu hususi devletlerden birinin

yani Prusya'nın hakimiyetinin tesir ve neticesi olarak meydana çıkmıstır. Toprakların genisligi mevzuunda Alman devletleri arasında mevcut olan büyük esitsizlik Reich'm tesekkül

biçiminin, Amerika Birlesik Devleti'nin kurulus sekli ile mukayesesine imkân bırakmaz. Alman Birligine dahil küçük ve büyük devletlerle ve özellikle hepsinin en büyügü olan devletle aralarında yücelik ve güç bakımından o kadar farklar vardır ki, bu yüzden Reich'm kurulusunda, konfederasyona hepsi aynı derecede katılmadılar. Bu devletlerin birçogu için, hukuki bir hükümranlık hakkından söz edilemezdi. Devletin hükümranlık hakkı deyimi kelimenin ifade ettigi anlamdan yoksundu.

Gerçekte, gerek geçmiste ve gerek bugün, bu sözde egemenlik hakkına sahip devletlerden çogunu tavan arasına atmıslar ve egemenlik hakkına sahip o siyasal kurulusların yetersiz durumlarını pek açık biçimde kanıtlamıslardır. Bu devletlerin nasıl kurulduklarını ayrıntıları

ile açıklamak konumuz degildir. Yalnız sunu belirtmeliyim ki, hemen hemen hiçbirinde, sınırlar belirli bir Alman kavminin oturdugu topraklara tamamen uymamıstır. Bu olusumlar sadece birer siyasi üründürler. Bunların bir kısmı Reich'm en kötü devirlerinde meydana

gelmislerdi. Bu olusumların ortaya çıkısları vatanımızın âcz içinde bulundugu ve parçalandıgı sıralardır. Bu parçalanma da acz içinde olmanın hem sonucu ve hem de sebebi idi.

Eski Reich anayasası, bugünkü durumu hesaba katmıstı. Bu anayasa, Reich'ı meydana getiren devletlere konfederasyonda esit temsil hakkı tanımıyordu. Bu devletler, topraklarının

genislikleri ve nüfusları nispetinde bir hakka sahip bulunuyorlardı.

Hususi devletlerden pek azı Reich'a kuvvet bulma imkânını vermek için, içten gelen bir samimiyetle kendi hükümranlık haklarından vazgeçiyorlardı. Fakat fiiliyatta bu hiçbir zaman mevcut olmadı. Ancak, Prusya hâkim durumu ile bu hususi devletleri zap-tedivermisti. Bismarck, Reich'a alınacak devletlere'her hakkı tanımadı. O, bunu ilke edinmisti. Bismarck, hususi devletlerden, Re-ich'a muhakkak lâzım olan seyleri istedi. Bu ilke ılımlı oldugu kadar, hakimane bir tavır tasıyordu ve bu ilke, örf, âdet ve gelenegi nazarı itibara alıyordu. Aynı

zamanda yeni Reich'a Alman devletlerinin sevgisini ve samimi isbirligini büyük nispette saglıyordu. Belki bu kanaat yanlıstı. Çünkü, bu prensibin, her zaman Reich'a bir hükümranlık hakkının tamamını verecegi düsünülemez. Bismarck böyle düsünmüyordu. O, halihazırda yapılması bir hayli güç olan devletler tarafından egilim gösterilmesi ihtimali pek bulunmayan

isi sonraya bırakmıstı. Bismarck özel devletlerin, zamanın düzeltme etkisine ve sürekli uygulama tasarılarına yönelik direnislerine karsı durabilmek için, vakitsiz bir biçimde

parçalama girisimlerinden daha etkili görünen gelismenin yapacagı baskıya güveniyordu. Bis- marck bu sekil düsünmekle ve hareket etmekle gerçek bir devlet adamı oldugunu gösterdi. Çünkü, Bismarck'ın "zaman"dan bekledigi sey oldu. Hakikaten Reich'ın hükümranlık hakkı hususi devletlerin zararına gelisti. Almanya'nın yıkılması ve monarsik rejimin kalkması bu gelismeye tesir etti. Çünkü, Alman devletleri mevcudiyetlerini ırki sebeplerden çok siyasi sebeplere borçlu idiler. Bu sebep de Monarsik sekil ortadan kaldırılınca bu devletlerin

önemlerini ortadan kaldırıyordu, iste o zaman temelden mahrum olan bu devletlerden birçogu hâkimiyetlerini devam ettiremediler ve bir fayda düsüncesiyle komsu devletlerle birlestiler. Hattâ bir kısmı kendiliginden, öteki güçlü devletlere katıldılar. Bu devletlerin sahip oldukları egemenlik, olaganüstü zaafı ve vatandaslarının kendi devletleri hakkında besledikleri fikrin önemini ortaya koymaktadır.

Monarsi rejiminin ve bu rejimin temsilcilerinin ortadan kaldırılmaları Reich'ın federatif vasfına pek acı bir darbe indirdi. Fakat en acı darbe barıs anlasması ile taahhüt ettigimiz

vecibelerle indirilmis oldu.

Savas kaybedilince, küçük devletlerin hiçbir zaman yerine getiremeyecekleri parasal vecibeler

Reich'a yüklendi. Bu tazminatın Reich'a intikal edecegi pek açıktı.

Reich üstüne yüklenen vecibeleri yerine getirebilmek için, birtakım kaynakları eline geçirmek mecburiyetinde kaldı. Bu arada postaların ve demiryollarının Reich tarafından isletilmeleri de milletimizin tutsaklıgının kaçınılması olanaksız bir sonucu idi. Reich'ın iktidar ve yetkilerinin genislemesinin aldıgı sekil manasız kalmıstı. Fakat Reich'ın buna tesebbüs etmesi de

makuldü. Bütün bunların tek sebebi, Almanya'nın savası galip bitirebilmesi için gereken ted- birleri önceden almamıs olan, kisiler ve partilerdi.

En basit sorumlular, özellikle Bavyera'da çıkarları pesinde kosan ve bu yüzden, Reich'a borçlu oldukları halde, savas için Reich'a ödenek vermemis olan partilerdir. Bu tedbirsizliklerinin cezasını bozgundan sonra, savas çıkmadan önce yapacakları masrafların on misli fazlası ile ödediler. Tarih intikam alıcıdır! Yalnız sunu belirteyim ki, Tann'nın islenen bir günaha, bu

kadar çabuk ceza verdigi az görülmüstür. Birkaç yıl önce, özellikle Bavyera'da, özel devletlerin çıkarlarını, Reich'ın çıkarları üstünde tutmus olan partiler, o zaman olayların baskısı altında Reich'ın yüksek çıkarlarının özel devletler tarafından bogazlandıgına tanık

oldular. Bunlar kendi isledikleri hatalarının kurbanları olmuslardı. Bu partililerin, ülkelerinin egemenlik haklarını kaybetmelerinden ötürü yakınıp durmaları esi görülmemis bir ikiyüzlülüktür. Çünkü bu partilerin hepsi, istisnasız öyle bir siyaset uyguladılar ki, bunun sonuçları Almanya'nın iç siyasetinde pek derin degisiklikler olmasını gerektirdi. Bismarck'ın Reich'ı dısa karsı özgür ve anlamsız idi. Üstelik bu Reich, bugün Almanya'nın Davves rejimi altında tahammül etmek zorunda kaldıgı derecede agır ve aynı zamanda yararsız mali ödevler yüklenmemisti. Bütün yetkisi, yalnızca içte muhakkak gerekli olan birkaç vergiye münhasır kalıyordu. Demek ki, gelir konusunda kendisine özgü rejimlerden vazgeçebilir ve Reich'ı olusturan devletlerin verdikleri paylarla yasayabilirdi. Bu devletler, kendi egemenlik hakları güvence altına alındıgı ve ödedikleri vergi tutarı nispeten az oldugu için, Reich'a karsı olumlu duygular besliyorlardı.

Ancak Reich'ın muhtelif devletler nazarında pek az sevilmesinin, devletlerin Reich'a karsı mali bir tabiiyet altında bulunmaları ile izah etmek hatalı bir propaganda, hattâ yalan olur. Hakiki sebep bu degildi. Reich'ın ifade ettigi kudretin bir ilgi görmemesinin sebebi, Reich'ı meydana getiren çesitli devletlerin elinden hükümranlık haklarının alınması idi. Bu

alâkasızlık, daha ziyade Alman kuvvetinin bugün kendi devleti, tarafından üzüntü duyulacak

bir sekilde temsil edilmesinin neticesidir. Reich'ın sancagı, anayasa senliklerine ragmen milletin kalbine yabancı kalmıstır. Belki cumhuriyeti müdafaa eden kanunlar telkin ettigi ve etrafa saçtıgı korku ile, cumhuriyet müesseselerine dokunmaya mani olabilir. Fakat, bu ka- nunlar sayesinde tek bir Alman'a dahi bugünkü cumhuriyet sevdiri-lemez.

Kanunlar ve zorunlu hizmetler korkusu ile cumhuriyeti kendi vatandaslarına karsı koruma endisesinin asırı bir noktaya vardırıl-ması, bütün rejimin en ezici ve en utanç verici biçimde elestirilmesine yol açar.

Bazı milletlerin, Reich'ın çesitli devletlerin hâkimiyetlerine el uzattıgı için halk tarafından sevilmedigine dair ortaya çıkardıkları yalanın sebebi baska idi. Reich, kendi hâkimiyetini bu kadar genis tutmasa bile, genel mükellefiyetler bugünkü gibi agır kaldıgı müddetçe, özel devletler Reich'a yüksek vergiler ödemege devam edecekleri için Reich'ın bu devletlerin sevgilerini kazanacagı düsünülemez. Böylece bu devletlerin Reich'a olan vergi borçlarının toplanması da Reich'ın hâkimiyeti zayıfladıgı için zorlasacaktır. Bu vergi borçları bundan

böyle zor kullanılarak tahsil edilebilecektir. Diger taraftan cumhuriyet, barıs anlasmalarına riayet ettigi ve bunları fes yoluna gidemedigi müddetçe bu anlasmaların ortaya koydugu vecibeleri yerine getirmek mecburiyetindedir. Bunu tek sebebi partilerdir. Çünkü, mevcut partiler seçmenlere devamlı bir sekilde çesitli devletlerin hâkimiyetlerinin devam etmesi

lüzumundan bahsediyorlardı. Aynı zamanda bu partiler, Reich'tan hükümranlık hakkını geri

alacak bir siyasete yardımcı oluyorlardı.

Reich bu durum karsısında çaresizdi. Çünkü öyle bir iç ve dıs siyaset takip ediliyordu ki, bu iç

ve dıs siyasetin yükledigi görevleri yerine getirebilmek için baska çare bulamıyordu. Burada çivi çiviyi söküyordu. Reich'ın yabancı ülkelere karsı, Almanya'nın menfaatleri hususunda bir

suçlu olarak yaptıgı her borç içerideki havayı daha da bozuyordu. Bunun neticesi de, Reich'ı meydana getiren devletlerde mukavemetin artması ve artan mukavemeti önlemek için de bu devletlerin hükümranlık haklarının ellerinden alınması oluyordu. Eski Reich, memleket dahilinde barıs ve sükûnu hâkim kıldı. Bu arada harice, kuvvetini de kabul ettirdi. Halbuki bugünkü cumhuriyet, yabancılara karsı zaaf gösteriyor ve kendi vatandaslarını ezmekten

baska bir sey yapmıyor. Ğste bugünkü Reich ile^ eski Reich arasında göze çarpan farklar bunlardı. Kuvvet ve canlılık dolu bir milli devlet, dahilde birçok kuvvetlere ihtiyaç duymaz. Keza vatandas devletine samimi bir sevgi ile baglıdır. Fakat vatandas esir durumunda ise devlet, hakimiyetini korku ve angarya ile telkin eder. ğimdiki cumhuriyet rejimi hürriyetten bahsederken vatandaslarına karsı yalan söylemektedir. Böyle hür vatandaslar ancak eski Almanya'da vardı.

Cumhuriyet, yabancıların hizmetinde bir esirler sömürgesi meydana getirdigi için vatandaslara sahip degildir. Olsa olsa böyle bir cumhuriyetin ancak tebaaları olur. Bundan dolayı cumhuriyetin milli bayragı yoktur.

Cumhuriyetin isareti hükümetin bir kararnamesi ile kabul edilmis ve bu isaret ancak

kanunlarla korunabümistir. Alman demokrasisi için Gessler'in sapkasının rolünü oynayacak olan bu sembol daha sonra, milletimizin kalbine devamlı bir sekilde yabancı kalmıs, ona

nüfuz edememistir.

iktidarda iken, kendisini duygulandırmayan bir gelenegin ve büyüklügü kendisine küçücük bir saygı bile telkin etmeyen bir geçmisin sembolünü çamurlara batırmıs olan cumhuriyet, bir gün gelecek, kendi tebaasının, kendi sembolüne duydugu baglılıgın ne ka-. dar az ve basit

oldugunu görecek ve hayrete düsecektir.

Cumhuriyet, Almanya'nın tarihinde bir perde aralıgı niteligini kendiliginden vermistir. Bugünkü devlet, hâkimiyetini devam ettirebilmek için muhtelif devletlerin hükümranlık haklarını yalnız maddi sebeplerden ötürü degil aynı zamanda psikolojik sebeplerden ötürü

dislemektedir. Mali sömürme politikası ile milletimizin son damla kanını de emmektedir. Bu

gidisatın pek tabii neticesi olan isyan hareketini önlemek için de, devletlerin hükümranlık haklarını ellerinden almak zorunda kalmaktadır.

Vatandasların menfaatini, hudutları üzerinde takdir ve korumasını bilen canlı ve milli bir

Reich, bu vatandaslara devletin kuvvetinden endiseye ve tereddüde düsmeden dahilde hürriyet verebilir, iste biz Nasyonal Sosyalistlerin kanaati ve vardıkları netice budur. Fakat, canlı bir

milli hükümet, vatandası, milletin büyüklügü için bu gibi tedbirlerin gerekli olduguna inandırabilirse fertlerin ve hususi devletlerin hürriyetlerine genis çapta tecavüze kendini yetkili sayabilir. Dünyanın bütün devletleri dahildeki teskilâtlarının gelismesi ile bir nevi merkeziyete dogru kaymaktadır. Almanya da bu hususta yalnız kalmayacaktır. Bugün için

özel devletlerden egemenlik hakkına sahip özel devletler olarak söz etmek bir ahmaklık olur. Çünkü bu hükümranlık kelimesinin ifade ettigi mana, bu özel devletlerin gülünç boylarına hiç uymamaktadır. Özel devletlerin ehemmiyeti, ulastırma vasıtaları ve idari bakımdan gitgide azalmaktadır. Çünkü teknik ilerledikçe ticaret de modernlesmektedir. Yani ticaret merkezleri arasındaki mesafeler gittikçe kısalmaktadır. Neticede bir eski devir devletinin, bugünün

teknigi karsısında bir ilden farkı kalmamaktadır. ğimdiki devletler ise eskiden bir kıta sayılırlardı. Almanya gibi bir devleti idare etmenin zorlugu, bir asır önce Brandebourg vi- lâyetim idare etmenin güçlügünden büyük degildir. Teknik görünüs bakımından bu böyledir. Çünkü, bugün Münih'ten Berlin'e gitmek, eskiden Münih'ten Stamberg'e kadar olan mesafeyi

almaktan çok daha kolaylasmıstır. Bugünkü Reich'ın bütün toprakları, günümüzün nakil

vasıtaları göz önüne alınmak sartı ile, Napolyon savasları sırasında Cermen

Konfederasyonu'nu meydana getiren orta boydaki herhangi bir devletin topraklarından daha

az genistir. Tespit edilen ve görülen hâdiselerden çıkan neticelere karsı zihni kapalı kalmıs bir adam, imanına kıyasla geri adam demektir. Her devirde bu gibi geri adamlara, körlere tesadüf edilmistir. Bunlara daima rast gelinecektir. Fakat ne var ki bu körler, tarihin dönen teker-

leginin hızını keserlerse de, hiçbir zaman bu tekerlegin dönüsünü durduramayacaklardır.

iste bütün bu neticeler karsısında biz Nasyonal Sosyalistler olarak kör kalmamalıyız. Bu iste de, kendi kendilerine milli adını veren burjuva partilerinin büyük ve agdalı sözleri Nasyonal Sosyalistleri etkilememelidir. Büyük ve agdalı sözlerin anlamı sudur. Bu partilerin kendileri

de maksatlarının gerçeklesecegine muhakkak nazarı ile bakmazlar. Keza hâdiselerin aldıgı sekil ve neticelerden burjuva partileri mesuldür fakat bunu bile bile yine de büyük lâf etmekten kendilerim alamazlar.

Özellikle Bavyera'da, merkeziyetin azalmasını isteyen feryatlar bir siyasal parti

maskaralıgından baska bir sey degildir. Bu sözler hiçbir samimi amaca istinat etmez. Burjuva partileri bu gösterisli beyanları, gerçeklestirmeye ne zaman tesebbüs etmislerse, istisnasız tesebbüslerinde basarısızlıga ugramıslardır. Reich, Bavyera Devle-ti'nin "egemenlik hakkına karsı bir haydutluk" diye nitelenen bir hareket yaptıgı zaman, kendisine igrenç bazı dedikoduların dısında hiçbir direnis gösterilmemistir.

Bugün, bu mânâsız rejime karsı cephe almak cesareti gösterildiginde, "zamanı degil" bahanesi ile, hareket ve tesebbüs kanun dısı sayılıyor, iste bu durum karsısında da hapse atılıncaya, ya

da kanunsuz bir sekilde susturuluncaya kadar bu rejime karsı söz söyleniyor.

Bizim Nasyonal Sosyalist taraftarlarımız bu sözde federalistçile-rin ne kadar sahtekâr olduklarını kolayca anlayabilirler. Konfedere devlet kuramı, bu sahtekârlarca, kendi

partilerinin menfaatini korumak için tıpkı din konusunda da oldugu gibi bir vasıtadan ibarettir. Bir merkeziyet düsüncesi, özellikle ulasım yolları yönünden ne kadar dogal görünürse

görünsün, biz Nasyonal Sosyalistler bugünkü devletin bu yöndeki gelisimine karsı pek kesin

ve sert bir durum almak görevi ile yükümlü bulunuruz. Çünkü, bu yoldaki tedbirlerin, sonu bir felâket olan bir dıs siyaseti gizlemekten ve buna olanak vermekten baska bir amacı yoktur.

Keza bugünkü Reich demiryollarını, posta yönetimini, maliyeyi vb... milli siyasetin yüksek sebepleri adına devletlestirilmesine girismemistir. Buna yalnız, frensiz bir uygulama siyaseti yapabilmek için kaynaklar ve güvenceler elde bulundurmak amacı ile basvurmustur. Biz

Nasyonal Sosyalistler de böyle bir siyaseti zor duruma sokmak ve mümkün olursa tamamen durdurabilmek için uygun görünen seyleri yapmalıyız. Bu amaçla, ilk önce milletimiz için hayati önem tasıyan kurulusların baglı tutuldukları merkeziyet aleyhinde ugras vermek gereklidir. Çünkü bu merkeziyet, yalnız savastan bu yana hükümetimiz tarafından izlenen siyasetin yabancılar lehine gereken milyarlarca parayı saglamak amacı ile uygulanmaktadır. iste gösterdigim bu sebeplerden ötürü, Nasyonal Sosyalist hareketin, bu yoldaki girisimlerin aleyhinde bir durum alması gerekir.

Nasyonal Sosyalistler olarak bizleri bu merkeziyet aleyhine vaziyet almaya sevk eden ikinci önemli bir sebep daha vardır. Merkeziyet, memleket dahilinde bütün icraatı ile Alman milleti için bir musibet teskil etmis olan bugünkü rejimin kuvvetini artırabilir. Bu rejim, yani demokratik ve Yahudilesmis Reich, hakikaten Alman milleti için korkunç bir belâdır.

Bugünkü devlet, özel devletlerce kendisine yöneltilen ve henüz devrimizin ruhu ile dolu bulunmayan bütün elestirileri tam bir anlamsızlıga dönüstürerek, bos bir hale sokmak için çalısmaktadır. Bu durum karsısında, biz Nasyonal Sosyalistlerin ellerinde sadece özel devletlerin muhalefetine basarı vadeden bir siyasal güce temel saglamamak ve onların merkeziyetçilige karsı olan mücadelelerini genel anlamda Almanya'nın yüksek milli çıkarları biçimine çevirmek için ciddi sebepler bulunmaktadır. Bizim hususi devletleri, merkeziyete

karsı mücadeleye sevk etmemiz, milli Almanya'nın menfaatleri için olmalıdır. Bavyera Halk

Partisi, âdi bir menfaatperestlikle Bavye-ra'nın hususi haklarını müdafaa ettigi müddetçe, biz Nasyonal Sosyalistler bu durumdan istifade ederek, Kasım inkılâbının ortaya çıkardıgı rejimi yıkmak için çalısacagız. Bu hareketimiz de milletimizin yüksek menfaatleri için yapılacaktır. Reich lehine devletlestirme denilen bu faaliyetin, büyük kısmı itibariyle hakikatte bir birlik olmadıgı kanaatindeyiz, iste bu kanaat, bizi, simdilik merkeziyetçilik faaliyetine karsı olmamızın üçüncü sebebini teskil etmektedir. Bundan dolayı, kapıları ve kasaları, inkılâp

taraftan partilerin tatmin olmak bilmeyen hırslarına açık tutulan müesseseleri, özel devletlerin egemenlik haklarından ayırmak söz konusudur. Almanya'nın tarihinde iltimas ve rüsvet hiçbir zaman bugünkü demokratik cumhuriyette oldugu kadar yüzsüzce ve âdi bir sekilde memleket sathına yayılmamıstır.

Merkeziyet ilkesini gerçeklestirme konusunda gösterilen hırs ve siddet, eskiden ehliyet ve liyakat sahibi olan memurlara yol açmak iddiasını ortaya atan partilere yöneltilebilinir. Oysa bugün çesitli yerlere ve memuriyetlere adam bulmak söz konusu olunca, bu partiler, yalnızca adayların kendi partilerine mensup olup olmadıkları sorununa önem veriyorlar. Bunlar

özellikle cumhuriyet kuruldugundan bu yana bütün ekonomik bürolara ve yönetim

organlarına inanılmayacak derecede ve pes pese gelen büyük dalgalar halinde dolan ve bugün

o yerleri birer Yahudi malikanesi yapan pis Yahudi-lerdir.

Özellikle bu üçüncü düsünce ve görüs, bize merkeziyeti güçlendirmeye yardımcı olan her yeni tedbiri incelemek ve gerektiginde ona karsı durmak görevini yüklemektedir. Böyle bir

incelemeye girismek için kabul edecegimiz hareket noktası, milli bir siyaset olmalıdır, hiçbir zaman dar bir çerçeve içinde kalan tek olma görüsü dikkate alınmamalıdır. Biz Nasyonal Sosyalistler olarak, Reich'a hususi devletlerin hükümranlık haklarından üstün bir hükümranlık hakkı verilmesine ilke olarak muhalefet etmeyecegiz. Bu son düsüncemiz çok önemlidir ve prensibimizin bütün parti üyeleri tarafından eksiksiz olarak bilinmesini isteriz. Aramızda bu hakka dair ufak bir süphe dahi olmamalıdır. Biz Nasyonal Sosyalistler için devlet daha önce

de izah ettigimiz gibi bir sekilden ibarettir. Devletin cevheri, daha dogrusu bu toplulugun muhtevası millettir. Bundan dolayı bütün menfaatler, milletin hâkim ve yüksek menfaatlerine baglı ve boyun egmis olmalıdır. Biz Nasyonal Sosyalistler olarak, bir milletin ve o milleti

temsil eden Reich'ın sinesinde mevcut bulunan bagımsız bir siyasal kuvvete ve egemenlik hakkına sahip devlete özgü bir hukuku kabul edemeyiz. Konfedere devletlerin, yabancı devletlerde veya kendi aralarında, kendilerini temsil eden sefarethaneler bulundurmakla yaptıkları suiistimallere artık bir son vermenin zamanı gelmistir. Bu kargasalıklar devam

ettigi müddetçe yabancılar Recih'ın binasının saglamlıgından kusku duyarlar ve buna göre hareket ederlerse, bu davranıslara hiç sasmamalıyız. Bu yolsuzluklar göze çarpacak hareketlerdir. Yabancı bir memlekette bulunan bir Alman'ın hakkı, Reich'ın büyükelçiligi tarafından korunamazsa, modern dünyada önemi az olan bir devletin orta elçisi tarafından hiçbir sekilde korunamaz.

Hususi devletlerin hükümetleri tarafından medeniyeti ilerletmek için gösterilecek gayretler, gelecekte o özel devletlere verilecek öneme uygun düsmelidir. Bavyera'mn önemi için mücadele etmis olan devlet adamı, Cermenlige düsman degildir. Bu devlet adamı, güzel sanatlara duydugu ilgiyi, büyük Almanya için besledigi sevgi ile birlestiren birinci Louis idi.

Bu devlet adamı, devletin gelir kaynaklarını Bavyera'mn siyasi kudretini artırmak için kullanmamıstır. Birinci Louis, maddi gelirleri, Bavyera'mn medeni memleketler arasında yüksek bir yer isgal etmesi için kullanmıstır. Bu devlet adamı zor bir is yaparken olumlu sonuçlar almıstır. O vakitler Münih önemi olmayan bir tasra sehri idi. Birinci Louis Münih'i

bir Alman hükümet merkezi haline getirdi. O, böylece milli karakterleri Bavyeralılardan farklı olan Frencoien'leri Bavyera'ya tâbi bir hale getiren fikri hareketi dogurdu. Eger Münih eski halinde kalmıs olsa idi. Saksonya'da cereyan etmis olan hal Bavyera'da tekrarlanmıs olaçaktı. Belki arada söyle bir fark olabilirdi. Bavyera'nın Leipzig'i yani Nurenberg, bir Bavyera sehri olmayacak, bir Franconien sehri olacaktı.

Münih'e bir büyüklük kazandıranlar, "Kahrolsun Prusya" diye uluyanlar degildir. Bu sehre

önem veren kimse, imparatordur ve o sehri Alman milletine ziyaret edildiginde hayran kalınacak bir mücevher olarak teslim etmistir. Bütün bunlardan biz Nasyonal Sosyalistler bir ders almak mecburiyetindeyiz. Hususi devletlere verilen önem, artık hususi devletlerin siyasi kudretleri ile ölçülemez. Ben, bu devletlerin önemini, daha çok ırkın dalları sıfatıyla oynayacakları rolde veya medeniyetin gelismesine yapacakları yardımda tezahür edecektir biçiminde düsünüyorum. Fakat bu hususu zaman ortadan kaldıracaktır. Çünkü gelismis olan ulasım araçları insanları birbirleri ile öyle bir yogurmaktadır ki, aynı bir ırkın dallarını birbirlerinden ayıran cografi hudutlar agır agır da olsa devamlı bir sekilde ortadan

kalkmaktadır. Öyle ki, bir milletin ortaya koydugu uygarlıgın çesitli sekilleri, ülkenin her yanında, yavas yavas da olsa aynı görünümü almaktadır.

Bir milletin ordusu, bu ferdiyetçi nüfuz ve tesirlerden bilhassa büyük bir dikkat ve itina ile korunmalıdır. Gelecegin Nasyonal Sosyalist devleti artık geçmisin hatalarına düsmemelidir.

Bu devlete kendisine ait olmayan ve tesebbüs etmesine hakkı bulunmayan isler verilmemelidir. Ordu bir ırkın muhtelif dallarını birbirinden ayıran hususiyetleri devam

ettirmeye hizmet eden bir okul olmalıdır. Ordu, öyle bir okul olmalıdır ki, bu okulda okuyan bütün Almanlar birbirlerini karsılıklı olarak anlamayı ve birbirlerine uymayı ögrenmelidirler. Bir milletin hayatında bölünmelere sebep olan hususların hepsini, ordu ortadan kaldırmakla yükümlüdür. Ordu, genç ve acemi erin dikkatini kendi küçük memleketinin ufkunun

üzerinden almalı ve bu genç ve acemi ere "Alman milletinin ufkunu" göstermelidir. Asker dünyaya geldigi memleketin hudutlarını degil "Vatanın hudutlarını" görecek sekilde talim ve terbiye edilmelidir. Çünkü bu er, bir gün gelecek bu vatanı müdafaa edecektir. Bundan dolayı genç Almanı, dünyaya geldigi memlekette bırakmak manasızlıktır.

Her Alman'a askerlik hizmetini yaptıgı sırada Almanya'yı tanıtmalıdır. Bugün genç bir Alman erinin eskisi gibi Almanya'yı dolasıp ufkunu genisletmedigi için buna daha çok ihtiyacı

vardır.

Bu böyle olduguna göre, hâlâ genç Bavyeralı'ya Münih'te, genç Franconienli'ye Nurenberg'de, genç Badli'ye Karlsruhe'de, genç ' Wurtmbergli'ye Stuttgart'ta askerlik yaptırmak dogru olur

mu? > Pek tabii ki hayır! Genç Bavyeralı bazen Rhin'i bazen da Kuzey 'Denizi'ni görmelidir. Genç Hamburglu Alplere, genç Prusyalı | merkez Alman daglarının dogusuna

gönderilmelidir. Bu daha ma-'. küldür. Her bölgeye has vasıflar genç erlerin hafızalarında

kalma-jj; lıdır. Yoksa bu vasıflar garnizonlarda unutulursa askerlik hizmeti-r-nin bir mânası kalmaz.

Her merkezlesme tesebbüsü bizim kınama ve muhalefetimizle ' karsılasır. Ancak, her türlü merkezlesme tesebbüslerine karsı olsak ;'. dahi, merkezlesmenin orduya tatbik edilmesi biz Nasyonal Sosya-, listleri memnun eder. Reich'ın ordusunun, bugünkü durumuna gö-

• re, hususi devletlerden kalan bir askeri kuvveti elde tutması anlam-! sız bir sey olacagı düsüncesi bir yana bırakılsa bile Reich'ın ordusun-!•. da uygulanan merkezlestirme eylemi Nasyonal Sosyalistlerce bir iler-' leme sayılır. Gelecekte milli ordu yeniden kuruldugu zaman

bu is-

• ten vazgeçmeliyiz.

Esasen yeni bir zafere kosan bir düsünce, kendini ileri dogru : iten fikri zemberegi felce ugratabilecek bütün baglantıları reddetmistir. Nasyonal Sosyalizm, ilkelerinin, bugüne kadar konfedere devletleri birbirlerinden ayıran hudutları önemsemeden, bütün Alman milletine

kendi düsünüs ve plânlarına göre egitim ve ögretim ; saglama hakkına sahip oldugunu iddia etmelidir. Nasıl ki kiliseler ;' kendilerini siyasi hudutlarla baglı ve tahdit edilmis saymazlarsa, Nasyonal Sosyalist fikir de Almanya'yı meydana getiren hususi devletlerin toprak bölüsümü yüzünden kendisini ayırıcı kabul etmez.

Nasyonal Sosyalist doktrin konfederasyonu meydana getiren federe devletin siyasi menfaatlerinin hizmetkârı degildir. Nasyonal Sosyalizm, Alman milletinin hükümranı ve tek

hâkimi olmalıdır. Bu doktrin bir milletin hayatını idare etmek ve teskilâta baglamak vazifesi

ile mükelleftir.

Demek oluyor ki, Nasyonal Sosyalizm, çizilmis hudutların üzerinden asmak hakkını âmirane bir sesle istemelidir.

BÖLÜM 23

1921 senesinin, benim ve Nasyonal Sosyalist hareket için büyük bir hususiyeti vardır.

Ben Alman isçi Partisi'ne girdikten hemen sonra, propagandanın idaresini elime aldım. O günlerde Propaganda konusunu çok önemli görüyordum. Önce teskilât isleri ile ugrasmanın geregi yoktu. Bence önemli olan, Nasyonal Sosyalist fikri mümkün oldugu kadar çok sayıda kimselere duyurabilmekti. Propaganda, teskilâttan çok önde yürümeli ve önce bu teskilâtla yogrulacak insan malzemesini saglamalıdır. Bunun için, ben bilgi satan ve bilgiçlik taslayan teskilâta karsıyım. Bu sekilde hareket edilmezse ortaya ölü bir mekanizma çıkar, canlı bir teskilâtın meydana geldigi pek enderdir.

Bir teskilât mevcudiyetini organik bir hayata ve organik bir gelismeye borçludur. Belirli miktarda birtakım insanlar arasında yayılan fikirler devamlı bir nizama dogru meyleder. Bundan büyük bir netice çıkar. Fakat burada da insanların zaaflarını nazarı itibara almak sarttır, insanların bu zaafları bagımsız ve ferdi bir otoriteye karsı, içgüdüleri ile direnç

göstermeleri seklinde meydana gelir, iste böyle bir sekilde bir teskilât tepeden asagıya dogru mekanik bir yolla gelisirse büyük tehlike dogar. Meselâ, kendisini henüz kâfi derecede kabiliyetli görmeyen ve lideri oldugu partinin fikirlerine intibak edemedigini itiraf eden bir kimse, partinin içinden daha istidatlı kimselerin yükselmelerine ve ön plâna geçmelerine kıskançlık sevki ile mâni olmaya tesebbüs eder. Böyle bir sey ihtimal dahilinde olsa bile

vukua geldigi takdirde bundan en çok zarar gören, genç hareket olur. iste bundan dolayı, bir müddet propaganda ile mesgul olarak, ilk önce merkezi bir noktaya ait bir fikri yaymalı, daha sonra yavas yavas çogalmıs olan insanlar arasında "FÜHRER KAFALAR" aramalıdır. Bu

"kafaları" tecrübe etmek lâzımdır. Çünkü öyle tesadüfler olur ki esasen pek kıymetsiz olan kimseler, "anadan dogma Führer" diye vasıflandırılırlar.

Nazari malûmatın zenginligini bir Führer olmak için ehliyetin ve liyakatin degeri zannetmek tamamen yanlıstır. Bunun tersi pek sık olur. Büyük nazariyecilerin büyük teskilâtçı oldukları pek nadirdir. Keza, bir kuramcının büyüklügü ilk önce soyut olarak kanunları bilmekten

ibarettir. Halbuki, teskilâtçı her seyden önce bir psikolog olmalıdır. Teskilâtçı insanı oldugu gibi kabul etmelidir. Bu bakımdan teskilâtçı, insanı bilmek mecburiyetindedir. Teskilâtçı, insanın kıymetini az görmemeli, fazla görmekten de kaçınmalıdır. Sarsılmaz bir hayat kuvvetine sahip olması icap eden teskilâtçı, bir fikri yaymaya ve o fikri basarıya ulastıracak yolu açmaya kabiliyetli bir insan grubu meydana getirmek zorundadır. Ancak bütün bunları yaparken de insan zaafını dikkate almalıdır.

Büyük bir kuramcıdan büyük bir Führer çıkması ender görülen bir hâdisedir. Bir hareketi idare eden bir kimse çogu zaman bir Führer olabilir. Halbuki ilmi bir ruha sahip olan kimselerin büyük bir kısmı, bu hakikati makul bir sey olmasına ragmen pek kolay teslim etmezler.

Bu fikri, genis topluluklara yaymak kabiliyetini ortaya koyan bir hareket, elebasısı bir demogogtan ibaret olsa bile, onun mutlaka bir psikolog olması gereklidir. Böyle bir kimse, insanlardan uzak kalarak düsüncelere dalan bir kuramcıdan çok daha iyi bir Füh-rer'dir. Çünkü insanları sevk ve idare etme meziyetinin, bir Füh-rer'in liyakat ve kabiliyeti ile münasebeti yoktur.

Mühim olan ideal ve insanlık gayelerim bulmak degildir. Mühim olan, bu ideal ve gayeleri gerçeklestirmektir. Eger ikincisi olmazsa, birinci daima ahmakça bir sey gibi kalmaya mahkûmdur. Fevkalâde olan nazari bir telâkki, eger topluluklar Führer tarafından bu fevka-

lâde harekete dogru sevk edilmezlerse gayesiz ve degersiz kalır. Ancak bir nazariyeci de

insanlıgın mücadelesi için amaçları tespit etmelidir. Yoksa bir Führer'in bütün deha ve kabiliyeti bir is görmez.

Demek oluyor ki, nazariyeci, teskilâtçı ve Führer, bir kimsede birlesirse bu müthis bir sey olur. Buna dünyada pek ender rastlanır. Bu birlesme büyük adamı vücuda getirir.

Propagandanın küçük bir toplulugu yavas yavas yeni doktrin ile doldurulabilecek ve ilerde bir teskilâtın ilk unsurlarım meydana getirebilecek malzemeyi yetistirmesi lâzımdır.

iste bundan dolayı propagandanın gayesi kendi sınırlarını asarak genellikle teskilâtın vazifesine tecavüz eder.

Propagandanın vazifesi taraflar toplamaktır. Teskilâtın vazifesi ise partiye üye kaydetmektir. Eger bir hareket, bir memleketi ve daha sonra bir dünyayı altüst etmek ve onun yerine yeni bir memleket veyahut yeni bir dünya kurmak niyetinde ise ve kendisine bir miktar taraftar toplamıssa, bu ilkeden hiçbir zaman ayrılmamalıdır. Taraftarlar ve üyeler, (iste bu iki grupla mesgul olacak organların isimlerini yukarda verdim.) Bir hareketin taraftarları, o hareketin amaçlarını tasvip ve tasdik ettigim ifade edenlerdir. Bir partinin üyesi ise partinin getirdigi hareket ugrunda mücadele eden kimsedir.

Taraftarları, propaganda bulur ve harekete dogru onları çeker. Üye ise teskilât tarafından

toplanır. Taraftar olmak, yalnız bir fikri pasif sekilde kabul etmege lüzum gösterir. Üye olmak ise, fikrin faal bir sekilde temsil ve müdafaa edilmesine ihtiyaç gösterir. Meselâ on taraftar arasından ancak iki üye çıkabilir.

Taraftarlık, yalnızca bir tasdik çabasını göstermeyi gerektirir. Üye olmak için, dogru bulunan fikri temsil etmek ve yaymak cesareti gösterilmelidir.

