ZAMAN SARNICI

By as_nighthawk

16.9K 1.3K 261

21.yy'da İstanbul Emniyetinde görev yapan komiser Gonca Kandemir, bir sabah gelen bir cinayet ihbarıyla Yereb... More

1: Bir Gece Ansızın
2: Bambaşka Bir Dünya
3: Bir Küçük Kargaşa
4: Altın Kafes
5: Şehzade
6: Ev
7: Altı Yapraklı Papatya
8: Karar
9: Geçmişin Ayak Sesleri
10: Sorular Ve Sorgular
11: Boomerang
12: İlkler Ve Şimdiler
13: Bir Bakışta Bin Anlam
14: Üç Noktadan İkisi
15: Taş Duvarlarda Sızıntı
16: Yanıklar Ve Yankıları
17: Merkezkaç Kuvveti
18: Kırk Birinci Tilki
Duyuru!
20: İhtiyaçlar Ve Amaçlar Hiyerarşisi

19: Köşebaşı Yalnızlığı

665 61 10
By as_nighthawk

Oylar neyse de bol yorum yaparsanız sevinirim. Çünkü okumak çok keyifli.

"Sizi dinliyorum." ikimizin arasında mekik dokuyan bakışları özellikle benim üzerimde geziniyor, hesap sorar gibi bakıyordu.

Bizi koridorda o halde gördükten sonra, konuşmamıza bile izin vermeden apar topar odasına sokmuş, şimdi de bir komutan edasıyla oturduğu koltuğunda bizi hesaba çekiyordu. Biz ise karşısında, celladının boynunu vuracağı anı bekleyen mahkum gibi bekliyorduk.

"Konuşsanıza! Neydi demin şahit olduğum durum?" sorgulayan sesinin ardından derin bir nefes aldım.

"Sultanım-"

"Ne gördüyseniz o, validem." benim konuşmama izin dahi vermeden yaptığı açıklama tüm sağ duyumu yitirmem için yeter de artardı bile. Cümlesi bittiği anda ona dönen kızgın bakışlarımın farkında olacak ki, hiç benden tarafa dönmeden annesine bakmaya devam etti.

"Gerçekten mi?" kadının öfkeli sesi yerini heyecan ve mutluluk karışımı bir tona bıraktığında şaşkınlıkla oğlundaki bakışlarımı ona çevirdim. Kadının resmen sevinçten yüzü aydınlanmıştı.

"Sultanım-"

"Nişanı ne zamana yapalım?" gözlerim irice açılırken, karşımdaki anne oğulun beni konuşturmamak uğruna verdikleri çabaya şaşkınlıkla bakıyordum. Bir de ne demişti o; nişan mı? Resmen katakulliye getirip evlendireceklerdi beni.

Son bir çabayla mırıldandım: "Sultanım-"

"Neyse, ben en uygun zamanı seçerim. Siz çıkabilirsiniz." deyip daha biz çıkmadan kendisi ayrılmıştı bile odadan. Büyük bir heyecanla hareket ediyor, yerinde duramıyordu kadın.

Arkasından kapanan kapıyla birlikte hışımla şehzadeye döndüm. "Ne yaptığını sanıyorsun sen?" avını yavaşça yakalamak isteyen bir aslan gibi usulca yaklaşıyordum ona.

"Ne yapmışım ki?" bir de masum ayaklarına yatması yok mu... Etlerini dişlerimle parçalasam sönmezdi içimdeki öfke.

"Oynamayı bırak artık! Derdin ne lan senin?" yüzü ciddileşti.

"Lan mı? Hiç yakışıyor mu senin gibi bir şehzade nişanlısına." sinirle kemerimdeki hançeri çekip boğazına dayadım.

"Bana bak, benim canımı sıkma keserim gırtlağını." sakinleşmek adına derin nefesler almaya başladım. O ise öylece durmuş, boğazına dayadığım hançere rağmen keyifle beni izliyordu.

