Su Cinleri

By denizyolcusu

495K 53.5K 9K

Pasifik sularının derinliklerinde, insanlara görünmeyen, suyun ruhuna sahip yaratıklar yaşardı, bir vakitler... More

Kanlı düğün - 1
Dönüşüm - 2
Hayatı boyayan kalemler - 3
Kötülük illeti - 4
Gümüşi kanatlar - 5
Öfkenin tadı - 6
Zoraki sürgün - 7
Kaçak ve suçlu - 8
Suya fısıldamak - 9
Yerinde olsam - 10
Deniz kızı masalı - 11
Kader çizgisi - 12
Yalanlarla oyalanmak - 14
Farklı bakışlar - 15
Büyük bir hata - 16
Soğuk veda - 17
Genç ve budala - 18
Ölüm şarkısı - 19
Islak bir kağıt - 20
Vatana ihanet - 21
Islık gibi ağlamak - 22
Dipsiz bir çukur - 23
Masum kız - 24
Ben bir katilim - 25
Firar - 26
Tehlikeye giden yollar - 27
Yara izleri - 28
Savaş gemileri - 29
Gerçekler acıtır - 30
Hortlakların nefesi - 31
Uçurum sessizliği - 32
Yokluğu yaşarken - 33
Beyaz kubbe - 34
Seni seviyorum - 35
Final - 36

Haritanın peşinde - 13

13.8K 1.5K 152
By denizyolcusu

Selam dostlar :) Sormak istediğim birkaç soru var. İlki, yeni kapağı beğendiniz mi? İkincisi de bölümleri her gün yayınlıyor olmam, yığılmaya neden oluyor mu? Acaba daha geniş aralıklarla mı yayınlamalıyım diye de düşünüyorum, bir yandan. Fikirlerinizi paylaşırsanız çok mutlu olurum, ayrıca umarım beğeniyorsunuzdur hikayeyi. Teşekkürler şimdiden :)

Bu adam, sevmeyi ömür boyu omuzlarında taşıyacağı bir yük olarak görüyordu. Gerçeği kelimeler dudaklarından dökülür dökülmez anlamıştım. Harflerin üzerine sinen hüzünde, benim suçluluğum vardı. Birine acı çektirmek suçluluğu. Aslında istenmeyen bir sevginin faili olma suçluluğu. Ve her şeyin farkında olduğum halde görmezden gelme suçluluğu.

Parmaklarım boynundaki kolyenin zincirine değdiğinde sırf gerçeklerden kaçabilmek için, 

"Kolye." dedim. Sesim hafifçe titriyordu. Gürültüyle yutkundum. "Kolyeyi sakladığım için kızdın mı?"

Yüzüme bakabilecek şekilde uzaklaştı ve dirseğimden kavrayarak kolumu kolunun üzerinde tuttu. 

"Oturalım mı?" diye sordu, dalgın bir sesle. Başımla evetlediğimde, sık ağaçların arasında ilerleyerek uçuruma doğru yürüdük. Toprak zeminin yerini kayalıklara bıraktığı yerde, alçak kayalardan birine geçip oturduk. Kayanın soğukluğu bacaklarıma değdiğinde belli belirsiz titredim. 

Uçurum ve yıldızlarla dolu gökyüzü; görebildiğimin hepsi buydu. Işıklar uzaklaştığı için etrafı pek fazla seçemiyordum. 

Aras'ın, boynundaki kolyeyi çıkardığını ve parmaklarının arasında tuttuğunu gördüm. 

"Ondan kurtulmayı ben istedim." dedikten sonra kapağı açıp fotoğraflara baktı. "Ama bir kez daha başarısız oldum."

"Kız kardeşin mi?" diye sordum, fotoğraftaki kızı incelerken.

"Evet." dedi, kısık sesle. 

Parmaklarını kolyenin üzerine kapattı. "Bunu benim için saklar mısın?" Yüzünü bana çevirdiğinde, gözlerinden geçip giden karanlığı yakaladım, kısa bir an için.

Elimi açıp ona doğru uzattım. Kolye bütün soğukluğuyla avuçlarıma düştü. 

"Ne zamana dek?" 