Sadece kabul ve tasdik etme pasif bir harekettir. Bu, tem bel ve korkak olanların islerine gelir. Üye olmak ancak bir kısım kimselere uygun düser.

iste bundan dolayı propaganda bütün dikkatim bir fikrin devamlı bir sekilde taraftar kazandıgı hakikati üzerinde toplamalıdır. Daha sonra, teskilât taraftarları arasında yetenekli üyeler

aramak hususunda çok hassas hareket etmelidir. Bundan dolayı, propaganda, harekete

geçirdigi kimselerin her birinin, iktidar, kabiliyet ve malûmat sahibi olup olmadıkları, zekâları

ve karakterleri hakkında kafa patlatmaga mecbur degildir. Öte yandan teskilât bu yeni taraf-

tarlar arasında hareketin basarısını hakikaten mümkün hale getirebilecek kimseleri büyük itina

ile seçmek zorundadır.

Propaganda bir doktrini milletin bütün kisilerine duyurmaya ve nüfuz ettirmeye çalısır ve görevi budur. Teskilât kendi kadrosuna, yalnız psikolojik sebeplerden dolayı fikrin yayılmasına zarar vermeyecek olan kimseleri alır.

Propaganda, topluluklara bir fikri telkin eder. Amacı, zafer anında toplulukları kendisi için hazırlamaktır. Oysa teskilât, taraftarları arasında en azimli ve yetenekli görünen ferdi tarafından yöneltilen mücadele ile zafer gününe ulasır.

Toplulukların bir bölümü üstünde çalısan ve mücadeleyi genel bir sekilde idare eden propaganda ne kadar toplu, kuvvetli ve saglam olursa bir fikrin zaferi de o kadar kolaylasır. Propaganda bir memleketin tamamım bir fikirle doldurdu mu, teskilât bir avuç adamla bütün olumlu neticeleri alabilir.

Propaganda ile teskilât, yani taraftarlarla, üyeler belirli bir halde birbirlerine tekabül edecek sekilde bulunurlar. Propaganda ne kadar iyi çalısırsa gerçek üyeler o kadar sınırlı olabilir. Taraftarların sayısı ne kadar çok olursa üyelerin adedi de o kadar azdır. Bunun aksi de geçerlidir. Propaganda kusurlu olursa, teskilâta çok is düser. Eger bir hareketin taraftarları

zayıf kalmıs ve hâlâ o hareket basarı vaat ediyorsa, iste o zaman üyelerin sayısı çok olmalıdır. Propagandanın ilk vazifesi, teskilât için taraftar temin etmektir. Teskilâtın birinci görevi ise propagandanın devamı için adam kazanmaktır. Propagandanın ikinci görevi ise, yeni doktrini empoze etmektir. Teskilâtın ikinci görevi de doktrini kesin bir sekilde zafere kavusturmak için

mücadele etmektir.

Eger bir devrim sonunda, yeni bir dünya görüsü bütün millete ögretilirse, hatta gerektiginde zorla kabul ettirilirse ve hareketi yöneten merkezi teskilât, devletin kilit noktalarını isgal

etmek için gerekli sayıda insanlardan meydana gelirse, iste o zaman kesin basarı elde edilir. Dünyayı altüst edecek kuvvette olan her harekette, propaganda önce bu hareketin fikrini yaymalıdır. Propaganda yeni fikirleri açık bir halde millete takdim etmege çalısmalıdır. Böyle çalısacak olan bir propagandanın bir "bel kemige" sahip olmaya ihtiyacı vardır. Bunun için doktrin, saglam bir teskilâta istinat ettirilerek, propagandanın ihtiyacı olan belkemigi meydana getirilir. Teskilât, üyelerini propaganda sayesinde hareketi benimsemis olan taraftarlar arasın-

dan tespit eder. Propaganda ne kadar siddetli olursa, teskilât da o kadar hızla büyür, öte

yandan, propagandanın arkasında bulunan teskilât ne kadar kuvvetli olursa, propaganda da o kadar iyi ve rahat çalısır.

Teskilâtın en büyük vazifesi, hareketin üyelerinin parti içindeki çalısmalarını zaafa ugratmamasını temindir. Daha sonra teskilât hücum ruhunun bir an dahi sönmesine, yenilesmesine ve daima kuvvetlenmesine dikkat etmekle mükelleftir. Bundan dolayı, teski- lâtın üyelerinin ilâhiyane çogalmasına gerek yoktur. Sadece belirli ve sınırlandırılmıs bir grubu enerjik ve cüretkâr tutmak kâfidir. Teskilâtı ilelebet artacak ve çogalacak olan bir hareket herhangi bir gün, bu gereksiz gelismeden dolayı zayıf düser.

Büyük teskilât yavas yavas da olsa, kavga kabiliyetini kaybeder. Böylece fikrin yayılmasına azimli bir sekilde ve tecavüz ruhu ile yardımcı olamaz. Bir fikir, inkılâpçı hareketler itibarı ile zengin ve olumlu olursa, o fikri yayanların faal olmaları gerekir. Çünkü böyle bir hareket ne kadar karısık olursa, bu hareketten korkak burjuvalar o kadar çekinir ve kaçınırlar. Belki bu küçük burjuvalar harekete içlerinden taraftar olurlarsa da hislerini açıga vurmazlar, iste

bundan dolayı devrimci bir fikrin teskilâtı, kendine üye olarak, yalnızca en faal taraftarlannı almalıdır. Tabii bir hatırlatma ile saglanan bu faaliyette, gerek hareketin ilerde yapılacak propagandasının ve gerek fikrin gerçeklestirilmesi için gereken basarılı bir mücadelenin sartları saklıdır.

Bir hareketi tehdit edebilecek en büyük tehlike pek fazla bir basarı neticesinde üyelerinin anormal bir sekilde artmasıdır. Bu hareket, mücadele etmek zorunda bulundugu zaman âdi, korkak ve bencil olan kimseler, o hareketten uzak olurlar. Fakat parti gelisir ve basarısı gayet açık bir sekilde görülürse, iste o zaman bu kimseler hemen üye olmaya çalısırlar. Zafere

ulasmıs birçok hareketin kesin basarılarından ve amaçlarının tamamen saglanmasından önce,

birdenbire geri kalmalarının ve parti içinde zaafa düserek, mücadelelerine ara vermelerinin, gevseyip çekilmelerinin tek sebebi budur. Bazen, ilk basarıların neticesi olarak, partinin teskilâtına öyle â-di ve korkak herifler girer ki, bu korkaklar bir zaman sonra çogunlugu ellerine geçirerek partinin mücadeleci elemanlarını bozarlar. Bu gibi kimseler partinin

istikametini kendi menfaatlerinin bulundugu tarafa çevirirler. Hareketi kendi miskin ve tembel kahramanlıklarının seviyesine indirirler. Böylece fikrin ilk zaferine yeni bir sey katmazlar,

iste o zaman taassup yumusar, mücadele kuvveti felce ugrar. Burjuvaların dedigi gibi parti,

"sarabına su katmıs" olur. Bütün bunlardan çıkan netice sudur: Bir hareket devamlılıgını saglayabilmek için, zafer kendi lehine neticelenir neticelenmez, sonu gelmeyen kalabalıga kapısını kapatmalıdır. Bir hareket ancak bu sekilde davranırsa, kendini meydana getiren çekirdegi taze ve saglam olarak muhafaza edebilir. Hareketi bu çekirdek sevk ve idare etmelidir.

Hareketin ilk büyük fikirlerine dayanarak bir merkezi idare organı kurmak teskilâtın vazifesidir. Bu sekilde çalısma, partinin fikir ve telkinleri yeni devletin çekirdegini meydana getirinceye kadar devam etmelidir. Ancak böyle hareket edilirse, partinin ruhundan çıkmıs

olan devletin esas teskilâtı dahili bir mücadele neticesinde kurulabilir.

Bütün büyük hareketler, dini veya siyasi mahiyette olabilirler. Fakat zafere ulasmalarının tek sebebi bu ilkelerin bilinmesinden ve kullanılmasından ibarettir. Bu konulara uyulmadıkça, hiçbir zaman devamlı basan tasavvur edilemez. Bir partinin propaganda sefi sıfatı ile sadece gelecek hareket için bir zemin hazırlamakla kalmadım, teskilâtın yalnız kıymetli kimseleri

içine alması için de sıkı bir sekilde çalıstım. O kadar siddetli ve sert çalıstım ki

propagandamız korku ve dehset saçtı. Böylece zayıf, korkak ve tereddüt içinde olan kimseler sadece taraftar olarak kaldılar. Bunların teskilâtımızın ilk çekirdegine girmelerine engel

oldum. Sonunda seslerini yükseltmek fırsatını bulamadılar. Belki taraftar olarak kaldılar, ama endise ve sessizlik içinde yasadılar. Bu kimselerin çogu bana gelip, hareketimizle tam bir mutabakat içinde olduklarına dair yeminler etmislerdir. Fakat hiçbir zaman partiye üye olamıyorlardı. Kendi kanaatlerine göre hareket pek siddetli idi ve bundan dolayı birtakım tehlikeler seziliyordu. Bu arada namuslu ve sakin olan burjuvalara söz söylemek yersiz olur. Çünkü bunlar kalben bizimle beraberdir ve bir kenarda oturmaktadırlar.

Evet, iste durum böyle idi.

Asırı devrimci vasıtalara taraftar olmayan bu kimseler o zaman üye sıfatı ile partimize gelmis olsalardı, yine kendimizi bir dinsel kurulus gibi sayabilirdik. Fakat hiçbir zaman genç ve kavgadan zevk alan bir hareketin mensupları olamazdık.

O günlerde propagandamıza verdigim canlı ve mücadeleci sekil hareketimizin nefret uyandıran egilimini arttırdı ve bunu teminat altına aldı. Keza bir iki kisi hariç, sadece hakikaten nefret uyandıran kimseler üye sıfatı ile benimle birlikte çalısmaya hazırdılar.

Bu sekil yürüttügüm propaganda öyle bir tesir meydana getirdi ki, kısa bir zaman içinde yüz binlerce adam bize içlerinden hak veriyorlardı. Belki, dâvamız ugrunda fedakârlık

göstermiyor ve mücadelemize katılmıyorlardı ama zaferi kazanmamızı da arzuluyorlardı.

1921 senesi ortalarına kadar, sadece taraftar toplamaya inhisar eden çalısmalarımızın harekete

de faydası dokunuyordu, iste 1921 yılının yaz ayları sonunda meydana gelen bazı hâdiseler bize teskilâtı propagandanın sabırlı basarısına uydurmanın yerinde olacagını gösterdi. Bu günlerde hayal içinde yüzen bir ırkçı grup, partinin idaresini ele geçirmeye tesebbüs etti.

Fakat bu entrika çabuk yıkıldı. Neticede genel bir toplantıda üyelerin büyük bir kısmı hareketin idaresini topyekûn bana verdi.

Bu arada yeni bir nizamname de kabul edildi. Bu nizamnameye göre hareketin birinci lideri tam bir yetkiye sahip oluyordu. Yeni nizamname idare heyetinin karar verme yetkisini kaldırıyor, buna karsılık yeni bir is taksimatı sistemi ortaya koyuyordu.

Böylece 1921 senesinin Agustos ayının ilk günlerinden itibaren hareketin iç teskilâtı için çalıstım ve bu sırada asil ruhlu ve seçkin bir grubun yardımından istifade ettim.

Teskilât bakımından propagandanın neticelerine bir kıymet vermek ve bu kıymetlerden istifade edebilmek için de bugüne kadar olan alıskanlıkların hepsini atmak gerekliydi. Bu itiyatlar atıldıktan sonra hiçbir parti tarafından kabul edilmemis birtakım ilkeler koydum.

1919 ve 1920 senelerinde bizim genç hareketimizin basında mevcut üyenin genel meclislerine seçilmis idare heyetleri vardı. Heyet bir baskan, bir baskan vekili, iki delege ile birinci ve

ikinci sekreterlerden tesekkül ediyordu. Ayrıca her tesekküle üyeler, propaganda sefi ve daha birçok kimse katılıyordu.

Bu heyet pek gülünç görülüyordu. Çünkü bizim hareketimizin büyük bir siddetle aleyhinde bulundugu sistemi canlandırıyordu. Partinin bu sekil heyetlerle idare edilmesi bugünkü vilâyet

ve devlet idarelerini hatırlatıyordu. Bugün hepimiz bu sistem altında büyük acılar çekiyorduk. Hareketin, kabiliyetsiz temsilcileri tarafından ebediyen bozulması ve bir gün asil ve muhterem görevini yapmaktan âciz bir duruma düsmesi istenmiyorsa bir degisiklik yapmak mutlaka

gerekli idi.

Bir protokole baglı olan ve kararlarını çogunluk ile alan heyet, bu durumu ile küçük bir parlamentoyu andırıyordu. Bu durumda sahsi deger ve sorumluluk yoktu. Bizim büyük devletin temsili meclislerinde hüküm süren aynı manasızlık bu heyetimizde de vardı.

Bizim heyetimize sekreterler, kasa hesabım tutmak için muhasipler, teskilât mensuplarını yetistirmek için üyeler, propaganda için bir sürü herifler ve daha neler neler için birtakım

kimseler tayin ediliyordu, iste bu kimseler bir araya gelerek hiçbir mevzuda aynı kafaya sahip

olmamalarına ragmen, bir kararı çogunlukla almaktadırlar. Örnegin propaganda islerini gerçeklestirme amacı ile heyete alınan bir kimse mali mevzulara burnunu sokmakta ve bu hususta oy kullanmaktadır. Diger taraftan bir muhasebeci teskilâta dair bir is için oy vermektedir.

Eger, sekreterler, delegeler ve digerleri propaganda konusunda oy kullanacaklarsa, o heyete neden bir veya birkaç propagandacı tayin edilir?

iste ben bu saçmalıga boyun egemezdim. Bir müddet sonra, heyetin toplantılarına

katılmamaya basladım. Yalnız propagandaya devam ediyordum. Bu da bana kâfi geliyordu. Rasgele bir kabiliyetsiz herifin bana vergi olan bir sahaya burnunu sokmasını daima önlü- yordum. Bu arada ben de digerlerinin islerine karısmıyordum.

Partinin nizamnamesinde yapılan tadilât ve böylece yeni nizamnamenin kabul edilmesi

sonunda baskanlıga getirilmem ile kurdugum otorite ve bu otoriteye dayanan hukuk, bütün bu saçmalıkları ortadan kaldırdı. Heyetin karartan yerine, benim sorumlulugum ilkesi ittifakla

kabul olundu.

Birinci baskan hareketin tamamen sevk ve idare edilmesi hususlarından sorumludur. Birinci baskan kendi idaresi altında bulunan heyetin bütün kuvvetlerini, yapılacak her türlü is için lüzumlu olan çalısma arkadaslarım kendi seçer. Bu seçilmeye lâyık olan kimseler, itiraz kabul etmez bir sekilde sorumlu oldukları vazifelerden mesuldürler. Bunların hepsi, birinci baskana baglıdırlar.

Mutlak bir sorumluluk zorunlulugu hareketimize, hattâ partinin sevk ve idaresi meselesine yavas yavas bir açıklık kazandırdı. Bu prensibin küçük yerlerde kabul edilmesi biraz uzun sürdü. Korku ile dolu kalpler ve yeteneksiz olanlar böyle bir seyi hiçbir zaman arzulamazlar.

Bu gibi kimselerin nazarında bir tesebbüsün tek bir sorumlusu olması hos bir sey degildir. Her önemli karar için bir heyetin çogunlugu bu gibi herifleri sorumluluktan kurtarır. Böylece ken- dilerini daha hür ve daha rahat hissederler.

iste böyle bir alıskanlıga karsı vaziyet almak geregim duydum. Mesuliyet korkusuna boyun egmeyecek bir Führer lâzımdı. Parlâmento budaklıkları ile mücadele etmek isteyen bir

hareket kendi bünyesinde parlamenter bir sistemi andıran idare tarzım degistirmelidir. Ancak böyle bir temel üzerinde yapılan mücadele zafere ulasır.

Bugün Almanya'yı idare eden meclisin durumunu görüp de bu neticeyi çıkarmayan kafalar sadece acınır.

Çogunlugun hâkimiyeti zamanında, Führer'in tefekkürü ve sorumlulugu ilkesine sıkı bir

sekilde istinat ettirilen bir hareket, bugüne kadar Almanya'yı sömüren mevcut vaziyeti kati bir

sekilde yere serecek ve böylece Führer idaresi muvaffak olacaktır.

Bu fikir, hareketin içinde yeni bir teskilât meydana getirilmesini gerektirdi. Hareketin mantık

ve akla dayanan gelismesi, iktisadi faaliyetlerle, genel ve siyasi sevk ve idareyi de birbirlerinden açık bir sekilde ayırma meselesini ortaya koydu.

Sorumluluk düsüncesi, ilke itibariyle partinin genel faaliyetine de dahil oldu. Böylece iktisadi meseleler her türlü siyasi nüfuz ve tesirlerden kurtarılıyordu. Bunun neticesi partinin hareketlerini daha tesirli bir hale getirdi.

Ben partiye girdigim zaman partide tam altı kisi vardı. Bu sırada partinin sabit bir idare merkezi olmadıgı gibi, ne bir memuru, ne bir nizamnamesi vardı. Hattâ partinin mührü ve matbu kâgıtları dahi yoktu.

Altı kisilik heyetin merkezi Herren Gasse'de bir lokanta idi. Daha sonra merkez Am

Gasteig'de bir kahveye tasındı. Bunun böyle devam etmesi imkânsızdı. Münih'te birçok otel

ve lokantayı dolastım. Tal Caddesi'nde Sternecker Birahanesi'nde üstü kemerli bir küçük salon vardı. Bu salon bir vakitler Bavyera'da imparatorluk müsavirlerine meyhane hizmeti görmüstü. Salon karanlık ve kasvetli i-di. iste bundan dolayı eski isine ne kadar uygun

düsüyorsa, bugün yeni isine o kadar ters geliyordu. Tek penceresi dar bir sokaga açıldıgı için, yazın en uzun ve en aydınlık günlerinde dahi salon lostu. Fakat burası bizim ilk merkezimiz

oldu. Kirası 50 markı geçmedigi için bize çok uygun geliyordu. Duvarlarında müsavirler zamanından kalma tahta rafların kaldırılmasını bile isteyemezdik. Bu yeni merkez bir bürodan ziyade bir mezara benziyordu. Fakat bagımsız ve sabit bir merkezimiz olması büyük bir

gelisme idi.

Bir müddet sonra elektrik ve telefon aldık. Daha sonra ödünç bulunan bir masa ile birkaç sandalye salonu süsledi. Bundan sonra bir dolap bulduk. Otel sahibine ait olan iki büfede de brosür ve ilânlarımızı muhafaza ediyorduk.

O zamanlar, haftada bir toplanıyorduk. Bu sekilde devam etmeye imkân yoktu. Ücreti parti tarafından ödenen bir memura gereksinim vardı. Fakat ücret ödemek o zaman pek zordu. Partinin üyesi azdı. Bunlardan toplanan pek az bir para ile bir memur tutmak büyük hüner isteyen bir isti. Çok uzun süren aramalardan sonra partiye bir sekreter bulduk. Bu ilk sekreter askerdi ve benim eski arkadasımdı. Adı Schüssler idi. Önce her gün saat 18-20 arası yeni merkezimize geldi. Daha sonra saat 17'den itibaren gelmeye basladı. Bir süre sonra ögleden sonraları vazifesine devam etti. Nihayet bütün vaktini bize verdi. Sabahtan geç saatlere kadar yeni merkezimizde çalısıyordu. Schüssler mert ve namuslu oldugu kadar gayretli ve

çalıskandı. Hiçbir vazifeden kaçınmıyordu. Genç harekete sadıkane bir sekilde baglanmıstı. Schüssler kendi malı olan Adler yazı makinesini de beraberinde getiriyordu. Nasyonal

Sosyalist Hareketin hizmetinde kullanılan ilk makine Schüssler'in daktilosu oldu. Daha sonra aidatlardan artırılan para ile bu daktiloyu Schüssler'den satın aldık.

Üyelerin sahsi hüviyet ve dosyalarını çalınmaktan muhafaza etmek için kasaya ihtiyacımız vardı.

Aradan bir buçuk sene geçti. Artık kanuni merkezimiz bile küçük geliyordu. Bundan dolayı Comelius caddesinde yeni bir binaya tasındık. Bu yeni bina da otel idi. Fakat burada üç odamız ve bir de gisesi olan salonumuz vardı. Bu bizim için o vakitler lükstü. Burada 1923 senesinin Kasım ayına kadar kaldık.

BÖLÜM 24

1920 senesinin son günlerine dogru Völkischer Beobachter satın alındı. Irkçı amaçların savunucusu olan gazete derhal Nasyonal Sosyalist Hareketin yayın organı haline getirildi, ilk önceleri haftada iki gün yayınlanıyordu. 1923 senesinden itibaren her gün çıkmaya basladı. Nihayet aynı senenin sonunda büyük boy olarak yayınlandı.

Gazetecilik sahasında tamamen acemi idim. O günlerde çıraklık yaptım ve bu is için türlü fedakârlıga katlandım.

Ortada bir gerçek vardı ve bu insanı çok düsündürüyordu.

Büyük Yahudi basınının karsısında bir tek ırkçı gazete bulunu yordu. Yaptıgım tahkikat sonunda, bunun sebebini ırkçı tesebbüsler için pek az ticari oldugunu gördüm.

Gazeteler hissiyat ile idare ediliyordu. Bu ise tamamen yan lıs bir seydi. Milletine faydalı hizmetler ifa etmeden sadece hissiyatla hareket eden bir kimse, âdi hisleri ile toplulukların düzenini bozuyordu.

Gazetemiz, isminin ifade ettigi gibi daha ziyade ırkçı mües seselere has olan kusur ve zaafları

ile ırkçıların yayın organı idi içerigi çok zayıftı. Gazeteciler, ırkçı gazetelerin sadece ırkçılar dan yardım görecegine inanıyordu. Halbuki diger gazeteler iÜ rekabete giriserek kendimize

bir yol açmalıydık, isin ticari ak saklıklarını vatansever kimselerin yardımları ile örtmeye çalıs

mak çok hatalı idi. Bu feci durumu tespit eder etmez, müdahale de bulundum. Aynı zamanda sans bana elini uzattı. Hareketimize sadece gazetenin ticari sefi olarak degil aynı zamanda partinin de ticari sefi sıfatı ile hizmet edecek olan adamı tespit ettim. Sene 1914tü. Partinin bugünkü ticari sefi yani Max Amann, savasta benim amirim idi. Dört sene süren savas

boyunca mesai arkadaslarımın ehliyet, kabiliyet ve çalıskanlıklarını, titiz ve temiz vicdanlarını yakından tetkik etmistim.

1921 senesinin sonbaharına dogru, hareket bir buhran geçirdi. Partide çalısan memurlardan bir

kısmı beni memnun etmiyordu, iste tam bu sırada eski askerlik arkadasıma kavustum. Tesadüf Max Amann'ı yanıma getirdi. Ona hareketimizin ticari sefi olmasını teklif ettim. O vakitler gelecegi parlak olan bir mevkide bulunan Max Amann uzun bir tereddüt geçirdikten sonra teklifimi kabul etti. Ancak teklifimi söyle kabul ettirmistim: "Bütün kurullara karsı sef ve münhasıran tek bir baskana karsı sorumlu." Kültürlü olan bu sahıs partiyi nizama soktu. Max

A-mann'ın ortaya koydugu yeniliklere partinin diger subelerinde ulasılamadı.

Yüksek bir degerin, kin ve intikam uyandırmasına hayatta sık sık rastlanır. Bu islerimizde de böyle bir seyi beklemek ve sonucuna katlanmak gerekiyordu.

1922 yılından itibaren, hareketin ticari tesekkülü ve asıl teskilâtı için kati ve sert müzakereler yapıldı. Harekete dahil olan bütün üyeler hakkında dosyalar mevcuttu. Artık hareketimize

mali kaynaklar da temin edilmisti. Günlük masraflar, günlük gelirlerle karsılanacaktı. Olaganüstü gelirler, olaganüstü masraflara tahsis edilecekti. Bütün zorluklara ragmen hareket hemen hemen borç yapmadı denebilir. Hattâ parasını düzenli bir biçimde çogalttı. Özel bir

iste oldugu gibi çalısılıyordu. Çalıstırılan memurlar, mesaileri ile sivrileceklerdi. Bunlar, taraftarlık unvanından istifade etmeyeceklerdi. Her Nasyonal Sosyalistin sahsi söhreti, önce gösterdigi çalıskanlıgı ve kendisine verilen vazifeyi yapmak hususundaki kabiliyetiyle köklesecekti. Verilen vazifeyi ifa etmeyen kimse haksız bir söhrete sahip olamayacaktı. Partimizin yeni ticari sefi, partinin islerinin taraftar ve üyeler için bir geçim kaynagı

olmadıgını açıkça ifade etti. Bugün, bizim idari sistemimizdeki partilere özgü ahlâksızlıklarla mücadele eden genç hareketimiz, kendi bünyesinde herhangi bir rezalet ve ahlâksızlıga

müsaade edemezdi. Gazetenin idaresinde, Bavyera Halk Partisi'ne mensup olan bazı memurlar vardı ve mesaileri sırasında istisnai bir meziyet ve yetenek gösteriyorlardı. Biz, herkesin gerçek mesaisini gayet samimi ve dogru olarak kabul ettik. Bu sekil davranısımız memurların kalplerini fethetmemize sebep oldu. iste kalpleri fethedilen bu kimseler, daha

sonra en iyi Nasyonal Sosyalist oldular. Bunlar aynı zamanda yeni hareketin çalısmalarına da bizzat istirak ettiler.

Bu arada partinin bir üyesi, ayni kabiliyete sahip, fakat partiye mensup olmayan bir kimseye pek tabii olarak tercih ediliyordu. Fakat hiçbir kimse partili oldugu için herhangi bir ise alınmıyordu.

Yeni ticari sefin getirdigi bu yenilik biraz direnç gördü ise de, basarıya ulastı ve daha sonra bu basarı hareketimize olumlu etkiler yaptı.

iste bu sayede uzun enflâsyon devresinde gazeteler yayınlarım tatil ederlerken, hareketin ticari yönetimi ayakta kaldı ve bütün görevlerini yerine getirdigi gibi, Völkischer Beobachter hızla gelisti. Yayın organımız, o günlerde büyük gazeteler arasında yer alıyordu.

1921 senesi benim için önemli bir sene oldu. Çünkü bu sıralarda, lider sıfatı ile ayrıntıya ait elestirilere ve partinin faaliyetlerinden dolayı herhangi bir kimsenin müdahalesine meydan vermedim, iste bu çok mühimdi. Keza iktidarda bulunmayanlar geveze olurlar ve devamlı bir sekilde müdahalelere kalkarak her isi anlamak ve ögrenmek isterler. Bu sekil davranmakla arkalarında büyük bir kargasalık bırakırlar, iste böyle bir ortamda is yapabilmek için gerçek-

ten yetenekli kafalara sahip olabilmek mümkün degildir.

Bu gibi kimselerin çogu çekilip gitti. Bir kısmı da gayet mütevazı bir sekilde uzaklastı. Bir nevi elestiri hastalıgına tutulmus olan kimseler vardır. Bunların maksatları bir heyet teskil etmektir. Bu heyet kontrol maksadı ile yetkisiz oldugu birçok ise burnunu sokar. Böyle

hareket etmek Nasyonal Sosyalistçi bir is olmaz. Ben bu gibi kimselerin müdahalelerine karsı, partinin intizamlı ve mesul organlarını korudum. Bir ise yaramayan ve herhangi bir isi beceremeyen bu heyetleri zararsız hale getirmek için, bunlara bir is bulmak yetiyordu, iste bu sayede, bizim heyetimizin nasıl gürültü çıkarmadan sessizce dagıldıgını ve ani olarak tekrar bulunması ve toplanması imkânsız hale geldigini görmek pek gülünecek bir olay oldu. Bu

olay bana, bizim heyetimize benzeyen diger bir kurulusu, Reichstag'ı hatırlattı. Eger

Reichstag'daküere de nutuk imalinde bulunacakları yerde, ellerine bir is tutusturulsaydı, bu bol keseden atıp tutan kimseler, kisisel sorumluluklarının gerektirdigi isleri görecekleri için,

gürültü çıkarmadan çabucak ortadan kaybolacaklardı.

Ben suna inandım ki, namuslu bir idareci buluncaya kadar aramaktan bıkılmamalıdır. Bu namuslu idarecilere hareket ve faaliyetlerinde tam bir hürriyet ve serbesti, maiyetleri üzerinde

de kayıtsız sartsız bir otorite vermelidir. Bu kimseler yalnız üstlerine karsı mesul olmalıdırlar. Tam bir ehliyet ve liyakate sahip olmayan bir kimse, astına karsı otorite saglayamaz.

iki sene içinde beri zafere ulastım. Fikirlerim kabul edildi. Çalısmalarımın kesin basarısını 9

Kasım 1923 günü gözlerimle gördüm. Dört sene önce partiye girdigim vakit partinin bir mührü dahi yoktu.

9 Kasım 1923 günü parti feshedilip, mallarına el konunca bütün esya ve gazetenin degerinin yüz yetmis altın markı geçtigi görüldü.

BÖLÜM 25

Hareketin büyük bir hızla büyümesi, bizi 1922 yılı içinde, bugün bile kesinlikle halledilmemis bir dâva hakkında bir karar almaya zorladı. Hareketin, toplulukların kalbini ve fikrini kazanabilmesi için çabuk ve kolaylıkla tatbik edilecek usulleri tetkik ettik. Yaptıgımız bu tesebbüslerde, isçinin sadece mesleki ve ekonomik alandaki müttefiklerinin, bizden daha

baska düsünen çesitli siyasal fikirlere sahip kimselerden ibaret bulunmasıyla tamamen bizim adamımız olamayacakları yolundaki itirazlarla devamlı bir sekilde karsılasıyorduk. Bu itiraz oldukça ciddi idi. Bir sanat sahibi olan isçinin, bir sendikanın üyesi olmadan yasaması imkânsızdı. Bu kadro içinde o-nun ancak sanat kıymeti korunuyor, esnaflıgı da ancak sendika yoluyla bir nevi devam garantisi elde edebiliyordu, isçilerin çogunlugu kooperatif aleyhinde ücretler için direnmisler ve isçiye kısmi bir gelir temin eden ücret tarifesiyle susturulmuslardı. ğüphesiz ki bu direnmeler, bütün isçiler için fayda temin etti. Özellikle, namuslu bir adamın, mücadele haricinde kalmıs olmasına karsılık sendikaların siddetli mücadeleleri neticesinde

elde edilmis ücreti cebine attıgı vakit, vicdanında bir endise doguyordu. Normal burjuva

isleriyle bu mesele pek zor hallolunabilirdi. Bu isler, meselenin gerek ahlâki ve gerekse maddi safhasına katiyen nüfuz edemezdi. Burjuva kendi iktisadi faydalarını ön plâna aldıgı için, isçi kuvvetlerinin tamamının bir teskilâta sahip olmasına karsıydı. Sırf bu sebeplerden dolayı, burjuvalardan çogu hür bir fikir ve kanaate erisebilmekte zorluk çekiyordu. Bu dâvada hiç ilgi

ve faydaları olmayan, agaçları görmediklerini ileri sürerek ormanı görmemek istegine

yenilmeyecek olan üçüncü sahıslara basvurmak zorunluydu. Onlar, iyi niyetleri sayesinde, bizim bugünkü ve gelecekteki hayatımıza baglı bir dâvayı kolaylıkla idrak edebileceklerdir. Sendikaların gayesi, lüzumu ve özü etrafında, kitabımın ilk bölümünde açıklamalar

yapmıstım.

Devlet, gerek koruma tedbirleri aracılıgıyla (ki genellikle sonuçsuz kalır) ve gerek yeni bir toplu egitim ile, isçinin isverene karsı durumunda bir degisiklik meydana getirmedikçe, isçi için iktisadi toplulugun üyesi olması dolayısıyla, esit hakkım ileri sürüp çıkarlarını savunmaktan baska yapacagı bir husus kalmayacaktır. Bu birlik ruhuyla tamamen muvaffak

olunur ve vatandasların, müsterek hayatlarım tehlikeye koyabilecek birçok sosyal haksızlıklar tamir edilir. Kaldı ki, ben bütün beyanatlarımda daha da ileri gidiyordum. Yani toplum

vazifeleri duygusuna zerre kadar malik olmayan, hattâ sadece bir insaniyet hissi bile beslemeyen patronlara esir insanlar bulundukça, isçinin bu hakkının tabii telâkki edilmesini

korumak i-cap ettiginde, dayanısmanın korparatif temel üzerinde isçilerin bir grupmam seklini alması gerekecegi sonucuna varıyordum.

1922 senesinde genel düsüncemde hiçbir nokta degismis olmuyordu. Fakat aydınlık ve açık

bir ilke hâlâ bulunmamıstı. Yalnız kazanılmıs bilgiden dolayı bir memnuniyet göstermek yarasmazdı. Onlardan uygulama alanında da sonuçlar çıkarmak gerekirdi.

Asagıdaki davalara açıklık kazandırmak pek lüzumluydu:

1) Sendikalar gerekli midir?

2) Nazi partisi kendisinin kooperatif oldugunu mu ilân etmeli, yoksa üyelerim herhangi bir sendika kadrosuna kanstırmamalı mıdır?

3) Sadece Nazi bir sendikanın vasıfları neler olmalıdır? Böyle bir sendika oldugu takdirde maksadı ve isi neler olacaktır?

4) Bu husus uygulama alanına nasıl konacaktır?

Birinci soruya geregi kadar cevap vermis oldugumu zannederim. Durumun bugünkü görünüsüne bakılırsa, fikrimce, sendikalardan vazgeçilemez. Tam tersine onlar milletin ekonomik hayatının en lüzumlu kurulusları arasında bulunmaktadırlar. Önemleri yalnız toplumsal mahiyette degil, milli mahiyettedir.

Kaldı ki, halk kütlelerinin hayati ihtiyaçlarının karsılandıgını gören ve bununla beraber

saglam ve dürüst bir sendika teskilâtı sayesinde bir çesit terbiye ve disiplin alan bir millet, bu sebepten dolayı hayat kavgasında genel bir karsı koyma kuvvetinin, fevkalâde bir sekilde arttıgını da görür.

Sendikalar -her seyden önce- ticaret odalarının, istikbaldeki ekonomik parlamentoların köse tası sıfatları ile gereklidirler.

Böylece ikinci sorunun çözümü de aynı biçimde kolaylasır. Eger mühim olan kooperatif ise, Naziligin bu konuda yalnız kuramsal degil tatbiki bir sekilde de bir yer alması lüzumludur. Fakat, nasıl olmalıdır? iste bu sorunun cevabı oldukça zordur.

Nazi hareketi su fikre inanmalıdır. Hareketin gayesi ırkçı Nazi devletini kurmaktan ibarettir. Böyle bir devletin gelecekteki bütün kuruluslarının aksiyonu bizzat kökten "gelisme" bulmayı icap ettirir. Evvelce yetismis birtakım "yedek insan" hazinesine sahip olmak lüzumu vardır. Hiçten veya sadece kamu kuvvetinden hareketle, birdenbire muayyen bir teskilât meydana getirilecegine inanmak büyük bir hata olur. Mekanik bir surette meydana getirilmesi pek

çabuk kabil olan ve dıs görünüsten çok daha önemli bulunan ruh, sekle daima canlılık vermelidir. Toplumsal bir vaziyete bir Führer ilkeleri, zorla empoze edilebilir. Ancak bu ilkelerin, gerçekten diri olmaları ve en küçük ayrıntıya varıncaya kadar agır agır meydana gelmeleriyle kabildir. Bunlar yıllar boyunca seçilmis ve hayatın acı gerçeklerinden kuvvet ve

metanet kazanmıs ve bu sekilde Führer'in düsüncelerim fiile çıkarmaya kabiliyetli hale gelmis

bir insan malzemesi üzerine kurulmalıdır.

Demek ki bir güç kesesinden yeni bir devletin anayasası için pek ani olarak taslaklar çıkarılabilecegine ve bu taslakların yukarıdan gelme emredici bir sesle kabul ettirilebilecegine

ihtimal verilmemelidir. Bunu tecrübe etmek mümkündür. Yalnız sonuç, muhakkak ki sürekli olmayacaktır. Çünkü çogu zaman bu, ölü dogmus bir çocuktan farksız olacaktır, iste bu husus Alman milletine, We-imar anayasası ile beraber, son elli yıl içinde yasanan olaylar ile hiçbir ilisigi bulunmayan yeni bir bayrak armagan etmek girisimini hazırlamaktadır.

iste bunun için Nazi devleti bu yoldaki tecrübelerden sakınmalıdır. Devlet çoktan beri mevcut olan iç teskilâtı ile gelisebilir. Bu teskilâtın özü itibariyle, sonunda canlı bir Nasyonal

Sosyalist devlet yaratabilmek için Nasyonal Sosyalizmin canlı ruhunda hayat bulmus olması gerekir. Yukarıda önemine degindigim gibi, yavru verecek hücreleri çesitli meslek

temsillerinin yönetim odalarına ve daha dogru bir deyimle her seyden önce korporasyona dayanmalıdırlar. Eger bu sonraki mesleki temsil ve merkezi ekonomik parlamentonun bize bir Nazi müessesesi tarafından sunulması gerekirse, bu önemli hücrelerin bir Nazi duygusallıgını

ve düsüncesini tasımaları da gerekir. Bir hareketin kurucuları devletin içine alınmalıdır. Ama devlet, birden ve sonraki bir tılsım etkisi ile kendini kapsayan teskilâtları, eger bu teskilâtların hayattan yoksun birer eser durumunda kalmalarını istemiyorsa, hiçten yaratamaz.

iste bu görüsle Nazi hareketi kendisine ait korporatifin gerekliligini kabul etmelidir. ğu

düsünce de bunu emretmektedir: Gerek isverenlere, gerek isçilere bir halk toplulugunun ortak kadrosu içinde karsılıklı bir çalısma birligi yönünde verilecek gerçek bir Nazi egitimi,

kuramsal ögretilerin, tesviklerin ve devletlerin sonucu olamaz. O her günkü hayatın kavgasından dogar. Hareket, özel ve büyük ekonomik toplulukları o ruha göre ve onunla

birlikte egitmeli ve birbirlerine yaklastırmalıdır, iste böylesine ileri bir çalısma ortaya konulamazsa gelecegin ve gerçek bir halk toplulugunun yeniden canlanması, yalnızca bir düs olarak kalır. Yalnız hareketin mücadelelerinin hedefi olan büyük ülkü, gelecekte yeni durumu sırf cepheden ibaret kalmayarak saglam hükümler üzerine dayandırmıs biçimde gösterecek

olan o genel yöntemi yavas yavas olusturacaktır. Bunun için hareket, korparatif düsünceye yalnız böyle bir nitelige sahip olarak, kendini sunmakla kalmamalıdır. Hareket ayrıca eylemsel görünümleri için, Nazi devleti düsüncesi ile üyelerden ve taraftarlardan olusan küçük bir toplulukla, gerekli egitimi de vermelidir.

