KIŞ GÜNDÖNÜMÜ

Por -zehradogan

789K 50.7K 57K

Yakın gelecekte öngörülebilen teknolojilerin peşine düşen ülkeler, bir güç yarışına girer. Ülkelerin tehlike... Más

GİRİŞ
1 - GÜNDÖNÜMÜ FESTİVALİ
2 - YENİLİKÇİ DÜZEN
3 - EĞİTİM GÜNLERİ
4 - ASKERİ DİKTATÖRLÜK
5 - TEHLİKENİN ÇAĞRISI
6 - KAL YA DA KAÇ
7 - KADERİN İZLERİ
8 - GÖZLER ÖNÜNDE
9 - KÖR BAŞLANGIÇ
10 - SIRLAR DENİZİ
11 - KAYIP RUHLAR
12 - KORKU TOHUMLARI
13 - TUTSAK ÖZGÜRLÜK
14 - AÇIK TEHDİT
15 - YARDIM ELİ
16 - KUŞKUNUN ZEHRİ
17 - GÜNÜN SİSLİ YÜZÜ
18 - KONTROLÜN SINIRLARI
19 - KARŞI KARŞIYA
20 - KAOTİK SAVUNMA
21 - GÜRÜLTÜLÜ ZİHİNLER
22 - CESARETİN SINAVI
23 - SAVAŞ HÜKMÜ -1
23 - SAVAŞ HÜKMÜ - 2
24 - TOPRAKLARIN KANI
25 - ONURLU MÜCADELE
26 - GECE YARISI İLLÜZYONU
27 - BÜYÜCÜLER VE TILSIMLARI
28 - KORUYUCU GÖLGELER - 1
28 - KORUYUCU GÖLGELER - 2
29 - ZOR TERCİH - 1
29 - ZOR TERCİH - 2
30 - SON SÖZ
31 - AY KARANLIĞI
32 - STRATEJİK TAKİP - 1
32 - STRATEJİK TAKİP - 2
33 - GERÇEĞE SARIL
35 - GECEYE AĞLAYAN
36 - İNTİKAM FIRSATI
37 - KANLI YÜZLEŞME
38 - SİNSİ MASKELER
39 - YİTİK VİCDAN - 1
39 - YİTİK VİCDAN - 2
40 - ÇİRKİN ISRAR
41 - ARENA

34 - METAL GÜNBATIMI

7K 573 1.7K
Por -zehradogan

Merhaba... Nasılsınız? 

Kaldığımız yerden devam ediyoruz. Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayalım. 800 yorumun altına düşmeyin lütfen.

Bazı paragraflarda çok az yorum oluyor, gerçekten beni aşırı etkileyen yerlerde yorumlarınızı arıyorum ve az olması beni üzüyor. Hislerinizi paragraflara da yazın ki size o duyguyu geçirebildim mi geçiremedim mi ben de bunu bilmek istiyorum. 

Bölüm biraz gecikti. Neden olduğunu okuyunca anlayacaksınız. Benim için sağlam bir psikolojiyle yazılması gereken bir bölüm oldu. 

Bölüm geç gelse de sizler çok anlayışlıydınız. Size çok teşekkür ederim. Ve bugüne kadar bana verdiğiniz destekler için gerçekten ne kadar teşekkür etsem az. Benim için çok özelsiniz. 

Instagram: fairymits

Tiktok: fairymits

Bölümümüze geçelim...

"Duyulan her acı söz, kendi zamanının sessiz çığlıklarıdır."

Bir patlama daha... Güneş son zamanlarda aydınlığını üzerimize sunuyordu. Buzul soğuk devam etse de buna alışmıştık. Giysilerimizde soğuktan çok etkilenmeyeceğimiz şekilde tasarlanmıştı. İçime giydiğim üniforma yeterince sıcak tutuyordu. Yüzüm için aynı şeyi söyleyemeyecektim. Yanaklarım soğuk yüzünden buza dönüşmek üzereydi. Fakat içime dolan adrenalin sayesinde yeterince sıcak hissediyordum. Bembeyaz boş arazi üzerinde kasklarımızdan verdiğimiz komutlarla robotları sıraya dizmiştik. Şimdi birlikte saldırı üzerinde çalışacaktık. 

Metrelerce öteye robotların hizası kadar uzunlukta hedef tahtaları yerleştirildi. Seo'nun ekibi ve bizim ekiple 16 kişiydik. Gilda ve Leyan da bize dahildi. Şubenin askerleri belirlenen gruplarla, belirli mesafelerde planlanan saldırı talimine çalışacaktı. Uzaklardan patlama sesleri geliyordu. Kwang öne çıkarak yan yana biriken topluluğa karşı konuştu. "Azdan çoğa doğru çalışmalarımız olacak. Şu an hepinizin kaskına belirlenen üç robot bağlı. Kasklarımızın hologramını açmakla başlayalım," dediğinde siyah üniforması ve siyah kaskıyla birlikte oldukça çekici görünüyordu. Kaskının sağ yanına elini götürmesiyle parmakları sayesinde okunan hologram yüzünün önüne geldi. Mavi bir ışık görüntüsüyle şimdi onun yaptığı hareketle robotların görüşü önümüzdeydi.

48 robot belirlediğimiz saha önünde sırayla dizili duruyordu. Önlerindeki hedef tahtalarını kaskın hologramından görüyordum. Kaskıma bağlı olan üç robot da şimdi aynı hedef tahtasına bakıyordu. Bu kasklarla onları kumanda etmeyi öğreniyorduk. Kwang, "İnsan nüfusu azaldığından robot üretimi arttırıldı. Savaşta üç robottan fazlasını kontrol etmek zorundayız. Bu yüzden iyi çalışın," dedi ve arkasına döndü. Şimdi önümüzdeki robotların baktığı yön olan hedef tahtalarına bakıyordu. Arkasını dönmesiyle dikkatimi çeken geniş omuzları da artık odaklanmayı bıraktığım bir yer olmalıydı. Kwang'ın sert ve komut veren ses tonu dikkatimi tekrar robotlara vermeme sebep oldu. "Ben başlıyorum."

Açık olan hologramından robotların silah hareketini sağlayan noktaya dokundu. Bunun üzerine kaskına bağlı olan üç robot aynı anda, aynı hedefe kollarını kaldırıp ateşledi. Metrelerce ötemizde duyulan silah sesleriyle birlikte hedefin vurulduğunu da kendi hologramlarımızla görmüş olduk. Kwang tekrar bize döndü ve, "Denemek isteyen var mı?" derken bakışları Matteo'yu buldu. "Gerçi Matteo çoktan hedef tahtalarından birini patlattı." Bunu derken Matteo'nun aceleci hareketinin uygunsuz olduğunu ima etse de Matteo gülerek Kwang'a doğru yürüdü. "Ağır bomba değil, kurşun kullanacaktık değil mi? Ben onu unutmuşum." Kwang'ın yanında atış yapmaya hazır bir şekilde durdu.

