MIH

By _Mehsa_

7.3M 325K 182K

İntikamın kıyafetini hiç merak ettiniz mi? Peki ya bedenini? İntikam,nefretle kararmış lacivert gözlerdi. İn... More

TANITIM VE PROLOG
1-*Canavar(Canver)*
2-*Ceylan*
3-*Kuyunun Hikayesi*
4-*Azrail'in Evi*
5-*Gazap*
6-*Ezinç*
7-*Cefa-Pişe*
8-*Gönülçelen*
9-*Kaçak*
10-*Nikah*
11-*Lahza*
12-*Charlie*
13-*Kale*
14-*Şiraze*
15-*Müge*
16-*Zar*
17-*Tutulma*
18-*Figan*
19-*Hükümdar*
20- *Mecruh*
21-*Kral Payı*
22-*Billur*
23-*Hançer*
24-*Sanrı*
25 -* Raks*
26-*Dildâde*
27-*Kor*
28-*Sevda*
29-*İhtilal*
30-*Bahar*
31-*Meftun*
32-*Ateşpare*
* SİRAÇ VUSLAT 19.04*
33-*Fedakar*
34-*İrade*
36-*Cambaz*
37-*Vurgun*
38-*Asil*
39-*Kırmızı*
40-*Azap*
41-*Uçurum
42-Veda
43-*Güz*
44-*Acı*
45-*Katran*
46-*Safderun*
47-*Devran*
*19.04 & Doğum Günü Özel*
48-*Anne*
49-*Baba*
50- *Bedel*
51-*Kader*
52-*Masal*
53-*Şakayık*
*Özel Bölüm*
*54- Toprak*
*21.21*- DUYURU

35-*Oda*

120K 4.7K 4.2K
By _Mehsa_

SOHBET KÖŞESİ

Selamünaleyküm Mehsa'nın güzeller güzeli fedaileri! Ben geldim, ben geldim, ben geeeeldim! 😍👏

Nasılsınız? Ben artık mezun ve KPSS'nin son mağduru olarak aşırı yoğunum ama çok şükür artık üniversite mezunu olarak karşınızdayım. Sizinle büyüdüm. Neredeyse 10 yıldır sizinle birlikte ne badireler atlattık. Bu yüzden bu mutluluğumu da sizinle paylaşmak istedim. 🐣🐣

Artık mezunum!🥳🥳

Ve bu mezun yazarınız kendi rekorunu kırdı; TAM TAMINA 27 BİN 500 KELİMELİK BU BÖLÜM!  🥳🥳

Sizin için size özel hazırlandı ve dolu dolu, en azından üç bölümlük konuyu içeren, bomba üstüne bombanın patladığı,sırların açığa çıktığı çok fena bir bölümle karşı karşıyasınız. 🎯💥🚒

Bu arada inşAllah sizler de çok ama çok iyisinizdir. Lütfen burada sohbet edelim.  🐣

Sonra başlayalım! Huh!💥🔥 Hem de fena fena başlayalım. 

Sizi çok ama çok seviyorum. 👉👈 Lütfen bunu unutmayın.😍 İyi okumalar dilerim! 

(LÜTFEN BÖLÜM SONU AÇIKLAMAMI DA OKUMAYI UNUTMAYIN! BENİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ!🥀)

MÜZİK KUTUSU 

Buray- Haykırasım Var

Kehlani- Jealous

Gökhan Kırdar- Yerine Sevemem

Cengiz Özkan- Elif Dedim 

Rubail& Xaitre - Bir Gün O Geler 

🥀🌙Instagram Sayfamız: Mehsa Hikayeleri

🥀🌙 Kişisel Instagram Sayfam: _mehsaa_
🥀🌙 Twitter: mehsahikayeleri

🥀🌙Takip edebilirsiniz. Özellikle duyurular ve alıntılarımız için çiçeklerim.🌺

🪔🪔🪔

Elif'ten;

Sözlerden daha çok yaşanmışlıklara karşı derin bir itimadım vardı çünkü yaşanmışlıkları kelime dağarcığınız ne kadar geniş olursa olsun bazen tarif edemezdiniz. O an yalnızca bir bakışta, için yanıyormuş gibi bir iç çekişte, bir damla göz yaşında saklı bulurdunuz.

Benim için Siraç 'ın yaşanmışlıkları tam olarak bu kategoriye giriyordu. Onun anlattıkları her daim belirttiği gibi buz dağının görünen yüzüydü. Bana bir şeyler itiraf ettiği, kriz geçirdiği zamanlar da öyle bakıyordu ki ben o yaşanmışlıkların tarifsiz çığlıklarını da duyuyordum.

Tam o anlar da sımsıkı sarılıp kaburgalarımın içinde, kalbimin en kuytu köşesine saklamak istiyordum onu. Bu kadar güçlü bir adamın yıkıkları içerisinde bir enkazın altında yattığına şahittim çünkü.

Onu oradan çıkartamıyordum, nefes olamıyordum, girdiği yolda önüne set çekemiyordum. Anlık mutluluklarla sığ nefesler veriyordum belki ona ama yetmiyordu. Kalbi heves ettiği bir yaşam için atmıyordu.

Gönülsüzdü.

Ben ise gireceği yolda büyük bir yıkıma gireceğinin farkında olarak endişeden ölüp ölüp diriliyordum. Bu yüzdendi bir aile diye diretişim çünkü ben ailemden böyle öğrenmiştim. Babamın kaybının yaraları bile büyük aile olmamız sayesinde sarılmıştı. Başta dedem olmak üzere sığınacak bir sürü limanım vardı ama Siraç 'ın yoktu.

Bana sığınsın istiyordum ama bunu hala tam olarak gerçekleştirdiğine inanmıyordum. Gideceğimden korkuyordu. Her an elini bırakabileceğime inanıyordu. Ona ne yaşamış olursa olsun onu bırakmayacağımı anlatamıyordum.

Bazen babamın vefatından dolayı mı kendini suçluyor diye düşünüp onunla konuşmak istiyordum ama bu konuyu hiç açmamıştı, bu yüzden kendim da adım atamıyordum. Sonra zamana bırak diyordum kendi kendime ama zaman geçtikçe telaşım daha da artıyordu çünkü bana anlattıklarıyla birlikte dehşete düşüyor, korkuya kapılıyordum.

Tam olarak dün anlattıklarından sonraki ruh halimin özeti buydu.

Dehşete düşmüştüm. Gece boyunca başını göğsüme çekmiş kollarımı sımsıkı sararak onu koynumda uyutmuştum. Ağlayamıyordum çünkü ağlarsam kendini suçlayacak, geçmişini anlatmaktan vazgeçecekti. Yine de unutamıyordum.

Küçücük çocuklara yapılmış bu zulmü unutamıyordum.

Tek güvencem şuydu; bunları anlatırken bile bana karşı bağını koparmamıştı. Aslında bu da korkutucuydu çünkü anlattıklarının dehşetine rağmen hala bana karşı arzu duyması, her şeyiyle kendini bana bağladığının bir göstergesiydi. İyi değildi bu durum ama elimde başka çare de yoktu.

Bu yüzden bütün bu karmaşanın ortasında, gecenin ayazında, fırtına yeri göğü döver, şimşekler ağaçları devirirken ben bir kırlangıç gibi yuva yapmaya çalışıyordum. Allah biliyordu ya çok zordu. Onunla hem kendim için hem onun savaşıyordum.

Yaptığımın mantıksız yönleri de çoktu. Böyle bir dünyaya bir evlat getirmekte dediği gibi çok tehlikeliydi ama benim sevdiğim adamı bir hiç uğruna kaybetmem söz konusuydu. Eğer ki bir çocuğumuz olursa Aslı ablanın dediği gibi gidemeyeceğine inanıyordum.

Yoksa her şeyden öte bana karşı olan sevdası yüzünden bile kendini yok etme ihtimali vardı.

Sabaha kadar kesik kesik, huzursuz bir şekilde uyudum. Sabah namazında namazımı uzatırken gözlerimi sımsıkı kapattım, sözlerim ağladı Rabbime. Her seferinde diyordum, ben güçlü değildim. Yalnızca Rabbime teslim olmayı öğrenmiştim. Buydu benim sabrımın kaynağı.

O teslimiyette yükümü kaldırabilmem, taşıyabilmem için yalvardım Allah'a. Dedim ki; "Ey Rabbim! Kaderimin yolu bir sevdaya düştüyse bu sevdanın hakkını verebilmeyi nasip et. Sen beni bu adamın hayatına boşuna göndermedin. Vesile de sensin, takdir eden de. Bu yüzden sonucunu da hayr eyle! Benim senin izninle, hayırla bir yuva kurmamı; o yuvanın bizim dağımız olmasına izin ver. Bize mutlu bir son nasip eyle ey Rabbim!"

Tam bu andan sonra içimdeki sıkıntıyı bir nebze olsun dindirebildim.

Burukluk elbette geçmedi ama anlattıkları için şimdiden pişman olduğunu hissettiğim sevdiğim adamın karşısına tüm içtenliğimle gülerek çıktım.

O da muhtemelen bu gerginliğimi hissetmişti ve iki gün boyunca evde kalacağını söylemesine rağmen şirkete gitmeyi planlıyordu ama yüz ifademi görünce onun da tüm gerginliği dindi sanki. Vazgeçti gitmekten.

Beraber el ele aşağı indiğimiz de sürekli yüzüme baktığını ve ruh halimi analiz etmeye çalıştığını hissediyordum ama açık vermedim. Tüm sevgimi kullandım hislerimi saklamak için. Zaten çok fazla da gizlenmeme gerek kalmadı.

Biz çalışırken bir partnerim olsun diye Nergis'i çağırdı Aslı abla. Nergis geldiğinde ise bize Umut'un Siraç 'la ringde alıştırma yapacağını söyledi.

İşte o zaman ikimiz de kendi kurduğumuz düzen içerisinde, sevdiklerimizle birlikte kendimizi hayatın akışına bıraktık.

"Aslı abla," dedim yakınır gibi. Wing Tsun'un temel hareketleriyle Nergis'e karşı atak yapmamı istiyordu Aslı abla. "Bu kız beni çiğ çiğ yer. Yıllardır bu işin içerisinde. Kim bilir ne eğitim almıştır." Tam o an da Nergis'in dirsek darbesinden kolumla bloke ettim.

Ben şimdiden sırılsıklam olmuştum ve ciğerlerim fazladan bir soluk için sızlıyordu ama Nergis'in daha solukları bile hızlanmamıştı. Bana baktı ve sırıttı. "Bizde bu işte çok eski değiliz. Bende bir yıl eğitim aldım ama patron sağ olsun çok alıştırma yapma imkanımız oldu." Bana doğru yumruğunu uzattığında başımı sağa doğru eğdim.

Keşke her şey aksiyon filmlerinde görüldüğü gibi kolay olsaydı. Reflekslerim hala o kadar zayıftı ki Nergis nazik olmaya çalışmasına rağmen şimdiden üç darbe almıştım ve darbe aldığım her yer sızlıyordu.

"Niye? Baştan beri Siraç'ın yanında değil misin sen?" dediğimde başını olumsuz anlamda salladı sonra konuşmamı fırsat bilerek bileğimi yakalamaya çalıştı.

O an tepkisini düşünemedim çünkü Aslı abladan azar yedim. "Elif dövüşmeyi öğrenirken dedikodu yapılmaz ablacım. Böyle dikkatin dağılıyor, Nergis'te bunu çok güzel kullanıyor." Sesi normalde bana karşı kullandığı ses tonuna göre oldukça tersti.

Azarlanmanın verdiği utançla yüzüm yanmaya başladı. Bu sözlerden sonra hiç konuşmadan birbirimize Aslı ablanın söylediği hareketle sırayla saldırdık. Nergis cidden çok iyi dövüşüyordu. Vücudu sanki bunun için yaratılmış gibiydi.

Aslı ablanın kum torbasına attırdığı tekmeler gibi birbirimize tekmeler savurduk. Kollarımız çarpıştı, ne kadar hareketlerle birbirimizi devirmeye çalışsak da aslında işin temelinde güç ve kondisyonun oldukça etkisi vardı.

"Elif rakibine karşı boyun kısaysa karnına ve boğazına saldır. Bak o hep senin başına hedef alıyor ki bilincini kaybedesin. Sen de sana talimat verdiğim hareketi karnına ve boğazına hedef al ki nefesi kesilirse odağını kaybeder, dengesi sarsılır. Sen de son darbeyi böylece yapabilirsin."

Onun dediklerini uygulamaya çalışırken artık kollarım titremeye başladı. Yine de durmadık. Neredeyse iki buçuk saat çalıştık. En sonunda kendimi oldukça yetersiz hissederken ara verdik. Artık soluk almak bile bir lükstü benim için tüm bedenim ağrıyor ve yere devrilmek için sızlıyordu.

"Çok iyisin Elif! Daha çalışmaya başlayalı çokta uzun bir vakit geçmedi ama reflekslerin oldukça iyi. Göz temasını hiç kesmiyorsun." dedi Nergis beni şaşırtarak.

Matın üstünde yatarken kendi soluklarım bile bana gürültülü geliyordu. Yine de Nergis'in sözleriyle birlikte başımı kaldırdım. "Berbatım bence." dedim yüzümü buruşturarak. " Neredeyse hiçbir darbeni savuşturamadım. Benim ise hedefi tutturabildiğim darbe sayısı iki elimin parmaklarını geçmez."

O bağdaş kurup yanıma oturmuştu, Aslı abla ise ayakta bize bakıyordu. O da konuşmaya müdahil oldu. "Kendini küçümseme." dedi tüm ciddiyetiyle. Olay eğitmekse Aslı Abla gerçekten disiplinli bir öğretmendi.

" Sırf fazladan yükümlülüğün olduğu için sana ekstra yükleniyorum ama senin daha bir kez bile şikayet ettiğini görmedim. Üstelik daha çaylaksın. Senin avantajın vücudunun esnek olması ve hızlı hareket etmen. Böylece zamanı geldiğinde hiçbir darbe sana ulaşamayacak."

Başını bana doğru eğdi ve ona inanmam için azarlayıcı bir ifadeyle bana baktı. "Anladın mı ablacım?"

Benden bir tepki bekliyordu bu yüzden yalnızca başımı sallamakla yetindim çünkü konuşacak dermanım kalmamıştı. Ayrıca kendimi yargılamak çok kolaydı çünkü etrafımdaki herkes bu konuda oldukça iyiydi.

Kalp atışlarımın sesi yavaş yavaş dinerken erkeklerin sesini duyduğumuzda tekrar başımı dikip Nergis'e baktım. Bu ses etin ete çarpma sesiyle eş değerdi. Buna ek olarak birbirlerini kışkırtıyor olmalı ki saldırırken küçük bağırışlar da duyuyordum.

"Ne yapıyorlar?" dedim. O ayağa kalkmış gitmek için hazırlanıyordu. Üstüne siyah spor ceketini giymişti. Altında güzel fiziğini ortaya çıkartan siyah bir tayt vardı. Sarı saçlarını tepesinde topuz yapmıştı. Benim aksime çok dinç gözüküyordu.

"Bugün Umut'la bizim patronun kapışma günü. Bizim patron onu her hafta bir çeşit sınava sokuyor ki ikisi de formda kalsınlar." Nergis'in suratında keyifli bir ifade vardı. Aslı ablaya baktığımda o toparlanmakla meşguldü.

Normalde yerde yorgunluktan sızlanmakla, kendimi bir sağa bir sola atmakla meşgulken aklıma gelen fikirle birlikte birden dirseğimin üstünde doğruldum.

"İzleyelim mi?" dedim Nergis'e karşı heyecanlı bir sesle. Bu heyecanıma karşı dudağının bir kenarı yukarı doğru kıvrıldı.

"Kalbin dayanır mı?" dedi benimle uğraşarak. Sonra hafif yüzünü buruşturdu. "Üstelik pek izlenmeyi de sevmezler."

Yere koyduğu enerji içeceğini almak için aşağı eğilirken başını hafifçe sağa sola eğerek durum değerlendirmesi yaptı. "Gerçi patron sana kıyamaz." dediğinde hevesle ayağa kalktım. Tüm yorgunluğum uçup gitmişti sanki.

"Ona soran vardı zaten." dedim kendimi beğenmiş bir sesle. Ayağa kalktığımda kısa bir an başım döndü ama ceylan gibi titreyen bacaklarıma rağmen aşırı heyecanlanmıştım.

"Bayılıyorsun patrona meydan okumaya, değil mi?" dedi.

"Hemde nasıl!" Sırıttım. "O da benimle uğraşmayı seviyor. " Kendimi savunurken bir yandan da havluyla kurulanıyordum. Onunla uğraşmak bu aralar tek zevkimdi ve küçük mutluluklar benim tek hazinemdi. "Şuradan eşyalarımı alayım, geçelim yan tarafa."

Ellerini havaya kaldırdı. "Tüm sorumluluk sende. Azarlanırsam seni ortaya atarım." dedi.

Gözlerimi kısıp ters ters ters baktım ona. " Tamam nankör kedi, ben alırım tüm sorumluluğu." dedim.

Tabiki memnuniyetsizliğimi sorgulamadı. O da çoktan kendini kaptırmıştı. Sırıtıp olduğu yerde takla attı ve olduğu yerde zıplayarak tekrar eski pozisyonunu aldı.

Benim çevremdeki herkes cidden tam bir şovcuydu.

Bu yüzden göz devirmekle yetindim ve tunik şeklindeki eşofman ceketimi giydim. Her daim lazım olur diye köşeye koyduğum yazmayı taktım ve sanki gizli bir iş yapıyormuşuz gibi önde ben, arka da Nergis erkekler tarafının kapısını açtık. Nergis arkamda kıpır kıpırdı. Sanki bu teklifi yapmamı bekliyormuş gibi arkamdan beni itekliyordu.

Onun sabırsızlığına rağmen başımı kapının aralığından uzattığımda şiddetli çarpma sesiyle irkildim. Sesin nereden geldiğini görmek için gözümü ringe çevirdiğimde bitmiş bir dövüşle karşılaştım. Umut yere devrilmişti, Siraç tepesinde dikiliyordu. Muhtemelen Umut'un düşüşü yüzünden o kadar gürültü çıkmıştı.

Siraç bileğindeki kronometreye baktı. "10 dakika. Çok iyi!" Elini Umut'a uzattı. "Üstelik konuşurken dikkatini dağıttım."

Bu tespiti dile getirirken sanki patronu değil de hocasıymış gibi konuşuyordu. Umut ayağa kalktığında Nergis daha fazla dayanamamış olacak ki beni sırtımdan itekledi ve spor salonunun ortasına doğru savruldum resmen.

Ve tabiki fark edildik. Siraç bir eli belinde diğer elinin bileği kronometre için tam önündeyken dönüp bana baktı. Umut'ta yerden dirseğiyle destek alıp gözlerini bize dikti. Yakalanmıştık.Dönüp Nergis'e ters ters baktığımda umursamadı bile, gelip yanıma durdu.

"Efendim Elif sizi izlemek istiyormuş. Bende eşlik edeceğim." dedi bir de üstüne tatlı bir sesle. Kolunu çimdiklediğimde yüzünü buruştursa da hiç şikayet etmedi.

Tekrar beylere döndüm ve ikisinin de terli bir şekilde sorgularcasına bizi izlediğini fark ettim. Benimkinin üstünde kahverengi bir sporcu atleti vardı. Sırılsıklam olmuştu. Saçları artık uzamıştı ve iki yana ayrılmış uzun tutamlar şekilde alnına dökülüyordu.

Dövüştüğü için midir bilinmez vücudu daha heybetli gözükmüştü gözüme. Birde uzayan saçlarıyla birlikte şu an tam tarihi dizilerdeki savaşçılar gibi gözüküyordu beyim.

Ya Rabbim, aklıma mukayyet ol ya Rabbim!

Eridiğim için salak salak sırıtacakken Nergis'in beni dürtmesiyle kendime geldim. Sonra boğazımı temizledim ve, "Evet, izlemek istiyorum." dedim düşüncelerimin aksine sakin bir sesle.

Elbette sevdiğim adamın gözünden bir şey kaçmadı, başı hafifçe yana doğru eğildi. Dudağının bir kenarı yukarı kıvrılırken, "Ben dün sana ne söylemiştim Günışığı?" dedi.

Ne söylemişti...durdum düşündüm bir an.

Sonra birden dank etti. Gözlerim büyürken dövüşmesiyle birlikte testeron hormonunun yükseldiğini söylediği hatırıma geldi. Bende üstüne bugün onu izlemeye gelmiştim. Resmen yangına körükle gitmiştim.

Yine de arsızlık bulaşıcıydı. Onu kışkırtmak ise bu aralar en büyük eğlencem. Bu yüzden yüzüne baka baka sırıttım.

"Ne söylemiştin kocam?" dediğimde iki kaşı kalktı bu sefer, öyle mi dercesine. Nazlı nazlı omuz silktim.

Az kalmıştı, cilvenin kitabını yazacaktık.

Sonra yanımdaki Nergis'e döndüğümde onun da ayaklı süzgeç olarak Umut'u elediğini fark ettim. Evlilik programında çifti elektrik alan yaşlı teyzeler gibi keyiflendim. Bu sefer ben onu dürtünce o da sıçrayıp bana baktı. Onun benim aksime yanakları kızardığında biz o yollardan çoktan geçtik gülüm, bakışı attım ona. Kızarsaydım, yaptıklarım utanırdı. O derece aşmıştık o yolları.

O yüzden Siraç başıyla köşedeki sandalyeleri gösterip emrivaki bir tavırla, "İyi tamam, geçin. Sessizce izleyin." dediğinde hiç olacak olanları umursamadan ringin köşesindeki iki sandalyeye oturduk. Birincisinde Siraç'ın ceketi vardı. Onu kucağıma aldım ve köşeye koyduğu matarasını açıp bir yudum aldım.

Umut hala bize bakıyordu. O bugün simsiyah giyinmişti. Saçları her zamanki gibi asker tıraşıydı. Gözleri sıkıntıya bürünmüştü.

"Efendim, emin misiniz?" diye sordu. Muhtemelen eksikliklerinin konuşulduğu bu alıştırmada onları izlememiz hoşuna gitmemişti.

Siraç başıyla onu onayladı Umut yerden kalkarken. " Hücum tekniklerini sonra geliştiririz. Şimdi serbest saldırı pozisyonu al. İstediğin şekilde kaç. Bu hafta hedefimiz açığını bulmak değil, reflekslerini sınamak olsun. Tekniksel hiçbir zaman sıkıntın olmadı. Savaşmayacağız."

Umut sert yüz ifadesine rağmen rahatlamış göründü. Nergis'e döndüm. "Ne yapacaklar?" dediğimde o yerinde duramıyormuş gibi kıpırdanıp duruyordu. Utanmasa bayram şekeri almış çocuk gibi sevinçten yerinde zıplayacaktı.

Bana döndüğünde gözleri parlıyordu sevinçle. "Patron yalnız ayaklarını kullanacak kesin. Ona saldıracak, Umut'ta ya kendini savunacak ya da kaçacak." Uzanıp ellerimi sımsıkı tuttu. "Şiir gibi dövüşecekler, şiir!" dedi.

Onun hevesiyle birlikte bende heveslendim çünkü ilk defa Siraç 'ı dövüşürken görecektim. Nergis'in dediği gibi ellerini arkasında kenetledi ve bacaklarını hafif açarak pozisyon aldı Siraç. Göğüs kasları kumaşın altından gerildiğinde vücudundaki muazzam duruşa hayran kalmakla meşguldüm.

Sonra hareket ettiler.

Hayatımda ilk defa dilimin hayranlık yüzünden tutulduğunu hissettim. Birbirlerine uyumlu hareket edişleriyle sanki savaşa dönüşen bir dansın içerisindeydiler.

Siraç'ın kendi etrafında dönerek attığı tekmelerle birlikte Umut ya eğiliyor ya başını geriye doğru savuruyordu. Siraç yere çömelip tekmesini aşağıdan savurunca Umut olduğu yerde zıplıyordu. Hareketleri o kadar hızlıydı ki Nergis'in dediği gibi sanki satırları ezberlenmiş bir şiir gibi dövüşüyorlardı.

Umut'un muazzam kaçışlarına, ağırlığına rağmen hızlı hareketlerine hayran kaldım ama en çok Siraç 'a karşı içimde oluşan ulaşılmaz hayranlığa engel olamadım. Karşılaştırma imkanım olmamıştı ama hareketleri hem zarif hem de sertti. Umut birkaç kere teklemesine rağmen o hiç ara vermemişti, üstelik ellerini denge kurmak haricinde hiç kullanmıyordu. Tekmeleri Umut'a iki kere değmesine rağmen Umut ikisinde de ciddi manada sarsılmıştı

"Ateşim çıktı sanırım!" dedi Nergis'e şaşkın şaşkın bakarken onun elinin tersini alnına yaslamış hülyalı hülyalı ringe, tam olarak Umut'un hareketlerine baktığını gördüm.

"Şefine yanıksın sanırım." dedim ona karşılık olarak. Bana doğru döndü ve eli hala alnındayken, "Evet, yanığım. Ne olmuş?" dedi.

Bunu öyle bir itiraf etti ki sanki günlük bir şey hakkında konuşuyorduk. Sonra gözlerini dövüşen beylere doğru çevirdi ve tekrar hülyalı hülyalı bakmaya başladı.

Ben ise donup kalmıştım. Bu zamana kadar neden bunu söylememişti?

"Nasıl yani? Ne zamandır?" dedim kolunu dürtüp ama oralı bile olmadı. İtirafının şaşkınlığından hala kurtulamamıştım. Hala gözlerini ayırmadan onları izledi bir süre. Cevap vermeyeceğini düşündüğüm için bende dövüşü izlemeye geri döndüm ama aklım hala zamansız itirafındaydı.

"Beni kurtarıp baktığı günden beri."

Sözleri ile birlikte ona tekrar başımı çevirdiğimde onun hala dövüşü izlediğini fark ettim. O an anladım ki yüz yüze anlatmak istemiyordu. Sesi hissiz, sözleri ise gizemliydi.

Bazı insanlar sürekli analiz edilmeyi, mimiklerinin bile değerlendirmesini sevmezdi. Nergis'te bir sebepten bunu istemiyor olacak ki onun gözlerinde daha önce görmediğim duygularla dövüşü izlerken bana bu itirafta bulunmuştu.

"Nasıl yani?" dediğimde bende bu yüzden önüme döndüm ve onun gibi dövüşü izlemeye devam ettim.

"Onlar..." dedi. Kısa bir an duraksadı. "Onlar kurtardı beni. Ayrıntısını sorma." dedi hemen sert bir sesle. Bu konuda tavizi yoktu. Hatırlamak istemiyordu. "Unuttum, hatırlamamak üzere unuttum ama Umut gördü ilk beni. Onun kucağında düştüğüm bataklıktan çıktım ben."

Başımı hafifçe ona çevirdiğimde yüzündeki buruk tebessümü yakaladım. İçim acıdı bu haline. Etrafımdaki herkesin kabuk tutmuş ama her an kanamaya müsait bir yarası vardı.

"O da hayatın sillesini yemiş, patron tarafında kurtarılmıştı. Annesi..." Tekrar duraksadı Nergis. Sesli bir şekilde yutkunduğunda gözlerinin yandan bakmama rağmen dolduğunu fark ettim.

"Annesi ile baktılar bana. Sonra patron sahip çıktı bana. Buralara getirdi. Ben bu hayatta sana, patrona ama en çok Umut'a, annesine asla ihanet etmem. Sizler benim hayatımın yapı taşısınız. O da," eliyle Umut'u gösterdi. "Hayat ipimi elinde tutan adam."

Bunu öyle bir dile getirdi ki etkili olan sözleri değil, bakışlarıydı. O an aslında hislerini en çok saklayabilen kişilerden birinin de Nergis olduğunu fark ettim. "Peki ya haberi var mı senin onu sevdiğinden?" dediğimde onu kaçamak olarak da olsa izlediğimi fark etmiş olacak ki başını olumlu anlamda salladı.

"Biz bekliyoruz." dedi sadece. Umut'la, umuduyla.

"Bir kıyamet kopacak yakında. Yıllardır hepimiz yara aldığımız o puşt heriflerin ipinin çekilmesini bekliyoruz." Dizlerine koyduğu ellerinin yumruk olduğunu fark ettim.

Öfkesi yaşanmışlıklarla doluydu. O da Siraç gibi aynı kişiler tarafından yara almıştı. Kıyamet diye bahsettiği gerçekler benim en büyük kabusumdu. Bu yüzden yüreğime sakladığım bütün endişe tohumları tekrar filizlenmeye başladı.

Yine de yuttum. Ellerimi onun omzuna koyduğumda, karşımdaki genç kadının da onun gibi yara almış olan her insanın da buna hakkı olduğunu anlayabiliyordum artık.

"Demek seviyor seni ha?" dediğimde sesim yüreğimin aksine neşeliydi. Nergis ilk o zaman döndü bana doğru. Ben ilk o an gözlerindeki sevdayı gördüm. "Bu yüzden Siraç sana hesap sormaya kalktığında önüne geçti ve zarar gördü, öyle değil mi?" dediğimde ise başıyla onayladı sadece.

İtiraflarıyla birlikte sarsılmıştı. Konuşsa sanki ağlayacaktı. Bu yüzden omzuna koyduğum elimi kaydırıp sımsıkı tuttum. "MaşAllah," dedim keyifli bir sesle. "Desti izdivaç programı gibiyiz. Çiftlerimiz gün geçtikçe çoğalıyor."

Ben karşısında gülünce o da güldü. "Aman diyeyim Elif! Eylül duymasın. Kız çift radarı gibi resmen. Bu sefer takar bize, adamla çatışmaya girerim. Sırt sırta verişimizi bile romantizme yorar o." Alaycı ifadesi Eylül'ün tam olarak yapmak istediklerini ifade ediyordu bize.

Bu sefer omuz omuza verip ikimiz birden güldük. "Bunu sakladığım için hain ilan edileceğim ama sen bilirsin." dedim. Kim bana sırrını verirse versin onu saklamaya mecburdum. Ailemden çıkmazdı belki ama her birinin sırları keskin bıçak gibiydi.

Kabzasını çevirseler ilk onlar ölecekti.

Tam o sırada Siraç 'ın sesiyle kendimize geldik. "Hanımlar muhabbet koyu sanırım ama biz bitirdik." Başımı kaldırdığımda ikisi de ayakta durup bize bakıyordu. Umut iki elini beline koymuş soluklanırken Siraç kollarını göğsünde kavuşturmuş kısık gözlerle bizi... pardon beni izliyordu.

Ayağa kalkıp ringe yaklaştım. "Sizin hakkınızda konuşuyorduk." dedim yalan söylemeden. " Sizi izlerken benim tekmelerimin sinek ısırığı etkisinde olduğuna karar verdim." Sırıttım şebek gibi. İki elimle kaldırıp alkış tuttum sonra. "Cidden, muazzam bir senkronizasyon."

Başımı Umut'a çevirdim. "Hayran kaldım sana da. Nergis bana ne yaptığınızı anlattı." dedim. Tam o sırada Nergis geldi yanıma.

"Patron! Şef!" ikisini de başıyla selamladı. "Sizi izlediğimi öğrenince tüm ekipler kıskançlıktan çatlayacaklar."

O gülümserken normalde tüm odağım Siraç'ta olmasına rağmen bu sefer Umut'un yüz ifadesine dikkat ettim. Normalde hep hissiz bakan gözleri Nergis'in keyifli ifadesi, sözleriyle birlikte yumuşamış hatta dudakları her an gülümseyecekmiş gibi hafif kıvrılmıştı.

Nitekim, "Yarın seninle alıştırma yaptığımda göreceğim ben senin havanı!" dediğinde bunun onlar için bir çeşit cilveleşme serüveni olduğunu fark ettim çünkü başımı çevirdiğimde Nergis'in yanakları heyecandan kızarmıştı.

Nergis, "Pekala Şef! Memnuniyet duyarım." diye karşılık verdi ona. Ses tonu bile değişmişti. Sanki o da bir edalanıyor, bir sedayla sevdasının sinyalini veriyordu. " Ayrıca son kapışmamız da seni bir kere de olsa yendiğimi hatırlatmak isterim." diyerek de meydan okumaktan geri kalmıyordu.

Umut başını hafifçe eğip gizemli bir gülüşle, "Hatırladım." dediğinde sınıfın arka sıradakileri gibi "Ooo!" dememek için kendimi çok zor tuttum.

O kadar çok yeni öğrenmiş olduğum çifte odaklanmıştım ki benimkinin ringin halatlarına dirseklerini koyup bana doğru eğildiğini konuştuğunda fark ettim.

Kısık sesle, "Seni ısırırım Günışığı!" dediğinde başımı ona çevirdim ve parlayan gözleriyle çakıştı gözlerim. Kalbim tekledi güzel bakışlarıyla.

Yine şebek gibi sırıtırken, "Isır." dedim bende onun gibi kısık sesle. Sanki yapmadığı şeydi ama tepkimle birlikte kaşlarını kaldırıp bana bakarken faaliyete geçmeyi düşündüğüne adım gibi emindim.

O an faaliyet kısmını umursamadan yan tarafımda gitmeye hazırlanan çifte dönüp, "Çok güzeller, değil mi paşam? Aşırı yakışıyorlar." dedim. Hani bazı anlar da sevginin somut halini görmek içinizin kıpır kıpır olmasına sebep olurdu.

Ben tam olarak şu an öyle hissediyordum. Yüreğim bu sevgiyle sımsıcacık olmuştu.

"Sen daha güzelsin." dediğinde ona doğru döndüm. Öyle yürekten söylemişti ki lacivertlerindeki derin hayranlıkla birlikte aynı sevdadandı sözleri.

