yirmi dokuzdan önce

By medicinefordeath

38 4 15

devlet ile senelerdir anlaşmalı bir biçimde, yetmiş ikinci yaşlarında öldürülmeyi kabul eden halktan bir güru... More

bir : ölü canlar

iki : her lanet, bir mürvetle cezalandırılır

14 2 10
By medicinefordeath

bu hikayenin her bir bölümünde 'işte şimdi her şey başlıyor' diyebileceğim için çok heyecanlıyım. ritmi asla düşmeyecek bir kurgu bu. henüz kimse yok ama dolup taşacağımızdan da eminim, keyifli okumalar <3

Yoğun bir sis bulutu kasabanın göğüne çökmüş, çiçeklerin rengini elinden almıştı. Her gün dönümünde, bunun bir öncesinden farklı olacağına dair yeminlerle süslenen dudaklar şimdi yorgun bir sessizlikle başlarına çöreklenmiş bulutun gidişini kıyamlı bir gösteriyle bekliyordu. Toprağın kökleri nankörce solmuş, kara sise boyun eğmiş gibi, bir meyveden noksan dallar gözünde yaşlarla büküldü, kız kardeşi için sabahı akşam ettiğinin farkında olmadan yanaklarını kurulamayan oğlan gibi.

İnsanın da dalları bükülüyor, bedeni sis altında kaybolup gidiyordu, çaresiz bir bekleyişten daha acısı, bu bekleyişin bir umut habercisi olmadığıydı, işin sonunda her daim daha çok gözyaşı akacaktı ve vermekten çekindiğimiz nefesler, kara haberin ömrünü uzatıyordu yalnızca.

Küçük ahşap evlerin süslediği çamlık alanın boş yolları Amerikanvari bir esinti veriyordu, bir kitabın baş karakteri olsaydı eğer, şimdi uzandığı yatakta doğrulup, dışarıda hafif hafif atıştırmaya başlayan yağmuru seyre dalarken bir klasik açıp okuyabilirdi genç kız. Elindeki kupada kaynar sütle karıştırdığı sıcak çikolatası, kulağında 2010ların başından bir şarkıyla, kulaklarına dolan yorgun adamın sesini ilhamı bilerek bağdaş kurar, pencere pervazına yetmiş iki sene boyunca yaptığı gibi, tüm dünyasını sığdırıp oradan göğe açılabilirdi.

Ve onun bunları yapmak yerine kapalı gözleriyle üç gündür uzandığı yatakta solgun nefesler alışı, Karanlı'yı yağmura, onu izleyen gözleri ise yaşlara boyamıştı. Bir kasabanın yağmur damlalarıyla yıkanıp kendine gelmesi olağandı ancak başından ayrılmayan kardeşi için aynı şey söz konusu değildi, tüm klişeleri yıkıp güçlü erkek rolünü bir kabuk gibi üzerinden sıyırmıştı oğlanın, yanakları kurumuyor, gözleri kırpılmıyordu. Kardeşinin canı için ettiği her bir dua, dudaklarından havalanıp boynuna dolanıyordu, dağılmış saçlarının alnını buğulandırdığını ve kelimelerinin uykusuzlukla yoğrulduğu için anlamını yitirdiğini bile farketmedi.

Yaşadıkları tüm zaman boyunca birbirlerine söyledikleri tüm dalga yüklü kelimeleri, şakaların dozunun artıp başlarnı döndürdüğü zamanı hatırladı. 'Eski toprak' diyordu kız kendine, anıların birinde. Parlak göğe bakıp iç çekiyordu ve ekliyordu ayaklarını uzattığı sonsuz çimenlikte. 'Senelerdir ne gök değişti ne biz, baksana ahretlik iki dost gibiyiz onunla, bizi yanına almaya hiç hevesli değil oysa.'

Gökyüzünün nankör olduğunu düşünüyordu ve bunu inkar etmekten çekinmiyordu, herkes verdiğini alırdı fakat göğün acelesi yok gibi, onlara seneler bahşetmişti. Bazen bu kadar yaşamayı hak etmediklerini, bazı zamanlar ise saçlarının beyazlayacağı zamanlara kadar ömrünü tüketmek istediğini, bir haksızlık çemberinde koşturulan sıçanlar gibi hissettiğini söylerdi.

On sekizlik bir beden için yetmiş iki koca sene.

Yetmiş iki koca saat ve gözlerini açmayan kızın soluk bedeni, hiç ait olmadığı bir yatakta, hiç bilmedikleri bir evin çatısının altında uzanıyordu, soğuk ellerini tutan kardeşinden habersiz bir biçimde.

Üç gün dönümü, üç batıdan gelen güneş ve üç gündür dudakların mıhlı duvarlarındaki örgüyü aşındıran tanıdık dualar, ne aynı dile ait ne aynı dine. Eğilen her bir boyun, zamansızlık tanrısının yeni bir kuluydu. Kimse göz pınarları kurumayan oğlan çocuğuna tek kelime etmiyordu, sözlükteki karşılığı boşluktan ibaretti bu acının. Henüz tarif etmek için yeterli acıyı çekmemişti sanki. Öyle ki, canından bir parçayı koparıp kızın dudaklarına dikmek, ona yeni bir ömür biçmek istiyordu genç çocuk.

Sürekli aynı satır aralarında yutkunuyordu, dili hep aynı lafı yuvarlıyor, bir soluk fazlasını yutmaktan çekiniyordu.

Ölüm, yetmiş ikinci yılın sonunda duraksadığında dahi güzelleşmiyordu, kulağa ilahiyle üflenmiyordu ecelin kokusu; korku ilk kez bu kadar gerçek, ölüm ilk defa bu kadar yakındı.

Duyduğu adım sesleriyle beraber başını o yana çevirdi, hala adını sormadığı uzun saçların sahibi kadın yanında durduğunda, o kadar perişan bir haldeydi ki, yüzündeki yorgun ifadeyi ve kadının çökmüş göz altlarını, elinde onun için tuttuğu şalı bile fark etmedi, midesine bir şey koymadığı için kuruyan dudaklarını, sözleri döndürmeye mecal bulamayan dilinin yokluğunu fark etmediği gibi. Avare dolaşmaktan çekinmeyen bir ayyaşın bıkkınlığı vardı ikisinin de gözlerinde. Fakat bunu belli etmekten çekinircesine, bir muhabbet kurmak için heveslenmediler.