Ardından bize arkaları dönük olarak robotlara odaklandılar. Matteo atış yapacağı yöne bakarken Kwang, ellerinin arkadan kavuşması üzerine Matteo'nun yapacağı atışı izlemeye başladı. Matteo hologramından onun kumanda edeceği üç robotun atışını onaylayınca hedef tahtası vuruldu. Ardından Kwang bize dönerek, "Hologramın çalışma düzeyini anladınız mı? Bir kişi daha deneyebilir," dedi. Çağan hevesle, "Ben yaparım," diyerek öne doğru bir adım atmıştı ki bunu Medusa'nın eli engelledi. Elinin dış yüzünü yanındaki Çağan'ın göğsüne koyduğunda onu durdurmuştu. "Önce ben." 

Onun sahaya çıkmasıyla Kwang ve Matteo biraz geri çekildi. Çağan şimdi kollarını göğsü üzerinde kavuşturarak Medusa'nın atışını merakla izlemeye başladı. Medusa hologramını kullandı. Ardından büyük bir patlama duyuldu. Bu hafif irkilmenin sebebi kurşun kullanması gerekirken bomba fırlatmasından ötürüydü. Onun aceleci heyecanı beni güldürüyordu. Kwang, "Bomba değil!" dediğinde Medusa da bu atışı beklemiyormuş gibi irkilmişti. "Tamam, yanlış tuş." Sorun yok der gibi tekrar denediğinde bu sefer bağlı olduğu üç robot belirlediği bölgeye atış yaptı. Yine bomba kullanmıştı. Kwang bu işi fazla ciddiye alıyordu. Medusa'nın üç robota bomba attırması üzerine üç hedef tahtasından alevler çıkmaya başladı. Kwang başını iki yana salladığında, "Yine mi yanlış tuş?" dedi. 

"Şu an stres altındayım," diyen Medusa hologramında kontroller yapmaya başladı. Sabırla onun yapacağı yeni atışı bekledik. Kurşun seslerinin ardından hedefi vuran Medusa, "Tamamdır!" diyerek heyecanla bağırdı. Çağan, karısının bu deli ve herkesin dikkatini çeken enerjisinden ötürü gergin bir ifadeyle bakışlarını ona dikmişti. Medusa'nın gözleri Çağan'ı bulduğunda onu yine kıskandırdığını biliyordu. "Aşkım sen de dene! Bu çok eğlenceliymiş." Seo'nun ekibi kıkırdar gibi olduğunda Çağan çatık kaşlarla başını yavaşça onlara çevirdi. Kendilerine dönen tehdit karşısında susmak zorunda kaldılar. Anlaşıldı. Bugün çok eğlenecektik. 

"Deneyeceğim aşkım, deneyeceğim hiç merak etme." Çağan ona doğru yürüdüğünde Kwang topluluğa tekrar konuştu. "Hepiniz gelin ve sıraya girin. Kurşunlarda kontrolü sağlayınca bomba atımına geçeceğiz." Ardından gözleri beni buldu. Ona doğru yürüdüğümde yanına gelene kadar beni izlemişti. Yanına ulaştığımda bana doğru eğilerek sessiz sayılabilecek bir ses tonuyla konuştu. "Sen yanımda kalıyorsun. Sahada da savaşta da... Gözlerin benim üzerimde olacak." Dudağımın bir yanı kıvrıldığında gülümsememe engel olamayacağımı biliyordum. Ben de onu baştan aşağı süzerek, "Gözlerimin başka şansı mı var sence?" dedim. O beğenilme duygusuyla alt dudağını ısırdığında ben de tek kaşımı kaldırdım. Evet, fazla yakışıklıydı.

Aramızda yarım metre kadar aralıklarla yan yana durduk. Her birimize bağlı olan robotlar karşımızda bize sırtı dönüktü. Onların görüşü ile kaskımızın önünde açık olan hologramdan hedef tahtalarını izledik. Kwang yanımdaydı. Diğer yanımda ise Doğa vardı. Kwang'ın başlangıcıyla hepimiz belirlenen hedefleri vurmaya başladık. Yaptığımız tek şey kaskın görüntüsünden robotlara verdiğimiz komutlarla onları kontrol etmekti. Sadece el alışkanlığı ve pratik gerekiyordu. Kask görüşünü iyi kullanabilmeliydik. Kaldı ki herkese yirmi kadar robot bile düşebilirdi. Bizim hatamız, robotların hatası olurdu. Bu yüzden dikkatli olmalıydık.

Silah sesleri hiç susmadı. Çevreden gelen diğer askerlerin sesleri de sanki bütün her yerde yankılanıyordu. Günün programına göre silah talimi bitince sırada bomba atımı vardı. Kwang'ın bu aşamayı bitirmesi üzerine patlama sesi duyulduğunda konuşan yine Kwang oldu. "Matteo!" Az önce beş hedefi birden yakmıştı. "Buraya fazladan malzemeyle gelmedik. O yüzden her şeyi yakma." Matteo bu uyarıyı başıyla onayladığında hala gülüyordu. "Tamam," diyerek suçunu kabullenir gibi iki elini de başının hizasında kaldırdı. "Robotlar beni heyecanlandırıyor. Sonunda bu metalleri kontrol ediyor olmak çok keyifli değil mi?" Doğa, onun bu haline gizliden gizliye gülüp duruyordu.

Eylül ayına şiddetli başlamıştık. Savaş pozisyonumuza çalışıyorduk. Gorkwon ve Celdai yöneticileriyle hologram üzerinden görüntülü konuşmalar gerçekleştirmemiz bizi bu savaşa birlikte hazırlıyordu. Walter, ağ sisteminin güvenlikleriyle sürekli oynuyordu. Onun bilgilerine sızmamızı engelleme çabası artık keyif kaçırıcı olmuştu. Laboratuvar projesini gizlemeyi başardığından erişimi sağlayamıyorduk. Ethan bunun üzerinde çalışmalarına devam ediyordu. Hologram üzerinde çalışmalarımız ardından karma dövüş için robotları durdurduk. Kwang yine ekibe karşı konuştu. Savaş gününe dek bu yaptıklarımız kendisini tekrarlayacaktı.

