TEHLİKELİ MADDELER

Od vaenoctis

20.5K 1.9K 2.1K

ཐིཋྀ Více

1. ASLANLAR AÇIKTA UYURLAR

20.5K 1.9K 2.2K
Od vaenoctis


TEHLİKELİ MADDELER

ཐིཋྀ


Derler ki evrendeki her parçacığın bir antiparçacığı vardır, bu iki parçacık karşılaşır ve çarpışırsa birbirlerini yok ederler.

ཐིཋྀ


Benjamin Wallfisch, Magneficent Isn't It?


1. ASLANLAR AÇIKTA UYURLAR



Sevgili annem. Tu sei il mio per sempre.* Bu gece birini öldüreceğim.

Çocukların aldığı intikamlar cennet katında günah sayılmaz, derler; bir seksek çizip tebeşirle, salıncak sırası beklemeden ve sobelemek nedir yaşında öğrenmeden geçirdiğin kış artık lanetindir sen büyürken.

Gökyüzüne bak. Bulutların arasından güneş göz kırpmayacak. Yemeğini bitir. Yatağına girdiğinde iyi geceler ninnisini kulağına canavarlar fısıldayacak. Bir bardak süt mü ekşitir mideni yoksa içersen önünde sonunda sıkışacağın dört duvar arasında olmanın hayali mi?

Canavarlar takım elbiseler giyerler ve saygın aile masalarında akşam yemeklerine katılırlar. Birinin gözünün ferini çaldıkları gece sevdiklerine sarılıp uyurlar ve sabah olduğunda sanki günahlarından temizlenebilecekmiş gibi uzun duşlar alırlar. Güvende tutmak istediklerini söyledikleri aile bireylerini tehlikelerden değil, kendi egolarını incinmekten korurlar; el sıkıştıkları adamları bir gece yarısı yolda pusuya düşürür ve ertesi gün cenazelerinde dua okurlar.

Sevgili annem. Sen benim sonsuzumsun. Tanrı anlattığın kadar iyiyse, beni değil yanına göndereceğim canavarı cehenneminde yakar; ama şayet o kör yangın beni de isterse, en azından gururla gözlerinin içine bakabileceğim seni izlerken alevler içinde.

"O elbiseyi nereden buldun?"

Vakıf yemeğinin henüz birinci saatinde, mide bulantımı daha fazla bastıramayarak kendimi tuvalet kabinlerinden birine attığımda üvey kardeşimin içeride makyaj tazelediğini bilmiyordum; iyi ki öğürmelerimi duymamıştı çünkü o zaman hamile olduğuma dair bir dedikodu uydurur ve babamın bana utanç verici testler yaptırmasına sebep olurdu.

Ufak çantamı koluma takıp hemen yanımdaki Parıl'ı duymazdan gelerek ellerimi yıkamaya koyuldum. "Ben diktim."

"Uydurma," dedi dalga geçercesine gülerek, elindeki kırmızı ruju dudağına kaç kat sürmüştü bilmiyordum ama çatlamış beton gibi görünüyordu artık. "Parayı nereden buldun? Instagram takipçilerine mi dilendin Iban atıp?"

Peçeteyi neredeyse isyan eder bir tavırla çekip aldım makineden, ardından ellerimi kurularken doğruca aynadan Parıl'a baktım. Sıkıcı, siyah bir Chanel takımı giyiyordu, muhtemelen üvey annem Asya ona avrupa gezilerinden birinde almıştı çünkü kızını kendisi gibi eski tarz giydirmeye bayılıyordu. Eğer dalgalı saçlarını düzleştirip sımsıkı bir atkuyruğu yapsaydı ve ceketi altında etek olmadan kısa, siyah bir şortla giyseydi harika görünürdü ama tarz denen şeye her insan sahip olmuyordu.

"Kumaşı pazardan aldım. Dikmek için okulun atölyelerindeki dikiş makinelerini kullandım. Ayakkabılarım ödünç. Çanta ikinci el. Başka soru?" Peçeteyi çöp kutusuna atarken adımlarım kapıdan çıkıp ana salona gitmemek için resmen oyalanıyordu.

Parıl dudaklarını birleştirerek beni şöyle bir baştan aşağı süzdü. Üzerimde bej, saten, derin yırtmaçlı basit bir elbise vardı ve saçlarımı dalgalandırıp hafif bir makyaj yapmıştım sadece. Ayakkabılarım altın rengi, ince bantlıydı; Defne ödünç vermişti. Çantamı da komik bir fiyata ikinci el mağazasından almıştım.

Neden mi ülkenin en zengin ailelerinden birinin başındaki adamın kızı olarak fakirlikle boğuşuyorum? Çünkü yeterince param olursa kaçacağımdan korkuyorlar, bu yüzden bir kredi kartım bile yok; ama bunu insanlar anlamamalı, çünkü bir Adelardi komik duruma düşerse tüm aile aşağılanmış sayılır.

