Seni Duyuyorum!

By ucamayancivciv

42.6K 2.9K 986

Şimdi bir düşün bakalım; yanından geçen birisi var ve dikkatlice sana bakıyor. Baştan aşağı inceliyor hiç bir... More

Sedu 1. Bölüm
Sedu 2. Bölüm
Sedu 3. Bölüm
Sedu 4. Bölüm
Sedu 5. Bölüm
Sedu 6. Bölüm
Sedu 7. Bölüm
Sedu 8. Bölüm
Sedu 9. Bölüm
Sedu 10. Bölüm
Sedu 12. Bölüm
Sedu 13. Bölüm

Sedu 11. Bölüm

2.3K 157 42
By ucamayancivciv

Kahkahamı bastırmak için elimle ağzımı kapattım ama yine de tutamıyordum kendimi. Sesini duymasam, karşımdaki adamın Yiğit olabileceği hiç mi hiç aklıma gelmezdi. Okyanus gözlü ve gamzeli yakışıklı gitmiş, yerine kocaman gözlüklü ve kalın kaşlı, bir de dudağının üzerinde komik bir beni olan dağınık saçlı bir adam gelmişti. Çınar Yekpare, bir de beyaz önlüğünü giyse aynı şu çılgın bilim adamları gibi görünecekti. Gerçi bizim de vermeye çalıştığımız imaj buydu, çılgın bilim insanı.

Yiğit benim kendimi tuttuğumu görünce, "Şimdi gül ama oraya gidince sakın işi bozma." demişti.

İçimden, "Emriniz olur beyefendi." diye geçirirken yüzüne, "Tamam, hadi gidelim." demiştim.

Ama merdivenin başına gelince kendimi tutamayıp koyverdim kahkahayı. Yiğit, benim gülmemi bekliyormuşçasına, ben gülmeye başlayınca bana eşlik etti. Birlikte merdivenleri inerken hala gülmeye devam ediyorduk. Bir kaç dakika sonra Yiğit yeniden eski ciddiyetine bürünüp oraya gidiş amacımızı hatırlatmıştı bana. Bu geceki kalabalık davette, bu işin başındaki adamlara kendimizi sevdirip, bir sonraki davet için davetiye çıkartacaktık kendimize. Zaten söylediğine göre asıl önemli olan da ikinci davetmiş. Bu geceki konuklar arasından kendilerine en uygun insanları diğer davete çağırıp, "Perfman" isimli robottan bahsedeceklermiş. Bitimine son bir adım kalan bu robotu, en çabuk haliyle tamamlamaya çalışacaklarmış. Daha sonra insanların IQ seviyesini otomatik olarak ölçen bu robotlar, IQ'su 150 den az olan kesimi öldürecek, çok olan kısmın ise beynini yıkayacakmış. Geriye sadece kendileri gibi yüksek zekalı insanlar kalacakmış ve Perfmanlar onlara hizmet edecekmiş. Yani öyle de, böyle de dünyada sadece kendileri yaşayacakmış.

Adamların ütopyalarını Yiğit'ten yeniden dinlerken, hayal güçlerinin ne kadar fazla olduğunu düşünüyordum. Bu adamlar da çocuk olmuştu, bu adamlar da istediği olmayınca ağlamıştı. Şimdi kalkıp bu insanların dünyayı ele geçirmeye çalışma düşüncesini duyunca bir gülme gelmişti. Kendimi tutamayıp kıkırdadığım zaman Yiğit üzerine alınıp, "O kadar da değilimdir herhalde." demişti.

Ona dönerek, "Yok yanlış anladın, sana gülmedim aklıma bir şey geldi. Düşünüyorum da biz şimdi oraya gidiyoruz falan ama hiç korkmuyor musun, yani seni tanırlarsa diye?" dedim.

"Beni tanımalarına ihtimal bile vermiyorum." diyen Yiğit, komik görünümüyle bana göz kırptı.

"Sen öyle diyorsan... Bir de şey, bu adamlar kendilerinden olmayanları öldürecek falan ya, insanlar bunu bile bile mi ölüme gidiyor?"