Bu sebeple, sözlerin suskunluğunda cesaret alıyor gibi, çocuğun omzuna bıraktı şalı. Fakat bıraktığı gibi, onu buna pişman eden oğlan, ellerinde son kalan dermanı, omzundaki şalı atmakla harcadı. Kızın göğsüne kadar çekilmiş yorganı umursamadan bir kat daha örttü, bu kız kardeşini toprağa gömdüğü anın hayaletini getirdi hatırasında bir kulübeye. Ölü toprağı onu da sarmıştı ve çırılçıplak kalsa dahi, bu üzerindeki toz tanelerinden kurtulamayacak gibi hissediyordu. Üşürse, serinliğini toprağın altında aramaktı şimdi korkusu; üşürse, yatakta uyumaya alışmış bu genç bedeni, toprağın altına yatırıp üzerini küllerle örtmekti.

"O üşür, ben onu sararım, onu sarman lazım." Dedi, saatlerin ardından kurduğu ilk cümle, gözlerindeki doruksuz yaşları harlayan kelimeler bunlardı.

"Bu gece soğuk olacak."

"Olsun." itirazı geri çevrilip ona yeni bir hamle sunsa da, daha fazla zorlamak istemedi çocuğu. Yine de, kendinden hayli küçük olan gencin omzuna avcunu bastırıp kendine çevirdi, altı kararmış koyu renkli harelerin hüznü tüm yüzüne sıvanmış, dermanının kayboluşunu çığlık çığlığa arıyordu sanki.

"Meva Ana gece geliyor zaten, istersen dinlenmeye git, ben bekleyeyim." Oğlan, itiraz edecek dermanı bulamadığında, başını iki yana sallamakla yetindi. Bulundukları yüzyılın nimetlerini inkar eder gibi, yalnızca birkaç mum ile, tepedeki gaz lambasıyla aydınlanan loş kulübeye göz gezdirdiğinde üç gündür ezberlediği her bir ayrıntı tekrar kafasının içinde beden buldu. Tahta çatıdan sızdığını hissettiği su damlaları, ona verdiği ve tutamadığı her söz gibi kulaklarını çınlatarak çarpıyordu yere. Başında beklemek istiyordu, bu gecenin sonunda uyanmazsa, bir daha uyanamayacağını biliyordu çünkü. Korkunun her bir uzvu kibrittendi ve oğlan bu kibrit kutusunu koca bir lav çukuruna düşürmüş, korkusunun közleri kendi bedenini tutuşturuyordu şimdi.

"Ona yalvardım." Dedi oğlan, çok geçmeden. Yetmiş ikinci saate yaklaşıyorlardı, saatin tiktakları beynini çeyrek geçiyordu. Adeta ölüm meleğinin kavisli bıçağını, uzun parmaklarını görüyor gibi hissediyordu. "İsyancılardan olalım dedim, kurtuluruz sandım-" dudaklarını pişkince kuşatan titremelerden fırsat bulduğunda devam etti, "Öylesine gözü yoktu ki devam etmeye.."

"Boyun eğen bir kişiliğe mi sahipti?"

"Asla." Dedi oğlan bu kelimeye tahammül edemiyormuş gibi. "Öyle olan bendim, ablam her zaman benim için savaştı, onu böyle yıpratan da, başını eğdiren de bana olan zaafıdır."

"Onun için her şeyi yapabilirsin yani?" Çocuk başını salladı, "Ölür ve öldürürüz, beni o yetiştirdi. Görünende iki, aslen sekiz sene büyük benden. Gözümü açtığımda ilk onu gördüm, kapattığımda da başka göz görmek nasip olmasın bana." Kaşınan yanaklarını el hayaları ile kuruladı rastgele bir biçimde. "Uyanmazsa ne yaparım bilmiyorum.. Beni hep kendi gidişine hazırladı ancak o giderse hayatta kalamam ben, keşke bizi kurtarmasaydınız da, onunla birlikte beni de-"

"Git" dedi kadın. Şimdi sesinde hiç beceremediğini düşündüğü otoriter bir yan, kendisini başka zamanlarda güldürebilecek bir sertlik vardı. Oğlanı kovuyor gibi kolunu kavrayıp kaldırdı ve çocuk ne olduğunu bile anlayamadan onu kapıya doğru ittirdi yavaşça. "Kendine bir çeki düzen ver. Ablan uyanacak, sen cenazesini kaldırmış gibi davranıyorsun, doğru düzgün bir şey ye, yıkanmadan da gelme buraya."

Tüm bunları es geçip umutla aydınlanan yüzüyle kıza baktı. "Uyanacak mı ki?" Diye sordu.

Bu şimdi konuştukları dilin lügatında bir çaresizliği, dilenmeyi yansıtıyordu.

Bu, 'lütfen' demekti. Ona bir şans daha ver, lütfen gözleri semayla bir kez daha buluşsun, kendini almadığı için göğe isyan etsin ama sen yine de alma onu yanına, onu bana bağışla.

"Uyanacak." Kadının yüzü gevşedi, "Ki, uyanmalı da. Eminim konuştuğu anlarda, senin gözyaşlarını susturabiliyordur ki bu hepimizin işine gelir, ağlamaktan başka becerebildiğin şeyler de vardır eminim." Elleriyle çocuğun gözlerini kuruladı ve dudaklarında narin bir gülüşle, sakince söyledi, "Şimdi git, Şubat sana kıyafet verecek, ardından bir şeyler ye, seni gördüğünde, ölmediğine inancı olsun."

Oğlan, hipnoz olmuş gibi, bir anda kadının sözlerine kulak vermesini kendi bile garipsemedi, efsunlu bir ses kulaklarını tıkamış yalnızca kendi bildiğini kabullendirmek ister gibi zihnini işgal etmişti ve ona ayak uydurmakta başka görevi yoktu sanki, aptal bir baş sallamasıyla, kapının kulbunu çevrdiği sırada onu ve neredeyse tüm odayı sardığına yemin edebileceği, ufak ışık tozları yayan ses, kendine yeniden çekti.