Parıl'ın böyle dertleri yoktu tabii. Son model arabasıyla tüm salak arkadaşlarını toplayıp caddelerce dolanıyor ve banka hesabını patlatacak alışverişler yapıyordu. Annesi cabası.

"İyi. Ucuz görünüyor zaten," diye söylendi Parıl, YSL rujunun kapağını kapatıp çantasına attıktan sonra tuvaletten çıkarken.

Avuçlarımı lavabo mermerine yasladım ve derin nefesler aldım. İyi hissetmiyordum ama içeri dönmem gerekiyordu, eğer ortalıkta görünmezsem dikkat çekerdi. İyi bir oyunculuk da sergilemeliydim üstelik. Üzülmüş gibi yapmalıydım mesela. Ağlamalıydım belki de. Hayır. Bekle. Buna kimse inanmazdı, bu daha da dikkat çekerdi— daha önce yalnızca sınırlarım zorlandığında, sinirden gözyaşı akıttığım olmuştu ve hiçbiri acıdan değildi. Ellilerindeki, oldukça şişman ve ağzı kokan bir adamın ölümüne ağlayacak değildim. Hele de elleri bu kadar kirliyken.

Ana salona giden koridora girdiğimde insanların kendi aralarındaki fısıldaşmaları görmezden gelinemeyecek kadar dikkat çekici boyutlardaydı, keza kalabalığın içine girdiğimde ben de meraktan genç bir kümeye yaklaşırken buldum kendimi.

"Birbirlerini vurmasalar bari—," diye konuştu genç bir çocuk. Oldukça feminen görünüyordu ve her ne kadar reşit olduğunu düşünmesem de elinde şampanya bardağı vardı.

"—neden gelmiş?"

"Kim gelmiş?" diyerek atladım direkt ortaya, kıvırcık saçlı ve oldukça göz alan turunculukta bir elbise giymiş genç kız başını arkadaşından çevirip önce bir sen kimsin? gibisinden baktı, ardından kim olduğumu önemsiz bir detay olarak görmüş olacak ki cevap verdi.

"Tayga Vasilyev."

"Nerede?" Bir şekilde Parıl'ın gruba kendini dâhil edişini izledim, grubu ittirerek çatık kaşlarla cevap veren kızları izledi gözleri. "Hani? Nerede?"

"Aa, tanıyorum seni," dedi feminen çocuk, şampanyasından bir yudum alırken. Sanırım elma suyu içiyordu. "Sen şey değil misin? Dante Adelardi'nin kızı?"

"Evet!" dedi Parıl gözleri parlayarak, tanınmak hoşuna gidiyordu. "Sare?" diye devam etti ardından elma suyunu şampanya bardağında içen çocuk, Parıl'ın yüzü anında düşerken kızlardan biri çocuğun eline vurdu ve "Hayır salak, o popüler olan," diye fısıldadı kısık bir sesle. "Şunun tipine bir bak."

Bir zorbanın zorbalığa maruz kaldığını görmek, hele de geçmişte düzenli olarak canını sıktığı kişi sizseniz inanılmaz bir keyif vermesini beklerdiniz ama apaçık aşağılanmanın hiçbir kabul edilir yanı yoktu. Kime karşı olursa olsun, yalnızca rahatsızlık veriyordu.

"Hee, hatırladıım! Diğeri," dedi çocuk bu sefer, kocaman bir sırıtışla ve işaret parmağını kaldırarak Parıl'a döndü. "Piril!"

"Geri zekâlı," diye homurdandı Parıl gözlerini devirip, sakin kalmaya çalışırken. Ardından doğrulduğu gibi gözlerini kalabalığa çevirdi ve heyecanlı adımlarıyla kaybolmadan hemen önce tavrını ortaya koydu. "Dua et şu an seninle uğraşamam çünkü ilgilenmem gereken çok daha önemli bir misafirim var."

Feminen çocuk, kıvırcık saçlı kız ve arkadaşlarıyla göz göze geldim o an. "Parıl çirkin veya tipsiz değil bu arada, sadece makyaj yapmayı bilmiyor ve çok fazla şeker tüketiyor."

Birçok göz tarafından aynı anda, baştan aşağı süzüldüğümü hissettim. "O zaman... Sare sensin?" diye sordu kıvırcık saçlı esmer kız, benim yaşlarımda görünüyordu. Başımı salladım. "Her neyse," diye homurdanarak önüne döndü ve arkadaşlarıyla kapalı bir sohbete daldı o an, Vasilyevler hakkında. Şımarık çocuklar ve aşağılayıcı bakışları.

Tayga Vasilyev. Adı bile insanın damağında acı bir tat bırakıyordu. Yirmi iki yaşında, Rusya'nın yarısına sahip korkunç bir ailenin tek erkek vârisi. Mezunu olduğu okulda okuduğum yıllar boyunca ismi koridorlarda ve kapalı kapılar ardında duyulan ama internette tek bir fotoğrafına dahî rastlanılamayan çünkü paylaşıldığı an kaldırılan, yalnızca mezun olduğu senenin yıllığında bir kep pozu olan çocuk.

