NOKSAN | ✓

Par celestial_bones

404K 15.1K 2.6K

O, bir kraliçeydi; hayran kaldığım ancak asla ulaşamadığım. Güzeller güzeli, fakat acımasız olan, beni gidişi... Plus

[ Bölüm Bir: Kâğıtlar]
[ Bölüm İki: Paranoyak ]
[ Bölüm Üç: Aslan ]
[ Bölüm Dört: Hız ]
[ Bölüm Beş: Tesadüf ]
[ Bölüm Altı: Güller ]
[ Bölüm Yedi: Zebani ]
[ Bölüm Sekiz: Rubik Küp ]
[ Bölüm Dokuz: Alevler ]
[ Bölüm On: Yabancı ]
[ Bölüm On Bir: Düş ]
[ Bölüm On İki: Salıncak ]
[ Bölüm On Üç: Sitrin ]
[ Bölüm On Dört: Karanlık ]
[ Bölüm On Beş: Bulutlar ]
[ Bölüm On Altı: Düşman ]
[ Bölüm On Yedi: Kibir ]
[ Bölüm On Sekiz: Bay Resmiyet ]
[ Bölüm On Dokuz: Yapmacık ]
[ Bölüm Yirmi: Kural Tanımaz ]
[ Bölüm Yirmi Bir: Küçük Kalp ]
[ Bölüm Yirmi Üç: Pembe Dizi ]
[ Bölüm Yirmi Dört: Kireç ]
[ Bölüm Yirmi Beş: Minnettar ]
[ Bölüm Yirmi Altı: Bilmece ]
[ Bölüm Yirmi Yedi: Şenlik ]
[ Bölüm Yirmi Sekiz: Paha Biçilmez ]
[ Bölüm Yirmi Dokuz: Yoldaş ]
[ Bölüm Otuz: Söz ]
[ Bölüm Otuz Bir: Büyü ]
[ Bölüm Otuz İki: Baskı ]
[ Bölüm Otuz Üç: Gazap ]
[ Bölüm Otuz Dört: Strateji ]
[ Bölüm Otuz Beş: Büyük Gün ]
[ Bölüm Otuz Altı: Cevher ]
[ Bölüm Otuz Yedi: Panik ]
[ Bölüm Otuz Sekiz: İyi ]
[ Bölüm Otuz Dokuz: Çilek ]
[ Bölüm Kırk: Teklif ]
[ Bölüm Kırk Bir: Takdire Şayan ]
[ Bölüm Kırk İki: Şehrin Soytarısı ]
[ Bölüm Kırk Üç: Kist ]
[ Bölüm Kırk Dört: Şehrin Prensesi ]
[ Bölüm Kırk Beş: Soysuz ]
[ Bölüm Kırk Altı: Affedilmez ]
[ Bölüm Kırk Yedi: Başkaldırı ]
[[FİNAL] Bölüm Kırk Sekiz: Cadı Avı ]
[ YAZARDAN FİNAL NOTU ve İKİNCİ HİKÂYE BİLDİRİSİ ]
[ Şarkı Listesi ]

[ Bölüm Yirmi İki: Gerçekdışı ]

3.6K 179 12
Par celestial_bones

Şarkı: She Past Away - Hayaller?

[ Bölüm Yirmi İki: Gerçekdışı ]

Görmemiş gibi, karşımdaki kişi bedenen yokmuş gibi, kısacası önümde bir hayalet varmış gibi davranmak, bir gaz lambasının titrek fitilini andıran ruhundan öylesine geçivermek işimi kolaylaştırır, konuşmak gibi bir zahmete girmeden oradan uzaklaşırdım. Bunun bir göz yanılması, rüzgârın yarattığı ufak bir esintinin parçası olduğunu dahi varsayabilir, dudaklarımın isyan etmesini sağlayan acı ile yaşamıma devam edebilirdim.

Fakat işler düşündüğüm gibi yürümüyordu; bulutlu günün bizlere bahşettiği soluk gri ışık, Amas'ın en son gördüğümün aksine normal halini almış olan yeşil gözlerini aydınlatıyor, siyah kolsuz bluzu, basketbol şortu ve spor ayakkabıları onun fiziken önümde olduğunu belirtiyordu.