"Düşmanla karşılaşacağımız her durum için hazırlıklı olmalıyız. Size yaklaşmalarına izin vermemelisiniz. Silahsız olduğunuz anlar olacak. Bu yüzden iyi dövüşebilmeliyiz." İlk savaşımızda düşmanla burun burunaydık. Silahları doldurmak ya da yeni silahlara ulaşmak arasında saldırıya geçtikleri an yumruklar konuşmak zorunda kalıyordu. Sadece araç içinde olmak ya da robotları kullanmak yeterli olmuyordu. Kwang konuşurken Çağan bir araçtan elinde çantayla dönmüştü. Kwang'ın yanında yerini aldığında çantadan demir görünümlü ince, kısa bir silindir çıkardı.

Çağan elindekini Kwang'a verdiğinde hepimiz merakla ne olduğunu açıklamasını bekliyorduk. "Aranızda daha önce bōjutsu yapan var mı?" dedi. Ardından avucunun içinde tuttuğu demirin bir noktasına bastığında uzun bir sopa haline geldi. Matteo sopaya dünyanın en gereksiz şeyiymiş gibi bakarken, "Daha önce hiç sopayla dövüşmedim," dedi. Jun bir adım öne atıldığında, "Bize ver kardeşim. Asya dövüş sanatlarının birazına hakimiz. Seo ile sopa dövüşü yapardık," deyince Kwang bir eline iki demirden sopayı aldı ve kapalı olarak onlara doğru attı. Ellerine aldıklarında ikisi de kısa olan sopanın ortasına dokunarak açmış oldu ve iki ucundan uzayan sopanın ardından Kwang tekrar konuştu. "Bu sıradan bir demir sopa değil."

"Seo, sopaları yere atar mısınız?" Kwang'ın sorusu üzerine abileri birbirine bakarak sopaları bıraktı. Ellerinden düşmesiyle demir sopalar ilk halini alıp el kadar küçülmüştü. "Şimdi değiştirin," denilince Seo, Jun'un sopasını yere eğilip aldı. Jun da aynısını yaptığında açmayı denediler ama olmadı. Kwang, "Sopanın orta kısmında, açma düğmesine yani parmak izi okuyucuya dokunduğunuzda artık sizden başkası sopayı açamaz. Elinizi algıladığından düşürmeniz ihtimaliyle de geri kapanacak ve düşman kullanmak istese de bunu yapamayacak. Ayrıca iki ucunda sivri uzun iğneleri de var. Bir hançer kadar etkili. Sadece iki titreşim vermeniz yeterli," dediğinde Jun orta kısmı işaret parmağıyla iki kere tuşa basar gibi dokundu. Sopanın iki ucundan çıkan sivri iğneler bu demir çubuğa ürkütücü  bir görünüm vermişti.

"Kullanabilecek olanlar yanında taşısın. Bıçak ve hançerlerinizin mesafesinden daha uzağı keseceğinden düşmanla arayı uzak tutmuş olursunuz. Savaş hararetli olacak ve size doğru koşan bir düşman ordusuna karşı her türlü silahlanmanız gerekiyor." Kwang'ın sözü üzerine bir adım öne çıktım. "Ben alırım." Doğa'nın da alacağını biliyordum. Sanırım Kwang'ı şaşırtmıştım. İlgim ve becerim olduğunu bilmiyordu. "Dövüş kulüplerinde sopa tekniği de çalışırdım," diye açıklama yaptığımda Doğa da öne çıktı. "Ben de." Doğa'nın sözünün ardından sopaya karşı ilgisiz olan Matteo bir an da bu tarafa döndü. "Doğa, bu teknikle dövüşebiliyor musun?" Matteo demir sopalara şimdi çok önemli bir eşyaymış gibi bakıyordu.

Doğa onun bu şaşkın haline karşılık, "Batırma, savurma ve doğru saldırıyla ölümcül bir silaha dönüşebiliyor. Japon bōjutsusu klasik dövüş eğitimi diğer eğitimlerin yanında bir seçenekti. Hesna ile birçok farklı dövüş stili deniyorduk," dediğinde Matteo hevesle cevap verdi. "Kulağa harika geliyor. Ben de alacağım," dedi ve Kwang'a doğru yürümeye başladı. Doğa, "Daha önce eline almadıysan hiç yaklaşma," dedi ve Matteo bu cümleyle durdu. Doğa'ya baktığında nedenini soran gözlerle öylece bekledi. "Öğrenmesi çok da kolay değil. Savaş çok yakın. Onu öğrenmek için vakit harcama." Matteo'nun hevesli hali sönerken oldukça komik görünmüştü.

Kwang, "Başka var mı?" dediğinde kimseden ses çıkmadı. Böylece sopalar Kwang ve abilerinde kaldı. Doğa ve benim için de elimize vermek adına yanımıza yürüdü. Matteo, "Öyleyse bize bir kaç hareket gösterin," dediğinde Doğa'yı sopayla dövüşürken izlemek istediği belliydi. Kwang sopaları bize verirken Matteo'ya cevap olarak, "Ben göstereceğim," dedi. Demir çubuğu elime verdiğinde, "Dikkat çekeceğine eminim. Ve bu müsaade edebileceğim bir şey değil," derken benim duyabileceğim bir yakınlıkta konuşmuştu. Bilmiş bir tavırla gülümsedim. "Kıskançlık seziyorum." Ben de onun duyabileceği bir sesle konuşmuştum. "Doğru bir sezi," diye karşılık verdiğinde bakışları her şeyi anlatıyordu. Arkasını dönmeden önce bana yandan bir bakış atarak abilerine doğru yürüdü. 

"Kiminle dövüşüyorum?" diyerek demiri açtığında bir metreyi geçen uzun bir sopa haline geldi. Onu nasıl kullanacağını merak ediyordum. Sopa sağ elindeydi. Sol elini ise belinin arkasına koymuştu. Sopanın ortasını tutarak sağ yanında çevirmeye başladı. Ardından arkada tuttuğu eline alarak diğer yanında da çevirdi. Etrafında dairesel şekillerde çevirdiği demir sopa ile oldukça tehlikeli görünüyordu. Bu kadar iyi kullanabilmesini beklemiyordum. Elindekini çok hızlı ve sert dairelerle kullanmaya devam etti. Seo elindeki sopaya bakarak "Jun," dedi. Ardından Jun'a bakarak konuştu. "Ben aylardır elime almıyorum. Paslanmış olabilirim. Sen dövüş." Jun ona Korece bir şeyler mırıldandığında bunun hoşuna gitmediği belli oluyordu. Çünkü Kwang sopayı deli gibi etrafında çeviriyordu.

