Şafakta Vampir Çıkmazı (+18)

Від s4deceyazar

21.6K 1K 234

Bir vampirin kucağına düştüm. Burada kalmam için her şeyi yapabilecek bir vampir... Bir gece ansızın duyulan... Більше

TANITIM
🕸 YANAN KABUS 🕸
🕸 İLK GECE 🕸
🕸 KAÇ 🕸
🕸 ERKEN PLAN KURAN TUZAĞA DÜŞER 🕸
🕸 ÖMÜR BOYUNCA 🕸
🕸 SANRI 🕸
🕸 CİCİ KIZ 🕸
🕸 TURNA 🕸
🕸 ÖFKENİN GÜNAHI 🕸
🕸 PRENSES 🕸
🕸 İSTİKRARSIZ AŞKLAR 🕸
🕸 KÜRKÇÜ DÜKKANI 🕸
🕸 KAN VE GÖZYAŞI 🕸

🕸 YA SEN YA ÖLÜM 🕸

719 45 20
Від s4deceyazar


BÖLÜM 11: YA SEN YA ÖLÜM

"Telaş etme, kalıcı değiliz."

🕸

Saatler birbirini kovalamış hava iyiden iyide aydınlanmıştı hatta tekrar kararmak üzereydi, ama ben bir gram uyuyamamıştım bu saate kadar. Bulutlu havanın hüküm sürdüğü gri aydınlık her zamanki gibi içimi sıkıyordu. Odadan çıkmam yasaklanınca pek tabi sabah kahvaltımı da öğlen yemeği mi de burada yemiştim.

Her ihtimale karşı saçım makyajım yine yapılmış biblo gibi bu koltuğa oturtulmuştum. Halbuki pijamalarımla yataktan çıkmamayı yeğlerdim.

Sabahın ilk saatlerinde yapılan geçit töreni için herkes saraydan gitmiş, azar azar geri dönüyorlardı.

Öyleki askerlerin sayısı bile azalmıştı, tüm bunları odamda camın önündeki koltukta oturup ellerim kucağımda birbirine kenetli bir halde izleyebildim sadece. Kimse bir şey anlatmamıştı bana yada canımın yemek yemek istediği yada istemediğini, üzerimi giymek istediğimi yada istemediğimi de sormamışlardı. Onlar istediklerini yapmış ben uyum sağlamıştım. Öğle yemeğini odama getiren Manamin yada Calarus bile değildi. Daha önce hiç görmediğim bir kız gelmişti.

Yaşadığım ironiye güldüm. Hizmetçiler beni görmezden geldi diye üzülüyordum, yok sayılmanın delirtici kıyılarında kulaçlamaktan başka bir şey değildi bu. Törenden sonra daha öğlen olmadan saraya dönenlerin arasındaydı halbuki ikisi fakat gelmelerinin üzerinden saatler geçmiş yine de yanıma uğramamışlardı.

Kral ile prensesi ise hiç göremedim. Muhtemelen başka bir kapıyı kullandılar. Yada ben o onlar çıkarken uyuyordum ve hala dönmemişlerdi. Beni ilgilendirmiyordu. İkinci plana atılmak kalbimi kırsa da ben kimsenin hiç bir şeyi değildim. Sadece bu kızın bit yeniğinden çıkar gibi bir anda ortalığı kasıp kavurması canımı sıkmıştı.

Tek önceliğim buradan kurtulmaktı. Benim gibi vampir olmayanların arasına dönmekti. Öyle bir yer varmı? Onu bile bilmiyordum işte.

Kapı iki kez çalınınca bakışlarımı şaşalı saray girişinden çekip odamın kapısına çevirdim. Meraklı bakışlarım hala bir umut Manamin'i bekliyordu aslında. Fakat kapı aralandığında gördüğüm beden bana hiç tanıdık değildi.

Çattığım kaşlarımı düzeltme gereği duymadım, kimdi bu adam? Böylesine iyi giyinimli ve böylesine yakışıklı, böylesine yabancı ve tehtitkar.