"Ama müstakbel nişanlım, hiç oluyor mu böyle?" konuştukça delirtiyordu beni hayvan oğlu hayvan! Hançeri biraz daha bastırıp, tekrar nefes terapisi uyguladım. Onu ve söylenmelerini bir süre dinlememem gerekiyordu yoksa sinirim her an tavan yapıp, hançeri batırmama neden olabilirdi. O da bunu fark etmiş olacak ki, susmayı becermişti. İsteseydi şimdiye kadar hançere müdahale ederdi ama bunun beni daha çok çıldırtacağını biliyormuş gibi, hiçbir karşılık veya savunma göstermiyordu bana karşı.

Biraz sakinleştiğimde, kapıya bir bakış attım ve hançerimi geri yerine koyup uzaklaştım ondan. "Suç ortağına söyle, en geç bir saat içinde sizi malum evde bekliyor olacağım." deyip sinirle çıktım odadan.

İnsanların yanından geçerken fırtınam herkese dokunmuş olacak ki, kimse yanıma gelip bir şey sormaya cesaret edemedi. Ama soramasalar da meraklı bakışlarını üzerimden eksik etmiyorlardı.

Taşlığa hiç uğramayıp hızımı alamadan saraydan çıktım. Halis'e gideceğimiz yerin talimatını verdikten sonra arabaya geçip düşünmeye başladım.

Neyin içine düşmüştüm ben böyle? Neyi tutsam elimde kalıyordu. Bu adamların derdi neydi de beni böylesi bir girdabın içine sokmaya çalışıyorlardı? Üzerime kurmaya çalıştıkları bir oyun vardı bunun farkındaydım fakat, ne kadar farkında olsam da işin içinden çıkamıyordum. Ben onların hamlelerini, onların izin verdiği ölçüde görebiliyordum. Ve gördüklerim üzerinden bir plan yapıp, görünmeyen kısımda çuvallıyordum.

Öfkem yerini çaresizliğe bıraktıkça, burnumun direği sızlıyordu. Benim üzerimden bir oyun kurup, beni bu işe dahil etmek istiyorlardı. Ve bunu yaparken kurdukları küçük oyunlar o kadar çirkindi ki, midemi bulandırıyordu.

Burada güvenebileceğim kimsem yoktu. Herkes bana her şeyi yapabilecek potansiyeldeydi ve ben bununla yaşamak istemiyordum. İşin kötü yanı, kendi zamanıma kaçıp gitsem orada da anında bulabilirlerdi beni. Oraya gitmek ailemi tehlikeye atmama neden olacaktı, bunun da farkınaydım.

Onlarca tehlikeli göreve katıldım, defalarca yaralandım ve arkadaşlarımı kaybettim ama ilk defa... İlk defa yorganın altına saklanmak isteyecek kadar küçük hissediyor, gözümde büyüyen, büyüdükçe de çirkinleşen dünyadan kaçmak istiyordum. Çünkü diğer seferlerde yanımda hep birileri vardı; kimi benimle birlikte savaşırdı, kimi yaralarımı sarardı, kimi de benimle birlikte ağlardı. Ama bu kez yapayalnızdım. Dünya'nın kuru gürültüsü kulaklarımı tırmalıyor, bir paranoyak gibi sürekli etrafımı kontrol etmemi sağlıyordu. Tehlikenin nereden ve kimden geleceğini bilmiyordum. Bu bilinmezlik ise canımı yakıyordu.

Araba durduğunda kimseyi beklemeden indim aşağıya. Etrafta kimse gözükmese de camlardan sızan cılız ışık içeride birilerinin olduğunu gösteriyordu.