"Yok sen olayı yanlış anlamışsın, bizim dışımızda kimse onların kötü emellerini bilmiyor. Bugün için sadece zeki insanlar ve eşlerinin katıldığı sıradan bir yemeğe gittiklerini düşünüyorlar."

"Şimdi anladım... Sizin kaçtığınız bu adamlar, kendilerine düşman edinmeden dostlarını seçecekler. Tabii kimse de bunun farkında olmayacak."

"Öyle de diyebiliriz. Soracak başka sorun yoksa bir an önce yolculuğa başlayalım istersen?"

Ben sorular sorup dururken arabaya kadar geldiğimizi farketmemiştim. Yiğit'i başımla onaylayıp, açtığı kapıdan arka koltuğa oturdum. Johnson ise bizi beklemekten sıkılmış gibi görünüyordu. En azından aklından geçen cümle, "Nihayet gelebildiler." olmuştu.

Ben arka koltuğa oturduktan hemen sonra Yiğit'te benim yanıma yerleşmişti. Johnson arabayı çalıştırır çalıştırmaz anlamsızca bir heyecan kaplamıştı bedenimi. Bu da neyin nesiydi ki şimdi? Başımı Yiğit'e çevirince onun pencereden dışarıyı izlediğini gördüm. Acaba bu anlamsız heyecanımın nedeni Yiğit miydi? Ama neden benim duygularıma hükmedip heyecanlanmamı sağlasın ki? Akla yatkın bir neden ararken elimin, Yiğit'in elinin üzerinde olduğunu farkettim. Anlaşılan hormonlarım benden önce tepki vermiş, birazcık adrenalin salgılamıştı. Yiğit farketmeden elimi hemen çekerek kollarımı göğsümde kavuşturdum ve uslu bir kız gibi oturup yolu izlemeye başladım.

Yolculuk başlayalı bir saate yakın bir süre olmuştu. Bense bu süre içinde bir kaç gündür beni merak edip neler yaptığımı soran Cemre'ye, New York'un ne kadar harika olduğuna dair hikâyeler uydurup mesaj atmıştım. Aslında uydurmuş sayılmazdım; New York'un ne kadar harika bir şehir olduğu su götürmez bir gerçekti. Uydurma olan tek şey, içinde Buğlem Dilay olan bir New York'tu.

Dağ evinde tıkılı kaldığım zamanlar içinde New York'u detaylıca araştırmıştım. Hatta Johnson sağolsun, beni Özgürlük Heykeli'nden, Times Meydanı'na kadar bir çok yere shoplamıştı fotoğraflarda. O yüzden Cemre hiç bir şeyden şüphe duymamıştı. Tek sorun bir haftalık izin alıp beni ziyaret etmek istemesiydi ki zaten O böyle bir şeyi yapana kadar çoktan bizim işimiz bitmiş olurdu. Böylece O'nu da gelmekten vazgeçirmek gibi çabalara girmemize gerek kalmayacaktı.

Elimdeki telefonu çantama atıp, başımı pencereden dışarıya çevirdim. Yoldaki tabelalarda yazan yazıları okuyamayacağım kadar hızlı bir şekilde ilerliyorduk. Görüntü daha fazla başımı döndürmeden kafamı yan koltukta oturan partnerime çevirdim. Yiğit, başını arkaya yaslamış, bebek gibi uyuyordu. Gözleri kapalıyken daha uzun duran kirpikleri, bu makyajlı görüntüsünün içinde bile ona masumluk katıyordu. Yiğit'i izlemeyi bırakıp, biraz da Johnson ile uğraşmaya karar verdim. Tam Johnson'dan müziği değiştirmesini isteyecekken zihninden geçen şeylere, tabiri caizse kulak misafiri oldum.

"Annabella beni karşısında görünce ne düşünecek acaba? Sesi normalden farklı geliyordu telefonda, yoksa kötü bir şey mi oldu?"