"Bir de, bana adlarınızı söyle, geldiğinizden beri ne bir kelam ettin, ne de yaşlarını silip bizi dinledin." Oğlan kafası karışmış bir şekilde, kadının dudaklarını oynatmadan nasıl konuşabildiğini düşündü, aynı ses bunun uykusuzluğunun bir yansıması olduğunu, fakat devamında kafasını karıştırmayı sevdiğini de die getiriyordu.

Ekledi, konuşmadan. 'Kurtulduğumuzda, hiçbir şey olmamış gibi devam edeceğiz.' Bunu, ilk geldikleri gün, ağzından bir kelam almaya çalışırken de söylemişti kadın.

Bütün bunlar bitecek ve biz yeniden yaşamaya başlayacağız.

Şimdiyse, bir isim bul.

Hepimizin zamanında yaptığı gibi, ismini sil ve kendini yenden yaratmak için zamana boyun eğ, yeniden bahşedildik ve bu bizim miladımız, bu senin miladın.

Aklından geçen düşünceleri nihayet kendi yönetebildiğinde, bir eli kapının kulpunda, kadına baktı şaşkınca. "Bunu nasıl yapabiliyorsun?" Omuzlarını silkti gülümseyerek. "Kız ve kendin için bir isim seç." Gözlerini kıstı ve böyle toplamaya çalıştı dönen başını. İnsanların, kuralların dışına çıkıp da çözümlerini kendilerinin üretmesine katlanamazdı, buna rağmen söz dinleyip son cümleye odaklanmaya başladı.

Odanın diğer tarafında uyuyan ve Meva Ana dedikleri şifacının üç gün biçtiği, yetmiş iki saatte uyanması gereken kıza baktı.

Kalan son dört saate ve yetmiş iki senenin yorgunluğu için biçilen yetmiş iki saate baktı.

Kırışmış göz altlarının, çökük elmacık kemiklerinin ve susuz kalmış aç dudakların mıhlanışına bir defa daha şahit oldu. Adı gökyüzünden düştü, gök onu kustu ve yeniden yaşaması için şans verildi. Kırık kanatlarıyla, o yatakta uzanan bir yıldız olduğunu düşündü kardeşinin. Yaprakları sarkmış, susuzluğa sadece dört saat daha dayanbilecek, bir damla hor görülse canı elinden alınacak zayıf bir çiçek gibi ekildiği yerden toplanılmayı bekliyordu.

Dalları kopmuş ve sanki son bir dua, son bir mırıldanma ile dirilecekmiş gibi baktı kıza.

"Dahlia." Dedi.

Sahipsiz, düştüğü yerde izini bırakmaktan çekinen, çığlığı kulakları değil, vicdanı sızlatan küçük bir Yıldız Çiçeği.

"Onun adı, Dahlia." Dönen başına inat, kelimelerini toparlayıp dudaklarından dışarı saldı. Beklenti dolu gözler üzerindeki baskısına devam ettiğinde, azad etmesi gereken daha fazla şey olduğunun bilincindeydi fakat kafasının içinde bir şeyler silinmiş, bildiği tüm dilleri unutmuş ve karşılığı olmayan sözler sarf edecekmiş gibi hissediyordu kendini.

Donukluğunu fırsat bilen ela gözler, alacağı cevabı öne çekmek için baskıyla sorusunu yeniledi, "Kendine bir ad seçecek misin?"

Durdu. Baharı müjdeleyen bir sıfatla kendini mi kutsamalıydı, yoksa bu işi onlara bırakıp olanı mı kabullenmeliydi?

"Ben seçeyim ismini, ister misin? Burada gerçek adını kullanamazsın." Bütün bunların başlangıç noktasına ayak bastığında ses edemedi, kadının parlak gözleri sorunun cevabını ve zihnindeki okyanusta, en dibe batmış kasalardaki şifreleri bile biliyor gibi parlıyordu. Bu, sadece kendinden yaşça büyük olmasıyla da ilgili değildi, efsunlu sesinde bir kıvılcım vardı ve bu, çocuğun üzerinde hiç çekinmeden kullandığı bir büyü gibi, tüm zihnini esir aldı.

"Sil yaşlarını bak, ne de güzel çocuksun sen, ay gibi parlıyor çehren." Bir abla gibi oğlana gülümseyerek, "Ay parçası." Dedi, "Ablan uyanacak, silecek yaşlarını."

"Öyle, değil mi?" Yüzüklü parmağını yavaşça oğlanın saçlarına atıp, "Öyle tabii," dedi anaç bir tavırla. "Ancak önce senin kendini toparlaman gerekmez mi? Sözümü dinle, Şubat dediğim benim eşim. Kapının önünde bekliyor, sen git dinlen, bir şeyler ye, Dahlia da uyandığında seni böyle görse nasıl üzülür, onu düşün."

"Peki adım?"

"Az evvel söyledim ya, Ay Parçası." Kadın, yeni doğmuş bir bebeğin kulağına fısıldarcasına inceltti sesini loş ışıkların altında. "Mehir."

Aynı onun gibi "Mehir" diye fısıldadı, fakat bu dudaklarından değil, iki kaşının ortasından çıkmış bir melodi gibiydi. Adını sindirip yutkunarak başını salladı, neden ısrarla kimsenin adını bilmediğini öğrenmek istiyordu, sanki buradaki her lanetlinin adı, günahlarını ifşa ediyormuş gibi sakınıyorlardı birbirlerinden.

Onun elinin hareketsiz kaldığı kulbu çevirip kapıyı açarak içeriye dolan soğuk havayla çocuğu kendisine getiren kadın, verandada eşini gördüğünde gülümsedi. Gözlerinin rengini bile değiştirdiğine inanabileceği bir gülüştü bu, adamın uzun bedeni, yanlarına yaklaştıkça büyüdü ve kendinden hayli küçük olan kadının yanına iliştiğinde, nefes alması gerekiyorken, onu hayata bağlayan yegane şey buymuş gibi, kadının alnında soluklandı ve bakışlarını çocukta gezdirdi. Çocuk ise, sanki senelerdir onları tanıyormuş gibi, belki de o büyülü sesin iliklerine bile vurduğunu hissettiğinden, aralarındaki sevginin düğümlerini ve kangren olmak uğruna bu düğümleri birbirlerinin boynuna geçirecek kadar tutkulu olduklarını anlamıştı.