Ve sesini duymam, o an harabeye dönmüş olan kişiliğimi daha fazla eşeliyordu; göze çarpan birçok nokta vardı üzerimde, fakat hiçbiri insanın içini açan şeylerden, bembeyaz bir gülümsemeden veya gözlerimi renk cümbüşüne dönüştüren duygulardan oluşmuyordu. Kötü tonlar hakimdi boynumda, dudaklarımda ve tişörtümün altında, göstermek istemediğim kadar utanç verici ve dediği gibi, acınılasıydı.

"En azından deliklerden birinin içerisine kaçmadan önce bulabildim seni," dedi. Kupkuru ağzım ve parmak uçlarımdaki uyuşukluk ile ona cevap vermek zordu, dolayısıyla bir sözcük söylemeye yeltenmedim bile.

"İki kusmuklu bir revire fazla geldi tabii," diye gözlerini çevrede dolaştırdıktan sonra bakışları boynumda takılı kaldı.

Sağ elimin hala boynumda oyalandığının farkında olsam da, bir süre sonra tırnaklarımın cildimde oluşturduğu uçak pistinde ileri geri hareket etmesini takip edemez olmuş, oluşan kırmızı izleri, derimin yavaştan kalkmasını vücudumun bir parçası haline getirmiştim.

Amas'ın bedenini saran ışık süzmelerini yararak yanıma gelmesinden ve bana engel olmasından korkuyor, fakat eş zamanlı olarak da yerimden kıpırdamıyordum. Sanki adım atmamla kemiklerim güçsüz birer çubuk gibi parçalanacaktı ve Oktay'ın dokunduğu yerler dudağımdaki baskıyı da arasına alarak bir avuç küle dönüşecekti.

"Ecrin kulaklarımı yırttın resmen. Kes şunu," dedi ve benim ifadesiz halime karşın sıkıntılı surat ifadesine büründü. "Kızım beni duyuyor musun? Haşır haşır kaşınmasana," diye homurdandı.

Elim durmadıkça boş bir tabaka yüzümde hakimiyetini sürdürmeye devam ediyordu; birinin bana dokunması, hatta bu dokunuşun dost canlısı olması bile üzerimdeki kir yığınını açığa çıkaran bir kese işlevi görebilirdi ve tüm acınasılığım bulaşıcı bir hastalık gibi diğer insanlara yayılabilirdi.

Soğuk parmaklarımın üzerindeki elini hissettiğimde ani bir tepki vererek onun elini itmem kaçınılmazdı; Amas'ın benim bu davranışıma hazırlıksız olduğu belliydi. İlk önce biraz afallayıp duraksadı, fakat toparlanması uzun zamanını almadı; elimi hızla tuttu ve aşağı doğru çekti. 

Hala yerimden ayrılamadığım doğruydu, fakat boşta kalan diğer elim çoktan boynuma ulaşmış, kaldığı yerden devam etmeye girişmişti. Elimi oradan, boynumun kırmızı çizgilerinden çekemeyeceğini düşündüğüm bir anda Amas'ın beni bileğimden tutması ile tüm bu çabalarım son buldu.

"Bırak beni," dedim, zayıf çıkan ve kısık sesimle.

Tenime yapışan pisliklerin boynumdaki açık şeritleri doldurduğunu hissedebiliyordum; tırnaklarımın hiçbir işe yaramadığını söyleyen tüm bu kir, kırmızı şeritlerden içeri sızarken tıka basa dolduğumu düşünerek kazı işlemini yeniden başlatmak istiyordum. Fakat Amas bana engel oluyordu ve bundan daha önemlisi, pislik içinde kalmama yardım ediyordu.

"Bırakamam," dedi katı bir sesle. "Kafanın kopmasını kimse istemez."

Güçsüz sesimle, "Amas bırak beni," diye tekrarladım.

"Olmaz," diye karşı çıktı bana.

"Lütfen."

Yeniden başını olumsuz anlamda salladığında bana yakınlığı karşısında Oktay'ın beni sıkıştırdığı ve zorla öptüğü işkence dolu o ana dönüyordum; kontrolsüzce sarsılmaya, alt dudağım titrerken gözlerim dolmaya başlıyordu.

"Ecrin seni bekleyenler var, bu yüzden fazla oyalanmadan..." diye devam eden Amas'ın lafını titrek sesim ile böldüm.

"Neler olduğunu hala anlayamadın, değil mi?" dedim.

O gece olduğu gibi önünde ağlamak istemediğim kadar ona bakamıyordum. Çünkü emindim her şeyin farkında olduğundan, şiş dudaklarımdaki işaretleri bildiğinden. Bana diyeceklerinden korkuyordum; dolan gözlerim ve titreyen bedenimin onun için acınılası olmam haricinde bir anlam ifade etmediğini duymaktan çekiniyordum.

