Gökyüzü'nün İçinde 2 - Kanlı...

By mybahap

16.6K 1.4K 2.5K

"Bu doğru mu bilmiyorum ama onun canını acıtabilmek için her şeyi yapabilirim." More

1. BÖLÜM - BİR SARAY DOLUSU GEÇMİŞ (Part 1)
1. BÖLÜM - BİR SARAY DOLUSU GEÇMİŞ (Part 2)
2. BÖLÜM - DÖNGÜ
3. BÖLÜM - ATEŞ VE BUZ
4. BÖLÜM - GÜNEŞ VE AY
5. BÖLÜM - TEKİNSİZ HATIRALAR
6. BÖLÜM - TEHLİKELİ BİR HUZUR
7. BÖLÜM - SIRADIŞI MÜHÜR VE GİZLENEN KEHANET
8. BÖLÜM - SİHİRLİ DEĞNEK
9. BÖLÜM - GÜNAHA BATANLAR
10. BÖLÜM - BÜYÜK SADAKAT YEMİNİ
11. BÖLÜM - NERGİSLER VE CANI ACIYANLAR
12. BÖLÜM - KAÇAMAK ZİYARET
13. BÖLÜM - KUTSAL RUHLAR VE AYDINLANANLAR
15. BÖLÜM - DOĞRULARIN YANLIŞI
16. BÖLÜM - KARANLIK VE KARINCA
17. BÖLÜM - ÖLÜM MELEĞİ
18. BÖLÜM - GÜNEŞ'İN KANI VE BUZ TUTMUŞ KALP
19. BÖLÜM - YALNIZ KALAN YILDIZ
20. BÖLÜM - KADERİN KIRMIZI İPLİĞİ
21. BÖLÜM - KUTSAL DANS
22. BÖLÜM - SİYAH VE BEYAZ
23. BÖLÜM - KÜL OLMUŞ SIRLAR
24. BÖLÜM - KARANLIK ÇUKURLARDAKİ YILDIZLAR
25. BÖLÜM - DELİCE HAMLELER
26. BÖLÜM - YERİNE OTURAN PARÇALAR
27. BÖLÜM - KELEPÇELER VE ÜZÜMLÜ KEKLER
28. BÖLÜM - PLANLAR VE ONLARA UYANLAR
29. BÖLÜM - ESKİ DOSTLAR
30. BÖLÜM - GECİKMİŞ KEHANET
31. BÖLÜM - GECENİN KÂBUSU (Final)
Yazardan son söz...

14. BÖLÜM - GÖZDEN KAÇAN DETAYLAR

517 48 129
By mybahap

🤍Merhaba canım okurlarım!🤍

Öncelikle şöyle bir hatırlatma yapmak istiyorum. Diana'nın aşırı duygusal olmasıyla ilgili birkaç yorum aldım. Bu konuyu Tanrıçamızın ağzından bizzat dinlemiştik ama yine de hatırlatmak istiyorum. İlk kitapta Diana tam anlamıyla Ay Krallığı'nın özelliklerini taşıyordu, yani duygusal, duygularıyla hareket eden ve zarif biri. İkinci kitapta ise Güneş Krallığı'na geçiş yapıyor ve bu durumda duygusal çatışmalarını çok yoğun bir şekilde görüyoruz. Ardından da Yıldız Krallığı geliyor. Tıpkı Gökyüzü Ruhu'nun söylediği gibi her krallığı sanki onun özüne aitmiş gibi teker teker yaşayacak. Yani ana karakterimiz güçsüz veya aşırı hassas değil, olay akışı içerisinde zaten belirtildiği üzere bir senaryo yaşanıyor.

İkinci olarak, bu bölümü daha iyi anlamanız açısından ilk kitabın birinci bölümünde Diana'nın gördüğü rüyaya bir göz atmanızı öneririm.

Hepinize iyi okumalar diliyorum❤️. Bol yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın!



"Yanlış mı görüyorum yoksa Ay Prensesi beni mi çağırıyor?"

Arkamdan gelen sese doğru döndüm. Dev beyaz kedi gibi değil güzel yüzlü bir adam gibi görünmüştü bana. Yine. Üstelik sinir bozuculuğunu da üzerine geçirmeyi ihmal etmemişti.

Onu çağırmak için odama gitmiş, iyice temizlenmiş, aklanmış, paklanmış ve uzunca bir süre meditasyon yapmıştım. Tamamen hafiflediğimi hissedene kadar sudan çıkmamıştım. Onu ilk defa çağırıyordum bu yüzden temkinli olmalı ve sabırlı davranmalıydım. Ruhumu bu can sıkıcı görüşmeye hazırladığımda ise yatağa girmiştim. Tıpkı eski günlerdeki gibi yeniden rüyalarıma gelecekti. Normal zamanlarda, zamanın akmadığı o anlarda, canının istediği her vakit geliyordu ancak bu defa farklıydı. Bu sefer onu ben çağırıyordum. Çok zorlanmayacağımı düşünüyordum.

Öyle de oldu. Bu anı bekliyormuş gibi.

Kollarımı göğsümde birleştirip onu baştan aşağı süzdüm. Vücudunun üstü çıplaktı. Krem rengi keten bir pantolon dışında hiçbir şey giymemişti. Rüyalar aleminde olduğumuz için de daha önce hiç gelmediğime emin olduğum bir yerdeydik ve o çok da yüksek olmayan bir ağacın dalına tünemişti, yerini yadırgamadan rahat bir şekilde arkasına yaslanmıştı. Kendinden emin, hatta egosunu oldukça tatmin edecek bir edayla yukarıdan bana bakıyordu. Belki biliyordu geleceğimi, o yüzden bu kadar ukala davranıyordu. Belki de bilmediği, şaşırdığı için böyleydi. Her şekilde, bu bakışlarını sevmemiştim ve iki gözünü de oymak istiyordum.

"En son bana Tanrıça diyorlardı," dedim soğuk bir ifadeyle. Ağırlığımı bir ayağıma verdim. Ona muhtaç olduğumu biliyordu ama bu zevki ona vermek istemiyordum. Yine de bu soğuk tavrım onu güldürmeye yetmişti.

Konduğu daldan arkasını döndü ve ağaçtan atladı. Geniş omuzlarının üzerinden bana baktı ve sırıttı. "Bana da Kutsal Gökyüzü'nün Elçisi diyorlardı ama sıradan bir Ay Prensesi istediği zaman karşıma dikilebiliyor." Bana doğru dönüp omuz silkti. "Hayat..." diye mırıldandı. "Bazen dengeler alt üst olabiliyor."

Hayır, beni sinirlendirmesine izin vermeyecektim. Ruhumu yatıştırmak için saatler harcadıktan sonra buna izin veremezdim.

"Senin alt üst olmasına yardımcı olduğu dengeler," dedim sinir bozucu bir gülümsemeyle. Afallamasını ya da ona benzer bir tepki vermesini bekliyordum ancak hiçbiri olmadı. Yalnızca gülümsedi ve bana doğru ilerlemeye başladı. Bir yandan da etrafı inceliyordu.

Vadi gibi bir yerdeydik. Etrafımız dağlarla çevriliydi. Ancak onun tünediği ağaç dışında hiç ağaç ya da bitki yoktu. Toprak ise çıplak ayaklarımı yakan kum ve dondurucu karla karışık bir şeydi. Ama topraktaki beyazlıklar dışında hiçbir yerde kar yoktu, hatta her yer kavurucu bir sıcağa maruz kalmış gibiydi. Rüyalar aleminde olduğumuz için bu pek de şaşılacak bir detay değildi tabi. Tepemizde yakıcı olduğu her halinden belli Güneş vardı ancak ne Güneş yakıyordu tenimi ne de Yıldızlar parıldamayı kesiyordu. Güneş vardı ancak hava gecenin karanlığına bulanmıştı. Yine de bulutsuz bir yaz günü gibi aydınlıktı her taraf.