Annabella ve Johnson arasında ne geçmiş olabileceğini düşünürken, Johnson'ın hala aklını tırmalayan düşüncelerine odaklanamamıştım. Belli ki Johnson, Annabella'dan hoşlanıyordu. Geçtiğimiz üç gün içinde bir kaç kez Annabella hakkında muhabbet etmiştik ama zihninde O'na dair pek bir şey yoktu Johnson'ın. Belki de bugün O'nu göreceği için derinlere attığı sevdası gün yüzüne çıkmıştı. Yada ben Johnson'ın düşüncelerini fazla ciddiye alıp, kendi kafamda kurguluyordum. Daha sonra Johnson ile bu konuyu konuşacağımı aklımın bir köşesine not aldıktan sonra, nihayet Johnson'dan şarkıyı değiştirmesini istedim. Çalmaya başlayan şarkı, Yalın'ın en sevdiğim hareketli şarkılarından, Kalamadım'dı. Başımı oturduğum koltuğa yaslayıp, şarkıyı dinlemeye
başladım.

İçim sızlıyor doğru,
Ama sana git demekten başka yol mu var?
Onların doğrularıyla büyürken,
İçine hayat çekmek, değil kolay...

Sesim çıkmıyor doğru,
Ama bağırsam kime ne faydası var?
Bedelli mutluluklar düzeninde,
Yüreğe güvenmek değil kolay...

Gerçeğin kenarından, hayatın düzenine,
Bir yol bulup ben akamadım.
Bugün budur pencere, yarın akışla yüzleşince,
Çok üzgünüm, kalamadım.

Gerçeğin kenarından, hayatın düzenine,
Bir yol bulup ben akamadım.
Bugün budur pencere, yarın akışla yüzleşince,
Çok üzgünüm, kalamadım.

Şarkı hala devam ederken, yanımda bir hareketlenme hissettim. Başımı çevirdiğim zaman Yiğit'in uyku mahmuru gözleri ile karşılaştım. Gülümseyerek, "Günaydın." dedim ama bana cevap vermek yerine Johnson'a, "Radyoyu kapatsana, başım ağrıdı müzikten." dedi. Bu resmen çalan şarkıya, hatta şarkıcıya hakaretti! Bana cevap vermemesini umursamamıştım bile. Nasıl olsa sağı solu belli olmuyordu beyefendinin. Yine de bir tepki verememiştim Yiğit'e. Aslında haklı sayılırdı. Uyuyan insanı uykusundan uyandırdığım için agresif davranması normaldi. Bana daha sert çıkışmadığı için dua etmeliydim belki de. Bunun üzerine sessizlik yemini etmişçesine başımı sola çevirip, kalan yol boyunca pencereden dışarıyı izledim.

☆☆☆☆☆

"Buğlem, uyanır mısın?"

"Dilay, hadi?"

Tatlı uykumu sırasıyla bölen Yiğit ve Johnson'ın sabırsız sesleriydi. Kim bilir kaç dakikadır uyandırmaya çalışıyorlardı beni. Uykumun bölünmesine rağmen huysuzluk çıkarmadan gözlerimi açtığımda, karşımda boncuk boncuk gözleri ile Yiğit'i buldum. Araba park halindeydi ve Yiğit ile Johnson arka kapıyı açmış, benim kalkmamı bekliyorlardı. Etraftan aldığım negatif enerji, büyük ihtimalle Yiğit'in zapt edemediği enerjisiydi. Bu enerji, Yiğit ve Johnson'ı daha fazla sinirlendirmeden kendimi toplamamı söylemek istiyordu sanki. Nihayet kendime tam anlamıyla gelebildiğim zaman konuştum, "Geldik mi?"

Johnson ellerini, giydiği eski moda kot pantolonunun cebine koyarak konuşmaya başladı, "Sayılır, restoranın bir kaç sokak arkasındayız. Oraya gitmeden önce son kontrolleri yapalım istedik."

Johnson'ın zihin sesinden anladığım kadarıyla, rolümün tekrarlanması isteniliyordu. Bende bir kaç gündür üzerinde çalıştığım Ada Yekpare'yi anlatmaya başladım, "Tamam o halde başlıyorum, adım Ada Yekpare. Yiyeceklerin daha uzun süre saklanması ile ilgili çalışma yapan, kaçık ve sinir bozucu bir bilim adamının eşiyim."