Bir nefes verdi. "Anlayamadığım bir şey varsa o da, Oktay denen yavşakta ne bulduğun."

Geçen seneki platonik kızın düşünceleri sanki bir uzaylının, dünyadışı varlığın düşünceleriydi, tam olarak çözemediğim gibi Oktay'ın gözümdeki yeri son yaptıkları ile betona çakılıyordu.

"O, ben... Biz... Yani o..." diye bir şeyler geveledim ama boğazıma takılan yumrunun verdiği acı, devam etmeme izin vermedi.

"Ecrin cinsel hayatını anlatmak zorunda değilsin," dedi Amas sıkılmış bir tavırla. "Merak etmiyorum."

Varlığım onu bıktırıyordu; hantaldım ve etrafımdaki her insandan yardım dilenecek kadar da çaresizdim. Kendimi imha etmeye giden yolda pislik içindeki ellerimi tutan kişi Amas olabilmişti fakat ikimizin de tek isteği birbirimizden olabildiğince uzağa kaçmaktı.

"Beni fazla irdeliyorsun Amas," dedim fısıldarcasına. "Fakat bana inanmadığın, güvenmediğin ve dahası benden bıktığın için sadece kendini yormakla kalıyorsun."

"Benden hiçbir farkın, hiçbir ayrıcalığın yok Ecrin," diye karşılık verdi ve iğneleyici bir sesle, "Bana artık ihtiyacın kalmadığını söylerken kendini görmeliydin," dedi.

"Buna rağmen..." dedim bir nefes alırken. "Buna rağmen öyle noksan bir yaşamın içindeyim ki, sana ihtiyacım kalmadığını söylesem, her seferinden senden uzaklaşmayı denesem de bir şekilde yeniden önümde seni buluyorum."

Birbirimize söylediklerimizi inkar etmedik; çünkü bu, güneş kadar bariz ve açıktı. Fakat ikimizin de doğrudan bakamadığı, kaçınılan bir olguydu; kesintili olarak bizleri rahatsız eden, dürten bir histi belki de.

Bu kelimeleri ağzıma almak, onları canlı canlı Amas'a duyurmak beni tümüyle değiştiriyordu; ellerimi tutan ellerini güçlükle sıkıyor, boynumdaki ateş ses tellerime dahi zarar verirken daha fazla konuşmamı öğütlüyordu. Sessiz kalıyordum, fakat Amas'ın kinaye dolu yeşil gözleri sessizliğimi anlamsız bulduğunu belirtircesine bana saplanıyordu.

"Deneme," dedi kısaca. "Benden uzaklaşmayı deneme."

Avuç içlerimi sıkıca tutan ellerinin gevşediğini, üzerimize çöken soluk gri ışığın ise onun uzaklaşmasıyla doğrudan yüzüme vurduğunu içimi titreten bir ürperti ile hissedebiliyordum; yarı dalgın halim dediklerinin keskinliği ile bölünüyordu.

"Ancak o zaman, benden kaçmayı kestiğin an buna son verebilirsin," diye ellerimi boşluğa bıraktı. Bir şey fark etmişçesine gözlerini kocaman açtığında, "Bu sahneyi defalarca kez yaşamamıza gerek yok," dedi.

"Yapamam," diye fısıldadığımda dediklerinden hangisine cevap verdiğimi ben dahi bilemiyordum.

"Yaşam noksan değildir Ecrin," diye devam etti düşürdüğü sesi ile. "Noksan olan, bu eksikliği yaratan sensin."

Kollarımı vücuduma, kırmızı tişörtümün yumuşak yüzeyine bastırdığımda Amas'ın yüzü silikleşerek on-on bir yaşlarındaki halini almış gibi geliyordu; yeni boyanmış duvarın nahoş kokusu ikimizin çevresinde, binanın gösterişli zemini ise ayaklarımızın altındaydı. Bana bakan gözlerinde tatlı yeşil bir ifade yatıyordu ve hayranlıkla kıpırdattığı dudakları, "Çok güzelsin," diyordu.

Sesi, küçük bir çikolataydı ve ağzımda erirken minik, utangaç bir gülümsemeyi oluşturuyordu dudaklarımda. Bakışlarımı ayakkabılarımın mavi yüzeyine çevirirken o, sanki bir masaldaki peri kızının görkemli kanatlarına bakar gibi beni süzüyordu.