Jun, Kwang'a doğru yürüdüğünde Gilda'ya baktım. Merakla Jun'u izliyordu. Jun Woo, "Doğru söyle. Gelmeden önce epey pratik yapmışsın," dedi. Kwang'ın dudağının bir yanı yukarı doğru kıvrıldı. Bu görsel bizi çok eğlendireceğe benziyordu. Jun da demir sopayı açarak Kwang'ın yaptığı gibi etrafında dairesel hareketlerle çevirmeye başladı. O da iyi görünüyordu. Kwang kadar hızlı değildi. Kwang sağ eline aldığı sopanın bir ucunu yere tutarken diğer ucu başının arkasında yukarı doğru bakıyordu. Ortasından tuttuğu demiri kaldırarak yerdeki ucu Jun'un yüzüne doğrulttu. Bunu yaparken bir adım attığından sopa Jun'un suratına çarpacak gibi oldu. Fakat Jun hızlı davranmıştı. Kwang'ın soluna geçerek bu hamleden kıl payı kurtuldu.

Jun etrafında dönerek sopanın bir ucunu Kwang'ın öne attığı bacağına vurmak için çevirdi. Kwang'ın dizinin altına alacağı sopa darbesine karşılık öne doğru eğilmesi sonucu havada takla atarak sopanın dizinin altına vurmasına engel olmuştu. Gözlerim irice açıldı. Çok hızlı olmuştu. Seo onlara yakın durduğu için ağzı açık kalmış bir şekilde kaşlarını da çatmıştı. Çoğu kişinin öyle kaldığına emindim. Gerisin geriye dönen Kwang omzunun üzerinden çevirdiği sopayı Jun'un karnına vurdu. Bu hamleyle öne doğru eğilen Jun boşta kalan eliyle karnını tuttu ve yüzünü acıyla buruşturdu. Gilda irkilmişti.

Jun, Gilda'nın onu izleyen bakışlarını yakalayınca doğruldu ve Kwang'ın üzerine doğru sopasını dairesel hareketlerle savurmaya başladı. Şimdi alttan ve üstten birbirlerine savurdukları sopalar birbirine çarpıyordu. Jun hızlanmaya başlamıştı. Ayaklar bir ileri bir geri gittikçe sopalar dairesel hareketlerle birbirini takip ediyordu. Hızlı bir çeviklikle Kwang'ın arkasına geçen Jun onun bacaklarının arkasına sopayı vurdu. Sırt üstü yere düşen Kwang üzerine doğru gelen Jun'a bir bacağını kaldırdı. Sol tarafına yatıp sağ ayağıyla Jun'un bir bacağına vurdu. Böylece bir adım daha atmasına engel olurken diğer ayağını çelme takmak için kullandığında Jun'un bacakları arasında kalan ayaklarıyla onu devirmişti.

Bacaklarını havaya dikerek ellerini ters bir açıyla başının yanlarına koydu. Kalçasını kaldırarak bacaklarını geri çektiğinde ayağa kalktı. Karın üzerinde biraz yavaş kalsa da etkili olmuştu. Jun sopasını yere savursa da Kwang yerden kalktığı için geç kalmıştı. Kwang, arkasına geçti ve Jun öne doğru eğilmişken onun diz altlarına hızla vurdu. Ön taraftan vurduğu için Jun yüz üstü yere düşmüştü. Başını yerden kaldırdığında kaskına bulaşan kar ağzına da dolduğundan tükürür gibi karı üfledi. Daha arkasını dönmeden sopayı geriye doğru savurdu ve bu sefer sırt üstü yere düşen Kwang oldu. Matteo, "Şu karın üzerine bir de kırmızı aksa aşırı zevkli olacak," derken Doğa iri ve yan gözlerle ona baktı. 

Hamleler birbirini kovalamaya devam etti. Jun en son yine yere düştüğünde Kwang onun yüzüne sopasını indirdi. Fakat yüzüne çarpacak olanı sopayı başka bir demir sopa durdurdu. Seo, Jun'un yüzüne inecek sopayı engellemişti. Alttan destek vererek sopasını kaldırdı ve böylece Kwang'ın sopası kendi yüzüne çarptı. Çıkan ses çok yaralayıcıydı. Kask olmasa alnı yarılabilirdi. Dişlerimi sıkarak yüzümü buruşturdum. Acısını ben hissetmiştim. Kwang geriye doğru yalpaladığında bir eliyle yüzüne çarpan sopa yüzünden alnını tutuyordu. Tek gözünü açarak Seo'ya baktı. "Paslandım demiştin." Jun da yerinden kalkmıştı. Şimdi Kwang'ın karşısında iki kişi vardı. Seo kaşlarını kaldırarak başını hafifçe yana eğdi. "Şaka yapmışım."

Matteo kahkahayı koparmıştı. Seo ve Jun, Kwang'ın üzerine doğru gelirken sopalarını savurmaya başlamışlardı. Kwang iki yanında dairesel hareketlerle sopasını çevirerek onların vuruşlarına karşı kendini savunuyordu. Bu hızlı hamleler demirin birbirine çarpma sesiyle buluştuğunda ortaya enfes bir seyir sunmuştu. "İkiye bir, bu adil olmadı," dedim ister istemez. Çünkü Kwang biraz sıkışmış görünüyordu. Seo hiç de paslanmışa benzemiyordu. Kwang benim sözüm üzerine daha da hırslanmış gibi ağır vuruşlarla Jun'un sopasının elinden fırlamasına sebep oldu. Fırlayan sopa eski halini aldığında el kadar kısalmıştı. Jun koşarak sopasına ulaşmaya çalışırken Kwang nihayet Seo'ya odaklanabildi.

Alt ve üstten birbirine çarpan sopalarla ileri geri hareketler yapıyorlardı. Kwang, Seo'nun savurduğu hamleden arkasını dönerek kaçındı ve onun başına doğru sopasının ucunu kaldırdı. Seo çeviklikle başını yana eğdi ve sopanın ucu boynunun yanından çıktı. Kwang geri dönerek bacağını Seo'nun karnına kaldırdı. Seo, bacağının uyluk kısmına sopayı vurduğunda Kwang'ın tekmesi yarım kalmıştı. Boğazıma biriken heyecan onlara yaklaşmama sebep oldu. Birbirini tekrarlayan hareketlerin ardından artık onlara Jun da katıldı. "İkiz, hadi bitirelim şu işi," diyen Jun'un keyfi yerindeydi. Jun, Kwang'ın dizlerinin arkasına kuvvetlice vurunca Kwang'ın dizleri öne doğru büküldü. Ardından Seo, Kwang'ın göğsüne ayağıyla vurdu. 