Kapıyı çalıp, bir süre açılmasını bekledim. Yeniçerilerden bir kapıyı açıp, beni gördüğünde geçmem için yol verdi. Her zamanki odaya doğru yürüyüp, kapıyı açtım. İçeride Esat dışında iki asker daha vardı. Yere sofra kurmuş, yemek yiyorlardı. İçlerinden biri ilk geldiğimde bana yardım etmeye çalışan adamdı. Ona gülümsemek ve selam vermek istedim. Ama yapamadım. Her ne kadar buradakiler bu zamana ait olmadığımı bilseler de, onlar için önem arz eden konulara dikkat etmeliydim. Benim düşünmeden yapacağım ufak bir hareket belki de karşı tarafın suçlanmasına, yargılanmasına neden olabilirdi.

Yüzümdeki ifadesizliği koruyarak, her zaman Müfit denen adamın oturduğu sedire oturdum. Üzerimdeki bakışları hissettiğimde, başımı çevirip askerlere 'ne var' dercesine başımı salladım. Hareketim karşısında Esat başını sabır diler gibi hafif yana çevirdi.

"Ne işin var burada?" ters sorusuna karşılık gözlerimi devirdim.

"Seni özledim." yanındaki iki asker kıkırdarken, Esat tüm ters bakışlarını üzerime yolladı. Zaten sinirim tepemdeydi, bir de bununla uğraşıyordum. Hâlâ üzerimdeki ters bakışlarını çekmediğini görünce, "Ne o, sen özlemedin mi?" diye sordum. Yanındaki askerler gülmekle boğulmak arasında gidip gelirken, Esat'ın ten rengi sinirden kırmızıya geçiş yapmıştı. Kendini sıktığı o kadar belliydi ki, yine de kılım kıpırdamadı. En azından tek sinirlenen en değildim.

"Adamı delirtme de söyle derdini?" hiç umursamadan bakışlarımı karşıya diktim. Paşanın ve şehzadenin geleceğini söylemeyecektim. Onlara böyle tedbirsiz yakalansın da görsün gününü, çam yarması. İlk günden beri gıcıktım zaten bu herife, bir de bugün üstüme üstüme geliyordu.

Yaklaşan at arabası seslerini duyunca, başımı arkamda kalan pencereye çevirdim. Benim duyduğumu Esat da duymuş olacak ki, sofradan kalkıp pencereye doğru geldi. Tam o sırada arabadan inen paşa ile Esat'ın ters bakışları yine beni bulmuştu. Omuz silkip umursamaz bir bakış attım. Buraya geliyorsam elbette biriyle görüşmek içindi. Düşünseydi o kadarını da. Ne sanıyordu, gerçekten onu özlediğim için geldiğimi mi?

Paşa arabadan inene kadar diğer iki asker hızlıca sofrayı toplamış, bir daha da içeriye gelmemişlerdi.

Arabadan sadece paşanın inmesiyle gözlerim tekrar yola kaydı. Ne başka araba sesi ne de gelen giden yoktu. Kaşlarım çatıldı. Şehzade denen o adamın da gelmesi gerekiyordu. Zaten birileriyle görüşmek için haber yollayıp durmak epey bir sinir bozucuydu, bir de çağırdığınız kişi gelmeyince topyekûn cinlerim tepeme çıkıyordu.

Paşa kapıya gelince, yanımda pencereye doğru bakan Esat koşarak odadan çıkıp, paşayı karşılamaya gitti.

Kapıda Esat'a yaklaşarak bir şeyler söyleyince, Esat aldığı emri onaylar bir biçimde paşadan uzaklaşıp, evin içine girdi. Ne yaptığı görüş açımda olmasa da kapının önünden hızla geçen askerlerle ayağa kalkıp, kapının girişinde dikilmeye başladım.

Üst kattaki ve evin diğer odalarındaki askerler bulundukları yerden ayrılıp, daha önce öldürülmek üzere götürüldüğüm alt kattaki mahzene doğru ilerliyorlardı. Kimsenin kalmadığından emin olan Esat, başıyla paşaya onay verip, o da merdivenlerden aşağıya indi.

Bir süre sonra eve yaklaşan hızlı ayak seslerini duymaya başladım. Adım sesleri kapının orada iki katına çıkınca beklediğim diğer kişinin de geldiğini anladım. Muhtemelen bu işlerin içinde olduğu bilinmesin diye askerleri ayak altından çekmişlerdi.