Yüzüne yerleştirdiği masum tebessüm beni kandırmaya yeltenemezdi, kimselerin iki gülüşüne tav olmazdım. Onun sormadan içeri adımlayıp ardından kapıyı kapatmasıyla hızlıca ayaklandım. Yoksa beni öldürmeye mi göndermişlerdi bunu?!

Oturduğum koltuğun etrafından dolanıp sırtımı ona çevirmeden yatağa doğru geri adımladım. Bu hareketimle adımları durduysa da beni bir kez süzüp ardından cama doğru, daha demin oturduğum koltuklara doğru ilerlemeye devam etmişti. Odada ölüm sessizliği, onda ise umursamaz bir hava vardı.

Ben cam ile yatak arasındaki boşluktaydım. Bacaklarım arkamdaki komidine çarptığında hızla eğilip üzerindeki şamdanı elime aldım. Sanki bir bıçak tutar gibi öne uzattım ucunu. "Yaklaşma! Yaklaşma yoksa bunun bedelini çok ağır ödersin!"

Gülüşü büyüdüğünde ellerini teslim olurcasına yukarı kaldırdı. "Bak işte bunu düşünememiştim. Teslim oluyorum." Beni tiye alan sesi ile kaçlarımı mümkünmüş gibi daha çok çattım ama bir şey diyemedim. Burnundan gülüp ellerini pantolonunun cebine soktu ve daha demin oturduğum koltuğun karşısındaki koltuğa genişçe yayıldı. Tam karşımda denk geliyordu.

İki eli de koltuğun bir kenarında dururken bu hali cidden dikkat dağıtıcıydı, damarlı ellerine kaysa da gözüm içimdeki şüphe dağılmadı. "Kimsin sen?!" Diye sordum yüksek bir sesle, aynı zamanda sert çıkıyordu. Bana zarar verse çoktan verirdi diye düşünsem de korkuyordum.

Sağ elini koltuğun kenarından kaldırıp önünde kalan koltuğu zarifçe gösterdi. "Oturmaya ne dersin?" Diye sordu muzipçe. Yüzündeki o rahat tavır canımı sıkmıyordu. Nedense güvenmeyi seçtim.

Şamdan elimdeyken ilerleyip karşısına kuruldum bende fakat çatık çehrem hala yerli yerindeydi. "Konuş! Kimsin?!" Bana derdini anlatana kadar sakin bir uslup beklediğini söylemezdi heralde.

"Demek beni hatırlamadın?" Diye sordu tek kaşı gergince yukarı kalkarken, yüzü ciddiyete bürünmüştü. "Tanışıyor muyuz?"

"Aslında tanışmıyoruz." Durdu biraz, beni tekrar süzüp düşündü. "Sen daha önce kraliçeyi görmüş müydün?" Diye sordu. Derin bir nefes alıp çenemi yukarı diktim, ona neydi bizim aramızda yaşananlardan?

"Hayır," Camdan dışarı baktım son bir umut, belki bahçede belirir, aşağıdan yukarı odama bakar, bu adamın burada olduğunu bile anlar, beni hisseder diye fakat yoktu. Bu ürkütücü gizemi sofra kurar gibi önüme seren adamdan kurtulmak istiyordum. "Sana ne bundan?" Dedim tersleyerek. Bu sefer tavrıma iki kaşı birden şaşkınca havaya kalkarken buldum sözlerimin ondaki yankısını. "Bak cici kız! Ben bu uslüpla konuşabileceğin birisi değilim. Sana zeytin dalı uzatmaya geldim."

Kılığından kıyafetinden normal birisi olmadığı zaten apaçık ortadaydı fakat hala kralın beni öldürtmek için gönderdiği ihtimali daha baskın geliyordu. "Kimsin o halde?" Diye sorduğumda içine derin bir nefes çekip göz devirdi. "Madem bu kadar meraklısın," Ağzında gevelese de duymuştum bunu. "Ben Dragon kralı Râme. Artık konumuza geri dönebilir miyiz küçük hanım?"