Bu esnada gözlerim, başımda dikilmekte olan Yiğit'e kayınca, sokak lambasının loş ışığında bile belli olan şaşkın bakışlarına maruz kaldım. O'ndan çektiğim gözlerimi, aklında Annabella olan Johnson'a dikerek konuşmama devam ettim, "Aynı zamanda bir üniversitede psikoloji dalında yüksek lisans yapan bir öğretim görevlisiyim. Lise yıllarımda mankenlik yaptım ve genelde sessiz kalıp, insanları gözlemleyen birisiyim." Kendimi anlatmam bitince Yiğit'e dönüp, biraz da ondan bir şeyler duymayı bekledim. O da konuşması gerektiğini anlamış olacak ki, içeride yapacaklarımızı anlatmaya başladı, "Sana ek olarak Buğlem, evli çift ile ilgili ayrıntıları sayayım bende."

Evet, bir de bunlar vardı. Rol gereği biz, yeni evli bir çifttik ve bunu duyan insanlar büyük ihtimalle nasıl tanıştığımız ve nasıl bir evlenme teklifi aldığıma dair sorular soracaktı bize. Yiğit dün gece uzun bir mesajda, Ada ve Çınar Yekpare çiftinin nasıl olduğunu anlatmıştı bana. Bense evin içinde beni görmezden gelmelerine karşılık bu uzun mesajına herhangi bir cevap vermemiştim. Ben mesaj içeriğini zihnimde canlandıra durayım, Yiğit anlatmaya başlamıştı bile, "Buraya odaklan Buğlem, biz bir buçuk yıl önce beden dili ile ilgili bir seminerde tanışmış, sevgili olmuş ve altı ay sonra da evlenmiş bir çiftiz. Sana evlilik teklifini bir sandalda yapmış ve senden olumlu yanıt almışım. Ayrıca kahveyi şekersiz içerim ve sakız çiğnemekten de nefret ederim. Sense kahveyi aromalı seversin ve ayrıca en sevdiğin renk turuncu. Buraya kadar tamam değil mi?"

"Dur bir dakika, en sevdiğim renk turuncu değil benim."

"Burada zaten senden değil, Ada Yekpare'den bahsediyoruz Buğlem."

"Yine de Ada hanım biraz olsun bana benzese fena olmazdı, en azından aklımda tutmam kolay olur."

"Tamam o halde, en sevdiğin renk nedir?"

Düşünmeden yanıtladım, "Hepsini severim ben."

Yiğit başını uzaklara dikerek, "Umarım herhangi bir sorunla karşılaşmayız bu gece. Sen fazla konuşma yeter Buğlem. Ben senin yerine de cevap veririm." demişti.

Fazla konuşma Buğlem'miş. Sensin fazla konuşma Buğlem. Sana inat olsun diye hiç susmamak vardı ama hanımefendi çizgimden kayamam Yiğit Bey. Neyse sakin olup kafamı toplamalıyım, Yiğit içeride insanları etkilemeye çalışırken bende insanları gözlemleyip rolüme uygun birisi gibi davranacağım. Umarım bize güven duyarlar ve bir sonraki davete bizi de çağırırlar.

Ben kafamda nasıl davranıp ne yapacağımı hesaplarken Johnson kapıyı açıp ön koltuğa oturmuştu. Yiğit ise bana elini uzatıp, "Haydi Ada'cığım, davete geç kalmayalım. Basit ama önemli bir görevimiz var bu gece." diyerek göz kırpmıştı.

Ben de rolüme bürünerek, "Tamam Çınar'cığım. Sen bana güven, başaracağız." dedim.

Yiğit'in uzattığı elinden tutarak arabadan çıktım. Ayağa kalkınca, kırışan elbisemin eteklerini düzelttim. Güzel görünüyordum, bu benim kendime güvenimi biraz olsun sağlayacaktı. Hem tiyatro konusunda bir problemim de olamazdı, nitekim üniversitede bir dönem tiyatro kulübüne katılmışlığım vardı. Tek pürüz, Yiğit karşımda bu komik halde duruyorken O'nun eşi gibi davranmaktı. Artık onu da bir şekilde halledecektik bakalım.