Onlar gelmeden kalktığım sedire tekrar oturdum ve öfkemin esiri olmamaya çalışarak bekledim. Kontrolü öfkeme bırakıp, mantığımın beni terk etmesin izin veremezdim. Şu anda çıldırıp, hepsinin canına okumayı ne kadar istesem de, henüz sağduyumu kaybetmemiştim. Ve onu kaybedeceğim günün gelme ihtimali bile beni korkutuyordu, çünkü yapabileceklerimin bir sınırı yoktu.

İçeriye girdiklerinde oturduğum yerden kalkmadan, ifadesiz bir yüzle onları izledim. Paşa hazretleri(!) makamını saklama gereği duymadan giydiği atlas kaftanlar içinde karşıma gelmişken, şehzade tıpkı benim gibi pelerinin arkasına saklanmıştı.

Sorgularcasına yüzüme bakan paşaya tepki vermeden elimle, oturmaları için sediri işaret ettim. Yüzünde beliren hayret ifadesine rağmen geçip oturdu. Ters bakışlarım şehzadeyi bulduğunda, ifadesiz bir yüzle o da, karşı tarafta olan sedire oturdu. Bir saat önceki eğlenceli halinden eser yoktu.

Derin bir nefes alıp, oturduğum yerden üst bedenimi onlara doğru çevirdim. "Artık kartları açık oynayalım mı?" deyip gözlerimi üzerlerinde gezdirdim. Paşanın gerildiğini hissederken, şehzade de herhangi bir tepki yakalayamamıştım. "Siz benden - gerçekten- ne istiyorsunuz?" şu anda cevabını öğrenmek istediğim ilk ve en büyük soru buydu.

"Bunu konuştuk, asker-" diyen paşanın sözünü elimi kaldırarak kestim.

"Gerçekleri istiyorum Doktor," yüzüne tehditkar bir bakış attım. "Sadece gerçekleri." Paşanın şehzadeye attığı birkaç kaçamak bakışı yakalasam da şehzade hâlâ tepkisizdi. Ya şuan ki durum onu zerre kadar ilgilendirmiyordu ya da, bu adamın benim zamanımdaki birilerinden aldığı tek eğitim dövüşmek üzerine değildi ve adam tüm mimiklerini sağlam bir şekilde kontrol ediyordu. Ama şöyle bir gerçek vardı ki, bu durum onu ilgilendirmeseydi, buraya kadar zahmet edip de gelmezdi.

Doktor ise, her ne kadar derin yapılanmaların içinde, üst düzey bir görevli olsa da kesinlikle asker falan değildi. Sanırım strateji ve yöntem alanında bir uzmanlığı vardı ki, bu işlerde üst düzey olabilmişti. Aksi takdirde ifadelerini kontrol edemeyip kendini çok kolay ele veriyordu ve bunu kasıtlı bir şekilde yapmadığından da emindim.

"Neden beni sarayda tutmaya çalışıyorsunuz?" derin bir nefes alıp ayağa kalktım ve karşılarında gezinmeye başladım. "Önce asker yetiştireceksin dediniz, beni bu zamana getirdiniz, sonra asker değil ajan yetiştireceksin, ajanları da saraya sokacaksın dediniz buna da eyvallah da, şimdi beni niye saraya entrikalarına dahil etmeye çalışıyorsunuz anlamıyorum?" dedim hayıflanarak.

"Sen her zaman emirleri böyle sorgular mısın?" ciddiyet akan sesiyle bakışlarımı, paşadan şehzadeye çevirdim. Konuşması bu dönemdekiler gibi değil de 21.yüzyıl üslubuyla gerçekleşmişti. Sert sesi kulaklarımdan, beynime ulaştığında aynı sertlikte bakışlarımla karşılık verdim.