Başımı hafifçe sallayıp, "Sende çok güzelsin ki." dedim tüm yüreğimle. Sonra Umut'un sesiyle ikimiz de yeni çiftimize doğru döndük.

"Efendim bir isteğiniz yoksa biz gidiyoruz." Umut ve Nergis'in ikisi de profesyonel yüz ifadelerine geri dönmüşlerdi. O an onları tebrik ettim. Benim için Siraç 'a duyduğum sevdayı saklamak imkansız geliyordu.

Gönlümde saklasam gözlerimden taşardı. Gözlerimi kaçırsam sözlerime mani olamazdım. Bu yüzden giderken artlarından hayranlıkla baktım onlara.

Sonra benimkine döndüm ve saçlarının da üstünün de sırılsıklam olduğunu fark ettim. "E ama hasta olacaksın sen!" dedim endişeli bir sesle. Bana bakarken bu halime karşı dudakları gerildi ve gamzeleri ortaya çıktı. İçim tam olarak erimeden ondan yüzümü çevirdim.

Geriye dönüp sandalyeye bıraktığı havlusunu almaya gittiğimde, "O kadar izledin bütün diyeceklerin bu mu Günışığı? Üstelik ne için geldiğin belliyken." dedi imalı bir sesle

Başta biraz soluk soluğaydı ama şimdi nefes alış verişi düzelmişti. Ona doğru döndüğümde omuz silktim. "Bu bence dövüş sayılmaz. O yüzden pas geçeceksin orayı paşam."

Elimde havluyla tam ringin köşesinde onun karşısındaydım. "Al hadi bunu ya da eğil bana doğru." dedim. Islağı alırdım sonra duşa girerdi zaten. Şimdi bu terle orada da üşütebilirdi. Duşların olduğu bölüm ile burası arasında ince bir koridor vardı ve havalandırma bu koridora soğuk hava üflüyordu.

Biraz çömelip kollarını ortanca halattan bana doğru uzattığında havluyu alacak sandım ama o koltuk altlarımdan tutup beni havaya kaldırdığında niyetinin başka olduğunu anladım.

Bu sefer çığlık atmadım bile. Baş ve işaret parmağımı birleştirip, "Bir tutam!" dedim. "Bir tutam aramızdaki boşluğa tahammülün olsun."

Umursamadı bile. Ringin köşe kısmına beni koyunca kollarını halattan kurtarmak için, tek elini belime sardı diğerini çıkarttı. Sonra diğer kolunu çıkartırken bu sefer ilk çıkarttığı kolunu omzuma sardı. Ben ise çoktan omzuna tutunmuştum.

Bu sefer belimden tutarak havaya kaldırıp beni ringin içine çektiğinde resmen kollarında uçuyordum. Çenemin altında bağladığım yazmam o havaya kaldırınca açıldı ve hareket ederken sırtımdan aşağı doğru kaydı.

"Yoksa tahammülüm yoktur. Ben sana demedim mi?" dedi beni kendisine doğru çekip. "Ne olacağını söylemedim mi?" dedi. Hala ayaklarım havadayken dudaklarımız birbirine kavuştu. Parmaklarımı ensesindeki ıslak saçlarından geçirirken onu kendime çektim.

Dudakları aralandı, soluğu soluğuma karıştı. Dili dudaklarımın üstünü süpürdü. Yuvasını bulmuş gibi ağzımda dolaştı. Öyle bir öptü ki beni ayaklarım yerde olsaydı bile havada süzüldüğümü hissederdim. Sanki vücudum hafifledi, tüm hücrelerim onun için atmaya başladı. Dudakları dudaklarımın üstünde dolanırken ondan aldığım bir yaşam, benden aldığı bir ruh vardı.

Hırsla, sakladığı öfkesiyle doyamıyormuşçasına öptü beni. Ben bu sefer hızına yetişemedim yalnızca savurduğu ateşte eşlikçiydim. Dili damağımı süpürüp beni kendine bastırdığında usulca dudaklarımı emdi ve tüm vücudum titredi.

Düşecektim. O olmasa düşecektim ama düşmeme izin vermezdi. Boğazımdan boğuk bir ses yükseldiğinde bu sesin benden geldiğini sonradan fark ettim.

Geri çekildi ama aslında tam da çekilmedi. Dudakları hemen bir soluk ötem de, "Bir de tahammül et demiyor musun?" dedi sitem eder gibi. Tekrar dudaklarını dudaklarıma bastırdı. "Nasıl doyayım?" dedi.

İçi gidiyordu sanki. Öyle bir bakıyordu ki eğer aklım çoktan uçmuş olmasaydı kanat takardı bakışlarının altında.

Bu yüzden boş boş bakıyordum eminim ona. Zaten bu aklımın uçuşuyla gittim en olmayacak şeye takıldım. "Havlu." dedim saf gibi. "Havlu düştü."

Etrafıma bakınırken dudaklarımdaki ıslaklığın üstüne soluklarının izi düştü. Tekrar ürperdim. "Ha tek derdin hasta olmam yani?" dedi. Başını eğip sesli bir şekilde boynumu öptü.

"Ben sana hastayım." dedi boğuk bir sesle. Sonra tekrar öptü. "Kokun da şifam." Derin bir soluk alıp kokumu içine çektiğinde sanki ruhum da bedenimden çekilmiş gibi hissettim.

Sesinin boğuk tonu tenime vurduğunda ise kolları arasında eriyip yok oldum sanki. "Sabah sabah benim canıma kastın var senin kesin." dedim isyan eder gibi. "Bir bakış yetmiyor, bir öpüşünle aklımı, iki güzel sözünle zikrimi çalıyorsun sen."

Gülümsedi ama nasıl gülümsedi. Nasıl anlatabilirdim ki? Sözlerim yetmiyordu güzelliğine.

"Bir de güya beni yoldan çıkaracaktın. Ben tuttum seni yolun kenarına götürüyorum." dediğinde kıkırdadım. Haklıydı ama asla itiraf etmezdim.

İşaret parmağımı dudaklarıma bastırıp, "Şşş! Bu da işin sırrı zaten." Göz kırptım. "Kendi elinle tuzağa gidiyorsun. Var mı bundan öte bir strateji?" Beni yavaşça aşağı indirirken vücudumuzun temasını asla kesmedi.

Bir an sürtünmenin etkisiyle tutuşacağız sandım ama çakan ateş yalnızca koyulaşan lacivertlerin için de kaldı. Eli spor ceketimin fermuarına gittiğinde ben ayaklarımızın dibine düşen havluya uzanınca bu girişimi boşa gitti.

Havluyu alıp yer temiz olmasına rağmen tek elimle çırparken o tekrar ceketimin fermuarına uzandı. "Zaten," dedi. "Benimkisi gönüllü yenilmek." Başı tekrar boynuma eğildiğinde bende ona doğru uzandım ve havluyla saçlarını kurulamaya başladım.

Dudakları tenimde dolanıp boynuma küçük küçük öpücükler kondururken, "Rahat dur." dedim ama dinlemedi. Bende bu arada saçlarını kurulamaya çalışıyordum. Huylandığım bir yere dudakları değince kolları arasında kıvrandım ve kendimi tutamayarak güldüm.

"Bir rahat dur paşam! Saçlarını kurutmaya çalışıyorum. Sonra duşa girersin." dediğimde başını kaldırdı. Bir eli aşağı indi ve ceketimin fermuarını tamamen açtı. "Birlikte?" diye mırıldandı haylaz bir bakışla. Saçları alnına yapışınca yaramazlık yapıp sokaktan yeni gelen oğlan çocuğu gibi duruyordu.

"Hee birlikte!" dedim sahte bir kızgınlıkla. "Hem sen bugün akşama kadar odada çalışacağım demedin mi?" dediğimde bu sefer eğilip yanağıma sıkı bir öpücük kondurdu.

Aslında benim de planım doğrultusunda işime gelirdi ama bu da candı hani. Adamı sürekli yoldan çıkartırsam yol da kalmayacaktı yön de.

"Dedim." dedi ciddi bir sesle. Sonra eğilip sesli bir şekilde diğer yanağımı da öptü. Hani kokunu çeke çeke sanki kaburgalarının içine katmak ister gibi öpmek vardır ya, tam olarak öyle öpüyordu.

"Ama birlikte duş alırsak vakitten tasarruf edebiliriz." dediğinde omzuna vurdum. "Rolümü çalma rolümü!" dedim sahte bir kızgınlıkla. "Ben seni daha adam akıllı baştan çıkartmadım."

Sonra uzanıp ben yanağını öptüm. Sakallarının dudaklarımda bıraktığı hissi çok seviyordum. Elimi çenesine koyup sıkı bir öpücük kondurdum yanağına, çenesine.

"Sen çalışırken bende yuvaya gideceğim zaten. Belki Ali'yi buraya getiririm." dedim. Geri çekildiğimde göz kapakları yarı yarıya kapanmıştı.

O öptüğünde ben, ben öptüğümde o mest oluyordu.

Bana doğru eğildiği için saçlarını kurulamaya devam ettim. "İstediğin zaman getir ama dikkatli ol." dedi. Ses tonu ciddileşirken tedbirlerin artmasını anlamlandırabiliyordum. Son fırtına öncesi sessizlikteydik.

"Olurum." dedim hemen onu yatıştırmak için. " Zaten Hüsna abla izin verirse getirebilirim."

Ben o kötü günün ardından uzun süre Ali'den ayrılmak istememiştim. Hatta Siraç' a sormamıştım ama Hüsna ablayla evlat edinme konusunda bir grizgahta olsa konuşma girişimim olmuştu ama bana konuyu açtırmamıştı bile.

"Elif'im!" demişti yumuşak bir sesle. "Bizim çocuklar için onların geleceği için büyük planlarımız var. Ali de buna dahil. Siz onu alırsanız bu dört çocuk yarım kalır. Onlar birbirlerine çok bağlandı."

Planı sormaya yeltenememiştim çünkü üstü kapalı bir şekilde anlatılan sebepler ayrıntılarıyla anlatılmıyordu benim çevremde. Bu kadar zamandır öğrendiğim büyük derslerden biri de buydu.

Sadece buruk bir şekilde Ali'yi zorla oraya bırakıp eve dönmüştüm. Her fırsatta onları ziyaret ediyordum ama Ali'yle ilgili bu durum ne kadar onlara güvensem de hep içimde kalacaktı.

Havluyla bir adım geri çekildiğimde, "Daha bir gelişme yok, öyle değil mi?" dedim. Bal rengi saçları biraz kuruduğu için karmakarışık bir görüntüye sahipti şu an. Bu haliyle tekrar tekrar öpesim geliyordu onu

"Yok." dedi sadece. Havluyu elimde katlayıp geri geri adımlarken ondan uzaklaşmamdan hoşnut değildi. "Olursa sana söyleyeceğime söz verdim." dedi. Bakışları ilginin kesildiği çocuklar gibiydi.

Ben ise şimdi onun yanına gitsem tutuşacağımızı bildiğimden uzaklaşmıştım. Yine de ring halatlarından geçip köşeye ayaklarımı koyduğumda onunla uğraşmaktan geri kalmadım.

"Ayrıca," dedim. "Dövüş sonrası adrenalin de pek matah bir şey değilmiş hani." İmalı bir şekilde gülümsedim.

İdrak ettiği anda kaşları çatıldı. Hemen bana doğru tehditkar bir adım attı "Buraya gel, buraya!" dedi. Lacivertlerden ateş çıktı o an sanki. Halatlara tutunup dil çıkardım.

Tehditkar adımlarla üzerime üzerime geliyordu. Bende kaçmak üzere tetikte bekliyordum.

"Göstereceğim ben sana adrenalini, tahrik olmayı. Islah edeceğim ben o dili de. " dediğinde ellerini açarak son hamleyi yaptı ama ben de geriye doğru atladım.

Kızdırmıştık beyimi.

"Tamam." dedim ellerimi havaya kaldırıp teslim oluyormuş gibi yaparak. "Bir dahaki sefere şöyle dört kişiyi indir, ondan sonra bakarız paşam." Ama daha fazla kızdırmakta hoşuma gitmiyor da değildi hani.

Tam halatların önünde durdu ve başını sen görürsün, dercesine sallamaya başladı. "Bunun rövanşını alırım benim güzel karım."

Gözleri yaktığım ateşte harıl harıl yanıyordu.

Alnındaki saçları tek eliyle görüye doğru iterken kollarındaki kaslar belirginleşti. Ben bu adam için nasıl erimezdim?

Geriye doğru giderken öpücük attım. "Ben zaten çoktan yeniğim sana ama bunun rövanşına hayır demem." dediğimde kısık gözleri, çileden çıkmış hali tam olarak kendi yansımasını görüyordu.

Zaten insan sevdiğinin aynasıydı. Bir yarı aynı zamanda tam da zıttıydı.

⚜🔱⚜

"Ahmet!" diye seslendim arkalarından. "Koşturma çocuğu ikiniz de birlikte düşeceksiniz." Saklambaç oynamaya başlayalı bir saat oluyordu. Siraç 'la birlikte kahvaltı yaptıktan hemen sonra yuvaya gelmiştim.

Geldiğim anda da başıma üşüşmüşlerdi oyun oynayalım diye. Zaten kıyamıyordum, Ali elimden tutup o güzel gözleriyle bana bakıp beni oyun alanına çekiştirirken kendimi ebe seçerken bulmuştum.

Şimdi de Ali ebeydi.

Yüksek sesle sayıları 10'a kadar saydıktan sonra ben alkış tutunca tabi baştan yanmış durumuna düşmüştüm çünkü üstüme doğru koşturunca tabiki onu kucağıma almak istemiştim ama benim akıllı yakışıklı, onu kucağıma alınca omzuma hafifçe dokunmayı da ihmal etmemişti.

Oyunsa oyun. Kurallarına göre oynuyordu.

Şimdi de tek yakalayamadığı kişi Ahmet olunca onun peşinde koşturuyordu. Ahmet, "Oğlum!" dedi omzunun üstünden Ali'ye bakarken. Bir yandan da hızla koşuyordu. "Bu böyle akşama kadar devam eder. Bir sürü ebe oldu. Neden kafayı bana taktın lan?"

Ahmet yine sokak ağzıyla konuşunca yüzümü buruşturdum. Bu çocuğa düzgün konuşmayı öğretememiştik bir türlü.

Ali koşmaya devam ederken, "Yakalayacağım!" diye inatla bağırınca bu sefer şaşkınlıkla baktım ona. Normalde çok uysal bir çocuktu. İlk defa kendini kaptırıp çekingenliğini üstünden atarak hırslandığını görüyordum.

İstemsizce gülümsedim. Onun çocuk hayatına, mutluluğa, tasasızlığa adapte olmasını o kadar çok istiyordum ki bu halleri benim için bir mucizeye tanıklık etmek gibiydi.

Ela sıkkın bir yüzle, "Abla valla sıkıldık. Sen hakem sayılırsın, bitir şu oyunu da biz oynayalım. Ahmet sürekli Ali'yi kışkırtıyor ve hep böyle yapıyorlar. Senin yanında kışkırtmaya cesaret edemediği için bilmiyorsun sen." dedi. Bu şikayeti yeni gözükmüyordu ve bu durumdan oldukça sıkılmış gibiydi. Başını belime yasladı ve güzel saçlarını okşadım Ela'nın.

Elimdeki düdüğü dudağıma koydum ve çaldım. Tiz sesle birlikte ikisi de nefes nefese bir şekilde duraksadı. Elimle havayı kesermiş gibi yapıp, "Bitti o oyun, bitti. Size kalırsak akşama kadar koşacaksınız." dedim sert bir sesle. İşaret parmağımı da Ahmet'e doğru salladım. "Senin de kışkırtmalarını duydum Ahmet bey. Bana gelip hesap vereceksiniz."

Ahmet gözlerini kısıp benden biraz uzakta duran Ela ile hala bana sarılmış olan Sedef'e baktı. "Siz söylediniz değil mi? Satıcısınız kızım siz!" dedi Ahmet öfkeyle.

"Ayrıca ne anlarsınız ! Ben onu bilerek kışkırtıyorum ki çabalasın. Yoksa utanıp diğer çocukların arasına karışmak istemiyor." Elini havaya sallayarak kurduğu yaşından büyük ağır abi cümleleriyle birlikte duraksadım.

Gülümserken gözlerim doldu birden.

Ahmet Ali'yi bu dörtlü grup içerisinde en çok sahiplenendi. Hepsine abilik yapıyordu ama Ali'yi o ilk gördüğü günden itibaren ayrı bir özenle seviyordu. Koca yürekli küçük adamımdı o benim. Kaçırılma hadisesinden sonra onu yuvaya getirdiğimizde sımsıkı sarılmış ve neredeyse bir saat bırakmamıştı Ali'yi. Sonra, "Bir daha yanımdan ayrılmayacaksın." diye de sıkı bir şekilde azarlamıştı onu.

Bu yüzden kıyamadım ona, haklı gerekçesine.

"Tamam!" dedim elimi havaya kaldırarak. "Güzel yapıyorsun da bu sefer yarışa girdiğiniz için ikiniz de zarar görebilirsiniz. Bir sınır koy kendine." dedim. Ali sessiz bir şekilde bizi izliyordu. Tentenin altında oynasak bile sıcak olduğu ve koşturduğu için yüzü terden sırılsıklamdı ve hoşnutsuz bir şekilde bize bakıyordu.

"Ali bey!" diye seslendim. Gözleri bana doğru döndüğünde ilk defa onu kızgın gördüm. Ahmet resmen çocuğun içindeki kazanma hırsını uyandırmıştı. Güzel mavi gözlerini ilk defa öfkeyle parlarken görüyordum.

"Siz de bu kadar koşturursanız ben çok endişelenirim ama. Çok terleyince ne oluyorduk?" dedim. Ona bakarken içimdeki şefkat duygusu her zerremden taşıyordu.

Bana baktı. Bir an huysuzlanıp ayağını yere vuracak sandım ama kırmızı spor ayakkabılı küçük ayakları patır patır bana doğru gelmeye başladı. Pes etmişti ve elini bana doğru uzatıyordu. Bunun anlamı elindeki havluyu bana ver demekti.

Eğilip onu kucağıma almamak, kızarmış yanaklarını öpüp ısırmamak için kendimi zor tutarken küçük eline ona uygun bir havluyu uzattım. Havluyu küçük elleriyle aldı ve yüzünü kurulayıp sırtına biraz yamukta olsa koydu.

Eğilip hala nemli olan yanağından öptüm ensesinde katlanmış bir yeri düzelttim. "Aferin!" dedim.

Birden burnumun ucuna bir havlu daha uzatıldı. "Bana da yapar mısın?" diyen Ahmet'in sesiyle birlikte ona doğru döndüm. Sözleri olmasaydı bile yüz ifadesi bana ilgi göster der gibiydi. Üstelik bunu yaparken de minik burnunu havaya dikiyor ve aristokrasi kibriyle bana tepeden bakarak yapıyordu.

Normalde gülmeyecek ve ciddi bir şekilde onun istediğini de yapacaktım ama o , "Sen şimdi o kocana evde hep ilgi gösteriyorsundur. Bize de göster. "dedi ve ben gülmemi tutamadım çünkü haklıydı daha bu sabah onun saçlarını kurulamıştım.

Tam nokta atışı yapmıştı. Gülerken, "O kocam, siz benim miniklerimsiniz ablacım." dediğimde yarasına tuz bastığım için bana ters ters baktı.

Homurdana homurdana ,"Bir büyüyemedik gözünde." dediğinde sırıttım. Hiçte büyümeyeceklerdi. Ahmet'in de sırtına havlu yerleştirirken bu sefer Ali'yi ensesinden yakaladı.

Hafifçe salladı. "Neyse lan! Bu sene sen de kreşe başlayacaksın. Birlikte okulu birbirine katacağız." dedi. Sonra boştaki eliyle kızları gösterdi. "Onlar da arkamızı toplarlar artık."

Sedef ona çıkıştığında diğer çocuklar ortalığın karışacağını anladılar, yanıma koyduğum havluları alıp kurulanırken geri çekildiler. Bu dörtlü onların eğlencesiydi çünkü.

"Bu sefer hayatta yapmam!" dedi Sedef. Gözleri dehşetle büyümüştü. "Burak öğretmenim senin yüzünden iki kere bana kızdı." Bu durum içine oturmuştu resmen çünkü cümleyi kurarken bile dudakları titredi. "Çöp bidonun köşesinde geçti neredeyse tüm senemiz."

Yuvaya bitişik özel bir ilkokul vardı. Yine yuvaya bağlıydı ve Ali geldiğinde Sedef, Ela, Ahmet birinci sınıfı bitirmek üzerelerdi. Ali de onlar dahil olacaktı. Bir sene geç olacaktı ama beş yaşında kreşe gidecekti.

Ahmet umursamazca omuz silkerken hala Ali'yi ensesinden tutup sallıyordu. "Banane kızım! Adam bize yarım dönem okuma yazma öğretemedi. İlk ay öğrendik, diğer aylar tüm kızlara mektup yazdım, bir diğer ay da bizim oğlanları bodrum katta maça davet ettim. Resim defteri millete not yazacağım diye tükendi ama o hala Y harfindeydi." Sonra hocayı taklit etti.

"Evet çocuklar yıyy! Evet yıyyy! Hep beraber yıyyyyy!"

Ahmet bütün kirli çamaşırlarını ortaya dökerken ben maceralarını hatta küçücük çocuk olmasına rağmen çapkınlıklarına karşılık gözlerimi büyüterek onlara bakıyordum.

Muhtemelen Ahmet her konuda mübalağa ediyordu. Küçücük çocuğun aklının bu kadar fena işlere çalışacağına inanamıyordum. Bizim zamanımızda ben pembe suluğum var diye her gün seke seke okula giden saf bir velettim çünkü.

Nitekim Ela beni yanıltmadı. "Abartıyorsun Ahmet o gün Sude için harfi tekrar ediyordu. Biz çoktan okuma yazma öğrenmiştik. Hem," dedi Ela iç çekerek. "Burak hoca çok iyi bir hoca."

Ela'nın çipil gözleri parıldadığında Ahmet kusarmış gibi yaptı. Sonra bir kez daha Ali'yi ensesinden tutup sallayınca ben Ali'yi elinden kurtarmak zorunda kaldım. Çocuk elinde harap olmuştu resmen. Balkondan çırpılan sofra bezi gibi habire oradan oraya savruluyordu.

Neyse ki o Ali'yi kurtardığımı fark etmedi çünkü hala kendini savunma peşindeydi. "Aşıksınız kızım o adama. Utanmasanız ona mektup yazacaktınız da sizin geleceğinizi kurtardım, engel oldum."

Ela'nın yanakları kızardığında bu işin gittikçe yanlış yönlere gideceğini bilerek müdahil oldum. "Ahmet," dedim ona doğru dönüp. "Bu sene bende buradayım ablacım." diye devam ettim hafif hafif başımı sallarken.

Uslu olması için onu uyarıyordum.

"Allah izin verirse üniversiteye de başlarsam Hüsna anneniz kalan vakitlerimde okulda çalışabileceğimi söyledi." Elimdeki puanla birlikte yakında tercih yapacaktım ve puanımın istediğim bölüme rahat rahat yerleşebilecek kadar iyi olduğunu biliyordum.

Siraç evde yokken onsuz yüzleştiğim bir gerçek daha üniversite tercih puanlarımdı.

"O yüzden unut sen o yaramazlık sevdanı." dediğimde Ahmet ona karşı ültimatom vermiş olmama rağmen istediğim tepkiyi vermedi. Surat asmak yerine sırıttı ve arkamdaki banktan bir havlu alıp halay çeker gibi sallarken, "Desene sana bakmaktan tüm sene su gibi geçecek. "dedi seke seke.

İç çektim. İflah olmazdı bu çocuk. "Siraç'ta gelir." dedim inadına. Suratını buruştursa da yine omuz silkti. Sonra elindeki havluyla halay çekmeye devam etti ve Ali'nin de elinden tutup çekiştirdi.

"Çal Ali efendi bir oyun havası! Bugün keyfim yerinde. Bir oynayalım." dedi. Daha bu boyundan büyük lafları sindirememişken çocukları da taktı peşine koskoca düğün salonunda her daim hazır da bekleyen göbekli halaycı abiler gibi halay çekmeye başladı.

Şaşkınlıkla onlara bakarken, "Kim öğretti size bunu?" dedim. Küçük ayaklarıyla üç ayak oynuyorlardı. Ne kadar herkes kendi ritminde takılsa da ortaya o kadar eğlenceli bir görüntü çıkmıştı ki tüm enerjimi çocuklar yükseltti.

Ela, "Bizim burada Urfalı Hayriye abla var." Omuzlarını salladı Ela. "Yemekhane de temizlik yaparken alıyor Ahmet gibi eline bezi," Başta kendinden geçen Ahmet'i gösterdi. " Böyle tek başına halay çekiyor arada. Bize de öğretti ki tek başına oynamasın. Canı çekiyormuş arada." dedi. Sonra sanki kırk yıldır halay çekiyormuş gibi Ela da halay oynamaya devam etti.

Tabi halayın bazı insanlarda can çektirme özelliği vardı.

Bu yüzden çocuklar minik bir yol oluştururken bu hallerine sırıttım. "Bana da yer açın!" demekten başka seçeneğim yoktu.. Sonrası çocuk neşesi, kahkahası ve birbirine sımsıkı kenetlenen yetimlerin güzel bir anından ibaretti.

Ali'yi halay çekmemizden yarım saat sonra kendi evime götürdüm. Hüsna abla bizi halay çekerken görünce o da aramıza katılmıştı. Hatta arabanın önünde duran Nergis bile gelmişti. Çocuklar için halay bir ritüel haline gelecekti bu gidişle çünkü biz bahçeden ayrılırken bile Ahmet halay bilmeyenleri önüne dizmiş onlara nasıl oynandığını gösteriyordu.

Ali'yi ilk öğrencisi yaptığı için diğer büyük çocuklar hırs yapmıştı. Yakında yuva halaycı olup çıkacaktı.

Onların kıpır kıpır enerjileriyle birlikte evde üstümü değiştirip Ali'ye aldığım akıl oyunlarıyla biraz oynadık. Sonra ona artık evin pamuğu olan Emel teyzemle yemek yaptım. Ali'ye oyunlarla yemeğini yedirttikten sonra elini tutup fıtı fıtı yukarı çıktık birlikte.

Siraç hala yukarıda odada çalışıyordu ve Emel teyzemin dediğine göre hiç dışarı çıkmamıştı. Bu yüzden müsaitse biraz dinlenmesi için Ali'yle birlikte odasına baskın yapacaktım.

Onun odasının önüne gelince Ali'yi kucağıma aldım. "Ali'm!" dedim bana doğru dönüp meraklı bir yüzle bana bakarken. Elimi yumruk yaptım ve kapıyı tıklatırmış gibi yaparken, "Böyle vuracaksın kapıya, yavaşça. " dedim.

Ben öyle dedim demesine de ben der demez Ali küçük yumruklarıyla en şiddetli şekilde kapıya birkaç kez vurunca nutkum tutuldu resmen. Onun bu hareketine gözlerimi büyüterek bakarken bir ona birde küçük yumruğuna baktım.

Sonra şaşkınlığım küçük bir idrakle yerini can sıkıntısına bıraktı. "Ahmet öğretti, değil mi?" dedim bıkkınlıkla. Ali başını olumlu anlamda salladı. Hiçte saklamıyordu küçük bey.

"Ses çıkması lazım." dedi, bir an duraksadı. Sonra bir sır verirmiş gibi fısıldı."Duymuyorlar." Konuşması o kadar tatlıydı ki kızmayı düşünmedim bile. Artık harfleri de düzgün çıkartıyordu.

"Eh," dedim. "Muhtemelen gösterirken abarttı Ahmet. Sende birebir uyguladın." Beni yine başıyla onayladığında kıkırdadım. O da benimle birlikte küçük dişlerini göstererek gülümsedi.

Tam o sırada biz kapıyı açmadan Siraç bizim için kapıyı açtı. Ona döndüğümüzde ikimiz de sırıtıyorduk. Ben bu sırıtmayla birlikte hakkım olarak baştan aşağı beyimi süzerken o da bize bakıyordu. Spor kıyafetlerini çıkarmış yerine kiremit rengi bir lacos altına da siyah bir kot pantolon giymişti.

Kapıyı açtıktan sonra bir elini pervaza koyup, "Ne yapıyorsunuz siz burada iki suçlu gibi?" derken gördüğü görüntü hoşuna gitmiş olacak ki lacivertler parlıyordu yine.

Benimde gitti, benimde.

Pervaza tutunarak üzerimize eğildi. Ali'yi bırakıp beni baştan aşağı süzmeyi de ihmal etmemişti beyim. Benim üstümde de krem rengi bir askılı altında da çiçek basmalı günlük evde giyilen viskon pantolonlardan vardı.

Vuslatlar ama süzgeçgillerden.

İç sesime gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Sonra, "Ali'ye kapıyı çalmayı öğretiyordum paşam." dedim. Tek kaşı havaya kalktı ve, "Bende biri yumruk attı sandım." dedi.

Ali'ye imalı bir şekilde bakıp, "Daha önce öğretilmiş Ahmet tarafından." dedim. Ona baktığımda imamı anlamış olacak ki alaycı bir gülüşle, "Tabiki Ahmet öğretmiştir." dedi.

Sonra iç çekip boştaki eliyle kolumu tuttu ve içeri çekti. Tabi bunu davet olarak algılayan Ali kollarını Siraç 'a uzattı. Siraç'ta hiç garipsemeden onu kucağına aldı.

"Hoş geldin Ali!" dedi. Onun da arada yuvayı ziyaret ettiğini biliyordum. Ahmet'in söylediğine göre geldiği her seferinde elleri hediye dolu oluyormuş.

Gerçi o bunu masum bir şekilde söylememişti. "Gösteriş yapıyor lavuk!" demişti ama yine de istihbaratı almıştım.

Ali'yle samimiyeti de bu arada arttırmış olmalıydı çünkü Ali küçük kollarını onun boynuna dolayıp yanağını öptüğünde de irkilmedi Siraç. Hatta ikisi de bu öpücükten sonra gülümsedi ve gamzeleri ortaya çıktı.

Tam o anda elimi kalbime bastırıp, "Benim kalbim bu görüntüyü kaldırmak için çok yaşlı." diyecektim ama o kadar özel bir andı ki iç sesimle bu anı bozmak istemedim.

Yine de,"Ay bir öpeyim, ne olur!" demekten kendimi alamadım. Bu yalvarışım yüzünden bana doğru döndüklerinde ise , "Allah için dilenci değilim ama bir gamzenizden öpeyim ne olur." dedim tam bir dilenci gibi.

Tam olarak kedinin ciğer aşkıyla onlara baktığımı biliyordum. Ali bu halime alışıktı. Normal karşılıyordu ama benim kocam ilgi arsızı olduğu için, "Alırım sonra rövanşını." dedi vaat dolu bir sesle.

Bakışları ayrı bir savaştan bahsediyordu.

Şımarık bir ifadeyle, "Almazsan hatırım kalır." dedim omuz silkerek sonra parmak uçlarıma yükselip hala tebessüm eden Ali'nin gamzeli yanağından içimi çeke çeke öptüm. Siraç 'a uzandığımda öyle imalı bakıyordu ki ona uzanırken gözlerim kısık bir şekilde, sen görürsün bakışı attım.

O da bunu tabiki meydan okuma olarak algıladı ve tam yanağından öpecekken başını çevirdi ve dudaklarını kısa bir şekilde dudaklarıma bastırdı. Geri çekildiğinde gözlerim büyümüştü. "Çüş ama! Çocuk var." dedim utançla.

Sesimdeki sitemi umursamadı bile. Her zamanki gibiydi yani.

Tekrar ayaklarımın üzerine inip Ali'ye kaçamak bir bakış attığımda dikkatli bir şekilde bizi izliyor hala gülümsüyordu. Ali başını Siraç 'ın göğsüne yasladığında Siraç başını hafifçe eğdi ve yalnızca umursamadığını gösterir şekilde göz kırptı.

Sonra masanın arkasındaki koltuğuna ilerlerken, "Bugün hangi kelimeleri öğrendin Ali?" dedi. Ali'nin konuşma geriliğini gidermek için toplu kelime öğretimi yapıyordu pedagojik öğreticileri. Bu yüzden her gün ne öğrendiyse ya eğitmenlerine ya da yuva da çalışan görevlilere öğrendiklerini anlatıyordu.

Siraç'ta bu durumu öğrenmiş ya da vesile olmuş olacak ki Ali'ye sormuştu. Yüreğim sımsıcacık oldu bu düşünceli haliyle.

Ali başını göğsünden kaldırmadan cevap verdi. Kelimeleri bir bir sıralamaya başladı. "Çeşme, tükenmez kalem, yuvarlak, balon, artist..." Son kelimeye kadar doğru telaffuzuna gülümserken son kelimeyle birlikte arkalarından giderken zamk diye olduğum yerde durdum. Üstelik artist kelimesini de tam söyleyememişti. "Artit" olarak telaffuz etmişti.

Siraç benim gibi duraksamadı bile. "Ahmet kim için bunu söyledi?" dedi alaycı bir sesle. Onlara yan durduğum için her hareketlerini görebiliyordum. Siraç'ın bakışları ona karşı çok ayrı bir yumuşaklıktaydı. Sanki karşısındaki bir melekti. Kanatlarına bile dokunmaya korkuyordu. Öyle bir huşuyla bakıyordu Ali'ye.

Her şeye rağmen ses tonunun yumuşaklığına kapılmışken Ali'nin baş parmağını Siraç'ın göğsüne bastırdığını fark ettim. Kirpiklerinin gölgesi yanaklarına vuruyorken Ali'nin Siraç' ın geniş göğsüne yaslanmış hali yüreğime öyle bir etki ediyordu ki bu görüntü gözümde saatlerce izlenebilecek bir tablo gibiydi.