Dedesi ve amcası öldükten sonra büyük bir soğukkanlılıkla aile işlerini devralan ve son sürat miraslarını genişletmeye devam eden babası kadar acımasız ve soğukkanlı olduğunu söylüyorlar. Bense biliyorum.

Bir çift kara deliği andıran mavi gözleri, ince kemerli bir burnu, bir ressamın elinden çıkmış olabilecek kadar oranlı görünen belirgin bir sus çizgisi ve dudakları, kalın bir boynu ve görmezden gelinmesi imkânsız âdem elmasına iltifat eden kemikli bir çene hattı var. Tanrı canavarları yaratırken güzelliklerini abartırmış, zayıf kulları fazla direnmesin diye; göz alıcı ve çekici olurlarmış, kurbanlarını avlamalarına gerek kalmazmış böylece.

İsminin anlamı ise kısaca; potansiyel bir katil, düzenbaz, dolandırıcı, aile düşmanı ve dünya üzerindeki bütün aklı başında kadınları yoldan çıkarmak için gelen şeytanın çırağı.

Ninemin cenazesindeydi. Haftalar önce. Adamları geride dururken, babası Akel Vasilyev ile birlikte ön safta durmuştu kilisede ve bilinen dolu takvimlerinin aksine, tören bitene kadar da bir yere ayrılmamışlardı. Şiş gözlerimle görebildiğim kadarıyla, en azından. O zaman da sorgulamıştım neden geldiklerini ama üzerinde pek fazla düşünmeye vaktim olmamıştı.

Kalabalığın içinde, kafam oldukça karışmış bir şekilde yabancı ve tanıdık yüzlerle göz göze gelirken bir anda üvey annemin aceleci adımlarla üst katın merdivenlerini indiğini gördüğümde kaşlarımı çattım. Saat henüz gece yarısı olmamıştı, bu yüzden planım gerçekleşmiş değildi; o zaman bu kadının acelesi niyeydi?

Aceleci adımları merdivenleri iner inmez, şaşkın bakışlarının dikkatlice salonu tarıyor olduğunu gördüm; aynı anda telefonunda bir şey arıyordu. Saniyeler sonra cep telefonum çalmaya başladığında beni arıyor olduğunu fark ettim ve aramayı sonlandırıp yanına yürüdüm. "Ne oluyor?"

"Neredesin sen?! Çabuk, baban seni çağırıyor!" dedi nefes nefese, beni kollarımdan çekip merdivenlerden yukarı ittirirken.

"Neden?" Şaşkınca durmaya çalıştım üçüncü basamakta, kalbim dört nala koşuyordu gerginlikten çünkü o odada olmam için hiçbir sebep yoktu. Babam ve ortakları orada büyük işler konuşacaklardı bu gece, o iğrenç herifin ülkeye döndüğü akşamdı bu akşam; tek şansımdı intikam almak için.

"Ne bileyim ben neden?! Çabuk çık yukarı daha fazla bekletme adamları!" Belimden ittirdi birkaç adım yukarı çıkıp, bir yandan da üzerimizde gözler var mı diye etrafı izliyor ve sorun yokmuşçasına gülümsemeye çalışıyordu sıktığı dişlerinin arasından. "Sakın saçma sapan bir hareket yapayım deme, rezil edersin bizi," diye fısıldadı omzuma doğru, ardından gözleriyle yukarıyı işaret etti ve uzaktan adını seslenen bir akrabanın yanına yürümeye başladı yaklaşık 20 cm'lik topuklularıyla.

Boğazımı temizledim ve elim göğsümde, elbisemin eteklerini toplayarak yavaş yavaş çıktım merdivenleri. Sakin ol. Sakin ol. Sakin ol. Bilmelerine imkân yok. Plan mükemmel. Başka bir şey olmalı. Başka bir mesele.

Ama ne mantığım başka bir neden bulabiliyordu ne de kalbim yavaşlamak nedir biliyordu. Heyecanlandığım ve gergin hissettiğim zamanlarda ne yapıyorsam onu yaptım ben de; üst kattaki toplantı odasının kapısına doğru yürüdüm emin adımlarla ve kapıdaki korumalar beni tanır tanımaz çift kanatlı kapıları açarken başım dik bir şekilde yürüdüm.

Bir şeyi yapmaktan korkuyorsan, gözün kapalı yap. Bırak kendini, kıyametse tam orta yerine. Gerisi gelir.

Deri koltukların, duvar boyunca uzanan değerli kitaplar koleksiyonununun, devasa bir antika piyano ve boğaza açılan geniş pencereleri kapatan işlemeli perdelerin olduğu salonda plaktan eski İtalyan şarkıları çalıyordu ve odadakiler ellerinde içkileri ile küçük gruplar hâlinde sohbet ediyorlardı. Garsonlar harici pencere kenarlarında da olası bir tehlikeye karşı korumalar vardı.