"Kim veriyor o emirleri, sen mi?" sesim onun gibi sertken, bakışlarım onun ciddiyetine rağmen hafif alay barındırıyordu. Kaşımdaki adam, günlerdir tanıdığım adamdan çok uzaktı. Normalde hep şakacı, dalgacı tavırlara sahipken; şimdi oldukça ciddiydi. Sanki kendisinin o kendince eğlenceli olan halini görse, ağzını burnunu kıracak derecede bir ciddiyet hem de.

"Madem dürüstlük istiyorsun..." diyerek ikimizin arasındaki sözsüz savaşı bölen paşaya baktım. "...senin saraya girmeni istiyoruz ve bunu yapmanın en kolay yolu şehzadeyle evlenmen." ağzından çıkanlar zihnimde anlamlı bir bütün haline geldiğinde gülmekle, ağlamak arasındaki o ince çizgideydim.

"Tabii, çocuk da yapayım mı? Tercihen kaç tane olsun? Cinsiyet önemli mi?" sanki evlilikten değil de yemek siparişinden bahseder gibi konuşmam şehzadenin kaşlarını çatmasına neden oldu.

"Ne saçmalıyorsun sen?" bakışlarımdaki ifadesizlik yerini öfkeye bırakırken, benim de kaşlarım çatılmıştı.

"Asıl siz ne saçmalıyorsunuz?" deyip başımı paşaya çevirdim. "Böyle konuşmadık. Bu işe dahil falan olmayacağım. Ne demek evlenmek ya!" sinirle ellerimi saçlarımdan geçirdim. Öfkeliydim ve onu kontrol etmek istemiyordum. Şu anda kelimelerin değil öfkemin gücüne ihtiyacım vardı. Anlamaya ya da anlatmaya çalışmak yerine her şeyi yakıp yıkmak geçiyordu içimden.

"Gonca, sakin ol! Gerçek bir evlilik değil tabi ki, sadece saraya girmen için!" öfkeyle gözlerimi devirdim.

"Yok bir de gerçek olsaydı. Ayrıca neden beni saraya sokmak için bu kadar çabalıyorsunuz ki? Neden saraya girmek zorundayım?" paşanın bakışları kısa bir an şehzadeye değip tekrar bana döndü.

"Şehzadeyi korumak için." dediğinde kalakaldım. Bakışlarım şehzadeye döndüğünde, yüzündeki ifadesizlik yerini bıkkınlığa bırakmıştı. Bu durumdan rahatsız olduğu belliydi.

"Korunmaya ihtiyacı varmış gibi görünmüyor."

"Bütün düşmanlar önden saldırmaz Gonca." kaşlarımı çatıp baktım paşaya.

"Düşman edinmeden önce düşünseydi, bana ne!" ters bakışlarını üzerimde hissetsem de dönüp şehzadeye bakmadım.

"Dışarıda, sarayın diğer bölümlerinde onu biz koruyoruz fakat haremde koruyamayız." dediğinde şüpheli bakışlarım ikisinin üzerinde gezindi.

"Niye bu şehzade senin için bu kadar önemli. Petrol meselesiyse, bu ölürse yerine gelenle anlaşırsın. Ne fark eder?" işte bu kez ikisinin gerginliğini de çok net yakalamıştım.

"Cesur musun, aptal mı anlamış değilim?" şehzadenin konuyu dağıtmak adına bana laf attığı o kadar barizdi ki, cevap verme gereği duymadan paşaya bakmaya devam ettim. Fakat o da sessizlik yemini etmiş gibi ağzın açıp tek kelime etmedi.

"Peki, madem susuyorsunuz, o halde susmaya devam edin çünkü ben bu gece kendi evime, kendi zamanıma dönüyorum." bir hışım arkamı dönüp odadan çıkmak üzereyken, paşanın sesini duydum.

"Gidersen, kızlar ölür." dediğinde atmak üzere olduğum adımı geri çektim. Sanırım tehdit ediliyordum.