"Sana." dedi Ali yumuşak bir sesle. Siraç 'ın dudakları bir bir gülümsemeyle kıvrıldı ve eğilip başını öptü şefkatle.

Gözlerim doldu. Elimde değildi. Bana kendisinden bahsederken kötü bir baba olacağından dem vuruyordu ya, bu görüntü bile o iddiasını çürütür nitelikteydi.

"Peki başka ne diyor benim için?" dedi Siraç dudaklarını Ali'nin başından çekmeden. Hafif hafif sallandığını o an fark ettim. Ali de göğsünde mayışmıştı. Sol eli Siraç'ın göğsündeydi.

Bu görüntüye rağmen, "Siraç!" diye uyardım. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. "Ne fenasın! Çocuğun ağzından laf almaya çalışıyorsun!" dediğimde başını kaldırıp işaret parmağını dudağına bastırdı. Gözlerinde oyunbaz parıltılar ile birlikte sanki onun yaşında olan ruhu, kocaman olmuş yüreğiyle sarılıyordu Ali'ye.

Sonra tekrar başı Ali'ye doğru eğildi. "Elif'in laluğu." diye bir cevap aldığında dudaklarını birbirine bastırdı gülmemek için. Gamzeler çöktü. Bu gülüşe ve sözlere kendimi tutamayarak bende güldüm. İçim gitmişti bu gülüşe.

Fısıltıyla, "Lavuğu." diye düzelttiğimde bana doğru döndü. O an benim için çok özeldi. Güvendiğim kolları arasında sevdiğimiz çocuğu tutuyordu. Sanki gelecekten bir pencereye bakıyordum.

O gelecekte şefkatle ve sarsılmayan bir güvenle çocuklarıyla ilgilenen bir baba görüyordum.

Bana bakarken, "O ne demekmiş peki?" dedi Siraç gülümsemesinin aksine ciddi bir sesle. Tekrar onu uyaracakken bana kısa bir bakış attı ve başını kısa bir şekilde sağa sola salladı. Bende bundan sonra müdahil olmadım.

Ali duraksadı bir an. Muhtemelen cevabını bilmiyor diye düşündüm bende. Nitekim Siraç 'ta bunu düşünmüş olacak ki tam koltuğun önünde durdu. Bende öbür taraftan yanlarına geldim.

Sonra Ali hiç beklenmedik bir şekilde konuştu. "An-ne ba-ba." diye tutuk bir cevap verdi. Her heceden sonra minik parmağını Siraç'ın göğsüne bastırmıştı. Siraç başını tekrar bana doğru döndürdüğünde bende ona şok olmuş bir şekilde baktım.

Ahmet muhtemelen bir aileden bahsetmişti Ali'ye. Ailenin anne babadan oluştuğunu biliyordu Ahmet. Ali'den çok daha akıllıydı ve bizi aile olarak, anne baba olarak gören de oydu. Bizi sahiplenmişlerdi. Bizi yüreklerinde en özel makamlardan birine koymuşlardı.

Ali'nin normalde hiç uykusu olmamasına rağmen Siraç 'ın tişörtünü sımsıkı tutup gözlerini yumduğunu gördüğümde çenem titredi boğazıma oturan yumru yüzünden. Onun kapalı gözlerinin ardını Siraç'ta gördüm. Bana baktı ama bana bakan yaşamayı başarmış sevdiğim adam değildi.

Ali kadar şanslı olamayan çocukluydu. O güçlü kollar daha da sıkı sardı Ali'yi. Ağlamamak için gözlerimi kaçırdım ondan çünkü şimdi baktığım görüntü de geçmiştendi. Sevdiğim adamın gözlerinde solmuş ışığı gördüm. Orada, kapalı kapılar ardında bir adam uzanıp ağzını kapatıyordu.

Çığlıklar kulağımda değil, onunla bir olmuş yüreğimden geliyordu. Bana seslendiğinde bu yüzden sesinin ardında yardım çığlığını duyuyordum.

"Hadi yanım gel Günışığı'm." dedi gözlerindeki sessiz çığlıklara inat şefkat dolu bir sesle. Ona baktığımda makam koltuğunda oturmuş sağ göğsüne gözleri kapalı Ali'yi yaslamış bir halde buldum. Yankı son buldu, geriye sızısı kaldı.

Sol tarafını bana ayırmıştı.

Onunla tekrar gözlerimi buluşturduğumda o çocuk susturulmuş, o mezarın üstü örtülmüştü. O an yüreğimdeki sızıyı anlatamazdım çünkü tarif etmeye takatim yoktu. Sanki sökülmüş gibi hissettim çünkü yaralarını sarmaya başladığımı zannediyordum ama daha parmak uçlarında olduğumu fark ediyordum.

Böyle bir anın basit cümleleri, yüklü manası vardı. Bunu çok daha sonra öğrenecekmişim gibi hissediyordum. Bu yüzden sökülmüş yüreğimi doldursun diye bizzat yüreğime gittim.

Boştaki dizine ben oturduğumda eğilip şakağımdan öptü. Dudaklarını tenimden ayırmadan, "Gözlerine hüzün gölgesi düşmüş benim güzel karım. Solar baharın böyle." Başını eğip yanağımı öptü. Şefkati gözlerimi doldurdu. "Sen solarsan benimde yüreğim zemheriye yakalanır. Buz tutturma! "Fısıltıyla söylenmiş son sözleri, sevdası, bir yemin gibiydi.

Buz tutarsa yakardı.

Kulağımı bana fısıldanan kehanete tıkadım. Göğsüne yasladım başını. Yüreğimle sımsıkı sarıldım. "İzin vermem. Ben senin kışını yaza çevirdim. Bahar gelir yeşerir, bahar gelir yaprak dökeriz ama senin yüreğine kış değmeyecek. İzin vermem!" dedim.

Bir şey söylemedi. Saçlarımdan öptü sadece. Uzun bir süre o şekilde kaldık. Sessizliğimizi izleyen üstümüze örtülmüş hüzün ve Ali'nin uyuduğunun en büyük belirtisi olan düzenli soluklarıydı.

Siraç, "Ali'yi yanına almak istediğini biliyorum." diye konuşmaya başladığında düzenli kalp atışlarını dinliyordum. Onun bu durumu bilmesine şaşırmadım. Bilmemesi garip gelirdi asıl.

"Hüsna Hanım üstü kapalı bir şekilde sebebi olduğunu söylemiş ama istersen onu yanımıza alırız." diye devam etti. Başımı kaldırıp ona baktığımda, "İstersen hepsini alırız." diye devam etti. Bakışları, yüz ifadesi bana kıyamayan bir adamın merhametini gösteriyordu.

"Ama emin ol orada vatanı için eğitilen çok iyi adamlar olacaklar." Gözlerim içine bakarken bir eli uzandı, baş parmağı göz altımda, kirpiklerimin ucunda dolandı. Bana bakarken, dokunurken konuştuğu lisan ayrıydı. Onun söyleyemediklerini de hissedebiliyordum.

Bu yüzden, "Tıpkı baban gibi." diye devam ettiğinde o söyleyemediklerini de duydum ben. Belki vicdan azabıydı belki de yüce bir hürmetti ama oradaydı. Sadece benim sevdiğim adam konu hisleri olduğunda hala bir çok duygusunu ve sırrını saklamakta oldukça beceriliydi.

Ben yalnızca hissediyordum.

"Sebebini sormayacağım." dedim başımı sağa sola hafifçe sallayarak. Bu sebebi yakında her ayrıntısıyla öğreneceğime inanıyordum çünkü raporlarda da sona gelmiştik. Yakında o mahkeme de babamın sadakatinin hangi devlet birimine bağlı olduğunu öğrenecektim.

"Yalnızca onları asla bırakmayacağımı," elimi kalbinin üstüne bastırdım. "Bırakmayacağımızı bil lütfen. Çocuklarımız da onlar da dediğin gibi babam gibi olabilirler ama tercihim," hafifçe gülümsedim. "Bazı özelliklerini senden almaları yönünde."

Cümlemin sonuna doğru hafifçe gülümsedi ve burnumu baş ve işaret parmağı arasına alıp hafifçe sağa sola salladı. "İnatçı karım benim!" dedi bundan keyif alıyormuş gibi.

İkimiz de kısık sesle konuşuyorduk çünkü Ali uyuyordu. Siraç 'ın tebessümü solup ciddileştiğinde ise yalnız sessiz değil, ciddi bir konu da konuşacağımızı anladım.

"Yüzükle ilgili konuşmak istiyordum bende seninle." Yüzümdeki eli enseme kaydı ve parmak uçları ensemdeki saç diplerine bastırdı. "Daha doğrusu Eylül'le." dedi.

O ciddileştiğinde göğsünden kalktım. Bende elimi onun boynuna koydum. "Ailesinden biri hatırlıyor mu diye soracaksın?" dedim ciddi bir sesle.

Başını olumsuz anlamda salladı ve baş parmağı ensemi okşadı. "Hayır, o araştırmaları çoktan yaptırdım. Yalnızca..." Sıkıntıyla iç çekti. "Bir tek yüzüğün sahibiyle konuşmadık."

Sözleri anlam bulduğunda Melek Hanımın o feryat eden hali ve Eylül'ün çaresizliği canlandı gözlerimin önünde.

Siraç'ın çenesine elimi bastırdım. "Olmaz." dedim korkuyla. "Eylül çok güçlü bir kadın ama annesi onun en hassas noktası. Ya annesi bu yüzük yüzünden yine kriz geçirirse? İlaçsız bir gününe dayanamıyor. Bunu sormamız için ilaçların dozu düşük olması gerekmez mi?" Son sorumla birlikte ben kahroldum çünkü onun yıkılışına şahittim. "Nasıl dayansın?"

Siraç 'ın eli yüzümü kavradı. "Şşt şşt!" dedi beni yatıştırmak istercesine. "Sakinleş Günışığı'm." Eğilip dudağımın kenarını öptü. O diyene kadar Eylül'ün o hali yüzünden dehşete düştüğümün farkında bile değildim. " Bir şey olmayacak. Evet, doz düşürecekler ama en azından yüzükte sahibine teslim edilecek. Eylül annesi hakkında olan bu durumdan uzak durmak istemez."

Haklıydı ama içim burkuldu yine de. "Kırmayalım onun gönlünü. Başka bir çaresi yok mu bunun? Bir başkası sorsun?" dedim. Eylül bu konuda o kadar hassastı ki içim acıyordu. Korkulu gözlerle bakıyordum sevdiğim adama. Bu yüzden, "Ben bile sorabilirim." diye devam ettim.

Gözlerimin içine baktı. Göz bebekleri yüzümde, gözlerimde dolaşırken sanki üzerime titriyorlardı. "Herkes için kendini feda etmekten vazgeç!" dedi sert bir sesle. Kısık sesle de olsa azarının etkisi yüz ifadesindeydi. "Kaldıramayacağına karar verirsem seni de bu işe müdahil ederim ama öncelik onun hakkı. Yeterince yük taşıyorsun zaten. Benim yüzümden!"

İlk defa bunun için çektiği vicdan azabını da gördüm. Yalnızca iyi saklamakla kalmıyor aynı zaman da düşüncelerini de gözlerim önünde yok ediyordu.

"Kocan olarak haddinden fazlasını da taşımana izin vermem. Zaten yeterince yükün var, olacak." Geri çekildi ve kucağında hafif kaymış Ali'yi düzeltti.

Onu daha fazla kızdırmamak için başımı salladım. Ben bunları yük olarak görmüyordum ama tartışmayacaktım bunu onunla.

"O zaman Eylül'leri bu akşam eve davet edelim. Hem olan biten hakkında konuşuruz hem de fikirlerini öğrenmiş oluruz." Sonra planım gittikçe aklıma yatarken başımı salladım kendimi teyit etmek için. "Demir olmadan olmaz zaten." dedim gülümseyerek. Aniden ruh hali değiştirmeme hatta gülümsememe tek kaşını kaldırarak tepki verdi.

"Ne ara işi çift yemeğine bağladın?" dedi bana ciddi bir kuşkuyla bakarken. Omuz silktim. "Hatta Umut ve Nergis'te gelsin. Siz beylerin konuşacağı ayrıntılar olur kesin. Gidip gelmenize gerek kalmaz. Hep beraber konuşuruz, güzel bir akşam olur."

Başımla kendimi onaylarken kaş çatışıyla birlikte alarm zilleri çalmaya başladı. Tam itiraz edeceğini hissederken eğilip dudaklarını öptüm.

Geri çekilirken, "Çok konuştun sen ya! Tamam anladım, ben halledeceğim." deyip ayağa kalktım. "Güzel bir yemek olacak." İşaret parmağımı ona doğru salladım meydan okur gibi. " Evin hanımı olarak son sözüm budur." dedim ona doğru.

Baya baya emir vermiş olduğum geç dank etti ama yine de umursamadım. Göğsünün bir tarafında Ali uyurken bu manipülasyonuma karşılık veremeyeceğini bilerek tatlı tatlı gülümsedim sonra.

Bir eli havada kalmıştı. "Sen ne yapıyorsun?" dedi kısık sesle. Başımı hafif eğip elimi belime koydum. "Ne yapıyorum paşam?" dedim ciddi bir sesle.

Dudaklarını yaladı ve alt dudağını dişlerinin arasına alıp inanamazmışçasına gülümserken, "Tereciye tere satıyorsun karım." dedi. Sonra birden durdu. Gülüşü, sözleri. Bir tek gözleri deli bir ateşle yandı.

Onu kışkırttığımı bilerek çocukça olmasına rağmen dilimi çıkarttım.

Bu hareketimden sonra onda tüm ipler koptu. Eli uzandı, üstümdeki askılıyı göğsümden yakaladı ve kendine doğru çekti. Üstüne doğru eğildiğimde çığlık atamamak için zor tuttum kendimi. Burun buruna geldiğimizde, "O tereyi alırım. Alır almasına da," dedi tutuşmuş bir hırsla. "Sana iki misline satarım." Eğildi ve çenemi ısırdı. "Sonra yine alırım." dedi boğuk bir hırıltıyla bulanmış sesiyle. Dudaklarıma eğilirken büyüyen göz bebeklerinin içinde titredim sanki.

"Bu sefer o dilini de yutarım." Kast ettiğinin tere olmadığını bilerek dudaklarıma yapıştı. Baş parmağının çeneme baskısıyla birlikte ağzım aralandı ve kapanına düştüm resmen. Kıpırdayamadım, boş el saçlarımı kavradı ve beni kendine bastırdı, karşı koyamadım.

Bir avcı sızdı dudaklarımın arasına dudakları dilimi yakaladı, öyle bir emdi ki tüm vücudum titredi. Bu hareketiyle sonra üstüne dişlerini sürttü ve beynimde şimşekler çaktı ki sanki. Dudakları dudaklarımda hoyratça dolanırken benim vermiş olduğum karşılık onun yangınında kül tutuyordu.

Bedenimi kendi bedenime bastırmadan onun varlığını aradım ama bu muhtaçlığımla eğlendi. Geri çekildi ve saçlarımdaki eli askılımın göğüs kısmına değdi. Göğsüm ellerinin ardında bir körük gibi inip kalkıyordu. Eğildi ve kabarmış tenimin iki tarafına bir öpücük kondurdu. Her dokunuşunda irkilirken askılının geriye doğru çekilen kumaşını iki parmağı arasında tutup yukarı çekti.

Sonra bana alttan bir bakış attı. Lacivertler yandı, fısıltısıyla birlikte tüm vücudum kasıldı. "Burayla daha sonra ilgilenirim." dedi vaat dolu bir sesle. O geri çekildiğinde onun beni bıraktığı şekilde kaldım. Memnuniyetle dolu bakışına rağmen kararmış yüz ifadesi onun da kontrolü kaybettiğinin bir göstergesiydi.

Kızardım bu tutkusu karşısında. Bende utanmamın kalmadığını sanırdım. Bu adamla aşık atılmıyordu.

"Şimdi git. Çocuğu ben getiririm." dediğinde sözlerinden çok onu tanıdığımdan, gördüklerimden dolayı gittim. Ses tonunun boğukluğu bile, kalsam Ali'yi yatırdıktan sonra peşime takılacağının göstergesiydi.

Ali'ye aile resmi çizmeye çalışıyordum. Çocuğa kışkırtmalarımı ve sevdiğim adamın haddinden fazla sevişini göstermenin şimdilik bir faydası olmazdı.

Zamanı gelince büyür ve bir sevdiği olurdu. İşte o zaman örnek alacağı adamın Siraç olacağından emindim. Onun kıyamıyormuşçasına sevgisi en güzel hazineydi. Örnek alıp sevilesiydi.

Ve tutkusu... sanırım o da örnek alınsa fena olmazdı.

⚜🔱⚜

Dışarıya, mis gibi kokan bahçemize yemek masasını kurarken Eylül'ün haddinden fazla neşesiyle – ki normalde de oldukça neşeliydi ama bu abartılıydı- masanın etrafında dolaşışını izledim. Mutfaktan Demir elinde salata tabağıyla çıktığında bile laf sokma çabasına girmedi.

Sanki.. sanki Demir elinde salata tabağı taşımıyor da arz-ı endam ediyormuş gibi gözleri parlayarak baktı. Bugün indigo mavisi keten bir elbise giymişti. Demir'de onunla aynı renkte bir lacos ile ondan yaklaşık bir saat sonra gelmişti ama bu şüphelerimi dindirmeye yetmemişti.

Bunların arasında kesin yine bir şeyler olmuştu. Nitekim Demir'in elindeki salata tabağını sonradan fark eden Eylül, "Ver onu, ben koyarım." diyerek Demir'in yanına gittiğinde işler daha da tuhaflaştı.

İkisi de aynı salata tabağını tuttu ama Demir bırakmadı ve Eylül'e doğru eğildi. Öyle yoğun baktı ki gözlerimi kaçıran ben oldum.

"Huh!" dedim soluk soluğa kalmış gibi. Yanlarından geçip mutfağa girdim. "Baca ateşten kül olmuş."

Tabi önüme bakmadığım için güçlü bir bedene tosladım. Burnum göğsüne yapışmıştı resmen. Geriye çekildiğimde benim beyimle yüz yüze geldim. Onun da elinde iki tane salata tabağı vardı ve burnumu kırıştırıp elimle ovuştururken, "Niye dalgınsın Günışığı?" dedi.

Lacivertler endişeyle yüzümde dolandı.

"Dalgın değilim paşam sadece aklım bir şeye takılmıştı. Ondan görmedim seni." Elimi burnumdan çekip tatlı tatlı gülümsedim. "Seni de işinden ettim ama biraz yardımın zararı gelmezdi."

Demir'le işle görüştükten sonra aşağı inmişlerdi. Bende bir daha yukarı çıkartmamıştım. Umut'la Nergis'te yarım saat önce gelmişlerdi. Güneş çoktan batmış, mis gibi yaz havası etrafımızı sarmıştı.

Emel teyzemi yollamıştım. Biz Eylül'le yemek yaparken Demir salataları hazırlamıştı. Siraç'ın bir işi kalmayınca yukarıda tamamen işini bitirip taşımaya yardıma gelmişti. Zaten o yardımını hiçbir zaman esirgemezdi. Bu yüzden onu da dahil etmekten çekinmemiştim.

Onun aklı ben bunları düşünürken başka alemdeydi. Gözleri sanki çekim yerini bulmuş mıknatıs gibi gülüşüme kaydı. "Aklımla oynama." dedi ciddi bir sesle. Sonra gözleri tekrar gözlerime değdi. Bir şey söylememe izin vermeden, " Neye takıldın? "dedi.

Bende ilk cümlesine takılmadan gülümsemeye devam ettim ve arkama küçük bir bakış atıp ona döndüm. "Demir'le Eylül'e." dedim. " Bir şeyler olmuş bunlara. İkisi de gittikçe yayıklaşan bir gülümseme hastalığına tutulmuşlar."

O da ben bakınca arkama baktı. Kısa bir bakıştan sonra, "Sonları belli onların. Demir sadece süreci uzatıyor." dedi ciddi bir sesle.

O ciddi bir sesle konuşunca benim de kaşlarım çatıldı. "Demir neden uzak duruyor?" dedim. Bana baktı. Ciddi yüz ifadesinden bu sorunun tatsız bir cevabı olduğunu anladım.

"Onun sırrı." diye cevapladı beni yalnızca. Yani anlatamazdı.

"İyi." dedim önünden çekilip. O gitmeden önce kolunu okşadım. "Bana senin sırların lazım zaten." Önce elime sonra gözlerime kısa bir bakış attı. Sonra sabır dilenir gibi başını havaya kaldırdı ve gergin bir şekilde yanımdan ayrıldı.

Sırıtarak mutfağa girdim. Çok seviyordum yanlış zamanlar da sabrını sınamayı çünkü bu anlar da dokunamıyordu. Dokunamadıkça deliriyordu.

Ben sırıtarak son tabakları alırken yanıma Nergis geldi. Omuzuyla omzuma vurdu hafifçe. "Sen hayırdır?" dedi. Dönüp ona baktım. Yüzünde sorgular bir ifade vardı. "Niye biz de davetliyiz?" Eliyle kendini sonra da dışarı da hissiz bir yüzle simetrik bir şekilde su bardaklarını düzelten Umut'u gösterdi.

Takıntılı olmalıydı ki ince bir çizgi gibi hepsini aynı doğrultu da dizmişti. Kendi kocama baktığımda onun da tabakları aynı şekilde aynı düzlemde eşit boşluklarla koyduğunu gördüm ve gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.

Eli silah tutan ve iş racon kesmeye gelince asıp kesen adamların bu hali hem komik hem de mutluluk vericiydi. Biraz yırtıcı eğitiyormuşuz gibi hissettiriyordu.

Ben ona gülümseyip bakarken Nergis parmaklarını önümde şıklattı. "Alo, Elif! Kime ne diyorum?" dediğinde sorusunun çoktan aklımdan uçtuğunu fark ettim.

"Ha!" dedim geç düşen jetonumun sesiyle. "Ya işte mühim bir konu konuşulacaktı. Zaten beyler bir araya gelecekti. Eylül'de olacaktı." Bende omzumla hafifçe omzuna vurdum. "Eh bende Umut şefim yalnız kalmasın dedim."

Nergis memnuniyetsizliğini saklamak için hiç uğraşmadı. Gözlerini devirdi. "Sabah ne dedim ben sana?" dediğinde omuz silktim.

"Ciddi bir konu." dedim son tabakları alıp. "Bence benim yakın korumam olarak duyma gereken bir meseleydi, zaten eninde sonunda duyardın." Tabaklarla birlikte dışarıdaki masaya doğru ilerlerken durdum ve dönüp ona baktım.

"Gerçi sen çoktan biliyorsundur zaten. Malum.." dedim. "İstihbarat avuçlarında." Kaşları çatıldı ve üstüme doğru atıldı.

"Elif!" dediğinde kıkırdayarak kaçtım onun yanından. "Sen patronun yanında kala kala iyice arsız bir şey oldun." dedi sinirle.

Dönüp ona gülümsedim. "O arsızlık değil tatlım. Açık bulunca sevdiğinle uğraşmak. Hoş ben her bulduğum açığa da saldırmam." Ona imalı bir şekilde baktığımda Levent beyle bağlantısından dem vurduğumu anladı ve bir adım geri çekildi.

"Eylül'den sakla!" diye uyarmaktan geri kalmadı ama. Başımla onu onayladım ve bahçeye çıktım.

Son tabakları da koyunca Siraç 'ın davetiyle herkes oturdu. Biz baş köşede yan yana oturuyorduk. Sağ tarafımızda Eylül ve Demir, sol tarafımıza Nergis ve Umut oturdu. Siraç sandalyemi kendininkine yaslayıp bedenimi kendine doğru çektiğinde bir şey söylemedim. İkimizin de kolları, bacakları birbirine değiyordu ama onun muhtaçlığı kadar bende buna ihtiyaç duyuyordum.

Herkes yemeğini yerken Siraç tabağımı dolduruyordu. "Fazla yemeyeceğim paşam." dedim ciddi bir sesle.

"Yaptık sağlıksız yemekleri ama Aslı abla bugün sabah canımı okudu." Bakışları bana doğru döndüğünde arkadaki çifte gözlerim değdi. Eylül ve Demir baş başa vermiş fısır fısır bir şeyler konuşuyorlardı ve gülümsüyorlardı.

Bu dalgınlıklarını fırsat bildim kısık sesle konuşmaya devam ettim. "Ayrıca konuşmayı yemekten sonraya sakla." dedim Siraç 'a doğru eğilip. Başımı eğip hafif gülümsedim. "Tadımız kaçmasın yemekte."

O da benim gibi ciddiyetle baktı sonra, "Az yemeyeceksin." dedi ciddi bir sesle. Konunun üstünü kapatmıştı.

"Çokta yemeyeceğim. " diyerek inat ettim. "Yoksa dövüşmek yerine kendimi varil niyetine milletin üstüne atarım daha etkili olur." dediğimde Eylül dediğimi duymuş olacak ki sesli bir şekilde güldü. Siraç'ın bu sırada kaşları çatıldı.

Eylül, "Niye Aslı ablayla seanslar iyi gitmiyor mu da varil olmakta bir tercih oldu?" dedi. Siraç 'ın çatık kaşlarına karşı gülümseyip Eylül'e döndüm.

"Umduğumdan yavaş ilerliyor." dedim. " Yani ben hemen uçarım, zıplarım sanıyordum ama daha ayağa kalkamadım. Sürüngengillerden halliceyiz." . Sıkıntımı ifade ediş biçimim de onların eğlencesi oldu; Demir ve Eylül kahkaha attı. Nergis'te onlara eşlik etse de bir benim ki bir de Umut gülümsemiyordu.

Racona tersti galiba.

Siraç geri çekildi. Beni de omuzumdan tutup kendine çekti. Göğsüne sırtımı yasladığında vücudunun gerildiğini hissettim. Sinirlenmişti beyim.

Nergis gülmesine ara verip, "Abartma Elif, yeni başlamana rağmen gayet iyi olduğunu Aslı abla kaç kere söyledi ki o kolay kolay olumlu yorum yapmaz." dedi. Doğru söylüyordu. Olay eğitmekse Aslı abla cidden çok acımasızdı. Bazen o kadar çok nefesim daralıyordu ki üstüme bir şişe suyu boca ediyor sonra çalışmaya devam ettiriyordu.

Eylül dahil oldu. "Ayrıca senin hatunun az yediğini de sanmıyorum. Biz yemek yaparken bile tadına bakacağım diye yarısını yedi yemeğin." diyerek Siraç üzerinden bana laf attı.

Ona küçümser gibi baktım. "O yemeğimin lezzetine bakmak içindi Eylül hanım. Ben öyle anlıyorum tadının güzel olup olmadığını."

O da bana aynı bakışla karşılık verdi ve farkında olmadan Demir'in masanın üstündeki elinin üstüne elini koydu.

"Senin tadına bakarak yaptığını ben tadına bakmadan yapıyorum." dediğinde sırıttım.

"Kocama sorsana sen onu." Karşılığını geciktirmeden verdi.

"Senin kocan her zaman senin tarafını tutar." Dönüp benim kocama baktığımda kaşları çatık ciddi bir şekilde bize bakıyordu.

Ona soru soracağımı bildiği için direkt sözümü kesti ve, "Yemeğini ye." dedi. O da ayrı bir şeye takılmıştı.

Nergis dahil oldu sonra. "Valla siz yine yemeklerini yarıştırıyorsunuz ama ben daha doğru düzgün yemek yapmayı bilmiyorum." dedi.

Siraç beni öne doğru hafifçe belimden iterken Nergis'e döndüm. "Öğrenirsin, zor değil ki!" dedim. Demir de beni destekledi. Çaktırmadan ellerine baktığımda Demir'in parmaklarını Eylül'ün parmaklarının arasından geçirip ellerini kucağına çektirdiğini fark ettim.

"Değil ama uğraş gerektiriyor. Biz yurt dışına çıkmamız gerektiğinde ben her türlü yemeği yiyemiyorum. Bu tür işlerde Umut çok iyidir. O olmasaydı aç kalmıştık."

Umut ciddi bir yüzle yemeğini yerken kendinden bahsedilmesiyle duraksadı ve çatalını bıraktı. "Kolaydır." dedi sadece. Tüm odağın ona kaymasından rahatsız olmuş birbirine bastırdığı dudakları gerilmişti.

Tam ona odaklanmışken Siraç bir kez daha belimden dürtükledi. Ona dönmek zorunda kaldığımda önümdeki tabağı başıyla gösterdi. Bende onun gibi kaşlarımı çatıp önündeki tabağı başımla gösterince dudağının bir kenarı hafif kıvrılır gibi oldu ama yine de tabağı işaret edince omuz silktim ve önüme döndüm.

Eylül, "Ooo Umut şef! Bize bir yemek yaparsın artık." dedi her zamanki sınırsızlığıyla. Umut'a yaklaşmak kolay değildi, onunla bu kadar zamandır tanışıyorduk ama doğru düzgün konuşmuşluğumuz yoktu ama Eylül bu sınırları pek takmıyordu.

O öyle konuşunca Umut'ta çok gönüllü olmasa da, "Bir gün yaparım elbet." dedi gayet resmi bir tavırla. Onun gerginliğini Nergis'te fark etmişti muhtemelen.

Nergis, "Ama cidden çok güzel yemek yapıyorsun." dediğinde Umut kısa bir an ona baktı ve bakışları bir şey ifade etmeden önüne döndü. "Ben çok seviyorum." dediğinde tesellisi içimdeki fena tarafı huylandırdı sanki.

Şeytan beyaz kaz tüyünü burnuma tutmuş, kaşındırıyordu.

Herkes yemeğine dönmüşken, "Niye çok mu yedin Umut'un yemeğini?" deyince Nergis'in lokması boğazında kaldı. O öksürmeye başlarken ilk defa Umut'tan ciddi bir tepki geldi.

İki kolundan tutup Nergis'i kendine çekti ve sırtına hafif hafif vurdu. Ben kalkıp su bardağını uzatırken Nergis'in kızarmış yüzüne endişeyle baktı ve iki kaşı arasına baş parmağıyla masaj yaptı.

Elimdeki su bardağını alıp, "Sakinleş, sakinleş." dediğinde ses tonu ilk defa yumuşamıştı. Nergis suyu içerken bu sefer ensesine hafifçe masaj yaptığını gördüm. Ben yaptığım patavatsızlığa endişelenirken Eylül'e baktığımda geri yaslanmış şüpheyle sırlı çifti izlediğini fark ettim.

Bu yüzden, "Boğazına takıldı onun. Neyse neyse!" deyip elimi havada salladım ve Eylül'e doğru döndüm. "İşin sonucu en güzel yemeği benim yaptığımdır." diye devam ettim.

Eylül'ün kısık gözleri bana doğru döndü. "Anca rüyanda yeni gelin! " dedi şüpheli ifadesi hırsa bürünürken. Daha yeni yaptığım patavatsızlıktan ders almamış gibi bu sefer imalı bir şekilde Eylül ve Demir'in ellerine baktım.

"Asıl senin anca rüyanda potansiyel yeni gelin." dedim o da bakışlarımı fark edince gözleri kenetlenmiş ellerine kaydı. Ya farkında değildi ya da fark edildiğinin farkında değildi. Her halükarda birden kızdı ve elini Demir'in elinden kurtarmak istedi ama Demir tabiki izin vermedi.

Birde Eylül'ü kendine çekti ve Eylül'ün sırtı Demir'in göğsüne yapıştı. Demir onun öfkesinden keyif almış gibi bana göz kırptı. Eylül bana doğru döndü. Öfkeden köpürmüş gibi bakarken Nergis'in de ondan farksız olduğunu fark ettim.

Ups! Kızdırmıştık çiftlerimizi.

Eylül'ün hırslandığını görünce Siraç 'ın yanına yaklaştım. Tam konuşacaktım ki, "Ben en azından rüyalarımı uyurken uyanık olan herkese anlatmıyorum." dedi. Oturmak için tam eğilmiştim ki birden duraksadım.

Kaşlarım çatıldı ve ona doğru döndüm. "O ne demek?" dediğimde yan tarafımda duran Siraç 'ın yüz ifadesi gözüme çarptı. Dirseklerini masaya yaslamış Eylül'e bakıyordu. Onun da kaşları çatılmıştı.

Öfkelenmeye başlayan bir ifadeyle, "Sus Eylül!" dediğinde Eylül umursamazca omuz silkti ve acımasız bir şekilde gülümsedi. "Ne var kocası? Bilsin iste uyurken konuştuğunu. Resmen uyur gezer değil, uyur muhbir kendileri. Uyurken o kadar konuşuyor ki sanki ayaklı gazete oluyor." dedi nispet yapar gibi.

Gözlerim söylediklerinin dehşeti ile birlikte büyürken Siraç'a döndüm. "Gerçek mi bu? Konuşuyor muyum ben?" dedim korku dolu bir sesle. Başımı eğdim ve tam yüzüne baktım. "Ne diyorum?" dedim endişeyle.

Siraç sıkıntıyla iç çekti ve Eylül'e onu olduğu yere gömmek ister gibi bakarken beni kolumdan çekip oturtturdu.

Siraç sert bir ifadeyle kestirip atmak ister gibi, "Hiçbir şey söylemiyorsun." dediğinde Eylül'ün ağzından çıldırtmak istercesine bir kahkaha çıktı. O an endişenin hissi tüm bedenimi sardı.

"Ya ben ne diyorum ki?" dedim korkuyla. Allah bilir neler söylüyordum. Çocukken uyurken konuşma huyumu biliyordum. Hatta bir tane videomda vardı. Babam ben uyurken 1. Sınıfta neler yaptığımı sorgularken ona sınıfta hoşuma giden çocuğu anlatmıştım ama annem büyüdüğümde bu huyumun değiştiğine dair teminat vermişti.

Belli ki değişmemişti. Hala konuşuyordum.