Kapıdan girdiğim an, içerideki görmezden gelinmesi güç derecede düşük kadın sayısı ve genç olmam sebebiyle tüm bakışların odak noktası oldum; benim odaklandığım tek masa ise, etrafında toplanmış sanki asırlık düşman değillermiş gibi sohbet eden babam, Akel Vasilyev ve oğluydu. Tayga Vasilyev.

Hastalığı sebebiyle tekerlekli sandalyede oturan Dante Adelardi, bugün kızına kızı olduğunu kabul edercesine bakıyordu; genelde yalnızca Parıl'la ilgilenirdi ve ben görmezden gelinirdim bu yüzden bu odaya çağırılmak benim için korkunçtu. Beni öylece iş yaptığı insanlara göstermek istiyor olamazdı, bir amacı olmalıydı bunun altında yatan.

Akel Vasilyev'in birkaç saniyeliğine beni, sokakta gördüğü ortalama bir yabancıymışım gibi bir sıkıcılıkla süzüp önüne dönüşünün ardından Tayga ile göz göze geldiğimizde içimde bir şeylerin kıyılmasına engel olamadım. Onu çocuk yaştayken gördüğümde ne kadar korktuysam, on dokuz yaşımda da öyle korkuyordum ama tek bir fark vardı; bana bir şey yapamayacağını biliyordum ve korkumun yüzümden okunmasına izin vermiyordum artık. Hiçbir duygum yüzeye çıkamıyordu kuyunun dibinden.

Hayatta kalmak için bu aileye doğduğumdan, yapmam gereken bir fedakârlıktı bu. Fazla arkadaş edinemezdim, fazla konuşamazdım kendim hakkında insanlarla; kimseyi eve davet edemezdim ve okul gezilerine katılamazdım. Heyecanla başladığım at biniciliğine bile ara vermek zorunda kalmıştım çünkü okul her ne kadar beni yurtdışına göndermek istese de babam karşı çıkmış ve seyahat gerektirecek herhangi bir kulüpte aktif olmamı yasaklamıştı.

Neredeyse ağlayacaktım, yanlarına doğru yürürken babamın ağzından "La mia bellissima figlia," hitabını duyduğumda. Benim güzel kızım. Dizlerimin üzerine çökmek, annemin yaşadıklarının hesabını sormak ve kızı falan olmadığımı çünkü bir kez olsun bana babalık yaptığını hatırlamadığımı, onun yerine beni bir masal prensesiymişim gibi kalesine hapsettiğini ve resmen kuru ekmekle beslediğini haykırmak istiyordum ama tek yaptığım eğilip yanaklarından öpmek oldu çünkü büyüklerimizi böyle selamlardık. "Yeni iş ortağımız Akel Vasiliev ve oğlu ile tanışmanı istiyorum."

Dik durdum babamın yanında, hemen karşımdaki iki zehirli yılan arasında samimiyetsiz bakışlarımı dokurken. "Memnun oldum, ben Sare," diye mırıldandım Akel'e elimi uzatırken. Elimi tuttu ve nazik bir hareketle sıktıktan sonra "Memnun oldum Sare," dedi bırakırken.

Kırklarının ortasında, yaşından daha genç gösteren, oldukça uzun boylu ve fit bir adamdı. Saçları beyazlamaya başlamıştı ama çoğu insanın aksine beyazlayan saçları onun diğer fiziksel özellikleriyle uyum içinde görünüyordu, birlikte adamı daha genç göstermek için çabalıyorlardı sanki. Ne yiyordu? Pasifik denizinden çıkan nadir balıklarla mı besleniyordu her akşam?

Elimi hemen yanında dikilen, siyah ceketi ve ilk düğmesi açık beyaz gömleğiyle bir kez daha sektöre kravat takmayı reddettiğini orta parmak çeker gibi gösteren oğluna uzattığımda; bakışlarım topuklularımla ancak göğsünü gelen göz hizamdan, yüzüne çıkarken tembellik ettiler.

Uzun zamandır ilk defa, ona bu kadar yakın duruyordum ve yüzünün ne kadar büyüleyici bir güzelliği olduğunu unutmuştum; profesyonel kameraların yakalayamayacağı bir cazibesi vardı. Rus kanı. Siyah gibi görünen ama yalnızca gün ışığında maviliği ortaya çıkan gözleri, ensemdeki tüyleri diken diken ediyordu. Sadece elimi sık ve memnun olduğunu söyle.

Tayga elimi sıktı fakat tek bir kelime duyamadım ağzından. Sesinin nasıl olduğunu merak ettim aniden. Görünüşü gibi güzel ve kadife miydi yoksa kalın ve maskülen mi? Ne vardı bana memnun olduğunu söylese, ya da bir kelime etse?