Arabadan ayrıldıktan sonra Yiğit ile boş sokakta yürümeye başladık. İkimizde sessiz kalmayı tercih etmiştik. Duyulan tek ses, fazla giyilmekten biraz genişlemiş olan topuklu ayakkabılarımın sesiydi. Biraz daha yürüdükten sonra restoranta sadece bir sokak mesafemiz kalmıştı. Ben saçımdan çıkan tel tokalardan birini yeniden yerine yerleştirirken Yiğit konuşmaya başladı; "Unutmadan, içeride bir sorunla karşılaşırsak kaçmak yerine savaş, olur mu?"

Kaçmak yerine savaşmak derken ne demek istiyordu ki? Savaşa mı gidiyoruz biz? Neyse, elbet vardır bir bildiği. Ah bir de duyabilsem düşüncelerini. Gerçi küçük bey biraz düşüncesiz olduğu için pekte bir şey kaçırmış olmuyordum. Ama yine de sorsam iyi olacaktı, "Savaşmak derken, nasıl bir savaş bu?"

Gözleri, ciddi olup olmadığımı öğrenmek istercesine beni süzmeye başlamıştı. Bense O'nun bu hareketine kaşlarımı kaldırarak cevap vermiştim.

"Savaşmaktan kastım, bir konuda üzerine gelinirse kaçamak cevaplar vermek yerine üstüne gitmek Buğlem. Ben konuşmalarda sana uyarım, merak etme."

Ne demek istediğini pek anlayamadığım için susmayı tercih ettim. Nihayet bir kaç dakika sonra restorana gelebilmiştik. Biraz geciktiğimiz için yemeği kaçırmış olabilirdik. Ama sorun değildi, nasılsa pek iştahım yoktu. İçeriye girmek için merdivenleri çıkarken vale üniforması içinde Selim'i gördüm. O da bizi görmüş olacak ki bana göz kırpıp merdivenleri indi. Neyse ki yakınımızda bunu görebilecek kimse yoktu.

Kapıya ulaştığımız zaman bir görevli bize davetiyemiz olup olmadığını sordu. Yiğit cebinden çıkardığı parşomen kağıdını görevliye uzattı. Adam bizi teyit ettikten sonra peşinden gelmemizi söyleyerek içeriye doğru yöneldi. Biz de adamı takip etmeye başladık. İçerideki boğucu atmosfer ne kadar kalabalık olduğunun ispatıydı. En az 50 çift var gibiydi bu büyük salonda. Bizim için rezerve edilmiş masaya otururken yan masadaki ilginç çifti gözlemliyordum. Peruk taktığı fazlasıyla belli olan bir kadın ve kadının olgun görüntüsünün yanında fazlasıyla genç duran bir adam vardı. Kadın konuştukça dalgalı toz pembe peruğu sallanıyor ve giydiği renkli kıyafetle aynı bir tavus kuşunu andırıyordu. Gözlerimi nihayet ilginç çiftten çekerek karşımdaki partnerime diktim. Yiğit, önündeki pastayı eliyle sağa doğru iterek kollarını masaya yasladı. Bense iştah açıcı pastayı yemek için çatal ve bıçağımı paketinden çıkarıyordum. Tam bir lokma alacakken Yiğit'in, "Dur!" diyen sesini işittim. Ben şaşkın şaşkın Yiğit'e bakarken, çatalın ucundaki pastam irkilmiş gibi masaya düştü.

"Pastayı yeme. Bu testin bir parçası olabilir."

"Nasıl yani, ne testi?"

"Onlar seçecekleri kişilerin dikkatli ve tedbirli olmasını isterler. Her önüne konan yemeğin yenmeyeceğini de..."

"Yani bu pastayı yemezsek bir sonraki davete gitme olasılığımız artacak, öyle mi?"

"Aynen öyle. Mesela şu kapının yanındaki lacivert takım elbiseli adama bir bak, elinde bir kağıt var. Ne geçiyor aklından?"