Elçi, sonunda yanıma vardığında midemde bir karıncalanma hissettim. Bu his midemden çıkıp bütün bedenime yayılınca kaskatı kesildim. Gözlerim vücudumun bu beklenmedik tepkisiyle irileşti. Parmağımı dahi oynatamayacak kıvama gelince içim korkuyla dolup taştı. Onu defalarca görmüştüm ama daha önce hiç böyle olmamıştı. Gözlerimi içinde galaksiler barındıran gözlerine diktiğimde hiçbir sorunu fark etmemiş gibi yüzüme düşen bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdı ve parmakları temine değince aniden çözüldüm. İstemsizce birkaç adım geriye gittim ve korkuyla sıklaşan nefesimi düzeltmeye çalışınca ayaklarımın dibinde aniden oluşan minik göletteki yansımama baktım. Kulağıma küçük, beyaz bir gül ve bir de nergis çiçeği iliştirmişti. Hışımla ona döndüğümde ise tek kaşını kaldırmış, bilmiş bilmiş bana bakıyordu.

Pislik.

Hala benden daha güçlü olduğunu söylüyordu.

Ve ona kafa tutmaya devam edersem bunun yalnızca başlangıç olduğunu. Peki. Kimin umurunda?

Senin umurunda olmalı, Dia.

"Söylesene, Gökyüzü'nün Ruhu senin o hain krallara yardım ettiğini biliyor mu?" diye pençelerimi çıkardım. Ancak yine yanıldım. Tek yaptığı kollarını göğsünde birleştirmekti.

"O her şeyi biliyor. Gökyüzü'nün Ruhu senin, benim gibi fiziksel aleme sığmaz. O her yerdedir ve her şeydir." Aramızdaki mesafeyi kapatmak için küçük bir adım attı. "Bazen denge," bir adım daha. "Bazen ihanet," bir adım daha. "Bazen de saf aşk." Burnumun dibine kadar eğildiğinde geriye çekilmemek için bütün dirayetimi ortaya koyuyordum. O ise sırıtıyordu.

Yüzümde oluşan ifade onu tatmin etmiş olacak ki dikleşti ve omurgasını esnetmeye başlayarak şöyle bir etrafımda dolandı. "Beni çağırma sebebin nedir?" dedi az önceki halinin tam tersine, otoriter bir tonda.

Bu adamın ani duygu geçişleri beni öldürüyor yahu!

Pes ederek iç çektim. Ara sıra teslim olmak kaçınılmaz oluyordu ve bundan nefret ediyordum.

"Yardımın gerek," dedim.

Bilmiş bir edayla genzinden güldü. "Benim mi?"

Yok benim.

Şşş, sakin.

"Evet senin," diye ağzımda geveledim.

"Ben kimim ki Kutsal Gökyüzü Tanrıçasına yardım edeyim?" dedi ve yeniden karşımda dikildi.

"Az önceye kadar sıradan bir Ay Prensesi'ydim?" dedim soru sorar gibi.

"Kibrini kenara bıraktığın her an gözümde yeni bir kimliğe sahip olursun," dedi.

Pekâlâ. Sanırım bu defa kibrimi gerçekten kenara bırakmam gerekiyordu çünkü Elçi'ye gerçek anlamda ihtiyacım vardı.

Dik tuttuğum omuzlarım kendini bıraktı. Bir duygu seli beni kendine hapsetmeden önce ensemde bir ürperti hissettim ve bu bir ihtiyaçmışçasına gözlerimi onda diktim. Gözler ruhun aynasıdır derler. Ve benim gözlerim şu anda yardım çığlığı atan ruhumu bana gerçekten yardım edebilecek tek kişiye sunuyordu. Ancak ne güvenebiliyordu ona ne de kendini teslim etmek istiyordu. Yine de ihtiyacı vardı.

Son günlerde gerçek anlamda kendimi köşeye sıkışmış ve daralmış hissediyordum. Nora'ya derdimi anlatsam beni yalnızca bir noktaya kadar anlıyor daha sonra da Tanrıça olduğumu ve dik durmam gerektiğini söyleyip duruyordu. Güneş Krallığı'nın Prensesi olmak, kuyruğu ne olursa olsun dik tutmak demekti ve ne yazık ki ben onu anlayamıyordum. Elio'yla konuşsam zorlandığımı gördüğü için her şeye karşı çıkacağını biliyordum. Her zaman için aralarından en korumacı olan o olmuştur. Bu defa daha fazla yanımda olmak ve yükleri benim üzerimden almak isteyecektir ama onun yardımı bir yana duygularını bana yeni açmışken onunla eskisi gibi olabilir miydim bilmiyordum doğrusu. Davin ise bana güven vermiyordu. Mantığı, belki de şu anda ihtiyacım yegane şeydi ancak ona her detayı anlatmak ölümle zar atmaktan farksızdı. Babasına yardım etmişti. Belki de hala ediyordu, bilmiyorum. En güvendiğiniz ve en ihtiyacınız olan kişinin peşine gizlice onu takip etmeleri için muhafızları koyunca anlıyordunuz yalnız olduğunuzu. Ailem bir yana arkadaşlarım bir yana, yalnızca Ay Krallığı'nın değil bütün bir kâinatın yükünü omuzlayacak bir emir vermişken yalnız olmak ihtiyacım olan son şeydi.

Gözlerimin dolduğunu gören Elçi dik duruşunu ve sert bakışlarını yumuşattı. Elini bana uzatınca ihtiyaç halinde tuttum. Çaresizce düşmanımdan yardım istediğim yermiyormuş gibi bir de ona teslim oluyordum.

Elini tuttuğum an etraf değişti. Gözlerimle etrafımı incelediğimde buz gibi rüzgarların estiği ve bembeyaz karların bitki örtüsü olduğu bir dağ yamacındaydık. Büyük çam ağaçlarının üzerine binen beyaz karlar her yerdeydi. Refleksle kıyafetlerime baktım. Günlük Öz kıyafetleri olan kısa bir şort ve askılı bir üst parçanın üzerine geçirdiğim beyaz bir pelerin. Rüzgâr saçlarımı ve pelerinlerimi dövüyordu ve soğukluğunu her zerremde hissediyordum ama beni üşütmüyordu. Çıplak ayaklarım ise bileklerime kadar kara batmıştı.

"Burası neresi?" diye sordum mavi Gökyüzü'ne bakarken.

"Senin zihnindeyiz," dedi. Gözlerini üzerimde hissedebiliyordum. "Burası Öz'ün. Zihnindeki Öz'ün." Kaşlarımı çatmış yeniden etrafa bakınca fark ettim. Gerçekten de Öz'deydik.

Ayağımla yerdeki karı eşeledim. "Neden bu halde?" diye sordum. Zihnimde neden karla kaplı bir halde?

Derin bir nefes aldı. "Etrafa bakınca ne görüyorsun?" dedi.

Dudak büküp omuz silktim. "Yalnızca kar."

"Peki ya yukarı bakınca?"

"Masmavi bir Gökyüzü."

"Mavinin bu tonu bu havaya ait gibi görünüyor mu peki?" diye sorunca bakışlarımı ona çevirdim. Düşün, der gibi kaşlarını havaya kaldırmış ve kollarını göğsünde birleştirmişti. Yeniden Gökyüzü'ne baktığımda garipliği fark ettim. Lapa lapa kar yağıyordu ancak tek bir bulut dahi yoktu.