ğimdi üçüncü soruya cevap vermek gerekiyor.

Nazi korporasyona bir sınıf kavgası organı degildir, bir mesleki temsil organıdır. Nazi devleti hiçbir "sınıfı tanımaz ve kabul etmez. Fakat, yalnız siyasal bakımdan tamamen esit hukuk ile

ve aynı genel görevlerle burjuvaları tanır. Burjuvalarla beraber devletin "res-sortissant'ları bulunur ki, bunlar, siyasi bakımdan hiçbir hukuka kesinlikle sahip degillerdir.

Nazi manasıyla korporasyonun vazifesi, bazı adamlan grupmanları sayesinde kendilerini agır agır sınıf haline getirmelerini ve sonra toplumun içinde benzer surette tesekkül ettirilmis diger

kuruluslarla çatısmaya girismelerini saglamak degildir. Esasen, bizim bu vazifeyi korporasyona vermememiz icap eder. Ancak korporasyon Marksçı çatısmanın ve mücadelenin oyuncagı oldugu zaman kendisine böyle bir sorumluluk verilir. Gerçekten korporasyon "sınıf mücadelesi" ile aynı mânaya gelmez. Onu kendi sınıf

mücadelesi için bir vasıta yapan Marksizm'dir. Hür ve bagımsız olan milli devletlerin iktisadi temellerini felce ugratmak milli sanayi ve ticaretlerini yok etmek için ve hür milletleri, bu sayede devletlerin üstünde ve dünya çapında olan Yahudi maliyesinin emrine baglı bir esaret altına almak için enternasyonal Yahudi âleminin kullandıgı silâhı Marksistler yaratmıstır.

Nazi korporasyonunun, bu sebepten dolayı milli iktisadi hayata istirak eden belirti grupların teskilâtlı olarak toplanmaları sayesinde milli ekonominin güvenini arttırması, milli halk

bünyesi üzerinde her türlü tahripkâr engelleri savarak, kuvvetini çogaltması gereklidir. Amaç birtakım engellerin devlete zarar vermelerine ve ekonomi için bir felâket teskil etmelerine

fırsat bırakmamaktır.

Grev meselesine gelince, bu Nazi korporasyonu için, milli üretimin bir tahribi ve sekteye ugratılması vasıtası degildir. Antisosyal yapısı dolayısıyla halk topluluklarının ekonomik ilerlemelerini önleyen bütün engellere karsı mücadele sayesinde milli üretimi çogaltmak ve

devam ettirmek vasıtasıdır. Çünkü her ferdin faaliyet meydanı iktisadi tatbikatta aldıgı içtimai

ve hukuki vaziyet ile daima irtibatlıdır. Bu tatbikat karsısında takip ettigi yol bu vaziyetin tetkikinden anlasılır.

Nazi isçisi milli iktisadi refahın; kendi maddi saadetinin teminatı mânasına geldigini anlamalıdır.

Ve yine Nazi patron sunu bilmelidir ki, isçilerinin saadeti ve tatmin olması kendi iktisadi refah ve saadetinin meydana gelmesinin ve gelismesinin basta gelen ilk büyük sartıdır.

Nazi isçiler ve isverenler halk topluluklarının delegeleridir. Eylem ve davranıslarında onlara büyük ölçüde verilen kisisel özgürlük, onların uygulama yeteneklerinin gelismesine sebep

olur. En ustasını, en yeteneklisini ve en çalıskanını daha da ilerletmek için gereken dogal ayıklamaya engel olunmamalıdır.

Bu sebepten dolayı, Nazi korporasyonu için grev, ancak ırkçı Nazi devleti mevcut

bulunmadıgı bir sırada istifade edilmesine mecburiyet olan bir vasıtadır. Hakikatte ırkçı Nazi devlet, patronlardan ve proletaryadan tesekkül etmis daima topluluklara zarar vermek

neticesini gösteren korkulu ve süpheli kavgası yerine, herkese hak ve hukuka hürmeti telkin etmek vazifesini üzerine almıstır. Ticaret odalarına düsen vazife milli iktisadi faaliyeti devam ettirmek ve bunun noksan ve kusurlarını ortadan kaldırmaktır. Bugün milyonlarca insanı çatısmaya zorlayan hatta savasa sürükleyen seye artık sanayi odalarında ve iktisadi

parlamentoda çözüm çaresi bulunmalıdır, isverenler ve isçiler ücret mücadelesi içinde

birbirleriyle artık ugrasmamalıdırlar. Zira her iki topluluk da davalarını toplulugun ve devletin iyiligi ugrunda müsterek olarak halletmelidirler. Devlet düsüncesi her seyin üstünde alev ve kıvılcım saçan harflerle yükselmeli ve parlamalıdır. Tüm her seyde oldugu gibi, bunda da en basta partiden önce vatan geldigi ilkesi egemen olmalıdır.

Nazi korporasyonunun görevi, asagıdaki amacı gerçeklestirebilecek biçimde egitim vermekten ibarettir:

Milletimizin ve devletimizin güvenliginin sürekliligi hususunda her sey ortak olarak çalısmalıdır. Bu da her kisinin dogustan sahip olup, toplum tarafından gelistirilen yetenek ve kuvvetine baglı olarak ortaya çıkacaktır.

Böyle korporasyonları nasıl gerçeklestirebilecegimiz seklindeki dördüncü soruya cevap vermek, eskiden son derece güç görünüyordu.

Yeni bir arsa üzerinde temel atmak kolaydır. Daha önce temel atılmıs bir arsada temel

yapmak ise güçtür, isinde uzmanlasmıs bir magazanın bulunmadıgı bir yerde yeni bir magaza açılabilir. Ama benzer bir kurulus mevcut ise, bu is daha güç olur. Ayrıca durum ve sartlar yalnız bir magazanın yasayabilmesine uygun olan yerlerde ise bu is çok daha güç meydana getirilebilir. Çünkü böyle bir yerde kurucular yalnız yeni magazalarını müsterilere kabul

ettirmekle kalamazlar, yasayabilmek için o güne kadar o yerde yasamıs olan magazayı da yok etmek sorunu ile karsılasırlar.

Bir Nazi korporasyonu, öteki korporasy onların yanı sıra anlamsızdır. Çünkü bir korporasy onda, benzer ya da düsman olmayan öteki kuruluslara karsı bir hosgörü beslemek düsünülemez. Bu, dünyada genel ve genel oldugu kadar yaradılıstan var olan bir görevdir.

Korporasyonlar kendi kisiliklerim savunmak ve güçlendirmek zorundadırlar. Böyle bir egilim olduguna göre hiçbir anlasma yapılamaz, iste yalnız kesin ve kisiligine özgü bir hakkı koruma görevi vardır.

Bu durumda, sonuca varmanın iki yolu vardır:

A) Önceden bir korporasyon kurmak ve sonra yavas yavas enternasyonal Markçı korporasyonlara karsı savasmaya koyulmak.

B) Veya tam tersine olarak mevcut Markçı korporasyonlara sokulmak ve bu kurulusları bizim esas gayemizin hedefine çevirmek için bunları yeni ruhla doldurmaya, takviyeye çalısmak. Birinci yol uygun ve kolay olmayacak kadar güç ve imkansızdı. Karsılastıgımız zorlukların en basında mali vaziyet geliyordu. Çünkü o zamanlar mali olanaklarımız çok azdı. Buna paralel

olarak gelir kaynaklarımız ise sınırlı idi. Korkunç bir surette gelisen enflasyon yavas yavas

vaziyeti daha da kötülestiriyordu. O yıllarda korporasyonun üyeleri için elle tutulabilecek

kadar maddi bir yardımdan bahis olunması imkân dahilinde degildi. Ğsçilerin bir korporasyon için aidat vermelerine böylece hiçbir sebep kalmamıstı. Hattâ Marksizm'e taraftar olanlar

dahi, Rurh'da M. Çuno'nun cepleri milyonlara kavusuncaya kadar, takatsiz ve bitkin bir duruma düsmüslerdi. Bu milli Reich sansölyesi Marksçı korporasyonların kurtarıcısı kabul edilmelidir.

Biz o zamanlar bu çesit olusumlara güvenemezdik. Hiç kimse için parasal sıkıntısına bir yarar saglamayan bir korporasyona girmek pek çekici bir sey degildi.

Diger taraftan, böyle yeni bir kurulusun ve teskilâtın az çok entelektüel olan fırsat kollayıcılar için ufacık bir peynir parçası bile yaratmamıs oldugunu mutlak surette söylemek isterim. Özellikle, kisi sorumlulugu bunda çok önemli bir rol oynuyordu. Bu güçlü isin çözümünü kendine verebilecegim bir adamım bile yoktu. O vakitler sınıf kavgası kurulusunun yerine

Nazi kor poratif düsüncesinin basarısına yardım için Marksist korporasy onları gerçekten yok edecek bir kimse, milletimizin büyük adamları ara sına girecek ve heykelinin gelecekteki nesiller için Raüsbonne Wal holl'unda dikilmesi icap edecekti.

Fakat böyle bir kaide üzerine dikilmeye lâyık hiçbir kafa tanı madım. Enternasyonal korporasyonlarda orta halli kafalardan fazla bir sey bulunmadıgı yolunda bize karsılıkta

bulunmak oldukça yanlıs olur. Bu söz hakikatte hiçbir olumlu mâna ifade edemez. Çünkü o

korporasyonlar kuruldukları vakit, bu zor bir is degildi. Bugün Nazi hareketinin çoktan beri azametli bir temel üzerinde mevcut olan ve en ufak ayrıntısına varıncaya kadar her yönüyle tamam olan korkunç bir teskilâttır. Saldıran, galip gelmek niyetinde ise, daima savunandan

daha dahiyane davranması gerekir. Korporatif Marksist kale, bugün sıradan kisiler tarafından idare olunabilir.

Bu kaleler yalnız üstün bir insanın olaganüstü enerjisi dahiyane kabiliyeti sayesinde hücum yoluyla zapt edilebilir. Böyle bir adam bulunmazsa, kaderle bogusmak bosuna olur. Kaldı ki daha iyisini yapmaya muvaffak olmadan mevcut bir nizamı altüst etmeye kalkmak bütünüyle manasızdır. Hayatta tasarlanan bir seyi, gerekli oları güçlerin yoklugu yüzünden bir yana bırakmaktansa, ona yalnız yardım etmenin ya da kötü biçimde sarılmanın, çok zaman daha olumsuz sonuçlar verecegi düsüncesini degerli bulmak uygun olur.

Hiç demagojik olmayan baska bir düsünce de bu görüsü destekler. O günlerde bende kesin bir kanaat vardı. Bugün de aynı kanaatteyim: Ekonomik sorunlara, büyük bir siyasal mücadeleyi karıstırmak tehlikeli olur, düsüncesinde idim. Bu husus özellikle bizim Alman milletimiz için düsünülürse dogrudur. Çünkü bu takdirde ekonomik mücadele derhal siyasi mücadelenin enerjisini bir miktar kendine aktaracaktır, insanlar tasarruf ve iktisat yoluyla ufak bir eve

sahip bulunamadıklarını düsünürlerse artık yalnız bu amaca mevcudiyetlerini baglayacaklardır. Bir zaman sonra o toplanmıs paralan su veya bu yolla ellerinden gasp etmeyi tasarlayan kimselere karsı siyasi yolla savasmaya takadan kalmayacaktır. Siyasi

kavgada kanaatleri ve düsünceleri yolunda savasacak yerde tamamen "dahili ko-lonizasyon"

düsüncesine gömülecekler ve çok defa, iki sandalye arasına oturacaklardır.

Bugün mücadelenin baslangıcında bulunan Nazi hareketinin, önce gayesinin büyük bölümünü meydana getirmesi ve ona bir sekil vermesi lâzımdır. Hareket büyük gayesinin yayılabilmesi

için mücadeleye bütün enerjisi ve yetenegi ile katılmaya mecburdur. Basarı, ancak bütün kuvvetin, savasın emrine ve hizmetine verilmesi sartı ile düsünülebilir, iktisadi meselelerle ugrasmak, faal dövüs kuvvetini felce ugratabilir. Bugün klâsik bir kavgada bu hususu göz önünde bulunduruyoruz. 1918 Kasım devrimi korporasyonlar yönünden yapılmadı; onlara ragmen yapıldı. Alman burjuvazisi, Almanya'nın istikbâli için hiçbir siyasi kavgaya

girismiyor ve yapıcı iktisadi çalısma içinde bu gelecegin yeter derecede karsılanmıs oldugu inancım besliyordu.

Bu gibi tecrübeler bize ders olmalıdır. Zira bizde de, bundan baska türlü cereyan

etmeyecektir. Hareketimizin bütün enerji ve kuvvetini siyasi mücadele üzerinde ne kadar çok toplayabilirsek, basarıyı o kadar çok bekleyebiliriz. Vakitsiz surette korporasy on, ko- lonizasyon ve benzeri davalarda ne kadar fazla ugrasırsak, devamı ugrunda faydalı netice o kadar önemsiz olacaktır. Çünkü bu davalar ne kadar önemli olsa da, biz ancak siyasi kuvvet

ve nüfuzu ele geçirdikten sonra halledilecektir.

O zamana kadar, bu davalar hareketi felce düsüreceklerdir. Hareket, vakitsiz olarak onlarla mesgul olursa, siyasi amaç daha çok engellere rastlayacaktır. Korporatif hareket, siyasi hareket tarafından vücuda getirilirse de bunun zıddı olması kolayca mümkündür.

Gerek milletimiz ve gerekse hareket için gerçek bir fayda, yalnız basına korporatif

hareketinden gelebilir. Ancak bir sartla ki bu Nazi korporatif hareket bizim Nazi fikirlerimizle kuvvetli surette dolu bulunmalıdır ve Marksçı yollara düsmek tehlikesinden de artık

kurtulmus olmalıdır. Zira kendi görevini yalnız Marksist korporasy ona rekabetten ibaret sanan bir Nazi korporasy onu, hiç mevcut olmasa daha yararlı olur. Nazi korporasyonu

Marksist korporas-yona sadece kurulus sıfatıyla degil, hepsinden önce, fikir ve ideoloji sıfat savas ilân etmelidir. Onun sınıf fikri ve sınıf mücadelesinin müjdecisi bulundugunu duyurmalıdır. Ve onun yerine Alman burjuvazisinin mesleki yararlarının koruyucusu olmalıdır.

Bütün bu görüslerin evvelce partiye özgü korporasyonlar kurulması lehinde birer kanıt

meydana getirmis bulundukları ve halen bu kanıtı destekledikleri bende hiçbir ispata muhtaç olmayacak derecede açıktır.

Yeter ki hiç beklenmeyen bir anda bir büyük siyasi deha ortaya çıksın ve bu davaları halletmeye, kader tarafından tayin edilmis olsun.

Bundan böyle partili arkadaslarımıza yalnız iki çare kalıyordu. Ya bugüne kadar mevcut bulunan korporasyonlardaki arkadaslarımız imkân nispetinde tahrip edici bir tesir yapacaklardı yahut korporasy onlar dan ayrılacaklardı.

Ben burada genellikle bu ilk çareyi uygun buldum.

Esas olarak 1922-1923 yıllarında bunu tehlikesizce basarmak mümkündü. Çünkü enflasyon zamanında korporasy onun kendi cebine atacagı kâr üye sayısı itibariyle hiçti. Bu bakımdan, bastan basarısızlık ihtimali gösteren tecrübelere girismekten kaçınmıstım. Ve üyelerine yararlı olacaklarına ihtimal vermedigim bir kurulusun kendi menfaati için, bir isçinin zaten indirilmis gündeliginden bir kısmını almasını cinayet olarak kabul etmistim.

Eger yeni kurulmus bir siyasal parti bir gün birden ortadan kalkarsa bunda o kadar zarar yoktur. Daima bir fayda vardır. Kimsenin bu yüzden sikâyet edecegi düsünülemez. Esasen buna da hakkı yoktur. Zira fert, siyasal bir harekete bir sey verirken, artık onu kaybolmus

olarak kabul eder. Fakat bir korporasy ona aidat ödeyen bir üye bunun karsılıgında kendisine garanti edilmis bir ücrete hak kazanır, iste buna önem verilmezse, böyle bir korporasy onun kurucuları yalancıdırlar. Yahut hiç olmazsa suçlu tutulmaları gereken ahmak ve beyinsiz insanlardır.

iste bizim 1922 yılındaki hareketimiz bu görüste idi. Baskaları bunu belli bir sekilde daha mükemmel anlıyorlar di. Onlar sendikalar kurdular.

Sendikaların bulunmamasından ötürü bizi kınıyorlardı. Bunu düsünmemis oldugumuz için bizi dar görüslü olarak vasıflandırıyorlardı. Aynı zamanda bu tutumumuzu, görüsümüzün hatalı olduguna kanıt sayıyorlardı. Fakat bu buluslar da ehemmiyetini yitirmekte ve ortadan silinmekte gecikmedi. Sonunda, son tahlil de bizdekinin aynı oldu. Yalnız su fark vardı: Biz

ne kendimizi ne de baskalarını aldatmıstık.

BÖLÜM 26

Reich'ın dıs islerinin idaresinde mutlak bir sistem eksikligi göze çarpar bir durum meydana gelmisti. Çünkü Almanya'nın müttefiklerine karsılık gelen bir antlasmalar siyasetine istinat edecek tedbirli ilkeler bulunup da meydana konmamıstı. Devrim bu hatayı düzeltmek bir yana dursun, bunu daha da ileriye götürdü. Devrimin sayesinde karısık planlarının gerçeklestigini gören muhitlerin, sonucu bagımsız bir Alman Devleti kurmaktan ibaret olacak bir antlasmalar politikası takip etmekte hiçbir yararlan yoktu. Böyle bir antlasma Kasım canilerinin içlerinde saklı tasarıyla, tezat meydana getirirdi, iktisadiyatın ve Almanya'nın üretim kuvvetlerinin enternasyonal hale getirilmesine engel olurdu. Fakat bilhassa korkulacak olan sey Reich'ı

yabancı ülkelerden bagımsız kılmak için zaferle idare edilmis bir kavganın iç politika üzerinde bir gün nüfuz ve kudreti ellerinde bulunduranlar için ugursuz olabilecek bir tesir yapabilmesi i-di. Hakikaten, bir milletin zulüm ve baskıya karsı ayaklanıp da kendisine baslangıçta kendi varlıgının suuru verilmemis olması aklın alacagı bir sey degildir. Bunun tersine olarak da, dıs siyasette elde edilmis olan büyük basarılar milli duygunun uyanması

üzerine tesir yapardı. Tecrübeler gösteriyor ki, bir milletin kurtarılması için girisilmis olan her ayaklanma o milletin vatanseverligini gelistirir ve milleti kendi içindeki milliyet aleyhtarı unsurların tahriklerine karsı uyanık bulundurur. Barıs vaktinde katlanılan ve çogu zaman

dikkat bile edilemeyen birtakım kimseler ve durumlar, milli coskunluk ve heyecanın bir milletin tâ ruhuna varıncaya kadar karıstırdıgı dertlerle, açık bir karsı koymaya yarayacak

derecede bir muhalefetle 'karsılasırlar. Bu muhalefet onlar için öldürücü olur. Örnegin her

yanda, bir savas meydana geldigi vakit, casuslara karsı duyulan korkuyu bir düsününüz. Bu korku, o sırada ani olarak kendini gösterir. O vakit de insan ihtirasları en üstün derecelere yükseltilmistir. Çogu zaman haksız olmakla birlikte en adi zulüm ve tecavüzleri meydana getirmistir. Halbuki herkesin uzun barıs yılları içinde daha çok casusluga maruz kalmak tehlikesi içinde yasadıgım düsünmek gerekirdi. Ancak gayet tabii sebeplerden dolayı, kamuoyu o zamanlar bu casusluga o kadar önem vermezdi.

Kasım olaylarının dönemeçlerinin meydana çıkardıgı devlet asalaklarının ince içgüdüleri zulüm ve baskıya karsı halkın ayaklanmasına yardım edecek ve bu suretle milli ihtirasları alevlendirecek basarılı bir antlasma politikasının kendi canice mevcudiyetlerine bir son verecegini derhal hissetti.

1918 senesinden beri, hükümette en önemli sıraları isgal edenlerin neden dıs politikada öyle bir önemsemezlik gösterdiklerinin ve devlet islerinin hemen daima Alman milletinin faydalarına sistemli surette zıt olarak yönetildiginin hikmeti simdi anlasılıyor. Çünkü ilk bakısta tesadüf zannedilebilecek seyin yakından tetkik edilince, 1918 Kasım Devrimi'nin açıktan açıga tutmus bulundugu yol üzerinde mantıki ve yeni bir ilerlemesinden meydana geldigi görülür.

Burada sorumlu idarecilerle politikacı sürüsünün çogunlugu ve milletimizin sabırları aptallıklarına .esit olan ve koyun sürüsüne benzeyen büyük kalabalıgı arasında bir ayrılık görmek gerekir.

idareciler ne istediklerini bilmektedirler. Öbürleri isin gerçek yönünü gördükten sonra

tehlikesini tahmin ettikleri tasarının gerçeklestirilmesine azimli surette muhalefet edemeyecek kadar korkak oldukları için, birincilerle beraber davranırlar. En sonuncular ise bir sey anlamadıkları için, budalalık sevkiyle boyun egerler.

Alman isçileri için Nasyonal Sosyalist Partisi pek bilinmeyen küçük bir tesekkülden ibaret kaldıgı müddetçe, dıs siyaset davaları, üyelerinden çogunun gözünde ancak ikinci derecede

bir önem kazanmıs olabilirdi. Özellikle bizim milletimiz, ülkenin yabancı devletlerle olan iliskilerinde sahip oldugu hürriyetin, Tanrı'nın ya da öteki devletlerin bir lütfü olmadıgını, bu hürriyetin kendi kuvvetlerinin gelismesinin bir meyvesi olabilecegini bütün dünyaya ilan

etmeyi en esaslı ilke kabul etmistir. Bu ilke Alman milleti tarafından daima korunacaktır. Yıkılmamızın sebeplerini ortadan kaldırmak ve bu yıkılmadan yararlananları yok etmek, iste

biz Alman milletini, yabancılara karsı kurtulusumuz ugrunda savasmaga girismek için gereken gücü saglayacak olan tek çare budur.

ğimdi hangi sebeplerden dolayı genç hareketimizin, ilk zamanlarda kendi iç yenilik tasarısına, dıs politika davalarından daha fazla önem verdigi anlasılmaktadır.

Fakat bu önemsiz küçük olusum büyüdügü ve ilk kadrosunu parçaladıgı ve genç kurulus

büyük bir önemini aldıgı vakit, dıs politikanın ortaya koydugu davalar karsısında bir vaziyet almaya kendisini mecbur hissetti. Onun felsefi sistemimizin dayandıgı telâkkilerle yalnız

zıtlık meydana getirmekle kalmayıp, bu olusumlarından fıskırmıs gibi görünecek birtakım tedbirli plânlar çizmesi de gerekliydi.

Yabancılarla temaslarımızda milletimizin siyasi egitimden yoksun olmasından dolayıdır ki genç hareketimiz halk kütlelerine ve is basında olanlara ana hatlarıyla çizilmis bir plân getirmek mecburiyetinde idi. Bu plân onlara dıs politika davalarını arastırmak ve incelemek için bir rehber hizmeti görecekti. Bu hareket dıs siyasette bir gün milletimize hürriyetini

tekrar kazanmak ve Reich'a gerçekten ve fiilen hüküm sahibi olmak imkânını bahsedecek nazari tedbirleri uygulama sahasına getirmek için yapılacak ilk hareketlerden biri idi.

Bu sorunu arastırdıgımız vakit her zaman göz önünde tutmamız gereken esaslı ve tedbirli ilke sudur. Dıs siyaset bir maksada ermek için bir vasıtadan baska bir sey olamaz. Bu maksat da özellikle milletimizin yararına çalısmaktan ibarettir. Bütün dıs siyaset davaları sadece su

açıdan düsünülebilir. Ya bugün ya da gelecekte hangi hal çaresi milletimiz için yararlı

olacaktır yahut ona bir zarar verecektir?

iste bu davalardan biri arastırıldıgı vakit, göz önünde tutulabilecek yegane pesin fikir, her çesit parti, din, insaniyet düsünceleri, sözün kısası sonuç ne olursa olsun, baska her çesit düsünceler amansız ve insafsız biçimde yok edilmelidir.

Savastan önce, Almanya'nın dıs politikası milletimizin ve vatan çocuklarının bu dünyada beslenmesini kendine görev biliyordu, iste bundan ötürü bu amaca erismek için gereken

kuvveti saglayacak olan anlasmalar hazırlanıyordu. Gerçi görev aynı durumda kalmıstı. Ama arada su ayrılık vardı. Savastan önce, o günlerde güçlü ve bagımsız bir devletin sahip oldugu görkemli durumu göz önünde tutarak Alman milletinin sürekliligine dikkat ve özen göstermek söz konusu idi. Bugün ise, ilk önce milletimize güçlü ve özgür bir devletin sahip oldugu

görkemli durumu iade etmek söz konusudur. Gelecekte milletimizi gelistirmeye ve beslemeye yetenekli ve etkili bir dıs politika izlemek için, böyle bir devletin tekrar dogması gerekli bir sarttır. Baska bir deyimle, bugün Alman dıs politikasının izlemesi gereken amacı, Alman milletinin bir gün bagımsızlıgım tekrar ele geçirmesi için tutacagı yolları hazırlamaktan ibaret olmalıdır. Bunu yapmak için de, hiçbir zaman su ana ilkeyi unutmamak gerekir. Bir milletin bagımsızlıgını yeniden ele geçirebilmesi için, devletinin topraklarının bir bütün teskil etmesi muhakkak gerekli degildir. Küçük bile olsa, bu millete ve devletine ait bir toprak parçasının kalmıs olması yeterlidir. Ne var ki, bu devlet, küçük toprak parçasının üstündeki hürriyetten yararlanarak, bütün milletin manevi birliginin emanetini korumaktan baska, bagımsızlıgı ye- niden kazanabilmek için girisilecek mücadeleyi de hazırlamasını bilmelidir.

Yüz milyonluk bir milletin, devletinin sürekliligini korumak için, tutsaklık boyunduruguna tahammül etmesi, bu milletin ve bu devletin paramparça edilip de, parçalarının hâlâ tam hürriyetlerine sahip olmaları görüsüne oranla çok daha kötü bir durumdur. Pek tabii olarak, bu parçanın kendi üstüne düsen kutsal görev duygusu ile tamamen dolu bulunması görüsünü ileri sürüyorum. Hürriyetine sahip olan bu parça, yorulmak bilmeden, milletinin ruh ve kültür yönünden ayrılma ve bölünme kabul etmez biçimde birlik oldugunu dünyaya duyurmakla yetinmeyip, henüz boyunduruk altında bulunan milletin ve devletin öteki kötü bahtlı

parçalarını kesin biçimde bagımsızlıga kavusturmak ve yeniden bir araya toplamak için basvuracagı silâhları kullanmaga milletinin bütün bireylerini hazırlamak üzere gerekli tedbirleri de almalıdır.

Bundan baska, sunu da düsünmelidir ki bir millet ve bir devlet tarafından kaybedilen toprakları tekrar almak bahis konusu oldugu vakit, önce anavatan için siyasi kuvvet ve kudretini kazanmak hürriyetine sahip olmak sorunu vardır. Böyle bir halde, kaybedilmis

toprakların menfaatleri, tek önemli seye insafsızca olsa bile bagıs-lanmalıdır. Bu mühim sey

ile esas topragın bagımsızlıgını tekrar ka-zanmasıdır. Çünkü bir milletin parçalarını veya bir Reich'ın sehirlerini kurtaracak sey zulüm altındakilerin dilekleri yahut millet fertlerinin protestoları degildir. Eskiden ortak olan vatandan simdi az çok bagımsız bir durumda kalanlar tarafından kuvvet sarf edilerek bu is saglanabilir.

Onun için kaybedilen yerleri tekrar almak üzere yapılacak ilk hareket, devletten kalmıs olan

seyleri ve vakti gelince devletin tekrar elde ettigi kuvvet ve kudreti bütün milletin kurtulusu

ve birligi yolunda kullanmak üzere kalplerin içinde uyuyan sarsılmaz irade ve karara olaganüstü çaba göstererek, daha çok kuvvet ve dirilik kazandırmaktır. Pek tabii, vatandan ayrılmıs olan yerlerin faydalarının önem tasıyan tek seye geçici olarak feda edilmesi gereklidir. ğu önemli sey de, devletten kalmıs kısım lehine öyle bir siyasi kuvvet ve kudret

kazanmalıdır ki, bunlar galip düsmanların iradelerini çekip, onları uzlasmaya mecbur etmek imkânını kazansınlar. Çünkü isgal altındaki topraklar müsterek vatana atesli protestolarla de-

gil, kılıcın indirdigi zafer darbeleriyle katılabilirler, iste hükümetin iç politikasının vazifesi bu kılıcı yapmaktır. Demirciye güven altında yasama ve silâh arkadasları toplama imkânını

saglamak da dıs politikanın isidir.

Bu eserin bundan önceki kısımlarında savastan evvel takip edilen barıs (anlasma) siyasetimizin ne kadar eksiklerle dolu oldugunu yazmıstım. Gelecekte Alman milletinin devamım saglamak ve en iyi sekilde beslenmesine yol açmak için dört araç vardır. Alman

milletine dördüncüsü, yani en az etkili olanı seçilmisti. Avrupa Kıtası üzerinde akla uygun bir

sekilde "toprak politikası" takip edilecek yerde, nedendir bilinmez, bir "sömürgecilik" ve

"ticaret politikasına saplanıp kalındı. Böylece silâh elde ederek anlasma yapma zorunlu- lugundan kurtulabilinecegi yolunda hatalı bir fikir beslendi. Bunun sonucu ise politikaya bütün bütün beceriksiz bir hal verdi. Aslında bu girisimin sonucu önceden kolayca tahmin

edilebilirdi. En sonunda çamura oturuldu. Dünya Savası, Almanya'nın kargaları güldüren dıs

politikasının imzaladıgı borçları ödemek için bir "masraf pusulası" oldu.

En iyi çare, Avrupa kıtası üzerinde topraklar almaktı. Böylece Almanya'nın Avrupa'nın

nazarında cesaret ve degeri artırılırdı. Daha sonra sömürge topraklarının elde edilmesi ile yeni

bir sahada da genisleme yoluna girilirdi. Bunun için Almanya'nın ingiltere ile bir anlasma yapması gerekirdi. Yahut, Almanya askeri kuvvetim gelistirmek için, 40-50 yıllık kültüre ait bütün masraflarından vazgeçip bütçeyi bu tarafa aktarmalıydı. Bu sorumluluk pekâlâ omuzlanabi-lirdi.

Bir milletin kültürünün önemi, o milletin siyasi varlıgının sonucu ile dogru orantılıdır. Bu bakımdan bir milletin milli kültürünü bilmesi için siyasi istiklâlini elinde tutması gerekir, iste bunun için siyasi istiklâl söz konusu oldugu zaman, ne kadar agır olursa olsun, hiçbir fedakârlıktan çekinilmemelıdir. Bütçede devletin askeri güçlerinin asırı bir gelismesi lehine, kültüre ait masraflardan yapılan indirim, sonradan büyük üstünlükle saglanabilir. Hatta sunu söyleyebiliriz ki, bir devlet bütün çabalarını tek bir noktada, yani bagımsızlıgını sürdürme

sorunu üzerine topladıktan sonra bir çesit gevseme, yani bir çesit denge olusur ve bu sayede o güne kadar milletin ihmal edilmis olan kültürünün sonuçları sasırtıcı bir biçimde ortaya çıkar. Pericles yüzyılının gelismeleri, iranlılara karsı savasların sebep oldukları sefaleti izler. Roma Cumhuriyeti, Punique savaslarının kendine telkin ettigi endiselerden uzak kaldıgı zaman,

kendim yüksek bir uygarlıgın kültürüne verdi. Oysa, parlamentoya mensup birçok ise yaramaz ve ahmak kisilerin çogunlugundan, bir milletin bütün çıkarlarını ve gelecekte devletin varlıgım saglayacak olan çabucak silahlanmayı insafsızca uygulamak için gereken kararı beklemek yanlıs olur. Bir sey hazırlamak ugrunda, her seyi gözden çıkarmaya bir

Büyük Frederic'in babası yetenekli idi. iste bizim Yahudi yapımı olan bu anlamsız demokratik parlamentarizmin babaları ise böyle bir sey yapmazlar.

Bundan ötürü Avrupa Kıtası'nda yeni topraklar ele geçirmeye olanak verecek askeri hazırlıklar, savasa rastlayan dönemde pek önemsiz oldu.

Ama savasa sistemli bir sekilde hazırlanılmadıgı için Avrupa Kıtası üzerinde toprak elde etmekten vazgeçildi, iste bunun üzerine sömürgecilik ve ticaret politikası takip edildi, ingiltere ile yapılacak anlasmadan vazgeçildi ve Rusya ile de bir anlasma yapma yönüne

gidilmedi. Atılan hatalı adımlar birbirini takip etti. Sonunda Dünya Savasma varıldı. Almanya Dünya Savası'na, yalnız o irsi bir bela olan Habsbourglar Hanedanı istisna edilecek olursa, hemen hemen herkes tarafından terk edilmis bir durumda girdi.

Bugünkü dıs politikamızın belirgin niteligini açıklamak için, bunun gözle görülür, ya da anlasılır bir yöntemi olmadıgım söylemek gerekir. Savastan önce bir yanlıslık yapılarak

dördüncü yol tutulmus ve esasen bunda da pek az bir gelisme saglanmısken, savastan sonra da izlenen bu hatalı yolu en tecrübeli gözler, de görüp, anlamaktan aciz kaldılar. ğimdi savastan öncekine oranla daha çok eksik olan bir sistem uygulanmaktadır. Ama bugün, milletimizin elinden son dogrulma ve yükselme olanaklarım da almak için yapılan girisimlere politika adı verilmektedir.