"Bir şey demiyorsun." dedi Siraç bana başını çevirip. Sonra Eylül'e doğru döndü. Elini ona doğru uzattı. "Demir kapat ağzını şu kızın beni çileden çıkartmasın." dediğinde sırıttı.

"Duydun mu?" dedi keyifli bir sesle. "Ağzını kapamamı söyledi." Başını eğip ona baktı. "İster misin bal kazanı?" dediğinde sözleri çift anlamlıydı ve Eylül kızardı ama ben o an bunu düşünecek halde değildim.

"Allah'ım şu an yerin dibine girmek istiyorum." dedim başımı Siraç 'ın koluna gömerken. Kolunu kaldırıp omzuma attı ve beni göğsüne bastırdı. "Allah bilir ne söylüyorum sana." dediğimde gözümün önünde binlerce utanç verici ihtimal dolaşıyordu.

Üstelik Siraç uzun bir süre yanımda uyanık kalıp beni izlemişti. Birlikte uyuduğumuz zamanlarda ise her daim benden önce uyanırdı. Benim uykum ağırdı bir kere. Hayatta onun bakışlarına ya da konuşturuşuna uyanmazdım.

Siraç, "Kapatın şu konuyu." dediğinde ses tonu o kadar sertti ki herkes ona itaat etmek zorunda kaldı ama bir kere benim içime kurt düşmüştü. Öğrenmek zorundaydım.

Konuyu değiştirmek için Demir bir hamlede bulundu. Bizi rahatlatmak ya da dikkatimi dağıtmak için bilmiyorum konuyu onların işlerine getirdi. Şu an uğraştıkları ihaleden bir milletvekilinin yapmalarını istediği işten bahsediliyordu.

Bir ara Umut konuya dahil oldu. "Efendim Ankara'ya ne zaman gideceğiz?" dedi. Soruyu sorma biçimi o kadar hissizdi ki Demir'in yüz ifadesine bakmasam bu işte bir terslik olduğunu düşünmezdim çünkü Siraç sürekli Ankara'ya gidip geliyordu. Hatta buradaki şirketinden daha çok orada olduğunu da biliyordum.

Eylül'ün at kuyruğuyla oynayan eli o an duraksadı. Siraç beni kendine çekti. O çoktan yemeğini bitirmişti bende kolunun altında elimdeki böreği parçalara ayırarak yiyordum çünkü iştahım kaçmıştı. Aklımın bir tarafı hala rüyalara takılı kalmıştı ama yine de dikkat kesildim.

"2 gün sonra gitmemiz gerekiyor. Sakinliği fırsat bilmesinler. Zaten bu iş yeterince uzadı. Biz bekledikçe korkuları azalacak." Ses tonunun sertliği sırtıma çarpıyordu sanki. Şu iki gündür yüreğimize örtülen huzur perdesinin daim olmasını istiyordum ama önümüzde aşılması gereken engeller vardı.

O adam hapisteydi ve Siraç'ın yemin bildiği bir intikam, bu yolda öldürmek istediği adamlar vardı. Bundan vazgeçmeyecekti, bende intikamıyla arasında olmayacaktım.

Yine de endişeleniyordum ama bunu yansıtmamak için elimden geleni yaptım bu sefer.

Nergis konuştu. "Efendim, Salih bugün size son aramaları bildirdi, öyle değil mi?" Onun da yüz ifadesi ciddileşmişti. "Bildirdi." dedi Siraç. "Çakılı boş durmazdı zaten. Kurulun başına geçmek anca onun çakallığı olur."

Çakılı dediği adamın görüntüsü gözümün önünde canlanırken dönüp Siraç'a baktım. Konu iş ve üstüne çöktüğü karanlık yollar olunca yüz ifadesi öyle bir hale geliyordu ki buz gibi bakışlarının ardına ulaşamayacağımdan korkuyordum bazen.

Konuya aşina olmadığım için dahil olmadım bu sefer ama Nergis, "Elif'te gelecek mi Ankara'ya? Aslı abla silah atış sahalarımızdan birinde eğitim almasını istedi." dedi.

Siraç 'a bakmaya devam ederken kısa bir baş onayı verdi ona. "Yakında." diyerek konuyu kapatması planları olduğunun yegane göstergesiydi. Konu Siraç olunca da Umut'un da Nergis'in de ayrı bir saygısı vardı. Duruşları, bakışları bile gizli bir hürmeti taşıyordu. Bunu babamın raporlarından sonra daha iyi anlamlandırıyordum.

Sadakat onları bağlıyordu ve bu bağ aslında bir aile kadar güçlüydü. Yine de Siraç 'ın hala sınırları vardı ve bu sınırları onlar da aşmaya tenezzül etmiyorlardı.

Demir bana dönüp, "Yenge senin elinde silahla adam indirdiğini hayal edemiyorum." dediğinde gergin ortam dağıldı. Demir hep tampon görevi yapıyordu. Eylül onun yakınında olunca ayrı bir keyifli gözüküyordu üstelik.

"O iş sizde yengecim." dedim bende onun oyununa katılarak. "Malum çok seversiniz.." dönüp benimkine baktım. "Sıkmayı." diye bitirdim cümlemi. Ben ona dönünce o da bana doğru döndü.

Lacivertler hala sertti ama toprağıma değdiğinde yumuşadı. Başı bana doğru eğildi. "Senin silahsız da çok vurduğuna gördük Günışığı. Hedeflerin hiç şaşmıyor." Başını hafifçe yana doğru eğdi. Boştaki elinin baş ve orta parmağını birleştirip bana doğru doğrulttu. "Hep tam yürekten."

Herkesin içerisinde öyle yoğun bakıyordu ki kızarıp bakışlarını kaçıran ben oldum ama, liseli ergenler gibi, "Ooo işte aşk işte aşık!" diye bağıran tabiki Eylül'dü. Dönüp ona baktığımda, "Merak etme yeni gelin, sende rüyanda daha fazlasını söylüyorsundur." dediğinde telaşla Siraç 'a döndüm. Bütün korkum tekrar ayyuka yükselmişti.

Siraç sinirle gözlerini yumdu. Sonra, "Eylül!" diye kükredi resmen. Tekrar Eylül'e doğru döndüm. "Demir hakkından gelsin senin." dediğimde Demir Eylül'ün çenesinden tuttu.

"Bak, Vuslat 'lardan tam yetki aldım." dedi. "Şimdi kim seni elimden kurtarabilir?" Eylül Demir'in bileğinden tutarak çenesini onun elinden kurtardı kızgınlıkla.

"Haklıyım, ona da gıcığım." dedi beni göstererek. Başımı sen görürsün der gibi sallarken çocuk gibi didiştiğimizin de farkındaydım ama kendime engel olamıyordum. Konu Demir tarafından değişti. Gidecekleri Ankara seyahatinden konuşurlarken biz de arada müdahil oluyorduk ama benim aklım hala uyurken konuştuğumdaydı.

Bu yüzden sürekli huzursuzca yerimde kıpırdanıyordum. En sonunda Siraç dayanamadı. Bana baktı sonra dişlerinin arasından öfkeyle bir nefes aldı.

"Kalk!" dedi kendisi ayağa kalkıp benim belimden tutarak ayağa kalkarken. Ona soru işaretleriyle bakarken, "Sen tatlıları hazırlarsın, ben yardım ederim." dediğinde çoktan kolumdan tutup mutfağa doğru sürüklemeye başlamıştı. Ses tonundan kimse ona itiraz etmeye cesaret edemezdi. Zaten amacın tatlıları hazırlamak olmadığı da belliydi.

Yanında gerçeği merak etmekten kıvranmıştım resmen. Bu yüzden Demir, "Yengeye hesap verecek." dediğinde herkesin asıl sebebi bildiğini fark ederek onların gülüşlerini geride bıraktık. Balkonun sürgülü kapısını seslerini kesmek için kapadı. Cam içerisini göstermeyecek şekilde yapılmıştı.

Ben mutfağın tezgahına doğru ilerlerken onun öfkesine karşı endişeyle bakmakla meşguldüm.

"Çok mu kötü?" dedim endişeyle. O böyle endişeli bakınca bir an dümdüz duran dudakları gamzeli bir gülümseyiş için kıvrıldı. Sonra kendini düzeltti.

Ama bu beni yalnızca daha da dehşete düşürdü. "Eyvahlar olsun! Kesin her gün sana ilan-ı aşk ediyorumdur ben." dedim. Bu sefer elleri belindeyken kendini tutamadı gülümsedi.

Ben ise önünde endişeden kıvranıyordum. "Yaptım, değil mi? Kesin yaptım." Bir sağa bir sola deli danalar gibi yürüyordum. "Ah bu benim gevşek ağzım!" Elimi ağzıma vurdum.

"Vurma ağzına." dedi kızgınlıkla.

"Vururum." dedim kendime karşı öfkemle. "Kim bilir neler dedim sana? Ay benim iç sesimi sen duymuyorsun diye ben rahattım oysa. Kesin sana sürekli yürüyorumdur."

Siraç değerlendiriyormuş gibi başını hafifçe salladı. "Eh," dedi. Gamzelerine gömülsem keşke, şu kolların beni sarmak için yaratılmış yiğidim, oh bir de damarlı damarlı, yürümek sayılıyorsa. " Bir kolunu gövdesine dolayıp diğer eliyle çıkmış sakallarını sıvazlarken düşünürmüş gibi yaptı .O sırada yere yığılmamak için tezgaha tutundum.

"Başka ne vardı.." Bir an duraksadı ve ben artık rezilliklerimin üstüne mum dikiyordum. "Sen benden nasıl daha güzel olursun be adam, diye benimle bir gün kavga ettin. Sonra neyse benim güzelimsin en azından diyerek kavgayı kendi kendine bitirdin." dedi. Beni taklit etmiyordu ama sözleri öyle yerlerde vurguluyordu ki bu sözleri benim söylediğimi gözü kapalı tasdik edebilirdim. Üstelik bu onun baya baya en zevk aldığı bir konuydu. Resmen sır gibi benden saklamıştı.

"Yok artık!" derken düştüğüm dehşete rağmen kendin kaşındın der gibi baktı ve devam etti.

"Birde niye ben senin koynunda uyuyormuşum. Sen benim koynumda uyumak istiyormuşsun." Parmakları çenesinde ritim tuttu ve son bombayı patlattı. "Oh şu kaslara bak, diye göğsümdeki kasları taciz ettiğini söylemiş miydim?" dediğinde ağlamak üzereydim utançtan.

"Yerin dibine gireydim!" dedim rezilliğime içim ağlarken. Resmen iç sesim ben uyurken adamı taciz ediyordu.

"Cık!" dedi bana doğru bir adım atıp. " Uyurken sen bana girmek istiyorsun." dediğinde donup kaldım. "Bunu ilk duyduğumda seni uyandırmamak o kadar zordu ki." Son sözüyle birlikte kal gelmişti artık.

Bana doğru bir adım daha attı. "Kaburgalarımın içine, fesat karım." dedi halimi görünce.. Utançtan kanın tümü yüzüme ve enseme toplanmıştı sanki. "Hatta beni sapık diye azarladın." Başını bana doğru eğdi. "Tövbe tövbe!" diye fısıldadığında gözlerimi sımsıkı yumup başımı geriye doğru attım.

"Ay rezil! Aptal, aptal, aptal kafam!" Siraç gülerken ben dehşet ve utançtan yıkılmış gibi hissediyordum. Bana sarıldı ama onu itmeye çalıştım. "Rezil etmişim kendimi, ben nasıl yüzüne bakacağım şimdi? Kim bilir daha neler söyledim?"

Onu itmeye çalıştığımda onun gövdesi sessiz gülüşüyle sarsılıyordu. "Senin uyurken konuşman benim en büyük eğlencem. Nesi utanç verici?" dedi. Kolları daha da sıkı sardı gövdemi. Çenesini başıma yasladı. "Bunları utan diye söylemedim. Karımın bana olan düşkünlüğü beni mutlu ediyor."

Başımı ona kaldırıp neredeyse ağlamak üzereymiş gibi ona bakarken gülümsemesi duraksadı. Kalbim hala gülüşüne tepki verirken aklım aptallığım yüzünden dizlerini dövüyordu.

"Bir şey fark etmeyecek. Unutamaz mısın?" dedim başımı tekrar göğsüne yaslayıp kafamı hafif hafif göğsüne vururken. Elini enseme bastırdı ve vurmamı engelledi.

"Hayır," dedi acımasız bir dürüstlükle. "Hafızamı silseler bile unutabileceğimi sanmıyorum Günışığı."

Başımı tekrar kaldırıp ona baktım. "Ağzımdan laf alıyorsun değil mi?" dedim eğlenen yüz ifadesine yeni bir idrak edişle bakarken. O kadar keyifli gözüküyordu ki resmen en büyük eğlence oyuncağı bendim.

Bendim ve bunu bilerek saklamıştı. Ben ve uyuyunca lokalde aşkısını çağıran leopar elbise giyen abla. İkimiz resmen kocama depar atıp koşturmuştuk.

"Alıyorum. Almaya da devam edeceğim." dedi yine beni dehşete düşüren bir dürüstlükle. Eğilip dudaklarını dudaklarıma bastırdı sonra.

Göğsüne vurup başımı geri çektim. "Nah alırsın artık!" dediğimde dudaklarını birbirine bastırıp gülümsedi ve gamzeleri daha da belirginleşti ama çileden çıkmıştım bir kere. Hakaret edişime gülüyordu muhtemelen.

"Uzakta yatarım, ağzımı bantlarım. Suç bu, suç! Bilinçsiz halimden yararlanıyorsun Siraç efendi!" Umursamadı bile çileden çıkışımı. Hatta bahse girerdim bunu bilerek yapıyordu. Eğilip tekrar dudaklarını dudaklarıma bastırdı.

Ondan kurtulmak istediğim için kolları beni tamamen bedenine yapıştırdı ve ayaklarım yerden kesildi. Dili alt tutağımı süpürdüğünde omzuna tırnaklarımı geçirdim. Geri çekildi. Gözleri tutkunun girdabına çoktan kapılmıştı.

"Hoş mu?" dedim. "Ben bilinçsiz halinden yararlansam, seni hakkımda konuştursam, sırlarını ortaya döksem!" dedim öpüşünü umursamadan. "Hoş mu olur, mutlu mu hissedersin kendini?"

Kaşları çatıldı öfkemle ama hala yoğunluk oradaydı. "Sırlarımı bilmem ama hemen şu an ne düşündüğümü söylerim Elif." Sırdan bahsedince muhtemelen o da öfkelenmişti.

Ağzını kulağıma yasladı. "Şu an herkese siktiri çekesim seni yukarı çıkartasım var. Sen kolay mı sanıyorsun sen uyurken kendimi tutmak? Benim için tenin benim irademe en büyük işkence! Sen çağırıyorsun da bu benim irademin en çok tuttuğum halleri. Diyorum ki Siraç;" kollarında beni hafif sarstı.

"Yapma Siraç! Bir gün tüm ipleri eline alacak, işte o zaman senin bittiğinin resmidir. İplerini tutacak ve sen tasması takılmış köpek gibi peşinden gideceksin. Bir gülecek, seni parmağında oynatacak ama pervane olmak bile yetmeyecek sana."

O sözleriyle birlikte kollarındaki beni sarsarken aslında damarına bastığımı fark ediyordum. "Sana dokunacak, bu zamana kadar tek güvendiğin aklını kaybedeceksin. Bir sözüyle hayatını değiştiriyorsun. Öl dese öleceksin. Üstelik mutlulukla öleceksin!" Yaktı kendini. Kaybetmişti kendini.

" Sen asıl ona acizsin."

Zihnindeki şeytanların fısıltılarını ilk defa ondan duydum. Benimle konuşurken iradesizliğinin sınırlarını çiziyordu. Yüz ifadesi değişti, asıl dehşet onun zihnindeydi.

Başını geri çektiğinde, "Sakin." dedim ciddi bir sesle bu yüzden. "Karşında düşmanın yok senin." Dehşete düşmedim karşısında. Asıl düşmanım buydu işte. Zihninde onun tarifiyle konuşan şeytanlarıydı. Onun uç noktalarda yaşadığını biliyordum. Bu patlayışları bana garip gelmiyordu artık. İçten içe hazırlıklıydım.

"Ben ne senin bana olan zaafını kullanırım, ne seni elimde oynatırım. Benim 6 aydır sana doğru düzgün erişimim olmadı. Yeni yeni hayatına müdahil olabiliyorum ama sen benim zihnimde senin için düşünürken bile utandığım şeyleri biliyorsun."

Bana baktı ama sözlerinin etkisindeydi hala.

Kolları arasında omuzlarımı kaldırıp indirdim inatçılıkla. "Bıraksaydım doğru düzgün trip atacaktım. Kendimi filtresiz televizyon kanalları gibi hissediyorum sayende."

Kolları beni yere bıraktığında yüzünde ki kendine ait kızgınlığı gördüm ama umursamadım. Resmen sözlerine karşı huzursuzdu. Ona bakarken bir tahmin de bulundum bu huzursuzlukla ilgili. "Benim sana düşkünlüğümü öğrenmek bu düşüncelerini susturmuyor mu?" dediğimde birden bakışları bana çevrildi. Bir cevap vermedi ama ben o bakışından anladım. Bu cidden onun zaafıydı.

Sanki uyurken benimle konuşması ona karşı sakladığım düşüncelerime, düşkünlüğüme rahat rahat erişim hakkı veriyordu ve o bunu istiyordu. Beni tüm sınırsızlığımla istiyordu.

"Susturuyor. " Bu bir tespitti. "Bu yüzden celallendin çünkü elinden alınsın istemiyorsun." dedim. Ben acımasızca gerçekleri yüzüne vururken huzursuzca yerinden kıpırdandı ve ellerini üzerimden çekti. Resmen bu durum, ona karşı ilgimi ona sürekli söylemem onun için ayrı bir zaafiyetti.

"İyi." dedim üstüne giderek. Elimi kaldırdım. "Dediklerimin hiçbirinden mesul değilim. Yine de bu konuyu duymamış gibi yapacağım." Elimi ona doğru uzattım sonra.

"Gel şimdi buraya." Elimi ensesine koyduğumda ne olduğunu anlamadı. Başını kendime çektiğimde dudaklarını dudaklarına bastırdım.

Dudaklarım dudaklarına değdiğinde şaşkınlığını hissettim ama dudaklarımı ondan ayırmadan fısıldadım. "Öpeceksen düzgün öp. Seveceksen de düzgün sev." dedim elim ensesinden boynuna kayarken. "Benim artık senin tarafından yarım kalmış hiçbir şeye tahammülüm yok." Alt dudağını öptüğümde öyle bir soluk çekti ki içine sözlerimle birlikte özümü içti sanki.

"Senin zaafiyetlerin benim de zaafiyetim." dedim dudaklarına doğru. "Buna seni ikna etmem için daha ne yapmam lazım?" Omuzunda olan diğer elimin parmakları tenine battı. Kolları belime dolandı, beni kendine öyle bir bastırdı ki kaburgalarımdaki kalp atışı onda nabzı buldu.

" Yersiz inadın hakkı kötektir, derdi dedem. Bir tek dayak yemen kaldı, o da imkansız gibi."

Kelimelerim dudaklarında son buldu. Öyle bir öptü ki içti nefesimi, boğazından boğuk bir inleme yükseldiğinde benimde tüm vücudum onun için titredi. Elleri her yerde dolandı ama yalnızca kendine katmak içindi.

Dudakları dudaklarımı talan ettiğinde sözlerimin hakkını verdi. İsteğimin hakkını verdi, dili damağımı süpürdü benimle savaşa girdi. Tüm sinir uçlarıma değen öpüşüyle birlikte parmak uçlarımdan saç diplerime kadar uyuştum ama durmadı. Yine de geriye çekildiğinde zafer elde etmiş bir adam değil de yenilmiş bir adam vardı karşımda.

"Sen bana hiç vurmadın ama bir sözün, bir dokunuşun ama en çok şu yaralı bakışın, bana hep yere çakıldığım tokatları attı." İki eli de yüzümü sardı ve dudaklarıma yumuşak bir öpücük kondurdu. "Nasıl yapıyorsun?" diye mırıldandı. Gözlerindeki aciz bakışı gördüğümde benim canım acıdı.

Kendine ait kontrolsüzlüğünden utanıyordu ve ben mayınlı bir tarlada dolandığımdan habersiz her seferinde onu oradan kurtarıyordum.

"Seviyorum." dedim o aciz bakışı gözlerinden silmek istercesine güçlü bir sesle. "Sana olan sevgim Allah'ın bana vermiş olduğu en büyük güç." Tüm yüreğimle söyledim ve o an ilk defa tamamen buna inandı.

Sonra bir adım geri çekildim. " Hadi şu tatlıları hazırlayalım. İnşAllah dudaklarım da çok şişmemiştir. Dışarıda misafirler var, bizim şurada yaptığımıza bak." Elimi dudaklarıma bastırdığımda sızladığını hissettim.

Tenimde hala sakallarının bıraktığı his vardı ve bu hissin tüm vücudumda bıraktığı iç gıcıklayıcı etkiyi tasvir edemezdim.

Dudaklarının bir kenarı tadsız bir gülüşle kıvrıldı. Elini ensesine attı ve sıkıntıyla iç çekti. Tüm vücudunun gerildiğini vücudunun duruşundan, ensesine yaptığı baskıyla parmak uçlarındaki kanın çekilişinden anlayabiliyordum. Şiddete meyilli oluşunu böyle anlarda bile anlayabilirdiniz.

Ama en çok kendine zarar vermeye meyilliydi. "Herkesi göndermek istiyorum. Şu an pimi çekilmiş bomba gibiyim."

Buz dolabına soğusun diye koyduğum antep fıstığı kaplı pastayı çıkardım. Bugün mutfakta en çok bununla uğraşmıştım. İçi de antep fıstığı ezmesi ve yoğun çikolatayla kaplıydı.

"Tabakları çıkar paşam." dedim onun aksine sakin bir sesle. "Konuşulması gereken ciddi bir konu var. Senin öfkene göre hareket etmen bize hiçbir zaman bir şey kazandırmadı. Kontrolünü yanımda kaybedebilirsin ama madem aile olacağız başkasının yanında açık vermene izin vermem. Onlar da ailemizden olsa bile."

Beni dinlediğini tezgahın diğer tarafındaki boydan boya dolap kaplı tarafa gitmesinden anladım. Yürüyüşü bile gergindi.

"Kontrol bende diyorsun yani."

O görmese de başımı olumsuz anlamda salladım. "Herkesin bir kusuru vardır ama birine eş olmak onun kusurlarını da kapatmaktır. Bana ailem, anne babam böyle öğretti. Babam çok iyi bir adamdı benim ama bir kusuru vardı. Kafasına bir şey koydu mu çok acele ederdi." Onların hatırasıyla pastanın dilimlerini ayırken mutlulukla gülümsedim.

"Annem hep onu yavaşlatan taraftı." Başımı kaldırıp ona baktığımda başını döndürüp bana baktığını fark ettim. Yoğun bakışlarının altındaki hissi kavrayamadım. Yalnızca yüz ifadesi her zamanki gibi sert hale bürünmüştü.

"Her zaman kusurları kapatamazsın. Annenin de ona engel olamadığı bir zaman olmuştur." dedi. Bu cümlenin ardından yüzünü benden çevirdi ama babamın hikayesinin sonuna atıfta bulunduğunu bilecek kadar gerçeklerden haberdardım.

Bu yüzden sustum. İçim sızlasa da bende aynı hatayı yapmaktan, yetememekten korksam da sustum. Tabaklar hazırlanırken yanımda durdu. Bazen insan cidden acıyı ötelemeyi ya da ona karşı kalın bir zırh edinmeyi, sarsılmamayı öğreniyordu. Benim zırhımda bu acıyı yutmaya alışmıştı.

"Bunlar bitti. Sen ikisini götür, ben de elimdeki kremayı temizleyip diğerlerini getireceğim." dedim.

Tabakları hazırlarken elime de antep fıstıklı krema bulaştırmıştım. Zaten yemek yaparken sürekli bir yerleri ya da bir yerlerimi batırırdım. Siraç bileğimi yakaladığında ona dönüp boş gözlerle baktım. Aramızdaki süren sessizliği yine o bozdu.

Gözlerini gözlerimden ayırmadan elimi ağzına götürdü. Önce baş parmağımı ağzına aldı, dili usulca üstünde dolandı. Sonra işaret parmağımı. Bu, bu görüntü, onun gözlerini ayırmadan bana bakışı, o bakışındaki vaat o kadar yoğundu ki kalp atışlarım dudaklarının arasındaki parmak uçlarımdaydı sanki.

Baş parmağımın ucuna dişlerini bastırdığında soluğum kesildi. Geri çekildi, elimi hala bırakmamışken, "Nimet..." dedi bakışları gibi yoğun bir sesle. "Boşa gitmesin, sen sevmezsin benim güzel karım."

Elimi bıraktığında bir an boşlukta sallanır gibi oldum. Bir an irkilip başımı iki yana salladığımda transa girmiş gibiydim. "MaşAllah." dedim. "Hiçbir fırsatı da kaçırma."

Dudakları yoğun bir gülümseme için kıvrılmadan önce alt dudağını ağzına aldı ve yoldan çıkmamak için bir adım geri giden ben oldum. Sanki tekrar tadını almak ister gibiydi davranışı.

"Tadım testi." Elimi geri çektiğimde o gülüşte o bakışta şeytaniydi. "Çok güzel olmuş Günışığı. Eline sağlık."

Önüme döndüm ve tepsi almaya gittim. Gitmeseydim başka bir yola gidecektim çünkü. "Hee," dedim huysuz bir sesle. "Elden tattın." dediğinde gülüşünü duydum ama geri dönmedim. Dönseydim kum tanesi kadar kalmış iradem toz olup uçacaktı.

Allah'tan başka bir şey yapmadı. Aklımı dağıttığı için de ikimizin arasındaki dağılan duvarların üstüne basa basa geçtim. Ben onun hayatına girerken her adımda bizzat ondan darbe alabileceğimi öğreniyordum. Bu da o anlardan biriydi.

⚜🔱⚜

Bahçeye geçtiğimizde kimse geç kalışımızın imasını yapmadı, tatlılar yendi. Demir ve Eylül didişti. Biz Eylül'le hala birbirimize ters ters bakışlar atıyorduk.

Onun imalı bakışlarını umursamamaya çalışarak sırtımı Siraç 'a yaslamış tatlımı yiyordum. O birden konuşunca sesinin sırtımdaki titreşimiyle irkildim bu yüzden.

"Eylül!" dedi ciddi bir sesle. "Annenle en son ne zaman görüştün?" Eylül keyifle tatlısını yiyorken Siraç 'ın sorusuyla birden duraksadı.

Suratı asılmadı ama bu sorunun Siraç 'tan gelmiş olmasına şaşırmış olacak ki kaşığı havada kaldı ve ona baktı. "İki gün önce." dedi. "Bir sorun mu var?" derken sesindeki sorgulamanın ardında yatan kırılganlığı buradaki herkes duyabilirdi. Demir'in suratına baktığımda kaşlarının çatıldığını fark ettim. İlk defa Siraç'a kızdığını görüyordum. Sormamıştım ama sanki Demir'de bu olaya Eylül'ün müdahil olmasını istemiyor gibiydi.

Yine de bir parçamız haksızdı. Sırf korumak için ondan bu durumu saklarsak Siraç'ın bana yapmış olduğu kafese onu da koyardık. Kırılırdı.

Bu yüzden Siraç, "Hayır yok. Yalnızca annenle ilgili bir soru sormak istiyorum sana." dediğinde ona engel olmadım. Üstelik ses tonu yumuşamıştı. Ne kadar Eylül'e karşı hep sert abiyi oynasa da onun kırılganlığını fark etmesi yüreğimi ısıttı. Tatlı tabağını bırakıp elini tuttum.

Eylül'de benim gibi tabağı bıraktığında olduğu yerde dikleşti. Demir kolunu beline dolasa da ona yaslanmadı.

"Sor tabi. Meraklandırdın beni." derken ondan duymadığım bir ciddiyette konuşuyordu.

"Babanın annene almış olduğu, annenin her daim taktığı bir eşya var mıydı? Bir takı mesela." Siraç onunla konuşurken bakışlarını ondan ayırmıyordu ama elimi sımsıkı tuttu. Niye bilmiyorum ama baş parmağı elimin üstünü okşarken benden güç alıyormuş gibi hissettim.

Oysa güç alacağı bir şey yoktu. Karşısındaki Eylül'dü ama konu onun annesi olunca hala suçlu hissediyor olmalıydı kendini.

Eylül bir an düşündü. Biçimli kaşları çatıldı ve hatırlamaya çalıştı. "Babam anneme bir sürü hediye alırdı ama annemin elleri hastanede hep boştu."

Yalın bir gerçeklik olarak ifade edilen geçmiş, gizli bir bir acıyı saklıyordu. Eğer o takıları takmasına izin verselerdi kendini kaybettiğinde onlarla kendine zarar verebilirdi.

Herkesin üstüne geçmişin hüznü çökerken sakin bir şekilde konuşan yalnız Siraç'tı. "Onun için özel bir eşyası yoktu yani? Baban için de öyle?" dedi Siraç.

Demir bir an konuşacakmış gibi ağzını açtı. Sonra sıkı bir şekilde ağzını kapattı. Onun arada kalışı ilk Eylül'ün dikkatini çekti. Demir bir an gözlerini yumdu. Sonra gözlerini açıp bu duruma daha fazla tahammül edemiyormuş gibi konuştu. "İbrahim bey ben kendimi bildim bileli Melek hanımla çok iletişim halinde değildi zaten."

Dönüp Siraç'a öfkeyle bakarken Eylül'ün yüz ifadesi değişti. Kırıklarla doluşuna ben şahittim. Öyle kırılgan görünüyordu ki bir ipin ucunda duruyordu sanki ikisi de.

"O adamın Melek hanım için özel bir şey aldığını zannetmiyorum." diye bitirdi Demir cümlelerini. Bir kavganın başlayacağını hissederek olduğum yerde dikleştim. Siraç elimi bırakıp kolunu omzuma attı ve beni geri çekti. Ona bakınca şakağımdan öptü yalnızca. "İzle." diye fısıldadı. "Karışma."

Bende itaat ettim. Eylül Demir'den uzaklaşıp, "Sen neyi ima ediyorsun?" dediğinde içimdeki korku ayyuka çıksa da onları izledim.

Demir ona uzanmaya çalıştı ama Eylül izin vermedi. "Bir şey ima etmiyorum, yalnızca yalın gerçekleri dile getirdim. İbrahim bey Melek hanımı sevmiş onun iyiliği için her şeyi yapmış olabilir ama sevme kısmı bir zamana kadar sürdüğüne eminim ben."

Eylül ona tamamen döndü. Ben inkar eder sanıyordum ama o bunu inkar etmedi. "Ne bu nefret?" dedi inanamıyormuş gibi. "O benim babam! Her zaman onun hakkında konuşmaktan kaçındın. Şimdi niye bu nefret?" dedi gözlerinin içerisine bakarak.

Sonra sesi daha da yükseldi. "Benim babam anneme kıyamazdı, kıyamazdı! Bir kere olsun bana sesini yükseltmemiştir sırf annem üzülmesin diye." dedi hınçla.

Demir alaycı bir şekilde gülümsediğinde gözlerim büyüdü. Sanki yarasına tuz bastı Eylül'ün. "Emin misin Eylül? Sende bende başka kadınlar olduğunu biliyoruz. Sende bende sana dedenin çalışanlarının baktığını biliyoruz. Annenin olduğu kliniği güzelleştirmek haricinde başka hiçbir şey yapmadığını biliyoruz." Eylül'e eğilip bir bir darbelerini sıraladı sözlerini.

"Bana öyle geliyor ki senin baban yalnızca doğru veliaht olmak için sadık adamı oynuyordu. Sevmek buysa şayet ben sevmeyi bilmiyorum."

Eylül'ün tokadı öyle aniydi ki yerimden sıçradım. Çıkan sesle birlikte sanki buz kesti hava. Eylül'ün haykırışı yüreğimi sağır etti.

"Bunu sen mi diyorsun?!" dedi oturduğu sandalyeden kalkarak. "Yıllarca gözünün içine bakarken bana doğru düzgün bir adım atmayan sen mi söylüyorsun?" dediğinde Siraç'a endişeyle baktım ama o elinin tersiyle yanağımı okşadı ve, "Şşş! Yok bir şey yalnız izle." dedi. Sonra alnımı öptü. "Korkma." dediğinde önüme döndüm ama korku terk etmedi beni.

Siraç diğer kolunu da belime doladığında durmak zorunda kaldım. Nergis'le ben endişeli gözlerle olayı izlerken Umut ve Siraç sakindi. Demir ise çileden çıkmış gözüküyordu. Yüzünde ki kızarmış parmak izleri onun öfkeli yüzünü bilemişti. İlk defa gözüme çok korkutucu bir adam olarak gözüktü.

Eylül'ün ağır sözlerine tahammül edemedi ama Eylül onu yaralamaya devam etti.

"Bir kere ya," dedi işaret parmağını kaldırarak. "Bir kere bana beni sevdiğini söylemedin. Ben o eşikten yıllarca sensiz girdim. Sen ağlayacağımı bile bile beni hep o eve yalnız gönderdin. Gözünün içine baktım ben ya! Sen de beni yalnız bırakma diye gözünün içine baktım." Eylül ağlamaya başladığında benim de gözlerim doldu.

"Sende annem gibi gidersin, sen de babam gibi yüzüme bakmazsın diye sesimi bile çıkartamadım." Yıkıldı sevdiği adamın karşısında.