"Güneş'li bir yaz günü gibi," diye mırıldandım. Beni onayladı. Ama Güneş de yoktu.

"Buz tutmuşsun," deyince yeniden ona döndüm. "Ama bunu hissetmiyorsun." Gözleri baştan aşağı tenimin açık olan noktalarını inceledi. İstemsizce ellerimi göğsümde birleştirdim. "Kar o kadar hiddetli yağıyor ki kendi zihninde olmana rağmen seni bile içine çekiyor." Bakışları ayaklarıma kayınca ben de oraya baktım. Az önce bileklerime kadar ulaşan kar neredeyse dizlerime tırmanmıştı.

Hissettiklerimi onayladığını beyan eden sözleri yeniden duygusallaşmama neden oldu. Gözlerim doldu ve bir yaş kendini bırakmaya hazırlandı. Ancak akamadan buz tuttu. Gözümdeki fazlalığı atmak istercesine gözlerimi kırptığımda ise buz tutmuş yaşım karların içine gömüldü. Elçi eğilip beyazların içinde oluşan minik deliği yardı ve parlak bir inciyi çıkardı. Simsiyah bir inci.

"Saf ruhunun derinlerinden akan gözyaşların bile kararmış," dedi inci tanesini incelerken. "Oysa tek yapman gereken başını kaldırıp Gökyüzü'ne bakmak." Ben maviliğe dalmışken o inciyi havaya fırlattı ve siyah nokta görüş alanıma girdi. Ama yere düşmedi, yükseldikçe yükseldi ve gözden kayboldu. "İçindeki zehri yere değil Gökyüzü'ne kus. Üzgün olduğunda bakışlarını yere eğme, dik tut, göğe bak. Gözyaşını akmaya hazır hissettiğinde saklama, bırak aksın. Çünkü zehrin ilacı Gökyüzü'dür, bakışların ait olduğu yer yine Gökyüzü'dür ve sen Gökyüzü'nün Tanrıçası Diana, gözyaşların Gökyüzü'nden armağandır insanlara. Zehir de odur şifa da. Yalnızca nasıl kullanman gerektiğini bilmelisin."

"Ama... Nasıl?"

"Gökyüzü'ne bakmalısın Diana. Ait olduğun yere sormalısın," dedi ve şefkatle gülümsedi.

İhtiyaç halinde yutkundum. Hafifçe başımı sallayıp Gökyüzü'ne çevirdim bakışlarımı. Mavi kubbenin neresinden çıktığını anlamadığım kar taneleri yüzümü döverken yalnızca gözlerimi kapattım. İçimdeki çığlığı bu defa bastırmak yerine dinledim. Ben kendi çığlıklarıma kulak kabartınca zihnimde olduğumuz için her yerde yankılandı bu ve kar fırtınası hiddetlendi. Yine de gözlerimi açmadım. Bu defa soğuğu iliklerime kadar hissettim. Ürperdim. Kara batmış ayaklarım soğuktan yanmaya başlamıştı, yine de direndim. Çığlıklar azalmaya, tenim sıcak bir gülümsemeyle yanmaya başladı bu defa. Gözlerimi açtığımda parlak bir Güneş beni selamlıyordu. Karlar hızla eriyor ve oluşan göller hızla toprak tarafından emiliyordu. Güneş'in üzerime düşen ışığı beni ısıtmaya başladığında gülümsedim. Şimdi kendimi daha iyi hissediyordum.

Yeniden Elçi'ye döndüğüm an hava aniden karardı. Ne olduğunu anlamadığım için kaşlarımı çattım. Bu defa dev beyaz yeleli bir aslan kılığına geri dönmüştü. Neler olduğunu soracağım sırada Gökyüzü'nden gelen tiz bir çığlık aniden kulaklarımı kapamama sebep oldu.

Hayır, Gökyüzü'nden gelmiyordu bu çığlık. Benden geliyordu. Ama ben ağzımı bile açmamıştım ki.

Hızla etrafımda dönerek bana ait olduğunu bildiğim çığlığın kaynağını aradım. Ve gördüm. O geceyi, öldüğüm geceyi gördüm.

Ardından başka bir haykırış daha katıldı sesime.

Titrek adımlarla, korka korka karanlığın içine ilerlemeye başladım. Onu gördüm. Nasıl çırpındığını, nasıl gözyaşı döktüğünü ve nasıl yakardığını... Deli gibi hareket ediyor, kendini alıkoyan şeyden kurtulmaya çalışıyordu. Babası zaferle gülümserken gözlerinden pişmanlık akan kız kardeşi ise yerde yatan bana bakıyordu.

Ay'ın olmadığı ve Yıldızlar'ın ev sahipliği yaptığı gece aniden parladı. Yıldızlar doğanın yasalarına aykırı bir şekilde hareket etmeye ve birleşmeye başladı. Milyarlarca hatta daha fazlası bir araya geldi ve olmayan Ay'ı oluşturdular. Benim çığlıklarım kesildi, Davin'in yakarışları şaşkınlıkla donup kaldı ve ben sessiz bir karanlığın içerisine kendimi teslim ederken göz gözü görmeyecek şekilde parlamaya başladı Yıldızlar'ın Ay'ı. Rigel kaşlarını çatmış, ne olduğunu anlamadan birkaç adım gerilerken Arya bazı şeyleri kabullenmiş gibi başını eğmişti yalnızca. Yıldızlar'ın Ay'ı daha da parladı ve bu defa Güneş'i içine barındırdı. Güneş Dünya'ya yanaştı ve yanaştı... Kavurucu bir sıcaklık ele geçirirken her şeyi bir de gözler kamaşıyordu. Aniden bütün gücüyle parladı Güneş. Elçi'nin bile yelelerinin tütmesine neden olacak kadar büyük bir enerji patlaması yaşanınca geriye doğru savruldum. Yeniden dengemi sağladığımda tekrar oraya döndüm ve Gecenin Prensi'ni şaşkınlıkla yere bakarken yalnız başına buldum.

Arya ve Rigel'in az önce bulunduğu yerde kara bir is lekesi varken benim yattığım yerdeyse parlak, göz alıcı Yıldız tozları vardı. İnanamayan gözlerle bir adım attı Davin. Yıldız tozları daha da parıldadı. Göğsü, içine aldığı havayı sığdıramıyormuş gibi titrek bir nefes aldı ve biraz daha yanaştı. Sonra koştu. Kendini yere attı ve Yıldız tozlarını eşelemeye başladı. Bir yandan ağlıyor, başını inkâr edercesine iki yana sallıyor, bir yandan da aradığı şeyi bulamamanın verdiği sinirle etrafındaki bitki ve ağaçları kurutuyordu. Yanına yanaşan her şeyi öldürüyordu. En sonunda durdu ve yalnızca parıldayan boşluğa baktı. Titriyordu. Dizlerinin üstünde oturmuş, avuçlarında ardımda bıraktığım Yıldız tozlarını sıkıca tutmuş, göğsüne bastırmış ve başını yere eğmişti. Hüngür hüngür ağlıyordu. Onu daha önce ağlarken hiç görmemiştim. Bu... Bu kalbimi kırıyordu.

Akıttığı gözyaşları yerdeki Yıldız tozlarının üzerine dökülürken bir yandan da ağlamanın verdiği sarsıntı ve üzüntü saçlarındaki tozların da yerdeki tozlara karışmasına neden oluyordu. Ölü bedenimin ardında bıraktığı tozlarla yaşayan ama ölümle dans eden onun saçındaki tozlar, gözyaşlarıyla harmanlandı. O an, daha önce şahit olmadığım bir enerjiyi hissettim. Çok büyük ve çok güçlü bu enerji bir rüzgâr gibi esti ve saçlarımı geriye doğru savurdu. Ruhumda kabuk bağlamış yara delindi ve o enerji zorla içeri girdi. Kalbimi kavradı ve söküp atmak istercesine çekiştirdi. Delice bir büyüydü. Akıl almaz derecede tehlikeli aynı zamanda tuhaf bir şekilde güvenli. Ne olduğunu bir türlü kavrayamadığım bir enerji.