Gerçekdışı hissediyordum o bana baktıkça; orada olmamalıymış gibi, bir şeyi bölüyormuş gibi, onun hayatından saniyeleri çalıyormuş gibi. Yine de bu, beni o eski, belki de hiç yaşanmamış olan anda tuhaf hissettirmekten çok, mutlu ediyordu; karşısında gerçekdışı olmaktan hoşlanıyor, hayatından çaldığım saniyeler ömrümü uzatırken olmam gereken yerde olduğumun kanısına varıyordum.

O anki büyüleyici hissin içerisine düşmem, onun akışına kapılarak amaçsızca sürüklenmem kabul edilinilemez, hatta düşünülemezdi. Bu saydam tabaka, kısacası his, beni konuşmaya itiyordu; çünkü bir şeyleri kavramakta güçlük çekiyor, bu gerçekdışılığın verdiği tezatlık kaşlarımı çatmama sebep oluyordu.

"Tuhaf," diye mırıldandım. "Tek bir his var içimde: Gerçekdışı olduğum." Hiçbir şey devam etmemi desteklemiyordu, fakat ben her şeye inat kelimelerin ağzımdan çıkması için çabalıyordum.

Boşa bir çaba olduğunu içten içe kendime belirtsem de cümlelerime devam ediyordum. "Yanındayken bazen kendimi öylesine gerçekdışı hissediyorum ki..." diyebildim. "Farklı kelimeler kullansan da bu his, iyi veya kötü her zaman beliriyor."

Amas başını hafifçe iki yana salladığında "Yine yapıyorsun Ecrin," dedi.

"Her neyi kast ediyorsan şu an onu yapmıyorum," diye karşı çıktım ona.

"Gerçekdışı hissettiğini söyleyerek bir döngüyü tekrarlıyorsun," diye duraksadı. "Ve bu sefer senin gerçek olduğunu kanıtlayabilecek hiçbir oyun yok."

"Bana hayatın basit olduğu günlerde dediğin lafları tekrar etmelisin Amas. Bu da bir oyun sayılır nasıl olsa," dedim bana ait olduğuna inanamadığım güçsüz sesimle. "Güzel olduğumu söylemelisin ve aynı zamanda hayran hayran bana bakmalısın. Ve tabii ki de, geriye kalan her şeyi, tüm evreni unutturman gerekli. Belki de böylece senden kaçmak için bir sebebim kalmaz."

"Bu senin gerçekdışı hissetmeni engeller mi?" diye sorduğunda "Hayır," diye cevapladım onu. "Gerçek olduğumu kanıtlamanı istemiyorum."

Elini saçlarının arasından geçirdiğinde sıkıntıyla alt dudağını dişledi ve ayağını yerdeki görünmez taşları kovalarcasına kıpırdattı. Düşünceli görünüyordu ve amacımı anlamamışa benziyordu, fakat bir zamanlar hissettiğim o duyguyu anlatmaya kalkışsam kendi sesimin derinliklerinde boğulabilir, bilinmeyenin içine düşüp ölebilirdim.

"Seni buradan götürmem gerek," dedi Amas. "Zülal Hoca seni odasına çağırıyor. Birileri gelmiş, galiba senle görüşmek istiyormuş. Çok dinlemedim, ama daha fazla oyalanmaya devam edersek ikimizin de sonu pek mutlu bitmez."

"Konuyu dağıtıyorsun," diye ısrarcı bir tavırla söylendim. "Ama zaten hiçbir zaman duymak istediklerimi söyleyen biri olmadın Amas."

Kendi içimde çelişiyordum bir bakıma; ellerim boynumdan çok daha uzakta tutuyor, parmaklarımın açık yaradan içeri geçeceğinden, gerçekdışı bir varlık olduğumu geri dönüşü olmayan bir şekilde göstereceğinden korkuyordum. Aynı zamanda gerçek olduğumu bilmek de istemiyordum çünkü bu, küçüklüğümden beri hissettiğim hissin boşa çıkmasını sağlar, mavi ayakkabılı küçük kızın, kızıl saçlı bir oğlandan bir daha asla bu iltifatları duyamayacağını bilmek beni üzerdi.

"Evet, konuyu dağıtıyorum," diye az önce dediklerini kabul etti. "Sana duymak istediklerini söyleyenler seni aptal yerine koyuyor demektir Ecrin. Bunlara inanıyorsan keyfin bilir, fakat benden böyle bir şey bekleme. Aklının ucundan dahi geçirme."