"Artık adını biliyorsun öyleyse."

Hafif kirli sakalları ve esmer teniyle, gördüğü bu yeni yüz, uzun ve kalıplı bedeninin aksine gayet sevecen, şakaklarında birikmeye yeni başlamış kaz ayakları ile belki de şimdiye kadar gördüğü tüm ölümsüzlerden daha büyüktü. Devletin şimdiye kadar gördüğü bu insanları anlaşmalarını öne sürerek asması gerekmiyor muydu? Yaşadıkları yetmiş iki sene boyunca çocuklardı halbuki, bu anlaşmalar, ölümler ve hükümetin acımasızlığı için küçük, boyunlarına dolanan halat içinse çok toydu yürekleri. En büyük hayali saçlarındaki beyazlarını görmek olan çocuklardı ikisi, kardeşi olmadan kendi beyazlarını da, siyahları da görmek istemediğini biliyordu Mehir. Tek başına yaşlanmak, kardeşiyle ölmekten daha zor geliyordu ona.

Tam altmış dört senedir yaşıyordu ve altmış dört seneyi ellerinden alınan annesine geri dönebileceği umuduyla devirmişti, kendine yeni bir isim seçip en yakın arkadaşını, hatta kız kardeşini ne üdüğü belirsiz bir evde uyumaya bırakmak değildi hiçbir zaman dileği.

"Kafanın karışıklığını Şubat çözecek." Dedi kadın, sanki tüm bunları başlarına saran o lanetli ay değilmiş gibi. Yirmi sekiz günün her bir saati ömürlerinden bir seneyi daha çalmış, lanetin mührünü yirmi dokuza saklamışlardı.

Ve tekrar etmişlerdi bunu, tüm çocukluklarını o mührün zehrinden ümit bekleyerek geçirirken.

Her lanet, bir mürvetle cezalandırılır.

"Ne derse ikiletme, burada kaldığınız sürece başınızda biz varız. Ablan iyileşsin, gider misiniz kalır mısınız bunu o zaman düşünürsün."

"İyileşecek mi?" Aklındaki her şeyi duyduğunu biliyordu fakat bunu kenetlenmiş dudaklarını yırtıp söylediğinde bir şey değişecek gibi, bir sorudan çok bir dilek gibi yöneltmişti. Ya da, üzerinde gezinen esintiden mi bilmiyor, ancak bazı şeyleri sormaya çekiniyor, sorgusu derinlere saklanıp korkusuna sokuluyordu. Soracak çok şeyi  vardı ama çenesi kitlenip kendi kabuğuna çekildi, kendine sormadan. Kadın bunun cevabını vermek istiyordu ve bu soruyu uymak istemişti. Mehir da, başka hiçbir sorunun cevabını alamayacağını bildiğinden, en acısıyla not düşmüştü satır başına.

"İyileşmek zorunda, çünkü o iyileşmezse, bu kasabada iki ölü olacak." Mehir'i eşine teslim ederken bir kez daha, "Kendini topla." Diye mırıldandı.

İçeri geri döndü, loş odanın her bir yanına senelerdir aşina olduğundan, kapının sağ yanındaki raftan el yordamıyla iki küçük şişeyi aldı, orada değillerdi ama o sırada onları o rafta bulmak istediğinden parmak uçlarının dibinde belirmişlerdi. İçinde en fazla bir şırıngayı doyurabilecek kadar sıvılar olan bu simli, ufak şişecikleri avuçlarına hapsedip kıza ilerledi, elini bile sürmediği kapıyı sağ bileğini yavaşça havada gezdirip kapattıktan hemen sonra.

Oğlanın aklını karıştırmasının sebebi elbette kendini toparlaması içindi. Her yeni günün sabahında, göğe bakıp yeni bir yeminle kimsenin aklına girmeyeceğinin sözünü veriyor ancak kendine verdiği her bir söz havaya karışıp elindeki şişelere doluyordu sanki. Vicdanının baskısı, verdiği sözlerden ağır gelince, kefeleri istediği bir sıraya diziyor, kimin iyiliğini diliyorsa, en fazlasını ona veriyordu. Çocuğun bu halleri, kendi gençlik zamanlarının bir anısı, çaresizliği ise kabul olmamış dualarını hatırlatıyordu. Kız uyanana kadar onun kendine gelmesini, o kendine gelene kadar da, bir mucizeyi büküp göğe üflemeyi, kızın uyanabilmesini diledi, bu asırların hatrına.

Duaları birbirine karıştırdı, kendi gücünün bilincindeydi fakat yapabileceklerini kestiremediğinden, şimdi sadece üç saati kalmış kızı dualarının baş köşesine mi yerleştirse yoksa elindekileri ruhuna mı üflese karar veremiyordu.

Gözlerini yoran ışıkta ne kadar durduğunu fark etmeden bir noktaya sabitlediği bakışları aslında kızın üzerindeydi ama genç kadın bunun öyle farkında değildi ki, ellerini iki yana sarkıtmıştı, şişecikler birbiriyle tokuşup tiz cam çığlıkları çıkarıyordu, boynu muhtemelen doğrulduğu ilk an sızlamaya başlayacaktı ama onun kafasının satır aralarına uzun boşluklar düşmüş, bu boşluklara yorgunluğunu sığdırmaya çalışıyordu, ücra bir köşedeki eski anılarına ait şarkının adını hatırlamaya çalışıyor gibi, gerçeklikten uzak bir süre geçirdi kendi başına, dudaklarının içindeki eti yediğini ve diline bulaşan kan damlalarını bile, evin kapısı açılıp da farklı bir yüz içeri dalana, omzunu dürtene kadar fark etmedi.