Yeniden Gökyüzü'nde yerini alan Yıldızlar, prenslerinin feryadını duymuş gibi büyük bir güçle son bir defa parladı ve bütün gece karanlığa gömüldü.

Sessiz bir karanlık.

Yalnızca hıçkırıkları misafir eden bir sessizlik ve Yıldız tozlarının üzerine düşen yaşların ışığını kabul eden bir karanlık.

Ne zaman tuttuğumu anlayamadığım nefesimi aniden içime çekince geriye doğru sendeledim. Az önce gördüklerim, tahmin ettiğimden de kötüydü. Bana söylediğinden de kötüydü. Yine de anlayamıyordum. İhanetinin sebebini anlayamıyordum.

Bir mum söner gibi o minik parıltı da sönünce tekrar karanlıkta kaldım. Korkuyla gözlerim irileşti ancak Elçi'nin hırıltılı nefesini ardımda duyunca bir nebze de olsa rahatladım.

Yeniden daha bakılası loş bir karanlık beni karşıladı. Bu defa koşturan biri vardı. Pelerin giyinmiş, nefes nefese kalmış bir halde koşturuyordu. Ayrıca, elinde onun için oldukça önemli olan bir şeyi taşıyordu.

Yağmur yağmaya başladı. Gökten gelen sıcak su damlalarına aldırış etmeden pelerinli adamı izlemeye devam ettim. Bir ağacın önünde durmuştu aniden. Durmasını gerektirecek hiçbir şey olmamıştı ama birden duruvermişti. Az önceki acelesinden eser kalmamış gibi sakindi. Kucağında tuttuğu şeyi, onu saran örtülerden kurtardı. Ve ben olduğum yerde donakaldım.

Krallık taşları...

Bembeyaz, mavi tılsımları fısıldayan Ay Taşı. Turuncunun türlü tonlarının beyaz bir tılsımla harmanlandığı Güneş Taşı. Ve simsiyah bir gece misali, içinde parlak noktaların tılsım mırıldandığı Yıldız Taşı... Bir futbol topu büyüklüğünde olan bu üç taş küreyi dikkatli bir şekilde önünde durduğu ağacın az önce orada olmayan kovuğuna bıraktı ve sesli bir şekilde büyü mırıldandı. Kovuk kapandı ve ağaç sanki içinden elektrik akımı geçiyormuşçasına parıldadı ve tam o anda ağacın üzerine bir yıldırım düştü. Yıldırım çakmasıyla etraf aydınlandı ve ağaç ortadan kayboldu. Ardından bir kurt sürüsünün uluduğunu işitince refleksle Dolunay'ı aradı gözlerim. Başımı kaldırdığım an görüşüme kızıllık girince hemen elimi yüzüme siper ettim. Ne olduğunu anlamak için yüzüme düşen damlaları sildim ve... Hayır! Bu yağmur değildi. Bu kandı! Gökyüzü kan ağlıyordu! Felaket...

Adam zafer kahkahasının notalarını serbest bırakırken pelerininin şapkasını indirdi. Yüzünü görememiştim. Gökyüzü'nden akan kan, bembeyaz saçlarını kırmızıya döndürüyordu. Kollarını iki yana açtı ve bu geceyi içinde hissetmek istercesine gözlerini kapattı.

Göğsümden bir hıçkırık koptu. Tam olarak ne olduğunu anlayamamıştım ancak bu kara büyünün enerjisini her bir hücremde özenle hissetmiştim. Bu çok berbattı.

Kendimi bıraktım ve dizlerimin üzerine yığıldım. "Bunu bana neden yapıyorsun?"

"Görmeni sağlıyorum," dedi sakinlikle.

Burnumu çektim ve ardı arkası kesilmeyen hıçkırıklarımı üzerime yağan kanla beraber serbest bıraktım. "Bu görmekten de öte," dedim. Elim kalbimin üzerine gitti ve acıyla göğsümü sıktım. "Kalbim ağrıyor."

"Dengenin bozulmasının nasıl hissettirdiğini anlıyorsun," dedi.

Başımı kaldırıp ona baktığımda yeniden insan bedenine dönmüştü. Yağan kan onu es geçiyor gibiydi. Benim aksime, bembeyazdı.

Tek dizinin üzerine çöküp önümde durdu. Omuzlarımdan tutup beni kaldırdı. "Şimdi anlıyor musun?" Başımı salladım. Anlayabiliyordum. "Senin bana değil, benim sana ihtiyacım var Diana."

"Ne yapmam gerekiyor?" diye sordum.

"Ne yapman gerektiğini biliyorsun. Beş asır önce sana her şeyi anlatmıştım." Yeniden başımı salladım. "Şimdi geri dön ve Öz'üne sahip çık. Aradığın her şey orada."

Hiçbir şey söylemeden birkaç adım geri gittim ve uyanmak için gözlerimi kapattım.

"Diana," diye seslenince açtım gözlerimi. "Kehanetler, onları unutma." Sesi zihnimde yankılandı.

Uyandım.

Daha çok nefes alma ihtiyacıyla gözlerimi açtım ve boğuluyormuş gibi hissettiren o ana karşı ani ve derin bir nefes aldım. Ardından öksürük krizi beni ele geçirdi.

"Şifacı-" Elimi kaldırıp onu durdurdum. Kulağa delice gelebilir ama bu boğulmaya ihtiyacım vardı. Gördüklerimi, duyduklarımı sindirmem, yutabilmem gerekiyordu.

Yeniden daha rahat nefes almaya başlayınca yanmaya başlayan gözlerimi odada gezdirdim. Endişeli gözlerle bana bakan Mia ve Nora'yı es geçtim. Aklıma gelen bir düşünceyle aniden ayağa kalktım ve kapıya doğru koştum. Kapının kulpunu çevirip açtığım anda yarattığım portasyon beni karşıladı ve bir saniye dahi beklemeden girdim. Hava elfi Gina'yı emanet ettiğim kitapların yanında buldum.

Hiçbir şey demeden kitapları hızlı hızlı karıştırmaya başladım. Sabırsız bir şekilde kitapların sayfalarını çevirmem diğerlerinin dikkatini çekmişti. İşlerini güçlerini bırakıp beni seyretmek için etrafımda bir çember oluşturduklarını duyabiliyordum. Onları umursamadım. Yalnızca bir cevap arıyordum.

Neredeyse yarım saat sonra karıştırdığım sayfalarda aradığım cevabı bulmuştum.

Gözlerimi kapatıp ilk kehaneti hatırlamaya çalıştım.

Bir şifacı, bir ölüm meleği, bir hipnoz, bir kâhin ve diğer her şey. Her şey olmalıydım. Bütün kişisel görevlere sahip olmalıydım. En başından Öteki Öz'ün prensesleri ve prensleriyle birlikte bu satırın hepimizi işaret ettiğini düşünmüştük. Ama hayır, yalnızca benden bahsediyordu.

Bir yok oluş ile başlangıç arasına sıkışmış bir ezgi. Yok oluş, öldüğüm gece miydi yoksa Gökyüzü'nün kan ağladığı gece mi? Sıkışmış bir ezgi, bir ilahi, bir ilahe, bir Tanrıça. Bozulmuş dengeyi yerine oturtacak kişi. Karanlık ve aydınlık arasında sıkışmıştım.