"Oktay," diye mırıldandım kendi kendime. "Bana tanıdığı en mükemmel kız olduğumu söyledi, ama ona kanmadım. Kanmadım çünkü dediğin gibi, duymak istediğimi söylerken beni göklere çıkardığını zannediyordu. Fakat şimdi aynı şeyi senden bekliyorum ve nedense... Nedense daha farklı hissedeceğimden eminim. Aslına bakarsan, emindim."

"Daha farklı?" diye sordu kaşlarını çatarken. "Her türlü gerçekdışı hissedeceğini söylemedin mi sen?"

"Amas, anlaman mümkün değil," dedim. "Daha önce hiç yaşamadın."

Ona açıklayamayacağımı biliyordum; farklıydı, farklı bir histi ve farklı kelimesinin uyabildiği tüm kelimelere yaraşan bir duyguydu. Ayaklarımın yere bastığını bilmek, ruhumun bedenimden ayrılmasıydı; gri ışık, okulun kalın duvarları, Oktay'ın dudaklarındaki şehvet, Amas'ın sözlerindeki vuruculuk tarafından yenilerek hayatımın son bulmasıydı.

Panik olmamı sağlıyordu, beni iyi tarafa çekebilecek tek şey ve aynı zamanda bu duruma düşmemin sebebi olan insan, istediğim her şeyi reddediyor, kendi vurucu yapısı, kesin düşünceleri ile beni ortada bırakıyordu.

"Yeterince kafa karışıklığına yol açtığına göre Ecrin, bugünlük kotanı doldurmuş sayılırsın," diye bana doğru bir adım attı. "Tişörtünü düzelt de gidelim," diye ekledi.

Her şey, abartısız tüm hareketlerim ağır çekimde gerçekleşiyordu, o diyene kadar ucunun kıvrıldığını fark etmediğim tişörtümü yavaşça düzeltiyor, Amas'ı mekanik adımlarla takip ediyordum. Etrafım sisler veya sise benzer zehirli, yoğun bir gaz altında kalmış gibiydi; kendimi bu hava kütlesinin altında ezerken duygusuzlaşıyor, acıyı dahi hissetmiyordum.

Belki de en kötüsü, tüm göz kırpışlarıma rağmen gerçekdışı hissetmekten vazgeçemem oluyordu. Saatler gibi geliyordu bu halde kalışım; günler, aylar, yıllar geçiyor, arkamda bıraktığım her şey çer çöp olurken bir hortlak gibi kendi yarattığım noksanlığın içerisine düşüyordum. Derin bir boşluk, yerini dolduramadığım çukurlardan oluşuyordu tüm evren; kaçamıyor, ilgimi başka yöne çekemiyordum.

"On beş dakikadır sizi bekliyoruz," diye kızan Zülâl Hoca'nın sinir yüklü sesini duymam, gözlerimin önünü kaplayan tabakayı az da olsa dağıtmış gibiydi. Gözleri kan çanağı, burnu bir adet palyaço burnu, yanakları ise sönük birer işaretti Zülal Hoca'nın.

"Nerede kaldınız?" diye kızdı. Onun soğuk algınlığına yakalandığını düşünmekte, geçmiş olsun dilemek adına kafamdaki bölük pörçük olmuş harfleri toparlamaktaydım ancak öfkeli gözleri buna izin vermeksizin bana çevrildi.

"Ecrin özellikle sen, bugünlerde o kadar vurdumduymazsın ki, hakkında konuşmak bile istemiyorum," dedi ilk başta. "Okula gelmemene bazı sebeplerden bir şey diyemeyeceğim fakat kimseye haber vermeden okuldan çıkman seni disipline kadar götürebilir. Şansına benim yerimde başkası yok, olsaydı kimse senin gözünün yaşına dahi bakmaz, seni disipline yollardı."

Bir şey demek istesem de dilimin ucuna biriken tüm kelimeleri gereksiz bularak susmayı tercih ettim.

Bu durum karşısında devreye Amas girdi, "Ecrin'i revirden alıp getirmem uzun sürdü, kusura bakmayın," dedi. Sesindeki suçlayıcı ton beni hedef alıyordu fakat Zülâl Hoca bununla ilgilenmeksizin odanın içerisini gösterdi.

"İçeriye ben girmiyorum, Serhat Bey sizinle özel olarak konuşmak istediğini belirtti," dediğinde Amas ağzını açmıştı ki hoca, "Amas itiraz etme. Sen de giriyorsun," diye çıkıştı.