Eylül iki elini açtı ve yıkılmış gibi haykırdı. "Gelmedin, gelmedin! Sen nasıl yüreklice söylenen sevgiden bahsedersin? Sen beni öptüğünde bile yalnızca vaatler vardı. Sen benim elimi tuttuğunda bile sonumuzla ilgili hiçbir şey söylemekten kaçındın. Sen nasıl beni en ağır yaramdan vurursun!"

Eylül'ün tüm vücudu zangır zangır titriyordu. "Nasıl vurursun?" derken sesindeki hayal kırıklığıyla birlikte yıkılacak sandım ama Demir tuttu ama teselli etmedi onu.

"Söz verdim!" diye bağırdı. Korumalar bu bağırışla birlikte bahçeye ellerinde silahlarla geldiğinde Umut ayağa kalktı ve eliyle her şeyin yolunda olduğuna dair bir işaret yaptı. Sonra tıpkı Siraç gibi sakin bir şekilde yerine oturdu.

Korumalar geri çekildi ama savaş yeni başlıyordu.

Eylül'de Demir'in bağırışıyla birlikte yerinden sıçrarken Demir onu sarsıyordu. "Söz verdim, Allah kahretsin! Bir ay boyunca bana ulaşamadığın zamanı hatırlıyor musun? 15 yaşındaydım daha." Eylül'ün ağlaması durmuş ona şok olmuş bir şekilde bakıyordu.

"Dayak yedim!" dedi Demir yüzüne doğru. "Baban dövdürttü beni hastanede kaldım 15 gün boyunca. Deden kurtardı beni babanın elinden.Yine de durmadı baban. Ölüm döşeğinde söz verdirtti!" Demir'in bahsettiği gerçeklerle birlikte Eylül gibi bende donup kalmıştım.

Ağlıyordum çünkü ikisi de acı çekiyordu.

"Dedi ki sizin aileniz de siz de lanetlisiniz. Bir gün belaya bulaşmayacağından emin olunca yaklaşabilirsin kızıma. Yoksa sizin soyadınızı da sizin izinizi de taşımayacak o. Yollarım onu buralardan! Bir daha izini bile bulamazsın."

Demir onu bıraktı. "Ulan!" dedi ellerini saçına atarak. "Kıyamadım." derken öyle baktı ki Eylül ağlamaya başladı, benim boğazıma bir düğüm oturdu. "Kıyamadım çünkü haklıydı. Korktum çünkü alır giderdi seni. Bulacakta gücüm yoktu benim."

Parmakları saçlarını çekiştirdi. "Bizim dedemiz de ona destek çıktı." dediğinde Siraç'ın kaskatı kesildiğini hissettim. "Beni geri çekti çünkü veliahtı yapmak istiyordu. Tek erkek torunu bendim çünkü."

Siraç'ın dedesinden hiç bahsettiğini duymamıştım. İlk defa geçen bu bahiste ona baktığımda kaskatı bir çehreyle karşılaştım. O an dedesinin de onda kanayan bir yara olduğunu görmek zor değildi.

"Senin deden de şimdilik uzak durmamı söyleyince çaresiz kaldım." dedi. Eylül hıçkıra hıçkıra ağlıyordu şimdi.

"Ya ben sana ne zaman kıydım?" Demir ona yaklaştı ama dokunamadı. " Senin ağlayacağını bildiğim her gün kapında sabahladım ben senin. Sen acınla yanarken o kapıdan girmemek, girememek ne kadar zordu senin haberin var mı?"

Demir Eylül'ün önünde bir sağa bir sola giderken yıllarca tuttukları bir yanardağı gibi patlıyordu. Eylül'ün onu suçlaması ona o kadar dokunmuştu ki sanki kendini tutamıyordu.

"Ben sana Eylül'üm dedim, bal kazanı dedim. Benim dedim ama hep ödüm koptu gözümün önünde başkasını seversin diye. Ne bir adım öteye gidebildim ne bir adım atabildim sana ne kadar çok istesem de. Hepsi de senin içindi. Hepsi senin içindi Eylül." Yıkılmıştı sanki.

"Şimdi gelmiş bana sen mi seviyorsun diyorsun!" dedi yıkılışını dillendirirken.

Demir Eylül'e yaklaştı. "Çok seviyorum!" dedi gözleri dolmuşken. "Köpekler gibi seviyorum ama sen anlamamışsın." Sesi hayal kırıklığıyla doluydu. "Yetmemiş..."

Eylül başını eğip ağlıyorken son sözle birlikte başını kaldırdı. Demir'in hayal kırıklığıyla birlikte ona adım atacak sandım ama göğsüne öyle şiddetli vurdu ki Demir olduğu yerde sarsıldı. "Geri zekalı!" diye bağırdığında korktum çünkü hem hıçkıra hıçkıra ağlıyor hem de bağırıyordu. "Geri zekalı! Geri zekalı!" dedi Demir'in göğsüne iki defa daha vurup.

Demir'de neden bu tepkiyi verdiğini anlamamış şaşkın bir şekilde Eylül'ün onu savuruşunu izliyordu. "Ben yıllarca onların bana biçtiği bu yalnız hayatı yaşadım." Eylül'ün hıçkırığıyla birlikte soluğu kesildi ama durmadı. "Beni tek başıma annesizliğe mahkum ettiler. Kimsenin yanına yaklaşamadım çünkü delirmiş kadının kızıydım. Bir sen vardın, bir siz vardınız!" derken onun hayal kırıklığı keskin bıçaktı.

Demir kıyamadı ama Eylül acıtarak vurdu ona. "Hiç aklına benim ne düşündüğüm gelmedi mi? Bir kere olsun benim kendi hayatım hakkında bir fikrim olacağını aklına getiremedin mi? O zaman 12 yaşındaysam ne olmuş? O bir ay boyunca ben odamdan çıkartılmadım. Her gün ağladığım için hastalandım, yataktan çıkamadım. Yoktun..." dedi Demir'in gözlerinin içine bakmak için eğilip.

"Yoktun. Şimdi gelmiş bana babamın seni dövdüğünü söylüyorsun. Şimdi mi? Yıllarca onun yüzünden acı çektikten sonra şimdi mi? Şimdi mi aklın başına geldi? İlk defa suskunluğunu yüzüne vurunca mı aklın başına geldi?"

Eylül tekrar itti onu. "Aptal!" derken Siraç'ın göğsüne daha fazla sokuldum. "Sen tam bir aptalsın! Siz erkekler tam bir aptalsınız!"

Umut kısık bir sesle mırıldandı. "Biz niye dahil olduk şimdi?" dediğinde onlara bakarken farkında olmadan ağlasam da küçük bir kıkırtı kaçtı ağzımdan. Sessiz seyirciler olarak bu film gibi yüzleşmeyi izliyorduk.

Siraç eğilip yanağımı öptü. Dudağını süzülen göz yaşımın üstüne bastırdı. "Ağlama! Alır götürürüm buradan seni şimdi." Dudakları hüzün değmiş tenime fısıldadı. "Yüreğin her hüzne dökerse inci tanelerini, ben hangi hazinene sahip çıkayım şimdi?"

Ona baktım, gözlerindeki kıyamayan ifadeye karşı yüreğim ağlama isteğiyle doldu ama tuttum kendimi. "Hazine deyip kendinizden de sakınmayın,kâfi." dedim.

Eylül'ün yarası benim de yaramdı çünkü. Onun haykırışını duyduğumda benim de yaram kanamaya başlamıştı. Siraç sözlerimle birlikte eğilip şakağımı öptü. "Kıyamıyoruz." diye mırıldandığında Demir'de onun sözlerini bağırarak tekrar etti.

"Kıyamıyorum!" dediğinde dönüp baktım ve Eylül bu sefer bir kez daha tokat attı ona. O kadar titriyordu ki sanki tüm temelleri en kökünden sarsılıyordu.

"Çünkü yakıyorsun! Kıymak ne ki? Senden uzak kaldım da yokluğunun korkusu dindi mi sandın? Sen bana gerçekleri söylemeyecek kadar korkaktın da benim için iyi yaptığını sandın? Sen orada dayak yedin de ben burada yaşadın mı sandın?" Demir'in yüzü yana doğru eğildiğinde çenesi kenetlendi ve gözleri bir yangınla döndü.

"Seviyorum!" dedi. Eylül'ün yüzünü elleri arasına aldı. "Sevdim, seviyorum, doğduğum andan itibaren bir seni sevdim ben. Yapamazdım, baban tek ailendi. Onu da elinden alamazdım!" Eylül'le gerçekleri söylerken Demir onun tepkilerini yıllarca içinde büyütmüş gibi izliyordu.

Sanki Eylül'ün tepkileri yıllarca kabusu olmuştu. Bütün kabuslarıyla tümden yüzleşiyordu.

"Hah!" dedi Eylül alaycı bir sesle. Demir'in ellerini yüzünü elinden kurtarmaya çalıştı. Acı bir kahkaha attı sonra. "Senin dizlerinde ben annem için babam için ağladığımda benim gözümde aile mi vardı be adam! Sen benim ailemdin, siz ikiniz benim ailemdiniz." Eliyle bakmadan Siraç'ı gösterdi.

"O benden yıllarca kaçtı. Sen yakınımda bile benden uzaktın. Hepsi de annemle babam yüzünden. Ben bilmiyor muyum sandınız? Siz beni aptal yerine koydunuz da bir kere bile bu kız aptal mı diye sormadınız mı kendinize?"

Siraç'ın Eylül'ün sözleriyle birlikte arkamdaki gövdesi gerildi. Ona baktığımda bakışlarını Eylül'den kaçırdığını fark ettim çünkü suçluydu o da en az Demir kadar suçluydu.

"Annem beni ölmüş çocuğu için bıraktı. Babam beni kaybettiği karısı için bıraktı. Daha ne kadar bırakılacağım ben?" dedi Eylül sinir krizinin eşine gelmiş gibi ağlarken tekrar kahkaha attı. Başını geriye doğru attı ve Demir'in elleri arasında acısı gökyüzüne savruldu. Gözyaşları süzüldü yanaklarından.

"Daha ne kadar bırakılacağım ben?" dediğinde kahkahası hıçkırıklara, yıkılışına dönüştü. "Daha ne kadar bırakılacağım ben?"

Eylül'ün ayakları daha fazla onu taşıyamadığında tam yere düşecekti ki Demir onu yakaladı. Fenalaştığı için ayağa kalkmaya çalıştım ama Siraç kollarını gevşetmedi.

"Bırak," dedi kulağıma fısıldayarak. "Yüzleşsinler. Demir yıllardır bu anı bekliyor. Ağzını açmaya cesaret ettiyse her ikisi de sonucuyla yüzleşsin."

Ona doğru kızgınlıkla döndüm. "Sizin derdiniz ne? Kız mahvoldu. Bu kadar sakladınız da elinize ne geçti. Ya o dedeleriniz? Kafayı mı yemişler? Ne hakları var sizin hayatınızı böyle berbat etmeye." dediğimde öfkelenmişse de bana hissettirmedi. Bana kimse annelerinin babasından bahsetmemişti. Hatta öyle ki bir ara hayatlarında silik bir iz bırakmış ya da erkenden ölmüşler diye bile düşünmüştüm.

Cevap vermemesine o kadar alışmıştım ki konuşunca şaşırdım. "Piç kurusunun tekiydi." dediğinde buz gibi bir sesle dinlemek düştü bana. " Tek derdi şirketleriydi o adamın. Demir'e taktı kafayı. Demir 2 sene önce o ölünce rahat etti de tamamen yanıma geldi." Nefret ettirilmediği bir akrabası kalmamıştı resmen. Hırsla söylenen sözlerin ardında hiç sevgi kalmamıştı.

"Peki ya sen?" dediğimde tepkisizce bana baktı. " Madem erkek. Sende erkek torunuydun?"

"İstediği kişinin oğlu değildim. Ona istediği bağlantıyı veremezdim. Demir verirdi." Hissiz bir şekilde söyledi bunu ama kıyamadım, ben de ona kıyamadım. Kimse duymamış mıydı bu çocuğun çığlıklarını?

Bir Allah'ın kulu da zamanın da yardım edememiş miydi?

"Böyle biriyse sana bir hayrı da olmazdı zaten." dedim bu acımasızlığa karşı öfkeyle dolarken.

Ciddi yüz ifadesi geçmişini anlatırken onu yaşından daha fazlası gibi gösteriyordu. Sanki ruhunun beli bükük bastonla ayakta durabiliyormuş gibi hissettiriyordu.

Ona sımsıkı sarıldığımda Demir'in teselli edişleri, Eylül'ün hıçkırıklarının sessiz bir ağıta dönüşü ardımızdaydı. Onlara döndüm.

Demir'in, "Yarın evleniyoruz." deyişini duyduğumda donup kaldım. Bu itirafla birlikte Eylül'de başını onun göğsünden kaldırdı ve öfkeyle baktı ona. Şaşırmamıştı bile.

"Bok evleniyoruz." dediğinde ikisi de harap halde olmasına rağmen Demir şefkatle gülümsedi. Hakareti bile hoşuna gidiyordu adamın.

"Evleniyoruz, yarın tezi yok evleniyoruz." dedi Eylül'ün itirazını umursamadan. Sonra şu olaylar durulsun senin istediğin gibi düğününü, istemesini hatta evlenme teklifini bile yaparım ben ama evleniyoruz." dediğinde ise Eylül onu göğsünden itti.

Demir bu sefer hazırlıklıydı,yerinden kıpırdamadı bile. "Sen yıllarca koyduğun mesafenin bir günde aşılacağını mı sandın?" dedi Eylül öfkeyle. "Bugün itirafta bulundun, bugün istedin, bugün her şey çözüldü, öyle mi?" dedi. O ittikçe Demir kollarını daha da sıkıyor, ona bakarken tüm yüreğiyle gülümsüyordu.

"Ayısın!" dedi Eylül. Muhtemelen Demir'in göğsü mosmor olacaktı ama yumruklarını ardı ardına sıralıyordu. "Sen tam bir ayısın! Bende hayatta seninle evlenmem, kal öyle tek başına! Verdiğin sözünü tut çünkü gururuna yediremezsin sen şimdi." Eylül ikisinin arasına sıkışmış ellerini yüzüne götürdü ve hırsla göz yaşlarını sildi.

"Gururundan zaten gelmedin! Erkek sözü ya illa önce sözünü tutacak." dedi tiksiniyormuş gibi. " Eylül'ün hislerini umursayan kim!"

Demir Eylül'ün sözleri ağır olmasına rağmen gülümsemeye devam etti. Eylül sonuna kadar haklıydı çünkü. Eylül bir daha vursa diğer yanağını da çevirecekti sanki.

"Önce bir evlenelim, şu kaybetme korkum bitsin. Söz!" dedi tüm sevgisiyle. "İstediğin kadar çektir bana ama ne olur beni senden mahrum etme Eylül'üm!" Demir yanağını onun yanağına yasladı. "Yapma beni bununla imtihan etme. Ben kendimi bildim bileli seninle imtihan ediliyorum zaten."

Yalvarışı, diz çöküşü yalnızca sevdiği kadınaydı.

Nergis, "Erkeğin sürüneni de çok zevkli değil mi?" dediğinde ona baktım. "Üstelik Eylül sonuna kadar haklı." dedi.

Ona bakarak başımı salladım. Umut'un kaşları çatılmıştı. "Sürünmesini bilmem ama koruyacağım diye hayatından yok sayanlar, ardında koyanlar, bırakanlar utansın!" dediğimde Siraç'ın parmakları belime battı. Umursamadım.

Kulağıma eğildi. Soluğu tüylerimi diken diken etti. "Korktuğumuzdan sakındığımızı, canımızdan öte onların canlarını koyduğumuzu, saçının teline zarar gelse dünyayı yakıp yıkacağımızı anlamayanlar utansın esas!" dedi öfkeli bir sesle.

"Yakmasın!" dedim ona bakmayarak. Dönüp Demir ve Eylül'e baktım. "Başkasından sakınmak isterken kendinden de sakınmasın! En büyük mahrumiyeti yaşatmasın!"

Eylül'ün yıkılışını çok iyi anlıyordum. Demir'i de anlıyordum ama görmezden gelinmenin kırgınlığı bir başkaydı. Eylül aile saydığı adamların ihanetine uğramıştı. Bunu kaldıramıyordu.

Yine de Demir'e kıyamayıp affedeceğini biliyordum. Sadece Demir'in çok çekeceği vardı. Onu kucaklayıp kaldırdığında bu yüzden gülümsedim.

Eylül çığlık çığlığa bağırırken bize doğru döndü ve sesini bastırarak konuşurken yüzünde kararlı bir ifade vardı. "Abi bana şu sizin nikahını kıyan imamın numarasını yollar mısınız? Yarın akşam Eylül'ün evine gelsin" Sonra üstünden yılların yükünü atmış gibi gülümsedi. "Sizde gelin şahidimiz olun."

Eylül bir an duraksadı. Demir'in kollarında çırpınıyordu." Rızam yok, rızam! Sağır mı senin kulakların." diye bağırdı. "Sen hep o kapının eşiğinde kalacaksın. Hiçbir zaman o eşiği geçemeyeceksin." dediğinde Demir dönüp ona baktı.

"Bahçede çocuklarımızla oynarken ayakkabılarım kirlenmiştir muhtemelen. Temizlenir gelirim." Öyle bir baktı ki ona sözün özü de ben yüklerimden arınıp da geleceğimdi sanki. Eylül yine duraksadı. Yüz ifadesi bir an yumuşar gibi oldu ama hemen toparladı.

"Şizofren!" dedi hayrete düşmüş gibi. "Kafayı yemiş! Ruh hastası!" dedi gittikçe artan hiddetiyle. Demir onu umursamadı ve başını bize çevirdi.

Bir baş selamı verdiğinde olduğum yerde dikleştim. Umut'ta Siraç 'ta ona aynı şekilde karşılık verirken ben ters ters baktım ona ama umursamadı.

Eylül çığlık çığlığa bağırırken arabalara doğru ilerlemeye başladı. Sesler uzaklaştı, onun en son, "Bak herkesin önündeyiz bal kazanı. Öpeceğim şimdi ayıp olacak misafirlere. Sen utanacaksın, bende eğleneceğim." Sonunda o meşhur bastırma sorusunu sordu. "Eğlenmemi ister misin?" dediğini duyduğumda arkalarından ağzım açık bir şekilde bakıyordum.

Ben Eylül yerine utanmıştım.

Sonra o hayretle benimkine döndüm. "Siz cidden normal değilsiniz. Akraba olduğunuz o kadar belli ki!" dediğimde benimki gülümsedi.

"Aklımızdan ne geçerse o bizde." dedi o da. Üstelik bunu söylerken ciddi ve kendinden emindi. Ben zaten onun aklından geçenlerden korkuyordum en çok.

"Demir bu yüzük meselesinin Eylül'ün son dayanağını da yıkacağını düşünüyordu. O N harfinin başka bir adama ait olduğunu düşünüyor çünkü."

Son söylediği ihtimalle ona kızmayı düşünürken bir an duraksadım. "Var mı böyle bir ihtimal?" derken aklımda yalnız Eylül değil karşımdaki sevdiğim adamla ilgi de şüpheler uyanmıştı.

Arkadan Umut cevapladı. "Her şey olabilir. Biri bizimle büyük bir oyun oynuyor. Boşuna o orospu çocuğu hapse tıkılmadı."

Umut'a dönmedim ama öfkeli bakışlarını sırtımda hissedebiliyordum. "O zaman ben gideyim." dedim daha uysal bir sesle. "Hem beni tanıyor hem de kötü bir tepki verirse benim canım Eylül kadar acımaz."

Siraç bir an arkama baktı. Muhtemelen Umut'la bakışıyorlardı. Eli yüzümü kavradığında bu konuda savaşacağıma dair büyük bir inanç taşıyordum içimde. Bende dahil olmak istiyordum bu olaya. Bir şeyler yapabilmek istiyordum.

Bana doğru döndüğünde yüzünde sıkıntılı bir ifade vardı. Gecenin ışıkları arasında sert yüz hatları gölgelenmişti. "Üzüleceksin!" dedi en çok bu durum canını sıkıyormuş gibi. "O gün o klinikten ağlayarak çıktın sen. Başka biri de sorabilir."

Başımı onu inandırmak istercesine hızla sağa sola salladım. "Üzülmeyeceğim." Bir an duraksadım. Hiçbir şeyin tam tam olarak teminatını veremezdim. "Üzülmeyeceğim inşAllah." Tereddüdümü görse de kararlılığım tereddüdümden baskındı.

Bu yüzden, "Tamam." deyip beni göğsüne bastırdığında ona itiraz etmedim. Sonra Nergis'e doğru döndüm.

"Ee!" dedim yeni konu açmak istermiş gibi. "Siz ne zaman evleniyorsunuz?" Bu sefer Nergis şaşırsa da Umut'ta mimik oynamadı. Hatta ilk defa karşımda hafif de olsa tebessüm etti.

"Şu hesaplaşma bitsin. Hayatta kalırsak inşAllah hemen ertesi gün." dedi büyük bir yüreklilikle. Adı gibi onda da bir umut olduğunu görmek beni de mutlu etti ama gerçekleri dile getirişi, ölümün ihtimali yüreğimde yine bir parça hüzündü.

Nergis, "Bu planından benim haberim var mı?" dediğinde ise bu hüznüm dağıldı ve elimi havada sallarken, "Hey yavrum, hey! Bunların hepsi aynı terane." dedim. Bıkmıştım cidden hepsi aynı yolun yanlış yolcusuydu.

Nergis bana doğru döndü. Kaşları çatılmıştı Umut'un bu tepkisi yüzünden.

"Aldırma hayatım!" dedim. "Yontulmuyorlar böyle kabul edeceğiz el mecbur." dediğimde Siraç çenemden tutup yüzümü kendine çevirdi.

"Sen ne yapıyorsun?" dediğinde göz kırpıp başını salladı. Yüzünde bu halimden eğlenen bir ifade vardı. Eriyordum da bu haline çaktırmıyordum.

Yani inşAllah çaktırmıyordum.

"Onları geleceğe hazırlıyorum paşam. Burada tecrübe konuşuyor." dediğimde o güldü.

Nergis ise, "Dedi, iki aylık bile evli olmayan Elif Hanım." Ona doğru döndüm. Tekrar elimi havada salladım.

"Anlarsın, anlarsın! Evlenince bunlarla geçirilen bir ayın bir yıla bedel olduğunu anlarsın." dediğimde Siraç bana yandan kaşlarını havaya kaldırmış öyle mi, dercesine bakıyordu.

Nergis ise gülüyordu. "Doğru söze ne denir!" dedi bıkmış gibi. Sonra benim bu halime bakıp, "Seni de bu hale getirdik ya!" dedi şaşkınlıkla. Haklıydı. Bazen kendi değişimime kendim şaşırıyordum.

Siraç'ın yüzümdeki eli yanağıma gitti ve yanağımı iki parmağı arasında sıkıştırdı. "Öyle mi Elif Hanım?" dedi.

Ona doğru döndüm. Yanağımı elinden kurtarmak için geriye çekilmeye çalıştım ama o bırakmadı. "Öyle Siraç Bey." dediğimde ikimiz de gülümsüyorduk. Benimle uğraşırken bakışlarındaki yüreğimi sımsıcak eden bir sevda vardı.

"Seni Aslı Hanımın yanında fazla tutmamak lazım. Gittikçe ona benziyorsun." Yanağımı bıraktı ve acımış gibi yanağımı ovuştururken beni izledi.

"Dinsizin hakkından imansız gelirmiş. Sizle baş etmek kolay mı?" dediğimde sırıttı.

"Bakalım," dedi gözleri hafif kısıldığında. "Boynumuz mu kesilecek, yoksa ilmeğe mi geçirilecek? Hangisi senin zaferin olacak benim güzel karım?"

Yüzüne bakarken bilerek beni öfkelendirdiğini biliyordum. Bu yüzden gülümsedim ona. "Yaşamak." dedim meydan okuyan bir ifadeyle. "Senin cezan benim için yaşamak olacak."

Yüz ifadesi ciddileştiğinde karşısında çok fazla gücüm olmamasına rağmen bu onun hayatına karşı ilk defa meydan okuyuşumdu. Bu ilk olmayacaktı belki ama benim en büyük yarışım onunlaydı. O hayatını cehenneme çevirmek için çalışırken ben yine onun için yarışıyordum.

Ona karşı, onun için. Yaşamı için. Bizim için.

⚜🔱⚜

Ertesi gün klinikten dönüp bilgi vermek için şirkete giderken verdiğim sözü tutabildiğim söylenemezdi. Üzgündüm ama bu üzgünlüğüm her şeyin farklı olabileceğini düşündüğüm geçmiş içindi.

Başta Melek Hanım olmak üzere herkes mutlu olabilirdi ama hatalar, yarım bırakılmışlıklar onları acı bir sona götürmüştü. Ellerimi önümde birleştirip dizlerimin üstüne koyduğum çantaya baktım. Melek Hanımın çığlıkları kafamda yankılanıyordu.

"Benim, o benim. Bir o kaldı bana yadigar, benim! O yüzük benim."

Çığlıkları susturan Nergis'in sesi oldu. "Çok mu kötü geçti?" dediğinde kafamı kaldırıp ona baktım. Ön koltukta o oturuyordu ve başını bana doğru çevirmişti. Gözleri endişeyle üzerimde dolaşınca silkinip kendime geldim.

"Şirkete geçelim, anlatacağım." dedim ama sonra aklıma söylediğim her sözün Siraç'ın beni kendi hayatının dışında tutmak için bahane olarak kullanabileceği bir delil olduğu geldi. Bu yüzden artık alıştığım şekilde gülümsedim.

"Sadece çok fazla bilgi var. Çok fazla yorumlanması gereken cümlesi oldu." diye devam ettim. "Düşünceliyim bu yüzden."

Nergis daha fazla sorgulamadı. Önüne döndü ve beni o düşüncelerimle baş başa bıraktı. Bu sabah klinikten girmeden önce Melek Hanım için ettiğim dua geldi aklıma. Onun için yeni bir başlangıç istemiştim Allah'tan çünkü o kadın, o melek kadın gerçekten mutluluğu hak ediyordu. Evladı için kendini kaybedişi diğer evladını kaybetmesine sebep olmuştu.

Eylül vardı. Eylül'ün yıkılışı gözümün önünden gitmiyordu. Demir'e çaresizce bırakılışını itiraf edişi onun da kendisini bıraktığını düşünmesi gözümün önünden gitmiyordu.

"Eylül'de orada olacak mı?" dedim Nergis'e hitaben. Dün olanlardan sonra Demir onu evlenmeden önce eve kilitlediyse hiç şaşırmazdım. Demir'in bir değişik modeli de bende mevcuttu çünkü.

"Gelmiş şirkete. Demir dibinden ayırmıyormuş. Sabah Demir'i silahla tehdit etmiş Eylül." Nergis bana dönüp sırıttı.

Bu yeni bilgiyle birden canlandım. "Yok artık, ne olmuş peki?"

Ben Nergis'e doğru eğilince o da bana doğru eğildi. "Demir şov yapmış." dedi sanki bundan zevk almış gibi. Nergis söylediklerini tam hatırlamak için kaşlarını çattı. Sonra tane tane sıraladı olanlarla ilgili cümleleri.

" Silahın güvenlik kilidini açmış. Alnına yaslamış ve demiş ki; tam buradan vur, bunu kullanabiliyorum en azından. Kalbim ise kendimi bildim bileli senin için atıyor. İnsan kendine ait olana kıyar mı?"

Demir'in sözleri ile birlikte bende Nergis gibi sırıttım. "Tam bir şovcu ya!" Sonra heyecanla devam etmesi için teşvik ettim. "Eylül bu sözlere kanmaz. O ne demiş?" dedim.

" Ben yüreksiz olduğunu sanıyordum. Yoksa gelirdin." demiş. Yüzümü sözlerin ağırlığıyla buruşturdum ama hak etmişti Demir. Eylül'ün yalnızlığını onu çok uzun süredir tanımama rağmen ben bile görmüştüm.

"Demir de ; yüreğim sendeydi. Yüreksiz atfedeceksen bu yüzden atfet, diye cevap vermiş. Vuracaksan da tam buradan vur. Yüreğim zaten sana vurgun, diye de bir güzel damardan vurmuş kızı." Nergis öyle keyifle anlatıyordu ki bende şevklenmiştim.

Nergis omuz silkti. "Neyse işte sonuçta Eylül tabiki vurmamış ama kabul de etmemiş. Demir de akşama kaçamasın diye şirkete getirmiş onu. Dibinden ayırmıyormuş."

İkimiz de olacak olanlara gülümserken anlatacaklarımın hüznü bir an üstümden sıyrılmıştı. Nergis yüzüme bakarken bir an duraksadı. Gülümseyişi ciddileşti. Muhtemelen kulağındaki kulaklıktan bir bilgi veya bir emir gelmişti.

"Ne oldu?" dedim bu yüzden korkuyla. En son şirkete gittiğimde yaşanan olaylardan sonra artık oraya korkmadan gidemiyordum. Şirkete her gittiğimde bir olay oluyordu çünkü. "Yine bir şey mi oldu?" dedim ona biraz daha yaklaşıp.

Korkuyordum, elimde değildi. Nergis endişemi anlamış olacak ki başını hemen olumsuz anlamda salladı.

"Yok bir şey, yok!" dedi elini omzuma bastırıp. "Sadece şirketin biraz gerisinde duracakmışız. Patron sana bir şey gösterecekmiş." Yüzünde tatlı bir tebessüm belirdiğinde endişem dindi ama emin olamadım yine de.

"Ne gösterecekmiş?" dediğimde o tebessüm genişledi. Benim için duyduğu sevinçle doldu. "Sürpriz! Hatta uzun zamandır bitirilmeye çalışılan bir sürpriz."

Anlamıyormuş gibi ona baktığımda bir an söyleyecek sandım ama tuttu kendini. Sonra yüz ifadesi yumuşadı. "Patron seni çok seviyor, biliyorsun değil mi Elif?" dediğinde bakışından mı, sözlerinin ardında yatan manadan mı bilmiyorum gözlerim doldu.

"Biliyorum." dedim tutuk bir sesle. "Bende onu çok seviyorum. Çok seviyorum!" Nergis uzanıp yanağımı okşadığında kendimi bu sevdanın karşısında küçücük hissettim.

O benden uzaklaştı ama benim yüreğimde çok farklı bir ağırlık vardı. Şirkete yaklaştığımızda Nergis, "Çantayı ben alayım." deyip çantamı elimden aldı. Önümde tuttuğum çantayı içinde emanetin olduğunu bilerek ona verdim.

Şirketin bulunduğu semt büyük binaların olduğu bir semtti. Siraç'ın şirketi ise geniş bir araziyi kapsadığı için çevresi boş ve yeni inşa edilen alanlarla sürekli bir inşaat içerisindeydi. Bu yüzden ne beklemem gerektiğini bilemedim.

Güneş'i kapatan büyük bir bulut vardı, onu izledim yalnızca.

Biz şirkete yaklaştığımızda şirketten biraz uzakta onu gördüm. Diğer inşaat alanında yanında beş korumayla kendi arabasının önünde duruyordu. Sanki bir alanı kapatıyorlarmış gibi yan yana dizilmişlerdi.

En önde o duruyordu. Üstünde deve tüyü renginde bir takım elbise vardı. Ben seçmiştim. Bugün şirkete geleceğim için uyumlu olalım istemiştim. O bilmiyordu ama benim de üstümde o renkte bir etek, dizlerime kadar uzanan şık bir ceket ve içimde onun beyaz gömleği ile aynı renkte bir badi vardı.

Ceketimin önü kapalıydı. İlk defa bu kadar şık bir kıyafet giyiyordum. Hem giydiğim tarza, tesettürüme uysun hem de şık olsun istemiştim. Başımdaki baş örtü de ona uygun renkteydi ama Melek Hanımla görüşmemde ne giydiğimi bile unutmuştum.

Şimdi onun takım elbisesini görünce hatırlamıştım. Arabalar tam onun önünde durdu. Önce önümüzdeki arabadan korumalar çıktı. Sonra benim bulunduğum aracın kapısında Siraç durdu. Kaldırımın önünde durmuştuk. Kapıyı açtı ve araba yüksek olduğu için tam birbirimizin karşısındaydık.

Ona doğru döndüğümde bakışları önce yüzümde durdu. Lacivertler giydiği bu rengin içerisinde daha açık bir renge bürünmüştü. Tıraş olduğunu bilmiyordum, yanakları kirli sakallarından arınmıştı. Sanki o da bugüne hazırlanmış gibi özenliydi.

Gözleri yüzümden kıyafetime kaydığında yüzündeki ciddi ifade yerini mahrem bir tebessüme bıraktı. Bu bana özeldi. Elini uzattı bana doğru.

"Gel Elif'im." dedi. Düğünden beri ilk defa bana bu şekilde hitap ediyordu. "Gel sana bizi göstereceğim." Uzattığı elini tuttuğumda istemsizce heyecanlandım ama hala içimde bir endişe taşıyordum.

"Ne oluyor Siraç? Nergis bir sürprizin var, dedi bana." dediğimde elinin kuvvetiyle birlikte ona çekildim. Arabadan indiğimde eğilip alnımdan öptü. Tam karşı karşıya durduğumuz o an yüreğimin hızla atışının artık sıradanlaşması gerekiyordu ama oradaydı.

Hep onun için, hep iç çeker gibi onun adını sayıklıyordu.

"Öğreneceksin." dedi. Omuzumdan tutup beni ters döndürdü ve sırtımı göğsüne yaslayıp tek eliyle gözlerimi kapattı.

"Şuna bak!" dedi sevecen bir sesle. "Yüzü bile küçük. Birde bu haliyle bana meydan okumuyor mu?" Sanki kendi kendine konuşuyor, o konuşuşunda bile seviyordu.

Ses tonuna bile yansıyan sevgiyle birlikte bende gülümsedim. "Dikkat et Siraç efendi. Küçük olabilirim ama yürekler yarışır sevda dilinde."