Güneş doğmaz, Ay parlamaz, Yıldızlar ışıldamaz. Ölü bir Öz. Ölü Öz'ler.

Kaçmak yok, saklanmak yok, gidecek bir yer yok. Kaçtım, saklandım ve geri döndüm.

Veliahtlar ve geleceğin koruyucularına seslenir. Kim seslenir?

Bulunması gereken, uzun zamandır kaybolan. Uzun zamandır kaybolan... Bunu ilk başlarda kayıp ailem ve arkadaşlarım daha sonra hafızam yerine geldiğinde de reddettiğim güçlerim olarak düşünmüştüm ama hayır, bu krallık taşlarıydı. Ve seslenen de onlardı.

Alışılmışın dışında saklanır, bilinmez nerede. Alışılmışın dışı... Kayıp kraliçeleri, kralları ve prensesleri bulmak için Yeryüzü'nü işaret ediyor sanmıştık. Hayır, bu yalnızca Gökyüzü Ağacı'ydı.

Yeni Güneş, yeni Ay, yeni Yıldızlar, eski aşklar. Yeni bir Öz ve Davin mi?

Tek bir şeye bağlı bütün kaderler. Bana bağlı bütün kâinatın kaderi.

Bir şifacı, bir ölüm meleği, bir hipnoz, bir kâhin ve diğer her şey. Ben.

Yeniden yazılacak bir bütün, tek kalem tarafından." Ben yazacağım.

Lanet olsun!

Krallık taşları Gökyüzü Ağacı'na saklanmıştı! Alışılmışın dışında saklanıyorlardı çünkü ağaç yalnızca azat sürecinde fiziksel boyuta geçiyordu. Yani taşlar azat sürecinden önce oraya saklanmıştı. Bunu bilmiyorduk. Ne ağacı biliyorduk ne de taşları. Ama nasıl? Azat sürecinden önce ağacı görüp nasıl saklayabilmişti? Ve neden saklamıştı? Ve o kimdi? Ve biz neden hiçbir şeyi bilmiyorduk?

Ellerimi yumruk yapıp masaya dayandım ve sindirebilmek için gözlerimi yumdum. Biri omzuma dokununca öfke patlaması yaşadım ve dokunan eli kavrayıp çevirdim ve elini sırtında kilitleyip yüz üstü masaya yatırdım.

"Bir daha bana dokunmaya kalkarsan bu elini kırarım!" diye dişlerimin arasından konuştum.

Etraftan hayret ve korku nidaları yükselirken kendime gelmek istercesine başımı salladım ve Elvis'i bıraktım. Bizi izleyen insanlara döndüm ve "Dağılın!" diye gürledim. Herkes korkuyla bir köşeye kaçıştı.

Kendimi silkeleyip hazırlıksız yakalanmanın verdiği şok ve diğer herkesin önünde anlık yenilgiye uğramanın utancını yüzünde taşıyan Elvis'e döndüm. "Üzgünüm," dedim. Sinirlerime hâkim olamamış ve onu küçük düşürmüştüm. Muhtemelen de bana karşı koymamıştı. Onun cüssesinde birinin beni çok kolay alt edebileceğini biliyordum.

Gözleri bana dönünce hemen dikleşti ve kendini silkeledi. "Birkaç defa size seslendik ama siz cevap vermeyince dokunmak zorunda kaldım. Asıl ben özür dilerim, Tanrıçam. Haddim değildi," dedi ve önümde diz çöktü.

Vicdan azabının beni ele geçirmesine izin veremezdim. Başımı arkaya yatırıp nefes alma ihtiyacıyla titrek bir iç çektim. Ona bakmadan konuştum, "Elvis onu-"

"Prenses Nora ve toprak elfi Mia sizi görmek için buradalar efendim," diye sözümü kesti.

Kaşlarımı çatıp arkamı döndüm. En başından beri burada olmuş olmalılardı çünkü ikisi de bana onaylamayan gözlerle bakıyorlardı. Elvis'e döndüğümde sözümü kestiği için minnetle gülümsedim ama o hiçbir tepki vermeden gözlerini karşıya dikmiş hazır olda bekliyordu. Doğru muhafızı seçtiğim için bir ara kendimi iyice tebrik etmeliydim.

"Hanımlar..." diye coşkulu bir şekilde kollarımı iki yana açıp onlara yanaştım.

"O da neydi?" dedi Nora. Mia, sanki Nora'nın varlığını yeni fark etmişçesine birkaç adım geriledi ve kollarını önünde birleştirdi.

"Kitapları okuyordum," deyip omuz silktim.

"Hayır, Diana. O yaptığın neydi?" dedi hesap sorarcasına kaşlarını kaldırarak. "Uyanır uyanmaz hiçbir şey demeden buraya geldin, defalarca sana seslendik ama transa girmiş gibi sesini çıkarmadın ve kendi muhafızını askerleri önünde küçük düşürdün."

Hatırlatmasan olmaz mıydı?

Elimi kaldırdım ve kenarda bulunun sandalyeyi arada görünmez bir ip varmış gibi havada süzülerek yanıma gelmesini sağladım ve oturdum.

"Tahmin edersin ki Elçi'yle pek iyi anlaşamıyoruz," diye yalan söyledim. Aslında yalan değil, onu sevmiyordum ama bu defa farklıydı. Bu defa bana çok büyük yardım etmişti. "Yine saçma sapan soru işaretleri bıraktı kafamın içinde ve öylece gitti. Ben de kitaplara bir an önce geri dönmek istedim." İnanmamış gibi ikisi de kollarını göğsünde birleştirince güldüm. "Az zamanımız kaldı," dedim. Doğruları ortalık yerde konuşmak yerine onları geçiştirmek daha mantıklıydı ki az zamanımız olduğunu hatırlattığımda ikisi de cevaptan tatmin olmuş gibi görünüyorlardı.

Ayağa kalktım. Onları kovmak değildi derdim ancak bir an önce Elvis'le görüşmem gerekiyordu ve bunun kesinlikle gizli olması gerekiyordu. Kitaplarımın başına dönerken konuşmaya başladım. "Benim biraz daha çalışmam gerekiyor. Yemekte görüşürüz, olur mu?" diye tatlı tatlı sordum. Daha çok açıkça bir emirdi ama nezaket önemliydi.

Nora başını salladı. "Pekâlâ, bir sorun olursa haber ver," dedi ve gitti. Ancak Mia hala orada duruyordu. Sorguluyor gibiydi.

"Ne?"

"Senin için gerçekten endişeleniyorum," deyince uyarı dolu bir bakış attım. Hala insanların arasındaydık ve o resmiyetini takınmayı unutmuştu. "Yani..." Eğilerek beni selamladı ve geri geri yürümeye koyuldu. "Bir ihtiyacınız olursa seslenmeniz yeterli, Tanrıçam," dedi ve gitti.

Onlardan kurtulmanın verdiği rahatlıkla nefes aldım. "Elvis?"

"Tanrıçam." Tam da arkamdaydı.

"Kitapları odama götürün. Odada kimsenin olmadığına emin olduktan sonra yanıma gel," diye yalnızca onun duyabileceği bir şekilde mırıldandım. Başka bir ses duymayınca çoktan emirlerimi gerçekleştirmeye gittiğini anladım.

Kütüphaneden yürüyerek çıktığım sırada rafların arasında saklanan gözler hala beni izliyordu. Bu defa özenle bazılarıyla göz göze gelip gülümsedim. Korkutucu tarafıma şahit olduktan sonra onlara böyle gülümsemem akıl sağlığım hakkında ne tür yorumlar yaptırıyordu emin değilim ama komik geliyordu.