Bu Manamin'in bahsettiği krallıktı sanırım. Yine de içimdeki güven pekişmemişti fakat daha da üstünde durmadım. "Dinliyorum." Diyerek devam etmesi için onu onayladığımda bir kez belli belirsiz başını sallayıp lafa girdi. "Uzatmayı sevmem." Bıkkın bir nefes çekti ciğerlerine.

"Seni götürmeye geldim." Tek kaşım usulca havaya kalktı. "Ne cüretle?" Diye sorduğumda dudağı belli belirsiz tebesüsm etti, ama hemen sonra eski kasvetli havasına bütünmüştü ifadesi.

"Bir insan bulunduğu söylendiğinde tüm diyarın kralları olarak toplanmıştık. O vakit almalıydım seni."

Omuzumdan öne düşen saçımı geriye savurup gözlerimi ondan kaçırdım. Pek ala en azından tüm dünyanın varlığımdan haberdar olduğu kadar önemliydim hala. "Seni kanlı canlı görmüştüm hatta." Biraz duraksadıktan sonra heyecanını belli eden coşkulu ifadesini bir anda yuttu. Söyleyeceği şeyden vazgeçtiği okunuyordu yüzünden.

"Meğer benim gördüğüm kraliçeymiş. Bu hiç sana bir şeyler çağırıştırıyor mu?" Diye sanki bir gösterinin son sahnesini sunar gibi bol sahtece hafif gülüşü dudaklarında, sesi oldukça kendinden eminken sorduğunda, koltuğunda doğrulup öne doğru eğildi hafifçe. Dirsekleri dizlerine yaslı ve meraklı bakışları bendeydi. "Hayır, ne çağırıştırması gerekiyor?"

"Hiç bir şey hatırlamamanın nedeni neydi sence?" Diye sordu bu kez, bir kaç saniye düşündüm. "Bilmiyorum, bir yerden düşmüştüm sanırsam." Diye mırıldandım. Bana acıyan bakışlar suratımı tarumar ederken ben gözlerimi gözlerinden kaçırmamaya, güçlü durmaya çalışıyordum.

"Bihter... bu adamı senden çok daha iyi tanıyorum. Bu senaryoyu defalarca kez yaşadık. Sen bu saraya her yıl kaç kadın böyle geliyor ve kimsenin ruhu duymadan ortalardan yok oluyor biliyor musun?" Sesi artık acı dolu bir hüzünle kaplıydı. Gözlerime öyle dikkatli ve inandırıcı bakıyordu ki ensemden kuyruk sokumuma kadar tüm tüylerim diken diken olmuştu.

"Ne oluyor o kızlara?" Diye sordum merakla. Gözleri aramızdaki sehpaya düştü bir kaç saniye kederle. Sonra da camdan dışarı döndü usulca. Canı oldukça sıkkındı. "Ölüyorlar." O an duran nefeslerimle bir an her şeyin rüya olduğu sanrısına kapıldım.

Bu gerçek miydi? Böyle bir şey hiç olabilir miydi? Hani ortaktık biz. Bu kadar kör, bu kadar aptal mıydım ben? Bunların hepsi bir rüya olmalıydı da ancak o zaman inanırdım gerçekten de en başından beri bir av olduğuma.

Kalbim güm güm atarken odadaki gerici sessizliğin şansına, bu ses kulaklarıma rahatlıkla taşındı. Tüm kan basıncım sanki beynime vurmuştu.

"Toplantı bu yüzden yapıldı..." Diye devam ederken, çoktan kulaklarım şok yüzünden hareket ettiremediğim mimiklerimle uyum içerisinde kendini dış dünaya kapadı. Kılım bile kıpırdamıyordu korkudan. Kanım vücudumdan öylesine çekilmişti.