"Duymuyor musun Canset?" Sabırsız bir bekleyişin ardından, sesindeki yaşına tezat çocuksu tınılar genç kadını kendine getirdi, belirsiz bir hımlamayla karşıladı gelen adamı. Kendi bitkin, altına halkalar çöreklenmiş ela gözlerine kıyasla, günlerdir sabırdan yoksun bir parıltıyla şimdiyi bekleyen mavi hareler buluştuğunda gülümseyip ağrıyan boynunu ovdu parmak uçlarıyla.

"Bir buçuk saat kaldı. Oğlan, kız uyanmadan bir şey yemem diyormuş, Meva Ana da lafını dinlesin diye zerre almam için yolladı." Canset, bir genç adama, bir de yatağın yarısını bile doldurmayan bedeniyle uyumaya ara vermeyen kıza baktı. "Uyanmayacak mı?" Ellerini uzun saçlarının diplerine geçirip uzunca ofladı, "Bilmiyorum."

Bu söz katlanarak arttı, her bir katta üzerine yeni bir sinir aldı ve sözler, bir çığdan daha etkili olana kadar kimse konuşmadı.

"Ne demek bilmiyorum? Çocuğa uyanacak demişsin?" Anlayıştan uzaklaşan sesi, her bir harfi sertçe aralarına örüyordu. İstese kızı üç gün bekletmeyecek kadar tecrübeli olduğunu da biliyordu ama bu kelebeğin kanatlarıyla ittirerek çıkması gerektiği kozayı, ona yardım etmek isteyerek yarmaya, ardından güçsüz kanatlar ve yarım bir ömürle uçmaya zorlamaya benziyordu. Ama bir insanın yaşamı, şimdi yapılanlarla kıyaslansa dahi, bir böceğin çabasıyla örtülemiyordu. Koza yarılsa bile kırık kanatlar yerine çırpınan, sürüklenerek yaşayan yarım bir vücut kalacaktı geriye.

"Çocuk yeri göğü birbirine kattı şimdiden." İç çekerek kıvrılan bedene değdirdi gözlerini, zaten varlığı yokluğu bir gibi bir bitkinlikle duruyordu. "Bir de kız ölürse, ikisi de başımıza kalacak. Bizi suçlamaya bahane arıyor zaten, yeni bir düşman istemiyorum." Abisinin karısıyla konuşuyor olması bir yana, istese sadece serçe parmağıyla bile kendisini uyuyan kızdan beter hale getirebilecek kadını sinirlendirmek için boyunu aşan laflar etmeye devam etti.

"Ya da bırak gitsin. Zamanında Ala'nın yaptığı gibi sen de bir kızı ölüme bırak, tutamadığınız her söz gibi, bunun da sonucu başımıza dolansın, içimizden biri daha düşmanımız olsun, her şeyi baştan yaşayalım." Kadının elindeki şişeleri kaptı birden, onu kışkırtmak, muhtemelen aklının ücra köşelerine dahi uğramaması gereken bir düşünceydi ama buna son sürat devam etti, kadın ayaklanıp kendinden beklenmeyecek bir hışımla karşısına dikildiğinde bile.

"Oğlan üç gündür yemeden içmeden sevdiğinin başında bekliyor, ne diyeceksin ona kız uyanmadığında? Ölümü için seni vicdansızlıkla suçladığında, sevdiği kadının girdiği toprağa seni sokmaya çalıştığında ne bok yiyeceğiz Canset?" Yatağın başında gezinmeye başlayan kadını bileğinden yakalayıp kendine çevirdi.

"Büyüğümsün diye ses çıkarmadığımı sanma, ben yaşadıklarımın başıma yeniden dolanmasını istemiyorum." İnce bileğini zorlayıp da büyük elin parmakları arasından kurtaramadığında, devam etti.

"Çünkü abim de sen de iyi biliyorsunuz bir insanın sevda uğruna nasıl delirebileceğini."

Yaşanılan her şeyin vaktinde, onları bir duvar gibi gelen tüm darbelere karşı koruyup, tüm kurşunları sindirirken, ilk defa vuruyordu bunu genç kadının yüzüne. Kadının yüzündeki şaşkınlığı fırsat bildi, elinde tuttuğu şişelerin ne işe yaradığından bir haber zihni, her şeyi kavrayabilecek bir ufka sahip olduğunu düşünse de, bu sadece bir yanılgıydı o anda. Bir yanlışlıklar silsilesi başının üzerinde ufaktan bir zelzele başlatmış, şimdi de bu depremin kalıntılarını hortumuyla süpürmeye çalışıyordu.

"Ama sen bilmiyorsun." Bilmişlikle parlayan yüzünü düşürmeyi amaçladığı sözleri çarpmak istiyordu birer birer. "Sen, bir insanın aşkı için ne kadar ileri gidebileceğini sadece seyrettin Fern, şahit olmak seni büyük adam yapmadı." Şişeleri çocukça bir hırsla elinden alan adamdan geri aldı. "Bazen gözün o kadar kararıyor ki, bağırarak kırdığın kapıları, kısık sesli özürlerle tamir edebileceğini umuyorsun, gözlerine inen her bir rengi gecenin karanlığından seçmen seni kötü yapmıyor." Şişelerin sesi odada yayıldı. "Aksine vicdanını daha da körükleyip dudaklarından çıkacak özürleri çoğaltıyor." Gaz lambasının durduğu komidinin hemen üstünde, dipleri küf tutmuş duvarı ortalayan eski saate baktı. Yetmiş bir saat tamamen dolmuş, kalan son altmış dakikayı acıklı bir yarışa sokmuştu.

"Oğlanın kız kardeşi için olan çırpınışlarını, gözü kara bir sevdaya bağlayıp küçümsemen de bu yüzden."

Mavi gözlerin sahibi, ne yaptığını bildiğinden emin bir şekilde, iki şişenin kapağını açıp, ekşi bir kokuyu aralarına saran kadının kızarmış bileğinde, dolu gözlerinde gezindi. Haklı oluşu bir yana, kötü bir adam olmaması onu yaptığı hatayı başına dolayıp çaresiz bir özür yuvasının en başına sürüklemişti yine.

Hatalardan ders almak yerine, aynı düşüşü defalarca yaşayıp azar yemek isteyen ufak, aptal bir oğlan çocuğu yatıyordu hala içinde. Ama kendine kızışı bir anlığına vardığı farkındalıkla tekrar genç kadının yorgun gözlerine dikilen hesap soruşa evrildi.