ğimdi Avrupa devletlerinin siyasi ve askeri durumlarını gözden geçirelim:

Avrupa Kıtası üç yüz yıldan beri ingiltere'nin siyasi emellerinin egemenligi altına girmis ve öylece kalmıstır, ingiltere, Avrupa devletlerini birbirlerine karsı savasa zorlamak suretiyle kıta üzerinde temin ettigi kuvvet dengesi sayesinde, kendini sürekli güvenlik altında

bulundurmustur. Böylece, ingiltere "Büyük Britanya" diplomasisinin dünya politikası üzerindeki hedeflerine rahat rahat ulasabiliyordu. Kraliçe Elisabeth devrinden beri takip edilen politika söyle i di: Avrupa'da büyük bir devletin, büyük devletlerin ortalama sevi-

yesinden bir parça sivrilmesine asla müsaade edilmiyordu. Bir parça sivrilmeye tesebbüs eden devlet, her çareye bas vurularak veya silâha sarılarak parçalanıyordu. Bu is için ingiltere'nin kullandıgı silâh ve araçlar belirli durumlarda veya yapılacak ise göre degisiyordu Ancak

harekete getirilen kuvvet ve onun sonucu olan karar ile idare sekli, hiçbir zaman degismiyor, hep aynı kalıyordu, ingiltere, Impa ratorlugunun durumu zamanla sarsılmaya baslayınca,

hemen Avru pa milletleri arasındaki rekabet kızıstırılarak bu milletleri karsılıklı olarak birbirlerine kırdırmaya basladı. Kuzey Afrika'daki ingiliz sö mürgelerinin Britanya tmparatorlugu'ndan ayrılması üzerine, Ingil tere donanmasını Avrupa devletlerinin saldırılarından korumak için büyük bir faaliyete giristi, ispanya ve Hollanda büyük bir dem. devleti olarak yok edildikleri sırada, ingiltere de, Fransa'nın dünya yi egemenligi altında bulundurma istegine karsı kuvvetlerini topla maya ve yıgmaya basladı. En sonunda Birinci Napolyon'un düsmesi üzerine ingiltere rahat bir nefes aldı. Çünkü ingiltere için askeri bir devletin dünya hâkimiyeti üzerinde arz ettigi tehlike ortadan kalkmıs oluyordu. Alman milleti ingilizlerin takip ettikleri siyasi amaca uygun bir politikayı kabul etmisti. Ancak bu görüsten,

pek uzun süren bir propaganda sonunda vazgeçildi. Bunun tabii neticesi olarak da ingiltere'nin

Almanya'ya karsı olan tutumu gayet agır bir sekilde degisiklige ugradı. Gerçi bu sıralarda

Alman milletleri kendi aralarında anlasamıyorlardı. Fakat hiçbir zaman bu durum ingiltere'nin

Almanya'ya karsı takındıgı tavra tesir etmedi. Devlet adamının sogukkanlılıkla yaptıgı

hesabın gerçeklesmesi için, bazen hissiyata basvurmak gerekir. Hissiyat bir eyleme geçilmesi istenmedigi zaman daha güçlü ve zamanın yol açtıgı yıpranmaya karsı daha dayanıklı olan bir korkudur. Devlet adamı planlarından birini gerçeklestirdikten sonra zihni çalısmalarını baska tasarılara çevirebilir. Halk topluluklarının duyarlılıgını, önderin yeni düsüncelerini anlayabilir duruma getirmek için agır bir propaganda çalısmasına gerek vardır, ingiltere, 1870-1871 yıllarından itibaren yeni durumunu saptamıstı. Ama üzüntü ile belirteyim ki Almanya,

Amerika Birlesik Devletleri'nin ekonomik bakımdan kazandıgı önem ve Rusların güçlerini arttırmak için gösterdikleri çaba dolayısı ile, ingiliz politikasının ugradıgı çekinme ve

sakınmalardan yararlanmasını bilemedi, ingiltere, Almanya'nın ticaret bakımından oldugu kadar, pek büyük olan sanayilesme hareketinin önemini görüyordu. Bu gelismelerin, aynı alanlarda iki tarafın güçleri arasında bir denge sagladıgını kabul ediyordu, iste o zaman Almanya'yı yönetenlerin gözünde, en yüksek aklın ve hikmetin en yüksek parçası olan, dünyanın ekonomik ve barısseverlikle fethedilmesi görüsü, ingiliz politikasını bir direnis örgütü olmaya zorlayan sebep oldu. Bu direnis, büyük çapta ve en ince ayrıntılara varıncaya kadar hesaplanmıs bir saldırı biçiminde kendini gösterdi. Bu biçim davranıs, kuskulu bir

dünya barısını sürdürmeyi amaç edinmeyen ve dünyada Britanya Imparatorlu-gu'nun egemenligini güçlendirmeye çalısan bir politikanın ruhuna ve yapısına tamamen uyan bir yöntemdir, ingiltere, askeri yönden güvence veren devletlerle anlastı ve onları yanına aldı. Çünkü onun geleneksel ihtiyatı, kendine karsı olan güçlerin gerçek degerlerini takdir ederek, içinde bulundugu zayıf durumu kabulleniyordu, ingiltere'yi ahlâka uygun düsüncelere önem vermeden hareket ettigi için, çıkısmaya ve elestirmeye olanak yoktur. Çünkü, suçu genis bir

biçimde hazırlama isinde, kahramanlık yönünden degil, yarar yönünden karar vermek gerekir. Diploması o biçimde yapılmalıdır ki. bir millet kahramanlıgı yüzünden yok olmaya sürüklenmesin. Dip lomasi, milletin devamlılıgını saglayacak biçimde olmalıdır. Bu so nuca ulasmak için her araç mesrudur. Bunlara basvurmamak, göre vin cinayet isler biçimde

unutulmus gibi kabul etmeyi gerektirir. Alman devrimi, ingiliz politikasını bütün dünyayı kapsayan bir Alman egemenligi tehdidinin kendisine yükledigi endiselerden kurtardı. Demek

ki, ingiltere'nin artık Almanya'yı Avrupa haritasından tamamen silinmis göstermekte bir çıkarı yoktu. Tersine 1918 Kasım günlerinde ortaya çıkan, müthis yıkılma, ingiliz diplomasisini ilk önceleri olanak vermemis oldugu yeni durumla karsı karsıya bıraktı. Britanya imparatorlugu

dört buçuk yıl süre ile, Avrupa Kıtası'nda bir devletin sözde üstünlügü ve egemenligine karsı silâh elde mücadele etmisti. Ansızın bir yıkılma bu devleti yeryüzünden kaldırıyor gibi göründü. Almanya en ilkel bir süreklilik içgüdüsünden yoksun bulunuyordu. Öyle ki yirmi

dört saatten kısa bir süre içinde akıp giden olay, Avrupa Kıtasındaki dengeyi alt üst etmis gibiydi. Almanya harap olmustu. Böylece Fransa Avrupa'nın birinci devleti durumuna yükselmisti. Savas sırasında ingiliz milletine dayanmak gücünü bulmus, Almanya aleyhinde kendine sınırsız bir kin telkin etmis, bütün ilkel içgüdülerini ve bütün ihtiraslarını ayaga

kaldırmıs olan müthis propaganda, simdi ingiliz devlet adamlarının kararları üzerinde, agır bir kursun kütlesi gibi etkili olacaktı, ingiltere'nin savasmakla izlemis oldugu amaç saglanmıstı: Çünkü, Almanya artık sömürge, ekonomi ve ticaret politikası uygulayamazdı. Bu amacın

ötesine geçen seylerin tamamı ingiltere'nin çıkarlarına zarar verirdi. Avrupa Kıtasında büyük devlet sıfatı ile Almanya'nın ortadan kalkması, ancak ingiltere'nin düsmanlarının isine yarayabilirdi. Oysa ingiliz diplomasisi 1918 yılı Kasımında ve 1919 yılı yazının son günlerine kadar bir cephe degisikligi yapamadı. Çünkü bu uzun savas sırasında, halk topluluklarının hissiyatına o kadar ısrarla basvurdu ki, simdiye kadar bunun bir esine rastlanmamıstı. Kendi milletinin yetenek ve hissiyatı bakımından böyle bir sey yapmak, ingiltere'nin elinden ge- lemezdi. Karsı karsıya bulundugu askeri güçlerin orantısızlıkların-dan ötürü de bu isi basarmaktan acizdi. Fransa barıs görüsmelerinin yönetimim eline almıstı, isteklerini ve çıkarlarını zorla kabul ettirebilirdi. Bu görüsmeler ve pazarlıklar sürerken bu durumu degistirebilecek yetenekte olan tek devlet, yani bizzat Almanya vardı. Ama o da, iç savaslar içinde kıvranıyordu. Ayrıca Almanya sözde devlet adamı olan kisilerin demeçleri ile,

kendisine yüklenecek her seyi kabul etmeye hazır oldugunu sürekli olarak açıklıyordu. Uluslararası iliskilerde bir millet, sürekli yasama içgüdüsünden mutlak biçimde yoksun oldugunda, "faal bir müttefik" olmaktan çıkar ve böylece tutsak millet seviyesine düser, ülke

bir sömürgeye mahsus kaderle bas basa kalır. Fransa'nın güçlenmesinden ve egemen bir duruma gelmesinden kaçınmak için, ingiltere'nin elinde artık yalnızca bir hareket biçimi kalmıstı. Bu da, Fransa'nın soygunlarına katılmaktan ibaretti. Gerçekte ingiltere savasmakla, hesapladıgı amaca tam ulasamadı. Savas, Avrupa kıtası'nda kuvvetlerin dengesini saglamadı

ve bir Avrupa devleti tarafından elde edilmis olan üstünlügü ve egemenligi ortadan

kaldırmadı. Tersine, bunu daha tehdit edici bir duruma getirdi. Almanya askeri yönden, 1914

yılında iki devlet arasına sıkısıp kalmıstı. Bu devletlerden biri, Almanya'nın kuvvetlerine denk

bir kuvvete sahipti. Öteki devlette de pek üstün güçler vardı. Buna ingiltere'nin denizlerdeki üstünlügü de katılıyordu. Yalnız Fransa ile Rusya, Almanya'nın pek asırı biçimde çogalmasını önlemek için yeter engellerdi. Reich'ın askeri yönden son derece uygun olmayan cografi

durumu da, Almanya'nın güçlenmesine engel teskil eden bir sebep sayılabilirdi. Almanya'nın sahillerinin durumu, ingiltere'ye karsı bir savas çıktıgında, askeri yönden pek uygun bir

biçimde degildi. Sahil çevresi pek az genis ve çok sıkısık oldugu gibi, kara sınırları da tersine gerektiginden çok fazla genis ve açıktı. Fransa'nın durumu ise tamamen bambaskadır.

Avrupa'da ciddi rakibi olmayan Fransa askeri yönden de çok kuvvetlidir. Güneyde italya ve ispanya'ya karsı tabii hudutların arkasında kendini emniyette görüyordu. Almanya'nın iç buhranı, Fransa'ya bu yönden de güven veriyordu. Fransa, sahillerinin uzun bir parçası üzerinde, Britanya Imparatorlugu'nun hayat merkezlerine karsı cephe almıstır. Bu hayat merkezleri uçaklara ve uzun menzilli toplara karsı kolay hedefler teskil etmektedir. Ayrıca ingiliz deniz ticaret yolları da, deniz altıların saldırılarına, savunmadan yoksun bir biçimde

açık bulunmaktadır. Bir denizaltı savası, Fransa'nın Atlas Okyanusu'ndaki uzun sahillerine ve

Akdeniz'de Avrupa ile Kuzey Afrika'da sahip oldugu kıyılara dayandırılırsa, bu ingiltere için felâketli sonuçlar dogurabilir.

iste böylece, ingiltere'nin Almanya'nın güçlenmesini önlemek amacı ile yapılan mücadeleden siyasal bakımdan sagladıgı üstünlük, Avrupa Kıtası'nda Fransa'nın egemenligine yol

açmaktan ibaret kalmıstır.

Askeri yönden sonuçlar söyledir: ingiltere, Fransa'yı karalarda birinci derecede güçlü bir

devlet durumuna getirdi. Denizlerde ise, Amerika Birlesik Devletleri'ni kendine esit kuvvette olan bir devlet olarak kabul etti. Ekonomik yönden, eski müttefiklerine, birinci derecede

önemli çıkarları olan bazı yerleri bıraktı.

ingiltere'nin geleneksel politikası Avrupa'yı bir ölçüye kadar Balkanlastırmaya çalısmak oldugu gibi, Fransa'nın da politikası Almanya'ya karsı aynı seyi uygulamaktan ibarettir. ingiltere'nin sürekli olarak uygulanmasını istedigi sey, Avrupa Kıtası'na dahil olan herhangi

bir devletin dünya politikasında önemli bir rol oynayabilecek biçimde kuvvetlerini arttırmasıdır. Demek ki, ingiltere Avrupa devletlerinin sahip oldukları kuvvetler arasında dengeyi sürdürmek ister. Çünkü ingiltere'nin dünya üzerindeki egemenligi için ortaya konulmus ilk sartlardan biri budur.

Fransa'nın sürekli olarak kalmasından yana oldugu sey ise, Almanya'nın küçük Alman devletlerinden kurulu bir federasyon durumuna gelmesidir. Fransa, bu küçük Alman devletlerinin kuvvetleri, birbirleri ile bir denge meydana getirsinler ve merkezi bir iktidara baglı olmasınlar ister. Fransa'nın da, Avrupa Kıtası üzerinde egemenligini saglayıp sürdürebilmesi için gerekli olan sartlar bunlardır.

iste böylece Fransız diplomasisinin en son amacı, ingiliz diplomasisinin belli baslı istekleri ile sonsuza kadar ters düsecektir.

Buraya kadar açıkladıgım görüsler dikkate alınarak, içinde bulundugumuz dönemin ortaya koydugu anlasma ihtimalleri incelenirse, anlasma yapma konusunda yapabilecegimiz seyin, ingiltere'ye yaklasmaktan ibaret oldugunu çabucak görürüz, ingilizler tarafından izlenmis olan savas politikası Almanya için çok korkunç olmus ve halen korkunç olarak kalmıstır. Ancak bugün ingiltere'nin, artık Almanya'nın yok olmasından hiçbir önemli çıkarı bulunmamaktadır. Tersine ingiliz diplomasisinin amacının yıllar geçtikçe, Fransa'nın o ölçüye sıgmaz

emperyalizm içgüdüsünün önüne bir tas koymaktan ibaret olacagım kabul etmek gerekir.

Yalnız geçmisteki dargınlıklar üzerinde ısrar ederek bir anlasma siyaseti izlenemez. Böyle bir siyaset ancak tarihin verdigi derslerden yararlanılırsa uygun olur. Tecrübelerin bize göstermis olması gerekir ki, olumsuz amaçlar izlemek için yapılmıs olan anlasmalar, daha dogarken

ölüme mahkûmdurlar. iki milletin kaderi, ancak ortak bir ele geçirme yöntemi, ortak bir basarı, sözün kısası her iki ülkenin de yararlanabilecekleri güçlenmeyi amaç edindikleri zaman, birbirine sıkı sıkıya baglanır.

Dıs politika konusunda milletimizin tecrübesizligi, basının haberlerinde kendini

göstermektedir. Gazeteler bir yabancı devlet adamının Almanya'nın lehinde verdigi demeçleri yansıtırlar. Bu kisiler, milletimize karsı var saydıkları hissiyat ile çıkarlarımıza uygun bir politikanın özel güvencesi olurlar. Böylesine bir yorum yapmak sasılacak bir aptallık

örnegidir. Ya da böyle bir sonuca varmak, basit ve küçük Alman burjuvasının politikadan söz ettigi zaman ortaya koymus oldugu, o esi görülmemis aptallık üzerinde spekülâsyon

yapmaktır. Hiçbir ingiliz, italyan ya da Amerikan devlet adamı, hiçbir zaman Alman sever sıfatı ile ortaya çıkmaz.

Her ingiliz devlet adamı ilk önce ve pek tabii olarak ingiliz'dir. Her Amerikalı hiç kusku yok

ki, ilk önce Amerikalıdır, italyan sever bir politikadan baska bir politika pesinde kosmaya yatkın olan bir italyan bulunmaz. Demek ki, herhangi bir yabancı milletin saygıdeger devlet adamı, Alman sever duyguları üzerinde anlasmalar yapma iddiasında bulunursa, o adam ya

esektir, ya da yalancının tekidir, iki milletin kaderlerinin birbirleri ile zincirle baglanması için, gerekli olan sart karsılıklı saygı ve sevgi degildir. Kaderlerin birbirleri ile baglanabilmesi, iki tarafın da elde edecekleri çıkarların topluluguna baglıdır. Örnegin; bir ingiliz devlet adamı,

sürekli olarak ingiliz sever bir politika izleyecek ve hiçbir zaman Alman sever olmayacaktır.

Fakat bu ingiliz sever politikanın belirli bazı çıkarları, türlü sebeplerle Alman sever

politikanın çıkarlarına uygun düsecektir. Bu, pek tabii olarak bir ölçüye kadar ortaya çıkabilir. Gün gelir bu durum altüst olabilir. Fakat is basında bulunan bir devlet adamı, belirli bir

zamanda gerekli olan tasarıyı gerçeklestirmek gerektigi anda, kendi milletinin çıkarlarını savunmak için aynı araçları kullanacak olan arkadasları bulma hünerini göstermelidir. Bu ilkenin tatbiki uygulamasının mümkün olup olmadıgını, su sorulara verilecek cevaplardan anlayabiliriz. Fransa'nın itirazdan uzak ekonomik ve askeri egemenlik uygulayabilmesi için

merkezi bir Alman Devleti'nin tamamen safdısı bırakılmasında bugün hangi devletlerin hiçbir çıkarı yoktur? Hangi devletler, kendi sürekli yasama sartlarına ve politikalarının geleneksel bagımsızlıklarına göre, böyle bir durumun gelismemesini, gelecekleri için bir tehdit saya- caklardır? Bunu artık pek açık biçimde anlatmak gerekir:

Alman milletinin can düsmanı, en acımasız düsmanı Fransa'dır. Bu düsmanlık sürüp

gidecektir. Fransa'yı kimin yönetmis oldugu ve kimin yönetecegi sorunu, hiç önemli degildir. Fransa'yı yönetenler, ister Bourbonslar olsun, ister Jacobenler, ister Napolyonlar ya da

burjuva demokratlar, ister Klerikal Cumhuriyetçiler, yahut bolse-vikler olsunlar, bütün

bunların dıs politikalarının son hedefi daima Ren sınırım ele geçirmek ve Almanya'nın ikilik içinde parça parça kalması için bütün çabalarım ortaya koyarak, bu nehir üzerinde Fransa'nın durumunu saglamlastırmaktan ibaret olacaktır.

ingiltere, Almanya'nın bütün dünyayı kapsayan bir deylet olmasını istemez. Fransa ise, Almanya adını tasıyan bir devletin var olmasını istemez. Aradaki fark çok önemlidir..Fakat biz, bugün yeniden bir dünya devleti olmak, ya da bu durumu ele geçirmek için mücadele

etmiyoruz. Biz vatanımızın hayatı, milletimizin birligi, çocuklarımızın her günkü ekmegi için mücadele etmek zorundayız, iste bu açıklamaları göz önüne alarak bir sonuca varmak

istersek, Avrupa'nın bize verebilecegi müttefikler arasında yalnız iki devlet oldugunu görürüz: Bu devletler ingiltere ve italya'dır.

ingiltere, Avrupa'nın yenemeyecegi silâhlı yumrugu ve günün birinde kendi çıkarlarına ters düsecek bir politikayı savunacak olan Fransa'yı, karsısında görmek istemez, ingiltere hiçbir zaman Batı Avrupa'da sahip oldugu zengin demir ve kömür madenleri sayesinde, dünya ekonomisinde kendisi için tehlikeli bir rol oynayabilecek olan bir Fransa ile karsı karsıya kalmak niyetinde degildir, ingiltere, bu kıtanın öteki bölümlerinin parça parça bulunması ile, Fransız diplomasisinin geleneklerinden biri olan dünya politikasına daha büyük bir hırsla

sarılabilmesine olanak verecek, ya da bu durumu zorlayacak derecede güçlenmesini istemez. Geçmis günlerin hava savas araçlarının bombaları her gece biraz daha çogalabilir. Fransa'nın askeri üstünlügü Britanya tarafından yöneltilen dünya imparatorlugunun kalbim teskil eden yeryüzünde agır bir yüktür.

italya da, Fransa tarafından Avrupa'da isgal edilen egemen durumun daha çok güçlenmesini istemez, italya'nın gelecegi toprak yönünden bir gelismeye baglıdır. Bu topragın unsurları Akdeniz'in çevresinde toplanmıstır, italya'yı savasa zorlayan sey, kuskusuz Fransa'nın büyüklügü için çalısmak istegi degildi, italya'nın hedefi, Adriyatik'te karsı karsıya bulundugu sevilmeyen rakibine öldürücü bir darbe indirmekten ibarettir.

Avrupa Kıtası'nda Fransa'nın her geçen gün güçlenmesi gelecek için bir engeldir, italya da bu engele çarpabilir. Bunun için ırk akrabalıgının, italya ile Fransa'nın arasında her türlü

çekismeyi ortadan kaldırabilecegine hiçbir zaman ihtimal verilmemelidir.

Avrupa'daki durum en gerçekçi ve en sogukkanlı biçimde incelendiginde, ingiltere ile italya'nın en tabii özel çıkarları, Alman milletinin varlıgı için gerekli olan sartlarla bozulmayan, ya da en az biçimde zararlı olan devletlerdir. Hatta ingiltere ile italya'nın özel çıkarları, bir dereceye kadar Almanya'nın varlıgı ile uygun düsmektedir. Bu anlasmalann

mümkün olup olmayacagı hakkında bir yargıya varacagımız zaman su üç noktayı gözde uzak tutmamalıyız. Bu noktalardan biri bizi ilgilendirir. Diger ikisi de söz konusu olan devletlerle

ilgilidir, ilke itibariyle bugünkü Almanya ile anlasma yapılabilir mi? Örnegin bir anlasma

geregi saldırgan bir plânı uygulamak için yardım isteyen bir devlet, hükümetleri yıllar boyu yeteneksiz, barısçı, korkak görünüm içinde olan, milletinin büyük çogunlugu Marksist ve demokratik doktrinlere körü körüne saplanmıs bulunan, kendi ülkesine ve milletine hıyanet

eden bir devletle, anlasma imzalayabilir mi? Herhangi bir devlet; kendi hayatım ve kendi mil- letini savunmak için bir parmagını oynatmak cesaretini bile gösteremeyen bir devletle, bir gün ortak çıkarlarını savunmak için yan yana mücadele edebilecegi inancı ile yararlı iliskiler

kurmak ümidine kapılabilir mi? Herhangi bir devlet; en belirli nitelikleri yabancılara karsı yerlerde sürünürcesine bir usaklıktan ve kendi ülkesinde ulusal degerlerin igrenç biçimde bogulmasından ibaret olan bir devletle, ya da davranıslarının suçlulugu yüzünden artık büyük olarak hiçbir seye sahip bulunmayan bir devletle, veyahut vatandaslarının gözünde sahip

olmakla övünebilecegi küçük bir saygıya bile hak kazanamamıs olan ve yabancıların gözünde kendine karsı büyük bir saygınlık yaratamamıs bulunan hükümetle, iyi ve kötü günlerde ge-

çerli olacak bir anlasma yapar mı? Bu soruların cevabı, kuskusuz hayır olacaktır. Kendi ününe önem veren ve anlasma yaparak doy mak bilmeyen parlamentolar için iane ödeneginden daha çok bir sey arayan bir devlet, bugünkü Almanya ile anlasma yapmayacaktır Daha dogrusu, anlasma imzalamaya gücü yetmez. Bizim bugün anlasma imzalamaktaki beceriksizligimiz, düsmanlarımız olan soyguncular arasındaki birligin, derin ve son sebebidir.

Almanya hiçbir zaman seçkin parlamenterlerimizin protestolarından baska bir sey ile kendim savunamayacagı için, dünyanın öteki milletleri de bizim hesabımıza savasmak üzere hiçbir sebep görmediklerinden; Tanrı'nm cesareti olmayan milletleri hiçbir zaman kurtarmamak

ilkesi bulundugundan; bizim tamamen yok olmamızda dogrudan dogruya zarara ugrayan, ya

da bir çıkarları olmayan milletler bile, Fransa'nın soygunculuk akınlarına katılmaktan baska yapacak bir sey göremiyorlar. Yagmaya katılmak ve soygunlardan pay almak, Fransa'nın yalnız basına kuvvetim arttırmasına ve bunu sürdürmesine meydan vermemek içindir.

Ayrıca bugüne kadar bizim düsmanımız olan ülkelerin vatandaslarının en derin tabakalanna kadar isleyen propagandanın ortaya çıkardıgı hissiyat degistirilmeyecek olursa, karsılanacak olan zorluklar gözden uzak tutulmamalıdır. Yıllarca bir milleti, soygunculardan, barbarlardan olusmus bir güruh diye niteleyip, sonra birdenbire bunun tamamen yanlıs oldugunu

kesfedivermeye ve eski düsmanı yarının müttefiki diye tavsiye etmeye olanak yoktur. Üçüncü

bir olaya daha çok dikkat etmek gerekir. Bunun, Avrupa'da gelecekte yapılacak anlasmaların alacakları sekil ortasında daha çok önemi vardır.

Eger Almanya'nın simdiki aciz vaziyette kalması ingiliz siyaseti için pek az önem tasıyorsa enternasyonal Yahudi maliyesi için is böyle degildir. Resmi ingiliz siyaseti yahut daha uygun tabirle geleneksel ingiliz siyaseti ve borsa hareketleri birbirine zıt amaçlar takip ederler, ingiltere'nin dıs politikası ile ilgili olan sorunlarda her ikisinin aldıkları çesitli durumlar bunu açıkça ortaya çıkarır. Yahudi maliyesi ingiliz devletinin gerçek çıkarlarına ters olarak, Alman- ya'nın yalnız iktisadi bakımdan ceza olarak harap olmasını degil, siyasi yönden de tamamen esaret altına düsmesini ister. Gerçekten Alman iktisadiyatının milletlerarası hale getirilmesi,

yani dünya Yahudi maliyesi tarafından, Almanya'nın üretim kuvvetlerinin ele geçirilmesi, ancak siyasi bakımdan Bolseviklestirilmis bir devlette tam surette temin

olunabilir.

Fakat enternasyonal Yahudi sermayesi ugrunda mücadeleyi yöneten Marksçı kuvvetlerin,

milli Alman Devleti'nin kesin olarak belini kırmak için, hariçten gelmis dostane bir yardıma ihtiyaçları vardır. Buna göre Fransız ordularının, temellerinden sarsılana kadar enternasyonal Yahudi maliyesinin emrinde olan Bolsevik egilimle kuvvetlerin hücumlarına yenilinceye

kadar Alman devletine tehlikeli darbeler vurmaları gereklidir.

iste böylece Yahudi bugün Almanya'nın köklü bir sekilde yok olmasına en çok çalısan unsurdur. Almanya aleyhine dünyada basılan her sey Yahudiler tarafından yazılmıstır. Barıs sırasında ve savas esnasında da Yahudi borsacıları ve Marksçıların basını Almanya

aleyhindeki kini alevlendirmislerdir. Sonunda devletler, birbirleri ile anlasarak ve milletlerin

gerçek faydalannı feda ederek bizimle savasmak için dünya antlasmasına katıldılar. Yahudilerin yürüttükleri düsünce meydandadır. Almanya'nın komünistlestirilmesi, yani Alman halkındaki milli suurun kökünden yok edilmesidir. Aynı zamanda bu maksat,

enternasyonal Yahudi maliyesinin boyundurugu altında Alman üretim vasıtalarının istismarını imkân derecesine indirecegi için, Yahudiler tarafından tasarlanan bütün dünyanın fethedilmesi düsüncesinin gittikçe büyük bir sekilde genislemesinin baslangıcından ayrı bir konu degildir. Tarihte çok kere meydana geldigi gibi, Almanya'nın bu büyük bogusmanın üzerinde

yapılacagı bir eksen olması gerekir. Eger milletimiz ve devletimiz Yahudi denilen paraya hırslı ve kana susamıs zalimlerin kurbanları olursa bütün dünya bu ahtapotların çengelleri

içine girer. Fakat, Almanya onların kusatmalarından kurtulacak olursa, bütün milletler karsı karsıya bulundukları tehlikenin en müthisinin artık dünyayı tehdit etmekten uzak kaldıgına kanaat getirebilirler.

Yahudi'nin, yalnız milletlerin Almanya'ya karsı meydana vurdukları düsmanlıgı devam

ettirmek hususunda bütün saklı entrikalarım harekete geçirmekle yetinmedigi ve bu husumeti imkân nispetinde siddetlendirmeye çalıstıgı süphesiz olduktan baska, bu faaliyetin zehirledigi milletlerin gerçek yararlarıyla çok az bir surette birlestigi de aynı derecede muhakkaktır. Genellikle Yahudi propagandasının yöneltildigi milletlerde yalnız kendi adamları, kendileri-

nin en fazla basarı bekledigi sahıslar eliyle tahrik edilen milletin zihni üzerinde en çok etkili olacak geçerli delilleri kullanır. Kanı olaganüstü karısık olan bizim milletimizin yanında, Yahudilik kudretinin bekledigi çatısmayı idare için, az çok kozmopolit fikirlere basvurur. Bunlar barısçı ideoloji tarafından ilham edilmistir ve onun kafasında dogmustur.

Özede; Yahudi, enternasyonal egilimlere taraftarlık gösterir. Fransa'da varoldugunu gördügü

ve kudretini oldukça takdir ettigi sovenizmden istifade eder. ingiltere'de iktisadi menfaatlerle, dünya politikası düsüncelerini harekete getirir. Özetle, her zaman, parçalanmıs bir milletin

zihni istidadının esaslı ayırıcı hasletlerinden faydalanır. Ancak bu çesitli imkanlarla iktisat ve siyaset üzerinde kesin bir otorite kurar.

Böylece parlak delillerin kendi propagandasına yükledigi engellerden kurtulur. Gizli maksatların ne istedigini neden dolayı savastıgını kısmen açıga çıkarır. Tahrip islemine daha büyük bir hızla devam eder. Sonunda bütün devletleri bir harabeye çevirir. Ğste bu harabeler üzerinde ebedi Yahudi Ğmparatorlugunun yükseldigi ve hükümran otoritesini yürüttügü görülecektir.

ingiltere'de, italya'da da oldugu gibi köklü bir politikanın icapları ile uluslararası Yahudi maliyecilerinin plân ve tasavvurları arasındaki ayrılık açıkça görülmektedir. Bugün sadece Fransa'da temsilcileri Yahudiler olan borsacılarla, milli bir politikanın istekleri arasında,

hiçbir zaman görülemeyecek biçimde gizli bir anlasma vardır. Almanya için de büyük tehlike arz eden durum, bu anlasmadır. Bu sebepten dolayı Fransa en çok korkacagımız düsmandır ve

düsman olarak kalacaktır. Gitgide zencilerin seviyesine düsmekte olan bu millet, dünya egemenligi amacına ulasmak için Yahudilere tanıdıgı kolaylıklar dolayısıyla, Avrupa'da beyaz ırkın hayatını gizlice tehlikeye atmaktadır. Çünkü Avrupa'nın kalbi olan Rhin üzerinde zenci kanının saldırısı ile meydana gelen bulasma, milletimizin bu irsi düsmanının intikam hırsına uygun düstügü kadar, Yahudi'nin sogukkanlı hesaplarına da uyar. iste Yahudi bu durumu Av- rupa'nın tam merkezinde Avrupa Kıtası'nı melezlestirmeye baslamak faaliyetinin bir vasıtası kabul eder. Yahudi, beyaz ırkı basit bir milletin kanı ile kirletip, kendi hâkimiyetinin

temellerim atmaya çalısır. Ğntikam hırsından tesvik gören ve aynı zamanda Yahudilerin

sistemli olarak yaptıkları rehberlikten de faydalanan Fransa'nın bugün Avrupa'da oynadıgı rol beyaz ırkların varlıklarına karsı bir günah islemektir. Bu sekil davranıs, günü geldiginde,

ırkların kanlarının kirletilmesini günah sayan bir neslin intikam dolu düsüncelerini harekete geçirecektir.

Almanya, Fransa'nın kendisi için teskil ettigi tehlike karsısında, bütün hissi düsüncelerden sıyrılarak, Fransa'nın isgal emellerine izin vermek ve razı olmak istemeyen bir millete elini

uzatmak zorundadır. Avrupa'da, gözle görebildigimiz kadarı ile, bütün gelecek süresince Almanya için iki müttefik vardır ve bunlar, daha önce de belirttigim gibi ingiltere ile italya'dır.

Eger bugün, Kasım devriminden itibaren Almanya'nın politikasının ne sekilde idare edildigini anlamak için geriye bir göz atılacak olursa, hükümetlerimizin devamlı olarak isledikleri akıl almaz hataları karsısında, ya basımızı ellerimizin arasına alıp kendimizi ümitsizlige terk etmekten veya siddet dolu nefretle isyan ederek, böyle bir rejim aleyhinde mücadeleye girismekten baska bir sey yapılamaz. Almanya'nın hareketlerinde hiçbir zaman suursuz bir

seyler görülmemistir. Çünkü, Kasım Devrimi'nin tek gözlü aydınları, düsünme yetenegine

sahip kisilerin hepsi için akıl almaz gibi görünen her seyi yapmayı basarmıslardır. Yani en adi biçimde Fransa'nın sevgisi kazanılmaya çalısılmıstır. Bu son yıllarda düzeltılmeleri imkânsız

bu hayalperestlerin ahmaklıkları ile devamlı sekilde Fransa'nın iyi dostu olmaya çalısıldı. Bu millet karsısında, devamlı olarak yerlere kadar egiliyorlardı. Fransız katilinin kurnazca uyguladıgı her hileli davranısında durumun degistigine iliskin ilk isaretlerin belirdigine hükmediliyordu. Kulis arkasında bizim siyasetimizi idare edenler bu hatalı ve saçma sapan

fikir ve düsüncelere hiçbir zaman katılmadılar. Çünkü onların gözünde, Fransa'ya yaklasma, tesirli bir anlasma politikasını dinamitlemek için bir araçtan ibaretti. Onlar, Fransa ve

Fransa'nın da arkasında bulunanların uyguladıkları politikanın gayeleri hakkında hiçbir vakit

bir süpheye kapılmamıslardı. Bu heriflerin Almanya için yeni bir vaziyetin dogduguna inan- mıs gibi görünmelerinin sebebi, milletimizin gerçek menfaati bakımından baska bir yol

tutmasını önlemek içindir. Hiç süphe yok ki, ingiltere'yi bizim taraftarlarımıza gelecek için iyi bir dost devlet olarak kabul ettirmek çok zor olacaktır. Al manya'da Yahudi basın,

milletimizin kinini devamlı sekilde Ingilte re'nin üzerinde toplamayı becermistir. Birçok kafasız Alman, Yahu dilerin kurdukları ökseye dünyada esine rastlanmayan bir iyi niyetle tutulmustur. Herkese Alma Deniz Kuvvetleri'nin tekrar dirilmesin den bahsedildi. Sömürgelerimizin elimizden alınmıs olmaları sid detle protesto edildi ve buraların tekrar ele geçirilmesi istendi. Bu tün bu bos lâflar adi Yahudilerin, ingiltere'deki ırkdaslarına ulastır

dıkları malzemeler olmustur. Yahudi'nin tesirli propagandası bu hu susları devamlı bir sekilde isledi. Bugün, politikaya burunlarını so kan ahmak burjuvalar, simdi Almanya'nın denizlere hâkim olması için mücadele etmemizin ihtimal dahilinde olmadıgını üstü örtülü sekilde anlatmaya baslıyorlar. Avrupa Kıtası'ndaki durumumuzu saglamlastırmadan Alman milletinin

kuvvetlerim bu maksat için harcamak, savastan önce bile büyük bir çılgınlık idi. iste bugün böyle bir tasarının siyasette adına cinayet denilen ahmakça yapılmıs isler arasına alınması gerekir.

ipleri ellerinde tutan Yahudilerin milletimizi ikinci derecede meseleyle uyutmayı nasıl becerdiklerini, nasıl gösteri ve mitingleri tertip ettiklerini ve bu arada Fransa'nın da, milletimizin vücudun dan yeni yeni parçalar koparıp, bagımsızlıgımızın temellerini sistemli

bir sekilde nasıl oydugunu görünce dogrusu gerçekten üzüntüye kapılıp, ümitsizlige düsülürdü.

iste bu arada, bu günler sırasında Yahudilerin fevkalâde bir se kilde idare etmeyi basardıgı bir sorundan söz etmek isterim. Bu Güney Tirol sorunudur. Ayrıca su noktanın üzerinde durmak isterim:

Evet, Güney Tirol! Bu soruna ilerde tekrar dönecek ve yeni açıklamalarda bulunacagım. Halk topluluklarının akıl eksikligini ve aptallıgını istismar eden yabancılar takımının hesabını

görmek gerekecektir. Çünkü bu parlamenterlerde var oldugu sanılan vatanseverlik duygusu,

bir saksaganda baska birinin mülkiyetine karsı saygı mefhumu bulunması kadar garip bir

seydir.

Güney Tirol'un kaderi tespit edildiginde -yani 1914'ten 1918 Kasımına kadar- ben bu memleketin tesirli sekilde savunulacagı noktasında vaziyet almıs olan kimseler arasındaydım. Yani ordu mensubu idim. Bu yıllar süresince kuvvetlerimizin elverdigi nispet derecesinde mücadele ettim. Evet, Güney Tirol elden kaçmasın diye degil, vatan orasını da herhangi bir Alman ülkesi gibi elinde sakla-Ijnn ve korusun diye mücadelelerimi sürdürdüm.

O günlerde mücadeleye katılmayanlar, parlamentocu herifler,

!parti siyaseti takip eden kötü ruhlu adamlardı. Biz, ancak savasın zaferle bitmesi ile Almanya'nın Güney Tirol'ü de koruyabilecegine inandıgımız için savasırken, bu hain herifler isledikleri rezaletlerle ve tesvik ettikleri isyanlarla basarıyı tehlikeye düsürüyorlardı. Öylesine

a-di hareket ettiler ki en sonunda Siegfried arkasından bıçaklanarak yere serildi. Çünkü yakısıklı parlamentocular tarafından Viyana'da Bele-' diye Meydanı'nda, yahut Münih'te Feldherrnhalle'de söylenen kun-| dakçı ve sahte nutuklar Güney Tirol'ü Almanya için muhafaza etmeye * yetmezdi. Bu hedefe ancak cephede savasan ordu ile ulasılırdı. Oysa cephenin dagılıp, bozulmasına yol açanlar diger Alman toprakları için oldugu kadar Güney Tirol için de hıyanette bulunmuslardır.

Güney Tirol sorununun protestolar, konusmalar, derneklerin barıssever yürüyüsleri ile çözümlenebilecegini sananlar ya kötü ruhlu heriflerdir veya küçük Alman burjuvalarıdır. Halbuki elden kaçıp giden yerlerin ne Tanrı'ya edilen dualarla, ne de parlamentoya baglanan dindarane ümitlerle tekrar kazanılamayacagını ve bunu sadece silâh kuvvetinin saglayabilecegini kafalara sokmak gerekti. Demek ki, bütün sorun kaçırılan toprakları,

yeniden fethetmek için kimlerin silâh elde hazır olduklarım bilmektedir.

Samimiyetle ifade edebilirim ki parlamento gözdelerinden ve diger liderlerden, bazı müsavirlerden kurulu hücum kıtasının basına geçerek Güney Tirol'un tekrar kazanılmasına katılacak kadar kendimde henüz kuvvet hissetmiyorum. Bu kadar ates saçan bir protesto mitinginin üzerinde birdenbire birkaç sarapnel patlasa buna sevinip, sevinmeyecegimi seytan bilir. Zannederim ki kümese giren bir tilki, tavukların bu kadar gıdaklamalarına sebep olmaz. Tavukların kendilerini korumak için kaçısmaları bu kadar gösterisli bir protesto mitinginin dagılmasından daha çabuk olamaz.

Fakat bu iste daha da kötü olan husus bu heriflerin kendilerinin de kullandıkları araçlardan sonuç alınabilinecegine inanmamalarıdır. O panayırı andıran mitinglerin ne kadar tesirsiz ve anlamsız oldugunu kendileri gayet iyi takdir ederler. Fakat bugün Güney Tirol'un yeniden ele geçirilmesi hususunda çene çalmak, önceden onu muhafaza etme ugrunda savasmaktan hiç süphe yok ki daha kolay oldugu için bu adice davranısa basvurulmaktadır. Herkes elinden

geleni yapıyor. O günlerde biz kanlarımızı akıttık. Oysa bu herifler bugün gagalarını biliyorlar.

isin en tatlı tarafı, Viyanalı "Legitimiste" çevrelerin bugün Güney Tirol'ü isteyerek ayakları üzerlerine kalkmalarıdır. Yedi yıl önce, onların kutsal ve ünlü hanedanları, en adi kimselere yakısacak bir hıyanette bulunarak, düsman devletlerin savas zaferinin mükâfatı olarak Güney Tirol'ü isgal etmelerine yardım etmisti.