Sırt üstü yere düşen Kwang, üzerine inen Jun'un sopasından kendini son an da kurtardı. Demir sopasını omuz genişliği kadar açıklıkta iki eliyle sıkıca tutuyordu. Peşine Seo'nun da sopası Kwang'ın yüzüne inince öne doğru atıldım. Kısa çubuğumu açarak onun yaptığı gibi Kwang'ın yüzü üzerine sopamı sağlam bir şekilde tuttum. Seo'nun sopası benimkine çarptığında alttan hızla kaldırdım. Kendi sopası Kwang'a olduğu gibi yüzüne çarpmıştı. O geri doğru yalpalarken Kwang'ın hala üzerinde duran Jun'un alnına doğru vurdum. Kasklarımız olduğundan bu kadar sert davranıyorduk. Şimdi ikisi de aynı an da alnını tutuyordu. Kwang hızla yerden kalktığında gözleri benimkileri buldu. 

"Şimdi adil olacak gibi duruyor," dediğimde Kwang'ın bu işi fazla uzun tutmaya niyeti olmadığı belliydi. Kwang tek kaşını kaldırarak abilerine baktığında, "Hangi işi bitiriyordunuz?" dedi. Bunun üzerine ikisi de üzerimize sopalarıyla geldiğinde demirin çarpma sesleri yine kulak doldurdu. Seo ve Jun sürekli yer değiştirdiğinden ikisiyle karşılaşmamız da değişiyordu. Bu işte pratik yapmaya devam ettikçe daha iyi hale gelirdik. Seo bana doğru savurduğu sopasının ardından bacağımı öne doğru açarak eğildim. Böylece boşa savrulan sopasının peşine sopamla bacaklarına vurdum. Yere düştü.

Kwang da Jun'a aynısını yapmıştı. Üzerimdeki çarşaf bol olduğundan ve altıma da üniforma giydiğimden hiçbir yerim açılmıyordu. Siyah botlarım da kıyafetimi tamamlıyordu. Abileri aynı anda ayağa kalktıklarında bize sopalarını uzatacaklardı ki ikisinin de gırtlağına sopalarımızı batırır gibi kaldırdık. Öylece olduğu yerde duran ikilinin üzerine demir sopanın iğnelerini çıkardık. Bir kaç santimetre ile gırtlaklarına saplanacak hançer kesiğinden kurtulmuşlardı. "Sanırım işiniz bitti," dediğimde takdir eden gözlerle bize baktılar. Sopalarını kapatarak elleri arasına aldıklarında Jun, "Kesinlikle pratik yapmaya ihtiyacım var," dedi. Biz de sopalarımızı indirdik.

Kwang ekibe dönerek, "Her gün robot kontrol, silah ve dövüş eğitimlerimiz olacak. Gorkwon ve Celdai savaşa hazır olduğunda hologram üzerinden savaş pozisyonumuzu belirleyeceğiz. Kagatri'nin kapısına gideceğimizden yolculuk bizi yoracak. Fakat sayıca üstünüz. Bir ülkeye karşı üç ülke," dediğinde herkes az önce olanların heyecanını bir kenara bırakarak ciddiyetle Kwang'ı dinledi. "Walter, kurduğu yalan dünyasında kendi menfaati için çalışıyordu. Robotlarımızı aşağıladı. Makinelerimizi küçümsedi. O, çocukların biyolojik yapısıyla oynamak ve canlı silah haline getirmek için kendi halkını kandırdı. Bizi fark ettiğinde direkt savaştı. Celdai'yi öğrendiğinde direkt saldırdı. Dünyaya hükmedeceğini sanıyor."

Kwang'ı izliyordum. Babasıyla olan her toplantısında savaş için daha da ciddileşiyordu. Seo ve Jun yönetimi devralmak istemiyordu. Kwang'ın yönetici olmasına gönüllüydüler. Yönetim şu an babasında gibi dursa da, Bay Kang yerine Kwang'ın geçmesini istiyordu ve onu bunun için eğitiyordu. Anne ve babası başka ekiplerde liderlik ediyordu. Savaşta onlar da olacaktı. Kwang konuşmalarına devam etti. "Yıllardır bunun için eğitiliyordunuz. Kimse bu işe yeni başlamadı. Bu yüzden dikkatli olun ve kendinize güvenin. Sayınıza aldanmayın ve uyanık olun. Walter elbette buna kendini hazırlamıştır. Ve planları olduğuna eminim. Kayıp veremeyiz. Yaşamak zorundayız..."

...

Eğitimlere ara vermeden devam ettik. Her gün birbirini bu şekilde takip etti. Savaşı kazanacağımıza dair inancımız tamdı fakat bizi korkutan bu işten en az hasarla kurtulabilmekti. Walter psikopatın tekiydi ve görüntülerini izlediğimizde ordusunu savaşa hazırlama şekli ürkütücüydü. Benden sonra uçan bombalarını tasarlayamamıştı fakat başka bir proje üzerinde gelişmeye çalışıyordu. Kurşunlarına patlayıcı özellikler yerleştirdiği için tek bir kurşun tek bir uzva isabet etmeyecek, atılan hedefin metrelerce yakınında bile ortada uzuv bırakmayacaktı. Gorkwon ve Celdai de elbette gelişmiş silah özellikleri vardı. Ciddi ölümler olmadan bu işi atlatabilmeyi umuyorduk. Çünkü kirli bir savaş olacaktı...

Bugün fırtına olduğu için robotlarla dışarı çıkmadık. Askeriye içinde dövüş ve silah eğitimlerine ağırlık verdik. Gilda ve Leyan'ın ilerlediğini görmek güzeldi. Fakat savaş için hazır değillerdi. Onları şubede bırakabilirdik ve umarım öyle olurdu. Çünkü tecrübeleri yoktu. "Gel bakalım Gölge." Biraz dinlenmek için oturmuştum. Dövüş salonunda çalışıyorduk ve kedim şu sıralar bana pek bir düşkündü. Onu kucağıma alıp severken mırıltısını dinlemek bana huzur veriyordu. Doğa da ter içinde bana doğru yürüyerek yanıma oturdu. Suyunu içtikten sonra, "Akhar hayattayken bile bu kadar çalışmıyorduk," dedi. Ona baktım. "Akhar hayattayken köle gibi aynı şeyleri yapıyorduk. Bireysel bir ilerleme ve adil bir program yoktu." Beni onaylar gibi başını salladığında cevap verdi. "Evet. Ne kadar yorulsak da en azıdan psikolojik bir baskı görmüyoruz."