"Oğlan hiç konuşmadı demiştin, ne yaptın da öğrendin kardeşi olduğunu?"

"Zihnine girdim." Diye mırıldandı, her gün anlattığı bir fıkrayı söyler gibi. Ve adamın konuşmasına, yeni bir soruya izin vermeden sağ elini havaya kaldırıp çenesini bağladı. Bu ne bir mühür ne de sihrin parçasıydı, kadın susmasını istemişti ve o da bunu karşılıksız bırakmamıştı. İnce bileğini havada büküp aşağı eğdiğinde, onun yüzü de aşağı bakıyordu artık, tam kızın kapalı gözlerinin hizasına denk geliyordu mavi ışıkları. Ve tüm çehresini aydınlatıyor, onu yaşatacak tek sema onun gözleriymiş gibi, göğü gözlerine saklamış gibi bakıyordu.

Diğer eliyle, sessiz soluklar alan kızın sağ baş parmağına ve sol elinin yüzük parmağının eklemlerine tılsımlı şişenin içindekilerden sürdü, bu bir maddeyle adlandırılamıyordu, tenine değen her bir toz tanesi içine akıyor, bileklerine sıçrayıp boynuna, göğsüne, baldırlarına ve ayak parmaklarına ulaşıyordu. Kızın tüm vücudu büyülenmiş gibi parıltılarla kaplanırken genç kadınsa bunu yalnızca kendinin görebilmesini, kendi lanetine verdi.

"Çok mu istiyorsun kızın yaşamasını?" Diye fısıldadı, sözlerinin duyulmasından korkuyor gibi bir hal binmişti yüzüne. Yine de tehditkar çıkıyordu sesi, az evvel büyük lokmalar yutmak yerine boyundan büyük laflar eden adama alayla baktı bir anlığına.

"O bizden biri, sen istemiyor musun?" Neyin ne olduğunu bilen bir gülümsemeyle gencin başını biraz daha aşağı eğdi. "Ona iyice bak Fern," diye emretti adeta. "Sence iyileşecek olsa, yetmiş ikinci saati bekler miydi genç bir beden?" Kızın boynunu süsleyen mor halkalar, halatı boynundan çıkarırken kapanan gözleri ve ceset gibi kollarına yığılan bedeni, Fern'in aşağı dönük yüzüne soluk bir ışık yaydı. Üç gün evvel kollarına alıp kasabasına taşıdığı genç yüzün bir anda nasıl solup, kahverenginin tonlarıyla boyandığına asıl şimdi tanıklık ediyordu.

"Ölecek mi?" Bu korkunun kız için değil, senelerdir yaratmaya çalıştığı aile kavramının kayboluşu adına olduğunun farkında olsa da, inatla elini biraz daha aşağı indirdi ve ikisini bir kafeste bırakır gibi, o daha itiraz bile edemeden, ikinci şişenin küllerini adamın ensesine ve orada biten saç diplerine döktü.

"Kardeşine verdiğim tüm sözlerin bir yalana bağlanmasını, üçüncü günün sabahında kızın ayağa kalkmasını ne kadar dilediğimi bilseydin, aklını kaçırırdın." Tuhaf bir biçimde, işaret parmağını havada gezdirip külleri ve parlayan her bir zerreyi birbirine karıştırdı. "Senin sevmeyi öğrenmen gerekiyor Fern." Dedi, adamla değil gölgesiyle konuşuyor gibi. "Ve sen sevilmeden, sevmeyi öğrenecek bir adam değilsin." Geri çekilmeye çalıştığı her fırsatta biraz daha kızın üzerin eğildiğini fark etmedi, buruk bir gülümsemeyle boş şişeleri avcuna alan kadının onları kaybetmesi de, bir saniyeden kısaydı. Şişelerin dibindeki gerçeklik tozlarının kızın ve kendi bedeninin en içine ekildiğini, yalnızca bir bakışın bu tohumları büyütebileceğini Fern bile bilmiyordu.

"Meva Ana seni buraya gönderdi, ben de kabul ettim." Onunla konuştuğunu değil, kendi kendine bir ilahi mırıldanıyor sandı adam, başını kaldıramıyor, omuzlarına kalkmaya çalıştıkça çöreklenen ağrıya karşı koyamıyordu. Gitmek istediği en güzel köşe uzağa konaklanmış da, geçeceği tüm yollar, yılların altına saklanmış gibi ona ıraktı, bastığı zeminin kaynayıp bedenini kavurduğunu hissedebiliyordu. Hissedebiliyordu ama, buna engel olamıyordu.

Birkaç uzun mırıldanış ve aynı cümlelerin defalarca tekrarının ardından, kadın yeniden saatle buluşturdu odağını. Yetmiş bir saat ve devrilen kırk sekiz dakika, akrebin buluşmayı beklediği tamlığa koşar adım ilerliyordu.

Fern'e baktı. Dudaklarını mıhladığı adamın sözlerinin önünü açıp bir soru sordu.

"Kız yaşasın istiyor musun?" Kapalı göz kapaklarının ardında farklı bir dünya, farklı hayaller ve umudun canına kıydığı, bölünmekten korkmayan bir ruh yatıyordu.

"İstiyorum." Dedi Fern, teklemeden.

"Meva Ana seni buraya gönderdi, ben de kabul ettim." Dedi yeniden. Bunu o kadar çok tekrarlamıştı ki, bir duanın başlangıcı olabilir mi diye düşünmeden edemedi. Fakat kendinden ödün vermek istemeyen tarafı daha ağır bastığından sinirle soludu, "Uzatma Canset." Bu halde bile, ipleri alabileceğinden söz ediyordu.

"Beni neden buraya mıhladın?" Canset, her şeyin birbirine bağlı olduğunu, o anlayana kadar söylememeye yeminli gibi, aslında sevdiğinle prangalanmanın en büyük özgürlük olduğunu anlamasını istiyordu ve bu yüzden buna cevap vermek yerine, asıl yaptığından başladı anlatmaya.