Siraç beni yürütmeye başladığında kaldırımın düz taşlarını, etrafımızdaki insanların varlığını ama en çok o güzel kokusunu, sesinin yüreğimi sıkıştıran tınısını, gözlerime değen teninin varlığını hissediyordum.

"O zaman bu yarışı da ben kazanacak gibiyim." Kulağıma fısıldanan sözlerle birlikte dışarısı sıcak olmasına rağmen tüm vücudum ürperdi çünkü sözlerinin izini hissettim.

O iz yüreğimin üzerine kazınıyordu sanki. Beni durdurduğu yerde gözlerimi açmadan diğer kolunu belime sardı ve çenesini omzuma yasladı.

"Sana küçük bir hikaye anlatacağım Işığın kızı." Tekrar ürperdiğimde gülümseyişini hissettim. Bu hitabı bana kriz geçirdiğinde kullanmıştı. Sırtımı tamamen göğsüne yasladı.

"Bu bizim hikayemiz. Senin mutlu bitmesini istediğin hikayemiz." Gözlerim kapalı olmasına rağmen boğazıma oturan düğüm ağlayacağımın habercisiydi. Onunda mutlu sonu istemesini diliyordum ben.

"Derler ki karanlık aslında yoktur. Aslolan aydınlıktır. Karanlık yalnızca aydınlığın var olmayışıdır." Gözlerimi yavaşça açtığında bulutlanan görüntü yavaşça düzeldi ve gözlerimi tutan eli çenemi kavradı. Göstermek istediği yere başımı usulca çevirdi.

O konuşmaya devam ederken izlemem için doğru açıyı ayarladı. Ona ait şirket binasının yan tarafında tam yolun karşısındaydık. Yol sadece şirkete aitti ve bir giriş vardı. Girişin inşaatı yeni bitmiş olmalıydı. İki yandaki araba geçişlerinden ziyade ortadaki siyah yapı dikkatimi çekti.

Devasa giriş Elif harfi şeklindeydi. Yaşadığım şokla birlikte soluğumu tuttum.

O duygularının boğuklaştırdığı sesiyle devam etti. "Karanlık bir hiçtir. Tıpkı benim hiçliğim gibi."

Yüreğim ağzımda anlatmak istediğini anlamaya çalışırken bir şey oldu. Güneş ışığı o siyah yapıya ben ilk baktığımda değmiyordu. Onun son kurduğu cümleyle birlikte buraya gelmeden önce izlediğim bulut geri çekilmeye başladı ve devasa yapının üzerine ilk ışık vurdu, siyah yapı yavaş yavaş parlamaya başladı.

"Senin doğumunda ilk adını Işık koymuşlar." dediğinde çenem titremeye başladı. Işık ilerledi, bize bizim hikayemizi anlattı. "Sanki biliyorlarmış;" dediğinde çenemdeki elimi bıraktı ve Elif şeklindeki yapının arkasındaki siyah binayı eliyle gösterdi.

Elif şeklindeki siyah yapıya güneş ışığı vurdukça devasa gökdelende soluk bir şekil beliriyordu. "Senin benim varlığım olduğunu, sensiz benim yalnızca bir hiç olduğumu biliyorlarmış."

Güneş ışığı ilerledi, silüet belirginleşti ve devasa yapıdan yansıyan ışıkla birlikte birbirinin içine geçmiş S ve V harfleri belirginleşti. Soluğum kesildi, boğazımdan bir hıçkırık yükseldi. Tutamadım. Yüreğim yaptığıyla birlikte sevgisinden doldu, taştı sanki.

O harflerin birleşimin üstünde bir güneş sembolü vardı. Yarımdı, sanki gün batımındaydı. Işığı iki harfin üstüne vuruyordu.

"Bu bina yansıtıcı." diye açıklamaya başladığında sessiz sessiz ağlıyordum. "O yukarıdaki Güneş'e senin ışığını yansıtıyor ve benim ismim güneş enerjisi sayesinde cam üstüne yapılan ince aydınlatıcıyla birlikte bizzat seninle aydınlanıyor."

Onun anlattığı teknik bilgiden ziyade gözümün önündeki görüntünün mucizeviliğine takılı klamıştım.

"Camların üstünde küçük enerji santralleri var. Güneş ışığını emiyorlar." Yüzümü ona çevirdiğimde, "Bana birini hatırlatıyor." diye devam etti. Ona bakarken ağlıyordum ama o da acı çekiyordu.

Göğsüm ağrıyordu, onun bana verdiği sevgiyi taşıyamayan göğüs kafesim çatırdıyordu.

"Sen ki benim gözümde Güneş'e bile ışığını verensin." dedi dolu dolu bir sesle. Sevdasıyla, yüreğiyle. Kolları arasında gövdem ağlayışımla sessiz sessiz sarsılıyordu. Eğilip şakağımdan öptüğünde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

"Elif'im!" dediğinde öyle içten söyledi ki bir şükür gibiydi o sahiplik eki sanki. Ona dönüp kollarımı gövdesine sardım, sımsıkı sarıldım ona.

Yaptığının manası o kadar büyüktü ki taşıyamıyordum. "Gece ay ışığı vuracak," diye devam etti o da bana sarılıp. Sesinde hüzün vardı. "Sen yine beni aydınlatacaksın çünkü bana göre ikisine de ışığını veren sensin."

Kollarında teselli edercesine usul usul salladı beni. "Ben seni nasıl hak ettim?" dedim başımı göğsüne gömerek. "Ben seni hak etmek için ne yaptım?" dediğimde göz yaşlarım durmuyordu.

"Şşş!" dedi yatıştırmak istercesine. "Sen bana seni verdin. Varlığınla yokluğumu şereflendirdin. Onu yücelttin, kendinden bir parça verdin."

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Daha vermedim." dediğim göğsüne yüzümü bastırarak. Yüreği başımın altındaydı. "Söz veriyorum, vereceğim." dedim ona değil kalbine söz vererek. Başımı çevirip dudaklarımı kalbinin üstüne bastırdım.

"Mahvettin beni." dedim dudaklarım titrerken. "Ben sana eş olmaya çalıştıkça sen beni öyle yüceltiyorsun ki sana dokunamıyorum." dedim. Başımı kaldırıp ona baktım. "Ben bu değilim ki." dedim sesim titrerken.

"Ben yalnızca senin Elif'inim." dediğimde boğazımdan tekrar bir hıçkırık yükseldi ve karşısında ağlamaya başladım.

"Sevmedin mi?" dedi iki eli de yüzümü kavrayarak. Korkusunu hissettim. Bu yüzden baş parmakları yüzümü silerken başımı olumsuz anlamda salladım. "Çok sevdim, çok çok sevdim." dedim gözlerindeki kırılgan ifadeyi silmek istercesine.

"Hangi kadın sevdiği adamın ışığı, yolunu aydınlatanı olmak istemez? Ama senin sevginin de beni aydınlattığını, seninle var olduğumu anlaman lazım." Bir şey söylemedi. Eğilip kaşımın üstünden öptü.

"Eşitlensek de bu gerçek değişmeyecek. Ben baharın varlığını bile senle öğrendim. Şimdi de herkes bilsin istiyorum!" Derinden bir inaçla söylüyordu bunu. "Buraya gelen herkes uzaktan bu girişi görecek ama yalnızca özel misafirler ve ben bu girişten girebileceğim çünkü burası Elif girişi. Benim girişim."

Başımı geriye doğru attım ve şakağıma doğru bir göz yaşı süzüldü. "Sevmeyi bilmediğin halin buysa, sevmeyi bilseydin kim bilir ne halde olurdum?" dediğimde yine şakağımı öptü. Kolları arasında gökyüzü ardında göz yaşıma dudaklarını bastırdı.

"Eğitmenim sağlam." dedi geri çekilip gülümsediğinde. Yine gökyüzü ardında olsa da ondan daha güzeldi gülüşü.

"Teşekkür ederim." diye fısıldadım.

"Ne için?"

"Bana kalbinde en güzel yeri verdiğin için. Ben dünyanın en şanslı kadınıyım. Eşim beni el üstünde taşıyor."

Gözlerindeki kırıklar yerini saf bir sevince bırakırken, "Senin verdiklerin yanında benimkisi bir hiç." diye karşılık verdiğinde kaşlarımı sahte bir kızgınlıkla çattım.

"Sildireceğim o dövmeyi. Bir daha kendine hiç dediğini duymayayım." dediğinde sırıttı.

"Yaptırtırsın." dedi. "Benim karım her şeyi yapar, yaptırtır." Sanki benimle gurur duruyordu.

Arkamı dönüp baktığımda ışıl ışıl parlayan ismine baktım. Güneş onun yanında daha soluk duruyordu çünkü dediği gibi Elif harfinden büyük bir spot şeklinde ışık direkt ona yansıyor ve güneş sembolü sanki onu yutuyordu.

"Bu muazzam bir şey." dedim. Hayranlıktan öteydi sesim, hissim. Tekrar kollarını belime doladı ve çenesini omzuma yasladı.

"Sensin muazzam olan." dedi hayranlıkla ona bakıp tüm yüreğimle gülümsedim. "Senin adını yanıma yazdırmak istedim ama ben kıskanç bir adamım. Adın başka dillerde adlandırıldıkça çilededen çıkardım." dediğinde ise karnımın üstünde olan eline vurdum.

"Ancak sen takardın zaten buna." dedim. Kızıyormuş gibi yapıyordum ama kendimi güneşin ışığına, ışık oyunuyla oluşan muhteşem sanat eserine mutlulukla bakarken buldum.

"Neyse!" dedim onunla uğraşmak için. "Senin ismin de küçülür yakında."

Oltaya düşeceğini bilerek sustum ve başımı omzuna yasladım. "Neden küçülecekmiş?" diyerek tuzağıma düştüğünde ona bakmadan sırıttım.

"E çocuklarımıza da bir sembol bulman gerekecek, paşam. Şimdi ismin haddinden fazla büyük. Sevmedim! İnsanlar çok havalı bulacak." dediğinde uyarı niyetinde ismim ağzında yankılandı.

"Elif!" dedi. Sonra eğilip yanağımı ısırdı. Öpmedi, ısırdı resmen.

"Ahh! Acıdı." dedim ama elimi yüzüme koydurmadı. Bu yüzden çemkirmeye devam ettim bende.

Pişkin pişkin, "Ne Elif'i ayrıca ? Benimki yalnızca geleceğe dair bir tespitti." dediğimde ısırdığı yeri öptü. Dönüp ona gülümseyerek baktım.

Dayanamıyordum ben bu adama.

Çevremde ne olduğunun da farkında değildim. Nerede olduğumuzun da bir ehemmiyeti yoktu. Şu an ölebilirdim. Şu an bana böyle bakarken, beni bu kadar güzel severken ölebilirdim.

Ama ona da dediğim gibi onun için yaşayacaktım. Tıpkı o güzel gözleri benim için en güzel geceyi yaşatırken aynı zaman da benim için yaşadığı gibi.

⚜🔱⚜

Yukarıda Siraç'ın kendi odasındaydık. İlk defa onun şirketine el ele girmiş, yönetim kurulunda olan çalışanlarla tanışmıştım.

Gergindim çünkü hepsi oldukça tecrübeli gözüküyordu. İşin garip tarafı Siraç 'tan büyük olan bazı kişilerin ona oğlum ya da abim diye hitap etmesiydi. Bunlardan birisi girişteki güvenlik görevlisiydi.

Bir diğeri halkla ilişkiler müdürü olan yaşlıca bir adamdı ama benim için en ilginç ve eğlenceli tanışma Nermin Hanım'laydı.

Çünkü ablacım diye konuşan bizzat kişisel asistanıydı ve 40'larının ortasında bir kadındı. Onu düğünde de Siraç'ın yanında görüyordum ama ilk defa tam olarak tanışıyorduk.

"Ablam bende seni arıyordum." deyip beni gördüğünde, "Siraç Bey!" diye kendini düzeltmiş ve yüzü aydınlanmıştı. Sımsıkı sarılmasını hesap etmiyordum bile. Nergis bana söylemişti. Nermin Hanımın kocası Siraç tarafından öldürülmüştü.

Nermin Hanımı girdirdiği o yol yine Siraç'ın savaştığı adamlardan birine aitti. Nermin Hanım çocuklarına bakmaya çalışan vefakar bir kadındı. Zaten yeteneği olduğu için Siraç 'ta çocukların sorumluluğunu üstüne almış, Nermin Hanıma iş vermişti.

Bu yüzden onun samimiyetini adlandırabiliyordum. Bu samimiyetin adı minnettarlık, vefaydı. Siraç'ın bulaştığı illegal işler olsa da burada gerçekten düzenli bir sistem işliyor gibi gözüküyordu. Her katta gördüğüm yüzlerle birlikte onun işi adı altında ne kadar kişinin çalıştığını da bir kez daha idrak ediyordum.

Ama asıl idrakim onun odasına girdiğimdeydi. Onun bana vermiş olduğu o yüce hediyeden sonra mutluluk sarhoşuydum ta ki odada bizi ciddi bir yüzle bekleyen Eylül'ü görünceye kadar. O an Melek Hanımın son hali tekrar aklımda canlandı.

Zaten o da bunun için buradaydı.

"Annemle görüşmüşsün. Demir anlattı her şeyi." dediğinde bizim arkamızdan Demir'de girdi.

"Anlattı denmez ona bal kazanı. Seni konuşturmak için ilgini çeken bir konu bulmak için çırpındı denir." Demir sürünmeye devam ediyor olmalıydı ama hala gülümsüyordu. Hiçbir şikayeti yok gibiydi.

"Sen sus." diye karşılık verdi Eylül. Kollarını göğsünde kavuşturmuştu ve sıkıca yaptığı topuzu yüz hatlarını daha da gergin gösteriyordu.

"Ben konuşayım." dedim onun gerginliğini fark edip. "Dün Siraç bu konuyu sana açacaktı ama konu çok başka yerlere kaydı." İmalı bir şekilde Demir'e baktım ama o sırıttı ve Eylül'ün yanına geçti.

"Sana annene ait olduğuna inandığımız bir yüzüğü gösterecek ve annene bunu sormanı isteyecektik ama sen iyi değildin." Tam Eylül'ün karşısında durdum. "Haddim olmasa da bu görevi ben üstlendim çünkü üzülürdün."

Eylül irkildi sanki bir darbe almış gibi. Sonra son sözümle birlikte yüz ifadesi yumuşadı. Hüznü en çok o güzel gözlerine yakışmıyordu. "Çok mu kötüydü?" diye sorduğunda o kadar kırılgan gözüküyordu ki cevap vermedim, veremedim.

O da üstelemedi. "Bu yüzüğü ben de görebilir miyim?" dedi yalnızca. Arkamda duran Siraç'a bakıyordu. Çantamın fermuarını açtım ve içindeki siyah kadife kutuyu çıkardım. Yüzüğü Melek Hanımdan almaya çalışırken elimin üstünü tırmalamıştı ve bende dahil olmak üzere herkes bunu fark etti.

Normalde sızısını hissederdim ama o an Melek Hanıma üzülmekten fark etmemiştim. Sonra dalgınlıktan görmemişti gözlerim. Eylül'ün elime bakan gözleri dolduğunda o kadar çaresiz hissettim ki kendimi Demir araya girmeseydi o ağlardı.

O ağlarsa bende kendimi tutamazdım.

Demir, "Akşama geliyorsunuz değil mi?" dediğinde Eylül'e yüzük kutusuna uzatırken, Eylül dönüp ona ters ters baktı.

"Gelmiyorlar çünkü bir sebepleri yok." dedi öfkeyle. Demir ise ona bakıp çıldırtmak ister gibi gülümsedi sadece.

İşe yaramıştı. Eylül'ün gözlerindeki hüzün bir an olsun geçmişti. Kutuyu elimden aldı ve açtı. Yüzük çok otantikti. Ortasında büyük bir zümrüt, kenarlarında ise eski motiflerle birlikte küçük zümrüt taşları vardı.

Eylül,"Bu yüzükte farklı olan ne? İçinde bir şey mi yazıyor?" dedi. Sonra ışığa tuttu ve kendi baktı. İtalik harflerle M&N harflerine gördüğünde bocaladı tıpkı biz gibi.

"Bu- bu benim annemin mi?" dedi. Görmesi çok düşük bir ihtimaldi ama bu tepkisiyle yüzüğü hiç görmemiş olduğunu da onayladı.

Siraç sabah Melek Hanımın elinde yüzük olduğu bir fotoğrafı göstermişti. Resmi bir davetteydiler ve bu takıma uygun bir gerdanlıkta boynunu süslüyordu. O kadar güzel ve genç gözüküyordu ki fotoğrafa bakarken bile içim acımıştı.

Aynı fotoğraf hiçbir şey söylenmeden Siraç tarafından gösterildi. Masasına gitti ve çekmecelerden birine önce tüm parmaklarına bastırdı. Bunu ilk defa görmüyordum, evimizdeki odasındaki masası da aynı bu sistemle çalışıyordu.

Parmak izleri onaylanınca parmaklarının ardında mavi bir ışık yandı ve çekmece açıldı. İçindeki birkaç fotoğrafı alıp Eylül'ün yanına geldi ve ona uzattı.

Benim aksime o ve Demir oldukça rahatlardı ama Siraç'ın gözleri elime kaydığında bir kaş çatışı eşliğinde bakışı, bu rahatlığın yalnızca bir maske olduğunu vurgular nitelikteydi.

"Geçin oturalım." dedi Siraç Eylül bir elinde yüzük kutusunu diğerinde ise annesinin fotoğrafları vardı. Olduğu yerde geçmişin kırıklarıyla kalmıştı. Onun koluna girip koltuğa götüren Demir'in farkında bile değildi.

Dördümüz de tekli koltukların yanındaki çiftli koltuklara karşılıklı oturduk. Demir Eylül'ün omzuna kolunu atıp kendine çekmişti. Eylül ise dolu gözlerle annesinin gençlik fotoğraflarına bakıyordu.

"Ona çok benziyorsun." Demir yürek burkan bir ifadeyle Eylül'e bakarken Eylül başını kaldırıp acı bir şekilde ona gülümsedi.

"Hayır," dedi acı çekiyormuş gibi. "O benden çok daha güzelmiş. Hala da öyle." Gözünden bir damla yaş süzüldüğünde Demir'in yüzündeki ifade çaresizlikti. O acıyı silmek istercesine elinin tersiyle göz yaşını tanesini sildi ama bazı izler silinse de geçmiyordu.

Eylül'ün acısı yüzünde her daim kanayan bir yara gibiydi.

Siraç yaralı elimi eline aldığında ona doğru döndüm. Kaşları hala çatıktı. "Acıyor mu?" diye sordu baş parmağıyla usulca elimin üstünü okşarken. Başımı olumsuz anlamda salladım.

"Hissetmedim bile." dediğimde herkesin sakındığı bir hüzün vardı üstümüzde. Elimi tutmaya devam etti. Hepimiz Eylül'ün konuşmasını bekliyorduk ki bende üstümdeki sözlerin yükünü atabileyim.

Eylül uzun bir süre dalgın bir şekilde fotoğrafları inceledi, yüzüğe baktı. Anlamlandırmaya çalıştı belki de ihtimalleri düşündü ama bu ihtimallerin hiçbirinden memnun gözükmüyordu. Demir onun omzunu sıvazladı, ben başımı Siraç'ın omzuna koydum. Sessizce annesinin geçmişiyle yüzleşmesini izledik.

Sonunda başını kaldırdı ve bize doğru döndü. "Başka bir adamın varlığından mı şüpheleniyorsunuz?" derken bal rengi gözlerinden hüzün silinmemişti. Kurumuş göz yaşlarının ardında o hüzün sanki hep bakiydi. Üstüne bir de acı eklenmişti.

Siraç karşılık verdi ona. "Öyle düşünüyoruz ama daha annenin ne tepki verdiğini bilmiyoruz." Eylül'ün gözleri bana çevrildiğinde iç çektim ve olduğum yerde dikleştim.

Sıra bana gelmişti.

"Annen başta çok olumlu bir tepki verdi." dedim. Sedef Hanım ilaçlarını düşük dozda verdiklerini yine de oldukça sakin olduğunu söylemişti. Her ihtimale karşı yanımda bir hemşireyle birlikte odaya girmiştim.

Her şey güzeldi. Ölmüş çocuğundan bahsetmiyordu. Beni hatırlamıştı. "Sen benim Güzümün arkadaşısın." demişti.

"Yüzüğü görünce gözleri parladı. O kadar sevindi ki hemen elimden kapıp avuçlarında sakladı." diye devam ettim. Eylül sanki onu hissetmek istermiş gibi avucunda duran yüzüğün üstüne parmaklarını kapattı.

"Ona sordum," diye devam ettim. "Bu yüzdük sizin mi, dediğimde; ' elbette benim, benim için yapıldı. O benim canım, canım! ' diyerek göğsüne bastırdı yüzüğü."

Eylül'de tıpkı onun gibi göğsüne bastırdı yüzüğü. Annesinin kucağında olmanın hasretinden miydi yoksa onunla aynı hisleri yaşamak isteğinden miydi bilmiyorum ama sanki anlattıklarımı yanıma gelmese bile o da yaşıyordu.

Bunun acısını onunla birlikte Demir'de çekiyordu. Çehresi kaskatı kesilmişti. Tıpkı yanımda duran sevdiğim adam gibi. Onun acısına katlanamıyorlardı, katlanamıyorduk.

"Kimden aldığını sorunca her şey değişti ama." dedim. Eylül'ün acıyla sarsılmış hareleri bana ulaştı tekrar.

"Ne yaptı?" diye sordu ciddi bir sesle. Kafamda Melek Hanımın çığlıkları tekrar yankılanmaya başladı.

"Kimsenin, dedi." dedim gözlerim boşluğa dikip. "Kimseden almadığını hiç kimsenin var olmadığını söyledi." Yüz ifadesi birden buz kesmişti. O melek gibi olan kadın ilk defa gözüme korkutucu gelmeye başlamıştı.

"Ben kendim yaptırdım dediğinde içindeki harfleri sordum ona." O an ki yüz ifadesini ifade edemezdim ama düştüğüm dehşetin mimiklerime yansıdığını hissedebiliyordum.

"Sanane, diye bağırdı bana." Defalarca aynı şekilde bağırmıştı. Öylesine çıldırmış gözüküyordu ki Eylül'le gittiğimiz günden çok daha kötüydü hali. " Sonra üzerime saldırdı zaten. O kendini kaybedince doktoru geldi ve onu zapt ettiler. Sakinleştirici vurduktan sonra anca yüzüğü alabildik."

"Sanane, yalnızca benim. Yalnızca benim." diye bağırmıştı defalarca. Elinden almaya çalışırken sakinleştirici vurulmasına rağmen hala direniyor ve ağlıyordu. "Ne olur," demişti. " Ne olur o benim. Benim için.Bana özel yapıldı."

Başımı Siraç'a doğru çevirdim. "Bu özel koleksiyonun sahibi şirket hala var mı? Ulaştınız mı onlara?" dediğimde başını onaylar gibi salladık.

"Adı Hüda şirketin. Hepimiz biliyoruz zaten adını." Evet, ben de biliyordum. Ülkenin dört bir yanında şubeleri olan lüks takılar deyince akla gelen ilk isimdi bu şirket.

"Başlarında baba olan Murat Lal var. Aile şirketi zaten.Nesilden nesile aktarılmış bir el zanaatkarlığı ile büyümüşler. Antepliler."

Siraç hissiz bir şekilde şirketle ilgili yapılanmalarını anlatırken bir açık bulamamış olacak ki yalnızca özet geçiyordu.

"Adamın en büyük oğlu şu an şirketin başında. Onun da adı Mustafa zaten. Onunla görüştük, koleksiyon hakkında bilgi almak istedik ama koleksiyonun kendilerine ait olduğunu söyleseler de arşivlerinde bu koleksiyona ait hiçbir bilgi bulamadıklarını belirttiler."

Eylül'ün kaşları çatılmıştı. Öne doğru eğilip dirseklerini dizlerine dayadı ve fotoğrafları masanın üstüne bırakıp yalnızca elindeki yüzüğe odaklandı.

"Yalan söylüyor olabilirler. Madem onlara ait özel bir koleksiyonun parçası nasıl arşivlerinde olmaz? İnandınız mı?"

Demir konuşmaya dahil oldu. "Sence Siraç inanır mı? Yazılı arşivlerine dün gece gizli bir baskın yapıldı. Aynı anda da bilgisayara aktarılan dosyalar incelendi ama hiçbir açık yok."

Ben de dün sakin bir gün geçirdik diyordum. O gün bile bir başka plan kurmuş, boş durmamıştı.

"Masanın üstünde şirketle ilgili belgeler, notlar, yüzükle ilgili bütün araştırmalar var. " dedi Siraç. Bunu Eylül'le ikimize bakarak söylemişti. Bakmamızı istiyordu. "Gereksiz bilgilerle uğraşmayın."

Bu kadar burukluğa rağmen içten içe sevindim çünkü önüme set koyup senden bu kadar demiyordu. Beni de bu konuya dahil ediyordu.

"Bu işte bir iş var." dedim sıkıntılı bir sesle. "Bu yüzük Melek Hanıma önemsediği biri tarafından hediye edilmiş."

Herkes aynı fikirde olmalı ki kimseden ses çıkmadı. Eylül, "O kişi seninle uğraşıyor olabilir mi?" dediğinde Siraç ona doğru döndü. Bileğindeki saatini düzeltti ve ayağa kalktı.

"Oysa bile bize bir ipucu bırakması gerekirdi. Bu ise bize açık kapısı olmayan yollar gösteriyor. Bu yol da hiçbir yere varmıyor. " Sonra surat ifadesi daha donuk bir hal aldı. "Belki de hedef şaşırtmaya çalışıyor."

Her ihtimali değerlendirdiğini görebiliyordum. Kaşları çatık, yüz ifadesi ise haddinden fazla sertti. O da düşünüyordu ama olayı bizden farklı bir şekilde değerlendirdiğini görebiliyordum. İşin içerisinde potansiyel büyük bir risk vardı ama bize ne düşündüğünü tüm dürüstlüğüyle dile getirmiyordu bence.

"Her halükarda annem bu yüzükten haberdar ve o harf de babamdan başka bir kişinin ismine ait." dedi Eylül.

Öyleydi. Bu da işin içerisine eski bir aşığı veya çok daha vahim bir durumu; bir yasak aşkın olma ihtimalini girdiriyordu.

Siraç Demir'e kısa bir bakış attı. "Bizim birazdan toplantımız var. Siz burada benim odamda kalabilirsiniz." dedi.

Eylül de bende bunun bir kaçış olduğunu biliyorduk. Fikirlerini ya da düşüncelerini bizimle paylaşmayacaktı. Bu belki Eylül'ün canını yakmamak içindi belki de böyle bir ihtimali o da henüz sindirememişti ama her halükarda Demir'de ayağa kalkınca ikisi de odadan çıkıp bizi yalnız bıraktılar.

Takım elbiseleriyle birlikte bir iş adamı olan bu iki adam, hayatın karanlık yüzünü de aydınlık yüzünü de bizlere öğretmek zorunda kalmışlardı. Eylül'de yüzüğü masaya bırakıp ayağa kalktığında şaşırdım.

"Şimdi olmaz." dedi yüzüğe bakıp. "Ben daha babamın ihanetini sindiremedim. Bu durumla," eliyle bıraktığı yüzüğü gösterdi. "Şimdi yüzleşmek istemiyorum, istemiyorum."

O da odadan çıkıp gittiğinde arkasından seslenmedim bile. Kaçmak, göz ardı etmek bazen kaldırabilmenin tek yoluydu. Bu yüzden onu anlamaktan başka elimden bir şey gelmedi.

⚜🔱⚜

Siraç'ın koltuğuna oturup yaklaşık 2 saat boyunca masanın üstüne bırakılmış belgeleri inceledim. Nergis geldi, içecek bir şeyler getirdi ama aklım yalnızca duyduklarımla bağdaştırabileceğim bir ip ucundan başka bir şey de değildi.

Dikkatimi tek çeken şey şirketin sahibi Mustafa Beyin çok önemli bir dergiye vermiş olduğu röportajda söylemiş olduğu dikkat çekici sözlerdi.

Ona, "Rekabet hakkında düşünceleriniz nelerdir? Şirketiniz çok ünlü ve dünya çapında tanınıyorsunuz. Bu da sizi rakiplerinizle başarı yarışına girdiriyordur eminim. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?" diye sorulmuştu.

O da, "Ben rekabette saygı duyulması taraftarıyım. Elbette hırs rekabetin bir getirisi ama bu hırs insanın gözünü kör etmemeli. Bizim ailenin içerisinde dedelerimizden miras kalan bir hikayecilik vardır. Malum, biz de taşlarla ve altınla çok uğraştığımızdan kırk haramiler hikayesi çok anlatılırdı ailemiz de. Dedem derdi ki; Yanlış yerde, yanlış adımların sonu uçurumdur. Elini uzattığın yeri hazine zannedersin lakin kırk haramilerin hazinesine göz diken Kasım da öyle zannetmişti ama sonu dörde bölünerek ölmek oldu.

Dedem sert bir insandı.(Gülüyor)

Bu yüzden gözü doymamazlığı, başkasının malına göz dikmeyi, hadsiz hırsı bize bu hikayeyle anlatır, gözümüzü korkutmaya çalışırdı. İşe yaramış olacak ki çok şükür kimsenin malına da ona ait olana da hiç göz dikmedik." diye cevap vermişti.

Böyle ünlü bir dergi de ne kadar yumuşatılmaya çalışılsa da bu sözler oldukça iddialıydı. Yine de bunun haricinde hiç dikkat çekici bir ayrıntı yoktu. Eğer zengin olmasalardı sıradan bir aile bile diyebilirdim. İşinde gücünde olan, cemiyet hayatına bile girmeyen geleneksel bir aileydi.

Adamın çocukları yoktu ama o kadar çok yeğeni ve kardeşi vardı ki gerçekten kalabalık bir aileydiler.

Bir ara Siraç 'ın odasında bulunan gizli küçük odada Nergis'in yönlendirmesiyle namaz kıldım. Geniş odanın sol köşesinde duvarla ayrılan bir bölmedeydi bu oda. Duvarın ardında küçük bir oda, geniş bir lavabo ve küçük bir mutfak vardı. İşim bittikten sonra Nergis geldi ve ben hala işin içerisinden çıkamamıştım.

"Bırak artık." dedi Nergis. "Toplantı bitti ve Eylül dışarıda başı boş şekilde dolanıyor. Yanında ol ki kafası dağılsın."

Kafamı kaldırıp ona baktım. "Haklısın." dedim. Okudukça belgelerin içinden bir türlü çıkamıyordum. Yüzümü buruşturdum.

"Eylül çok mu kötü durumda?" Vicdan azabı beni hazırlıksız yakaladı. Onu yalnız bırakmamam gerekiyordu ama böyle zamanlar da tek başına kalmayı arzu ediyordu.

Ona nefes alacağı alan bırakmak istemiştim. Yine de kendimi iyi hissetmedim.

"Hayır, yalnızca öfkeli. Toplantı bitti ama bu sefer bir belediye başkanının kızı geldi. Patrona mı yoksa Demir Bey'e mi sarkacak diye toplantı odasının köşesinde bekliyor. Zaten sinirliyim, olay çıkartacağım, diyor." Nergis'in sözleriyle birlikte kaşlarım çatılıp ayağa kalktığımda Nergis tatlı tatlı gülümsedi.

"Kim o kadın?" dediğimde ise kaşlarını kaldırıp indirdi."Gelsene sen bir hele." dedi sırıtarak. Tuzağa çekildiğimi bilsem de onunla birlikte aşağı kata indim çünkü sözleri öfkemi ayağa kaldırmak ister gibiydi.

Bu kat toplantı salonlarına ayrılmıştı. Nergis aşağı inerken bir yandan da, "Aşağı da beş toplantı salonu var. Bir tanesi açık diğer dördü kapalı. Cam kaplı olandalar."

Eylül'ü tam olarak cam duvarları olan toplantı salonunun önünde bulduk. Toplantı salonunun önünde volta atıyordu resmen. Cam duvardan toplantı masasının diğer köşesindeki Demir'i görebiliyordum. Öbür tarafta ise Siraç ve karşısında bir kadın vardı.

Eylül Nergis'i görünce, "Bu niye geldi şimdi, bu?" dedi. Eliyle göstermemek için kendini zor tutuyor gibi gözüküyordu. Yüzünde tiksinmeyle karışık bir nefret ifadesi vardı. "Zaten sinirliyim ben bunun saçını başını yolarım." dedi.

Sonra beni gördü ve yüz ifadesi değişti. "Ya da duurrr!" dedi birden sanki yeni bir yöntem keşfetmiş gibi. "Ben niye uğraşıyorum ki. Benimkinin yanında değil nasıl olsa. Gözü Siraç 'ta." Öfkesi sanki hiç var olmamış gibi yüz ifadesi birden aydınlandı.

Nergis ona karşılığını verdi. "Ben niye Elif'i getirdim sanıyorsun. "dediğinde amaçları beni oltaya getirmekti. İkisi bakıştı ve hin bir şekilde sırıttılar.

Ve ben o oltaya geldim. O böyle söylediğinde kaşlarım çatıldı ve yanında durup tekrar kadına bakma ihtiyacı duydum.

Bazı anlar da kadınsal bir iç güdüyle bir kişinin potansiyel tehlike taşıdığını bilirdik. O anlardan birindeydim. Siraç 'ın karşısındaki kadın uzun siyah saçları beline kadar uzanan, çekik yeşil gözlü, uzun boylu, çok güzel bir kadındı. Simsiyah kumaş pantolonla tamamlanan bir takım giymişti. Ceketinin kesimi uzun bacaklarını ve güzel fiziğini vurgular nitelikteydi.