Sesinden dünyayı mahrum etmeye yemin etmiş gibi, Akel ve babam sevkiyatlardan konuşmaya başladıklarında onlara katılmadı fakat dikkatini de sohbetlerinden çekmedi. Bir an olsun, bir an olsun üzerime değmedi bir daha gözleri; halbuki ben belim ağrıyacak şekilde dik durmaya çalışmış ve gözlerim Akel-babam-o üçgeninde mekik dokurken onun sırasının gelmesini garip bir hevesle beklemiştim.

Defne bir keresinde, regl olmaya yakın kadınların temas isteğinin arttığını; hatta çoğu kadının çocuk yapmak istediğini veya bir çocuk yapma kararını bu dönemde verdiğini söylemişti. Uzun zaman sonra çekici bir erkek görmek hormonlarımı dürtmüş olmalıydı, kim olduğundan bağımsız bir şekilde.

Bir yeni mesaj.

Titreyen telefonumu çantamın içinden çıkarmadan okudum mesajı. Beyefendi sipariş verdi sonunda.

Dikkatimin ne kadar çabuk dağılabildiğini hatırlamam uzun sürmedi. Babamdan gizli biriktirdiğim tüm parayı kaçış bileti ve konaklayacağı yer için ayırdığım garson çocuk, attığı mesajdan dakikalar sonra odaya elindeki içki tepsisiyle girdiğinde gözlerim odanın diğer ucundaki yaşlı pisliği aradı; onu kendi yaşlarında, uyuşturucu baronunun başında olduğu bilinen bir kadınla sohbet ederken yakaladığımda tırnaklarımı avuç içlerime bastırıyor ve kendime sakin olmamı öğütlüyordum yoksa kalp krizinden ölüp giden ben olacaktım bu odada.

Garson çocuk beni gördü fakat tamamen görmezden geldi, dikkatleri üzerine çekmemek adına. Ardından doğruca arkaya ilerledi.

Önüme döndüm ve boğazımı temizledim. Parmaklarımdaki yüzüklerden birini gergince çevirdiğim sırada başımı kaldırdığım an yakalandığım bulanık mavi gözler, kalp atışlarımı tamamen durdururken aldığım nefes soluk borumda resmen asılı kaldı. Tek bir ifade dahî barındırmadığından ne hissettiğini veya düşündüğünü bilmiyordum ama biliyor olamazdı. Mümkün değildi.

Aramızda yalnızca bir adımlık mesafe vardı. Gözlerini çekmiyordu, ben hiç çekmeyecektim. Bilmiyorsun. Bilmiyorsun. Hiçbir şey bildiğin yok.

"Ben içecek bir şey alacağım," dediği an suratımdaki ifade gevşedi, anlamsızca etrafa baktım; Tayga'nın boğuk sesini hiç beklemediğim bir an duymak, vücudumda şok etkisi yaratırken Akel Vasilyev veya babam sohbetlerine devam ediyorlardı.

Hemen yanımızda, alnından soğuk terler damlayan garson ise bir saat sonra Kamboçya'ya uçağı olan garson çocuktan başkası değildi. "E-efendim?"

Ve tepsisinde iki bardak şampanyanın yanında duran buzla şoklanmış bardağın içindeki sarı sıvı ise, viski; muhtemelen Macallan. İhtiyarın en sevdiğinden.

Başımı viski bardağından kaldırır kaldırmaz garson çocuğun gözlerinden anladım; ihtiyar içkisini almamıştı. Her zaman kendi içkisini yanında getirip servis istediğinden, servis istediği üzere içkisini almayabileceği ihtimalini hiçbir zaman göz önünde bulundurmayan ben; o an, gözlerimin önünde, Vasilyev vârisinin uzun ve maskülen parmaklarının viski bardağını sarışını izledim.

Kahretsin.

Aptal. Rus. Salak. Siz sadece votka içmez miydiniz?!

O an büyük bir hata yaptım. Çenemi tutamayarak, mantık süzgecinden geçirmediğim kelimeler döküldü ağzımdan aceleyle, garson kendini can havliyle salondan dışarı atarken. "Rusya'dan gelen inanılmaz lezzetli votkalarımız varken serviste, viski içmek istemezsin."

Tayga henüz viskiden bir yudum almamıştı, elinde tutuyordu. "Gerek yok, ağzımı ıslatsam yeter," dedi tok bir sesle önüne dönerek. Beyefendi ağzını viskiyle ıslatmayı tercih ediyordu, su ile bile değil.

"Hakaret sayarım. Bir İtalyanın mutfağından votka içmemeni, yani," diye devam ettim gerginliğimi saklamaya çalışarak fakat bu durum biraz daha sürerse, saten elbisem terimle ıslanacağa benziyordu. Bir an önce elindeki içki bardağından kurtulmalıydım. Her yol mübâhtı.

Vasilyev vârisi bu odada ölürse savaş çıkardı.

Tayga bana baktı. Uzunca bir süre, samimiyetsiz tavrımı yüzümde asılı bırakacak kadar uzunca bir süre gözlerimin içine baktıktan sonra bakışlarını elindeki viski bardağına çevirdi ve ardından gözünü bile kırpmadan siyanürlü viski bardağını dudaklarına doğru götürdü.