"Seni ona mıhladım." Gerçeğin ilk tozu, böylece Canset'in satır aralarından, iki dudağının ortasından dışarı aktı. Bu akan tozlar, Fern'in kaldıramadığı omuzlarına binen başka bir yüktü o sırada.

"Ne yaptın?" Sorusunu yanıtlamadan önce tozları ve külleri başını döndürene kadar ikisinin saçları, parmak uçları ve dudakları arasında dolandırmaya devam etti. İkisinin külleri akana, ömürleri son bulana dek onları ayıramayacak bir tılsımla birleştirdiğini söylemek yerine "Kızın canını sen verdin Fern." Diye açıkladı.

Bu yarım yamalak cümle bile adamın içindeki korları üflemiş, esen yele yeni bir kibrit çakmıştı oysa. "Ne demek bu? Başımı döndürmekten vazgeç, neden ayağa kalkamıyorum?" Diyerek yeniden ayaklanmaya çalıştığında, Canset, canının yanacağını söylemeye gerek duymadan, az evvelkinden daha güçlü bir şekilde adamı yere bir çivi gibi çaktı. "Kızın vakti kalmadı." Dedi. "Ben de, senin canından bir parçayı, ona mıhladım." Elini havada sallarken, bu sefer bunun önemsiz olduğundan bahsediyordu. Fern bile, bunun normallik algısının dışında olduğunun farkındaydı oysa.

"Artık ruhlarınız bir." Geçmişten bir illüzyonla adamın aklını döndürdüğünde, yalnızca bir saniyede gördüklerinden sonra, tek kelime dahi etmedi. Kızın kapalı gözlerine adanmışlıkla bakarken, içinden geçen tüm sözleri yutkunarak boğazına geri tıktı. Kadının "Gördüklerinden sonra, bunun altından kalkabileceksen, kalpleriniz de." Dediğini bile duymadı. Mecali elinden alınmış gibi, gördüğü şeyin etkisiyle orada kalırken, Canset tekrar konuştu.

"Bunu Meva Ana ve ikimiz hariç kimse bilmeyecek." Dedi, bakışlarına çöken tehditkar bir tavırla. "Ne kıza, ne de onun için kendinden geçen kardeşine bir söz söyleyeceksin Fern." Başını salladı, boğuk sözlere.

"Yetmiş ikinci saatte gözlerini açtı, kendiliğinden uyandı bilecekler." Kadının son sözü buydu o akşam ve başka bir lafla onu daha fazla yormak yerine, elini hafifçe yukarı kaldırıp, şimdi şehrin üzerini ıslatan bulutların altına attı adamı. Başını nihayet yukarı kaldırdığında bile, kızdan başka hiçbir şey göremiyordu Fern. Yağmur damlaları bu kez kızın dirilişine, aldığı son nefesin sonsuzlukla taçlanmasına akıyorlardı.

Canset ise, bunun yalnızca başlangıç olduğunu ona söylemek yerine, yaşayıp görmesine karar verdi.

Yetmiş ikinci saate adım atıldığında, akrebin kindar tınısıyla kendinden geçen yelkovan, yeni bir çağ başlatmak için büyük bir gayretle hayat ağacını sallamaya, dalından düşen her bir zerrenin, odada yalnız kalan adam ve kızın üzerine düşmesi için canından geçmeyi bile göze aldı. Akrebin kuyruğu, hiç baş edemeyeceği bir ateş çemberinin ortasında kalmış gibi, kendi boynuna dolanıp, kuyruğunu son kez zalim bir çığlıkla bendine sapladı ve kurtuluşu yalnızca bunda gördüğünden, gözlerini kapayıp en az kız kadar huşulu bir bekleyişle kendini mezarına bıraktı. Düşen zerrelerden ise sadece ikisi akrebin mezarına düştü, sadece onlar sağ kaldı.

Zerrelerden biri, mavi gözlü adamın az önce gördüğü halisin etkisinde, dalgalarla boğuşan karmaşık zihninin tam ortasına düştü ve evreni yaratan o büyük parçalanmanın bir yansıması gibi gözlerini buğuladı, şimdi her bir bulurlu parça, odanın ateşini harlıyor, her saniye artan sıcaklık başına olmadık bir ağrı koyup adımlarını şaşırtıyordu. Açıklayamayacağı bir girdapta, kadının ona gösterdiği her şeyi unutmak isterken buldu bir anda kendini.

Elini başına sardı, kendine ait her bir ayak sesi onu dizlerinin üzerine çöküp yalvarması için zorluyordu sanki, ne uğruna yalvaracağını bilmese de. "Bunu bana yapamazsın." Dedi güçlükle. Kendi zihniyle fısıldaşıyormuş gibi görünse de, aslında kapıyı az önce kapatıp çıkan, hala orada beklediğine adı kadar emin olduğu kadının duyması için açmıştı mühürlü ağzını. Onun kendini duyacağından, kendi kulaklarından daha emindi çünkü şimdi olduğu gibi, bazı zamanlarda acizlikle yoğrulan yakarışları duymak için vicdan gerekiyordu, zalimliği örtbas edip gerçeklikle yüzleşecek kadar cesur olan bir oydu.

"Ruhumu onun canına katmadan evvel, eğer ona aşık olamazsam öleceğini söylemedin."

Bu gerçek, ağzından çıkar çıkmaz onu zehirledi ve boğazından göğsüne, hatta içine, gönlünü sızlatacak kadar derine indi. Eksik bir parçayı tamamlayıp öyle tıkmıştı, yumrunun sertliği sahte bir acıyı büyütüp kan kırmızı hayallerle önüne dikmişti ve ilk kez ne yapacağını tam anlamıyla bilmediği noktaya gelmişti, ölmemesi için az evvel kurtardığını sandığı can, kendi canı olmuştu birden ve onu sevmezse, şimdikinden daha acılı, daha genç ve daha hüzün dolu bir ölümle gideceğini öğrenmişti.