Medusa, Leyan ile dövüşürken Ahsen de Gilda ile karşı karşıyaydı. Doğa bana yaklaşarak, "Onlar savaşa katılacak mı?" dedi. Gilda ve Leyan'dan bahsediyordu. O da benim gibi düşünüyor olmalıydı. Sıkıntılı bir nefes aldığımda, "Bilmiyorum," dedim. "Biz yıllardır çalışıyoruz ama onlar için her şey çok yeni. Savaşı ilk defa deneyimleyecekler," diye eklediğimde Doğa tekrar konuştu. "Çağan, kardeşini o savaşa sokmaz. İkisinin de zamana ihtiyacı var ve fazla zaman kalmadı. Gilda ve Leyan savaşta olmamalı." Bu onların güvenliği içindi. Gilda'yı yeni tanımıştım ve onunla uzun günler geçirmeye ihtiyacım vardı. Leyan ise gerçekten olgundu. Sadece abisinin yanında çocuk hissediyordu. Onu kız kardeşim gibi görüyordum. Hayatta olsaydı ben de savaşa girmesine izin vermezdim...

"Abla... Üstün başın kan içinde. Sanki antrenman değil de başka bir şey yapmışsın gibi." Kız kardeşim yine şiddetten nefret ettiğini her haliyle belli ediyordu. "Bunu yapmak zorundayım. Senin de fazla zamanın kalmadı. Alışmaya çalış," dedim. Dövüş ve silah onun hiç sevmediği şeyler oldu. Üzerinin kirlenmesini istemezdi. Kandan nefret ederdi. Salonun ortasında üzerimi çıkarmaya başlayınca, "Odana gider misin? Salonu kan ve ter kokutacaksın," dedi. Zaten burnumdan zor soluyordum. "Selin beni delirtme kardeşim. Bunu yapmaya mecburum biliyorsun," dediğimde cevabı gecikmedi. "Salonun ortasında soyunmaya mecbur değilsin." Gözlerimi devirdim. "Sadece çarşafımı çıkarıyorum. Susar mısın artık?"

Koltuğa bacak bacak üstüne atarak yatmıştı. Elindeki tablette belli ki bir şeyler izliyordu. "Annemler evde yok mu?" dediğimde bıkkınlıkla cevap verdi. "Kulüp derslerinin programlarını ayarlamak için okula gittiler." Merakla, "Bir sorun mu var?" dediğimde yine can sıkıntısıyla konuştu. "Bu ülkede sorun olmaması mümkün mü? İkisi de iki farklı okulda müdür. Her değişikliği takip ediyorlar. Her zamanki işler işte," dedi. Saçlarımı açarak biraz oturdum. Merdivenleri çıkıp odama gidemeyecek kadar yorgundum. "Mirza okuldan gelmedi mi?" dediğimde bu sefer gözlerini devirdi. "Gelir şimdi."

O sırada kapı kilidinden ses geldiğinde erkek kardeşim de içeri girmiş bulundu. O da üstü başı ter içinde ve yorgun görünüyordu. Selin ona baktığında, "Biriniz de şu eve normal dönün. Ne güzel salonda oturuyordum," diyerek ayaklandı. O okuldan sonra direkt eve geliyordu. Mirza ise 18 yaşına hazırlanıyordu. Şu an onun yaşı için kulüp zorunluluğu yoktu ama o gönüllü olarak haftanın bazı günleri çalışıyordu. Mirza çantasını olduğu yere bırakarak karşımdaki koltuğa oturdu. Arkasına yaslandığında, "Hanımefendinin yine neyi var acaba?" dediğinde Selin'in hayattan nefret etme seremonilerini ima ediyordu. Selin merdivenden çıkarken, "Hakkımda konuşmayın!" dedi.

"Onu suçlamıyorum." Doğa'nın sesiyle irkildim. "Kimi suçlamıyorsun?" Az önce sesli mi düşünmüştüm? Kucağımda yatan Gölge'ye baktım. "Anılar peşimi bırakmıyor," diye durgun bir şekilde konuşmam üzerine Doğa yanıma yaklaştı. "Aileni mi düşünüyordun?" dediğinde sessizce başımı olumlu anlamda salladım. Derin bir nefes aldı. Gözlerim hala kedimin üzerindeydi. "Selin kandan nefret ederdi... Mirza kanla oynardı... İkisi de kanlar içinde yarım kaldı." Dirseklerini dizleri üzerine koyarak ellerini önünde birleştirdi. Yere bakarak konuştu. "Onlardan geriye kalan sadece hafızamız var. Bütün her şey yandı. Seslerini unutacağız, yüzlerini unutacağız. Sadece acı kalacak ve hatırladığımız da ne kadar acıttığı olacak."

Ona baktım. O da başını bana çevirdi. Onunla boş tesellilere girmezdik. Acının üzerinde gerçekçi konuşmak bazen daha katlanılır oluyordu. "Seni kaybetmek benim için felaket olurdu Doğa." Yeşil gözlerini bütün gün izleyebilirdim. "Bu hayal edemeyeceğim bir acı," dedi. Uzun uzun birbirimize baktık. "Sen benim sahip olduğum en iyi dostsun. Ailemsin..." Bunu derken gülümsüyordu. Ben de gülümsedim. "Sen de benim ailem oldun. Sensizlik asla katlanamayacağım bir acı," dediğimde kaşlarını hafifçe çattı. "Öyle deme. İnsan işin sonunda her şeye katlanmak zorunda kalıyor. Fakat evet, bu asla dayanamayacağım bir şey."

Tekrar Gölge'ye dönüp güldüm. "Bu gülüşü biliyorum. Garip olan her şeyi yaşamanın verdiği trajedi." Doğa beni duygulandırıyordu. "Kader çok başka bir şey. Yaşadığımız her şey sanki bir rüyanın parçası gibi," dediğimde güldü. "Zaten öyle değil mi? Rüya işte. Uyanınca hiçbir şeyin önemi kalmayacak," dedi. "Ölümden başka bir şey konuşamaz olduk." Bu sözüm üzerine elini kalbine götürdü. "Bu aptal hissi ilk savaşta bile hissetmedim. Çok huzursuzum," dediğinde ona döndüm. Gölge kucağımdan inerek salonun içinde gezinmeye başladı. "Ben de tuhaf hissediyorum. Üç ülkenin karşısında Walter elbette ezilecek ama tuhafım işte."