Güzelliği takdir ederdim. Siraç 'ın etrafında da böylesine çekici kadınların olduğunun farkındaydım. Düğünümüze gelmişler, tebrik ederken yanımdaki sevdiğim adama imrenerek bakışlar atmışlardı. O an Siraç' ın gözünün benden başka kimseyi görmediğini bilerek rahattım. Şu an da bundan farklı davranmam lazımdı ama iki sol meleğimmiş gibi yanımda dikilen Nergis ve Eylül aklımı çeliyorlardı.

Zaten gergindim, üstüne Eylül'ün öfkeli tavrı ve kışkırtan imaları o gerginliğimin üstüne küçük iğneler batırıyordu sanki.

Kadın gülerken Nergis konuştu tekrar. "Bak, bak! Nasıl da şuh kahkahalar atıyor haspam. Düğününüze de geldi bu sizin, kesin hırsından yapıyor. Senin de burada olduğunu duydu ya, gör de kıskan istiyor."

Nergis'e dönüp bakmadan yalnızca camın ardında konuşan Siraç 'la o kadına bakıyordum. Başını hafifçe geriye atarak attığı kahkaha ile dişlerimi birbirine bastırdım. Göğüs kafesimde yükselen hissin yabancısıydım.

"Ne için anlaşma yapıyorlar demiştin?" dedim kaşlarımı çatarak.

Eylül yüzünü ekşitti. "Kayseri milletvekilinin kızı. Milletvekilimiz kendi şirketinin güvenlik yazılımlarını Siraç 'ın şirketi tarafından yapılmasını istiyor. Bundan önce belediye başkanıydı. O zaman da belediye ve polis teşkilatı siber güvenliği için danışmanlık almıştı Suat Bey." Alaycı bir şekilde gülümsedi. "Bu da kuyruğu."

Eylül çekinmeden eliyle kadını gösterdiğinde elini tutup aşağı indirdim.

"Sakinleşin." dedim içimdeki huzursuzluğa engel olamasam da. "Siraç 'ı görmüyor musunuz ne kadar ciddiyetle konuşuyor. Niye durduk yere sorun çıkartayım?"

Nergis önüme geçti. "Sen yeter ki iste ben kırk tane sebep bulurum ama gel şu kızı dövelim." Yalvarır gibi baktı. "Bak, çalıştığım ilk seneden beri ben bu kadını görüyorum. O geldiğinde iki gün boyunca şu çan kuşu gibi gıdaklaması kulaklarımdan gitmiyor. Kadın durduğu yerden kulağımı si..." durdu birden. Bana baktı ve sırıttı. "Silkiyor." diye sözünü tamamladı çünkü onu da küfretmemesi için uyarmıştım.

Nergis'in bu sözleri üzerine kadın tekrar kahkaha attı. Üstelik yarım da olsa Siraç 'ın yüzünü görebiliyordum ve gülünecek bir şey olmadığını biliyordum çünkü benimki gülmüyordu.

İlk o an da öfkenin göğüs kafesimde bir ateş gibi yanmaya başladığını hissettim. Kıskançlığın hissi hazırlıksız yakaladı beni.

"Hadi be Vuslat'ın Elif'i!" dedi omzuma elini koyarak. "Ben Esin'e yaptıklarını gördüm. Kadını ayakta idam ettin sözlerinle." Nergis'in sözleri üzerine Eylül büyümüş gözlerle araya girdi.

"Oha!" dedi ellerini göğsüne kavuşturarak. "Bundan nasıl benim haberim olmaz?" Alınganlığı kaldıracak ruh halinde değildim.

Omuz silktim yalnızca. "Boş ver." dedim sıkkın bir şekilde. Gözlerimi arkada duran ikiliden ayıramıyordum. Kadın habire sırıtarak konuşuyor, beden diliyle sürekli Siraç 'ı kendine çekmeye çalışıyordu. Bu dili biliyordum çünkü bende yeni yeni öğrenmeye başlıyordum. Saçlarını bir eliyle geriye atıp çok sıcakmış gibi elini açıkta kalan gerdanına bastırdığında öfke bürüdü gözlerimi.

"Yalnızca can sıkacaktı, ben sıktım canını. Kalmadı karşı çıkacak yüreği. " dedim dişlerimin arasından. Etki altına almaya çalışan dişiler gibi sürekli hareket halindeydi.

"Neydi bu peygamber devesinin adı?"

İkisi de kıkırdadığında ters ters baktım onlara. "Ne?" dedim. Birden tepeme atmıştı sinirim. Patlamak üzereydim. Tüm bu duygusal yoğunluğun üstüne karşılık kendimi sabırlı veya özverili hissetmiyordum.

"Kocamı yiyecekmiş gibi bakıyor. Ne deseydim?" dediğimde Eylül sırıttı.

"Ha aklına da erkeğini yiyen dişi peygamber devesi geldi yani." Göz devirip önüme döndüm ve kollarımı takım ceketinin üstünde göğsümde kavuşturdum. "Şebnem." diye sorumu cevapladı Nergis. "Sülük Şebnem." derken sesi keyifliydi.

Kavga çıkmasını isteyen liseli ergenler gibi hevesliydiler.

Tam o sırada sülük Şebnem bir adım yaklaştı Siraç'a. Kaşlarım havalandı. Aradaki mesafeyi bile bile daralttı. Siraç fark eder, dedim içimden. Uzaklaşır, rahatsız olur.

Dediğim gibi de oldu. Siraç fark ettirmeden bir adım geri çekildi. Kaşları çatılmış bir şekilde ciddiyetle karşısındaki kadını dinliyordu.

"Bu kadınla konuşacak tek yetkili benim kocam mı yani?" dedim kendimi tutamayarak. Sesim titriyordu ve hayatımda ilk defa bunun öfkeden olduğunu fark ettim. Eylül sorumu cevapladı. "Babası yetkili kişi olarak yollamış. El mecbur anlaşmanın genel şartları hakkında konuşacaklar."

Siraç'ın tepkisini analiz etti sonra. " Bak senin kocana normalde hayatta camekan toplantı salonunu kullanmaz. Bu kadının ne halt olduğunu bildiği için burayı tercih etti kesin."

Eylül'ün sözleri ve Siraç 'ın bu davranışı ile içimdeki kıskançlık ateşi biraz dinerken kadın ikinci atağını yaptı.

Gözleri kısıldı ve inatla ikinci adımını attı. Sonra uzandı Siraç 'a doğru yavaşça, benim için o an resmen ağır çekimde gerçekleşti. Üstünde bir iplik parçası varmış gibi tam göğsüne dokunacakken Siraç tekrar geri çekildi.

Kadının eli havada kaldı sonra sahte bir şekilde gülümsedi. Elini geri yumruk yaparak geri çekerken konuştu. Muhtemelen bahanesini sunuyordu ortaya. Bende ise o an tüm ipler koptu. "Yedim seni peygamber devesi!" dedim öfkeli bir sesle.

Nergis arkamdan gülerken, "Yürü be Vuslat'ın Elif'i. Sülükte çok sağılınca öldürülürmüş." dediğinde dişlerimin arasından tısladım.

" Ben yakacağım."

Otomatik kapının önünde durduğumda benim için açıldı ve ayağımdaki küçük topuklular fayans zeminde küçük sesler bırakarak benden önce ulaştırdı haberimi. Başlar döndü bana doğru. Siraç 'ın çatılan kaşları düzelirken yüz ifademle birlikte başı hafifçe eğildi ve öfkemi anlamlandırmaya çalıştı ama ona bakmadım.

Gözlerim yanındaki kadına döndüğünde sahte bir şekilde gülümsedim. "Hayatım," dedim öfkeme rağmen sakin çıkan bir sesle. "Dediğini yapıp gereksiz bilgilerle uğraşmadım. Sevmem, bilirsin." Kadının bakışları kısıldı. Yüzüne karşı nefretimi kusarken bu nefretim yalnız sözlerimdeydi. "Gereksizi, haddi olmayan yerde duranı. Adımını yanlış yere atan..." başımı eğip eğip sevimli bir şekilde gülümsedim. "Bilgiyi."

O anladı beni. Yüzündeki gülümseme solarken devam ettim. "Notları da çıkardım. Konuşmuştuk bunu. Bilirsin zaten ben tedbirsiz hareket etmem. Orada köşeye bir not düşülmüş bir röportaja dair, dikkatimi çekti."

Siraç 'a bakmadan elini tuttuğumda beni kendine çekti ve elini belime attı. Ona baktığımda yüz ifadesindeki karmaşanın yerine, gizli bir keyife bürünen lacivertler almıştı. Resmen zevk aldı bu halimden ama ben öfkeden kuduruyordum, bu hali bile öfkemi tetikledi.

Karşımdaki kadına başımı hızla çevirdim. Taş gibi surat ifadesine bakarak, "Yanlış yerde, yanlış adımların sonu uçurumdur, yazıyordu. Elini uzattığın yeri hazine zannedersin lakin kırk haramilerin hazinesine göz diken Kasım da öyle zannetmişti."

Tatlı bir şekilde gülümserken sözlerim zehir gibiydi. Siraç' ın ceketinin arkasını tutarken elimi yumruk yaptım. Öfkem içimde fokurduyordu. "Ama sonu dörde bölünerek ölmek oldu."

Karşımdaki kadının önce kaşları çatıldı sonra sözlerimle birlikte geri adım attı. Kendi öfkemi tanıyamıyordum. "İnsan kendine ait olmayana gözünü dikmemeli değil mi sevdiğim?" Siraç'a dönüp kısa bir şekilde gülümsedim ama gözüm sevdiğim adamı bile görmüyordu. Sonra karşımdaki kadına döndüm tekrar.

Yüz ifadesi solmuş, buz gibi bir sessizliğe gömülmüştü. "Sizce de öyle değil mi?" dedim. "Sonra uzattığın elin olur ama kolundan kaparlar, yakarlar maazallah."

Sonra elimi ona doğru uzattım. "Elif Vuslat." Siraç peygamber devesi konuşmadan ismimi düzeltti.

"Işık Elif Vuslat." Ona baktığımda hayatımda ilk defa onu bu kadar keyifli gördüğümü idrak edip bir an duraksadı. Resmen onu kıskanmamdan zevk almıştı, üstelik bunu yansıtmaktan da gocunmuyordu.

Öfkeli olduğum için işi inada bindirdim. "Işık Elif Sezenler Vuslat o zaman."

Gülümsedi, öyle gülümsedi ki bir anlık öfkemi de unuttum sebebini de. İlgilenilmek kadar sahiplenilmek de hoşuna gidiyordu çünkü. Sonra gülüşünün sebebi hatırıma geldi, gülüşüne de sinirlendim.

"Öyle olsun Işık Elif Sezenler Vuslat." dedi Siraç, lacivertleri güzel tebessümüyle parlarken.

Şebnem Hanıma döndüğümde beni değil, Siraç'ı hatta gülüşünü izliyordu ve bu delirmemin sebebiydi. Nitekim, "Sizi ilk defa gülerken gördüm." dediğinde cinlerim tepemde sek sek oynamaya başladı sanki. Sonra bakışlarımı fark etti ve zoraki gülümsedi.

"Sizin etkiniz olmalı." dedi ve uzattığım elimi parmak uçlarıyla sıktı. "Şebnem Haznedar."

Sanki elde etmek için adım attığı hazinenin sahibi çıkmıştı.

Haksız göz dikişine yaptığım atıfta bundandı. Yüzünün ciddi mana da düşüşü de Siraç' ın ona karşı tepki vermeyişindendi. Yine de daha fazlasını gururuna yediremiyor olacak ki, "O zaman ben müsaadenizi isteyeyim. Karınız geldiğine göre sizin de işleriniz bitiyor olmalı." dedi.

Yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tuttum. Yüzüm sahte gülümseyişimden dolayı acıyordu resmen.

Siraç başını salladı yalnızca. "Sizin gelişiniz ani oldu ama dediğim gibi babanızla ayrıntıları konuşuruz." Ciddi ses tonu sınırı aşmamasını uyarır nitelikte soğuktu ama saygısızlıkta etmiyordu.

Buna karşılık yüzünde bana ait olan tebessümün izleri mevcuttu ve ben deliriyordum çünkü kadının bakışlarındaki hayranlık masum değildi. Yanındaydım, karısı vardı.

Bir insan yanında eşi olan birine böyle bakmamalıydı. "Öyle," dedi bu hayranlığı ses tonuna bile yansırken. " Bir dahaki sefere anlaşma için burada olacağız." Sonra iki eliyle siyah ceketinin önünü düzeltti. Yaptığı hareket sıradan gibi gözükse de göğsünün şeklini belli eden kesimli ceketine sanki vurgu yapmak ister gibiydi.

Sakin ol, Elif. Saldırırsan haksız çıkarsın. Siraç'ı o kadar uyardın, kendini tut Elif.

Ama göğüslerini öne sürüyor?

Zihnimin zehirli fısıltısına karşılık sakin olmak çok zordu.

İnekler de aynısını yapıyor. Siraç inek sevmez.

Zihnimin mantıksız savunmasına karşılık kadına şimdiden üç lakap takmıştım resmen; Sülük, Peygamber devesi, İnek.

Siraç'ın beline tırnaklarımı batırdım öfkeden. Siraç bakmadı ama ben bakıyordum ve deliriyordum. "Bekliyorum. Babanıza selamlarımı iletin. " dedi Siraç. Kadın son hamlesinin bir etkisi olmayınca göz göze geldik.

Ona öyle bir baktım ki ikimiz de bu hareketin masum olmadığını biliyorduk ve o bakışlarımdan bu memnuniyetsizliği anladı. Geri adım attı. Bana soğuk bir baş selamı verip Siraç'a, "İyi günler." dedikten sonra Siraç'ta karşılığını resmi bir şekilde verince ayrıldı ama bana nazikçe karşılık vermesi bile batmıştı.

O koridordan çıktığı anda Siraç'ın belimden elini çektim ve onu ittim. Yüzündeki keyifli ifadeye karşılık onu taklit ederek. "Oyo gönlör Şöbnöm Hönöm." dedim.

Bu halime karşılık sırtında olan elimi çekip  ondan bir adım uzaklaştım. "Kadın senin içine düşecek gibi davranıyor? Sen hayırdır, ne bu nezaket?" dediğinde kaşları havalandı.

"Karımın yanında nazik oluyordum. Ayrıca ben bilmiyorum," dedi ve ben ondan uzaklaşmama rağmen bana bir adım attı. Gülümsüyordu. "Geldiğinden beri gözüm senden başkasını görmüyor."

"Çok görmüyor." dedim ona karşılık olarak. Çileden çıkmıştım. "Sen zeki bir adamsın Siraç efendi! Karşındaki kadının ilgisine karşı kör mü senin gözlerin? Karşında kırk takla attı resmen." Cam kapıya doğru ilerlediğimde Demir'in kıkırtısını işittim.

Ona doğru döndüm. "Sen de sus. Şıracının şahidi bozacı." Onu da paylamamın şaşkınlığıyla Demir'de susarken kapıdan çıktım ama Siraç peşimden geldi.

"Fark etmedim, fark etsem zaten sıkıntı değil mi Elif'im?" dediğinde hırsla ona doğru döndüm.

"Fark edip geri adım atman sıkıntı değil! Herkese karşı buzdan duvarların varken bugün nazik olasın mı geldi yani nedir?!" Elimi ona doğru salladığımda arkamda Eylül ve Nergis'in olduğunun farkındaydım.

"Yani nedir?" dedi Eylül beni taklit ederek. "Açıklasana kocası?" dediğinde ona dönüp ters ters baktım çünkü gülüyordu. Ben ise gülünecek bir şey göremiyordum.

"Sen de sus, bozacının şahidi şıracı." Eylül öfkeme karşılık elini ağzına götürüp fermuar kapatır gibi yaptı.

Siraç'a döndüğümde onun hala gülümsüyor oluşuydu beni çileden çıkartan. "Çifte standart bu senin yaptığın." dedim çileden çıkıp. "Hani gülmeme laf ediyordun ya sen kadının gülümsemeni görmesine de sana karşı hayran hayran bakmasına da izin verdin. Bende bundan sonra umursarsam seni, adım Elif değil!"

Geriye doğru adım attım. "Herkese güleceğim ya ben!" dedim umursamıyormuş gibi. "Herkese karşı nazik olacağım ben, niye umursayayım ki?"

Siraç'ın kaşları çatılırken arkasından çıkan Demir konuştu. Koridordan geçen çalışanlar bizi izlediğini biliyordum ama gözüm kör olmuştu sanki öfkeden kendimi kontrol edemiyordum.

"Yenge bir sakinleş! Kadının babası gerçekten sevdiğimiz, saydığımız bir adam. Ayrıca eski Belediye Başkanı. Siraç'ın da benim de elimizden geldiğince nazik davranmamız bunun yüzünden. Birde mantıklı düşün; durduk yere saygısızlık yapması da uygun kaçar mıydı? Bu sefer sen kadınlara nasıl davranıyorsun derdin?"

Demir'e dönüp sahte bir şekilde gülümsedim. "İsterse Beyaz Saray Başkan'ı olsun yengecim. Siz de bu ülkenin Polisidir, herkes Polisimize ayrı bir değer verir demeden karşıdaki adama saldırmıştınız, hatırladınız mı?" dediğimde onun da yüz ifadesi bozuldu.

Siraç daha yeni başkalarına var olan nezakatine inat buz gibi bir sesle. "Aynı şey değil." dedi.

"Aynı şey!" Bende onunla aynı öfkeyle ona baktım. "Sözö ölk döfö gölörkön gördöm." Nergis taklidime kıkırdarken bir tek Siraç gülmüyordu çünkü anladı, neden öfkelendiğimi anladı.

"Gel sakinleş Günışığı. Yapmayacağım bir daha. Daha dikkatli olacağım" dediğinde yüzümü ekşittim.

"Kolaydı sakinleş demek." Başımı sen görürsün der gibi salladım. "Misillemeyse misilleme! Ne çektim ben senin kıskançlığından be! Şimdi karşımda sakinleş diyorsun. Yolsaydım ben o kadının sana doğru sallayıp durduğu saçlarını hoşuna gider miydi? Ya da dur!" dedim ellerimi iki yana doğru kaldırırken.

"Sana gevşek gevşek gülen çenesini mi kırsaydım, ne yapsaydım?" Ellerimi bir şey yapmamak için göğsümde birleştirdim. "Sana birini hatırlattı mı?"

Üst üste ona darbeleri vururken haksız olduğunu bilerek sustu ama içim soğumuyordu. "Sen bundan sonra dikkatli olan Elif'i mumla ararsın, mum!" dedim.

Tehdidimle birlikte surat ifadesi kaskatı kesilirken bana doğru bir adım attı. "Sakın, Elif!" dedi ama bir uyar mıydı yoksa tehdidime karşılık mıydı anlayamadan tepsiyle çarpıştım ve üstüme kahve bardakları döküldü.

Sıcak bir sıvının korkusuyla yerimden sıçrarken üstüme dökülen hafif ılık ısıyla birlikte durdum ama Siraç tarafından kolumdan tutulup geri çekildim. Yere düşen bardakların sesiyle birlikte büyük bir gürültüye sebep olmuştum.

Siraç'ın yüzündeki korku ifadesiyle, "İyi misin?" dedi ve elini üstüme götüreceği zaman Nermin Hanım'ın sözleriyle duraksadı. "Soğuktu kahveler. Yanmadı ama çok özür dilerim."

Onun mahcup sesiyle birlikte öfkeme rağmen nazik bir şekilde gülümsedim. Üstüm fena batmıştı, tüm ceketim içimdeki beyaz badi, her şey kahverengiye boyanmıştı ama Nermin Hanım gerçekten utanmış gözüküyordu. Bu yüzden canımı sıkıldığımı belli etmedim.

Ona yatıştırıcı bir şekilde gülümseyip, "Sorun değil, Nermin Hanım. Benim suçumdu. Aniden hareket ettim." dedim. Sonra Siraç'a ters ters baktım. Hepsi onun yüzündendi.

Yine de Nermin Hanım hala kendini açıklama derdindeydi. "Bu Şebnem Hanım Iced Americano istemişti benden. Onu yapıyordum. Hanımefendi burayı Starbucks zannediyor." Sonra birden duraksadı. Önce patronunun yanında fütursuzca konuşmasından utandı. Sonra yüz ifademden mi yoksa hepimizin toplanmış olmasından mı bilmiyorum hepimize tuhaf tuhaf baktı.

"Ne oluyor burada?" Nergis'e baktı. Siraç 'tan uzaklaşıp daha kısık bir sesle, "Nereye gitti sülük Şebnem? "dediğinde Nergis başını arkaya doğru atıp kahkaha attı. Ona bakan herkes de gülmeye başladı ama bende tekrar şarteller attı çünkü biliyorlardı.

Hepsi kadının benim kocama yürüdüğünü biliyordu. Bir tek benim kocam bilmiyordu.

Ona bakıp tüm öfkemle, "Geri zekalı!" dedim bu yüzden ve kırılan bardakları ve yere dökülen sıvıyı umursamadan bir hışımla oradan ayrıldım. Ona geri zekalı dedikten sonra yüzündeki ifade şoka uğramış gibiydi çünkü ilk defa ona hakaret ediyordum ama konu kendisi olunca tam bir aptaldı ve bu da başlı başına bir örnekti .

"Benim odama git, bende geliyorum şimdi!" diye bağırdı ama onu umursamadım. Zaten oraya gidecektim çünkü dökülen kahve boynuma bile sızmıştı ve başörtüme kadar ıslanmıştım.

"Sanane!" diye homurdanmaktan geri kalmadım ama. "Sen başkalarına nezaketini göstermekle meşgul ol."

Yukarı kata çıktım tekrar ve merak dolu bakışları görmezden gelip beyaz zeminli koridoru iz bıraka bıraka geçtim.

"Hayır anlamıyorum." diye kendi kendime söyleniyordum. "Bir insan kendisine nasıl bu kadar kör olur? Ben anladım, sınır çektim Murat Komisere. Bunun bir açıklaması bile yok!" Kapıyı açıp ayağımın ucuyla tekmeleyerek kapattım.

Koskoca şirkette ilk günümde çocukça hareketler de bulunduğumun farkındaydım ama kendime engel olamıyordum. Kadının hayran hayran sevdiğim adama bakışları gözümün önünden gitmiyordu.

Sanki...sanki biri midemin içine asit atmış, kalbimi pres makinasında sıkıştırmıştı. Çok iç bulandırıcı bir histi ve ben kıskançlık diye adlandırılan bu hissi hiç sevmemiştim.

Siraç'ın odasındaki özel banyoya girdiğimde her şey mevcuttu. Arkada mini bir mutfak dahi vardı ama en özenli olan banyosuydu. Geniş bir jakuzi bile vardı ve ilk gördüğümde kendi kocamla jakuziyi hayatta bağdaştıramadım.

Keyif yapmayı seven bir adam değildi bir kere.

Gereksiz yer de nazik olası gelen biriydi. Aynanın karşısında ki kahverengiye bulanmış halimi görünce iç sesimle birlikte birleşen öfkem ayyuka çıktı. "Geri zekalı!" diye homurdandım bir kez daha.

Her şeyden önce baş örtümü çıkarmaya başladım. "Aptalsın sen!" diye kendi kendime konuşmaya devam ediyordum. "Kadın seni fırsatını bulsa kendi stoğuna kaldıracak. Ne ilgisi diyor bir de!"

Diğer iğneleri de çıkartıp başörtümü ve bonemi başımdan çıkarttım. Sonra ceketimi çıkartırken aklıma benimkinin gülüşü geldi ve tekrar dellendim.

"Hayır ben anlamıyorum ki! Sen değil misin niye gülüyorsun diye kavga çıkartan? Bir güldü, bir güldü beyimiz. Sanırsın dünyanın yedi harikası! E tabi düşer kadın. Kim düşmez?" Kendi kendimi kışkırttığımın farkındaydım ama bu hisse engel olamıyordum.

"Güya üstün zekalı! Duygusal IQ'su düşük bu adamın!" Üstümü elime aldığım havluyla silmeye çalıştım ilk. Bu sırada da kendimi teselli ediyordum. " Allah'tan benimki iyi de çocuğumuz duygusuz falan olmayacak." Üstümdeki badiyi de ıslak olduğu için zorlukla çıkartınca geriye sütyenimle kalmıştım.

Onun da ıslandığını görünce ağlamaklı bir sesle, "Ya sen de mi ıslandın? Ne kaldı geriye? İçime işleseydin bir de?" dedim.

"O senin işin Günışığı." Sesini duyunca yerimden sıçradım. Girişteki duvara omzunu yaslamış kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Ceketini çıkartmıştı. Beyaz gömleğinin kollarını dirseklerine katlamış gömleğin ilk üç düğmesini açmıştı. "İçine işlemek." Başıyla beni gösterdi. "Senin işin. "

Bakışları bir garipti. Deliceydi. Bende delirdiğim için çokta takmadım.

"Anladım." diye buz gibi bir sesle cevap verdim, "ama bu iltifatlar sökmüyor bay nezaketten ölürüm, gamzeli güle güle öldürürüm " dediğimde dudaklarını birbirine bastırsa da da iki ucu yukarı kıvrıldı ve iki küçük şeytan belirdi dudaklarının kenarında.

Gözlerimi kısarak onlara baktım. "Sizler de hainsiniz. Hani benimdiniz?" dedim içimden.

Tabiki duymadılar. Daha zihnimi okuyamıyordu çünkü. Yani inşallah okuyamıyordu. Tabi rüyalarım haricinde. O kısma hiç girmek istemiyordum zaten.

Başıyla göğsümü gösterdi, ona vermiş olduğum karşılığı umursamadan. "Onu da çıkartacak mısın benim kıskanç karım? Yardım ister misin?" Bakışları üstümde dolanırken karardı. Karardıkça iblisleri uyandı.

Benim de bugün pek bir şeytan kovalayasım vardı.

"İstemez!" dedim. "Çıkıp gidersen kâfi." Memnuniyetsiz bir ifadeyle önüme döndüm ve ıslattığım havluyla gövdemde hafif kahverengi iz bırakan kahveden arınmaya çalıştım.

Bana doğru bir adım attığını hissettiğimde hışımla ona doğru döndüm. "Sakın!" dedim gözlerim öfkeyle büyürken. "Gelmiyorsun yanıma, aşırı sinirliyim."

Bir an duraksadı. Başını eğdi hafif. Saçlarını karıştırmış olmalıydı çünkü iki tutam perçem sağ ve sol tarafı olmak üzere alnına dökülmüştü. "Beni paralasan?" dedi başını yana doğru eğip.

"İçim soğumaz." diye karşılık verdim. "Mümkünse bir süre gözüme gözükme yoksa aşağı iner rezillik çıkarırım Siraç. Yemin ediyorum Allah yarattı demem o kadını bulup saldırırım. Bu bir de ilk de değilmiş!" Elimdeki havluyu elimde alıp sıktım.

"Ya kadın senin gözünün önünde kur yaptı, kur!" dedim. "Kör mü senin gözlerin? Mesafe de koyduğunu gördüm. Görmemiş gibi yapma bari!" dedim.

"Körüm!" dedi o da benim gibi aynı sert bir ifadeyle. "Benim senden başka herkese gözüm kör!" Tane tane söylediği her kelime beni sakinleştirmek yerine daha da çileden çıkartıyordu.

Elimdeki havluyla göğsüne vurduğumda sarsıldı bu yüzden. "Geri zekalı!" dedim bu yüzden bir kez daha. "Olmasın da uzak dur bir daha! Gülme de!"

Bunu söyleyip tekrar vurduğumda başını geriye atıp bu halime kahkaha attı ama bu beni çileden çıkarttı. "Gülme dedim sana!" dedim tekrar tekrar havluyu göğsüne vururken.

Sonra birden duraksadım. O kadar çileden çıkmıştım ki dilim zehir saçtı. "Ya da gül ya!" dedim ona vurmayı bırakıp. "Nasıl olsa sıra bana da gelecek. Neydi?" Bir an düşünür gibi yaptım.

"Tutamadığın yeminin kefaretini ödersin miydi?" Sahte gülümseyişimle birlikte onun da kahkahası duraksadı. "Ödersin Siraç Vuslat." dedim sahte gülüşüm de yerini öfkeli bir ifadeye bırakırken. "

"Baharına mı değmişti gözleri? Ne yazık! Hep baş etmek zorunda kalacaksın." Son darbeyi vurdum.

" İnsan bahardan nasıl uzak kalsın?" dedim alaycı bir sesle.

Kıskançlıktan kendimi kaybettiğim o an da öfkesinin tehlikesinin farkında bile değildim. Göz göze geldiğimizde yüzleştim. Çehresi gülüşünün etkisini kaybetmiş, çenesi öfkeyle kilitlenmişti. Yanağındaki bir kas kasılıp gevşiyordu.

"Bitti mi?" dedi buz gibi bir öfkeyle.

"Bitti." dedim onun kadar büyük bir hiddetle.

"İyi."

Bu sözlerinden sonra bir eli boğazımı diğeri yüzümü kavrayıp dudaklarımı dudaklarına bastırdı. Bu öyle bir tutuştu ki boynum, nabzım, yaşamım elinin altındaydı ve tutuşuyla kaçamadım.

Öfkesinin hiddetini, şiddetini ama en çok bana olan şehvetini dudaklarımda yaşadı. Ona karşılık vermedim. Ellerimi gövdesine bastırdım ve itmeye çalıştım ama izin vermedi. Beni kendine doğru çekip parmak uçlarımın üstüne yükselmeme sebep oldu.

Alt dudağıma dişlerini bastırdı dudaklarını kapalı dudaklarımın ardında hırsla dolaştırdı. Yumuşamadım ama bunun için büyük bir direnç gerekiyordu. Elimden geleni yapıyordum çünkü kahrolmayasıca tüm zaaflarımı biliyordu.

Dilini dudağımın kenarına değdirdiğinde boynum avucu altında titredi. Bir tepki alabilmenin tatminiyle geri çekildi ama bana baktığında bundan tatmin olmadığını da biliyordum.

"Şimdi beni iyi dinle!" dedi dişlerinin arasından. "Bunu bir kez benim olan karıma," bana olan sahipliğini vurguladı. " Güzel karıma anlatacağım."

Parmaklarını tenime bastırdı ama asla zarar vermedi. Baş parmağını nabzım üstünde dolaştırdı. "Beni bir daha sakın seninle tehdit etme!" derken sanki can damarından vurmuşum gibiydi bakışları.

Göz bebekleri üstümde dolaşırken bu darbeyle titriyorlardı.

"Sakın bir daha beni sana olan zafiyetimden vurma!" Sözleri, öfkesi öyle bir tehlikeliydi ki sakin ses tonunun altındaki katili ilk defa bu kadar net hissettim ben. Bakışlarında şimşekler çaktı.

"Yoksa ben kendimi kaybederim, zarar verdiğim kim olursa arkasından yas tutan sen olursun. Benim konu sen olunca sınırım yok!" Çenemi tutan eliyle hafif yüzümü sarstı beni. "Anladın mı beni?" dediğinde bende ona aynı karşılık verdim.

"Anladım." dedim dişlerimin arasından. "ama sende beni anlayacaksın." diye devam ettim ama sözümü kesti.

"Anladım! Bir daha insanların bana karşı ilgisini ayırt etmeye çalışırım. O kadar bile dikkatimi vermemi istiyorsan karar senin."

Duraksadım. Bu açıdan bakmam için burnumun dibinde olması gerektiği gerçeğiyle yüz yüzeydim. Beni sıkıştırdığını fark ederek acımasız bir şekilde gülümsedi.

"Şimdi!" dedi gözleri dudağıma sonra gözlerime kaydı. "Sen kıskanınca da benim tahrik olduğum kısma geçelim mi Elif Hanım?"

Boynumdan tutup beni kendine biraz daha çekti. Soluğu dudaklarıma vurdu, bir fırtına öncesi meltem gibiydi. " Senin benimle ilgili tahrik olmadığın bir şey var mı?" dedim aramızda bir solukluk mesafe kalırken.

Onu kışkırtmak için yapıyordum, tutamıyordum kendimi ama o buna inat gülümsedi. Öfkesi dinmişti ama benim dinmemişti. "Sanırım yok." dedi sonra kendine çekti.

Dudaklarını benimkilere bastırdı ama hareket ettirmedi. "Şimdi bana karşılık versen, sebepsiz öfkeni de üstümde bu şekilde kullansan. Bu var ya!" dedi. Sanki vaadiyle bile kendinden geçti. Bu yüzden kendini tutamadı dudaklarını dudaklarıma bastırdı. "İşte bu bende kelepçe etkisi!"

Aramızda mesafe de irade de kalmasa da ona karşılık verebilmek tek derdimdi. "Kırbaçta ister misin?" dediğinde dudaklarımın üstünde dudakları kıvrıldı.

Sonra boynumdaki eli enseme kayıp beni kendine çekip dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Bu sefer işin içerisinde öfke yoktu. Öfkemi kandırmaya çalışan bir kurnazlık vardı. Dudaklarımın üstünde tüy gibi dolaşan dudakları, tenimin üstünde kendi izini bırakan dili vardı. Tüm bedenini beni içine katmak ister gibi bana doğru bastırdı.

O bedende bana olan arzusunu, bana olan açlığını hissettim.

Elleri ona hizmet etti. Belimi kavrayıp çıplak tenimi kendi dokunuşuna açık hale getirdi. Savaşı hep aynı yerde sürdürmedi, hayır. Dudakları dudaklarımdan çekilip çeneme doğru kaydı ve dudaklarını boynuma doğru bastırdı.

Tenimin üstüne yalnızca dudakları değil baştan çıkartıcı kelimeleri de savaş açtı. "Bazen yalnızca şu kokunu alınca kanım sana duyduğu arzudan tutuşuyor. Aklımı kaybediyorum, aklımı!" Tenimden ayrılmadan söylenen sözleri de dokunuşları kadar beni etkiliyordu. Dudaklarını boynumda dolaştırdı ve dili şah damarımın üstünü süpürdü.