Bu, o kadar ihtimaller dışıydı ki, normal, fani bir canlı bile Fern'in aşık olmasının, efsunlu bir kadının ışıltılı şişelerle iki genç bedenin üzerinde küçük tozlar gezdirip ruhlarını birbirine bağlamasından daha zor, neredeyse imkansız olduğunu bilirdi. Onun aşık olması büyük bir zaaflar silsilesini beraberinde getirecek, zaten kaymaya meraklı ayaklarını ıslak zeminlerde, buzlu camların üzerinde sürükleyecekti. Fern sevilmekten öyle uzak, canına katılacak bir başka candan öyle noksandı ki, sevdanın yokluğunun bir fetret olduğundan habersizdi. Çığlıkları duyuranın, gözlere rengini verenin sevgi olduğunu, rengini alacağı, kokusunu duyacağı ilk şeyin sevgi olduğunu bilmeyecek kadar uzaktı buna.

Son dakikasına giren kızın aksine o, daha fazla seneyi burada geçirmişti, ömrü bir asra değmeye yaklaşıyordu ama o hala sevginin ne olduğunu bilmeyecek kadar çaresizdi.

Kadınlar vardı. Güzel, alımlı kadınlar. Sevmeyi denediği, bunu başarabileceğini, kendine kanıtlayabileceği fikriyle kalbini tuzladığı, kalbindeki bir odayı ondan sonra tamamen kapatan kadınlar vardı. Sevmeye çalıştığı her yürek ondan ölesiye kaçınmış, pişmanlıkla uzaklaşmıştı ve şimdi bu yeniden gün yüzüne çıkan acıyla, baka bir kalbi zedelemek, yaşaması için, sırf nefes alması için, birinin soluklarını boğazına dizmek istemiyordu.

Sevileceksin. Diye bir ses duydu. Oradan, kapının dışından kulaklarına ulaşan ses, dudaklarını aralamayacak kadar yorgun, kafasında fırtınalar estirecek kadar gürdü.

Yer ve gök gibi birleşecek, sevildiğinde, seveceksin.

Fern, saniyeler kala başına sardığı ellerini çekip doğrularak kafasını iki yana salladı. Ona fikri sorulmuyordu, ağlayacak kadar istemediği bu zoraki haykırış bitsin, gerekirse yitip giden kendi canı olsun ama başka bir canı, canı yapmak zorunda bırakılmasın istiyordu. Kızı koruyabilirdi, kız uğruna kendini ateşe atabilir, onu kucaklayıp buraya getirdiği gün olduğu gibi büyük bir çığlıkla göğü delebilir, onun için tanrıya yalvarabilirdi. Kızın kalemini kendi tutup baştan aşağı donatabilirdi ömrünü, ona sevgiyi yazıp ömrünü bulutların üzerine çizebilirdi.

Ama onu sevmek, birini sevmek Fern için öyle ıraktı ki, en kara kalplerin, on sekizinde çocukların boynuna ip dolayan canilerin bile birine aşık olabileceğini düşünüyor, konu kendi kalbine geldiğinde, onu aşktan uzak büyütmeye devam ediyordu.

"Bunu bana yapma." Diye soludu son kez. "Bana aşık olursa, onun canı yanar." Fakat göğsüne binen, az evvelkine kıyasla bir depremle taçlanan ağrı onu susturup, kendinden bağımsız bir hevesle, boğuk çıkan inlemelerle kendine gelen kıza uzandığında, içinde bir anda beliren farklı bir adam, bu sefer loş odayı karartacak bir nefes üfledi, neler olduğunu idrak edemeyen gözleri aydınlatıyordu artık gökten karanlık odayı. Kızın kendine kıyasla küçük, beyaz ellerinin uzandığı çarşafı kavradığını eklemleri renk değiştirene kadar sıktığını bile, yeni bir inlemeyle fark etti. Öyle ki, bir büyünün altında, tam da kızın uyandığı vakitte ortaya çıkan bu yeni kişiliği, onu korumak, sarmak ve ilgilenme iç güdüsü ile doluydu.

Eli, kızın eline uzanırken, bunun bir yardımı olması için dua ediyordu fakat dudaklarının arasından anlamsız mırıltılar saçan kızın parmak boğumlarına dudaklarını bastırdı ve bir anda kendine yaklaştırdığı, nefesini üflediği parmaklar boynuna sarılıp, kuvvetini bundan alarak nefes nefese doğrulttu kızın bedenini.

Saçları terden üst üste binmiş yorgun yüze ve onun derin nefeslerine bakarken, bilinçsiz bir uyarıyla tuttuğu elin bileğine sarıldı uzun parmakları. Kızın boynuna dolanan neredeyse varlığını hissetmediği parmak uçları yavaşça oradan çekilirken son bir korkuyla, kadını yanıltmak, bunun bir saçmalık olduğunu yüzüne vurmak istercesine mavi harelerini kızın yeşil gözlerine, kaderlerini, kararmış odanın akibetine bırakmak istedi.

Ama Fern'in hiç beklemediği bir şey oldu. Ufuk yok oldu, her şey birbirine karıştı, ağaçların son umudu kendi kuyruğuyla canını alan akrebin zehri olduğu bir vakitte, ikinci zerre, kızın yeşil gözlerinden taşıp da onun mavi gökyüzüne tutunup ikisini birbirine mıhladığında, gök ve yer buluştu. Krallar taçlandı, savaşlar bir anlığına duraksadı ve akan her s damlası donmaya mecbur edildi. Birbiriyle çarpışan iki farklı hare ise, anlamlandıramadıkları bİr kuşatmanın içinde buldular kendilerini.

*

Continue Reading

You'll Also Like

266K 9.1K 34
Bora'nın üzerime gelen adımlarıyla birkaç adım daha ondan uzaklaşmak istesem de yatağa çarpan bedenimle durmak zorunda kaldım. Gözlerimin derinine ba...
33K 1.3K 27
"Nereye kaçıyorsun küçük hanım, daha senle çok işimiz var."
11K 484 21
Bahar en yakın arkadaşının düğününe mardine gider ve oraya damadın en yakin arkadaşı olan ateş'i görür ve o yüz bir daha aklından çıkmazsa ve bir ka...
3.5K 257 11
Fransız mafyasımı ? Evinde çalışan korumaya aşık olur. Fakat o bir koruma değil Fransız mafyasıdır. Okan, Hazelin babasından gerekli belgeleri almak...