"Ben yeniden özgür olana dek."

Kolyeyi parmaklarıma dolayarak sert ve düz kayanın üzerine sırt üstü uzandım. Sırtıma işleyen soğukluğa rağmen artık görüş alanımda yalnızca yıldızlar vardı. Arkamdaki soğukluğun okyanustan geldiğini hayal ederek gözlerimi kapattım. Yanımdaki adam, ayaklarını öne doğru uzatmış, elleriyle kayadan destek alarak beni izliyordu. 

"Özgürlük nedir sence?" 

Kısa bir süre için düşündükten sonra, "Özgürlük, istediğin yerde olabilmektir." dedi.

"Öyleyse ben asla özgürlüğü yakalayamam." dedim, bozuk bir sesle. Gözlerimi açıp yeniden yıldızlara baktım.

"Neden?"

"Çünkü hep, olduğum yerden başka bir yerde olmak istiyorum. Bu kadar doyumsuzken özgür olamam."

İç çekerek yanıma uzandı ve daha fazlasını görmeyi ümit eder gibi gökyüzüne baktı. 

"Şimdi nerede olmak isterdin?"

"Gökyüzünde." dedim, dalgınca. 

Uzayıp giden boşlukta, ormandan gelen baykuşların uğultuları ve uzaklarda dolaşan yarasaların kanat sesleri duyuldu. 

"Aras?"

"Hmmm?"

Uyumak üzereydim, gözlerim kapanıyordu. Yine de düşünüyor, hiç durmadan düşünüyordum...

"Belki de özgürlüğü arayarak hata ediyoruz." dedim, uykulu bir sesle. "Özgürlük, gökyüzündeki yıldızlar gibi, sadece uzaktan izlemek ve umut etmek için var belki de."

Elimi tutup parmaklarını parmaklarımın arasına doladığını hissettim. 

"Eğer öyleyse bir ömrü ziyan ettim demektir." dedi, fısıltıyla.

Uyumadan önce rüzgarın kulaklarıma taşıdığı son cümle buydu.

Karavandaki yatağımda kollarımı kendime sarmış bir halde uyandım. Üstüm açılmıştı, sabah serinliğinde üşümüştüm. Karavan dün sabah olduğu gibi bomboştu. Bu kez yataklar yapılmış, karavan düzenli bırakılmıştı. İkinci gün olmasına rağmen buna alışıyordum, artık içim eskisi kadar burkulmuyordu. Üzerimi değiştirip rahat bir pantolon ve uzun bir gömlek giydim. Çantamın içindeki siyah çorapları gördüğümde, taslak olarak çizdiğim haritayı hatırlayarak kıvrılmış kağıdı dışarı çıkardım. 

Yatağın suntalarına yaslanıp birebir geçirdiğim çizgileri ve işaretleri inceledim. Çarpılardan biri yuvarlak içine alınmıştı ve haritaya göre, kutu şeklinde resmedilmiş bir yapının arkasında - yapının önünde okuyamadığım bir isim yazılıydı - ve Tahn Gölü'nün yakınlarındaydı. 

Aras'ın aldığı botları ince çoraplarımın üzerine giyerken, aklımda dolaşıp duran isteğin önüne geçmeye çalışıyordum. Güvenli olmazdı, evet kesinlikle güvenli değildi. Yine de hiçbir şey yapmadan beklemekten daha kötü de değildi. Her şeyden önce, haritayı yorumlayabilen ve beni çarpılardan birine götürebilecek birine ihtiyacım vardı. Gerisi, akşam düşmeden önce sirke dönmek ve o gün dışarıda olduğuma dair tüm kanıtları ortadan kaldırmakla tamamlanmış olacaktı. Çakıyı ve Kote'un verdiği telefonu, gömleğin üzerine giydiğim kolsuz ceketin ceplerine yerleştirdim.