İkimizi de içeriye doğru itekledi Zülal Hoca. Müdürün odasında ağır bir parfüm kokusu hâkimdi; yapay çiçeklerin tozları odayı saran gri ışığın içerisinde yol alıyor, sahte yaprakların katı yüzeylerinden yapışık gövdelerine kadar partiküller seçilebiliyordu. Odanın olağan görüntüsünün içine sıkışmış, birkaç dakika içerisinde ancak seçebildiğim cılız, takım elbiseli adamın verdiği soluklar, bu düzene karşı çıkarcasına tozları odanın dört bir köşesine saçıyordu.

Bizi bekleyen kişinin bu adam olduğunu tahmin etsem de, aslında kafa karışıklığına sebep olan sorularım haricinde pek bir şey hissedebildiğim söylenemezdi. Duygularım derinlere bir yere saklanmış, şifresini bilmediğim bir kasanın içerisine konulmuş gibiydi; ne heyecanlanabiliyor ne de stres olabiliyordum.

Sonunda adamın açık mavi gözleri Amas'la beni bulduğunda "Ecrin Karayel," dedi düz bir sesle. "Dün akşamdan beri seni arıyorum."

Adamda tanıdık gelen bir şeyler vardı; bir spiker gibi tane tane, anlaşılabilir ve bir o kadar da stabil olan sesi, kırlaşmış sarı saçları ve uzun boyu onu her gün uzaktan izliyor, görüyormuşum gibi bir hava veriyordu. 

Anlamsız bakışlarım adamın suratının üzerinde gidip geliyordu. Amas kolumu dürtüklediğinde bir cevap vermem gerektiğinin uyarısını veriyordu, ancak ben tam olarak ne diyeceğimi kestiremiyordum. "Özür dilerim ama sizi çıkaramadım," diye mırıldanmakla kaldım.

Adamın çatılan kaşları ve büzülen dudakları beni küçümsüyordu, fakat umursamaz duygularımdan yaptığım çitler sayesinde bunu görmezden gelebiliyordum; hafızamın asfalt zemininde sek sek oynayan beynim karelerin içerisine bastıkça, bu ifadeyle daha önce karşılaşıp karşılaşmadığımı hatırlamaya çalışıyordu.

Adam yeniden söze girdi. "Daha önce hiç yüz yüze konuşmadığımızdan beni çıkaramıyor olmalısın. Kendimi sana tanıtayım o halde. Ben Serhat Özkan," dedi ve vurgulayıcı bir tonla ekledi. "Sarp'ın babasıyım."

Gözlerim açılırken kaşlarım istemsizce yukarıya doğru kalktı; onu birçok kez televizyonda izlemişliğim, konuşurken duymuşluğum, şehrin belirli yerlerinde görmüşlüğüm vardı ve bunların hepsini aklıma getirdikçe duygularımın kilitli kaldığı yerden fırlayarak üste çıktığını hissedebiliyordum. Beklediğim stres yerini almış, şaşkınlığım suratıma vurmuş ve endişe buz kesmeme yol açmıştı.

"Kusura bakmayın. Bir an anımsayamadım," dedim hızla. İçgüdülerim başımın belada olduğunu ve bunun Sarp'la büyük bir ilgisi olduğunu söylüyordu; düşündükçe bunun mantıklı gelmesi avuçlarımın içinin soğuk soğuk terlemesine yol açıyordu.

"Garip doğrusu," dedi Serhat Özkan kendi kendine. "Oğlumun arkadaşlarıyla her zaman tanışmışlığım vardır," diyerek eliyle oturduğu yerden Amas'ı işaret etti. "Her ne kadar artık görüşmeseler de."

Amas omuz silkti. "Görüşmeyeli bir yıl oldu sanırım," dedi.

Sarp ile Amas'ın arasının bir zamanlar çok iyi olduğunu, fakat ondan sonra birbirleriyle küs kalacak kadar kötüleştiğini biliyordum. Aynı şey, Serhat Özkan ve Amas'ın babası Ahmet Akbulut için de geçerliydi; niye aralarının bozulduğu konusunda dedikodular etrafta dolaşıyordu, ancak ikisi de birbirinden zıt karakterler olduğu için küslüklerinin üzerinde durduğum söylenemezdi.

"Yine de," diye devam etti Serhat Özkan bir nefes verdiğinde. "Bu durum karşısında yalnızca sizler yardımcı olabilirsiniz."