"...Ve eğer büyülü bir yaratık, üstelik bu daha önce hiç görülmediği üzere bir insansa kimse onun ellerine bırakmak istemezdi." Derin bir nefes çekti içine ve koltukta eski pozisyonunu alarak arkasına yaslandı. Yeni yeni hayata dönüyordum sanki. Anlamlandıramadım ama bir şeyler duymuştum işte. Kaç saniyedir bilmediğim tuttuğum nefesi derince ciğerlerime doldurdum.

Konuşmanın başlarında beni öldüreceğini düşündüğüm adama şuan canımı emanet etmeye hazırdım sanki. Ne demek buraya benim gibi kaç kız daha gelmişti? Ne demek hepsi ölüyordu? Kimdi onlar, kimdi ölenler? Böyle evlenmek için gelen prensesler miydi? Yoksa benim gibi kimliksizler mi?

"O halde neden buradayım?" Diye sordum, sesimin titrediğini fark ettiğimde eş zamanlı olarak ellerime düşen bakışlarım onlarında pek bir farkı olmadığını gösterdi bana. Gözleri bendeyken ayaklandı ve dizlerimin önünde diz çöküp ellerimi tuttu. Baş parmakları ellerimi okşuyordu. "Normal şartlar altında bunu yapmam savaş ilanı demektir." Elleri kollarıma tırmandı ve dirseklerimi okşadı bu kez. "Fakat senin gibi özel birisini ona bırakamam. İster canın istesin, isterse istemesin. Seni buradan çıkarmam lazım."

Gözlerime değen yalvarır ifadesi ilk kez bende bir şeyler uyandırdı. Birileri ölmemem için uğraşıyordu, ve bense kim bilir ne zamandır katilimin yanında mıydım yani?

"İsterim tabii!" Diyerek omuzlarına tutundum, hiç olmadığı kadar korkuyordum. "Evlilik, halkın arasından geçilip geçit töreni yapıldıktan sonra gece yarısına kadar sürer. Adamlarım burada ve biz şimdi gidiyoruz." Diyerek ayaklanıp beni de tek kolumdan tuttuğu gibi çevik bir hareketle kaldırdı. "Sessiz ol." Umursamazca bu uyarıyı yaptıktan sonra kendiyle beraber beni de ilerletmeye başladı.

Kolumu bırakmadan sürüklercesine çekiştiriyordu, fakat bundan rahatsız olmak bir yana ona ayak uydurdum. Merdivenlerin başına kadar gelmiştik ama bulunduğumuz kat neredeyse bomboştu. Ses bile duymadık. Geriye sadece tüm bu merdivenleri inmek kalmıştı. Elimi bırakıp benden bir kaç adım önce ilerleyerek, etrafı kolaçan eden bir kral olması bir an absürt gelse de bu iş bitince onun da bir şekilde işine yarayacağımı ve bu yardımı bu yüzden kazandığımı biliyordum.

Belki de kaderim sadece el değiştiriyordu, kan içiyorlarsa ve çiğ et yiyorlarsa pek ala beni de yiyebilen canavarlardı. Ve bu konudaki görüşüm oldukça sabitti.

Son merdivene kadar dikkatle indik, saray yeni yeni dolmaya başladığından en alttaki iki katta biraz zorluk çekmiştik. Ve son merdivene geldik.

İşte tüm stres ve gerilim bu kadar sanmıştım. Ta ki merdiveni yarıladığımızda görkemli dev kapı iki asker tarafından aralanana dek. Gelmişlerdi!

Her zamanki gibi içeri girdikten sonra kapının iki yanında yerlerini aldılar. Ve işte kaçış maceramızın sonu da içeriye giriyordu.

Çatık kaşları en baştan beri burada olduğumuzdan bal gibi haberdar olduğunu hissettirmeye yetmişti, gözleri sadece Râme'nin üzerinde geziyordu.