Yiğit'in dediği adama bakınca sürekli gözlerini salonun üstünde gezdirerek elindeki kağıda bir şeyler not aldığını gördüm. Duyabildiğim kadarıyla aklından geçenler ise, "Masa 23, pastayı yedi; elendi. Masa 12, hala pastayı yemedi."

Ve bu sekilde daha bir çok masa adı saymıştı ve elenip elenmediklerini kağıda geçiriyordu. Duyduklarım ile şaşkınlığım artmıştı. Ne kadar da ince bir elemeydi ki bu, yediğimiz yada yemediğimiz pastaya kadar sorumlu tutuluyorduk. Adamın aklından geçenleri Yiğit'e söylediğim zaman, 'Ben demiştim.' edasıyla gülümsemişti Yiğit.

Yiğit'e karşılık verip, haklılığını onaylamak yerine salondaki insanların düşüncelerini duymaya odakladım kendimi. Yan masadaki pembe peruklu kadın pastasını yemeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Belki de diyet yapıyordu ve bugünkü menüsünde bir dilim pasta yoktu. Eşi olduğuna hala şaşkın olduğum genç adam ise bir an önce evine gitmek istiyor gibiydi. Aklından daha önce duyduğum bir kaç bilgisayar oyununu geçirmişti ve eve gidince hangisini oynayıp oynamaması gerektiğini soruyordu kendine.

Kafamı bir başka masaya çevirip başka bir çiftin zihnine misafir olacakken masamıza uzun boylu bir adam geldi. Renkli gömleğine hiç uymayan bir papyon takmıştı ve pantolonunun paçalarını hiçte eşit olmayan bir biçimde kıvırmıştı. Aklından geçenleri duymaya çalışmıştım ama adam sanki benim aklını okuyabileceğimi biliyormuş gibi falso vermiyordu. Masamıza oturup, "Merhaba Ada Hanım, size de merhaba Çınar Bey." deyince adamın bizi test etmeye geldiğini anlamıştım. Acaba bize zeka problemi falan mı soracaktı? Yada hiç duymadığım mantık sorularıyla bizi şaşırtacak mıydı? Belki de bizi direkt görüntüden eleyecekti. Gerçi salondaki tek anormal görünen çift biz değildik ki bu başlı başına ayrı bir konuydu zaten.

Yiğit'in adama cevap olarak, "Merhaba." demesi üzerine düşüncelerimi kafamdan sıyırıp en sevimli halimle bir merhaba da ben çektim adama.

"Pastayı yememişsiniz, yoksa görüntüsü mü hoşunuza gitmedi?"

"Dışarda yemek yemeyi pek uygun bulmuyoruz." diyen Yiğit, benim yerime de bir cevap vermişti. Ama adam cevaptan tatmin olmamışçasına bu kez bana dönmüştü: "Tatlı sevmeyen bayanlar arasındasınız galiba?"

Ne cevap vereceğimi düşünürken ansızın, "Ben diyetteyim." deyivermiştim adama. Bir şeyler eklemem gerektiğini düşünerek, "Yani formumu korumak için yapıyorum, mankenlik geçmişim var da, o zamanlardan kalma bir alışkanlık." dedim. Sanırım fazla ayrıntıya girmiştim. Bir an için adamın aklından, "Keşke başka bir şekilde karşılaşsaydık." cümlesini duyar gibi olmuştum ama Yiğit'in konuşmaya başlaması odaklanmamı zorlamıştı.

"Ada'nın her zaman hayatıma gelen bir şans olduğuna inanırım. En çokta bu çocuksu yanı çekici kılıyor O'nu."

Adam bu sözler üzerine bir şey demeden kalkıp gitmişti masadan. Adamın böyle bir tepki vermesinin yanı sıra, Yiğit'in böyle bir cümle kurması beni çok şaşırtmıştı. Belki de beni överek adamın karşısında benim özel biri olduğum izlenimini yaratmak istemişti. Yine de fazla ayrıntıya girmesi biraz farklıydı doğrusu.

Ben aklıma takılan soruları sormak üzere ağzımı açacakken Yiğit bir anda, "Haydi kalk gidiyoruz." demişti.