Kendimi üzerine nasıl attım hatırlamıyorum bile.

Ayağımı, babamın sandalyesine dolayarak dengemi kaybetmiş görüntüsü vermeye çalıştım ama bir aptal bile attığım adımın mantıksız olduğunu anlardı; elimle, dudaklarına yükselen bardağa çarparak bardağın yere uçmasını sağladığım an derin bir nefes alabildim yalnızca ve kollarıma sarılan, avuçları sıcacık ellerle ayakta kalabildim.

Başım yere doğru, bedenim tamamen Tayga Vasilyev'e yaslı bir şekilde az önceki hareketime anlam vermeye çalışırken Tayga beni kollarımdan tutarak doğrulttu. Etraf sessizleşmişti, babalarımız sohbeti kesmişti ve herkesin gözleri üzerimize çevrilmişti; Tayga'nın gömleği viskiyle ıslanmıştı ve benim saten elbisemin üzerinde de lekeler vardı.

Satenden bu leke çıkmazdı. Elbisem çöp olmuştu. Vasilyev vârisini hayatta tutmak için ödenen, küçük bir bedel.

Hem de küçücük.

"Sare," dediğini duydum babamın, rezilliğim karşısında çıkan ateş kulaklarıma kadar yükselirken. "Derhâl çık ve temizlen."

Aslında şey demek istemişti: Rezilliğinin bedelini daha sonra ödeyeceksin.

Yutkundum. Babamın yüzüne bakamadım bile, bakışlarımı odadaki insanlara çevirdim ve ardından başımı kaldırıp Tayga Vasilyev'e baktım; hiç şaşırmamış, kınamayan, genel olarak herhangi bir fikir veya his barındırmayan bir ifadeyle bakıyordu bana. Ne düşündüğünü bilemiyordunuz. Nefret ediyordum belirsizlikten.

Tanışalı on dakika olmuştu ama hem tavırlarıyla canımı sıkmayı başarmıştı, hem de başımı belaya sokmuştu.

Benim bu odada ne işim vardı ki zaten?

Ama o zaman, garson çocuk yine hiçbir şeye engel olmadan viskiyi verip defolur giderdi ve Tayga Vasilyev'in kalbi tam şu an, şu dakika durmuş olurdu.

Tayga ondan beklenmeyecek bir hareketle, elini kapıya doğru uzatıp birlikte çıkmayı teklif ettiğinde kaşlarımı çatmamak için kendimi zor tuttum; bunun yerine başımı eğdim ve kapıya doğru yürüdüm. Korumalar, kapı koluna dokunmama gerek kalmadan kapıyı açtılar. Ardından koridora çıkmış olduk.

"Tuvalet nerede?" diye sordu Tayga, arkamdan çıktığında. Ceketini çıkartıyordu.

"Bu katta tuvalet yok," diye mırıldandım ona bakmadan, ardından elimi saçlarımdan geçirdim ve arkadaki odalardan birindeki banyoyu hatırladım. "Beni takip et."

Tayga'nın telefonunu çıkartıp birine mesaj attığını gördüm göz ucuyla ama kime, ne yazdığını görebilecek kadar gelişmiş gözlere sahip değildim bu yüzden merakımı gözardı etmeye çalışarak ilerledim koridorda. Hatırladığım odaya girdiğimde, eski dönemlerden kalma oymalı büyük bir yatak ve işlemeli yatak örtüleri karşıladı beni ışıkları açtığım an. Buranın bir yatak odası olduğu gerçeğini görmezden gelerek banyoya ilerlerken, Tayga'nın kapıyı ardımızdan kapatması beni germişti.

Banyonun ışığını açtıktan sonra çantamı geniş tezgâhın kenarına koydum ve dolapların birinden bulduğum havluyu musluğun önüne tutarak ıslattıktan sonra içki lekesini silmeye çalıştım. Islaklık yalnızca daha fazla yayılıyordu ve mümkünatı yoktu lekesiz bir şekilde içeri dönmemin. Rezalet. Üvey annem muhtemelen, beni bu hâlde gördüğü gibi bir araca tıkıp eve yollayacaktı.

Tayga, aynadan gördüğüm kadarıyla gayet rahat tavırlarla, çıkardığı ceketini kenara atıp içki lekesini çıkartmak için hiçbir çaba sarf etmediği gömleğinin kollarını sıvadı ve kollarını göğsünde birleştirdikten sonra sırtını duvara yasladı. Kas çalıştığı belliydi. Ben de çalışıyordum. Onun muhtemelen baklavaları vardı ve saçma sapan beslendiği için kaybolmuyorlardı, benimkiler ise hiçbir zaman göstermemişlerdi bile kendilerini yeme düzenim yüzünden.

Sinirle havluyu lavaboya fırlattım ve arkamı döndüm. "Madem gömleğini temizlemekle dahî uğraşmayacaksın neden buraya geldin?"

Temkinli bakışları yüzümü süzüyordu. "Potasyum mu, siyanür mü?"