Adamın varlığı odadaki havanın soğumasına, eksi derecelere düşerken uçuşan tozların birer kristale dönüşmesine sebep oluyordu. Diyecekleri beni ürkütürken anlamsız bakışlarım yüzüme yeniden yerleşiyordu ve Sarp ile Doğu'dan hiçbir şekilde haber alamadığımı göz önüne getiriyordum.

"Neler olduğunu bilmiyorsun, değil mi Ecrin?" diye sordu Serhat Özkan. Bu sefer dudakları kıvrılmış, kırışıklıkları belirginleşmişti; televizyonda olduğundan, sokakta gördüğümden bin kat daha canlı, korkutucuydu ve buz mavisi gözleri ile Sarp'ın bana söylediği o tüylerimi diken diken eden lafı hatırlatıyordu: "Geceleyin yatağının başucuna gelir, elinde neşterle karnını deşer."

Beni tanımadığını geçirdim aklımdan; basketbol maçında Sarp'ın kız kardeşine söylediklerimi bilmesine imkân yoktu ve kulaklarımda çınlayan lafları yalnızca can sıkan bir espriden ibaretti. 

"Sarp gözaltına alındı," dedi Serhat Özkan. Sarf ettiği kelimeler buz parçaları kadar keskin, dokunuşu ise soğuk yanığı bırakacak düzeyde hasar vericiydi.

Bir bebek gibi kafa sallamama son vermiş, donakalmıştım. "Ne? Neden?" diye sordum aniden.

"Kasten adam yaralama," diye yanıtladı Serhat Özkan sert ses tonunu sürdürerek.

Amas'ın da kafası en az benimki kadar karışmış olmalıydı. "Ciddi misiniz?" dedi. "Sarp. Hani şu evdeki fareyi dahi yakalamak istemeyen Sarp?"

"Ta kendisi," diye hafifçe güldü Serhat Özkan. Bu, yüzünde gördüğüm ilk dost canlısı mimik olmalıydı, fakat yine de ömrünü çok uzun sürdüremeyen bu ifade yerini gene o ciddi maskeye bıraktı. "Dediklerine göre Doğu Önder isimli bir kızı bıçaklamış," diye sürdürdü sözlerini.

Dediklerini duyar duymaz verdiğim ilk tepki, "Böyle bir şeyin olması mümkün değil," oldu. Fakat tam karşımda duran Serhat Özkan'ın onaylamaz bir tavırla 'cık' ettiğini görünce çaresizlik içime aynı bir nükleer bomba gibi düşüverdi, kırmızı koltuklardan birine çöktüğüm gibi titreyen ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırdım.

Boğazıma kadar suçluluğun içerisine battığımı duyumsuyordum; belirsiz yüzler, aşina olmadığım sesler etrafımı sararken bunun sorumlusunun ben olduğumu belirtiyordu. Yanında durabilirdim, tüm bunların olmasına engel olabilir, Mehtap'ı tek bir sözcükle reddedebilirdim fakat artık çok geçti. Yanlış tarafa düşmüştüm ve şimdiden evimi saran alevlerin parlak çağrısı gözlerimi dolduruyor, yaptığım hataların tümünü alevlere atmam için fırsat veriyordu.

Başına gelenler yanlıştı, suçun Sarp'ın üzerine atılması yanlıştı, zarar görmesi, hatta tümüyle o kargo şirketine gelmesi yanlıştı; doğru olan, Doğu'nun yerinde benim olmam gerektiğiydi.

Amas'ın hapşırması, tüm düşüncelerimi dağıttığı gibi neredeyse yerimden zıplamama neden oluyordu. "Toz alerjisi," diye geveledi Amas, burnunu çekerken.

"Doğu..." diye yutkundum. "O iyi mi?" Sorduğum sorunun cevabını öğrenmek istediğim şüpheliydi.

"Hiç değilse yaşıyor," dedi Serhat Özkan. "Durumu ağır değil, fakat ifade vermesi için birkaç gün daha dinlenmesi gerektiğini söylüyorlar. Onu o halde bulduklarında yanında Sarp olduğundan dolayı ve bıçağın elinde bulunması sebebiyle Sarp'ı tutuklamışlar. Olay sırasında sen orada değilmişsin fakat o sırada sende önemli bir şeyler varmış."