Yüzümü tekrar onlara dönüp, alayla baktım. "Beni tehdit mi ediyorsun?" sesimdeki tehlikeli tınıyı fark etmelerini istedim. Ben tehdit edilmezdim, gerekirse gider kızları kendim öldürürdüm ama yine de tehditlerine boyun eğmezdim. Buraya gelmem için beni tehdit edip, bana işi kabul ettirdiğini sanıyordu muhtemelen ama öyle değildi. Bana yaptığı teklifi reddetmemiştim, çünkü iş ilgimi çekecek kadar tuhaftı ama yöntemlerini tasvip etmediğim için dahil olup olmama konusunda emin değildim. Onun tehdidinden ziyade babamla yapmış olduğum konuşma etkilemişti kararımı. Ve şimdi bu adam benim onun tehditlerine boyun eğeceğimi falan mı sanıyordu.

"Tehdit etmiyorum, olacakları söylüyorum. " dedi beni ikna etmeye çalışarak. O da benim gibi ayağa kalkmıştı ama, şehzade hazretleri oturmuş bizi izliyordu. "O kızlar senin için toplanıp, o karargaha getirildi. Sen gidersen onları orada boşuna tutmuş olacağız. Serbest de bırakamayız, çünkü karargahı gördüler. Bunu dışarıdan birilerine anlatma riskini göze alamayız." çaresiz çıkardığı sesini tutup, ses tellerini kesmek istiyordum, yine de her şeye rağmen ifadesiz bir yüz takınabildim.

"Doktor," deyip küçük adımlarla üzerine doğru yürüdüm. "Ölmesi gereken, ölür."

"Bence de." şehzade ayağa kalkmış ve hançerini çıkararak boynuma dayamıştı. "Ölmesi gereken, ölür."

Hançeri tutan bileğini yakaladığım gibi kendime doğru çektim ve koluyla birlikte bana yaklaşan şehzadenin dizinin arkasına çelme takıp, önümde diz çökmesini sağladım. Zafer sarhoşu olmama izin vermeden tuttuğum bileğini çevirip elimden kurtardı ve eş zamanlı olarak ayağa kalkıp arkama geçti. Kurtardığı elindeki hançeri arkadan boğazıma dayadığında diğer eliyle de sol kolumu tutuyordu. Boğazımdaki hançeri umursamadan sağ kolumu büktüm ve dirseğini arkamdaki şehzadenin karnına geçirdim. Aldığı darbe sonucu açtığı boşluktan faydalanarak yüzümü ona döndüm ve göğsüne sağlam bir tekme attım. O geriye doğru savrulurken, kendi hançerimi çıkarıp üzerine yürüdüm.

"Kesin artık şunu!" ikimizde karşı karşıya, ellerimizde hançerlerle birbirimize keskin bakışlar atarken, paşayı umursamıyorduk bile. Sadece gözlerimizi birbirine dikmiş, hızlı soluklarımız eşliğinde ilk hamleyi kimin yapacağını bekliyorduk.

Bizi durduramayacağını anlayan paşa ikimizin ortasına geçti ve kollarını bize doğru uzatarak gelecek saldırıları bertaraf etmeye çalıştı. Onun bu çabasına kayıtsız kalamayan şehzade hançerini kemerindeki kınına sokarken, ben de bir adım geri atıp hançerimi yerine koydum.

"Gonca, bunu yapmak istemiyordum ama beni sen mecbur ettin." diyen paşa elini kuşağına doğru uzattığında onunla eş zamanlı olarak tekrar hançerimi çıkartmıştım fakat onun elindeki hançer değil telefondu.

Bildiğimiz dokunmatik telefonu elinde tutarken, almayacağımı anlamış olacak ki kendisi yan tuşa basıp açılmasını bekledi.

Bu dönemde telefonun bulunmayacağı, bulunsa da baz istasyonlarının yokluğu sebebiyle kullanılamayacağı, bariz bir gerçekken; bu gerçekler karşımdaki ihtiyar kurdu durdurmuyordu.