Birbirlerine öldürecekmiş gibi bakıyorlardı, ve belki de yapacaklardı. İkisi de umurumda değildi. Ben yavaşça Râme'nin arkasından çekilip kendimi merdivenin tutacaklarına doğru attım usulca. Krov ise benle ilgilenmeksizin attığı her bir adımda ikilinin arasındaki gerginliği katlıyordu sanki. O üzerimize geldikçe benim kalbim pırpır edip uçmaya suretiyle kaçmak istiyordu. Ezilip büküyordu beni varlığı.

Râme oldukça sakin dursa da bu benim bildiğim sakinliklere hiç benzemiyor, hiç de iyi şeylerin habercisi gibi gelmiyordu gözüme. "Bir yere mi gidiyordun Râme?" Dedi ilk basamağı tırmanırken, gözlerim dehşetle aralandı. Fakat bu kavgaya dahil falan olmayacaktım. Soran olursa bahçede gezecektik o kadar. İnkar etmek bazen hayat kurtarır. Yada buna gerek kalmazdı.

Bunun bilincinde yavaşça bir basamak daha aşağı indim. Krov beşinci basamakta falandı, her bir basamak çıkışında ben de ona eş olarak iniyordum. Nihayet aynı basamakta buluştuk, dikkatinin bende olmaması en büyük şükür kaynağımdı. Doğruca karşısındaki adamla ilgileniyordu. Sanki savaştaymışcasına kitlenmişti.

"Yoksa eceline mi susadın?" Diye sordu, sesi öylesine tehtitkar çıkıyordu ki, bu tonu daha önce hiç duymamıştım. İkisi de birbirine şuan bile zor hakim oldukları sinirlerinin belirtisi dişlerini kıracak kadar sıkarak bakarken, Krov üst merdivenlere çıkmaya devam etti.

Ve ben son basamağı da indim sessizce, öyle yada böyle buradan kaçacaktım. Sadece son bir hamlesi kalmıştı olacakların. İkili burun buruna geldiğinde Krov, Râme'den bir basamak aşağıda olduğundan arada bir kafa boyu mesefa vardı. Fakat olacaklar belliydi. Râme hızlı bir yumruk attığında Krov da ona aynı şekilde karşılık verdi. İkisi birbirine saniyeler içinde öyle bir girmişlerdi ki hareketlerini takip etmekte zorlanıyordum, hatta böyle bir şeyi daha önce görmediğime emindim. Sadece kıyafetlerin renklerini az çok seçebilmiştim aralarında. Bu benim hiç alışık olmadığım bir hızdı, sanki zamanı bükmüşlerdi.

Bir silindirin yuvarlanması gibi merdivenlerden hızla düşerlerken bende onlardan korktuğum için yaptığıma inandırmak adına arkamdaki askerin koluna tutunup arkasına geçerek saklandım. Boğuşma hız kesmeden devam ettiği için hala şans benden yanaydı. Bir vazonun hızla bir yere çarpıp paramparça olduğunu duydum, iki adım daha gerileyip son askeri de önümde bıraktım. Şimdi sadece bahçedeki askerler kalmıştı ve sayıları bir elin parmağını geçmezdi.

Girişteki merdivenleri inip korkuya kapılmış bir ifadeyle arkamı dönüp tekrar kavganın olduğu yere, içeriye bakmaya başladım. "Gitsenize yardıma ne duruyosunuz?!" diye bahçedeki askerlere dönüp sitemle bağırdığımda ilk önce birbirlerine baktılar, sonra da yine benim göremeyeceğim bir hızla girişe koştular.

Onlara bağırırken de, onlar giderken de gerilemeyi kesmemiştim. Bahçenin çıkışına sadece bir kaç adım kaldığında arkamı saraya dönüp koşmaktan ölene kadar durmamaya yemin ettim, hızlana bildiğim kadar hızlandım.

Kalçalarımın belli bir süre sonra hızına yetişemedim çünkü can havliyle vücuduma dolan adrenalin beni bir tazı kadar hızlı yapmıştı sanırım. Etrafı göremiyordum bile.