O devirde, bu çevreler hain hanedanlarının politikalarına yardımcı olmuslardı. Güney Tirol meselesine veya baska bir seye, bir tavugun elmaya önem vermesi kadar duyarlılık gösteriyorlardı. Pek tabii ki, bugün bu yerler için tekrar mücadeleye girismek çok daha kolaydır. Çünkü bu kavga sadece manevi silâhlarla yapılmaktadır. Herhalde bir protesto mitinginde kalbimizi dolduran asil sevk ve nefreti ortaya koyarak bogaz yırtmak ve Ruhr'un isgali sırasında meselâ köprüleri uçurmaktansa bir gazete, için yazı yazarak, yazar cezbesine tutulmak pek tabii daha kolay bir istir.

Bazı çevrelerin son yıllar içinde, Tirol sorununu neden Almanya ile Ğtalya arasındaki

iliskilerin odak noktası yaptıkları pek açık biçimde görülüyor. Yahudiler ile Habsbourgların taraftarları, Almanya'nın antlasma yapmasını engellemekle kendilerine çıkarlar saglamaktadırlar. Çünkü bu siyaset, günün birinde bagımsız bir Alman vatanının yemden canlanmasını saglayabilir, iste Tirol sorununa hiçbir yararı olmayan, hatta zararlı olan bu

komedi, Tirol askı için oynanmıyor, gerçekte Almanya ile italya arasında imzalanabilecek bir

antlasmanın korkusu ile sahneye konuyor. Yalnız bu çevrelerde hüküm süren yalan ve iftira salgınından yararlanarak, bizi Ti-rol'e hıyanet etmisiz gibi göstermek yüzsüzlügünde bulunuyorlar. Bu efendilere açıkça sunu söylemek isterim: Tirol'e, bütün organları saglam oldugu halde, 1914-1918 yılları içinde cephede görev almamıs ve vatanına yararlı olmamıs bütün Almanlar hıyanet etmislerdir.

ikinci olarak, o yıllar içinde milletimizde savasa devam etmeye ve sonuna kadar mücadeleye yardımcı olmaya olanak verecek bir direnis iktidarını güçlendirmeye hizmet etmemis olan herkes Tirol'e hıyanet etmistir.

Üçüncü olarak, gerek hareketleri ve davranısları ile dogrudan dogruya, gerek alçakça koltuklama ile dolaylı olarak, Kasım Devri-mi'ne katılarak Güney Tirol'ü kurtarabilecek tek silâhı da kırmıs olan herkes TiroPe hıyanet etmistir.

Dördüncü olarak, o utanç verici Versay ve Saint-Germain anlasmalarının altını imzalamıs

olan parti üyeleri ile bütün partiler Ti-rol'e hıyanet etmislerdir.

Evet, yalnız söylevlerle durumu protesto eden cesur(!) beyefendiler, iste gerçek bundan ibarettir!

Ben, bugün yalnız su düsünceyi kendime rehber olarak kabul ediyorum: Kaybedilen toprak, anıran parlamenterlerin sivri dilleri ile geri alınamaz. Kaybedilen toprakları, pek iyi bilenmis kılıç ile, yani kanlı kavgalar pahasına ele geçirmek gereklidir.

Kader kesin yargısını vermis oldugu için, bir tereddüt göstermeden su hususu açıklarım: Güney Tirol'ü bir savas ile yeniden ele geçirmenin mümkün olmadıgına inandıgım gibi, bu sorunun bütün Alınanlarda zafere ulasmanın en önemli sartı olan atesli vatanseverlik

duygularını da uyandırmayacagı kanaatindeyim. Ayrıca suna da inanıyorum ki, yanımızdaki

yedi milyon Alman (Rhenanie'nin isgal altında olması) yabancı egemenligi altında inlerken ve

Alman milletinin hayat damarı olan Ren, zenci sürülerinin keyiflerine sahne olurken, Tirol'deki iki yüz Almam kurtarmak için kan dökmek bir cinayet olur. Eger Alman milleti, kendisini Avrupa'daki topragından yok etmek tehdidini ortaya koyan bir sürü unsurlara son

vermek isterse; savastan önce islenen hataya düserek, bütün dünyanın düsmanı olmamalıdır. Alman milleti en tehlikeli düsmanının kim oldugunu saptayarak, bütün kuvvetlerini onun üzerinde toplamalı ve ona öldürücü darbeler indirmelidir. Bu zaferin sartı, baska noktalarda yapılacak fedakârlıkları da gerektiriyorsa, milletimizin gelecekteki nesilleri bu konuda bizleri affedecektir. Bu nesiller, çabalarımızın armaganı parlak olacagı için, büyük üzüntülerimizi,

derin sıkıntılarımızı ve zamanında alınmıs acı kararı daha iyi takdir etmek olanagını bulacaklardır. Biz, bir devletin kaybettigi toprakları, ilk önce siyasal bagımsızlıgım ve anavatanın güçlenmesini sagladıktan sonra geri alabilecegi yolundaki ana düsünceyi

kendimize rehber edinmeliyiz. Bu siyasal bagımsızlıgı ve devlete güç ve saygı kazandırılması, akıllıca bir antlasmalar siyaseti ile mümkün olabilir, iste dıs politika konusunda enerjik bir hükümetin yapması gereken ilk görev budur. Biz Nasyonal-Sosyalistler, Yahudiler tarafından yöneltilen ve konusmaktan baska bir sey yapmayan vatanseverlerin arkalarından yürümekten kendimizi özellikle sakınmalıyız. Eger bizim hareketimiz de, mücadeleyi kılıçla yapacak

yerde, mitinglerle oyalanırsa büyük felâket olur. Habsbourglar Devleti denilen ölü bir ülke ile gözü kapalı bir biçimde antlasma yapılması yolundaki acayip düsünce, Almanya'nın harap olması sonucunu dogurdu. Bugün dıs politikamız için açık bulunan olanaklar incelendigi

zaman, hayale ve hissiyata kulak verilecek olursa, kalkınmamızı sonsuza kadar en- gelleyebilecek en iyi yöntem seçilmis olur.

ğimdi yukarda ortaya koydugum üç sorunun yol açacagı itirazlara cevap vermek gerekir. Bu sorular sunlardır:

Önce, harap bir durumda oldugu herkes tarafından açıkça görünen ve bilinen bugünkü

Almanya ile antlasma yapılabilir mi?

ikinci olarak, Almanya düsman milletler yolu ile bir dogru yola girme hareketine yetenekli midir?

Üçüncü olarak Yahudiligin nüfuzu bilindigine göre, bu nüfuz öteki milletlerin pek iyi takdir edilmis olan çıkarlarından ve iyi niyetlerinden daha güçlü gelip, öteki bütün antlasma tasarılarına engel olmaz mı ve bunları bos bir duruma sokmaz mı?

Birinci sorunun iki bölümünden birini yeterli biçimde incelemis oldugumu sanıyorum. Bugünkü Almanya ile hiçbir ülke antlasma yapmak istemeyecektir. Dünya üzerinde kendi kaderini, hükümetleri zerre kadar güven vermeyen bir devletle baglamaya cesaret edecek hiçbir devlet yoktur. Her seyden önce milletimizin acı içinde oldugu esef verici manevi durumda, hükümetin hareketlerinin açıklamasını ve hatta mazeretini bulduklarını ileri süren vatandaslarımızın birçogu tarafından yapılmıs olan girisimlere gelince, bunu pek kesin bir biçimde reddetmek gereklidir.

Milletimizin altı yıldan beri ortaya koydugu karaktersizlik örnekleri çok üzücüdür. Milletin,

en önemli çıkarlarına karsı ilgisiz kalısı gerçekten ümit kırıcı bir seydir. Korkaklık, bazen

Tanrı'dan intikam dileme derecesine kadar varıyor. Ancak sunu hiçbir zaman unutmamalıyız

ki söz konusu olan millet, birkaç yıl önce, dünyada en yüksek insani degerlerin hayran kalınacak örneklerini vermistir. 1914 yılının Agustos ayı günlerinden, bu büyük devletler mücadelesinin bitimine kadar, yeryüzünde hiçbir millet, bugün böylesine acınacak duruma düsmüs olan bizim Alman milleti kadar yigitlik cesaret, sebat ve feragat göstermemistir. Bugün milletimiz tarafından oynanan utanç verici rolün, onun samimi varlıgının özel

niteliklerinin sonucu oldugunu hiç kimse ileri süremez. Çevremizde gördügümüz ve içimizde duydugumuz seyler, 1918 yılı Kasım ayının dokuzunda yapılan kötü isin ve edilen yeminin tutulmamıs, verilmis sözden cayılmıs olmanın korkunç sonuçlarıdır. Bütün bunlar zihnimizde derin karısıklıklara sebep oldular. ğairin pek dogru olarak söyledigi gibi, "Kötülük, kötülükten baska bir sey dogurmaz." Gerçi, o günlerde bile milletimizin en esaslı becerileri ve degerleri tamamen kaybolmamıstı.

Bunlar bilinçaltında uyuklar durumda idiler. Bazen kapkaranlık olmus gökyüzünde izler saçan

ve ses çıkarmayan simsekler gibi, gelecekteki Almanya'nın hastalıktan kurtulacagı günlerin isareti olarak, birtakım degerlerin parladıgı görüldü. 1914 yılında oldugu gibi birçok kere, vatanları için her seylerim feda etmeye hazır olan genç Almanlar bulundu. Milyonlarca insan, sanki devrimin yol açtıgı yıkıntıları görmezlikten gelerek çalıskan ve gayretli bir biçimde

islerine sarıldılar. Demirci örsünün basında balyoz sallıyor, köylü sabanının arkasından

gidiyor, bilgin laboratuarında deney yapıyor, herkes aynı çaba ve aynı baglılıkla görevlerini yerine getiriyorlardı.

Düsmanlarımızın yaptıkları zulüm ve baskı, eskiden oldugu gibi, kahkahalarla karsılanmıyor, her türlü baskıya karsı hiddet duyuluyordu. Yetenek ve egilimlerin çok degismis oldugu görülüyordu.

Zihinler deki bu gelisme, henüz siyasal güçlenme düsüncesinin ve sürüp gitme içgüdüsünün tekrar dirilmesi biçiminde kendini göstermiyorsa suç, ülkeyi 1918 yılından bu yana,

milletimizin yok olmasına sebep olacak biçimde yönetenlerdedir. Bu kötü sonuç Tanrı'nın bir takdiri degildir. Buna yöneticilerin kendi otoriteleri sebep olmaktadır.

Hiç kusku yok ki, bugün milletimize açındıgı zaman kendimize su soruyu sormak gerekir:

Bunu düzeltmek için ne yapılmıstır? Varlıkları ile yoklukları belli olmayan hükümetlerimizin çalısmalarına milletimizin pek az yardımcı olması, Alman milletinin hayatındaki zaafın bir belirtisi midir? Milletimizde bir gurur, görkemli bir erkeklik ve hiddetin çocugu olan bir kin

ruhu dogması için, hükümetlerimiz ne yaptılar? 1919 yılında barıs antlasması Alman milletine zorla yüklendiginde, bu sınırsız bir zulüm ve baskı kaynagının, milletimizde derin bir

özgürlük istegi uyandıracagı beklenebilirdi. ğiddet dolu maddeleri milletlere kamçı darbesi

gibi çarpan barıs antlasmaları, çok kere bir isyan hareketini haber veren ilk davul sesleri gibi etki uyandırırlar.

Versay Antlasmasından ne yararlar elde edilmezdi!

Ölçüsüz zulüm, baskı ve utandırıcı bir alçaklık aracı olan bu antlasma, ondan yararlanmak isteyen bir hükümetin elinde, milli uzmanlıkları en yüksek seviyesine çıkarmak için bir çare olurdu. Büyük çapta bir propaganda ile, vahsi bir zevkle yapılmıs olan zulüm ve baskılardan yararlanılmıs olunsaydı, bütün bir millette görülen ilgisizlik, isyan dolu bir nefrete dönüsebilirdi. Bu nefret ve galeyanın en büyük bir hiddet ve azgınlık derecesine yükselmesi mümkün olurdu.

Bu olguları, milletimizin zihnine ve kalbine atesli çizgilerle yazmak ne kadar kolay bir isti. Ortak biçimde duyulan utanma duygusu ve ortak kin, altmıs milyon erkek ve kadında atesten

bir sel biçimine girerek, ortak irade olusur ve böylece hep bir agızdan, "silâhlanmak istiyoruz"

haykırmaları için bir çare olabilirdi.

iste böyle rezil bir barıs antlasması, böyle bir ise yarardı. Üzerimize yükledigi ölçüsüz zulüm

ve baskı ile isteklerindeki yüzsüzlük milletimizin hayati müttefiklerini bulundukları uyusukluk içinden çıkaran en etkili silâhları saglıyordu. Fakat o zaman, çocugun okumayı ögrendigi alfabeden gazetelere varıncaya kadar her yayın, tiyatro ve her sinema, her ilân sütunu ve her bos duvar bu biricik ve büyük ise hasrolunmaydı.

Bugün bizim vatanseverler derneklerinin Tanrı'ya "bizi özgür kıl" biçimindeki yakarısları, en küçük Alman çocugunun dilinde su atesli yakarısa dönüsünceye kadar, yukarıda anlattıgım biçimde hareket etmek gerekirdi: "Tanrım silâhlarımızı günün birinde basarıya ulastır! Her zaman oldugu gibi bize de adaletli davran! Özgürlüge lâyık oldugumuza karar ver! Tanrım zaferimize yardım et!"

Ancak bütün uygun fırsatlar kaçırıldı ve hiçbir sey yapılmadı.

Bu durumda milletimiz gerekeni yapamıyorsa, buna kim hayret eder? Bütün dünya bizi,

döven eli minnettarlıkla yalayan sadık bir köpek ve adi bir usak kabul ederse, buna sasılır mı? Bizim antlasma yapma konusundaki yetenegimizin, bütün milletimizin suçlulugu yüzünden olumsuz yönde etkilendigi de bir gerçektir. Ancak sekiz yıl sınırsız bir zulüm ve baskıdan

sonra, milletimiz özgür olma yolunda iradesini bu kadar az kullanıyorsa, bunun suçu hükümetlerimizin ahlâksız oluslarındandır.

Milletimizin faal bir antlasma politikası izleyebilmesi için, öteki milletlerin gözünde saygı ve itibarının artması gereklidir. Bunun gerçeklesmesi için de, Almanya'nın yabancı devletlerin asagılık yamagı, milletimizi onların hizmetine veren bir angarya mangasının sefi biçiminde

kabul edilmeyecek bir hükümete ihtiyaç vardır. Milli bilincin sesi olacak bir hükümetin is

basında olması gereklidir.

Milletimiz, yukarıda söyledigim seyleri kendine görev sayan bir hükümete sahip oldugu zaman, Reich'ın dıs politikasına verilecek cesaret dolu bir yön, altı yıl geçmeden özgürlüge susamıs bir milletin aynı derecede cesaret dolu iradesinden güç alacaktır.

Düsman milletleri, samimi müttefikler haline dönüstürmenin ne kadar güç oldugunu öne süren ikinci itiraza söyle cevap verilebilir:

Savas propagandasının öteki ülkelerde yapay biçimde gelistirdigi Cermenlik aleyhindeki

genel psikoz; Alman milletinde milli bilincin yeniden dogması sayesinde, Avrupa'nın dama tahtası üzerinde maç yapan ve kendisi ile oyun oynamak mümkün olan bir devletin belirgin niteliklerini yeniden kazanmadıkça, zorunlu olarak sürüp gidecektir. Ancak milletimiz ve hükümetimiz, herhangi bir devlete pek güvenli bir biçimde bir antlasma yapabilecegi izlenimini verebildikleri zaman, o devlet eger çıkarları bizim çıkarlarımıza paralel ise, aksi yönde bir propaganda sonucu kendi kamuoyundaki aleyhimize olan kanaati degistirmeye girisebilir. Ama böyle bir sonuç, pek tabii olarak sebat ve ustaca bir çalısmayı gerektirir.

Öteki devletin de, kendi kamuoyunun kanaatini degistirebilmesi için uzun bir zamana ihtiyacı oldugundan, böyle bir girisimi ancak etraflıca bir düsünmeden sonra, yani bu çalısmanın zahmetine deger bir sey olduguna ve gelecekte olumlu sonuçlar verecegine mutlak biçimde

inandıgında yapılmalıdır. Az çok akıllı bir dısisleri bakanının atıp tutmalarına güvenerek, yeni

yetenek ve duyguların gerçek bir degere sahip olacaklarının güvencesi olmadan, bir milletin manevi yetenek ve davranısını degistirmeye kalkısılmamalıdır. Aksi durumda kamuoyu çok kötü biçimde karıstırılmıs olur. Gelecekte bir devlet ile bir antlasma yapılmasının mümkün

duruma gelmesine en saglam biçimde güvence veren sey, yalnız baslarına birkaç bakanın sisi- rilmis sözleri degildir. Bu güvence, açıkça belirlenmis ve pek uygun görünen hükümet egilimlerinin açıkça yerlesmis ve aynı yöne çevrilmis olan bir kamuoyunun kendisidir. Bu iki konunun uygulanabilecegi hakkında beslenecek kanaat, hükümetin kendi propagandası ile kamuoyunun degismesini hazırlamak ve gelistirmek için büyük bir faaliyetle çalısması ve kamuoyunun egilimlerini, hükümetin egilimleri içinde göstermesi oranında esaslı bir biçim

alır.

Bizim durumumuzda olan bir millet, ancak hükümet ve kamuoyu, özgürlüklerini yeniden elde etmek için mücadele etme konusunda degismez iradelerini, hareket ve davranısları ile açıkladıkları zaman, antlasma imzalamaya yetkili sayılabilirler. Kisisel çıkarlarım savunmak

için yardımları kendisine yararlı görünecek arkadasın yolunu aynen izlemeye, yani bir anlasma yapmaya uygun düsen öteki devlette, kamuoyunu degistirmeye girismeden önce, yerme getirilmesi gerekli ilk sart budur.

Ama göz önünde tutulması gereken bir baska nokta daha vardır: Bir milletin iyice köklesmis olan yetenek ve duygularını degistirmek çok kimse tarafından ilk amacı anlasılmayacak tehlikeli bir is oldugu için islenecek hatalarla, düsmanın eline karsı saldırı için silâh verilmis olunur. Böyle bir sey yapmak hem bir cinayet, hem de bir aptallıktır.

ğu noktanın bilinmesi gerekir: Bir millet, kendi hükümetinin gizli niyetlerim tamamen anlayıncaya kadar pek uzun bir süre geçer. Çünkü, hükümet giristigi siyasal hazırlık çalısmalarının son hedefleri hakkında açıklama yapamaz. Bu durumdaki hükümetler, ya halk topluluklarının körü körüne boyun egmelerine ya da fikren daha gelismis olan yönetici

sınıfların ileri görüslülügüne güvenmek zorundadırlar. Fakat bu basiret, bu siyasal

beceriklilik, ileriyi görme ve konuları anlama yetenegi birçok kiside bulunmadıgı ve siyasal sebepler açıklama yapmaya olanak bırakmadıgı için, milletin milli yol göstericilerinden bir bölümü sürekli olarak yeni egilimlerin aleyhine dönecektir. Bu egilimler, anlamlarına nüfuz edilemedigi için, yalnızca birer deney olarak kabul edileceklerdir. Böylece bu egilimler milletin tutucu unsurlarına, endise ve kusku uyandıracak biçimde görünerek, onların

muhalefet etmelerine sebep olacaktır. Bunun için, iki milleti karsılıklı biçimde anlasmaya

yöneltecek | yaklasma çalısmalarına karsı çıkan kisilerin ellerinden kullanabile-| çekleri silâhların büyük bir bölümünü almak gerekir. Özellikle bi-j zim örnegimizde oldugu gibi, vatansever demeklerin ve kahve polipi likası yapan küçük burjuvaların, kendini

begenmisçesine yaptıkları L garip gevezeliklere son vermek baslıca görevdir. Çünkü yeni bir

sa-( vas donanması ve sömürgelerimizin geri verilmesi için feryat etmenin, bu isteklerin gerçeklesmesine yetmeyecek bir gevezelikten ibaret oldugunu düsünmek ve bilmek gerekir, ingiliz politikasının bir uzantısı olan ve bazıları zararsız, bazıları akli dengeden yoksun bu- lunan, ama hepsi de gerçekte can düsmanlarımız için çalısan bu protesto sampiyonlarının anlamsız olarak iç döküp, yakınmalarından bir olumlu sonuç çıkacagını beklemek Almanya için yararlı sayılamaz.

Bütün dünya aleyhinde zararlı mitinglerle nefes tüketiliyor ve her basarının sartı olan su ana ilke unutuluyor: Yaptıgın isi, tam [;• yap. Bes on devlet aleyhinde bagırıp çagırmakla, en sevilmeyen düsmanınızı kalbinden vurmak için, bütün manevi ve fizik kuvvetlerinizi bir noktanın üzerine toplamak geregi ihmal edilmis oluyor. Böylece bir hesaplasmadan önce, antlasmalarla kendimizi güçlendirmek olanagı elden kaçırılıyor.

iste bu noktada Nasyonal-Sosyalist harekete bir görev düsmektedir. Bugün milletimize; dikkatini küçük kuskuların üzerinden uzaklastırıp en önemlilerini göz önünde tutmayı, ikinci derecede önemli olan seylere çaba harcanmasını önlemeyi, simdi ugrunda mücadele

edecegimiz seyin milletimizin hayatından ibaret oldugunu bilmeyi, darbelerimize hedef

olacak devletin yasama hakkımızı elimizden aldıgını ve hâlâ bu yolda çalıstıgını ögretmek gerekmektedir.

Pek acı fedakârlıklara katlanmak zorunda kalmamız mümkündür. Fakat bu, aklın sözünü dinlemekten kaçınarak ve kuvvetlerimizi en tehlikeli düsmanımıza karsı toplayacak yerde, anlamsız feryatlar çıkararak, bütün dünya ülkeleri ile tartısmaya girismek için geçerli bir sebep degildir.

Alman milleti, bütün dünyanın kendisinden kaçırmak istedigi durumu koruyabilmek hakkına manen sahip degildir. Bundan önce kendi araçlarını satan ve millete hıyanet eden canilerden hesap sormak gerekir, ingiltere'ye, italya'ya, öteki ülkelere uzaktan küfür etmek ve düsmanlarımızın savas propagandalarına malzeme teskil edecek silâhlarımızı elimizden alıp belkemigimizi manen kıran, za yıf düsen Reich'ı bir paraya satan alçakların aramızda

serbestçe dolasmalarına izin vermek, saygıya deger bir sey degildir.

Düsman önceden tahmin edilen baska bir sey yapmamıstır Düsmanın durumu ve hareketleri bize ders olmalıdır.

Eger bunları yapacak yetenegimiz yoksa ve gelecekte her türlü antlasma siyasetini izlemekten vazgeçmek gerekecekse, artık üzüntüye ve ümitsizlige düsmekten baska yapılacak bir sey kalmadıgı bilinmelidir. Çünkü bizim sömürgelerimizi çaldı diye ingiltere ile Güney Tirol'i

isgal ettigi için italya ile, Lehistan ve Çekoslovakya ile antlasma yapmak istemezsek, bize Avrupa'da Fransa'dan baska bir müttefik bulmak ihtimali kalmayacaktır. Oysa, Fransa da bizden Al-sace ile Lorraine'i çalmıstır.

Bu hareket biçiminin, Alman milletinin çıkarlarına uygun gelmesi çok kuskuludur. Oysa böyle bir düsünceyi ve öneriyi bir aptalın mı, yoksa usta bir sarlatanın mı savundugunu sorusturmak her zaman mümkündür. Liderler söz konusu oldugu zaman, ben daima ikinci görüsü tercih ederim.

Bugüne kadar bizim düsmanımız bulunan ve gerçek çıkarları gelecekte bizim çıkarlarımıza uyacak olan bazı milletlerin manevi yeteneklerinde bir degisiklik saglamak, muhakeme

yapma yetisinin karar verebilecegi oranda mümkündür. Yalnız bunun için, bizim devletimizin

iç kuvveti, Alman milletini yardımları bir deger ifade eden müttefik durumuna getirmelidir. Ayrıca kendi beceriksizligimiz, ya da cani gibi davranıslarımız, eski düsmanlarımızla imzalayacagımız bu antlasma tasanlarını, onlann propagandalarına yem yapmamalıdır. En çok üçüncü itiraza cevap vermek zordur. Kendileri ile bir antlasma yapmak mümkün olan

milletlerin gerçek çıkarlarının temsilcileri, bagımsız milli devletlerin ve halk devletlerinin can düsmanı olan Yahudi'nin iradesine ragmen hedeflerine ulasabilecekler midir? Örnegin

geleneksel ingiliz politikası, Yahudiligin ugursuz nüfuz ve etkisine üstün gelebilecek bir güce sahip midir?

Biraz önce de belirttigim gibi, bu soruya da cevap vermek çok güçtür. Bu konuda kesin bir yargıya varılmasına olanak bırakmayaçak derecede birçok hususlar vardır. Herhalde gerçek

olan bir sey bulunmaktadır: Bir devlette yürütme organı, saglam biçimde kurulmus ve ülkenin çıkarlarına hizmet etmek için kendini adamıs olursa, artık uluslararası Yahudiligin nüfuz ve etkisinin hükümet tarafından gerekli sayılan politikaya engel olacagı düsünülemez. Fasist italya'nın Yahudilerin baslıca üç silâhı aleyhinde yönettigi mücadele, devletlerin üstüne çıkan

bu kuvvetin zehirli çengellerini paramparça edebilecegine en iyi kanıttır. Gizli mason derneklerinin yasaklanması, uluslararası basın aleyhinde girisilen kovusturma ve uluslararası Marksizm'in kesin biçimde yok edilmesi sonucu, italya hükümeti yıllar geçtikçe bütün

dünyayı tehdit eden Yahudi yılanının ölüm saçan ıslıklarına aldırıs etmeden, kendi milletinin çıkarlarını çok daha iyi bir biçimde savunur duruma gelecektir.

Aynı durum ingiltere'de ise bu kadar iyi biçimde görülmüyor, ingiltere gibi en özgür demokrasi ülkesinde; Yahudi, kamuoyu aracılıgı ile hemen hemen mutlak bir diktatörlük uygular. Oysa bu ülkede, ingiliz devletinin çıkarlarının temsilcileri ile, Yahudiler tarafından

uygulanan dünya diktatörlügünün sampiyonları arasında, arkası kesilmeyen bir kavga sürüp

gitmektedir.

Bu iki karsıt görüsün nasıl siddetle çarpıstıkları, ilk defa ve pek açık olarak, savastan sonra Japonya sorununda, bir yanda ingiliz hükümetinin, öte yanda basının çesitli durum ve davranıslarında kendini göstermistir.

Savas sona erer ermez, Amerika Birlesik Devletleri ile Japonya'yı birbirlerinden ayıran eski karsılıklı düsmanlık, kendisini yeniden göstermeye basladı. Pek tabii olarak, Avrupa Kıtasındaki büyük devletler, bu yeni savas tehlikesi karsısında ilgisiz kalamazlardı, in-

giltere'yi, Amerika Birlesik Devletleri'nin ekonomik alanda ve uluslararası politika dallarında gösterdigi gelisme karsısında, iki ülke arasında olan ırk akrabalıgı bile, bir gıpta etmekten ve endise duymaktan engelleyemiyordu. Bu eski sömürge, bu anavatan yavrusu, yeni bir dünya hakimi gibi büyümekte idi.

Bugün endise ve üzüntü içinde olan ingiltere'nin eski antlasmalarını gözden geçirmesi gerekmektedir. Artık ingiliz politikasının, "ingiltere denizlere egemendir" denilmeyip,

"Amerika Birlesik Devletleri'nin denizleri" denilecegi günün gelecegini büyük bir üzüntü içinde görmesi kaçınılmaz bir seydir. Kuzey Amerika kıtasının pek büyük devleti, el degmemis topraklardan ürettigi servetler ile, çevresi düsmanlarla sarılı olan Re-ich'a oranla saldırıya çok daha kapalı bir yerdedir.

Kesin ve son oyun için zarları atmak gerekirse, ingiltere yalnız kendi kuvvetleri ile kaldıgı takdirde yok olur. iste bundan ötürü "sarı yumrugu" büyük bir hırs ve siddetle yakalıyor ve ırk bakımından affedilmeyecek bir antlasmaya sarılıyor. Ama bu antlasma, siyasal bakımdan ingiltere için, Amerika Birlesik Devletleri'nin açgözlülügü karsısında dünya üzerindeki durumunu güçlendirmeye yarayacak olan tek çaredir .

Oysa ingiltere, kendisini Asyalı arkadasına baglıyan bagı, Amerika Birlesik Devletleri ile ortaklasa biçimde Avrupa savas alanlarında yönettigi mücadeleye ragmen gevsetmek istemedigi halde, Yahudi basım bu antlasmaya saldırmaktadır.

Yahudi organlarının, 1918 tarihine kadar, Reich'a karsı savas vaziyetinde bulunan ingiltere'nin sadık silâh usaklıgım yaptıkları halde ani olarak kendi yollarını takip etmek alçaklıgını göstermeleri nasıl mümkün olur?

Almanya'nın imhası ingiltere'nin degil özellikle Yahudilerin çıkarlarına uygundu. ğimdi Japonya'nın ezilmesi ingiltere hükümetinin faydasından fazla Yahudi hükümranlıgını bütün dünya üzerine hâkim kılmak gayesini güden liderlerin genis tasarılarına hizmet edecektir,

ingiltere bu dünyada bütün üsleri elde bulundurmak için bütün mesaisini, harcadıgı anlarda

Yahudi kendisine aynı dünyanın zaptını temin edecek hücum planlıyordu.

Yahudi, simdiden Avrupa devletlerinin kendi elinde mukavemetsiz birer oyuncak durumunda olduklarını ve Batı demokrasisi demlen sey ile ya da Rus bolsevizmi ile dogrudan dogruya, bu ülkelere egemen oldugunu bilmektedir. Fakat eski dünyayı agları içinde tutmak, Yahudi'ye yetmiyor. Aynı tehlike, yeni dünya için de geçerlidir.

Yahudiler, Amerika Birlesik Devletleri'nin mali kaynaklarının hâkimidirler. Her yıl 120 milyondan meydana gelen bir milletin üretim araçları Yahudilerin kontrolüne biraz daha giriyor.

Yahudileri fena halde kızdıracak hâlâ mutlak surette bagımsız kalan kimselerin sayısı çok azdır.

Yahudiler, hileli bir basarıyla kamuoyunu boguyorlar ve geleçekteki üstünlüklerinin oyuncagı yapıyorlar. Siyonizmin en üstün kafaları, "Ahdi Atik" tarafından ortaya konan ve israil'in

öteki milletleri yutacagını bildiren parolanın gerçeklesecegi günün yaklastıgını simdiden görüyorlar.

Milliyetlerinden uzak kalmıs ve Yahudi sömürgesi olmus memleketlerin büyük toplulukları arasında bugün hâlâ tek bir bagımsız devlet bulunursa Yahudi'nin bütün tesebbüsü en son dakikada hakim kalabilirdi. Çünkü bolseviklesmis bir dünya, ancak bütün arzı kucaklarsa

mevcut olabilir.

Hâlâ azmini ve milli üstünlüklerini koruyan bir tek devlet kalırsa Yahudi'nin kurmak istedigi dünya imparatorlugu, yeryüzündeki bütün tiranlar gibi, milli fikrin kuvvetiyle yenilecekler ve yok olacaklardır.

Yahudi bin sene içinde dıs sartlara intibak ederek Avrupa milletlerinin temellerini yıkabilmis

ve onları artık muayyen hiçbir türe mensup olmayan melezler haline getirebilmisse de, Japonya gibi Asyalı milli bir devleti aynı kadere ugratmaga güçlü olmadıgını pek iyi anlamıstır. Kendisini Asyalı sarı ırktan ayıran uçurumu doldurama-yan Yahudi, bugün Ingilizi, Amerikalıyı ve Fransızı taklit edebilir. Bundan dolayı aynı ırktan baska devletlerin yardımıyla tehlikeli bir düsmandan kurtulmak için milli Japon Devleti'ni parçalamaga te- sebbüs ediyor. Amacı da, hükümet otoritesinden geri kalacak seyin, kendi ellerinde, savunmasız kimseler üzerinde hüküm süren bir kudret haline gelmesidir.

Kendisi bin senelik "Yahudi krallıgı"ru koruyabilmek için, milli Japon Devleti'nin mevcudiyetinden korkuyor ve bu devletin enkazını, Yahudi diktatörlügünün kurulmasına önce gelmesini istiyor. Vaktiyle Almanya aleyhinde yaptıgı gibi, bugün, milletleri Japonya

aleyhine ayaklandırıyor. Japonya ile anlasan ingiliz diplomasisinin rahat edecegi dakikada ingilizce çıkan Yahudi basınının bu düsünüse karsı savası tavsiye etmesi ve ona karsı

"Kahrolsun, Japonya militarizmi ve emperyalizmi" nidalarıyla demokratik ilkeler namına bir imha savası hazırlaması mümkün olabiliyor, iste, ingiltere'de Yahudi'nin dik baslılıgı bundan ileri geliyor. Yahudilerin bütün dünya için meydana getirdikleri tehlikeye karsı mücadele bu memlekette baslayacaktır. Burada da Nasyonal Sosyalist hareket en önemli vazifelerinden

birini yerine getirmek durumunda kalacaktır. Nasyonal sosyalizm yabancı milletlerin ne

olduklarına dair milletimizin gözünü açmalı ve ona simdiki dünyanın gerçek düsmanının kim oldugunu hatırlatmaktan geri kalmamalıdır, insanlıga fenalık yapan düsmanın üzerine

herkesin hiddetini yöneltmeli ve bütün felâketlerimizin gerçek sebebinin o oldugunu göstermeliyiz.

Memleketimiz can düsmanının kim oldugunu bilmeli ve tarafımızdan bu düsman aleyhine idare edilen mücadele diger milletlere savasçı ve saf insanlıgın selâmeti ugrunda tutacakları yolu gösterecek yeni zamanlar müjdecisi bir yıldız niteliginde olacak biçimde hareket etmelidir. Akıl rehberimiz, irade kuvvetimiz olsun! Hareket ve davranıslarımızı emreden mukaddes vazife bize sebat ve devamlılık versin, imanımız bizim için bir koruyucu ve en yüksek hâkim olarak kalsın.

BÖLÜM 27

iki düsünce beni Almanya ile Rusya arasındaki münasebetleri özellikle dikkatli bir surette incelemege sevk ediyordu.

A) Önce Alman dıs politikasının en kesin sartları bahis konusudur.

B) Bu sorun, genç Nasyonal Sosyalist Partısi'nin basireti ve uy-1 gulamasındaki isabeti hakkında bir ölçü teskil etmektedir. . Özellikle ikinci nokta, itiraf etmeliyim ki, çok kere içime acı f"bir endise dolduruyor. Genç hareketimiz fertlerim lakaytlar sahasın-"dan ve çok nefret edilen doktrinler arasından temin eder. Binaenaleyh bir adam üzerinde dıs politikanın anlasılması hususunda, evvelce mensup oldukları siyasi veya doktrinler mahfillerin kasti ka- rarlarının ve zayıf fikirlerinin tesir yapmakta devam etmesi pek tabiidir. Bunların, bu kabil meselelere dair almıs oldukları dersler ne kadar zararlı olursa olsun sagduyu sayesinde, hiç olmazsa kısmen, o derslerin telâfi ve tamir edilmis olması nadir degildir. O zaman, evvelce

tesir yapan nüfuzun yerine daha iyisi ikâme edilmesi kâfidir. Çok kere, muhafaza edebildikleri saglam egilimlerin ve canlı içgüdünün en faydalı müttefikler meydana

getirdikleri görülür. Öte yan-, dan terbiyesi çılgınca ve mantıksız olan ve bununla beraber

içgüdüsünün son kalıntılarını da objektiflik mihrabı üzerinde feda etmis , bulunan bir adamı siyasi düsüncelerin içine çekebilmek, çok daha zordur. Bizim aydın denilen çevrelerimize mensup olan kimseleri ' kendi çıkarları ve dısta milletlerinin menfaatleri lehinde vaziyet almaga sevk etmek gayet zor bir is teskil ediyor. Bunların üzerinde yalnız gayet garip düsüncelerin ve zanların ezici agırlıgı hüküm sürmez. Bunlar devamlı olmak içgüdüsünün hamlelerim takipte asırı bir mahrumiyet içinde kalmıslardır.

Nasyonal Sosyalist Hareket, bu adamlarla çetin mücadelelere katılmak zorunda bulunuyor. Bunlar üzücü mücadelelerdir. Çünkü, bu adamlar, ne yazık ki, büyük acizliklerine ragmen çok kere fevkalâde bir gurur ve büyüklük ile doludurlar. Bu yüzden baskalarına, hatta

kendilerinden daha yüksekte olanlarla iliski kursalar bile, bütün adalete ragmen, yukarıdan bakmaga egilim gösteriyorlar.

Her seyi herkesten iyi bilen bu magrur kimseler sogukkanlılıkla bir seyi incelemekten veya tartmaktan âcizdirler. Halbuki dıs politikada herhangi bir seye tesebbüs veya herhangi bir seyi gerçeklestirmek için bu esaslı bir sarttır.