Karavandan çıkıp dalgın bir yürüyüş tutturdum. Elimdeki kağıt, rüzgarın etkisiyle çırpınıyordu. Kimden yardım isteyebilirdim? Kimden? Aklımdan milyonlarca olasılık geçti. Sonunda hareketlerim durmak üzere olan bir makine gibi ağırlaştı. Zihnimde birinin resmi belirdi. Koşar adımlarla karavana geri dönüp Neil'in verdiği kartı aramaya başladım. Kıyafetlerimin ceplerine, çantamın köşelerine, her yere baktım. Nihayet bulduğumda aradan on beş dakika geçmişti. 

Boğazımı temizleyerek sakinleşmeye çalıştım. Neil'in hala buralarda olma ihtimali düşüktü yine de umutsuz sayılmazdım. Hirona askerlerinden biriyle uluslararası bir suçun peşine düşmek mantıklı değildi, hatta mantıksızlığın daniskasıydı! Öte yandan bir askerle dolaşmak güvenliğimi garanti ederdi. Ne yapmaya çalıştığım konusunda tüyo vermezsem sıkıntı çıkmazdı. Tıpkı diğerlerinin benim üzerimde uyguladığı strateji gibi. Konuşmaktan kaçın ve sadece eşlik etmesini sağla.

Numarayı telefona tuşlarken, her şey yolunda dedim kendi kendime.

Telefon üç kez, uzun uzun çaldıktan sonra açıldı. 

"Efendim?" Ses, uykuluydu. Çekinir gibi olsam da telefonu kapatmak için artık çok geçti.

"Neil." dedim, tereddütle. "Ben Mavi. Hatırladın mı? Hani şu - "

"Hatırladım." Hattın öteki ucunda, kıpırdanmalar ve hışırtılar duyuldu.

"Pekala." dedim, kafamı toparlarken süre kazanabilmek için. "Hala buralarda mısın? Yani ana karada."

"Evet." dedi. "Bir haftalığına karadayım."

"Şey." Öksürdüm. Niye bu kadar gergin hissediyordum? Sanki suç işliyormuş gibi. Yoksa işliyor muydum? "Görüşebilir miyiz, diyecektim? Gitmek istediğim bir yer var ve - "

Tamamen saçmaladığım gerçeğiyle yüzleştiğimde gözlerimi devirdim.

"Konuşmadık farz et." dedim, kısık sesle. Telefonu kapatmak üzereyken,

"Saat kaçta ve nerede?" diye sorduğunu duydum.  

Kısa süren sessizlikten sonra toparlanıp,

"Meydan sirki." dedim. "Ya da Zarafet Kumpanyası. Nasıl anıldığını tam olarak ben de bilmiyorum."

"Sorun değil. Duymuştum sanırım."

"Ne zaman müsaitsin?"

"Bir iki saat içinde orada olurum."

"Tamam." dedim, rahatlayarak. "Teşekkürler."

Telefonu kapattığımda, saçlarımı tokadan kurtarıp başıma saplanan ağrıyı dağıtmaya çalıştım. Her şey yolunda, her şey yolunda. Kendime söyleyebileceğim tek cümle buydu. 

***

Bir saat sonra, sirkin giriş kapısına dayanmış, caddeden geçip giden arabaları izliyordum. Dudak uçuklatacak kadar lüks ve dağılıp yola saçılmasından korkabileceğiniz kadar döküntü arabaları arka arkaya ya da yan yana görebilmeniz mümkündü. Araba egzozlarından ve asfalt yolun üzerindeki tozdan kaynaklanan boğucu bir hava vardı etrafta. Tam önümde parlak siyah renkte güzel bir araba durduğunda bakışlarımı o yöne çevirdim. Arabanın camı ağır ağır aşağı indiğinde, Neil'in kısık gözleriyle güneşe karşı koyarak bana baktığını gördüm. Arabaya yaklaşıp cadde tarafından dolandım ve kapıyı açıp içeri girdim. Gözleri bulunduğum tarafa dönmeden önce, sirkin giriş kapısını ve yüksek duvarları taradı.

"Her şey yolunda mı?" 

"Sanırım sormak istediğin, burada ne işin var?"

Güldü. "Sanırım."

"Uzun hikaye." dedim, koltukta yerleşirken. Araba yeniden hareket edip caddenin sıkışık trafiğine dahil oldu. 

"Komutana o gün başka biriyle gittiğini söylemedim." dedi, öndeki arabayı sollarken. "Can sağlığım için." 