Elvis etrafı kontrol ederken ben de bahçeye çıkmaya karar verdim. Ortak Saray diğer saraylara kıyasla daha küçüktü ama bahçesi çok güzeldi. Her türlü bitkilerin ve çiçeklerin kokusunu yaydığı bu bahçede üç krallığı da temsil eden her şey vardı. İhtiyacım olan her şey. Küçük havuzlar, heykeller, kamelyalar, etrafta koşturan hayvanlar, sıcak gün ışığı... Huzur vericiydi.

Gözüme kestirdiğim ve pembe begonvillerin süslediği büyükçe bir kamelyaya ilerlemeye başladım. Kamelya tam da sarayın konumlandığı uçan adanın uçurum tarafında bulunuyor ve ana toprak parçasında neler olup bittiğini görebiliyordum.

Herkes oldukça mutlu bir gün geçiriyor gibiydi. Güneş tepede, iç ısıtan bir güzellikle parlarken Güneş Krallığı'ndan olanlar günlük işleri yerine getiriyor, bazıları Yeryüzü'ne indiğini tahmin ettiğim portasyonlardan girip çıkıyor, küçük çocuklar keyifli kahkahalar eşliğinde oyunlar oynayıp şarkı söylüyor, rengarenk kuşlar ötüyor ve ağaçlar huzurla esen rüzgârda dans ediyordu. Tam bir mutluluk hakimdi. Soylular kriz halinde olmalarına rağmen halkı nasıl idare edeceklerini çok iyi biliyorlardı.

Bunları düşünürken içime bir hüzün çöktü. Benim Öz'ümün halkı Rigel'in elindeydi. Üstelik işkence ediliyor ve öldürülüyorlardı. Ve ben onları bulamıyordum. Bazı parçaları daha yeni yerlerine oturtmuşken yalnızca günlerin geçmesini beklemekten başka bir şey yapmamıştım. Diğer Öz'lere yardım etmeyi teklif ederken kendi söküğümü dikememekle kalmamış ipin ucunu kaçırmıştım. Ama bugün mesajımı çok net almıştım. Bir an önce Öz'e dönmem gerekiyordu.

Elçi'nin bana yardım etmesine sevinmiştim. Ondan hala nefret ediyordum ama birazcık da olsun sempatimi kazanmıştı. Önümü daha net görmeme yardımcı olmuş ve bana yapbozun kayıp parçalarının önemli bir kısmını vermişti.

Bulutlara şekil veren hava elfleri görüş açıma geldiği zaman ılık bir meltem tenimi yaladı ve beyaz tutamlarımı gözümün önüne getirdi. Kaşlarımı çatarak günden güne daha da uzayan saçlarımı inceledim. Beyaz saçlarım... Saf beyazlık ve Ay Krallığı. Ay Taşı'nın beni kabul etmeme sebebi kendi Öz'ümün taşlarının ardındaki gizemli gerçeğin Ay Krallığı'ndan birine ait olması mıydı? Taşları saklayan kayıp Ay Prensi olabilir miydi? Yüzünü görememiştim ama duruşu, sesi oldukça genç ve benim yaşlarımda birine aitti. Hareketleri çevikti. Uzun boylu ve benimki kadar beyaz saçlara sahipti ve o mırıldandığı büyü... Herkes büyü yapabilirdi ama kimse bu kadar büyük bir güçle bunu yapamazdı. Kesinlikle bir soylu olmalıydı. Belki de bu yüzden ortalıklarda yoktu. Kayıp değildi, belki de yalnızca saklanıyordu. Ve benim o kaçak prensi bulmam gerekiyordu. Kendi Öz'ümde.

Elçi beni sürekli kehanetleri göz önüne almam konusunda uyarıyordu. Bunun sebebini şimdi daha iyi anlıyordum. İlk kehaneti yanlış yorumlamıştık. Çünkü kehanet indiği zaman kimse benim bir Tanrıça olduğumu ve kralların ihanet edeceğini bilmiyordu ama kehanetlerin amacı da bu değil miydi zaten? Olmamış şeyleri bize fısıldarlardı. Ancak bazı kehanetler vardır ki yorumu öyle karışık öyle zor oluyor ve sizi tamamen yanlış yollara sürüklüyordu. İlk kehanet yanlış yola sürüklememiş hatta yolumuzu açmıştı. Kraliçelerin Yeraltı'nda olduğunu söylemişti. Kutsal bir kehanetti. İki farklı yol kavşağı vardı ve ikisi de kesinlikle başka şeyleri ama önü açık noktaları işaret ediyordu. Ve yaptığımız ilk yorum bir şeyi fark etmemi sağlamıştı. Çok ama çok önemli bir şeyi.

Rigel Yeraltı'na gidebilmişti.

Ama bunu aradaki kalkanı kırarak mı yapmıştı yoksa tamamen fiziksel bir halde mi yapmıştı bunu hala çözememiştim. Açıkçası kalkanı kırmadan Yeraltı'na gidip gidilemeyeceğini bilmiyordum ve Öteki Öz'ün soyluları da bu konuda garip herhangi bir yorum yapmamışlardı.

İkinci yorum da başka bir şeyi fark ettirmişti bana. Bir şifacı, bir ölüm meleği, bir hipnoz, bir kâhin ve diğer her şey. Her şey olmalıydım evet ama bunu bir sıraya koyarak yapmalıydım ve kehanet benim yerime sıraya dizmişti. Önce şifacı olmuştum. Ardından bir ölüm meleği nasıl olmalıydı onu öğrenmeliydim ve sanıyorum ki bunu doğrudan Davin'den öğrenmem gerekiyordu. Çünkü Elçi'nin bana öldüğüm gece olanları gösterdiğinde daha önce şahit olmadığım bir enerjiye tanıklık etmiştim. Ardımda bıraktığım enkazın üzerine gözyaşlarını döken Gece Prensi karanlıkta bir şeyleri uyandırmış olmalıydı. Farkında değildi muhtemelen, o kadar hüzün içerisinde nefes almayı hatırladığını bile sanmıyordum. Bunu anlamak için de onu hapsettiğim zindanlardan çıkarmalı ve neler olduğunu çözmeliydim. Elçi'nin bana anlatmak istediği buydu. Her şeyin birbiriyle bağlantısı olduğunu ve en bana dokunan ucundan başlamam gerektiğini söylüyordu: Davin'den.

Birkaç toprak elfi begonvillere bakım yapmak üzere geldiklerinde beni fark etmemiş olacaklar ki gördükleri anda oldukları yerde donup kalmışlardı. Elimle onlara devam etmelerini söyleyip gülümseyince beni selamlayıp bitkilerle gizli konuşmalarına başladılar. Bitkiler elflerin dokunuşuyla şaha kalktılar ve kokularını eşsizlikle yaymaya devam ettiler. Elflerin bitkileri okşarken gözlerini kapatmalarını, yaptıkları minik ritüelle ellerinden yayılan sihrin parlaklığını ve etraflarına yaydıkları enerjinin hoş hissini izlerken kendimden geçiyordum. Daha önce binlerce kez toprak elflerinin seremonilerini izlemiştim ve her defasında beni kendilerine hayran bırakıyorlardı. Onlar tamamen Doğa Ana'ya bağlı ve sadıktırlar ve anaç kişilikleri doğayla bir bütün oluştururken etraflarına huzurlu bir enerji yayıyorlardı. Kesinlikle favori elflerimdi.

Bahçede yeteri zaman geçirdiğime karar verdikten sonra odama portasyonladım kendimi. Elvis söylediğim gibi kitapları çalışma masamın üzerine bırakmıştı. Mia veya başka biri var mı diye kontrol ettim etrafı ama Elvis işini hakkıyla yapan biriydi ve kimse yoktu. Camlar sıkıca kilitlenmiş, odanın güvenliği sağlanmıştı.