Gözlerimi kırpıştırdım. Ardı ardına. Boğazım kurumuştu. "Ne?"

"Asıl sahibi kimdi bardağın?" Gözleri kısıldı. "Halan? Baban? Abin, belki?"

Anton'un içeride olduğunu fark etmemiştim bile. Her ne kadar Elena halamı zaman zaman öldürmeyi düşünsem de henüz ellerimi kana bulayacağım kadar sıktığı olmamıştı canımı, babamın ise kılına dokunmazdım bana ne yaparsa yapsın.

"Delirdin mi? Birinin içkisini mi zehirlediğimi düşünüyorsun?" Alaylı bir nefes verdim dışarı. "Neden yapayım bunu?"

"Evet, ben de onu düşünüyordum," diye mırıldandı bir elini kaldırıp işaret parmağını çenesine dokundururken. Tavrı o kadar rahat, o kadar uzaktı ki kasıntılıktan; yapacağım veya söyleyeceğim hiçbir şey onun bu laubaliliğini bozamazdı sanki. "Neden yapasın bunu?"

Soğuk soğuk terleyecektim biraz daha burada kalırsam.

Çantamı aldığım gibi kapıya yöneldim fakat çevik bir hareketle doğruldu ve ben daha banyo kapısından çıkamadan önüme geçerek beni durdurdu. "Nereye, külkedisi? Balkabağına dönüşmesine daha var aracının," dedi Tayga, kadifemsi sesiyle, kolunu kaldırıp saatine anlık bir bakış atarak. Ardından bulanık, siyaha çalan mavilikleri yüzüme çevrildi ve cüssesinin baskısını her zerremde hissettim. "Biraz daha kal."

Tayga Vasilyev rahat davranıyor olabilirdi ama ben burada, evimde, apaçık tehlikedeydim.

Her zengin, genç ve yakışıklının yaptığı gibi kızları parmağında oynattığını okul koridorlarında tekrar tekrar kulağıma çalınan hikâyelerden duymama gerek yoktu; hele birisi, oralarda bir yerlere kendi sorumsuzluğundan dolayı sürgün edilmiş bir bebeği ve bebeğinin annesi olduğu dedikodusu en çok ondan nefret etmeme sebep olanıydı. Vasilyev ailesinin de, Adelardiler gibi yüzyıllardır süregelen değişmez kuralları vardı ve o da kürtajın yasak olmasıydı.

Bir kadını hamile bırakırsan, artık ailenin himayesi altındadır ve doğurmak zorundadır. Aileden bir kadın hamile kalırsa, bebek tecavüz bebeği olsa dahî kadın doğuracaktır.

Nefret ediyordum. Nefret ediyordum ailelerin kültürel gelenek başlığı altında insanların hayatını sömürmesinden, travmalar yaratmasından, parçalamasından ve yok etmesinden.

Tayga Vasilyev de farklı değildi. Güç, para ve cazibe. Açtırmayacağı kapı, yakamayacağı köprü, yerinden indiremeyeceği bir yıldız yoktu gökyüzünde; tek bildiği almaktı, tüketmek ve yok etmek.

Küçükken canavarları yatağımızın altında ya da dolabımızın içinde sanarız; büyüdükçe anlarız, aslında içimizdeler. Aramızda dolaşıyorlar. Yiyor, içiyor ve uyuyorlar bizim gibi. Bizim gibi görünüyorlar. Görüntü netse, aldanmak kolay. Kör bir adam yalnızca, bir canavarın göğsündeki boşluğu görebilir; bir kara delik gibi, ona verdiğiniz her şeyi çeker ve çeker içine... ta ki, verebileceğiniz bir şey kalmayana dek.

İşte o göğsündeki boşluk.

Tehlikeli bir madde.

Karanlık bir madde.

"Çekil önümden," dedim göğsüne dümdüz bakarken. "Bana hiçbir şey yapamazsın. Dante Adelardi'nin kızıyım ben."

Aslında bana çok şey yapabilirsin. Parıl'a dokunsan kıyameti koparır babam ama bana yaptığın şey, halk içinde duyulmadığı sürece muhtemelen sorun olmaz. Yüzüme zarar gelmemeli bir de, o zaman da sıkıntı oluyor; aktif bir hesap kullanıyorum çünkü Instagram'da ve çoğu morluk, bilinenin aksine, makyajla kolay kolay kapanmıyor.

"Sana hiçbir şey yapmıyorum zaten fark ettiysen, sadece burada tutuyorum ve etrafına bakarsan bir mahzene göre pek de fena değil," dedi gözleri etrafta gezinirken, istemsizce ben de banyoyu süzmüştüm. "Hijyenik bir kere."

Tek bir cümle içinde bu kadar çok kelime konuşabildiğini bile bilmiyordum. Duyduğuma göre cümleleri genelde maksimum üç kelime içeriyordu ve yakın çevresi dışında kimseyle görüşmüyordu. Ki bu kişiler de; kuzeni Talya Vasilyev, hakkında pek bir fikrimin olmadığı Gazel Hanvezir, gizemli yürüyen ego Lodos Adler, kız kardeşi Ukte Vasilyev ve birkaç aile çalışanıydı.