Ciğerlerim ateş gibi yandığında sonunda ormanın içine atabilmiştim kendimi, çalılara çarpan bedenimin acısını umursamadım. Dikenlerin her bir uzuvuma girmesine odaklanmadım. Bazen bir kaç ağaca yapışmak suretiyle çarptım. Ama yine de durmadım, hayatım buna bağlıydı. Koştum, koştum ve dakikalarca koştum.

Yetişememe ya da yakalanma hissi beni bir an olsun yorgunluğa teslim ettirmedi. İçim hırsla doluydu. Sonra ağaçların bittiği bir açıklık yere düşünce adımlarım, kendimi zar zor durdurabildim.

Yer, önce ben daha demin çok hızlı koştuğum için bana sallanıyor gibi geldi sanmıştım. Ta ki arkamdan gelen, o eteklerimi fırtınada uçurmaktan beter eden salyalı kükreyişi duyana kadar. Olduğum yere mıh gibi çivilendim. Bunun ne olduğu beynime şimşek misali çarptı. Tam dibimdeydi.

Kükremesine gerek bile yoktu ki, burnundan verdiği nefesler zaten bedenimi yeterinde sarsıyordu. Arkamdaki görüp görebileceğim en büyük yaratıktı.

Belki de döner dönmez ölecektim ama kaçmak da bir işe yaramayacaktı. Tıpış tıpış arkamı döndüm. O maviyle karışık dumanlı tüyleri olan ejderha, hala ilk günkü azgınlığı üzerinde gibi bakıyordu bana. Öldürecek gibi.

Bir kez daha burnundan verdiği nefes boyutuna oranla kesinlikle normaldi, üşümüş bedenimi sıcaklığıyla sardı. Saçlarım her seferinde daha da karışıyordu. Gözlerimi sıkıca kapattım, öyle ki baldırlarımı kramp girdirecek kadar çok kasıyordum. Ejderhanın tepkisizliği beni her saniye daha çok gerdi. Çoktan yenmiş olmam gerekmez miydi?

Hafif bir rüzgar dalgası hissederken gözlerimi araladım. O beni öldürecekmiş gibi bakan hayvan ortalarda yoktu. Şimdi yerinde beni merakla koklayan bir şey duruyordu. Gözlerim aklıma gelen şeyle sonuna kadar açıldı. 

Manamin ne demişti? Bir kediye bile vampirlerden daha çabuk bağlanırlar mıydı neydi o? Allah aşkına şimdi ne yapacaktım?!

Yaklaştı, santimler bile kalmamıştı aramızda. Burnu göğüslerimin üzerinde durdu. Tamamen birbirimize yapışık gibiydik oradan. Son kez derince kokladı beni.

Ardından o metrelerce uzanan boynu gökyüzüne doğru geri çekildi. Geri çekilmesi demek ormanın o uzun sandığım ağaçlarının çok daha üzerine çıkıp göğe uzanması demekse, evet tabiri doğru kullanmıştım.

Kanatlarının katlandığı kısımdaki dev pençeler bir el gibiydi. Beni ezmek için üzerime doğru hızla indi. Korkudan geriye doğru kaçmaya çalışırken bacaklarım titredi, yeri boylayan bedenimle gözlerimi gelecek olan acıya hazırlamak adına sıkıca kapattım. Fakat ses tam ayaklarımın önünden gelmişti. Yer deprem olduğuna inanabileceğim bir güçte sallandı.

Ejderha ele benzeyen pençesini önümde konumlandırıp kanadını hafifçe eğimli hale getirdiğinde ona şaşkınca baktım. Ne istiyordu benden? Tahmin ettiğim şey olamazdı, değil mi?

Ayaklandığımda vereceği tepkiyi görmek için bir adım geriledim. Belki de canımı bağışlamış ve beni bırakıyordu. Beni ezmemesi bu demekti.