Bakışlarımız arabanın ön tarafında bulunan aynada buluştuğunda, göz kırptı. Sivilken çok daha insancıl görünüyordu. Dış görünüşüyle alakalı çoğu ayrıntının yeni farkına varıyordum. Kızıla çalan saçları ve kahverengi gözleri vardı. Saçları, asker üniformasının içinde olduğu zamankinin aksine dağınık duruyordu. Geniş bir tişört ve tıpkı benim gibi rahat bir pantolon giymişti. 

"İyi yapmışsın." dedim, gözlerimi yola çevirip düşüncelerimin istikametini Kote'a yönlendirirken. Ayrıldığımızdan beri bir kez bile aramamıştı. 

"Numaramı verirken arayacağını hiç düşünmemiştim. Yüzümü bir kez daha görmek istemiyormuş gibi bir havan vardı."

"Aslına bakarsan öyleydi." dedim, dürüst davranarak. Hemen ardından, çaresizlik ve yaptırdıkları, diye düşündüm. Ses tonum bu düşünceyi yansıtmış mıydı bilmiyorum ama sözlerimin başka herhangi bir soruyu kaldırmayacak kadar kesin çıktığı kanısındaydım. Nitekim birkaç dakika sonra konuyu değiştirerek,

"Gitmek istediğim bir yer var demiştin." dedi.

Cebime sıkıştırdığım kağıt parçasını çıkarıp düzleştirdim ve tereddütle de olsa Neil'e doğru uzattım. İşaret parmağımla, yuvarlak içine alınmış çarpıyı gösterdim. Bakışlarını kısa bir süre için yoldan çekip kağıda baktı.

"Buraya gitmek istiyorum." 

Kaşlarını çatarak gösterdiğim noktayı inceledi. 

"Meclis binasının yakınlarında." dedi, kısık sesle. Bakışlarında, ilk karşılaştığımız günkü bakışlarına benzer şüpheli bir tını belirdi.

Durdum ve ona doğru dönerek derin bir nefes aldım. Bu hareketim karşısında, arabayı sağa çekip yol kenarında durdurdu. Yüzüme merakla ve biraz da beklentiyle baktı. Kısa süren sessizlikten sonra, 

"Neyin içinde olduğum konusunda hiçbir fikrim yok." dedim, samimiyetle. "Söz veriyorum, eğer yanlış yöne saptığımı fark edersem arkama bakmadan geri dönerim. Sadece tek istediğim o zamana dek soru sorma."

Kararsız bir tavırla kağıdı katlayarak eski yerine yerleştirdim. Diğer elim arabanın kapısındaydı. Karşı çıkacağını, her ne yapıyorsam bilmekte ısrar edeceğini tahmin ediyordum. Eğer öyle olursa karavana geri dönecek ve devam etmek için başka bir yol arayacaktım.

"Meclis binasının yakınlarında acayip pizzalar yapan acayip bir lokanta var." dedi, canlı bir sesle. "Okyanusa dönmeden önce gitmek istiyordum. Karşılaştığımız iyi oldu."

Yüzündeki şüpheli ifadeyi ya saklamış ya da yok etmişti. Her halükarda, söylediklerine minnet duymuştum. Gülümsedim.

Araba yeniden hareket ettiğinde, başımı cama yaslayarak, akıp giden yolu izledim. Yanlış bir yöne saparsam, bunun farkına varıp varmayacağım konusundaki şüphelerimi umarsızca gidermeye çalışıyordum.

Yolculuk yarım saatten daha uzun sürmedi. Arabayı park ettiğimiz yer, Tahn Gölü olduğunu tahmin ettiğim, üzerinden geniş bir köprü geçen ve etrafa pis bir koku yayan, rengi kahverengiye kaçmış bir gölün hemen yanıydı. Kapıyı açıp, pis koku yüzünden burnumu kırıştırmamaya çalışarak dışarı çıktım. 

"Acıkmışsındır. Sormadım ama pizza sever miydin?"

Daha önce hiç yemediğim gibi nasıl göründüğü konusunda da bir fikrim yoktu. Omuzlarımı silktim.