Kolları arasında hafiflediğimi hissettim. Ona karşı hissettiğim arzu onun dediği gibi hiç sönmeyen bir ateşmişçesine uyanıyordu.

Dudakları daha da aşağıya kaydı. Gerdanıma ulaştığında göğüs kafesimin hızla inip kalkışı ile başı da hareket ediyordu. Başımı daha fazla indirmeye bana ne yaptığını görmeye korkuyordum.

"Ben öfkelenince cidden sana bir şey oluyor." dedim dudaklarını göğsüme bastırdığında. Yerimden sıçradım tenimde bıraktığı izin yangınıyla. Başını kaldırıp bana baktı.

Dudakları kızarmış ve ıslanmıştı.

Yaramaz bir şekilde gür kirpiklerinin ardından bakınca öfkemle birlikte bu halini görmek beynimde kısa devre yaptırdı. "Sen öfkelenince ateş oluyorsun direkt. Bende yanmaya hazır pervane." Dişlerini göstererek hafif güldü. Gamzeleri yaptığı hainliğin yardakçısıydı. "Ne gariptir ki ikimizin de sevdiği bu ateşte amacı yalnızca içine gömülmek."

Gülüşü öyle kalp krizi geçirtir cinstendik ki, "Halt yemişsiniz." diyerek aklıma gelen ilk şeyi söyledim.

Sırıtışı genişledi. Sonra gözleri dudaklarının değdiğini yere değdi ve duyduğu arzuyla yanmaya başladı. "Yemişiz." dedi açmış gibi. "Yeriz." dedi bahsettiği açlığın farklı olduğunu ima ederek.

Eli sırtıma kaydı ve eli sütyenimin kopçalarını buldu. "Yiyeceğiz." dedi. Tenime fısıldadığı bir vaatti. "Şundan bir kurtulalım. Hepsi bizim." dedi.

"Seni bir güzel yiyeceğim." Üst bedenimdeki tek kıyafeti çıkardı ve dudaklarının aradığı tene kavuştu. Tenimde dolanırken gövdeme doladığı kolları arasında kıvrandım. İsteğin ve bu işkenceye daha fazla dayanamamanın gel gitleri arasında savruldum resmen.

"Bunlar benim!" diye mırıldanıyordu dudaklarını tenimden ayırmadan. "Yakut taneleri. Ben kazandım." Dişlerinin arasında tutuyordu ve ben körük tutmuş göğüs kafesimin ortasında onun savaşında kül oluyordum.

Zaafım olan bal köpüğü rengindeki saçlarını tutup tırnaklarımı saç diplerine bastırdım. Sonunda konuşabildiğimde sesim boğuktu. "Burada olmaz. Sana kızgınım hala, olmaz!" dedim ama umursamadı bile. Tenime doğru güldü ve bu beni dudakları kadar kıvrandırdı.

"Benim kıskanç karım!" dedim güldükten sonra. Bana başını kaldırıp aşağından bir bakış ve birden kucağına alıp lavabonun kenarına oturttu.

Sonra eğildi. "Senin sahiplenişin bile benim lütfum." Dudaklarını göğüs oluğuma bastırdı. "Nasıl hala anlamazsın?" Sesindeki yalvarış yalnızca benim anlayışım içindi. Öfkesi ise sitem edercesineydi. " Öfken de kıskanışın da benim için ve beni tahrik eden bu." Dudakları tenimde dolandı ve tekrar kolları arasında kıvrandım.

"Çünkü beni kimse sen gibi sevmedi." Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Lacivertleri kopkoyu bir gölgenin ardında kavruluyordu. Sözleriyle vurulmuş gibi irkildim kollarının arasında. Kaskatı kesildim. "Beni hiç kimse sen gibi sahiplenmedi." dediğinde boğazıma bir düğüm oturdu.

Bana dair inancı ile donup kaldım ama düşünmeme izin vermedi. "Ben yuvayı sende buldum." Dudakları tekrar tenimde kıvılcımlar çıkartarak yukarı çıktı. "Koynunda ama en çok içinde sen bana sahip oluyorsun. Ben sana değil benim güzel karım. Sen bana sahip oluyorsun!"

Gerçekleri ve hissettiklerini bir bir yüzüme vurdu. " İşte tam bu yüzden!"

Kelimeleri de o kıvılcımların üstüne köz ekiyordu.

"Sana ait olmak için."

Dudakları boynumdaki hassas teni dudakları arasına aldı ve sert bir şekilde emdi. "Senin olabilmek için. Senin de benim olabilmen için." Yüzü yüzümle tekrar aynı hizaya geldi.

Onun sözleriyle ve bu bakışıyla birlikte dilim tutuldu sanki. Bunun farkında olarak dudağının bir kenarı yukarı kıvrıldı. Başını hafifçe eğdi. "Ne oldu?" dedi etkisinin farkında olan bir bakışla. Elleri tenimde dolanmaya devam ederken konuşmayı da asla bırakmıyordu. "Tatmin oldun mu?" derken yaptığı monologda yalnızca ilan ettiği zaferi elde etmek içindi.

"Bence daha olmadın." Gülümseyişi soldu ve yerini yoğun bir arzuya bıraktı. "Nasıl bir kocayım ben? Seni nasıl ihmal ettim." Sanki bu ihmalden kızıyormuş gibi dokunuşları tenimde yoğunlaştı.

Başımı geriye doğru attığında dudaklarını boynuma bastırdı. "Dilin çalışacağına elin çalışsın." dediğimde öfkeme karşılık kahkaha attı tekrar. Ona bakarken neşesinin her zerresi tenime nüfus etti.

Gözleri gözlerime değdi. O neşesi arasında, "Aşığım sana Elif Vuslat!" dedi büyük bir inançla. "Zaten bile bile ateşe atılan da yalnızca benim karım olabilirdi."

Elleri baldırımdan yukarı doğru çıktı. Yalnıza ona ait olan yere, onun mahremine ulaştı. "Bu yüzden beni yaşattı." Dokundu ve ben olduğum yerde sıçradım.

Dokunuşunun yoğunluğuyla birlikte sözleri gözlerimin önünde bulanıklaşıyordu. "Ayrıca," dedi ağzını kulağıma bastırıp. "Hem dilim hem de elim çalışır." Kulak mememi dişleri arasına aldı. "Sen yeter ki iste benim kıskanç karım."

Dokunuşları hızlanınca kendimi kaybettim. Başımı boynuna vurdum ve omzuna tırnaklarımı bastırdım. "Sus artık! Sus!" dedim hem konuşuşu hem de dokunuşu ile birden savaşamıyordum.

Kolları arasında çırpındım o dokunuşlarıyla boğazımdan boğuk bir inleme yükseldiğinde, dudaklarını dudaklarıma yasladı. Sanki bununla nefes alıyormuşçasına, "Şşş şşş! Bunlar sana daha yapacaklarımın arasında ne ki Günışığım?" dedi. Parmakları bir yayın telini geriyormuşçasına ritim kazanmıştı.

"Nasıl susayım, ellerimin arasında alev alev yanıyorsun." Parmakları bir noktaya dokunduğunda gözlerimin önünde beyaz bir şimşek çaktı sanki.

"Gel hadi bana." Dedi dudaklarımın üstüne fısıldayarak. "Hep bana gel!" Dediğini yapmamak gibi bir seçeneğim yoktu. Kolları arasında sıçradım ve o beni hiç bırakmayacakmış gibi tuttu.

Aklımı, zikrimi yitirdim. Beni yatıştırmak istercesine boynuma öpücükler kondurdu. "Benim, benim, benim!" diye mırıldanıyordu.

Kolları arasında hala titriyorken başımı geri çektim ve onun bakışlarıyla yüzleştim. Onun için ulaştığım zirve ona haz veriyordu. Bunu sözlerini duymasanız bile bakışlarından anlardınız. Öyle bir bakıyordu ki düşmanına verdiği en büyük hezimette bile bu zevk duyan yüz ifadesi vardı.

"Şimdi sıra bende!" derken beklentiyle vücudum gerildi ama sonra elini kemerine attığında nerede olduğumuzu idrak ettim. Ne için burada olduğumuzu.

"Olmaz!" dedim aklım yeni yerine gelmişken. Bana bakıp kaşlarını çattı.

"Nasıl olmaz?" dedi. "Hala o konu yüzündense gerçekten sinirleneceğim." dediğinde başımı olumsuz anlamda salladım.

"Herkes anlar. Senin odanda uzun zamandır duruyoruz. Ya biri içeri girerse?" dedim endişeli bir sesle.

"Kapıyı kilitledim." diye karşılık verdi. Zaten ben ondan aksini beklemiyordum.

Alaycı bir sesle "Biliyorum." dedim. Buraya geldiğinden beri ilk defa gülümsedim sonra. "Benim kocam tedbirsiz hareket etmez." Onun da dudakları ufak bir gülümseme için kıvrılırken onu hafif itip tezgahtan indim.

"Ama burada biraz daha durursak çalışanların seni buraya yalnızca baştan çıkartmak için geldiğimi düşünür ve ben zaten ilk günden pek iyi bir intibah bırakmadım insanlarda."

Öfkem yüzünden bağırmıştım ve şirket çalışanları da benim kocama bağırırken görmüştü. Kıyafetlerimi tezgahın diğer köşesinden alırken Siraç kolumdan tuttu.

"Benim aklımla oynama." dedi gözleri gövdemde dolandı ve iradesini de tüketti. Kendini zor tutuyordu. "Sence çok mu umurumda insanların ne düşündüğü? Sen benim karımsın. Sana yalnızca saygı duymak zorundalar." Sinirle söylenmiş sözlerini umursamadım.

"İnsanların ağzı torba değil ki büzesin hayatım." dedim onun çileden çıkışına karşı tatlı tatlı gülümseyerek.

"Şimdi şirketi boşalttırırım. Yaparım!" dediğinde gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Hala kolumu sıkı sıkı tutuyordu.

"İstemiyorum burada." dedim yine de ciddi bir sesle. Eğer tamamen set koysaydım daha yeni olduğu gibi sözümün onda bir hükmü olmayacaktı ama şart koymuş olmam onu sıkıştırıyordu.

Kıyafetlerim kirli olmasına rağmen tekrar giyinmeye başladığımda, "İntikam alıyorsun, değil mi?" dedi. Bir tek çocuk gibi küsmediği kalmıştı. Uzaktan, yanımdasın ama dokunamıyorum çok saçma, bakışları atıyordu.

Ona arkamı dönüp gülmemek için dudaklarımı büzdüm. "Yok." dedim ciddi bir sesle. "Eve beklerim ama burada olmaz."

Üstüme beyaz badiyi de geçirirken ellerini saçlarından geçirdi. "Siktir!" dedi. Kısa bir an bana bakıp. "Bari gözümün önünde giyinme." Çaresizliğinin sebebi onunla mantıklı konuşmaya çalışmamdı.

Öfkeli olsaydım sakinleştirmek uğruna burayı bile yakardı. Benim kocam da böyle çeşit bir modeldi işte.

Sonra işaret parmağını bana doğru uzattı. "Hemen eve gidiyorsun. Arka kapıdan çıkacaksın. 1 saat sonra hemen geleceğim." dedi.

Uysal bir şekilde onu onayladım. "Peki." derken önümde volta atışına kahkaha atıyordum içten içe.

Hazırlanmayı bitirdiğimde birden önümde durdu ve beni kendine çekip hırsla dudaklarıma kapandı. Öyle bir öptü ki bu bir vaatti. Bu yüzden ona karşılık verdim. Bende ona dillendirilmemiş bir vaadi sundum.Üzerime doğru eğildiği için belim kolları arasında geriye doğru yaslandı.

Dili ağzımı talan etti bende onunkine musallat oldum. Alt dudağını emdiğimde başını birden geri çekti. Nefes nefese kalmıştı.

"Git!" dedi kendini zor tutuyormuş gibi. Sözünü iki etmedim ve arkamdan geldiğini bilerek banyodan çıktım.

⚜🔱⚜

Arabadayken yaşadığım her olaya karşılık bir gülüyor, bir kızıyor, bir de hüzünleniyordum. Öyle yoğun bir gündü ki kendi hislerime yetişemiyordum. Siraç sözünü tutmuş beni arka taraftaki özel asansöründen aşağı indirip otoparktan çıkartmıştı.

Talimatlarını sıralarken o kadar öfkeli gözüküyordu ki bir ara Nergis kulağıma eğilip, "Adamı yine patlamak üzere bir bombaya çevirmişsin." dedi ve bende kendimi tutamayarak güldüm. Buna karşılık ikimizde ters bir bakışla karşılık bulduk.

Eve Siraç'ın talimatlarıyla döndük. Yolda Nergis beni sorgulamaya çalışsa da hiçbir şey söyleyemezdim çünkü ne diyecektim. Kocamı kışkırtma challenge yaptım o da kudurdu mu?

Diyemezdim, bu yüzden yalnızca aptal aşık gibi sırıttım.

Eve ulaştığımızda koştura koştura evin içine girdim. Üstümdekilerden bir an önce kurtulmak için asansöre doğru yöneldim. Ne kadar temizlemeye çalışsam da sanki kahve tenime işlemiş gibi hissediyordum.

Gerçi tenimde iz falan kalmamıştı. Siraç bırakmamıştı ama o kısma girmek istemiyordum. Yoksa tekrar yanardım ama fırsat bulamadım; Asansöre bindiğimde o tanıdık sarsılmayı yaşadım ve bir kez daha kapılar benim için açıldı ama bu sefer göreceklerim için heyecanlı değildim.

"Hayır ya! Şimdi değil, Siraç gelecek. Ne görmemi istiyorsunuz?" dedim. İzlendiğimi biliyordum."Görmek istemiyorum." diye tepki gösterdim ama kapılar kapanmadı aksine asansörün tuşlarının ışığı yanıp söndü.

"Dört bir yanım teknolojik yönlendirmeyle dolu." diye homurdandığımda beni izleyenler her kimse eminim bu halime gülüyorlardı. Ayaklarım yere vura vura içeri girdim ve önce Sarmaşıklarının soyağacı sonra geniş ahşap odasıyla yüzleştim. Her zamanki gibi ahşap masanın ortasında raporları buldum ama bir farkı vardı.

Bu sefer raporların üstünde kocaman harflerle "SON" yazıyordu.

Bu sefer itirazım daha zayıftı bu yüzden. "Hayır," dedim rapora içim acıyarak bakarken. "Şimdi olmaz, hazırlanmam lazım." Güçlü değildim, güçlü hissetmiyordum.

Sabah Melek Hanımla, yüzleşmiş öğlen Eylül'ün yıkılışını izlemiştim. Kıskançlığın öfkesiyle kendimi tüketmiştim. Mental anlamda o kadar çok duygu geçişi yaşamıştım ki ruh halim hiç de dengeli değildi.

Arkamı dönüp gerisin geri odadan çıkmak için asansöre gittiğimde ilk defa asansörün kapısı bensiz kapandı. Yetişmek için koşturdum ama kontrol onlardaydı.

"Bana bunu neden yapıyorsun?" diye bağırdım. "Benimle niye oynuyorsun?!" Her seferinde üstüme daha fazla yük yüklüyordu ve ben altından kalkamamaktan korkuyordum.

"Senin benimle derdin ne Levent Bey? Oradan bakılınca çok mu güçlü gözüküyorum!" Elimi asansörün kapısına vurdum.

"Değilim!" dedim yüksek sesle. "Konu babam olunca ben güçlü değilim! Konu sevdiğim insanlar olunca ben hiç güçlü değilim!"

Kapıyı açmadı, beni yüzleşmeye zorladı. Sesini duyduğum zaman irkilmedim bile. "Bugün öğrenmen gerekiyor, Elif." dedi. Onunla uzun zamandır yüz yüze konuşmamıştım ama şu hissiz tavrı arkasında nasıl bir sebep yatarsa yatsın beni kızdırıyordu.

"Sebep ver!" dedim sesin geldiği yeri tespit etmeye çalışarak. Odada sesi yankı yapıyordu. Sanki asansör tarafından geliyordu.

"Kocan açıklar sana yakında." dediğinde ellerimi yumruk yaptım ve dişlerimi birbirine bastırdım.

"Sen açıklasan incilerin mi dökülür?" dediğimde bana verilen karşılık koca bir sessizlikti.

"Hah!" dedim alaycı bir sesle. "Ne bekliyorum ki? Tabiki incilerin dökülür. Gizemli olmazsan duruşunu kaybedersin. Ne duruşuysa o artık!"

Kışkırtmalarımın hiçbirine cevap vermedi.

Arkamı dönüp ayaklarımı yere vura vura raporların olduğu masaya gittim tekrar. Avuçlarıma bastırdığım tırnaklarımla kendimi sakin tutmaya çalışıyordum ama olmuyordu. Bu korkuydu aslında. Tekrar raporun karşısına geçtiğimde ben o günle yüzleşmekten korkuyordum.

Çünkü yıkılmıştım çünkü her yer benim için siyah ve kırmızıya bürünmüştü.

Allah biliyordu ya şimdi burada inat edip raporları okumamak vardı ama Siraç gelecekti. O gelirse güvenini sarsmaktan korkuyordum. Açıklama yapardım yapmasına da mutlaka tartışırdık ve ben bunu istemiyordum.

Ben artık onunla tartışmak istemiyordum.

Bu yüzden elim şeffaf kapaklı dosyaya uzandı ama ellerimin titrediğini fark ettim. "Ben galiba hala küçüğüm." diye fısıldadım şeffaf kapağı kaldırmadan önce. "Çünkü şu an çok güçsüz hissediyorum."

Güçsüz olduğumu bilsem de o şeffaf kapağı araladım. Son yazan sayfayı sanki bir ton ağırlığındaymış gibi çevirdim ve babamın ölümünden birkaç gün önceki son raporuyla yüzleştim.

"5.11.2011"

Onunla birlikte ilk sınavlarımdan önce dışarı çıkmış akşama kadar bahçede temizlik yapıp sonbahar yapraklarını temizlerken eğlenmiştik. Ben o gün birkaç gün sonra temizlediğim o toprağa babamı vereceğimi bilmiyordum. Ne yaşandığının da farkında değildim çünkü o kadar mutlu gözüküyordu ki sanki hayatın da hiçbir sıkıntı yok gibiydi.

Rapor ona aitti. Yanına parantez içerisinde mürekkeple tek bir kelime yazılmıştı.

"Son Rapor"

Ağlamaya başladım çünkü hiçbir sonu sevdiklerimizle bağdaştıramıyorduk. Yakıştıramıyorduk ilk başta. Ne o mezar taşını ne de ölmeye yüz tutan toprağı...

Parmağımı babamın el yazısıyla attığı ilk harfin üstünde dolaştırdım. Okumadan fısıldadım. "Baba..." Daha fazlasını söyleyecek takatim yoktu. Sonra gözlerim ona ait kelimelere sarıldı.

"Bugün operasyon emrini Vuslat'a bildirdim. Benim Polis teşkilatı içerisinde görevimin onu tutuklamak olduğunu biliyor ama bana karşı hiçbir tepki de bulunmadı. Aklından neler geçtiğini bilmiyorum.

Beş ay geçti ona Dergah'ı anlattığımdan beri. Beş aydır onu bizimkilerin oluşturduğu sisteme adapte etmeye çalışıyorum. Bir amaç vermeye çalışıyorum ama hala çoğu zaman ona ulaşamıyorum.

Bizimle işbirliği yaptı ama kendine ait bir alan istedi. Hala gözü intikamında. Kurulun her alanına sızmaya çalışıyor.

Çocuklar... çocuklar var bu işin içerisinde. Saldıramıyor çünkü aralarına intihar bombaları yerleştirmişler. Çocuklar kendi kendini imha edecekler diye korkuyor. Daha büyük bir güce daha büyük bir teknolojiye ihtiyacı var.

Bu teknoloji ihtiyacı için bize istihbarat verdi ama hala anlattıkları sınırlı. O anlattıkları bile kanımızı dondurmaya yetti.

Emir Altun'un kurmuş olduğu sistem yalnızca çocuk ticareti değil; Temelden yetiştirilen bir suç örgütü. O suç örgütü aylardır onu uyuşturucuya bulaştırmaya çalışıyor."

Nefesimi tuttum yaşanan gerçeklerin dehşetiyle.

"Vuslat iki kere tutuklansa da onu aklamak için tüm gücümüzü seferber ettik. Yine de bir kez daha operasyon yapılması emri geldi. Ona söyledim; buradan gitmesini, onu yurt dışına çıkartacağımızı, üstündeki iftirayı temizledikten sonra bütün imkanlarımızı seferber edeceğimizi söyledim ama bizi dinlemedi.

Onunla bir abi, bir baba gibi konuşmaya çalışıyorum ama beni dinlemiyor."

Babamın ona olan düşkünlüğü o kadar barizdi ki sanki bu satırlar bile evladı ya da kardeşini kurtarmak için didinen bir adamın çaresizliğiydi.

"5 kere onu zincirledim... her ay bir kere kriz geçirdi. Onu Demir yerine zincirlememe izin veriyor ama benimle konuşmuyor. Ağzını bantlamamı istediğinde ona itaat etmedim. Kendisine verdiği zarar için söylenecek söz bulamıyorum ama o an da onu o zincirlerden bıraksam beni bile tanımayacağını biliyorum.

O an ki saldırış şekli öyle bir acı kuvvetle ki karşımdaki bir adam değil, iradesi alınmış vahşi bir hayvan sanki. Bir robot gibi saldırıyor.

Bir kere beni öldürmeye kalktığını biliyorsunuz ama bunu neredeyse başaracak olduğunu kendime bile itiraf edemiyorum."

Onun itirafıyla birlikte nefesimi tuttum. Belki unutulur diyordum ama sanki sesi kulağım da yankılanıyordu ve hissediyordum... onun bu sözleri yazarken acısını hissedebiliyordum.

"Bu yüzden bana karşı boynu bükük. Ona kızmadığımı bu konuda rahat olması gerektiğini söyledim ama en çok tekrar ettiğim soru neden tedavi olmayı reddettiği...

"Kendi iradem dışında zincirleneceğim." diyor. "O zincirler ben istediğimde bırakılmayacak ve ben bunu yaşadım." diyor.

O zaman karşısında koskoca adam olmama rağmen ben ağlamak istiyorum çünkü utanıyorum. Biz bu çocukların, öldürülmüş çocukluklarının sessiz çığlıklarını duyamadık. Çok geç kaldık, çok geç kaldık..."

Onun yerine ben ağladığımda hala aynı yerde saydığımızı düşündüm. Hala çocuklar kurtulmamıştı. Hala zulüm gören çocukluklar vardı. Hepimiz yerimizde sayıyorduk sanki.

"Daha fazla geç kalmak istemiyorum. Üstündeki bu iftira atıldıktan sonra onu ailemle, ailemizle tanıştırmak istiyorum. Bahar'ım onu el üstünde tutar, sen biliyorsun..."

Son rapor dediği yazının aslında özellikle birine yazıldığını bu cümleyle, ilk defa bu cümleyle anladım. Bu yazının kime yazıldığı meçhuldü ama bir tahminim vardı elbet. O kişi yüzünden şu an burada mahsurdum.

"Benim Işığım ise nasıl karşılar inan bilmiyorum. Siraç'ın yanında o o kadar neşeli ve yaşam dolu ki ,ikisi de birbirine çok zıt düşecektir eminim."

Babamın benden bahsettiğini anladığımda ağlarken gülümsedim. "Doğru tahmin, baba." dedim sanki onunla sohbet ediyormuş gibi. "Çok zıt düştük."

"Allah'a sözüm var, başkanım.... Ben bu çocuğu kurtaracağım. Ben bu çocuğun gülümsemesini sağlayacağım... Benim Allah'a sözüm var!"

Raporun son sözleriyle birlikte hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım çünkü sözünü tutmuştu. Benim babam bilmeden kendi sonunu yazmıştı.

Arkadaki sandalyeye yığılırken gözümün önünde kelimeler bulanıklaştı. Yazı silindi, sözler kaldı.

"Tuttun babam!" dedim yüreğim sancırken. "Sen sözünü tuttun babam!"

Raporu göğsüme bastırıp ona sarılmayı hayal ederek ağladım ama acım dinmedi. Kendimi sakinleştirmeye çalışıp son dosyaya eğildim.

Hala korkuyordum, bu yüzdendi bu acelem. Siraç geldiğinde beni ağlamaktan şişmiş gözlerle bulacaktı. Ona her şeyi açıklayabilirdim ama burada yapmak istemiyordum.

Dosyaya odaklandım. Gözlerimin önündeki bulanık kelimeler bir mana buldu. Raporun altında Murat Komiserin babamın ölümünden bir gün önce verdiği kayıp bildirisi vardı. Silahı kaybolmuştu ve Murat bunu teşkilata bildirmişti.

Arkadaki sayfada ise Siraç Vuslat için şirketine yapılacak baskın emri vardı. Tarih 9 Kasım'dı. Operasyon başındaki amirler arasında babamın ismi de vardı. Levent Bey'in sözle zihnimde yankılandı.

"İstediler ki o katliam günü, o silahla ya Siraç vurulsun ya da açıktan yürütülen operasyon da tüm polis ekibinin katliamı Siraç'ın üstüne yıkılsın ama babanın bu operasyonda olduğunu bilmiyorlardı."

Babamın otopsi raporu bir sonraki belgeydi ve benim için bu en büyük darbeydi çünkü annem cesedini göstermemişti. Ben babamın vurulduğunu biliyordum ama nereden, kaç kurşunla vurulduğunu bilmiyordum.

Sağ göğsüne bir, sol göğsüne iki tane kurşun yemişti.

"Baba!" dedim iki büklüm olurken. "Baba çok canın yandı mı baba?" Haykırmak istedim ama kapattım ağzımı çünkü bu yaranın sızısı bağırınca, feryat edince geçmiyordu.

Başımı kağıdın üstüne koyup ağzımı kapatarak sessiz sessiz ağladım. Kalkmak çok zordu, devam etmek çok zordu çünkü bir daha onun acı çekmeden ölmediğine inanmayacaktım.

Ölmüştü, acı çekerek ölmüştü.

Benim en sevdiğim adam acı çekerek ölmüştü. Başımı zorla kaldırıp son sayfayı titreyen ellerimle çevirdim. Operasyon raporu olduğunu gördüğümde alt dudağımı ısırdım taşmasın hıçkırıklarım diye.

10 Kasım 2011

Operasyon sahipleri Korkut SEZEN, Pars TURAN ve yardımcıları Murat ERTÜRK olay yerine 20 kişilik ekiplerle gitmişlerdir. Alınan istihbarata göre son dakika bir baskın beklenilmiştir.

Şüpheli olarak yakalanacak olan Siraç VUSLAT Ereğli sınırında bulunmuştur. Yapılan operasyon da ona karşı bir saldırı ile karşı karşıya kalınmıştır.

Bu saldırı da Komiser Korkut SEZEN şüpheli Siraç VUSLAT'ı korumayı emretmiştir. Karşı tarafın aranan şüpheli ' Palalı' lakaplı Yusuf ÇETİN'in adamları olduğu tespit edilmiştir.

Mafya hesaplaşması olarak görülen bu çatışma da Yusuf ÇETİN'in kendini aklamak için Siraç VUSLAT ile çatışmaya girdiği öğrenilmiştir. Çatışma öncesi bulgularda Siraç VUSLAT'ın kendini aklamak için Yusuf ÇETİN'e ait olan mekanın uyuşturucu sattığıyla ilgili delil topladığı gözlemlenmiştir.

Bulunan Fabrika izbesinde üretilen Speed türü uyuşturucu ile Siraç VUSLAT'a ait olan şirkette bulunan uyuşturucunun aynı tür de ve aynı süreçte üretildiği gözlemlenmiştir.

Palalı lakaplı Yusuf ÇETİN'in oğlu için intikam istediğine dair sözleri de kaydedilmiştir fakat çatışma da kaçmayı başarmıştır.

150 kişilik adamlarına karşı Siraç VUSLAT'ın adamları ve Polis ekipleri azınlıkta kalmıştır. Çatışma da sağ göğsünden vurulan Korkut SEZENLER, Siraç VUSLAT'ın kaçmasına yardım ederken sol göğsünden ağır bir şekilde yaralanmıştır.

Kafamda kaçmasına yardım ederken sözü defalarca tekrar etti. Onu dediği gibi kurtarmaya yeni bir hayata başlamasına yardım etmeye çalışmıştı.

İlk balistik rapora göre silah komiser yardımcısı Murat ERTÜRK'e aittir. Silahın Siraç VUSLAT'ın adamlarının kullanmadığına dair Pars TURAN tanıklık etmiştir."

O silahın kaybolmasıyla ilgili Murat Komisere yıllar sonra Siraç soruşturma açtırmıştı. Operasyon raporu sayfalarca devam ediyordu. Sayfalara göz gezdirirken kenardan son yaprağın köşesinde bir defter yaprağı dikkatimi çekti. Yaprağı bulmak için son sayfaya çevirdim ve küçük bir deftere not olarak yazılmış sözler dikkatimi çekti.

O küçük defter notu benim hayatımın dönüm noktasıydı. O defter notunda yazanlar ile hayatım alt üst olmuş gibi hissettim.

"Ondan ailesini korumasını istemiş, Levent Bey. Söz verdirtmiş torununuzu ve kızınızı koruması için. Onlarla bir aile olmasını, sahip çıkmasını istemiş."

Bu sözlerle birlikte tüm kanın vücudumdan çekildiğini hissettim. Kurumuş dudaklarımı ıslatırken tüm vücudumu soğuk bir ateş bastı. Sanki hissetmişler gibi yıkılışımı kapı açıldı ama bir boşluk karşılamadı beni.

Asansörün kapısında kaşları çatılmış ve anlamlandıramıyormuş gibi bakan Siraç karşıladı beni. Telaşlanmadım, dehşete de düşmedim ama öğrendiğim gerçeklerin yükleriyle dizlerim titreyerek ayağa kalktım.

Ona doğru yürürken, "Burası da neresi?" dedi Siraç kaşları çatık bir şekilde. "Bu halin ne Elif?" Nasıl gözüktüğümden emin değildim ama ruhum çekilmiş gibi hissediyordum.

Babama vermiş olduğu söz ve o söze dair gerçek beni dehşete düşürmüştü. Gözümden düşen bir damlaya baktı ilk sonra eğildi ve titreyen ellerimdeki dosyaya baktı.

"Babama ne söz verdin?" dedim yıkılmış bir sesle. Dilim sanki ağzımın içerisinde şişmiş gibi hissediyordum.

Öfkesi yerini buz gibi bir sessizliğe bıraktı. "Levent bey," dedim zoraki bir güçle. "benim dedem mi?" Sonrası yörüngemden Siraç yavaşça kaydı. Onun adımı söyleşini duydum ama ilk defa üstüme yüklenen yükün altında kaldım.

O yük benim ailemdi. O yük benim dedem ve babamdı. Bu yüzden sevdiğim adamın karanlığa karışırken ismimi haykırışını duymadım çünkü ben bu yükün altında küçük kaldım.,

Çok küçük kaldım. 

⚜🔱⚜

AÇIKLAMA

Öncelikle ayrılık yok. Şu konuda bir anlaşalım.  🤝🤝

Yüreğinizi ferah tutun, size kıymayacağım. Kıyamam. Cidden çok seviyorum. Zaten konu da bu....

Size kıyamadığım için bir aydır işimi gücümü bıraktım. Bu kadar uzun bir bölüm yazdım çünkü tabir-i caizse benim için artık yumurta kapıya dayandı. 

KPSS'ye yoğunlaşmam lazım ve elimde çok az bir süre kaldı. Bu yüzden çok üzülerek de olsa ara vereceğimi söylemek isterim çiçeklerim. 

Bu benim için de çok zor çünkü her şeyin açığa kavuşacağı bölümlere geldik ama geleceğime dair meslek edinme çabam ve  ailemin, sevdiklerimin beklentisi söz konusu. Bu yüzden Eylül ortasına kadar bir ara vermek durumundayım.

Tabi bu sırada yalnız olmayacaksınız. Ben geceleri yine burada olacağım. Geçen bölüm ve bu bölümün yorumlarını cevaplayacağım inşallah. Sizle birlikte bölümleri okuyacağım çünkü açık vermek istemiyorum. Sizlere gerçekten yüreğinize sinen, etkisinde kaldığınız bir hikaye vermek istiyorum. (İnşallah)

Mutlu son olan bir hikaye...

Bu mutlu sonu birlikte yaşayabilmemiz için ben dönene kadar kendinize çok ama çok iyi bakın, olur mu? 

Sizi sevdiğimi unutmayın. Allah'a emanet olun. Kalın sağlıcakla. 

⚜🔱⚜

Continue Reading

You'll Also Like

587K 21.8K 85
Genç kızın arkadaşının verdiği yeni numarayı yanlış yazan kızın gelecekteki kocasına tesadüfen yazması. İlk başta kız engel yesede engel bir şekilde...
2.1M 33.8K 54
- Ahh...abim gelicek yapamayız.. Üstümdekileri delice yırtarak çıkardı. - Abini boş ver gece. Bugün gelmeyecek güzelim Erkekliğini boxer'ından çıkar...
300K 25.8K 25
"Kalmam için bir sebep olması lazım." dediğinde, Leyla'nın sesi titriyordu. O Leyla'ydı, başka kimse değil. Daha on sekizinde tazeyken, Kınalıtepe'ye...
Haz By 🍀

Romance

299K 4.2K 18
Çocukluktan beri Karan Avcıoğlu'na karşı hisleri olan Efsun Alakurt'un hikayesidir. Sevdiği adamla birlikte olduklarından sonra her şeyin farklı ola...