"Elvis," diye seslendim ve beni bekletmeden kapıyı açıp içeri girdi. Önümde diz çöktü ve hazır bir şekilde karşımda dikildi. "Nasıl?" diye sordum.

"Emrettiğiniz gibi onu izliyoruz efendim. Herhangi bir sorun yaratmadı henüz."

Davin'in kaçma girişiminden sonra Elvis'ten onu özellikle takip etmesini istemiştim. Hala zindanlardaydı ama istese kaçabileceğini de biliyordum. Neden bilmiyorum ama bunu içimde bir yerlerde hissediyordum. Davin tuhaf derecede güçlüydü. Yıldız Krallığı'nın bir getirisi olarak her zaman öyleydi ama burnuma farklı kokular ilişiyordu.

"Onu kim gözlüyor şu anda?" diye sordum.

"En güvendiğim adamlarımı başına diktim." Tatmin olmuşçasına başımı salladım.

"Kız peki?"

"Leydi Laura hiçbir şekilde odasından çıkmıyor." Laura tutsak değildi ama yine de kendini odasına hapsetmişti.

"Onunla ilgilenenleri takip ediyor musunuz?"

"Evet," dedi Elvis. Bunu ondan istememiştim ama ben söylemeden yapması hanesine bir artı kazandırmıştı. "Bir ateş elfi ve Yıldız Krallığı'ndan biri onunla ilgileniyor. Bir de..." Bir anlığına söyleyeceklerinden emin olamıyormuş gibi duraksadı.

"Devam et," dedim usulca.

"Baş hizmetkarınız olan toprak elfi dün onu görmek için odasına gitmiş efendim. Aldığım bilgiye göre birkaç saat orada kalmış." Huzursuzca kaşlarımı çattım. Mia bana bundan bahsetmemişti. Bunun hesabını kesinlikle ona soracaktım.

"Ateş elfi veya Yıldız Krallığı'ndan olan kız hakkında kayda değer bir şey var mı?" diye sordum.

"Her şey normal görünüyor efendim." Başımı salladım. Biraz sessizleşip söylediklerini sıraya koydum.

Elvis'e doğru bir adım attım. "Elvis sana gerçekten güvendiğimi bilmelisin," diye konuşmaya başladım. Dudakları bir anlığına kıvrılsa da hemen ciddiyetine geri döndü.

"Bu benim için bir onurdur efendim," dedi ve yumruğunu göğsüne çarparak önümde eğildi.

Bir adım daha yaklaştım. Aramızda beş adımlık bir mesafe vardı. "Bunu duyduğuma sevindim. Yine de sana sormam gereken bir sorum var," deyince gerildiğini gördüm.

"Ne isterseniz efendim, cevaplamaya hazırım."

"Senden krallığına ve özüne ihanet etmeni istesem bunu yapar mısın?" Elvis o an resmiyetini bir kenara bıraktı ve kocaman açtığı yeşil gözlerini üzerime dikti. "Sana Ay Kralı'na saldırmanı söylesem gözünü kırpmadan kralına karşı savaşır mısın?"

Tabi ki ondan böyle bir şey istemeyecektim. Ama Elvis hala bu Öz'ün bir muhafızı ve Ay Krallığı'na ait biriydi. Kişisel bir şekilde bana sadakat yemini etmemişti- ki sadakat yemini her önünüze gelene yaptıracağınız bir şey değildi- ve zaten Ay Krallığı soyluları bana sadakat yemini ettikleri için doğal olarak o da bu yeminin içinde sayılıyordu ama onun kendi sadakatinden emin olmalıydım.

"Ben..." Afallamıştı. Yüzü kireç tutmuştu. Yutkunduğunda âdem elmasının oynadığını gördüm.

"İyi düşün," dedim ve uyarıcı bir bakış attım. Karar vermesine yardımcı olmak için bir adım daha atınca veliaht simgem parıldadı. Saçlarımdan mistik bir koku yayıldı. Gök mavisi auram kendini belli etti. Kim olduğumu hatırladı.

Dizlerinin üzerine çöktü, eğilebildiği kadar eğildi ve iki elini de yumruk yapıp göğsüne bastırdı. "Dudaklarınızdan dökülen her kelime benim için bir emirdir Tanrıçam. Sadakatim ve varlığım tamamen sizin için burada. Değil kralıma saldırmak, sizin için Öz'üme savaş açarım." Son cümlesini söylerken gözlerini sıkı sıkı yummuş ve sesi titremişti.

Dudaklarım keyifle kıvrıldı. Kesinlikle bir Ay Prensi seçeneğim varsa bunun Elvis olmasını isterdim.

"Ayağa kalk," dedim otoriter bir tonda. Kalktı ancak gözlerime bakmadı. Söylediği şeylerin şokunu yaşıyor olmalıydı. Muhafız olmak böyle bir şeydi.

Krallığı için canını hiçe sayan adama dan diye krallığına ihanet et dersen böyle afallamalara hazır olmalıydın Diana.

"Senden bunu asla istemeyeceğim." Şaşkınlıkla gözleri bana döndüğünde mimikleri oynamıyordu ama gözlerindeki ışıltıda rahatlama gördüm. "Yalnızca emin olmak istedim."

"Bir hatamı gördüyseniz, affedin," diye hızlı hızlı kendini savunmaya çalıştı.

"Hayır, hatanı görmedim. Görmemek için tedbir alıyorum," dedim. Yüz ifademi ani bir geçişle yumuşattım ve balkonumun kapalı kapısına doğru ilerlemeye başladım. "Çay içer misin?" diye neşeyle sordum.

"Ha?" diye şaşkınlığını saklayamayan muhafızın bu tepkisiyle kıkırdadım.

"Papatya?"

"O-olur efendim."

Balkonun kapılarını açıp dışarı çıktım. Güneş batmak üzereydi. Manzaranın ziyafetini gözlerimle yedikten sonra balkonumdaki mütevazı masaya geçtim. Elvis karşımda dikilince gözümle çaprazımdaki sandalyeyi işaret ettim. Anlamamış gibi bana bakınca gülmeye başladım. "Otursana."

Başını öne, arkaya, sağa ve sola çevirdi. Kimse var mı diye kontrol ediyordu. Sanırım ona mı söylüyorum diye kendini sorgulamıştı.

Elimi masanın üstünde bir yay hareketi yaparak gezdirince iki çay fincanı ve kristal bir çaydanlık belirdi. Fincanlara çayı doldururken ona bakmadan konuştum. "Biraz daha ayakta dikilirsen çayın soğuyacak, Elvis." İsmini söylediğimde eli ayağına dolanmış bir halde hemen az önce işaret ettiğim yere oturdu. Daha önce bir soyludan, özellikle de bir Tanrıçadan çay teklifi almadığına emindim.

Tanıdığı tek Tanrıça sensin, dahi. Tabi ki almadı.

Kendi fincanını onun önüne ittirince hala ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu. "Muhafızımla biraz samimiyet kurmaya çalışıyorum, canım," diye son harfi uzatarak konuştum. "Niye öyle far görmüş tavşan gibi bakıyorsun?" Çayımdan bir yudum aldım.

Şok olmuş bakışlarının ardından belli belirsiz tebessüm etti ve fincanını eline aldı. "Teşekkür ederim, efendim."

Çayın tadını alınca tatmin olmuş bir şekilde inledim. İçinde yalnızca papatya değil, bal ve birkaç tatlı baharat daha vardı. Vay be, sanırım mutfak işlerinde oldukça iyiydim.