Sonra Medusa'nın sesi çok yakınımızdan geldi. "Epey oturdunuz. Ne konuşuyordunuz?" dediğinde yere bağdaş kurarak oturdu ve Doğa'dan su istedi. Leyan ve Gilda da epey yorgun görünüyordu. Leyan yere sırt üstü yatarak kollarını ve bacaklarını iki yana açtı. Onun bu hali beni güldürmüştü. "Medusa seni çok mu yordu Leyan?" dediğimde onun inip kalkan göğsü konuşamayacağının işaretini vermişti. Gilda da karşımızda yere oturarak ellerini arkasına koydu ve geriye doğru yaslandı. Saçları birbirine karışmıştı. Ahsen salonun ortasında gezen Gölge'yi kucağına alarak yanımıza doğru geliyordu. Yanımda yerini aldığında Doğa ve onun arasında kalmıştım. "Artık şu savaş olsun da biraz olsun normal hayatlar yaşayalım," derken ona çok hak vermiştim.

Medusa, "Normal hayattan kastın ne?" deyince Ahsen yorgun gözlerle ona bakıyor ve bir yandan kucağına aldığı Gölge'yi seviyordu. "Her gün dövüşmek zorunda kalmadığım ve savaş stresi yaşamadığım normal bir hayat mesela," dedi. Artık yatakhanede yatmıyordu. Kwang bütün ekibi kaldığımız binadaki odalara yerleştirmişti. Medusa, "Ben yemek yemeyi özledim," dedi. Basit ama bizim için çok önemli bir istekti. Konserve besinler yemekten tat duyumuz sönecekti. Medusa, Gida'ya baktı. "Gilda, Kagatri yenildiğinde toprakları üzerinde söz hakkımız olacak. Yiyecek ve hayvanlarından faydalanabileceğiz. Bize güzel yemekler yaparsın değil mi?" Gilda bu soruya gülümsedi. "Elbette. Gerçek bir şeyler yemeyi ben bile özledim. Siz uzun zamandır doğru düzgün bir şeyler yememişsiniz."

Biraz sohbet ettikten sonra duş için kalkmaya karar verdik. Ardından vaktin namazını kılacak ve silah eğitimine başlayacaktık. Sonra serbest çalışmalarımız vardı. Şu uçan bomba ve insansız araçlar üzerinde çalışmaları tamamlayacaktım. Robotlar gayet hazırdı. Erkekler başka bir salonda çalıştığı için burada rahat hareket edebiliyorduk. Sistem odasından sonra Kwang'ın yanına gidebilirdim. Ahsen tedavilerimi de kontrol ediyordu ve artık eskisinden daha sağlıklıydım. Kolum da iyileşmişti. Başım ağrımıyor ve kist ağrılarına benzer acılar çekmiyordum. Bebeğim olabileceğini bile söyledi. Fakat bu zaten dert ettiğim bir konu değildi. 

Duştan sonra biz namaza giderken Gilda silah odasına geçti. Bütün burada yaptığımız ve konuştuğumuz her şeye katılıyordu fakat din konusunda sessizdi. Bu yaşına kadar yalanın içinde büyüyünce gerçek bir şeyleri kabullenmesi çok kolay olmasa gerekti. Bazen sorular sorardı, o kadar. Farklı silahlar üzerinde de atış ve çalışmalar yapınca ayrıldık. Kwang yine babasıyla hologram üzerinde savaş pozisyonu hakkında konuşuyor olmalıydı. Koridorda yürürken arkamdan gelen sese döndüm. "Hesna..." O güzel sesin sahibine döndüğümde Kwang'ın annesi bana samimi bir gülüşle bakıyordu. "Salondan geçerken biraz seni izledim. Özellikle sopa ile dövüşün çok başarılıydı." Samimiyeti hoşuma gidiyordu.

"Teşekkür ederim," dediğimde yürümeye devam etti. "Gel, toplantı odasına beraber geçelim. Savaş sırası gerçekten dehşet verici görünüyor." Onun yanında yürümeye devam ettim. Toplantı odasına girdiğimizde odada Kwang, babası ve abileri vardı. Hararetli bir şekilde hologram üzerinde ordu sayılarını ve ordumuza verilecek robotların sayısını belirliyorlardı. Bu sayılar otomatik olarak sistem odasında incelenecekti ama önden konuşuyor olmalıydılar. Bizi fark edemeyecekleri kadar yoğun bir konuşma içindeydiler ve Korece konuştukları için hiçbir şey anlamıyordum. Kwang bana arkası dönüktü. İçeriye ilerleyerek onlara katıldık.

Seo, "Blöf yapıyormuş," dediğinde bizi fark eden kişiydi. Bakışları annesi ve beni bulduğunda diğerleri de arkasına döndü. Kwang'ın yanına geçtim. Annesi de babasının yanına geçti. Masanın bir ucunda hepsi ayakta konuşuyor ve masanın üzerine bıraktıkları hologramdaki ordu görüntüsü de açık duruyordu. "Kim blöf yapıyormuş?" dedim. Kwang bana baktı. "Ethan ve Çağan'ın Leyanı laboratuvardan nasıl çıkardığını konuşuyorduk." Biraz bir şeyler biliyordum. Medusa anlatmıştı. Sonra Seo konuştu. "Ethan, Walter'in laboratuvarında görev yapan birine ulaşmış ve Leyan'ın çıkarılması konusunda onu tehdit etmiş. Aslında bütün konuşmayı yapan Çağan olmuş."

"Nasıl yani?" dediğimde tekrar anlattı. Ben içerideki adamın bizim tarafımızda olduğunu sanıyordum. "Şöyle ki, Ethan laboratuvarın iletişim bağlantılarına sızmayı başarınca görevlilerden birinin mikrofonuna bağlanıyor. O askeri de öncesinde araştırıyor ve şubesinde Walter'in bilmediği bir sistem arızası verdiğini buluyor. Çağan, sizi kurtaracağımız gün Leyan'ı kapsülünden çıkarması için o askeri tehdit etmiş. Mikrofonuna kadar sızdıklarını düşününce sanırım gerçekten şubede üstü kapalı çok hata yapmış. Bunları yöneticisinin duymaması adına bizimkilerin dediklerini yapmış yani. Sessiz kalmasını söylemişler ama bugünlerde laboratuvarın sistemi elimizdeyken şimdi kaybolmasının sebebi o asker. Kendini Walter'a açıklamış ve bu yüzden şimdi laboratuvar bilgilerine erişemiyoruz."