"Espri anlayışın için özel ders alman lazım, yurtdışında vermiyorlar mıydı?" Üniversiteyi yurt dışında okuduğunu ve bu dönem mezun olduğunu biliyordum. "Kızları böyle tavlıyorsan ağına düşenlerin sosyal zekâsını sorgula bence."

"Ben kimsenin düşmesi için ağ örmüyorum ama sen biraz daha inandırıcı olmak istersen ucuz oyunculuğunu kesip dürüst olmaya başlayabilirsin," diye yanıtladı beni, bir saniye bile beklemeden. Gözlerimi ardı ardına kırpıştırıyor, bakışlarımı yüzünden çekemiyordum, tabii bunun üzerime eğilmiş olmasıyla da ilgisi vardı.

Çok iyi kokuyordu. Erkekler ter kokardı. Tayga Vasilyev de ter kokmalıydı.

"Sana hiçbir açıklama borçlu değilim." Kollarımı göğsümde birleştirdim.

"Öyle mi? O zaman oldukça dramatik bir düşüşle tokatladığın viski bardağını getiren garsonu bulup ona sorabilirim, belki hayat hikâyesini anlatırken aynısından bir kadeh daha hazırlamak ister bana," dedi alaycı bir sesle. "Belki aynısından bütün salona hazırlatır ve ikramım olduğunu söylerim. Gizli malzeme içinse sana yönlendiririm insanları."

"Yapamazsın." Sesim tıslarcasına, meydan okuyordu ona.

"Yaparım ve bunu çok iyi biliyorsun," dedi bir adım daha üzerime yürürken, kalçam banyo tezgâhına dayandı o an ve ellerimi de dengede durmak için soğuk mermere yasladım.

Yapardı. Biliyordum. Onu tanımayan birine bu soruyu yöneltse, gözünün içine bakan herkes yapacağını bilirdi; bunun için onu çok iyi tanıyor olmaya bile gerek yoktu.

Ama Tayga Vasilyev'e ne kimi öldürmek istediğimi söyleyebilir, ne de nedenini açıklayabilirdim. Ölürdüm gururum için. Tıpkı annem gibi.

"Bana ne yaparsan yap, sana hiçbir şey açıklamayacağım. Sen de bunu bil," dedim durgun, güçlü çıkarmaya çalıştığım bir sesle başım dik bir şekilde gözlerinin içine bakarken. Yüzüme bakıyor ve ne görüyordu? Korkak birini mi yoksa cesur birini mi? İnsanlar genelde, korkaklığın daha kötü göründüğünü düşünürdü dışarıdan ama cesurlar çoğu zaman yalnızca aptallardı.

"Neden?"

Tek bir kelime. Kalp atışımı dinledim göğsüm neredeyse onunkine yaslıyken. Bana kaç, dedi, arkana bile bakmadan. Çünkü sesindeki otorite tehlike çanlarını çalıyordu ve o çanların sesi, bu mesafeden korkutucu bir netlikte duyuluyordu.

"Çünkü ölürüm daha iyi."

Bir Vasilyev, gururu için canının sıkılmasına izin vermez çünkü başka insanların ne düşündüğünü önemsemezler. Bir Adelardi, gururu için ölür bile; dünyayı yakar ve alevler dört bir yanı sararken köşesinde oturup ısınır, aydınlanır, küle dönmesini bekler.

Yılanlar sinsidir, zehirlidirler; çalılıkların arasında, ağaç kovuklarındadır yuvaları ve düşmanlarına görünmezler böylece.

Aslanlar ise açıkta uyurlar.

Tayga'nın dudakları, sadistik bir yavaşlık ve gevşeklikte yukarı doğru kıvrıldığında; dudağıma yapışan bir tutam saçı parmaklarının arasına aldı ve aynı keyifli bakışlarla izledi, yeni oyuncağını selamlar gibi. "Öl o zaman." 


Pokračovat ve čtení

Mohlo by se ti líbit

3.9K 134 26
( Akay hikayemdeki yan karakterler olan Fatma ve Fatih ' in hikayesidir , bağımsız okuyabilirsiniz " " Oğluna baba olmak istiyorum " dedi , bu tekli...
4M 247K 81
* Siz: Ay acaba lamalar uçsa nasıl olurdu? Siz: Düşünsene, kafana tıpkı martının sıçması gibi tükürüyorlar. Siz: Çok komik olmaz mıydı? ÜSĞĞDDĞSPDĞPF...
956K 52.5K 40
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...
8M 374K 65
"İkimizde biliyoruz ki, er ya da geç benimle evleneceksin. Ve bu zorunluluktan olmayacak!" "Başlangıç: 12 HAZİRAN 2016 Bitiş: 18 EKİM 2019" ...