"Ne olsa yerim."

Burnum gölün kokusuna az da olsa alışmıştı. Etrafa baktığımda, uzaklardaki devasa binayı görebiliyordum. Meclis binası o olmalıydı. Neil'in bahsettiği lokanta, gölden nispeten uzak ve meclis binasına da yakın sayılırdı. Sarmaşıkların arasında, doğal taşlarla döşeli, yüksek ve şirin bir yerdi.

Asansöre binip en üst kata çıktık. Camlarla çevrili ferah salonda, oturduğumuz masadan, meclis binasını ve gölü tepeden izleyebiliyordum.

Lokantaya ait spesiyal pizzalardan sipariş ettikten sonra dirseğimi masaya bırakarak yumruğumu başıma yasladım. Meclis binasının arkasında görülen çarpı işaretine vardığımda ne bulacağımı az çok tahmin ediyordum. Sorun, bütün bu yaptıklarımın sebebine emin olamamamdı.

"Çıkar ağzındaki baklayı." dedi, arkasına yaslanırken. Somurttuğumun henüz farkına varıyordum.

"Hiç." dedim, otomatik olarak.

"Beni herhangi biri olarak düşünebilirsin." dedi, belli belirsiz bir tebessümle. "Bir askerden önce yalnızca bir insan olarak."

İster istemez güldüm. Bir kaçaktan önce bir kadın olarak. Söylediklerimi unutmamıştı.

"Bir ülkeyi..." dedim, ciddileşerek. Vazgeçecek gibi olduysam da devam ettim. "Savaş dışı bırakmak için ne yapmak gerekir?"

Kollarını kavuşturup, oturduğu sandalyeyi ileri geri sallayarak düşündü. Sandalyenin ayakları yere her değişinde tok bir ses çıkarıyordu. Tak. Tak. Tak. Üçüncü takta,

"Tek bir yolu yok." dedi, düşünceli bir sesle. "Ekonomik açıdan yıpratarak. Siyasi açıdan. Psikolojik açıdan. Günümüz şartlarında zor olsa bile sadece fiziksel açıdan. Aynı anda birçok açıdan yıpratmayı başarırsan, zaten iş bitmiş demektir."

"Fiziksel açıdan yıpratmak neden zor olsun ki?"

"Savunma sistemi çok fazla gelişti. Artık bir ülkeyi havadan bombalamak ya da silahla taramak neredeyse imkansız."

Önüme konulan pizza tabağına iştahım kaçmış bir halde baktıktan sonra, bardaktaki suyu tek dikişte içtim. 

Masadan aniden kalktım. Dilim damağım kurumuştu. Neil'in önündeki bardağı da alıp içindeki suyu kafama diktim. 

"Bugün için çok teşekkürler." dedim, hızlıca. 

"Yemeyecek misin?"

O da ayağa kalkmış, ansızın değişen ruh halimle nasıl baş etmesi gerektiği konusunda kararsızlık yaşıyordu.

Başımı hayır anlamında iki yana salladım. "İştahım yoktu zaten. Tekrar sağ ol. Sonra görüşürüz."

Koşar adımlarla salonun çıkış kapısına doğru yöneldim. Merdivenleri hızla inerken aklımdan ne geçtiğini hatırlamıyorum. Az kalsın düşüyordum, tam zamanında toparlanıp birden fazla basamak atlayarak düşmekten kurtuldum. Açık havaya çıktığımda, göl boyunca koşmaya başladım. Meclis binasının devasa siluetini görebiliyordum. Ne var ki düşündüğümden daha erken yorularak yürümeye başladım. 

Kurumuş dudaklarımı yaladıktan sonra cebimden haritayı çıkardım ve gözlerime dokunan güneşi ellerimle perdeleyerek kağıdı inceledim. 

Meclis binasının lüks arabalarla ve şehrin yırtık pırtık kıyafetlerle dolaşan biçarelerinden sonra balo resmiyeti veren şık giyimli insanlarla dolu ön bahçesini geçip arka tarafa dolandım. Sık ve yeşil ağaçların ve yapay nehirlerin arasında ilerleyerek ilerisi caddeye bağlanan orman yoluna yöneldim.