Lakin karşısında ufacık kalmamın avantajı da onda olduğundan, gözleri beni ezesiye bir baskıyla hakimiyetine almıştı. Bakışları her hareketimi takip ediyordu. Attığım adımla boğazından ürkütücü bir hırıltı çıkartıp başını iki yana delirmiş gibi sinirle salladığında bunun üzerindeki dev dikenleri de şahane bir çekim kuvvetiyle silkelediğini gördüm. Başındaki bir hareketin yankısı kuyruğuna kadar etkiliyordu onu, göründüğünden çok daha kıvraktı.

Sonra aklımda, doğru olmaması için kendimi kandırdığım o ihtimali denemek zorunda kaldım. Bir adım attım ona, hiç bir tepki vermedi. Sonra da içimden dualar okuyarak nazikçe pençesine dokundum.

Tepki veremeyeceğim bir hızda boy hizama indirdiği yüzüyle korkudan kalbimi tutarak yana doğru kaçmak zorunda kaldım. Pençesini gerilediğim yere doğru yavaşça kaldırıp koydu. Yanlışlıkla bir yerime bassa o parçayı sonsuza kadar kaybederdim.

Sıcak nefesleri bir kez daha vücudumu okşarken kafası hafifçe etrafımdan dolanıp arkama uzandı. Dikenlerle kaplı vücudundakilere kıyasla yüzündeki ufak kalanlar sırtıma battı. Beni nazikçe pençesine doğru itti. Onun nazikliği beni mayıncılıkla fırlatılmış gibi kanadına yapıştırmıştı. Korkuyla yüzümü ona döndüm. Gözleri en ufak bir tehtide karşı öylesine dikkatliydi ki bakışları ödümü kopardı.

Etrafa son bir kez göz gezdirdim. Kimse peşimden gelmemişti. Bunun iyi bir şey mi kötü bir şey mi olduğunu bilmiyordum. Ama burada ölmektense kesinlikle bu ejderha ile yaşamayı seçecektim.

Derince yutkundum, pençelerine basarak kanatlarının inceliği yüzünden derisinin altından belli olan damarlara sanki ayağımın altına serilen bir merdivenmişcesine basarak yavaşça sırtına çıktım. Benim için neredeyse yerle bütün olmuş ejderha bir anda normal pozisyonuna döndüğünde tutuntuğum dikenler elimin altından kayıyormuş gibi hissettim. Sarayın çatısına çıkmış gibiydim.

Sonra kanatlarını ormandaki ağaçları kırarak bir kez çırptı. Kas yığını bacakları gökyüzüne doğru sıçradığında ikinci kanat çırpışı ağaçlara değmeyecek kadar yüksekteydi artık. Hava burada o kadar soğuyordu ki bir kulağımdan girip diğerinden çıktığını hissediyordum sanki. Yüksekliğe alışmaya çalışarak elimin altındaki dikenlere daha sıkı tutundum. Ama çok kalınlardı, tam kavrayamıyordum. Ejderha artık bulutların üstüne çıktığında, yıldırım gibi süzülüyordu gök yüzünde. Nereye gittiğimizi bile bilmiyordum.

Sadece gidiyordum işte, öyle yada böyle kaçmıştım oradan. Artık bu salak kıyafetlere, saçma mağaralara ve gerizekalı prenseslere tahammül etmeme gerek yoktu.

🕸

Продовжити читання

Вам також сподобається

132K 11.1K 64
Once in a lifetime, we meet someone who change our life completely.... What if that one person is someone who is your soulmate, best friend, a selfle...
198K 4.7K 52
Capable of buying thousand women in a row.thats Javo DAven Swizz of SWizz tower of manhattan Thats his reputation in a social media,but nobody enter...
3.8K 755 15
[İlk kurgumdur] "Her şey bir Vampire yardım etmemle başladı. Nereden bilebilirdim sonum olacağını." "hayatımı tutsak eden bu acımasız vampire aşık ol...
3.8K 326 34
İnsanları denek olan kullanan bilim adamı yanlış adamı esir almıştır. Kendi eliyle bir canavar yaratmıştır. Bir mafya bu canavarı esir alıp aşık olmu...