Evet, vardı. Hem de onların yanında bulunmama nedenim, o "089" yazan odadan içeri girmem ve Mehtap'ın trajik olayına tanıklık edip ona takılmamdı. Kargo şirketinden aldığım üç dört kâğıt okul dolabımın içerisinde kilitli halde duruyordu, bakma fırsatım olmamıştı ama belli ki Sarp gözaltındayken bile bu kâğıtları önemsiyordu.

Onu onaylar hiçbir harekette bulunmadığımı gören Serhat Özkan bir şeyler dedi fakat eş zamanlı olarak Amas bir kez daha hapşırdığından ve üzerime düşmek üzere olduğundan ne dediğini anlayamadım, bunun yerine Amas'ı elinden tuttuğum gibi yanımdaki kırmızı koltuğa oturttum.

Serhat Özkan, iki eliyle de ceketinin ceplerini yoklarken adamı sorularımla meşgul etmemek için Amas'a doğru döndüm. "Doğu," diye fısıldadım. "Telefonda konuşmuştun, hatırladın mı?"

Amas burnuna tuttuğu kırışık peçeteye bir kez daha hapşırdı, "Siktiğimin tozları," diye elini tozları kovalamak istiyormuşçasına havada gezdirdi. Kızarık gözlerle bana döndüğünde, "Hatırladım hatırladım," diye tekrarladı. "Telefonu geri ver' diye cırlayan çocuk."

"Çocuk? Şaka yapıyor olmalısın," diye kollarımı birbirine doladım.

"Umursuyor gibi mi gözüküyorum?" diye homurdandı ve ardından alerji yüzünden gözüne biriken yaşları elinin tersiyle sildi.

Stresten dudaklarımı kemirdim; ben Mehtap'la şehrin bir diğer ucunda süslenip püslenip saçma sapan insanların arasında gezinirken Doğu acı çekiyordu ve Sarp, yapmadığı bir şey yüzünden tutuklanıyordu. Bu olay ikisinin de hayatını körelten bir boyuta ulaşmadan Doğu'yu bıçaklayan kişinin kim olduğunun bulunması gerekiyordu. 

"Bunu başka biri yaptı," diye sitem ettim. "Sarp olamaz. Hayır, o olamaz."

"O 'başka biri' sen olmayasın? Ne de olsa son zamanlarda bıçaklarla oldukça yakınsın," diye çıkıştı Amas hapşırmadan hemen önce.

"Umarım şu tozlar seni komaya sokar," diye kötü kötü Amas'a baktım ve bilerek toz içindeki yapay çiçeği silkeledim.

"Ben senin..." diye yerinden fırladı Amas ve odanın öbür ucuna kaçtı. Bana gözlerini kısarak ölümcül bakışlar göndermek istediğini biliyordum ama alerjinin verdiği krizler onu iki büklüm etmişti, başını bile kaldıramıyordu.

Serhat Özkan, ceketinin ceplerinde başlattığı araştırmaya son verdiğinde Amas'tan yana kısa bir bakış attı ve daha sonra bana dönerek ellerini ovuşturdu. "Pekâlâ, aradığım şeyi arabada bırakmışım. Hocanızdan da izin aldığıma göre Amas şu odanın içerisinde vefat etmeden önce hastaneye gidelim. Konuşmamız hala bitmiş değil; arabada devam edeceğiz."

Neden hastaneye gittiğimizi sorgulamama gerek yoktu. Doğu oradaydı ve o an, onu görmek, kendi gözlerimle iyi olduğunu teyit edip özür dilemek haricinde aklımda hiçbir şey bulunmuyordu.

Continuer la Lecture

Vous Aimerez Aussi

730 51 12
"Ölüme yalın ayak koşanların öyküsü bu." "Bu motorun üzerine bindiğin zaman zebaniler sana cehennemden yer ayırtmıştı hanımefendi, cehennemde görüşür...
527K 25.5K 34
Seni zihnime davet ediyorum. Bu kitabı açtığın an bir ruhun kesesinde büyümeye başlayacaksın. Seni acımla, gözyaşımla büyüteceğim. Bazen dayanamayıp...
Son Tehdit Par Kadriye

Mystère / Thriller

205K 2K 5
Büyük bir yangınla son buldu fakat şimdi dalga dalga geri dönüyor. Unutulan her şey bir kıvılcımla yeniden alevlenir. Damla, Savaş, Beyza, Metin, Ard...
15.2M 613K 54
"Soyun!" "Ne?" Yaşlı adam oturduğu masada kaşlarını çatmıştı ki yanındaki kadın tebessüm ederek bana döndü. "Sadece hırkanı çıkar ve bize sol kolunu...