Öte yandan sık sık haritayı kontrol ediyor ve çarpı şeklindeki işaretin nereye tekabül ettiğini hesaplamaya çalışıyordum.

Ormanın caddeden uzak sınırlarında, saç diplerim terden ıslanacak kadar uzun bir süre dolaştım. Nihayetinde çınar ağaçlarından birinin önünde durdum. 

Ağacın gövdesinde doğal bir oyuk vardı. Yere eğilirken nefes nefese olduğumu fark ettim. Parmaklarımı oyuktan geçirip içi çam kozalakları, başka ağaçların kurumuş yaprakları ve ölmüş böceklerle dolu olan yığına dokundum. En ufak bir tiksinti duymadan yığını iki yana savurarak parmaklarıma dokunan sert cismi açıkta bıraktım. Oyuğun içi karanlıktı. Ne var ki kanatların gümüşi parıltısını görebiliyordum. Yorgun bir halde geri düşüp kendini ağaçların gökyüzüne izin verdiği kadarıyla gösterebilen maviliğe baktım.

Susuzluğum gittikçe artıyordu. 

"Kahretsin." dedim, kısık sesle. Kolumu yüzüme dayayarak güneşle arama set çektim.

Kağıttaki diğer çarpıları ve oluşturdukları daire şeklini düşündüm. Aklım, okyanusun derinliklerindeki daireye ve gümüşi kanatlara savruldu.

Kolumu yüzümden çekip dalgın bir tavırla doğruldum.

Gülmek ve ağlamak arasında bir yol varsa tam o yoldaydım. Aklımdan şimşek hızıyla kelimeler, cümleler, bakışlar, sesler geçiyordu.

Sistemi kurduğun iki uzak nokta arasında, enerjiyi saniyelik bir farkla yansıtabiliyorsun.

Ayağa kalkıp, sendeleyerek ve tökezleyerek, ağaçların arasında yürümeye başladım.

Yani ürettiğin anda, enerji çok daha uzak bir noktaya bir nevi ışınlanıyor.

Yutkunmaya çalıştım. İçimde yakıp kurutan bir alev yanıyordu. Gömleğimin üst düğmelerini açıp yakamı çekiştirdim. Tenim yapış yapıştı.

Volkanik alanların tespiti için okyanus dalışlarına katılacaksın.

Sistemi bozacak her türlü dış etkiye karşı önlem alıyorlardı diye düşündüm, uyuşmuş vaziyette.

İnsanlara ait dünya sıkıntılı bir dönemden geçiyor. Savaş kapıya dayandı.

Boncuk boncuk terliyordum. Hava nefes alamayacağım kadar sıcaktı. Ağzımdan hoş olmayan bir inilti çıktı.

Savunma sistemi çok fazla gelişti. Artık bir ülkeyi havadan bombalamak ya da silahla taramak neredeyse imkansız.

Yeniden toprak zemine düşüp, ayaklarımı karnıma çekerek kıvrıldım.

"Havadan bombalamak imkansız." dedim, hırıltılı bir sesle. Aklını yitirenlere özgü boşluğa düşmek üzereydim. "Ama karadan yansıtarak imkansız değil."












Continue Reading

You'll Also Like

297K 25.9K 46
Astsubay Kıdemli Başcavuş Tuğra Duman, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin seçkin bir birimi olan Pençe timinin yardımcı komutanıdır. Görev, sınır ötesindeki...
33.8K 436 23
Zehra ile yolları ayrılan Emir, kendini kabus gibi bir ortamda bulur. Acımasız kadınların elinde oyuncağa döner ve tek isteği bu kabustan uyanıp eski...
824K 2.7K 1
Ayağıma büyük gelmiş ayakkabılara huysuzca baktım. "Ya bunlar bana olmadı!" "Prenses sen olmadığın içindir." "Ya da sen prens olmadığın içindir, ayı!"
61.4K 1.8K 79
İşini ailesi gibi gören bi psikolog ve sinirlenince kimseyi tanımayan mafya aşka inanmayan adama aşkı öğreten kadın💖 Ateş ❤️ Ezgi