"Burcu'dan istemiştim gelirken getirmesini. Her ne kadar temennim farklı olsa da senin için bu ihtiyacım olduğunu biliyordum." dediğinde ben hâlâ anlamaya çalışır bir vaziyette onu izliyordum. Bir telefonda beni ikna edecek ne olabilirdi ki?

Telefonla uğraşmayı bırakıp, tekrar bana uzattığında bu kez merakla aldım. Ekranda bir video vardı. Videonun kapağında ise babam. Ne yani beni ailemle mi tehdit edeceklerdi? Hemen celallenmemin yersiz olduğunu düşünüp videoyu başlattım.

Videoda babam Bursa'daki evimizde bulunan çalışma odasındaydı. Kendi masasında, her zaman oturduğu yerdeydi. Etrafta ona yönelik bir tehdit aradım ama hiçbir şey yoktu. Söylediklerini dinlemeye başladım.

"Gonca, " dediğinde istemsizce duruşumu düzelttim. Ne yazık ki bu durum yanımdaki adamların dikkatinden kaçmamıştı. Bunu üzerimdeki gözlerden hissetmiştim. "Biliyorum bazı şeyleri anlamakta güçlük çekiyor ve kabullenemiyorsun. Ama farkına varman gereken tek şey; nerede ve ne zaman olursa olsun yapmak zorunda olduğun, devletin bekasını korumaktır. Vatana, millete ve devlete hizmetin zamanı da, sınırı da olmaz. Ben seni her zaman bu doğrultuda yaşayacak, gerektiğinde de ölecek biri olarak yetiştirdim. Bunu sana baban olarak değil, komutanın olarak söylüyor ve dahlinde emrediyorum." dediğinde iki kez kullandığı 'zaman' kelimesine yapmış olduğu vurgu gözümden kaçmamıştı. Ne yani babam benim burada olduğumu biliyor muydu? Üstelik buradaki emirlere itaat etmemi bana emrediyordu. Videoyu birkaç kez daha izleyip babamın, olası bir tehlike karşısından bana herhangi bir işaret verip vermediğini anlamaya çalıştım ama dikkatimi çeken hiçbir şey yoktu. Babam bir tek 'zaman' konusunda vurgu yapmış, sanırım burada olduğumu bildiğini göstermeye çalışmıştı.

Bugün saraydan çıkıp buraya gelirken ne kadar yalnız olduğumu düşünmüştüm. Ama o durum fiziki bir yalnızlıktı. Şimdi ise maddi manevi her türlü yapayalnızdım. Babam beni bu kurtlar sofrasında tek bırakmıştı, bunu yaparken de bana, onlardan gelecek her şeyi kabul etmemi emretmişti resmen.

Elimdeki küçük ekrana doğru bakıyorken, dolmak için sızlayan gözlerimi kırpıştırıp dolmalarına engel oldum. Yüzüm de, benliğim de tüm duygulardan arınıp yerine ifadesiz ve keskin bir zırh giyindiğinde elimdeki telefonu sahibine uzattım.

"Plan nedir?"

Continue Reading

You'll Also Like

970K 47.3K 70
0545 *** ** **: Hanımefendi şemsiyeniz bende kalmış Siz: Pardon tanıyamadım? 0545 *** ** **: Kader Ortağın 0545 *** ** **: Ruh Eşin 0545 *** ** **: v...
Devr-i zaman By derttasakeder

Historical Fiction

131K 5.7K 30
Günümüz 21. Yüzyılından kendini bir anda 13. Yüzyılda bulan kızın hikayesi . Genç kıza son bir şans verilmişti , son bir hayat. Kaderin ipleri Asena...
39.3K 2.8K 29
TEXTİNG ASKER KURGUSU
platonik (ÇT) By ...

Science Fiction

176K 10.1K 108
Yeni başladığın okulda kimsenin konuşmaya cesaret edemediği sadece okulun zorbalarıyla takıldığı çocuğu ilk gördüğün an aşık olup yılarca plotonik ol...