Bu çevreler, bizim dıs siyasetimizi gayet felâketli bir surette idare ettikleri, milletimizin ırkçı menfaatlerini her türlü etkileyici savunmadan uzaklastırıp kendi garip ideolojilerinin

hizmetine soktukları için, dıs politikamızın en önemli meselesi, yani Rusya'ya karsı olan durumumuzu, taraftarlarımın önünde, özellikle itina ile incelemege kendimi mecbur

görüyordum. Bunu herkesin anlaması için icap ettigi nispette ve bu eserin çerçevesinin müsait oldugu derecede yapacagım. Bu münasebetle asagıdaki su düsünceyi ileri sürecegim.

Eger, dıs siyaset deyimi ile bir milletin bütün dünya ile münasebetlerinin düzenlemesini anlarsak, bu tanzim isi tamamen açık vakalara tâbi bulunur. Biz Nasyonal Sosyalistler ırkçı

bir devletin dıs politikası hakkında su prensibi ilân edebiliriz.

Irkçı devletin dıs politikası, bir taraftan nüfusun adedi ve diger taraftan topragın genisligi ve degeri arasında saglam hayat yetenegine sahip, tabii "kanunlara uygun bir iliski kurarak bu dünya üzerinde yasama sartlarını saglamalıdır. Bundan baska saglam iliski diye öyle bir

durum kabul edilebilir ki, bu da bir milletin devamlılıgını kendi topraklarının kaynakları ile saglamasıdır. Baska herhangi bir rejim asırlarca devam etse bile aklı selime uyamaz. Bu bir millet için mahvolmak degilse bile, büyük zararlara sebep olur.

Yeryüzünde yeterli bir alan, bir milletin yasama hürriyetini temin eder.

Iskan edilen bir arazinin genisligi hakkında zamanın sartlarına ve tarımsal üretimin, nüfus sayısı ile oranına göre hüküm verebiliriz. Çünkü, "Almanya'nın antlasmalar politikası" bölümünde açıkladıgım gibi, her devletin toprak genisliginin önemine, askeri ve siyasi

bakımdan ehemmiyeti de eklenir. Bir millet, mevcut topragının genisligi ile maisetinin temin edildigini gördügü zaman, mevcut topragının güvenligim garanti etmek mecburiyetindedir.

Bu garanti, devletin siyasi kudret ve kuvvetinin toplamından dogar. Kuvvet ve kudret onun cografi durumunun, askeri kıymetinin dogrudan dogruya neticesidir.

Alman Devleti kendi gelecegini ancak bir dünya devleti sıfatı ile düsünebilir, iki bin yıla yakın bir zaman içinde, az çok basarılı dıs politika faaliyeti adını vermemiz gereken milletimizin menfaatlerini idaresi bakımından dünya tarihinde bir parçayı teskil ediyorduk. Biz bile buna sahit olmustuk. Çünkü, 1914'ten 1918 yılına kadar devam eden büyük

milletlerin mücadelesi, Alman milletinin dünya üzerinde varlıgı için bir mücadeleden baska

bir sey degildi. Biz, bu olaya Dünya Savası diyoruz. Alman milleti bu kavgaya sözde bir

dünya devleti gibi giristi. "Sözde" diyorum; çünkü gerçekte bir dünya devleti degildi. 1914'te yüzölçümü ile nüfusu arasında baska bir münasebet mevcut olsa idi, Almanya gerçekten bir dünya devleti olacaktı ve savas, diger sebepler vazgeçerse, müsait bir neticeye ulasacaktı, isin içine karısan olmasaydı ne gibi neticeler meydana gelecekti? Bunu göstermek benim vazifem degildir, buna niyetim de yoktur. Fakat, vaziyeti hiç süslemeden bütün sadeligi ile izah etmegi

ve hiç olmazsa Nasyonal Sosyalist Partisi için de gerekli olan seyler hakkında daha açık bir

görüs için endise verici zayıf noktalar üzerinde durmayı mutlaka gerekli sayıyorum. Bugün Almanya bir dünya devleti degildir. Geçici askeri zaafımız ortadan kalksa bile, artık böyle bir unvan iddia edemeyiz. Nüfusunun, yüzölçümüne nispeti bakımından simdiki Alman Reich'i

gibi üzüntü verici bir varlıgın dünya üzerinde ne önemi olabilir? Dünyanın her parçasının yavas yavas bir devlete baglandıgı bir devirde bu devletlerden bazıları hemen hemen koca kıtaları ihtiva ederler, bassehri ancak bes yüz kilometre kare olan gülünç bir dünya devletinden bahse imkân yoktur.

Yalnız toprak görüsünü ele alırsak, Alman topraklarının yüzölçümü dünya devletleri adı

verilen, devletlere göre tamamıyla ortadan kaybolur, ingiltere bunun aksine bir delil diye ileri sürülmemelidir. Çünkü ingiliz anavatanı gerçekte Dünya ingiliz imparatorlugunun büyük baskentinden ibarettir. Bu imparatorluk hemen hemen yeryüzünün dörtte birini kaplar.

Bundan baska, her seyden önce Amerika Birlesik Devletleri'ni, Rusya'yı, Çin'i birer dev

devlet saymalıyız. Bunlarda öyle toprak tesekkülleri bahis konusudur ki, yüzölçümleri simdiki

Alman imparatorlugu topragından on kere fazladır. Fransa bile bu devletler arasında sayılmalıdır. Ordusunu, gittikçe artan bir ölçü içinde büyük imparatorlugunun renkli ahalisinin kaynakları sayesinde kuvvetlendirmesinden baska, zenciler tarafından istilâsının

Avrupa toprakları üzerinde bir Afrika devletinin dogmasından gerçekten söz edebilecek bir biçimde seri ilerleme göstermesi de bunda rol oynuyor. Bugünkü Fransa'nın sömürge politikası, eski Almanya'nın politikası ile mukayese edilemez. Fransa'nın gelismesi simdiki tarzda üç yüz sene daha devam edecek olursa son Fransız kanı, kurulmakta olan Afrikalı ve

Avrupalı melez devletin içinde ortadan kalkacaktır. Rhinden Kongo'ya kadar uzanan bagımsız

bir yerlesme arazisi vücut bulacak ki, bu saha, devamlı bir melezlesmenin etkisi altında agır agır tesekkül eden asagı bir ırk ile dolacaktır, iste Fransız sömürge politikasını, eski Alman politikasından ayıran nitelik budur. Alman sömürge politikası, bütün yaptıklarımız gibi hep

yarı tedbirlerden ibaretti. Ne Alman ırkının iskân toprakları genisletildi, ne de canice olmakla beraber zenci kanma müracaat suretiyle Reich'ın kuvvet ve kudretini takviye etmek

tesebbüsüne kalkısıldı. Dogu Alman Afrika'sının Ascaris'leri bu yolda korkak bir tecrübe

teskil etmislerdir. Gerçekte bu kuvvetler, yalnız sömürgenin savunmasına hizmet ettiler. Zenci askerleri Avrupa'da bir harekât sahnesine nakletmek fikri, Dünya Savası sırasında

imkânsızlıklar istisna edilirse, müsait fırsatların dogabilecegi dikkate alınmadıgından proje halinde bile hiçbir zaman mevcut olmamıstır. Oysa bu husus öteden beri Fransızlarda

sömürge faaliyetlerinin derin sebeplerinden biri olarak kabul edilmistir. Bugün yeryüzünde birtakım devletler görüyoruz ki, bazıları nüfuslarının miktarı ile Almanya'ya karsı üstün geliyorlar. Bu devletler üstünlüklerinin belli baslı sebeplerini özellikle yüzölçüm-lerinin genisliginde buluyorlar. Alman imparatorlugu ile diger dünya devletleri arasındaki arazinin yüzölçümü ve nüfusu bakımından mukayeseleri hiçbir zaman bize bugünkü kadar gayri

müsait gelmemisti. Meger ki, iki bin sene geriye, tarihimizin baslangıçlarına y\ den o

zamanlar taptaze bir millet idik; harap olmak üzere bulunan büyük devletlerden mürekkep bir âleme atesli bir hamle ile giriyor dük. Bu devletlerden sonuncusunu, Roma'yı yıkmaga yardım ettik. Bugün kurulus halinde bulunan büyük ve kuvvetli devletlerden mürekkep bir alemde yasıyoruz. Bunların arasında bizim kendi imparatorlugumuz, her gün bütün önemim

kaybedecek kadar geriliyor. Bu acı gerçegi sükûnet ve sogukkanlılıkla göz önünde tutmamız lâzımdır. Nüfus çogunlugu ve yüzölçümü bakımından Alman Ğmparatorlugu ile diger

devletleri yüzyıllar arasındaki halleri ile takip etmemiz, karsılastırmasını yapmamız gerekmektedir. Biliyorum ki, o zaman herkes kendi görüslerini açıklarken söyledigim dü- süncelere büyük bir üzüntü içinde varacaktır. Almanya artık bir dünya devleti degildir. Askeri durumun kuvvetli veya zayıf olmasının bu hususta bir önemi yoktur. Biz artık yeryüzünün

baska hiçbir devletiyle mukayese edilemeyiz. Bu bizim dıs siyasetimizin açıktan açıga

alçakça bir hareketin sonucudur. Belirli bir amaca baglılıgın ürünüdür. Sözün kısası sürekli yasama duygularının kaybedilmesi sonucu ortaya çıkan durumdur. Eger Nasyonal Sosyalist Hareket tarih huzurunda milletimiz lehinde büyük bir kutsi vazifesinin tasdik ve kabulünü

gerçekten üretim etmek isterse; yeryüzünde Alman milletinin gerçek durumunu tamamen acı bir biçimde olduguna kanaat getirerek simdiye kadar Alman milletinin dıs politikasına

rehberlik etmis olan suursuzlukla ve basiretsizlikle mücadeleye gi-rismelidir. O zaman

"geleneklere" ve "batıl fikirlere" hiç önem ve deger vermeden, milletimizi, kuvvet ve kudretimizi bir araya toplamak cesaretini bularak, onu simdiki dar yuvasından çıkaracak ve yeni topraklara götürecek ve bu suretle yeryüzünden kaybolmak veya baskalarının esareti altına girmek tehlikesinden kurtaracak yola sokmalıyız. Nasyonal Sosyalist Hareket

nüfusumuzun toplamı ile topragımızın yüzölçümü arasındaki nispetsizligi ortadan kaldırma- sında tarihi geçmisimizle hiçbir çıkar yolu olmayan simdiki aczimiz arasındaki uçurumu açıklamaya çalısmalıdır. Yüzölçümü tıpkı geçinme kaynakları gibi siyasal kuvvet ve kudretin istinat noktası telâkki edilir. Bu yeryüzünden en yüksek insanlıgın muhafızları olarak bizlerin

en büyük görevlerle de yüklü bulundugumuzu idrak etmeliyiz. Alman ırkının suurunu vermek hususunda ne kadar rnesgül olur ve köpek, beygir ve kedi yetistirmekten baska kendi kanı-

mıza da merhamet edersek, bu görevi o kadar mükemmellikle yerine getirmis oluruz. ğimdiye kadar takip edilen Alman dıs politikasına ehliyetsiz ve kör vasfını verdigim zaman, bunun delilini bu politikanın hakikaten yoklugu ortaya koymaktadır. Eger, milletimiz fikir

bakımından küçülmüsse veya korkak bir hale gelmisse yeryüzündeki mücadelesinin sonuçları, bugün gözümüzün önünde bulunan sonuçlardan daha kötü olamazdı.

Hattâ savastan evvelki son on yıl içindeki gelisme bizi bu konuda yanıltmamalıdır. Çünkü bir imparatorlugun haddi zatında kuvvetim ölçmek kabil degildir. Bu, yalnız baska devletlerle mukayese edilerek yapılabilir.

Böyle bir kıyas ise, diger devletlerin kuvvet ve kudretinin artması, daha muntazam ve daha önemli sonuçlara baglı oldugunun bir delilini elimize verir.

Bu sartlar altında Almanya, görünen yükselisine ragmen, gerçekte diger devletlerden gittikçe daha çok uzaklasıyor ve çok arkada kalıyordu. Sonuçta fark, bizim zararımıza olarak

artıyordu. Hattâ nüfus artısı bakımından da, aradaki fark gittikçe büyüyordu. Milletimiz süphe yok ki kahramanlık yönünden bu dünyada hiçbir milletten geri kalmamıstır. Her sey hesaba katılırsa, milletimiz, kendi varlıgını devam ettirmek için, yeryüzünde herhangi bir millette esi-

ne rastlanmayan kan fedakârlıgında bulunmustur. Bu fedakârlıklar bosa gitmisse, sebebi fena kullanılmıs olmalarıdır. Aynı düsünceyi takip ederek, bin seneden beri Almanya'nın tarihini

esaslı surette inceledigimiz, onun bütün savaslarına ve sayısız kavgalarına hayalimizde bir

geçit resmi yaptırdıgımız ve simdi meydana çıkmıs kesin sonuçları tahlil ettigimiz zaman, bu kan denizi içinden yalnız üç olayın yükseldigini görürüz.

Bu olayları dıs politikada ve kısaca bir tabir ile politikada basiretli bir hareketin devamlı emareleri gibi telâkki edebiliriz.

A) Dogu sınır vilâyetinin kolonize edilmesi ki özellikle Baiouva-resler tarafından yapılmıstır.

B) Elbe'nin dogusundaki yerlerin fethi ve oralara nüfuz edilmesi.

C) Prusya, Brandebourg, Hohenzoller Devleti tarafından meydana getirilen teskilât ki yeni bir imparatorlugun modeli ve çekirdegidir. Bu vakalar gelecek için verimli derslerle doludur. Dıs siyasetimizin ilk iki büyük basarısı en devamlıları olarak kalmıstır. Bunlar olmasaydı

milletimiz artık hiçbir rol oynayamayacaktı. Bunlar gittikçe artan nüfus ile topragı dengeli bir halde bulundurmak için yapılmıs ilk tesebbüstür. Ne yazık ki, bizim Alman tarihçileri eskiler için essiz bir önemi olan fakat, basarılı olmayan bu kudretli icraatı gerçek degerleri ile takdir edememislerdir. Aksine tarihçilerin, mümkün olan seyleri övmeleri, garip kahramanlıklar ve milletin gelecegi bakımından önemsiz kalmıs birçok savaslan ve kavgaları göklere

çıkarmaları gerçekten bir felâket sayılabilir. Siyasi faaliyetimizin üçüncü basarısında Prusya Devleti'nin kurulusunda ve bundan sonra devlet hakkında özel bir inanısın dogusunda Alman ordusunun mevcut durum ve sartlara uygun ve teskilâtlı bir sekil altındaki devamlılıgının ve

kendi kendisini savunma duygusunun rolü büyüktür. Kisisel savunma duygusunun milli

savunma zorunlulugu duygusuna dönüsmesi, devletin bu seklinden ve bu görüsünden ileri gelmistir, ihtiva ettigi ırkların çesitli olusunun semeresi olan ferdiyetçiligin ifratı ile ayrılık

içinde kalan Alman ırkı, Prusya ordusunun disiplini sayesinde çoktan beri kendisi için yabancı

bir hale gelmis olan teskilât sorununun hiç olmazsa bir kısmını tekrar çözümledi. Baska ırklarda esasen sürü birliginin içgüdüleri içinde var olan sey, bizim milli toplulugumuzda

askeri terbiye gibi suni bir yol ile telkin edilmistir. Onun için mecburi askerligin kaldırılması bizim için pek kötü neticeler tevlit etmistir. Daha on Alman nesli, askeri bir egitim almadan,

ırk ve felsefi düsüncelerin farkına varmadan müstakil birer fert haline getirilecek ve Alman ırkı artık bir medeniyet gübresinden ibaret kalacak ve nihayet temiz kanının son kalıntısı da içimizde mahvolup sönecektir. Irkımızın bin yıllık siyasi kazancını, bizden ziyade

düsmanlarımız daha iyi anlamıs ve takdir etmislerdir. Irkımızın en temiz milyonlarca evlâdını kapıp alan ve bir sonuç alınamayan essiz kahramanlıklar bugün kulaklarımızı hâlâ

uguldatıyor.

Bugünkü ve gelecekteki davranıslarımız için, milletimizin kazanmıs oldugu gerçek basarılarla milli kanın hiç faydasız tehlikeye atıldıgı hal ve sartları birbirlerinden ayırmak gereklidir.

Biz Nasyonal Sosyalistler, hiçbir sekilde bugünkü burjuva âlemimizin yersiz ve gürültülü vatanperverligine istirak etmemeliyiz. Özellikle savastan önceki son gelismenin gelecegimizi

bir parçacık bile bir kayıt altına almıs gibi düsünmede dahi öldürücü bir tehlike vardır. Biz, yeniden dıs siyaset düsüncesinin sampiyonu olmalıyız. Yani topraklarımızla nüfusumuzu, uyarlı bir biçime sokmalıyız. Evet! Bizim maziden ögrenecegimiz seylerin hepsi siyasi

hareket ve icraatımıza çifte bir hedef tespit etmektir: Dıs siyasetimizin gayesi olan toprak ve

iç siyasetimizin amacı olan yeni bir felsefi doktrin. Arazi kazanmak davasının ahlâk

bakımından ne dereceye kadar mesru oldugunun tayini konusu üzerinde kısaca duracagım. Bu konu çok önemlidir.

Sözde ırkçı muhitlerde kendim begenmis gevezeler çıkıyor, Alman ırkına 1918 haksızlıgının tamirini tavsiye etmege ugrasıyorlar, iste bu sebeple ırkçı kisiler, bütün dünyaya güven vermeye kendilerini zorunlu görüyorlar.

Ben, sunu söyleyecegim: 1914 hudutlarını tekrar kurmak iddiası siyasi bir hezeyandır.

1914'te Reich sınırlarının hiç de mantıki olmadıgı ayrı bir konudur. Bu sonuçlar, böyle bir girisimi gerçek bir cinayet gibi gösterirler. Gerçekte bu sınırlar Alman milliyetine mensup bütün insanları ihtiva etmiyordu. Strateji yönünden de akla uygun degildir. Hatta amaç

edinmeye ve düsünceye dayanan siyasal bir hareketin sonucu da olamazlar. Sona ermemis

mücadele esnasında geçici sınıflardır. Hatta kısmen bir rastlantı sonucudur.

Alman tarihinin baska bir önemli yılı, haklı olarak, hem de çok daha haklı olarak ele alınabilir

ve o günkü durumun yeniden saglanabilmesi, bir dıs siyasetin uygulaması için amaç olarak gösterilebilirdi. Oysa burjuvalarımız, gelecege ait küçücük bir siyasi fikre mâlik degildir.

Onlar maziye, hem de en yakın maziye kapanıp kalırlar. Baslarını arkaya çevirdikleri zaman bakısları kendi zamanlarından öteye uzanmaz. Tembel olusları, onları belirli bir duruma bag-

lar ve bütün degisiklikler karsısında direnirler. Gerçi bu kendini savunma ile ilgili faaliyet, hiçbir zaman basit bir inattan yukarı çıkmaz, iste bundan dolayı bu adamların siyasal ufuklarının 1914 yılından daha gerilere uzanamaması, tamamen akıl erecek bir durumdur. Fakat o günkü sınırların yeniden saglanmasını siyasal çalısmalarının amacı olarak açıklamakla, düsmanlarımızın parçalanmak üzere olan antlasmalarını yeniden

saglamlastırıyorlardı. iste birbirinden çok farklı hedeflere yönelmis olan devletlerin katılmıs oldukları bir Dünya Savası'ndan sekiz yıl sonra, o günkü galipler antlasmasının hâlâ bir birlik içinde olabilmesi ve bu birligi koruya yukarıdaki sözlerimizle açıklanabilir. Bu devletlerin lu-

psı da, Almanya'nın yıkılmasından yararlandılar.

Bizim güçlü olusumuzun yarattıgı korku, bu büyük drvlriln den her birinin hırs ve kıskançlıgını ortadan kaldırdı. Onlaı bı.-ıın Reich'ımızın mümkün oldugu kadar genis bir bölümünü kalkınma ya karsı en iyi bir garanti aracı addediyorlardı. Endise içinde bulu nan vicdanları ve ırkımızın kuvvetine karsı besledikleri korku bu gün bile bu ittifak üyelerini birlesik tutan en devamlı çimentodur. Biz, kendilerini fikirlerinden caydırmak için bir sey yapmıyoruz Burjuvalarımız Almanya'ya siyasal program olarak 1914 sınırlarının yeniden

saglanmasını taahhüt ettigi zaman, düsmanlarımızın arasından çıkmak isteyenlerden her birini geri çekilmek zorunda bırakıyordu. Hepsi yalnız basına hücuma ugramaktan korkuyor. Her devlet bu parolanın kendisine ait oldugunu ve ondan tehlikeye düstügünü hisseder. Böyle bir parola iki kere mantıksızdır.

1 -Çünkü bunu, toplantı aksamlarının romantizminden realiteye aktarabilmek için gerekli olan vasıtalara sahip degillerdir.

2 - Çünkü bu sonuçlar gerçekten elde edilse bile, o kadar degersiz olacaktır ki, milletimizin kanını yeniden tehlikeye sokmak zahmetine degmeyecektir.

Çünkü 1914 sınırlarının yeniden saglanabilmesınin, kan dökmeden olabilecegine kimse

ihtimal veremez. Yalnız birtakım saf düsünürler, çocukça ve asagılık davranıslarla, ricalarla Versay Antlas-ması'nm düzeltilmesinin mümkün olabilecegi düsüncesi ile kendilerini avuturlar.

Bizim siyasi adamlarımızın yarısı yalnız kurnaz unsurlardan olusur. Bunlarda hiç karakter yoktur. Sözün kısası ırkımıza düsmandırlar. Diger yarısı ise, aptal, zararsız, nazik ve iyimserdir.

Devletlerin sınırları hakkında artık prensler ve prenslerin metresleri pazarlık yapmıyorlar. ğimdi öteki milletlere tahakküm e den insafsız kozmopolit Yahudi savasıyor. Hiç kimse bogazına sarıları bu eli kılıca basvurmadan savusturamaz. Milletleri esaret altına almaya çalısan uluslararası dolaplara ve oyunlara bir hamlede meydan okuyabilmek, ancak milli ihtirasın bir noktada toplanan kuvveti ile mümkündür. Ancak böyle bir hareket kan

dökülmeden meydana gelmez. Bu arada sunu belirteyim, Almanya'nın gelecegi bu cesit siyasi oyunların dısında en büyük fedakârlıgı gerektirdigi kanaati meydana gelse de, bu fedakârlık kavganın ona lâyık bir gaye ugrunda göze alınmasını gerektirir.

1914 yılının sınırları Alman milletinin gelecegi için hiçbir deger tasımaz. Bunlar ne maziyi kurtarmak için bir teminattır ne de gelecegi. Bu sınırlarla Alman milleti ne iç birligini

koruyabilir ne de yiyecegini saglayabilir. Bu sınırlar askeri açıdan ne iyi seçilmis, ne de güven verici sayılabilirler. Sözün kısası, bu sınırlar, bugün öteki dünya devletlerine, ya da gerçek

dünya devletlerine oranla bulundugumuz durumu düzeltmez, ingiltere ile aramızdaki mesafe

1914 sınırları ile kısaltılamayacaktır. Amerika Birlesik Devletleri'nin büyüklügüne erisilemeyecektir.

Fransa bile dünya politikasındaki öneminden esaslı bir degisiklik duymayacaktır. Kesin bir sey vardır: 1914 sınırlarım geri almak gayesiyle yapılacak girisim olumlu sonuç verse bile, böylece yeni bir kan alma islemi yapılmıs olacaktır. Bu, o kadar siddetli olacak ki, milletimizin bugününü ve gelecegini temin için yeni bir fedakarlıga katlanmak imkânı kalmayacaktır. Mühim olmasa bile böyle bir basarı sarhosluguyla artık yeni gayeler aranmayacaktır. Çünkü "milli seref ve haysiyet" tamir edilmis ve ticari gelisimin temini ihtimalleri

belirmis olacaktır.

Biz Nasyonal Sosyalistler dıs politikamızın amaçlarına sarsılmaz biçimde baglanmalıyız. Bu amaç Alman milletine dünyada hakkı oldugu araziyi temin etmektedir. Yalnız bu hareket kan dökmeyi, Tann huzurunda ve Alman milletinin sürekliligi ugrunda kan dökmeyi mazur gösterebiliriz. Biz, dünyaya sürekli kavga bahasına her gün ekmegimizi kazanmak için getirildik. Öyle yaratıklarız ki, hiçbir sey bize karsılıksız olarak verilmemistir. Yeryüzünde

hâkimlik vasfımızı zekâ ve cesaretimize borçlu olacagız. Böylece bu sayede yeni topraklar el-

de etmeye ve bu yeni topraklan korumaya kadir olacagız.

Gelecegin Almanya'sı binlerce yeni vatandas vermeden tek bir vatandasın kanı

dökülmeyecektir. Alman köylü nesillerinin gürbüz evlatlarının üzerinde çogalacagı topraklar; bizim kendi çocuklarımızın fedasını haklı gösterecekler ve dökülen kandan, milletimize yüklenen fedakarlıktan sorumlu olan ve hatta bundan dolayı kendi nesilleri tarafından itham edilen devlet adamlarının affedilmelerine sebep olacaklardır. Kötü ırkçı yazarların, toprak

fethini insanlıgın kutsal haklarına bir tecavüz saydıkları için karsılarına dikilecegim. Bunların tahrik edecegi kıpırdanıslar milletimizin düsmanlarının isine yarar. Bu tip heriflerin

arkalarında kimlerin saklı oldukları bilinemez. Fakat bu katiller milletimizin hayati gereklerinin bir amaç etrafında toplama siyasetini dipten çürütmeye, ortadan kaldırmaya

hizmet ve istirak ederler. Alman sınırları ebedi siyasi mücadele için geçici sınırlardır. Çünkü hiçbir millet yeryüzünde yüksek bir irade, ya da hak dolayı-sı ile bir metrekarelik yere bile sahip degildir. Almanya'nın sınırları ebedi ve siyasal mücadele sırasında kendim

savunabilecek nitelikte ve geçici sınırlardır. Öteki milletlerin üzerinde oturdukları toprakları

da sınırlayan çizgiler de böyledir. Nasıl yeryüzünün olusumu ancak bir aptala granit gibi degismez görünebilirse, gerçekte yeryüzünün sürekli gelisimi dıs görünümü itibariyle bir hareketsizlik arz eder. Bu gelisim tabiat kuvvetlerinin arkası kesilmeyen faaliyetlerinin sonucudur. Bu hareketsizlik yarın daha etkili kuvvetler tarafından degisebilir, ya da yok

olabilir. Milletleri birbirlerinden ayıran sınırlar için de aynı sey geçerlidir. Devletlerin sınırları insanların isidir ve onlarca degistirilmistir.

Bir milletin çok genis topraklar elde etmeyi basarmasından dogan sonucu, sonsuza kadar kabul etmek zorunlulugu yoktur. Ancak olsa olsa, topragı elde edenin güçlü olusu ve yenilgiye ugrayanın zaafı ortaya çıkar. Bugün tahammül gösterilemeyecek kadar bir toprak parçası üzerinde sıkısık bir durumda hapsedilmis olan Alman milleti çok kötü bir gelecege dogru gidiyorsa, bu kaderin bir hükmü degildir ve bu duruma karsı ayaklanmak, kadere bir

saldırı anlamına gelmez. Yüksek bir kudret, bir ırka, Alman ırkının sahip oldugu topraklardan daha çok yer vaadetmistir. Atalarımız bugün üzerinde yasadıgımız topragı Tanrı'dan bir ihsan olarak almıs degildir. Onu, hayatlarını tehlikeye atarak fethetmek zorunda kalmıslardır.

Bunun gibi, gelecekte de, ırkımıza toprak ve toprak ile beraber yasama vasıtalarını verecek

olan kuvvet, hiçbir zaman Tanrı'mn lütfü olmayacaktır. Bunu yalnız muzaffer kılıcın kudreti elde edebilecektir.

Bugün hepimiz, Fransa ile hesaplasmanın gerekli olduguna inandıgımız kadar, eger dıs siyasetimizin amaçları yalnız buna yönelik olursa, bu hesaplasma isinin genel görünümü ile bizim için geçersiz ve etkisiz bir sey olacagına da o kadar inanıyoruz. Böyle bir girisim, ancak

Avrupa'daki topraklarımızın genisletilmesi için arkamızı güven altına almaktan baska bir ise yaramaz. Bize dar gelen toprak sorununu, sömürgeler elde etmek yolu ile çözümleyemeyiz.

Bu isi, ancak anavatanın yüzölçümünü çogaltacak toprakları elde etmekle çözümleyebiliriz. Böyle hareket edilirse, yeni kolonilerin anavatan ile olan samimi birlikleri saglanmıs olur. Ayrıca buna topraklarımızın birlestirilmesi ile ortaya çıkan büyük görünümün arz edecegi üstünlük sebepleri de eklenir.

Irkçı hareket baska milletlerin avukatlıgım yapacak degildir. O, kendi ırkı için dövüsecektir. Geçmise hakaretle hiçbir sey kazanılmaz. Eski Alman politikası, hanedan bakımından, bir haksızlık telâkki olunmustu. 'Bagımsız politikada kozmopolit bir "ırkçılık" ahmak duygusallıgından ilham almamalıdır. Özellikle biz, masum ve pek zavallı olan küçük ırkların bekçileri degiliz. Kendi ırkımızın askerleriyiz.

Biz Nasyonal Sosyalistler bununla da yetinmemeliyiz. Büyük bir ırk, yerinin azlıgı yüzünden harap olmaya mahkûm görünürse, topraga ve araziye sahip olma hakkı bir görev teskil

edebilir. Özellikle herhangi küçük bir zenci milleti söz konusu olmayıp da, bütün hayatın

anası, günümüzdeki bütün uygarlıgın yaratıcısı olan Almanya söz konusu olursa, iste o zaman

Almanya, ya bir dünya devleti olacaktır, ya da ortadan kalkacaktır.

Fakat bir dünya devleti olmak için kendisine gereken önemi ve vatandaslarına yasama

sartlarım verecek toprak genisligine muhtaçtır. Bunun için biz Nasyonal Sosyalistler savastan önceki dıs politikamızı bir kalemde çiziyoruz. Altı yüzyıl önce nerede kalınmıs ise, o

noktadan baslıyoruz. Avrupa'nın güneyine ve batısına dogru Germenlerin ebedi yürüyüsünü durduruyor ve gözlerimizi doguya çeviriyoruz. Savastan önceki dönemin sömürge ve ticaret politikasına son verip, gelecegin toprak politikası dönemini açıyoruz. Bugün, Avrupa'da yeni topraklardan bahsediyorsak, önce Rusya'yı ve ona baglı olan komsu ülkeleri düsünebiliriz. Kader bile bize, parmakla bunu göstermek istiyor denebilir.

Çünkü Rusya, Bolseviklik içine batmakla, Rus ırkının, bugüne kadar devlet sıfatı ile varlıgım tesis eden ve bu vazifeyi üzerine alan o aydınlar tabakasından mahrum kalmıstır. Rus

Devleti'nin teskilâtı Rusya'da Slavlıgın siyasal yeteneklerinin sonu olmamıs daha çok, degeri

az olan bir ırk üzerinde Cermen unsurunun devletler yaralan eylem ve uygulamasının dikkate deger bir örnegini ortaya koymustur. Yeryüzündeki güçlü devletlerin birçogu böyle yaratılmıslardı ı. Baslarında Cermen teskilâtçılar ve idareciler bulunan asagı kavimler, çok

kere, özel bir anda kuvvet ve kudret sahibi devletler olacak derecede kabarıp sismisler ve devletin yaratıcı ırk nüvesi, bozulmadan muhafaza edildigi müddetçe böyle kalmıslardır. Örnegin yüzyıllardan beri Rusya, yüksek sınıflarını teskil eden Cermen nüvesinin zararına yasıyordu. Bugün, bu Cermen unsuru kökü kazınmıs ve yok edilmis sayılabilir. ğimdi bu nüvenin yerini Yahudi aldı. Nasıl Ruslar kendi olanakları ile Yahudi boyundurugunu kırıp atmaya yetenekli degilseler, Yahudiler de uzun süre güçlü rolünü oynamaya basarılı

olamayacaklardır. Yahudi'nin kendisi teskilâtçı bir unsur degildir. O, bir bozulma mayasından ibarettir. Rusya'da Yahudi egemenliginin sonu, devlet sıfatıyla Rusya'nın sonu olacaktır.

insan ırkları hakkında, ırkçı nazariyelerin isabetinin en saglam delilim teskil edecek bir felâkette hazır bulunmayı kader bize nasip ve ihsan etti.

Bizim isimiz, yani Nasyonal Sosyalist hareketin kutsal görevi, milletimize gelecegini

iskender'in yeni bir seferinin sarhosluk veren sona ermelerinden olmadıgını; faaliyete geçecek olan kılıcın hedefinin, toprak saglanmasından baska bir seye ihtiyacı olmayan Alman

sapanının zahmetli çalısmasında oldugunu gösterecek siyasal inanısları ögretmektir. Yahudilerin bu siyasete pek güçlü bir direnis göstermeleri tabii bir seydir. Onlar böyle bir hareketin, kendi gelecekleri için ne anlam ifade ettigini herkesten çok daha iyi hissederler. Yalnız bu durum bile, gerçekten milli duygulara sahip olan bütün insanlara, bu yeni yönün dogrulugunu kanıtlamaya yeter. Heyhat! Sonuç tamamen ters oldu. Yalnız milli Alman

çevrelerinde degil, ırkçı çevrelerde bile, böyle bir dogu politikası düsüncesinin aleyhinde çok

siddetli bir düsmanlık gösterildi, iste bu durumlarda daima görüldügü gibi kurulu ya da halen

geçerli olan otoritelerden destek alınıyordu. Anlamsız oldugu kadar. Alman milletine son de- rece zararlı olan bir siyaseti savunmak için, Bismarck'ın ruhu öne sürülüyordu. Bismarck bile vaktiyle Rusya ile iyi iliskiler sürdür meye büyük bir önem vermisti. Bu siyaset bir dereceye kadar dogrudur. Fakat aynı zamanda, onun Ğtalya ile de iyi iliskiler kurmay n b fiyük bir önem

verdigi ve aynı Bismarck'ın vaktiyle Avusturya'yı maglup etmek için italya ile ittifak ettigi tamamen unutuluyor. Neden bu politikaya devam etmiyoruz? "Çünkü bugünkü Ğtalya o za- manki italya degildir." denilecek. Pekâlâ. Fakat o halde müsaadenizle su itirazda bulunayım: Bugünkü Rusya da, o zamanki Rusya degildir. Bismarck'ın aklına hiçbir zaman ilke olarak sürekli ve kesin bir politika saptamak gelmemistir. O böyle bir engel ile kendisini baglamayacak kadar zamanın gereklerini biliyordu. Örnegin, "O zaman Bismarck ne yaptı?" sorusu sorulmamalı. Daha çok, "Bugün ne yapardı?" sorusuna cevap aranmalı. Bu soruya

cevap vermek çok kolay. O hiçbir zaman, kendi siyasal akıl ve yetenekleri ile hareket ederek, yok olmaya mahkûm bir devlet ile anlasma imzalamazdı.

Zaten Bismarck, Alman sömürge ve ticaret politikasını çesitli duygularla düsünüp ele almıstır. Onun gözünde, en önemli sey, ilk önce yarattıgı devletin ülke içinde güçlenmesi için en iyi sartları saglamaktı. Rusya ile olan sınırın savunulmasına önem verilmesinin tek sebebi de bu olmustur. Çünkü elleri, batıda serbest kalıyordu. Ama o zaman Almanya için yararlı olan sey, bugün zararlı olurdu. 1920-1921 senelerinden itibaren genç Nasyonal Sosyalist hareket siyasi

ufuk üzerinde yavas yavas belirmeye ve orada burada Alman milletinin kurtulus hareketi gibi

kabul olunmaya basladıgı zaman, partimizle baska milletlerin hareketleri arasında bir baglılık tesis etmek için çesitli yönlerden bize sokulmaga basladılar. Bu girisimler hesaba sıgmaz taraftarları olan tutsak milletler toplulugu adına yapılıyordu. Çogunlugu Balkan milletlerinden

ve Mısır ile Hindistan temsilcilerinden olusan bu kurallardaki adamlar, benden daima gerçek temeli olmayan, kendini begenmis gevezeler izlenimini uyandırıyordu. Gerçi, özellikle milli topluluk içinde birçok Alman görüldü ki, bu kendini begenmis dogulu insanlarla karsılastıgı vakit gözleri kamastı. Nereden geldigi bilinmeyen herhangi bir Hint ya da Mısırlı ögrenciyi, Hindistan'ın ya da Mısır'm temsilcisi olarak kabul ettiler. Burada, arkalarında hiçbir

geçmisleri olmayan ve özellikle hangi devletle ya da kisi ile olursa olsun bir antlasma imzalamaya hiçbir kimse tarafından yetki verilmemis olan adamların söz konusu oldugunu bilmiyorlardı. Bu gibi unsurlarla ortaya çıkacak bütün iliskilerin eylemsel sonucu bir sıfırdan ibarettir. Kaybedilecek zamanın "kâr ve zarar" hanesine yazılması gerekecegi düsüncesi de caba1,ı Ben bu türlü girisimlere karsı sürekli olarak direndim. Sebebi, bu sonuç alınamayacak görüsmelerle haftalar kaybetmektense, dalı.ı baska bir isle ya da islerle mesgul olabilmem ihtimali degildi Bu milletlerin temsilcileri yetkili olsalar bile, bende her seyin yararsı/, hatta zararlı olabilecegi düsüncesi vardı. Daha barıs zamanında, Al man siyasetinin kisisel bir

saldırı faaliyetini düsünmeyerek, dünya tarihi tarafından emekliye sevk edilmis olan ihtiyar devletlerle sa vunması ile ilgili antlasma yapmıs olması, üzülecek bir olaydı Avusturya ve hatta Osmanlılarla antlasma yapmakta hiç mutluluk duyulacak bir sey yoktu. Dünyanın en güçlü askeri ve sanayi devletleri faal bir saldırıya yönelik antlasma yaparlarken, zayıf devlet organları toplanıyor ve yok olmaya mahkûm bu hırdavatlarla, güçlü bir dünya ittifakına karsı çıkılmak isteniyordu. Almanya bu dıs siyasetinin hatalarım acı acı çekti. Fakat pek acı olan bu ceza bizi, ebedi hülyacılık hastalıgımızın çabucak nüksetmesinden kurtaramadı. Çünkü, baskı

altında inleyen milletler grubu ile, pek güçlü galip devletlerin silâhlarını ellerinden almaya girismek yalnız gülünç degil, aynı zamanda çok korkunç ve ugursuz bir istir. Böyle bir girisim milletimizi gerçek olanaklardan yeniden uzaklastırır, hayal ve ümit içinde yüzmesine sebep

olur. Bugün Alman milleti, bogulmak üzere iken bir saman çöpüne sanlan bir adama benzemektedir. Bu benzetme çok kültürlü kisiler içindir. Gerçeklesmesi ihtimali en az olan ümitlerin aldatıcı alevleri az çok görülmeye baslar baslamaz, herkes bu adamların peslerinden kosar, birtakım hayaletleri izler. Bu; ister baskı altında inleyen milletler toplulugu olsun, ister

milletler cemiyeti olsun, ya da herhangi bir ham hayal olsun, yine binlerce sadık taraftar bulacaktır.