"Ne, nereye?"

"Görev tamamlandı. Bizlik bir durum kalmadı bir süre için."

"Ama bizimle doğru düzgün konuşmadılar ki?"

"Dışarı çıkınca anlatırım her şeyi. Beklemediğim bir şey oldu." Yiğit ayaklanmıştı ve benim de kalkmamı bekliyordu. O'nu daha fazla bekletmeden ben de ayağa kalktım ve ardından yürümeye başladım. Kapıdan çıkıp bahçeye ulaştığımızda, "Ne oldu, artık anlatacak mısın?" diye sordum.

Yiğit elini demir trabzana dayayıp etrafta kimse olup olmadığını kontrol etti. Etrafın boş olduğunu farkedince konuşmaya başladı, "Biraz önce yanımıza gelen kişi aslında Annabella'ydı. Sanırım bir yolunu bulup yanımıza gelerek asıl adamı uyuttu ve O'nun kılığına girdi."

"Nasıl yani, Annabella beden mi değiştiriyor?"

"Niye şaşırdın ki? Her neyse, bizi içeriye bu kadar kolay sokabileceğini hiç tahmin etmezdim. Bana da sürpriz oldu. Umarım adımızı bir an önce listeye yazabilmiştir. Eski haline dönerse 12 saat boyunca yeteneğini kullanamaz."

Yiğit'in karışık bir şekilde anlattığı hikayeye bakacak olursak, içerideki ajanımız Annabella bizi sorgulamakla görevli adamın kılığına girmişti. Dikkat çekmemek için bizim yanımıza gelip bize sorular sormuştu. Bizimle yeterli sürede kaldığına kanaat getirip gitmişti ve şimdi de eski haline dönmeden bizi bir sonraki davet için olan listeye sokacaktı. Bunun için zevksiz giyinimli adam kılığında bize referans olacaktı.

Birinci görevi tamamlayabilmiş olmanın rahatlığıyla derin bir nefes aldım. Yiğit'e, "Hadi o zaman, gidelim öyleyse." diyecekken sol yanımda bir ses işittim.

"Dilay?"

Bir kaç haftadır duymadığım bu ses görevi pekte tamamlayabilmiş olduğumuzu göstermiyordu. Berbat ses tonuyla ismimi telaffuz eden kişi, iş yerinde bana kahveleri taşıttıran, patronların yalakası, pek değerli(!) iş arkadaşım Esra'dan başkası değildi. Ve sanırım beni burda görmesi artık ifşa olduğum anlamına gelecekti.

Arkadaşlar... Merhaba ^.^ Öncelikle sizden çok ama çok çok özürler diliyorum. Bu kadar uzun bir ara vermeden önce size haber vermeliydim :/ Lütfen kızmayın bana :( Bir süreliğine wattpadi silmiştim ama artık yeniden döndüm ^.^ Tabii beni kabul ederseniz..? Aslında diyecek çok şeyim var ama ne yazık ki şu anda aklıma hiç birisi gelmiyor, yine de hiç aklımdan çıkmayan bir şey var; Hepinizi çok ama çok seviyorum, iyiki varsınız ♥♥♥ :) :) :)

Continue Reading

You'll Also Like

141K 8.4K 59
Tamamlandı;) Her şey Eski sevgilisi diye yazdığı adam Yüzbaşı çıkınca başladı 🤭
758K 28.5K 43
"Tüm gökyüzünü gözlerine taşımışsın. O maviliği bazen kara bulutlar örtmüş, bazen sağanak almış; hiç utanmadan akmış gözlerinden bir bir..." "Sana h...
926K 44.6K 70
0545 *** ** **: Hanımefendi şemsiyeniz bende kalmış Siz: Pardon tanıyamadım? 0545 *** ** **: Kader Ortağın 0545 *** ** **: Ruh Eşin 0545 *** ** **: v...
822K 60.9K 77
"Eğer farklıysak..." Kelimeler boğazında düğümlenmiş, cümleyi tamamlayamamıştı. "Biz kardeşiz. Bundan en ufak bir şüphe duymuyorum." diyerek yatıştır...