Bir anlığına gözlerimi kapattım ve kimsenin bizi duymayacağına emin olduğum bir korunma büyüsü yaptım. Bizi görebilirlerdi ama ne konuştuğumuzu duyamazlardı. Hoş, kimsenin Gökyüzü Tanrıçasının odasını gözetlemeye cüret edeceğini sanmıyordum.

"Öz'üme dönmem gerekiyor," deyince çayınca büyük bir yudum alan Elvis neredeyse tükürecekti ve kendini zor tutup öksürük krizine girdi. Eline uzanıp şifacılık yeteneklerimi konuşturduktan sonra hiçbir şey olmamış gibi kendi çayımdan bir yudum daha aldım. "Halkımın, topraklarımın bana ihtiyacı var."

"Bu çok tehlikeli efendim," diye çekinerek konuştu.

"Benim için değil." Fincanımı masaya bıraktım. "Arya veya Rigel karşıma çıkarlarsa bile bana zarar veremezler."

"Tek başınıza mı gideceğinizi söylüyorsunuz?"

Gülümsedim. "Hayır, tek başıma gitmeyeceğim. Sen benimle geleceksin." Bir an için göğsü kabardı. "Ama bundan diğerlerinin kesinlikle haberleri olmayacak," diye ikaz edici bir ton takındım.

Kaşlarını çattı. "Neden, diye sorabilir miyim?"

"Çünkü ne ben Arya'ya zarar verebiliyorum ne de Arya bana. Ama onlara rahatlıkla zarar verebilir ve gideceğimi öğrendikleri an benimle gelmek için ısrar edecekler." Anladığını belli edercesine başını salladı. "Çok uzun süre kalmayacağız. Diğerleri fark etmeden geri döneceğiz."

"Neden gitmeye karar verdiniz?"

Elimle etrafı gösterdim. Huzuru işaret ettim. "Her Öz bunu hak ediyor." Kederle sırıttım. Tırnaklarımla masada bir ritim tutturdum. "Gökyüzü Tanrıçası kendi Öz'ünü koruyamadı, dünyasını ve halkını yüz üstü bıraktı..."

"Bu sizin suçunuz değil," diye yerinde dikleşti.

Omuz silkip dudaklarımı büktüm. "Belki. Ama birinin bunu düzeltmesi gerekiyor. Tabi daha iyi bir seçeneğimiz varsa söylemekten çekinme lütfen." Sesime alaycılığımı katmayı eksik etmemiştim.

Hemen yerine sindi. "Kutsal Gökyüzü Tanrıçasından daha iyi bir seçenek göremiyorum, efendim."

Parmak şıklattım. "Aynen öyle." İyiden iyiye yerini Ay'a ve Yıldızlar'a bırakmaya başlayan Güneş'i fark ettiğimde akşam yemeği için inmem gerektiğini hatırladım. Elvis'e dönüp resmileştim. "Yıldız Prensi'ni serbest bırakın ve akşam yemeğine katılsın."

Şaşkınlıkla bana baktı. "Bundan emin misiniz?"

Tek kaşımı kaldırdım. "Bir itirazın mı var?" Boğazını temizleyip kendini düzeltti. Ayağa kalktım ve ben ayağa kalkınca o da ayağa kalktı. Odaya ilerledim. Kıyafet dolabıma girip akşam yemeği için elbise seçmeye başladım. "Her saniyesini bana rapor edin. Ne yediğine, ne içtiğine kadar." Zarif, kırmızı, içi kısa ama dışında uzun transparan tüllü eteği olan bir elbiseyi askısıyla beraber üzerimde tuttum. Kırmızı pek benlik değildi ama arada değişiklik iyi olabilirdi. "Bu nasıl?"

"Çok şık efendim."

Elbiseyi şöyle bir süzdükten sonra başımı salladım. "İzlendiğini fark etmesin."

"Fark etmeyeceğine emin olabilirsiniz."

Hala elbiseye bakarken sırıttım. "Fark edecek." Gözlerimi ona diktim. Sözlerime ağırlık kattığıma emin olarak konuşmaya devam ettim. "Uzun bir süre fark etmesin, Elvis." Başıyla onayladı. Elbiseyi yatağımın üzerine bırakıp saçlarımı taramaya koyuldum. "Hazırlanmam için bana yardımcıları gönder. Çıkabilirsin."

Elvis eğilip selam verdi ve odadan çıktı. O çıktıktan birkaç dakika sonra bir su elfi içeri girdi. Mia'yı göndermemesi gözümden kaçmamış ve buna memnun olmuştum. İyice hazırlandıktan sonra yemek salonuna inmek üzere odadan çıktım. Yolun yarısında Elvis peşimde belirmişti.

Kapılar benim için ardına kadar açılınca Nora ve Elio'nun masaya yerleşmiş olduklarını gördüm. Gelmemle beraber ayağa kalktılar ve başlarıyla beni selamladılar. Masanın baş ucuna yerleşirken oturmadım, ayakta bekledim. Yeniden kapının açılma sesini duyunca üzerimde dolanan anlamsız bakışlar kapıya yöneldi.

"Bu da ne demek oluyor şimdi?" diye hışımla bana döndü Elio.

Ona bakıp gülümsedim. "Aile yemeği," deyip yerime oturdum.

Davin şüpheci bakışlarını üzerimden çekmeden karşımda durdu ve beni selamlamak için eğildi. "Tanrıçam." Başımı hafifçe öne eğince Nora'nın yanında yerini aldı.

Gerginlik herkesi süzerken ben tabağıma kırmızı meyveler ve oldukça lezzetli görünen kırmızı etten bir parça aldım. Bardağımı tutup hafifçe sallayınca arkada bekleyen hizmetkarlardan biri kırmızı ve enfes kokulu üzüm şarabını doldurdu. Yemeğimden bir lokma aldıktan sonra içkimi içince başımı sallayarak tatmin olmuş bir şekilde gülümsedim. Başımı kaldırıp bana baktıklarını görünce elimdeki çatal bıçakla önlerinde dumanı tüten yemeği işaret ettim.

"Neyi bekliyorsunuz?"

"Diana, neler oluyor?" dedi Nora.

Gümüş kadehi dudaklarıma götürürken kıkırdadım. "Yemek yiyoruz."

"Onun burada ne işi var?" dedi Elio. Davin ona ters bir bakış atınca güreşmek üzere birbirlerinin nabzını ölçen iki boğa gibi görünüyorlardı.

Bardağımı sertçe kristal masaya çarpınca şarap elime sıçradı ancak ikisinin de kızışmış bakışlarını üzerime çekmiştim. "Soylulara soylu gibi davranmanın daha makul olduğuna karar verdim," diye Elio'ya doğru döndüm. "Her ne kadar soysuzca hareketlerine şahit olsak da." Kadehimi Davin'e doğru kaldırıp başıma diktim. "Afiyet olsun."

☀️🌙✨

Oy vermeyi unutmayın 💖

// Destiny Rogers: Tomboy


Continue Reading

You'll Also Like

814K 25.7K 24
Yetişkin içerik!!! ***** Bilinmeyen numara: "Bugün siyah giyinmişsin." Bilinmeyen numara: "Ne isterdim biliyormusun?" Bilinmeyen numara: "O düğmeleri...
5.7K 532 7
facts ¡Semekook¡
2.7K 710 26
Eski Veliaht Guan'ın kızı olan Lidena, babasını öldürmüş olan amcası Zeord tarafından sürgünden çağırılır. Ancak İmparator Zeord'un oğlu veliaht Gabl...
4.8K 616 14
Sesini duyar duymaz kolumdaki yılanın varlığı kayboldu. Ona baktığımda sinirlendiğini gördüm. Tek kaşım havaya kalktı. "Tam olarak neye sinirlendiniz...