1920-1921 yılları içinde ırkçı çevrelerde, ingiltere'nin pek yakında Hindistan'da bir bozguna ugrayacagına dair, birdenbire ortaya çıkan çocukça ve akıl ermez ümitleri hatırlıyorum. O günlerde Avrupa'da dolasan rasgele Asyalı hokkabazlar, ya da gerçek oldukları kabul edilebilen Hindistanlı hürriyet severler, baska baska yerlerde ve tamamen aklı basında olan birtakım kisilere, Büyük Britanya Imparatorlugu'nun aslında kendisine köse tası hizmetini gören Hin distan'da, yok olmak üzere bulundugu yolundaki sabit fikirlere inandırmayı

basarmıslardı. Bu olaylarda da, bütün bu fikirleri yalnız kendilerindeki isteklerin dogurmakta*

oldugunu fark edemedikleri gibi, ümitlerindeki anlamsızlıgın da farkına yaramıyorlardı.

Böylece Hindistan'da ingiliz egemenliginin yıkılması ile, Britanya imparatorlugu'nün sonunun gelecegini düsünüyorlardı. Bu yüzden de Hindistan'ın ingiltere için çok önemli oldugu fikrine varıyorlardı.

Ama bu hayati sorun hiç kuskusuz, yalnız Alman ırkçı peygamberlerinin bildikleri derin bir

sır degildi, ingilizler de bu konuyu biliyorlardı. Ğngiltere'nin, Britanya imparatorlugu içinde, Hindistan'ın önemini gerçek degeri ile takdir etmedigini sanmak, çocukça bir hareket olur. Dünya Savası'ndan bir ders alınmaması ve ingiltere'nin en son çarelere basvurmadan Hindistan'la elinden gitmesine izin verecegini hayal edecek kadar Anglosakson azim ve iradesinin bilinmemesi, üzüntü duyulacak bir konudur. Bu konu, Almanlar tarafından Ğngilizlerin bir imparatorluga ne biçimde nüfuz edip, onu nasıl yönettiklerinin bilinmediginin

de bir kanıtıdır, ingiltere, yönetim mekanizmasında bir ırkçı dagılma ile karsı karsıya kalırsa,

ya da güçlü bir düsmanın kılıcına boyun egerse Hindistan'ı kaybedecektir. Bugün birinci

görüs için Hindistan'da böyle bir ihtimal kesin olarak yoktur. Hint âsileri hiçbir zaman bunu basaramayacaktır. Ğngilizleri hüküm altına almanın ne kadar zor oldugunu biz Almanlar kesin derecede ögrenmisizdir. Ben, bir Cermen sıfatıyla her seye ragmen, Hindistan'ın herhangi bir devletin hâkimiyetine girmesinden ziyade, Ğngiliz hâkimiyeti altında bulunmasını tercih

ederim. Ğste bu da baska bir konu.

Mısır'da bir isyan efsanesiyle ortaya çıkarılan ümitler de aynı derecede degersizdiler. "Cihat", bizde aptal rolü oynayanlara ve baskalarının da bizim için kanlarını dökmeye hazır olduklarını sananlara, hos bir titreme verebilir. Dogrusu is alanına geçemeyip yalnız açıklamak amacını güden bu düsünce, sürekli olarak bu türlü ümitlerin kaynagını olusturur. Gerçekte bu savas, ingiliz makineli tüfek bölüklerinin öldürücü atesi ve parçalayıcı bomba yagmurları altında

ölümlü bir sona ulasacaktır. Çünkü gerektigi an hayatını savunmak için kanının son damlasını dökmeye hazır, güçlü bir hükümete karsı, degerleri herkesçe bilinen milletlerden kurulu bir antlasma yaparak saldırmak olanaksızdır. (Alınanlarda, "istek fikrin babasıdır" diye bir

atasözü vardır.) Ğnsan malzemesinin degerini tahmin için ırka dayanan bir ırkçı sıfatıyla, milletimin gelecegini, zulüm gören milletlerin gelecegine baglamaya benim hakkım yoktur. Onların ırk yönünden ne kadar asagı olduklarını bilirim.

Bugün Rusya'ya karsı aynı vaziyeti almamız gerekmektedir. Alman yönetici sınıfından

yoksun kalmıs olan simdiki Rusya, yeni efendilerinin, yani Yahudilerin gizli niyetlerine baglı kalmaksızın Alman milletinin kurtulusu ugrundaki mücadelesinde bir müttefiki olamaz.

Yalnız askeri yönden, batı Avrupa'ya, ya da daha ihtimal dahilinde olan bütün dünyaya karsı, Almanya ile Rusya savas açtıklarında , durum dogrudan dogruya felâket verici bir biçimde ortaya çıkacaktır. Çünkü savas Rus topraklarında degil, Alman topraklarında olacak ve Almanya, Rusya'dan pek az bile olsa etkili bir yardım alamayacaktır. Bugünkü Almanya'nın askeri araçları bir savas için pek degersiz ve yetersizdir. Bu yüzden ingiltere de dahil olmak üzere Batı Avrupa'ya karsı sınırların savunulması olanak dısı kalacaktır. Alman sanayi

bölgesi, düsmanlarımızın sürekli saldırılarına savunmasız kalarak ugrayacaktır. Bundan baska Rusya ile Almanya arasında tamamen Fransa'nın elinde bulunan Lehistan vardır. Rusya ile Almanya, Avrupa'nın batısına ortak savas açtıklarında; Rusya ilk askerini bir Alman

cephesine yollamadan önce, Lehistan'ı yere sermek zorunda kalacaktır. O zaman askerden ziyade teknige ihtiyaç duyulacaktır. Bu bakımdan Dünya Savası'ndaki vaziyetin daha müthis

bir sekli tekerrür edecektir. O zaman sanayiimiz müttefiklerimizin damarlarına kan vermis ve teknik savası, tek basına Almanya yüklenmek zorunda kalmıstı.

Dünyanın genel motorlasmasma biz hemen hemen karsılık veremeyecegiz. Gelecekteki bir savasta bu durum, daha ezici ve kesin biçimde kendini gösterecektir. Çünkü Almanya'nın kendisi bu esaslı alanda unutulacak biçimde arkada kaldıktan baska, sınırlı olan araçları ile

Rusya'nın yardımına kosmak zorunda kalacaktır. Çünkü Rusya, hareket edebilen bir otomobil yapacak tek bir fabrikaya bile sahip degildir. Bu sartlar içinde böyle bir mücadele yine bir katliam biçimine dönüsecektir. Alman gençligi kanım evvelkinden daha fazla dökecektir.

Çünkü, her zaman oldugu gibi savasın büyük agırlıgı bizim üzerimize yüklenecek ve sonuç, kaçınılması olanaksız bir bozgundan baska bir sey olmayacaktır. Fakat bir mucizenin olacagı kabul edilse ve böyle bir kavga Almanya'nın çöküsüne sebep olsa bile, kanım tüketmis olan Alman ırkı, yine eskisi gibi, büyük askeri devletlerle çevrili kalacak ve gerçek durumu hiçbir biçimde düzeltilmis olmayacaktır. Rusya ile anlasma yapıldıgı zaman, hemen bir savası düsünmenin gerekmeyecegi, ya da gerektigi zaman savas ihtimaline karsı esaslı biçimde hazırlanmanın mümkün olacagı itiraz: olarak ileri sürülmesin. Hayır! Amacı bir savas

ihtimalim de ihtiva etmeyen bir ittifak, manadan ve degerden yoksundur. Ancak bir kavga düsünülerek ittifak yapılır. Hatta anlasma yapıldıgı anda, hesap görme isi henüz uzakta

bulunsa bile, savasa, sürüklenmek ihtimali düsünülerek esaslı surette davranmak gerekir. Herhangi bir devletin böyle bir anlasma hakkında degisik bir fikir besleyecegi sanılmasın. Bir Alman Rus antlasması; ya kâgıt üzerinde kalacak ve o zaman bizim için bir deger ve bir amaç ifade etmeyecektir ya da anlamsız bir sözden ibaret kalmayacak ve o zaman da bundan bütün dünya haberdar olacaktır, iste bu takdirde de ingiltere ve Fransa'nın, Almanya ile Rusya'nın savasa teknik açıdan hazırlanmaları için on yıl bekleyeceklerine ihtimal vermek, tek kelime

ile aptallıktır. Hayır, Almanya'nın üzerinde fırtına bir yıldırım hızı ile patlayacaktır.

Demek oluyor ki, Rusya ile bir anlasma, savasın yakın oldugunu gösterir. Sonuç Almanya'nın ortadan silinmesi olacaktır.

Bugün Rusya'yı idare edenler hiçbir zaman namuslu bir anlasma yapmayı düsünmezler ve ona riayet de etmezler. Fakat bu konuya sunu da eklemek gerekir: 1) Bugünkü Rusya'yı

yönetenler, kanlara bulanmıs adi canilerden ibarettir. Burada insanlıgın en asagı bir tortusu söz konusu edilmektedir. Bunlar feci bir durumdan istifade ederek, büyük bir devlete

saldırmıslar ve aydınları kanlı bir vahsetle öldürmüsler ve köklerini kazımıslardır. On yıldan beri görülmemis istibdat hüküm sürmektedir. ğurası da unutulmamalıdır ki, bu hükümet

adamları, hayvanı bir zalimligi inanılmaz derecede kuvvetli bir yalan hüneri ile birlestirmesini bilen bir millete mensupturlar. Bu millet simdi kendisini her zamandan daha çok, kanlı zulüm

ve baskısını bütün dünyaya uygulamaya Tanrı tarafından görevlendirilmis oldugunu

sanmaktadır. Bugün Rusya'da mutlak bir zorlama uygulayan uluslararası Ya hudi, Almanya'yı bir müttefik degil, aynı mukadderata mahkûm bir devlet telâkki eder. Yegâne menfaati karsısındakini mahvetmekten ibaret olan bir muhatap ile müzakereye girisilemez.

Özellikle, hiçbir antlasmayı kutsal saymayan insanlarla görüsme masasına bile oturulamaz. Çünkü bu dünyada, Yahudiler seref, namus ve gerçegin temsilcileri degildirler. Onlar yalanın, hırsızlıgın, haydutlugun, yagmacılıgın temsilcileridirler. Bu gibi asalakların birtakım antlasmalarla baglanabileceklerini sanan adam, üzerindeki asalaklarla kendi lehine bir

antlasma yapmaya kalkısan agaca benzer.

2) Rusya'yı ezmis olan tehlike Almanya'yı da daima tehdit edecektir. Saf bir burjuva, komünizm tehlikesini atlatmıs oldugu hayaline kapılabilir. Yahudi ırkında daima dünyaya tahakküm emeli, bir içgüdü olarak vardır. Yahudilerdeki bu egilim; Anglosaksonu, yer- yüzünde nüfuz ve iktidarı ele geçirmeye iten egilim kadar dogaldır. Yahudi de, aynen Anglosakson gibi hareket eder. Anglosakson, bir yolda kendine özgü bir yöntemle ilerler ve

mücadeleyi kendine özgü silâhlarla yönetir. Yahudi de, kendini milletlerin içine sokulmaya ve onların cevherlerini emmeye götüren yolu izler.

Yahudi kendisine özgü silâhlarla savasır. Bu silâhlar yalandır, iftiradır, zehirlemedir. O, nefret ettigi milleti, kanlı bir biçimde yok edinceye kadar mücadeleyi hızlandırır.

Biz, Rus bolsevizmini yirminci asırda Yahudilerin dünya hâkimiyetini ele geçirmek için bir tesebbüsleri saymalıyız. Baska dönemlerde de Yahudiler aynı amaca ulasmaya giristiler. Bu egilim Yahudilerin benliklerine pek derin biçimde kök salmıstır. Baska milletler kendi

cinslerini ve güçlerini gelistiren içgüdüyü izlemekten, kendi istekleri ile vazgeçmezler. Ancak milletleri dıs sartlar böyle bir seyle karsı karsıya bırakır. Yahudi dünya diktatörlügüne yürüyüsünü ihtiyari bir feragat ile veya ebedi emelini kendi içine atmak suretiyle kesmez. O

da ancak dıs kuvvetlerle yolundan döner.

Çünkü, ondaki dünya tahakkümü içgüdüsü, ancak kendisi ile birlikte sönecektir. Fakat ırkların âcizlerinin ihtiyarlık yüzünden ölmeleri, ancak kanların balistiginden vazgeçtikleri zaman

vukua gelir. Yahudi ise bu temizligi muhafaza etmek yolunu dünyada her ırktan daha iyi bilir. Demek ki, Yahudi kendi yolunda sürekli biçimde ilerleyecektir. Ta ki, karsısına baska bir

kuvvet çıkıp da, gökleri kusatmaya girismis olan Yahudi'yi pek büyük bir çarpısma sonunda cehenneme yollaymcaya kadar...

Almanya bugün komünizmin yakın hedefidir. Irkımızı bu canavarın kucaklamasından bir kere daha kurtarmak, kanımızın kirletilmesinin devamını durdurmak, milletimizin kurtarıcısı olan

kuvvetlerimizin Alman ırkının güvenligini saglamasına yol açmak ve en uzak gelecekte bile son felâketlerin geri gelmesini olanaksız duruma sokmak için büyük bir fikrin bütün

kuvvetine ve kutsal bir görev bilincine ihtiyaç vardır. Fakat bu amaç izlenirse, ırkımızın can düsmanına baglı olan bir devlet ile anlasma yapmak çılgınlık olur. Böyle bir anlasmaya girisilirse. Alman milletini bu zehirli kucaktan kurtarmak nasıl mümkün olur?

Alman isçisine komünizmin insanlıga karsı cehennemlik bir cinayet oldugunu nasıl izah edebiliriz? Bir tarafta, halk toplulugu içinde bir adamı bazı telâkkilere karsı gösterdigi sempatilerden dolayı mahkûm ederken, diger tarafta devletin sefleri bu fikirlerin sampiyonlarım müttefik olarak kabul edeceklerdir.

Yahudilerin dünyayı komünistlestirmek tesebbüslerine karsı mücadele, Sovyet Rusya'ya karsı açık bir vaziyete lüzum gösterir. ğeytan, Belzebuth ile kovulamaz.

Bugün Rusya ile anlasmaya büyük istek gösteren ırkçı çevrelerin, Almanya'ya bir göz gezdirmeleri ve komünistlerin ilk günlerde burada buldukları kolaylıkları takdir etmeleri yeterlidir.

Irkçılar simdi Marksist uluslararası basın tarafından tavsiye ve davet edilen bir hareketin Alman ırkı için kurtulus temin edecek bir sey olduguna mı inanıyorlar? Ne vakitten beri Yahudi kendi zırhını ırkçıya takdim etmege baslamıstır?

Eski Alman Reich'ı takip ettigi anlasmalar politikasından dolayı önemli bir biçimde baslayabilirdi. Reich, o sürekli denge siyaseti, yani ne pahasına olursa olsun dünya barısını kurtarma istegi ile sakatlanan siyaseti yüzünden, devletlerle olan iliskilerine zarar veriyordu. Onun elestirilemeyecegi tek yanı, Rusya ile iyi iliskilere devam etmemis olmasıdır.

Daha savastan önceki dönemde, Almanya'nın o anlamsız sömürge siyasetinden ve ticaret ile savas donanmalarından vazgeçerek, Rusya'nın aleyhinde Ğngiltere ile anlasmasını çok daha akla uygun kabul edebilirim. Titrek bir dünya siyaseti yerine, Avrupa kıtasında toprak ele geçirmek gibi daha çok azim isteyen bir Avrupa siyaseti uygulanabilirdi.

Panislavist Rusya'nın Almanya'ya karsı sürekli olarak izhara cesaret ettigi yüzsüzce tehditleri unutmuyorum. Tek amacı Almanya'yı vakitsiz zorlamaktan ve harekete geçirmekten ibaret

olan o devamlı seferberlik manevralarını hiç aklımdan çıkarmıyorum. Savastan önce, ırkımıza

ve imparatorlugumuza karsı Rusya kamuoyunun her an kini artan hücumlarını unutmam. Rus basınının Fransa lehindeki muhabbeti ve bize karsı gayet farklı durumunu aklımdan

çıkarmam. Gerçi bütün bunlara ragmen savastan önce ikinci bir yol daha mevcut idi: Rusya'ya istinat edilebilir ve Ğngiltere aleyhine dönülebilirdi.

Bugün durum ve sartlar bambaskadır. Savastan önce her türlü duygusallıktan uzak kalınarak, Rusya ile yol arkadaslıgı yapılabilirse de bugün artık buna olanak yoktur. Tarihin saatinde yelkovan yürümüstür. Mukadderatımızın tekerrür edecegi saat çalmak üzeredir. Bugün dünya devletlerinin mesgul oldukları güçlenme isi, bizim için kendimize dönmeye, hayal

dünyasından alıp acı gerçeklere götürmeye ve ihtiyar Reich'ı yeni bir çiçeklenmeye yöneltecek olan gelecegin tek yolunu göstermeye hizmet edecek en önemli bir uyarıdır.

Nasyonal Sosyalist Hareket, bütün bos hayalleri bir tarafa atar da yalnız aklı kendisine rehber edebilirse, 1918 felâketi, ırkımızın gelecegi için hâlâ büyük bir nimet getirebilir. Bu yıkılma, ırkımızı dıs politikada yepyeni bir istikamete sevk edebilir. Nasyonal Sosyalist Hareket, içte ahlâki yeni görüslerle kuvvet bularak, dısta da siyasetini kesin surette tespit ederek muvaffak olabilir.

Dıstaki hareketi için Alman milletinin siyasi vasiyetnamesi ebediyen su olmalıdır:

Hiçbir zaman Avrupa'da iki kudretli devletin tesekkülüne müsaade etmemek. Almanya sınırlarında ikinci bir kudretli askeri tesekkül girisimlerinin hepsini -bu böyle bir kuvvette görünmeye kabiliyetli bir devlet sekli altında olsa bile- Almanya'ya bir hü-ı um telâkki

ediniz. Her çareye basvurarak, icabında silaha sarılarak, l>öyle bir devletin tesekkülüne mani olmayı kendiniz için yalnız bır hak degil, bir vazife biliniz.

Eger böyle bir devlet simdiden mevcut ise onu mahvediniz. Memleketimizin kuvvet ve kudret kaynagının sömürgelerde degil, Avrupa'da vatan topraklarında olmasına itina gösteriniz.

Hiçbir zaman Reich'ı, yüzyıllar boyunca, ırkımızın zürriyetinden olan kisilere toprak payım vermedigi sürece, garanti altında kabul etmeyiniz. Hiçbir zaman unutmayınız ki, bu dünyada

en kutsal hak, bizzat ekilmek istenen toprak üzerindedir. Fedakarlıkların en kutsalı bu toprak ugruna dökülen kandır.

Bizim için Avrupa'da mevcut yegâne anlasma ihtimalini bir kere daha göstermeden bu düsüncelere son vermek istemem. Almanya'nın anlasmalarına ait bundan önceki bölümde, büyük çabalar pahasına kendilerine sıkı sıkı yaklasmakta menfaatimiz olacak yegâne iki devlet diye ingiltere ve italya'yı isaret etmistik. ğimdi burada böyle bir anlasmanın askeri önemini de belirtmek isterim.

Bu anlasmanın yapılması gerek ayrıntıda ve gerek genel anlamda askeri bakımdan Rusya ile yapılacak bir anlasmanın neticelerine tamamen zıt sonuçlar doguracaktır. Önce su önemli

durum vardır ki, Almanya ile italya'nın yakınlasmaları hiçbir zaman savas tehlikesi dogurmaz. Bu anlasmaya karsı bir vaziyet alabilecek tek devlet olan Fransa ise, söz konusu ettigimiz ihtimalde bu tehlikeyi göze alamaz. Oysa böyle bir anlasma, Almanya'ya Fransa ile

hesaplasma amacı ile gerekli olan tedbirleri rahat rahat almasına olanak verir. Çünkü böyle bir anlasmada önemli olan husus, yalnız Almanya'nın bir düsman istilâsına maruz kalmaması

degil, düsmanlarımızın ittifakının ve bizim için o kadar ugursuz sonuçlar doguran anlasmanın, kendi kendiliginden yıkılmasıdır. Memleketimizin can düsmanı olan Fransa, tecrit edilmis bir hâle düsecektir. Önce, manevi bir basarı söz konusu olsa bile, bu Almanya'ya bugün hiç

fikrine sahip olmadıgımız bir hareket serbestisi vermege yetecektir.

Siyaset sahasında tesebbüs kuvveti artık Fransa'nın elinde degil, Avrupa'daki yeni Ingiliz- Alman-Italyan ittifakının elinde bulunacaktır. Bu basarının kapsamı bundan çok daha genis olacaktır.

Almanya, birdenbire o uygun olmayan stratejik vaziyetinden kurtulacaktır. Bir taraftan yardımların en kuvvetlisi, diger taraftan da yiyecek ve ham maddeler itibariyle iasemizin tam surette temini: iste kudretlerin yeni tertibinin hayırlı tesiri böyle tecelli edecektir. Fakat bu

tertip, teknik yönden birbirini tamamlayan devletleri ihtiva ettigi için daha çok önem tasıyacaktır. ilk defa Almanların müttefikleri bizim kendi ekonomimiz üzerinde yasayan

sülükler olmayacaklardır. Tersine, teknigimizi gelistirmek ve zenginlestirmek için onlar da bir pay getirmeye kabiliyetli bulunacaklar ve bunu yapmaktan geri kalmayacaklardır.

ğurası unutulmamalıdır ki, her iki ihtimal için de, Türkiye veya Rusya ile, hiç kıyas kabul etmeyecek müttefikler söz konusudur. Büyük bir dünya devleti, refah ve gelisme içinde olan milli bir devlet, bir Avrupa savası için Almanya'nın Dünya Savası'nda ittifak etmis oldugu çürümüs devletlerin kadavralarından bütün bütün baska kaynaklar arz edecektir.

Daha önce de bu nokta üzerinde ısrar etmistim. Böyle bir anlasmaya mani olan birçok zorluklar vardır. Fakat ihtilâfın meydana gelmesi daha az çetin bir is mi oldu? Kral Yedinci

Edward'ın hemen hemen ve kısmen kendi çıkarlarına aykırı olarak yapabildigi bir seyi biz de basarmalıyız ve basarılı olmalıyız. Nasıl mı? Eger bu gelismenin gerekliligi hakkındaki

kanaat bize kendi nefsimizde üstünlük temin ettikten sonra, hareketimiz üzerinde hâkim olacak bir ilham kaynagı teskil ederse... Ayrıca sefaletten ders alırsak ve geçen yüzyılın amaçsız politikasını terk edersek ve kalbimize yerlestirecegimiz tek hedefi bilinçli biçimde izlersek bu mümkün olacaktır. Bizim dıs siyasetimizin gelecegi Batı ve Dogu istikametine

dönmek degildir. Alman ırkı için lâzım olan memleketleri ele geçirmek anlamında bir Dogu politikasındadır. Fakat bunu yapabilecek kuvvete sahip olabilmek için, milletimizin can düsmanı olan Fransa insafsızca bogazımıza sarıldıgı ve bizi bitkin hale soktugu için,

Fransa'nın hegemonya egilimlerini yok etmege yardım edebilecek bütün fedakârlıkları omuzlamalıyız. Bugün Avrupa Kıtası'nda Fransa'nın korkunç ihtiraslarına tahammül

edemeyen her devlet bizim müttefikimizdir Böyle devletlerden herhangi birine karsı yapılacak

bir basvuru bize çok acı gelmemelidir. Alman milletine bu kadar azgın biçimde kın besleyen düsmanı, yere sermek olanagını bize verecekse, hiçbir l c ragat bizim için olanaksız sayılmamalıdır. En büyük yaralarımızın üzerlerine kızgın demirler bastırılmak ve yaralar kapatıldıktan sonra, öteki hafif yaralarımızın iyilesmeleri zamana bırakılmalıdır.

Pek tabii olarak bugün ülke içinde, milletimizin düsmanlarının kin dolu havlamalarına hedef oluyoruz. Biz Nasyonal Sosyalistle: yolu muzu hiçbir zaman sasırmayalım. Kanaatimize göre kesin olarak gerekli olan seyi yapalım ve milletimize duyuralım. Bugün bizim için vatandaslarımızın hayallere düskün zihniyetlerini elinde alet gibi kullanan Yahudi adiliginin devamlı bir sekilde besledigi kamuoyuna karsı dikilmek lâzımdır. Bu dalgalar etrafımızda kudurmalarla siddet ve coskunluklarla bir anda kırılıp parçalanacaktır. Fakat sürüklenip gidenlerden çok, akıntıya karsı yüzmeye çalısanlar dikkati çekerler.

Bugün bizler basit birer basak halindeyiz. Birkaç sene sonra kader bizi bir set yapabilir. Her dalga bunun üzerinde erir ve baska tarafa akmak zorunda kalır.

Bütün dünya sunu kafasına iyice sokmalıdır: Nasyonal Sosyalist Parti, güzelce tayin edilmis

ve saptanmıs siyasal bir anlayısın sampiyonudur.

Dıs politikamızı tayin eden ve gerekli kılan kesin ihtiyaçlarımızı biz kendimiz biliyoruz. Azgın düsmanlarımızın ates saçan silâhları altında içimizden biri korkuya düstügü zaman, sokulgan ve sırnasık bir ses, her seyi ve herkesi kendi aleyhine çevirmemek için bazı alanlarda fedakârlık yapmak ve kurtlarla beraber ulumak gerektigini o kimsenin kulagına fısıldadıgında; iste bizim çok kere çekinme duyacagımız direnme yetenegine bu inanç bir kaynak olusturacaktır.

Tarih birçok örnekle ispat ediyor ki, zorunlu olmaksızın silâhlarını teslim eden milletler ilerde geleceklerini tekrar kuvvet yoluna basvurarak degistirmektense alçaklıklara ve zulümlere tahammülü tercih etmektedirler.

Bu seçis insanidir. Akıllı bir galip yeniklere asırı isteklerini olanaklar elverdigince adım adım kabul ettirmege çalısacaktır. Her türlü moral kuvvetini kaybetmis bir milletin artık zulüm ve baskı hareketlerinin her birinde silâha sarılmak için kâfi bir sebep bulamayacagını tahmin etmege üstün gelen tarafın hakkı vardır. Kendi istegi ile boyunduruk altına giren milletlerde

bu karakter eksikligi sürekli biçimde görülür.

Sessizce kabul edilen bu biçimdeki saldırılar ne kadar çok olursa yenilmis olan millet, bu uzun ve gitgide artan saldırıların sonunda bas kaldırdıgı zaman, hele bu millet daha agır kötülüklere evvelce sabırla tahammül etmisse bu mukavemet ve isyan diger insanların

gözünde az haklı görülür. Tıpkı Kartaca'nın yok olması gibi... Karta-ca'nın yok olması, kendi hatası yüzün den ortadan kalkmıs bir milletin uzun süre can çekismesine dehset verici bir örnektir. Clausevvitz, "Trois actes de foi (inancın Üç Safhası)" adlı esc rinde bu fikri essiz biçimde açıklıga kavusturmus ve ona asagıdaki biçimde bir kesinlik kazandırmıstır:

"Korkakça bir boyun egmeyle seref ve namusa sürülen leke anık uzun bir zaman silinmez. Bir milletin kanına giren bu zehir damlası öteki nesillere intikal ederek onların da kuvvetini felce ugratır. [ lal tâ kökünden yok eder. Aksine kahramanca bir savas sonunda hürri yetin kaybedilmesi bile bir an için tutsaklık altına girecek milletin tekrar dirilmesine dayanak olur.

Bu hürriyet canlı bir çekirdektir ve bir gün ondan saglam köklü bir agaç dogacaktır."

ğeref ve namus duygusunu ve karakter kuvvetini kaybeden bir millet tabiidir ki bu doktrine önem vermeyecektir. Fakat buna candan baglı olanlar hiçbir zaman çok asagılara düsmeyecektir. Ama bunu unutur, ya da hiç akla getirmek istemezse her türlü kuvvet ve cesareti kaybedebilir. Onun için korkakça bir boyun egmekten sorumlu olanların hemen kendilerine gelmelerini, akıl ve içgüdülerini rehber edinip davranıslarını degistirmelerini beklemek gereksizdir. Asıl bunlar böyle bir görüsü uzaklara atıp, reddedeceklerdir. O zaman milletin zinde unsurları iktidarı alçak ve ahlâk bozucu bir hükümetin elinden almak için

ortaya çıkmazsa halk tasıdıgı kölelik zincirine alısacaktır. Bu takdirde hükümetlerin kendile- rini bu kadar kötü hissetmelerine pek sık rastlanmaz. Çünkü galipler, çok defa bu

hükümetlere, esirlere nezaret vazifesini yükleyecek kadar kurnazdırlar. Hükümetin basında bulunan karaktersiz adamlar kendilerine verilen bu vazifeyi öyle bir siddetle yerine getirirler

ki, ülkeye gönderilen ve galipleri temsil eden vahsi bir düsman bile bu kadar gaddar olamaz. Olayların 1918 yılından beri aldıgı biçimler sunu ispat etmek tedir ki, üstün gelen devletlerin lütuflarım kazanabilme ümidi ile kendi istegimizle boyun egmemiz yönünde Almanya'da

alınan siya sal kararlar, halk topluluklarının durumları üzerinde korkunç etki ler yapmıstır. Halk toplulukları deyiminin önemi üzerinde ısrarla dıınıyo rum. Çünkü milletimizin bütün önderlerinin davranıslarını aynı korkunç hataya baglamak gerekecegine inanamıyorum. islerimizin yürütülmesi savasın sonundan beri Yahudiler lata fından yapıldıgı için

felâketimizin sadece durumumuzu anlamak eksikliginden ileri gelmis olması gerçekten kabul edilemez. Tersine milletimizi bile bile yok etmeye götürdüklerini kabul etmek icap eder.

iste 1806 senesinden 1813 senesine kadar yıkılmıs bir Prusya'ya tekrar dövüsmek gayretini kazandırmak için yedi yıl yettigi halde aynı milletin simdi niçin bundan istifade etmedigi düsünülürse, neden devletimizin daha ziyade zayıflatıldıgı bu sekilde anlasılmıs olur.

Locamo Bansı 1918 senesi Kasım ayında, yedi yıl sonra imzalanmıstır.

Bu bölümün baslangıcı ortaya çıkmıs olan her seyi açıklar: O alçakça barıs imzalandıktan sonra, artık düsmanımız saldırganlıgını daha açık duruma getirmek için aldıgı tedbirlere derhal bir karsı koyma enerjisi ve cesareti bulunamazdı. Düsman, bu defa da çok fazla sey istemeyecek kadar kurnaz ve akıllı idi. Saldırganlıgını ve adaletsiz davranısını öyle ustaca

sınırlandırdı ki, yaptıgı zulümler kendisince ve Alman hükümetinin de takdirince tahammül edilebilir gibi gözükecekti. Böylece halkta baskaldırma duygularının ortaya çıkması korkusu bulunmayacaktı. Bizim bogulmamızı tamamlayan bu keyfi kararlara biz ne kadar izin

verirsek, yeni bir saldırma olayı ya da adaletsizce davranma karsısında direnmeye o kadar haksız görülüyorduk.

Clausevvitz'in anlattıgı zehir damlası iste budur. Artık bir defa ortaya çıkan karakter eksikligi zorunlu olarak gitgide artacak ve yavas yavas korkunç bir miras gibi, bütün kararların

üzerinde agırlıgını belli edecektir. Bu, kursun agırlıgına benzer ki, bir millet onu omuzları üstünden fırlatıp atmayı basaramaz. Bu, böyle bir agırlıgın altında inleyen milleti, en sonunda köleler seviyesine indirir.

iste Almanya'da silâhlarımızı elimizden almak ve bizi boyunduruk altına sokmak isini sonuçlandıran, bizi politika bakımından savunmasız duruma sokan, ekonomik yönden istismar eden kararnameler pespese yayınlanıyordu. Nihayet Davves Plânı 'm, bize bir mutluluk ve Locamo Barıs Anlasması'nı da bir bâsarıymıs gibi gösteren ruhi durum bu sekilde meydana

geldi. Daha yüksek bir görüsle, bütün bu felâketler üzerinde de bir mutluluk elde ettigimiz söz konusu olabilir, o da sudur: insanlara yollarını sasırtmak kabilse de, Allah hiçbir zaman aldanmaz. Tanrı bizi lütuflarmdan mahrum bıraktı. Sıkıntı ve endise o tarihten beri

milletimizin degismez kaderi oldu. Sefalet vatandaslarımıza yegâne ve sadık yol arkadası i-di. Bu vakada bile kader bizim lehimize hususi bir muamele göstermedi. Bize ancak lâyık oldugumuz seyi uzattı. Artık seref ve namusa verilen mükâfatı bilmiyoruz. Bize ekmegini kazanabilmek hürriyetini takdir ettiriyordu, insanlar ekmeklerini istemeyi artık ögrendiler ve bugün Tanrı'ya hürriyetlerim iade etmesi için dua edeceklerdir.

1918 senesini kovalayan seneler esnasında milletimizin yıkılması gayet üzücü ve bariz oldu.

O günlerde kim ileride meydana gelecek neticeyi önceden kestirmek cüretini gösterse siddetle cezalandırılır ve hırpalanır di.

1922-1923 kısı geldigi zaman Fransa'nın hakkımızda besledigi duyguların çoktan farkına varılmıs olunması gerekirdi, iste bundan dolayı iki sık vardı: Ya Fransa'nın iradesi Alman milletinin dayanma kuvvetine karsı yavas yavas eriyecekti yahut Almanya nihayet bir gün

muhakkak meydana gelecek seyi yapacaktı. Özellikle sert bir tecavüz hareketi Almanya'yı

hırslı bir degisiklik ve direnis göstermege yöneltecekti. Böyle bir karann kavga çıkaracagı ve

bu kavgada Almanya'nın hayatının söz konusu olacagı muhakkaktı. Almanya ancak daha önce

Fransa'yı tecrit etmekte basarı saglayarak bu ikinci savasın bütün dünyaya karsı Almanya'nın

bir mücadelesi olmayıp, dünya barısına halel getiren Fransa'ya karsı bir dövüs oldugunu açıklasay-dı, bu savastan canım kurtarmıs bir halde çıkabilirdi.

Bu nokta üzerinde inatla duruyorum. Adamakıllı inanıyorum ki, bu ikinci ihtimali kuvveden fiile çıkarmak lâzımdır. Ve bu bir gün olacaktır. Ben Fransa'nın bize karsı besledigi

niyetlerinde bir degisiklik husule gelecegine ise kesinlikle inanmıyorum. Çünkü bu niyet, esas itibariyle Fransa'nın içgüdüsünden baska bir sey degildir. Ben Fransız olsaydım ve dolayısıyla Fransa'nın büyüklügü bugün Almanya'nın büyüklügünün kutsal olması kadar benim için aziz

bir sey olsa idi "Clemenceau"nun yapmak istediginden ve yaptıgından baska türlü hareket etmeyecektim. Nüfusunun azalmasından degil, ırkının en iyi unsurlarının, derece derece ortadan kalkması yüzünden yavas yavas ölmekte olan Fransa dünyada ancak Almanya'yı yıkmak suretiyle mühim bir rol oynayabilir. Fransız dıs siyaseti bütün karmakarısıklıgına ragmen en sonunda ve sürekli olarak en derin ve en atesli unsurlarını tatmin edecek olan bu hedefe, Almanya'yı yıkma hedefine yönelecektir. Fakat varlıgını korumak yolunda pasif bir iradenin aynı derecede azimli ve faal surette hücuma geçirdigi bir iradeye uzun süre sonra

basarılı bir dayanma göstermesi mümkün degildir. Almanya ile Fransa'yı savasmaya götüren sonsuz mücadele, bir Fransız hücum ve tecavüzüne karsı Alman savunmasından ibaret bulundugu müddetçe, bu kavga hiçbir zaman kesin bir karara baglı olmayacaktır. Ama Almanya asırdan asıra yeni yeni topraklar kaybedecektir. Son iki yüzyıldan bugüne, Alman- ca'nın konusuldugu sınırlar göz önünde tutulursa simdiye kadar bizim için bu kadar kötü bir

netice dogurmus olan bu isin bundan daha iyi bir neticeye varacagına inanmak herhalde saflık olur.

Ancak bu gerçek vatanımızda iyice anlasıldıgı, artık milletin yasama gücünün sırf pasif bir savunma içinde kaybolmasına razı olmadıgı, tersine, bütün enerjimiz Fransa ile kesin bir hesap görme isi ugrunda ve kesin mücadele yolunda hep bir araya toplandıgı, Alman milletinin baslıca amacının terazinin bir kefesine atıldıgı zamandır ki, -evet sadece o

zaman- bizi Fransa ile savasmaga iten bitip tükenmez ve faydasız mücadeleye son vermek mümkün olacaktır. Fakat su sartla ki, Almanya Fransa'nın ortadan kaldırılması için mecbur oldugu gelismeyi nihayet milletimize baska bir bölgede saglamak için bir çare bulmalıdır.

Bugün Avrupa'da 80 milyon Alman bulunuyor. Dıs politikamızın iyi yöneltildigini kabul etmek, ancak yüz yıl geçmeden, kıtamızda iki yüz elli milyon Alman'ın, yeni dünya

fabrikalarında çalısan tutsaklar gibi üst üste istif edilmis yıgılı bir durumda degil, mesaileriyle birbirlerinin hayatlarım karsılıklı olarak saglanan köylü ve isçi sıfatları ile yasayabilmeleri ile mümkün olabilir.

1922 senesinin Ocak ayında Almanya ile Fransa arasındaki münasebetlerin gerginligi, tehdit edici bir hal aldı. Fransa yeni ve bilinen istilâ tedbirlerini düsünüyor ve kendisine basarı saglayacak dayanaklara gerek duyuyordu. Ekonomik istifadeden evvel siyasi bir baskı

yapmak lâzımdı. Fransa'nın düsünüsüne göre ancak bütün Alman varlıgının sinir merkezlerinden birine indirilecek siddetli bir darbeden sonra, inatçı milletimize daha agır bir boyunduruk kabul ettire bilinirdi. Fransa Ruhr Havzası'nı isgal etmekle ve böylece manen

bizim belkemigimizi kırmakla basarı sagladıgını sanmıyordu. Bizi ister istemez en agırlarına varıncaya kadar bütün zorunluluklara "evet" dedirtecek köle vaziyetine düsürecegini de ümit ediyordu.

Ya boyunduruk geçirilmesi için boynumuzu uzatmak, ya münasebetleri kesmek söz konusuydu. Almanya derhal boyun egmeye basladı ve sonunda tamamıyla direnci kırıldı. Kader, Ruhr'un isgali ile Alman milletinin kalkınmasına yardım için bir kere daha el uzatıyordu. Çünkü önce feci bir istila imis gibi görünen sey, daha yakından bakılırsa

Almanya'nın ıstıraplarına bir "son" vermek için bir aracı idi. Fransa Ruhr'u isgal etmekle

siyaset yönünden ilk defa olarak gerçek ve kızgın bir sekilde, ingiltere'yi kendisinden uzaklastırıyordu. Hem yalnız Ğngiliz diplomasi çevreleri durumdan haberli degildiler. Bu çevreler Fransa ile anlasmayı ancak sogukkanlılık ve ince hesaplara dayanması bakımından imzalamıslar, uygun görmüsler ve bugüne kadar korumuslardı, ingiliz milletinin bütün tabakaları bile aynı duyguyu besliyorlardı.

Avrupa Kıtası'nda Fransız büyük hücumunun yanında bu yeni ve dehsetli destek özellikle ingiltere'nin iktisadi çevrelerinde belirli bir memnuniyetsizlik doguruyordu. Çünkü Fransa simdi Avrupa'da, askeri ve siyasi bir devlet olarak öyle bir yerdeydi ki, evvelce Almanya

hiçbir zaman buna erismemisti. Bütün bunlardan baska Fransa siyaset bakımından ingiltere ile rekabet edebilmek için, esi bulunmaz ayrıcalıklı bir durum elde etmisti. Avrupa'nın en mühim demir, kömür yatakları öyle bir milletin avucunda birikmisti ki, bu devlet, Almanya'dan farklı olarak o zamana kadar can alıcı çıkarlarını hem azim, hem de cesaretle müdafaa etmisti.

Büyük savas sırasında da silâhlarına karsı duydugu itimadı bütün dünya unutmamıstı. Fransa, Ruhr'u isgal etmekle ingiltere'nin elinden bütün savas kârını almıs sayılırdı. Basan bundan,

sonra ingiltere'nin hareketli ve kaypak siyasetine degil, Maresal Foch'a ve onun arkasındaki

Fransa'ya ait bulunuyordu.

italya'da da Fransa'nın etkisiyle genel hava -zaten savasın sonundan beri hiç dostane degilken- kesin bir kin sekline büründü. Bu, büyük bir tarihi an idi. Dünün dostları, yarının düsmanları olabilirlerdi. Böyle olmamıs ve ikinci Balkan Savası'nda oldugu gibi, dost blok devletleri hemen birbirleri ile savasa tutusmamıslarsa, sebebi sadece Almanya'da bir Enver

Pasa bulunmamasından ve Re-ich sansölyesinin Cuno ismini çok iyi tanımasından ileri geliyordu. Halbuki, Ruhr'un Fransızlar tarafından istilâsı Almanya'ya yalnız dıs siyasette gelecek için genis manzaralar açmakla kalmıyor, iç politikada da büyük imkanlar saglıyordu.

Basının durmadan devam eden yalancı tesiri sayesinde ve Fransa'nın terakki ve kapitalist sam- piyonu olduguna dair uyandırılan kanaat, Alman halkının büyük bir kısmını birdenbire bu

hülya ile doldurmustu. 1914 senesi bizim Alman isçilerinin aklına musallat olan milletlerin birbirleri ile anlasması hülyalarını dagıtmıs ve onları kanlı bir kavganın hüküm sürdügü ve en kuvvetlinin hayatı en zayıfının ölümünü gerektiren bir dünyaya götürmüstü. 1923 yılının

bahar ayları da aynı sahne ile geçti.

Fransa tehditlerini icra ettigi ve nihayet baslangıçta büyük bir titizlikle, asagı Almanya'nın

maden bölgesinde ilerlemege basladıgı zaman "kader"in saatinde gelmis olan dakika Almanya

için pek kesin idi. Eger o zaman bizim milletimiz o dakikaya kadar takip etmis oldugu yolu bırakıp, baska bir davranıs içine girse idi, Moskova, Napolyon'a karsı ne olmussa, Alman Ruhr bölgesi de Fransa için yine aynı sey olurdu. Ancak iki sekilde hareket etmek

mümkündü. Ya bu alçalısa hiç ses çıkarmadan boyun egilirdi ve kollar kavusturularak durulurdu; yahut Alman milletinin bakısları, demir potalarının kızıllıkları görünen ve yüksek

bacalarında dumanları savrulan bu kıtanın üzerine çekilerek, milletimizin gözünde bu devamlı hareketlere bir son vermek ve bitmeyen bir korku içinde yasamaktansa o dakikanın her türlü dehsetlerine gögüs germek için atesli bir atmosfer yaratılırdı.

O zaman Reich'ın sansölyesi olan Cuno, hiç ölmez ve essiz ünü sayesinde üçüncü bir yol buldu. Bizim Alman burjuva partileri de sansölyenin arkasından hayranlıkla yürüyerek ayrı

bir ün kazandılar.

ğimdi bizim önümüze açılmıs bulunan kapılardan ikincisini imkân oldugu kadar kısa bir

sekilde tetkik etmek isterim:

Fransa Ruhr'u istilâ etmekle, Versay Anlasması'm açık olarak ihlâl etmisti. Bu suretle anlasmanın kefili bulunan devletler silsilesini özellikle ingiltere ile italya'yı kendinden uzaklastırmıstı. Fransa artık bu devletlerin yalnız kendisinin menfaatlerine ve egoizmine yarayan Ruhr'u gasbetmek isine herhangi bir destek göstereceklerini umamazdı. Demek ki,

Fransa bu sorunu sonuçlandırmak için yalnız kendi kuvvetine güvenebilirdi. Çünkü bu mesele baslangıçta bu maceradan baska bir sey degildi. Milli bir Alman hükümeti yalnız seref ve

namusun emrettigi hareket biçimini seçebilirdi. Fransa'ya derhal silâhlı bir "direnme"

gösterilemeyecegi muhakkak idi. Fakat kuvvet ile desteklenmemis bütün müzakerelerin

gülünç ve sonuçsuz kalacagını kabul etmek gerekirdi. Gerçek ve etkili bir direnme mümkün olmadıgı zaman "müzakereye girismekten simdilik imtina ediyoruz" demek mânâsız, gülünç

bir harekettir. Ancak, bu kuvveti vücuda getirmeden müzakereye girismek de daha budalaca bir hareket olur.

Askeri çarelerle Ruhr'un istilâsına karsı konabilirdi demek istemiyorum. Böyle bir kararı ileri sürmek için çılgın olmak lâzım gelirdi. Fakat, Fransa'nın davranısının meydana getirdigi görünüsten ve bu girisimi uygulamak için gösterdigi gecikmeden istifade edilebilirdi ve

edilmeli idi. Fransa'nın parçalayarak ayaklar altına aldıgı Versay Anlasması'na bir deger vermeyen ve Almanya'yı temsil eden liderler ilerde dayanacakları askeri kaynakları temin etmeliydi. ğurası da belli olmalıydı ki, en iyi delegeler bile üzerinde bulundukları toprak, oturdukları koltuk kendi milletlerinin himayesinde olmadıkça görüsmelerde hemen hemen

hiçbir basarı kazanamaz. Zavallı bir terzi parçası araçlara karsı mücadeleye girisemez. Savun- madan yoksun bir tüccar, Brennus terazisinin bir kefesine kılıcını attıgı zaman, o da dengeyi saglamak için kendi kılıcını diger kefeye atamazsa neticeye rıza göstermekten baska bir sey yapamaz. 1918'den beri düsmanın tek taraflı ve keyfi kararlar alan düzenli ve gülünç müzakerelerinde hazır bulunmak ümit kırıcı bir hareket degil miydi? Halbuki bizi baslangıçta alay yoluyla bir konferans masası basına çagırarak evvelden tespit edilmis kararlar ve

programlar bize verilmekle biz bütün dünyaya bir "alet" manzarası olarak arz edilmiyor muyduk? Biz bu programlar hakkında nutuklar verebilirdik, fakat onları degismez gibi kabul etmeye mecburduk. Dogrusu aranırsa, görüsmelerde bizi temsil edecek diplomatlarımız en mütevazı bir orta seviyeyi pek az geçmislerdi, içlerinden çogu Lloyd Geor-ge'un alay dolu sözlerini pek haklı gösteriyorlardı. Lloyd George eski Reich ğansölyesi Sitnon'un karsısında alaylı bir tavırla: "Almanların kendilerine lider olarak zeki adamlar bulmasını bilmediklerini söylemisti. Zaten dahi kimseler bile, taarruz etmege azmetmis kuvvetli bir düsmanın iradesi karsısında ve temsil edecekleri müdafaasız milletin üzüntü veren aciz hali dolayısıyla pek önemsiz neticeler elde edebilirler.

Gerçi 1923 yılının baharında ordumuzu yeniden kurmak için Fransa'nın Ruhr'u istilâ etmesinden yararlanmak isteyecek bir kimse, önce millete manevi silâhlarını iade etmesi,

ondaki irade kuvvetini gelistirmesi ve milletin içinde yatan kahramanlık duygularını silmek isteyenleri yok etmesi gerekirdi.

1914 ve 1915 senelerinde Marksçılık "bela"sının bası kesin surette ezilmek isi ihmal olundugu zaman, bu hatayı 1918 tarihinde kanımızla ödedik. 1923 yılının baharında, memleketlerine kötü gözle bakan ve milletlerinin katili olan Marksistleri artık kesin olarak

zararsız hale getirmek için fırsattan istifade edilmedigi zaman kötülük edilmis olan kabahatin cezasını acı surette çekecektik. Fransız hücumlarına ve tecavüzlerine karsı tesirli bir direnme fikri, eger bes sene evvel savas meydanlarında Alman direncini içten parçalamıs olan

nüfuzlara savas açılmayacak olursa halis bir çılgınlıktan ibaret kalırdı. Yalnız "burjuva" düsünceli kisiler, Marksizm'in bir gelisme geçirecegini ve 1918 yılının Kasımında o murdar, igrenç yaratıkların ve o zamanki hükümet makamlarını elde edebilmek için iki milyon ölüyü sogukkanlılıkla ayaklar altına serdiklerini unutarak birden milli suura saygı göstereceklerim tahmin edebilirlerdi. O zamanlar vatanlarına ihanet etmis olanların bir an içinde Alman hürriyetinin birincileri kesileceklerini ümit etmek akla sıgmaz oldugu kadar da gerçekten anlamsız bir fikir idi. Nasıl bir sırtlan bir lesi pençesinden bırakmazsa bir Marksist de

vatanına ihanetten vazgeçmez. Burada bana sakın aptalca itiraz ileri sürülmege kalkısılmasın. Belki vaktiyle birçok isçilerin de Almanya için kanlannı dökmüs oldukları söylenecektir. Evet Alman isçileri konusunda hemfikiriz. Fakat o zaman bu Alman isçileri uluslararası Marksist

degildi. 1914 yılında Alman isçi sınıfı yalnız Mark-sistlerden kurulu olsaydı, savas üç haftada

biterdi. Almanya daha ilk askeri sınırı geçmeden çökerdi. Hayır, o vakit Alman milleti mücadeleye son vermemis ise "Marksizm deliligi"nin onun kalbini henüz zehirlemis olmamasındandı. Fakat bir Alman isçisinin ve bir Alman askerinin savas sırasında Marksist liderler tarafından ele geçirilmesi o isçi ve askerin vatan için kaybolmus hale gelmeleri demekti. Eger savasın basında ve devam ettigi müddetçe vatandas ların karakterinde yaralar açan ve ahlâkını bozan bu "iBRANl-LER"den on iki bin, yahut on bes bin tanesi türlü türlü kaynaklardan gelme çesitli mesleklere mensup en iyi Alman isçilerinden yüz binlercesinin savas hattında maruz kaldıkları o zehirli gazlan teneffüs etselerdi, milyonlarca insanın feda

edilmesinin bir mânası olacaktı. Böylece bu alçak ruhlu adi kisilerden zamanında yakamızı sı- yırabilseydik kahraman bir milyon Alman'ın hayatı da kurtarılırdı. Fakat burjuvazinin siyaset ilmi, milyonlarca adamı, hiç göz kırpmadan savas meydanında öldürmege göndermekten ve

öte tarafta vatan haini olan on, on iki bin alçak Yahudi'nin, faizci, dolandırıcı, hırsız heriflerin vatanın en kıymetli ve en kutsi varlıgı oldugunu ve bunlara dokunmamak icap ettigini yüksek sesle söylemekten, çevreye duyurmaktan ibaretti. Bu burjuva aleminde zayıflıgın ve kor- kaklıgın mı, yoksa tamamen bozuk ve perisan bir ahlâkın mı hüküm sürdügü hakikaten kestirilemez. Burjuvazi ortadan kalkmaga mahkum bir sınıfı temsil eder ve fakat ne yazık ki kendisi ile birlikte bütün bir milleti uçuruma sürükler.

iste 1923 senesinde 1918'dekine benzer bir durumla karsı karsıya bulunuyoruz. Ne türlü bir dayanma sekli seçilirse seçilsin, ilk alınacak tedbir milletimizi Marksizm zehrinden kurtarmak idi. Ben o düsüncedeyim ki, gerçekten milli bir hükümetin basta gelen görevi Marksizm'e

karsı bir yok etme savasını açmaga karar vermis insanları aramak ve bulmak ve daha sonra onlara meydanı serbest bırakmaktı. Bu hükümet sosyal, barıs, güvenlik ve asayis gibi anlam-

sız bir prensibin alçakça taraftarı olmamalıydı. Çünkü öte yanda ülke dısındaki düsman vatana

en tehlikeli darbeyi indiriyordu ve içte de hıyanet köse baslarında, sokaklarda, caddelerde, her yerde kol geziyordu. Gerçekten milli bir hükümetin, o zamanlar karmakarı-sıklıgın olusunu keskin bir gözle görmesi icap ederdi. Ne var ki bu durum milletimizin can düsmanı olan Marksistlerle tam bir hesap görmeye cidden imkân vermeli idi. Bu yedek çare unutulursa her

ne sekilde olursa olsun bir direnci ve dayanmayı düsünmek tam bir çılgınlık olurdu.

Böyle bir tarihi genisligi olacak hesap görme isi bazı hususi akıl vericiler, içleri geçmis bazı ihtiyar bakanlar tarafından çizilmis bir plânı takiple saglanamazdı. Dünyada hayatın ölümsüz kanunlarina bas egmek gerekirdi. Bu kanunlar hayatı bir kavga, yani sonu kesilmeyen bir

kavga kabul ederler. Çok zaman en kanlı iç savasların esas itibariyle yumusak huylu olan bir milleti çeliklestirdigi ve pis kokusu göklere kadar çıkan bir lesin ise, büyük bir özenle devam ettirilmis bir barıs halinin neticesi oldugu gerçegini gözden uzak tutmamak gerekirdi. Bunun için 1923'te milletimizin kemiklerini ve etlerim kemiren yılanları çelik bir elle yakalamak

ihtiyacını dogmustu. Bu is basarı ile sonuçlanınca, o zaman hareketli bir direnç hazırlıklarının anlamı olurdu. Hiç olmazsa sözde milli çevreleri, bu defa vatanın ne kazanacagı ihtimali bulundugunu ve özellikle 1914'teki ve takip eden senelerdeki aynı hatalar tekrar edilirse so- nucun 1918'dekinin aynı olacagım açıkça anlatmaga tesebbüs ederek gırtlagımı yırtıncaya

kadar ugrastım. Hiç bıkmadan ve usanmadan kaderin akısını yakından takip ederek, hareketimize Marksizm ile hesap görmek olanagını vermelerini istiyordum. Fakat bunları kulagı isitmeyenlere anlatıyordum. Ordu kumandanı da içlerinde oldugu halde herkes, ne yapılması gerektigim benden iyi bildigini iddia ediyordu. Nihayet bir gün geldi ki, tarihin en üzücü hak verme durumlarından birine düstüler.

O zaman Alman burjuvazisinin görevinin son hududuna vardıgı ve artık hiçbir ise yaramaz

hale geldigi hakkında derin bir kanaate sahip oldum. Bütün bu burjuva partilerinin Marksizm

ile yalnız rekabetin telkin ettigi duygudan dolayı mücadele ettiklerini ve onu ciddi surette ortadan kaldırmayı istemediklerim gördüm. Uzun zamandan beri bütün bu partiler Almanya'nın yok olmasını görmege alısık bulunuyorlardı. Artık yalnız bir düsünceleri kalmıstı: "Cenaze alayı ziyafetine kendilerini de davet ettirmek, iste yalnız bunun için

mücadele ediyorlardı.

ğunu açıkça itiraf edecegim: O devirde ben Alplerin güneyinde milletine karsı besledigi atesli sevgiden cesaret alarak italya'nın iç hainleri ile anlasmaktan kaçıp, her çareye basvurmak

suretiyle düsmanları ortadan kaldırmaga ugrasan büyük adama karsı derin bir hayranlık

duydum. MUSSOLÎNl'Yl bu dünyada büyük insanlar seviyesine çıkaracak husus, halya'yı Marksizm'le paylasmak yerine, Marksizmi imhaya ugrasarak vatanı uluslararası duruma düsürmekten koruma yolundaki azmidir. Bizim sahte ve degersiz devlet adamlarımız, ona nispetle acınacak bir cüce halinde kaldıkları için, bu sıgırlar kendilerinden bin defa üstün bir adamı elestirmek gibi bir anlamsızlıga kalkıstıkları zaman insan derin bir nefret duyuyor. Henüz yarım yüzyıl önce liderleri bir Bismarck olan bir memlekette böyle sözler isitmek

insana ne tuhaf geliyor! Burjuvazinin 1923 senesinde aldıgı bu vaziyet ve Marksizm'e gösterdigi yumusak davranıslar, Ruhr'da her türlü faal direncin elde edecegi sonucu önceden isaretlemis oluyordu. Bir can düsmanı kendi aramızda bulundugu sırada Fransa ile savasa girismek bir aptallık idi. Buna eklenen her sey, kavga taklidinden, hedefi "halk ruhunun cosmasını" teskin ve Almanya'nın milli unsurlarını biraz olsun tatmin için, fakat gerçekten

onu kandırmak gayesiyle düzenlenmis sahnelerden ibaretti. Eger bir inançla hareket edilmis

olsaydı, bir milletin kuvvetinin birinci derecede silâhlarında degil, idare kuvvetlerinde oldugu

ve dıs düsmanları yenmeden önce içteki düsmanların kökünü kazımak gerektigi kabul edilirdi. Yoksa zafere ve daha ilk günden itibaren gösterilen çabalara bir mükâfat bulamayan milletin

vay haline... içinde düsman unsurları saklanmıs bir milletin üzerinden bir bozgun silindirinin geçmesi, direnme kuvvetinin bölünmesi ve dıs düsmanın muhakkak zafere ulasması için yeterlidir.

iste 1923 senesinin baharından beri bunun böyle olacagı evvelden görülebilirdi. Fransa'ya

karsı askeri bir basarı elde etmenin güçlügünden hiç söz edilmesin. Çünkü Fransızların Ruhr'a girmeleri ile dogacak tepki Almanya'da Marksizm'in yok edilmesinden baska bir sonuç

olmasa bile, basarı bizim lehimize gerçeklesmis sayılırdı. Hayatının ve geleceginin azılı düsmanlanndan kurtulmus olan bir Almanya dünyada artık kimsenin yenemeyecegi kuvvetlere sahip olurdu.

Almanya'da, Marksizm'in parçalandıgı gün, gerçekte esaret zincirlerinin de ebediyen parçalandıgı görülecekti. Çünkü biz bütün tarihimiz içinde hiçbir zaman düsmanlarımızın kuvvetli olusu dolayısıyla yenilmedik. Biz her zaman kendi hatalarımızdan ve içimizde

bulunan düsmanlar tarafından maglûp edildik. Alman hükümeti o devirde bu kadar

kahramanca bir davranıstan aciz bulundugu için yukarda gösterilen ikinci sekli seçme gibi bir akıl ve hikmet eseri göstermeliydi. Yani o dakikada hiçbir sey yapmayarak, durumu kendi akısına bırakmalıydı.

Fakat tarihimizin bu mühim dakikasında Allah Alman milletine büyük bir adam(!) olan M. Cuno'yıa hediye etti. Bu kisi tam manasıyla bir devlet adamı, yahut meslekten yetismis piskin

bir politikacı degildi. Hele hele, anadan dogma üstün kabiliyetli bir devlet adamı hiç degildi. Belli vazifeleri yerine getirmek için bir nevi usak rolünü oynuyordu. Bu Almanya için, bir

Tanrı belâsı oldu. Çünkü dıs ve iç politikaya karısan bu "tüccar", onu ticari bir is düsündü ve ona göre faaliyet gösterdi. Fransa Ruhr Bölgesi'ni isgal ediyordu. Ruhr Bölgesi'nde ne vardı? Kömür. Anlasılıyordu ki, Fransa Ruhr Bölgesi'ni kömürü için istilâ etmekte. Bunun neticesi olarak M. Cu-no Fransızların kömürden mahrum kalmaları için "grev" ilânım düsündü. M. Cuno'nun aklınca böyle bir davranıs Fransız ordusunu muhakkak Ruhr Bölgesi'ni terke zorlayacaktı. Çünkü bu isgal kendisine hiçbir kâr getirmeyecekti, iste milli ruha sahip (!) bu

mühim devlet adamının düsüncesi buydu. Cuno, çesitli meydanlarda nutuklarla milletine hitap ediyordu. Ne yazık ki milleti de kendisini memnuniyetle, heyecanla dinliyor ve hayranlık duyuyordu.

Fakat grevi yapmak için tabii olarak Marksistlere muhtaçtılar. Çünkü, grevi ocaklarda çalısan isçiler yapacaklardı. Binaenaleyh maden isçilerini de diger Almanlar tarafından kurulmus tek

cepheye sokmak gerekiyordu. Burjuvaziye mensup bir devlet adamı için isçi, Marksist birbirlerine esit deyimlerdir. Bu hıyanet parola ilân edildiginde burjuva çöplügünden çıkmıs olan bu partilerin temsilcilerinin gözlerinin nasıl parladıgı görülecek seydi. Hele sükür Uzun zamandan beri aradıklarını bulmuslardı. Onlara göre, Cuno bizi Marksizm'den ayıran kanalın üzerine bir köprü dikmisti. O vakit kendini bir milli kahraman ilân ederek elini, vatanlarına hıyanetleri tespit edilmis hain komünistlere dogru uzattıgı görüldü. Bu hainler de kendi menfaatleri bakımından uzatılan eli bos çevirmediler. Nasıl ki, Cuno'nun kendi "tek

cephesi"ni kurmak için komünist liderlere ihtiyacı varsa, komünistler de Cuno'nun parasına muhtaçtılar. Cuno'nun milli gazetelerden ve milli olmayan dolandırıcılardan kurulu "tek

cephe"si nihayet teskil edildi ve tuhaftır ki komünistlere, yalancılara devlet tarafından tahsisat baglandı. Bunlar asil (!) vazifelerini yapmaga koyuldular. Hem de bu, defa ücreti devlet tarafından verilmek sartıyla...

Genel bir greve tahsisat baglayarak bir milleti kurtarmak akıllara zarar bir fikir idi. Pek iyi bilinir ki, bir millet hürriyetini dua ile saglayamaz. Genellikle bir milleti tembellige tesvik ederek hür yap mak da imkânsızdı. Bu gerçegi, tarihi bir tecrübe daha ispat edecek ti. Eger o dakikada M, Cuno ücretli bir greve gidecegi yerde heı Alman'dan iki saat fazla çalısma

istemis olsaydı, bu "tek cephe" masalı üç günde kendiliginden son bulurdu. Milletler, haylazlıklarla degil, fedakârlıklarla kurtarılır.

Zaten bu sözde "pasif direnç" uzun zaman devam etmedi. Bu kadar gülünç sekilde istilâ ordularının korkutulacagını ve geri çekilmeye mecbur edilecegini düsünmek "savas" hakkında

bir sey bilmemek demekti. Bu neticeyi elde edebilmek için masrafı milyarlara çıkan ve dünya parasını kökünden sarsacak bir tesebbüse girismek lâzımdı. Tabiidir ki Fransızlar "direncin"

nasıl kuruldugunu görünce Ruhr Bölgesi'ne kendi evleri gibi yerlestiler. Serkes bir sivil halkın davranısı isgali yapanlar için önemli bir tehlike halini aldıgı zaman, bunların sindirilmesi için hangi usullerin tanıtılacagını Fransızlar bizden ögrenmislerdi. Dokuz sene önce biz Belçika çetelerini bir anda dagıtmamıs mıydık?

Sivil halka, faaliyetleri Alman orduları için hakiki tehlike oldugu zaman vaziyetin ciddiyetini

ve önemini açıkça anlatmamıs mıydık? Ruhr'daki pasif direnme Fransızlar için gerçekten bir tehlike olsaydı sekiz gün içinde kolayca isgal orduları bu çocukça davranıslara gayet kanlı bir sekilde son verirlerdi. Daima dönüp dolasıp su noktaya geliyoruz. Pasif direnme eger

düsmanın sinirine gerçekten dokunursa ve o zaman bu direnmeyi silâh zoruyla ve kan dökerek

ezmege kalkarsa ne yapılacaktı? Bu takdirde direnmeye devam kararı verilmis midir? Evet denecekse, en kanlı zulümlere ve tecavüzlere katlanmak mecburiyetini beklemeli. Fakat o zaman aktif bir direnme ile, ugranılacak durum yine aynı olacaktır. Demek ki, mücadele

etmek lâzımdır. Pasif denilen direnmenin, o da ancak ihtiyaç takdirinde ve buna açıktan açıga

bir mücadele yahut çete savası ile devamı için gizli bir azim ve teskilât mevcut olursa bir

mânası vardır. Genel olarak, ancak böyle bir mücadele, tam basarının mümkün oldugu fikrim akla getirir. Düsman tarafından sarılmıs ve tazyik edilen bir kale, her türlü kurtulus ümidinden vazgeçer geçmez kalenin müdafileri hemen hemen mutlak ölüm yerine hayatlarını kurtarmak ümidine sahip iseler, kendi kendilerine teslim olurlar. Tamamen sarılmıs olan bir kalede son imdat kuvvetinin de düsman tarafından parçalandıgı ögrenilirse, askerlerin bütün direnme

güçleri uçar gider. Bunun için Ruhr'da bir pasif direnme, gerçekten bir neticeye varabilmek için yükleyecegi ve yüklenilmesi gerekecek olan sonuçlar göz önüne getirilerek arkasından

ancak aktif bir direnme teskilâtı kuruldugu takdirde mâna kazanabilirdi. O vakit milletimizden sonsuz kaynaklar elde etmek mümkün olabilirdi. Eger Westpha-lie'de oturanlardan her biri

istilâ edilememis Almanya'nın seksen yahut yüz taburluk bir orduyu hazırlamıs oldugunu bilseydi Fransızlar diken üstünde kalacaklardı. Cesur adamlar basarı ihtimalini göz önünde bulundururlarsa tesebbüsün açıktan açıga belli olan faydasızlıgına nispetle, fedakârlıga daha çok yatkın olurlar.

iste bu düsünüsle Nasyonal-Sosyalistler, vatanperverce oldugunu iddia eden bu parolaya karsı

azimli bir surette vaziyet aldık. Bunu takip eden aylarda, bütün vatanseverlikleri aptallıktan ve durumu kurtarmaktan ibaret olan, gururları tehlikesizce vatansever gö-rünebilmekten hos bir surette gıcıklanan adamlar tarafından bize karsı yapılan saldırılar hiç eksik olmadı. Bu

degersiz tek cepheyi, gösterilerin en gülüncü kabul ettim. Sonunda olaylar beni haklı çıkardı. Sendikacılar Cuno tarafından verilen paralarla kasalarını agzına kadar doldurdukları ve pasif

"direnme" bir tembelin müdafaasından gerçek bir taarruza geçmek safhasına geldigi zaman, kızıl sırtlanlar birdenbire koyun sürülerini terk ettiler ve tekrar her zamanki durumlarına döndüler. M. Cuno gürültüsüz, patırtısız gemilerine döndü. Almanya yeni bir deney ile zenginlesmis, fakat büyük bir ümitsizlik denizine düsmüstü.

Yaz sonuna kadar, birçok subaylar olayların bu kadar utanç verici bir sekil alabilecegini hiç tahmin etmemislerdi. Hepsi de yarı açık, yarı kapalı Fransız kuvvetlerinin küstahça

akınlarının Almanya tarihinde bir dönüm noktası teskil etmesi için gerekli islerin hazırla- nacagım ümit etmislerdi. Saflarımız arasında birçok Alman vardı ki, hiç olmazsa Reich ordusuna itimat besliyordu. Bu kanaat o kadar derindi ki, tavır ve hareket üzerinde ve özellikle delikanlılara verilen egitim üzerinde kesin bir etki yaptı.

Fakat tek cephe yıkıldıgı, milyonlarca lira ve binlerce Alman genci feda edildikten sonra, ezici bir teslim kararı imza olundugu zaman zavallı milletimize karsı yapılan bu ihanetin

dogurdugu nefret galeyanı bir alev gibi fıskırdı. Bu gençler Reich liderlerinin so/lirini ciddiye almak saflıgını göstermislerdi. Fakat binlerce beyinde, gerekli olan bir degisikligin mevcut

siyasi sistemi kökünden yıka rak Almanya'yı kurtarabilecegi hakkında ani bir inanç dogdu Hiçbir dönemde böyle bir çözüm çaresi için zaman bu derece uygun olmamıstı. Hatta hiçbir zaman böyle bir çözüm sekli bu da kikada oldugu gibi siddetle istenmemisti. Bir taraftan

vatan za rarına olarak yapılmıs bir ihanet, yüzsüz bir alçaklıkla kendini gös teriyordu, diger tarafta bir millete zorla yüklenmis iktisadi sartlar onu agır agır açlıktan ölmege mahkûm ediyordu. Bizzat devletin, bütün mertlik ve iman hükümlerini ayaklar altına aldıgı, vatandas- ların haklarını komik bir hale çevirdigi, en iyi çocuklarının milyon-larcasını fedakarlıklarının armaganından yoksun bıraktıgı ve öteki milyonlarca çocugunun son paralarını da çaldıgı için, artık tebaalarından kinden baska bir sey beklemege hakkı yoktu. Milletin ve vatanın bu iblislerine karsı beslenen bu kin, ne sekilde olursa olsun, ancak bosalacak bir yer arıyordu.

1924 senesinin baharındaki büyük dava esnasında yaptıgım son beyanatın sonucunu burada hatırlatmak hakkımdır:

"Bu devletin hâkimleri, yaptıgımız seylerden dolayı tamamen gönülleri rahat bir halde bizi mahkûm edebilirler. Tarih, yüksek bir gerçegi ve daha yüksek bir hakkı gösteren bu Tanrı, günün birinde bu hâkimlerin kararlarım yıkmaktan geri kalmayacak ve bize ödetmek istedikleri suçlardan hepimizi affedecektir."

Fakat mahkemenin huzuruna, bugün hükümet nüfuzuna sahip oldukları halde hak ile kanunu ayaklar altına alan, milletimizi kötü bir akıbete mahkûm eden ve vatanın felâketleri üzerinde bencil menfaatlerini toplulugun hayatının üstüne çıkaran kimseler de çagrılacaklardır.

Burada 8 Ekim 1923'e rastlayan ve onu doguran ve icap ettiren olayları resmedecek degilim. Bunu yapmayacagım. Çünkü bundan gelecek için faydalı bir sey beklemiyorum. Bilhassa henüz tamamen kapanmamıs görünen yaraları tekrar açmakta hiçbir fayda görmüyorum.

Bundan baska kalplerinin derinliginde muhtemel olarak milletlerine karsı bendeki kadar sevgi bulunan, kabahatleri benimle aynı yolu takip etmemekten, yahut takip etmesini bilmemekten ibaret olan insanları suçlamak faydasızdır. Bugün vatanımıza musallat olan ve çogumuz tarafından birlikte çekilen büyük felâketlerin karsısında, gelecekte bir gün milletimizin düsmanlarının tek cephelerine karsı memleketlerine saglam sekilde baglı Almanların tek cephesini vücuda getirecek kimselerini üzmek ve birbirlerine düsürmek istemem. Çünkü su hususu kesin olarak biliyorum ki, vaktiyle bize düsman bulunanların bile, baglı bulundukları Alman milletine karsı duydukları sevgi için ölüme giden ve acı yolu tutmus olan insanları

hürmetle hatırlayacakları zaman gelecektir. Bu eserin birinci bölümünü ithaf ettigim 18

kahramanı, ikinci bölümü tamamlarken, doktrinimizin taraftarlarına tamamen bilinçli olarak bizim için kendilerim feda etmis kahramanlar örnegi diye göstermek isterim. Bunlar, zayıflara

ve cesareti kırılanlara görevlerini yapmaları gerektigini hatırlatmalıdırlar. Onlar bu görevi tam

bir inanç ile sonuç alınana kadar yapmıslardır. Bunların arasına en iyilerinden biri sıfatı ile; hayatını, milletini ve bizim milletimizi siirle, fikirle ve nihayet çalısmaları ile uyandırmaga hasretmis olan sahsı da katmak isterim: Bu, DlETRlCH ECKARTür.

SONUÇ OLARAK

Alman isçi Partisi 9 Kasım 1923 günü kapatıldı. Böylece bu partinin Almanya'nın her

tarafında bütün faaliyetleri yok edildi. Bugün 1926 senesinin Kasım ayında bu partiyi bütün Almanya'da tekrar tam olarak hürriyetine kavusmus ve sahip olmus bir vaziyette görüyoruz. Partinin ve parti serefinin maruz kaldıgı bütün iskence, zulüm ve ugradıgı iftiralar

hareketimize bir zarar getirmedi. Fikirlerindeki isabet, amacının temizligi, taraftar ve

üyelerinin azimli olusları, partinin bütün baskılardan her zamankinden çok daha kuvvetli bir

sekilde çıkmasını sagladı.

Eger bugünkü parlâmento sistemindeki ahlâk bozuklugu içinde bizim partimiz yasadıgı mücadelenin derin ve büyük sebeplerini, gün geçtikçe çok daha iyi bir sekilde anlayabiliyorsa,

ırk ve ferdin kıymetini hissedebiliyorsa ve teskilâtını ırk ve ferdin kıymetleri üzerine

kuruyorsa, hemen hemen matematiksel bir kesinlikle sunu söyleyelim ki, Nasyonal Sosyalist

Hareket için zafer günü çok yakındır.

Partimiz gibi Almanya da, aynı sekilde sevk ve idare edilir ve teskilâta tabi tutulursa dünya üstünde Almanya'nın hakkı olan durum muhakkak tekrar meydana gelecektir. Irkların

tecavüze ugradıgı bir devirde, kendini meydana getiren en iyi unsurlarını muhafaza altına alan

ve bunları en büyük bir kıskançlıkla koruyan bir devlet er geç dünyanın efendisi olacaktır. Nasyonal Sosyalist Hareketin taraftarları, bir gün endiseye düserlerse ve basarı sansları ile, partinin kendilerinden istedigi fedakârlıkların büyüklüklerini karsılastıracak olurlarsa, yukarıda söylediklerimi hiçbir zaman akıllarından çıkarmasınlar.

Continue Reading

You'll Also Like

284K 12.6K 67
Ceylan Su Taşkın, öğretmenlik görevini yapmak için Şırnak'a atanan genç bir kadındır. Sırf görevini yapmak için geldiği bu yerde hiç beklemediği gari...
116K 4.3K 22
Zümrüt Hüsrev Harun Evan Ahdar & "Şimdi.." dedi ve doğruldu. "Biz birbirimize şey mi besliyoruz?" "Ney?" dedim oyunbozanlık içinde kaşlarımı kaldırıp...
238K 18.1K 33
"Bu bir emirdir binbaşı! Sen ve Şüheda yarın akşam eve geliyorsunuz!" Eğer samimiyetimiz olsaydı şurada kahkaha atmaktan bayılırdım. Ama samimiyetimi...
87.6K 4.7K 34
Bir kadın bordo bereli. Aynı zamanda hayalet. Ailesinin gerçek ailesi olmadığını öğreniyor. bakalım daha neler olacak Bu arada ben Asker kadın adlı k...