"Elimizde olan tek şey askeriyenin kameralarından onları izliyor olmamız. Fakat bunu bilmek pek de avantaj edindiğimiz bir konu değil." Mesele bu kadardı yani. Jun, "Hesna," dedi. Ona döndüm. "Leyan hakkında seni düşündüren bir şeyler var mı?" Bunu neden sorduğunu anlamaya çalıştım. "Ne gibi?" Derin bir nefes alarak cevap verdi. "Sonuçta laboratuvarda bir süre kaldı ve orası Pandora'nın kutusu gibi. Çocuklara tam olarak ne yaptığını bilmiyoruz ve Leyan üzerinde ne tür etkileri olduğunu bilmek Walter'in biyolojik silah üretimi için neler düşündüğünü bulmamıza yardımcı olabilir. Daha mı güçlü, daha mı akıllı? Kapsüllerin amacı ne?" Kaşlarımı çattım. Walter'in o küstah ses tonu kulaklarıma geldi.

"Amacı, etten ve kemikten arıza veremeyecek robotlar üretmek. Ben Leyan'ı gözlemledim ve onda tuhaf bir şeyle karşılaşmadım. Bir şeyler varsa ve gizliyorsa bunu bilemem. Belki Çağan ve Medusa'nın fark ettiği şeyler olmuştur." Söylediklerime cevap veren Kwang oldu. "Çağan'la konuştum. Leyan laboratuvarda yapılan herhangi bir deneyden etkilenmemiş. En azından Leyan öyle söylüyor. Fakat Ahsen bunu kontrol etmek isteyince reddetmiş. Bir sedyeye yatmak istemediğini söyleyince ısrar etmemişler. Sağlıklı ve bir sorun olmadığını söylemiş." Bay Kang konuştu. "O halde çocukların nasıl etkileneceğini bilmiyoruz. Savaşta onları kullanır mı orası da bilinmiyor. Ancak ülkeyi aldığımızda bunu bileceğiz. Gorkwon ve Celdai bizimle. Daha fazla laboratuvar konusunu araştırarak vakit kaybetmeye gerek yok. Orduya odaklanalım."

Bunun üzerine hologramda ordu dizilimi ve ne pozisyonda savaşacağımızın görüntülerini izledik. Robotlar yan yana önümüzde bir kalkan işlevi görecek şekilde dizilecekti. Arkasında savaş araçları geliyordu. Hava araçlarımız da bizden sonra çıkacak ve Kagatri'ye savaş anında intikal edeceklerdi. Bütün bu çalışmalar kusursuz şekilde işlenmişti. "Savaş tarihi belli mi?" dedim. Kwang, "Önümüzdeki hafta belli olacak," deyince toplantıya Gorkwon ve Celdai yöneticileri de katıldı. Ordularının hazır olduğunu ve bizim robot kontrollerimizin tamamlanması için beklediklerini söylediler. Kagatri topraklarına ortak olacaklardı ve yiyecek kaynaklarından faydalanacaklardı. Her şey bittiğinde Kagatri'ye bir elçi gönderecektik ve üç ülkenin kontrolünde orayı yönetecekti.

Yöneticiler ile de konuşmamızdan sonra artık dağılacaktık. Fakat aklıma takılan soruyu sormak istedim. "Gilda ve Leyan..." dediğimde Jun soğukkanlılıkla konuştu. "Ne olmuş onlara?" Şimdi herkes bana bakıyordu. "İkisi de çok yetenekli. Fakat savaş için hazır değiller. Onların güvenliği için," diye devam edeceğim sözümü Kwang'ın babası böldü. "Bunu Çağan da teklif etti. Fakat onlar da savaşa girecek." Bunu demesini beklemiyordum. Kaşlarımı hafifçe çattım. "Üç ülkenin de ordusuyla tek bir ülkeye saldıracağız." Babası net bir ifadeyle söylediğim söz üzerine tekrar konuştu. "Kendileri öyle istiyor." Bu susmama sebep olmuştu. Demek bu onlara sorulmuştu.

Jun, "Ben Gilda'ya bizzat savaşa girmemesini söyledim. Fakat kararlı. İkisi de savaşta olacak," dedi. Bir süre bir şey demedim. Ardından sessizliği bozan yine ben oldum. "Müsaadenizle çıkabilir miyim?" dediğimde Kwang bana bakıyordu. Babası bunu başıyla onayladığında kapıya doğru yöneldim. Onları arkamda bırakarak çıktım. Gilda'yı nerede bulabileceğimi düşünürken hala yürüyordum. Koridorları geçtiğimde dövüş odasına baktım. Orada değillerdi. Silah odasına gittim. Kalıp fazladan çalışmaları gerekiyordu. Oraya ulaştığımda ikisini nihayet görmüştüm. Medusa, Çağan'la birlikte su altı çalışmalarında makine işleriyle uğraşıyor olmalıydı. Ahsen laboratuvarda, Doğa da örgüt içinde muhtemelen geleceğin dosyalarıyla ilgileniyordu.

Gilda beni fark ettiğinde hedefe vurmayı bıraktı. Aynısını Leyan da yaptı. Salonda başka askerler hala atışlarına devam ediyordu. Gilda bana doğru yürüdü ve, "Sistem odasında olman gerekmiyor muydu?" dedi. Arkasından Leyan da geldiğinde ikisi de artık karşımdaydı. "Neden?" dedim. Bu onların afallamasına sebep olmuştu. "Neden savaşa girmek istediğinizi söylediniz? Bu savaşı zaten kazanacağız. Yeterince eğitim almadınız. Burada kalmanız en doğrusu," dediğimde Gilda'nın bakışları ciddileşti. "Sonunda kendime bir amaç edindim Hesna. Gerçek bir amaç. Birbirimize ihtiyacımız var. Faydalı olacağımıza inanıyorum," dedi. Zaten bunun aksini düşünmemiştim. 

"Elbette faydanız olur. Her birimizin varlığı çok önemli. Bunun aksini düşünen yok. Kazanmak demek var olduğumuz durumun içinde zarar görmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Her şey senin için çok yeni Gilda. Sana bir şey olmasını istemiyorum," dediğimde Leyan konuştu. "Kardeşlerin de eline fırsat geçtiğinde bu savaşta yer almak isterdi." Bu zihnimi büsbütün kuşatan cümlenin sahibine gözlerimi diktim. "Selin bile bu savaşa girerdi," dediğinde gözlerim irice açıldı. "Sen, nereden..." Duraksadığımda yine konuştu. "Biliyorum. Sinir krizi geçirdiğinde ağrıların için ağlamıyordun. Sayıkladığın tek şey Selin ve Mirza demekti. Anne ve babandı." 

Ona bakmaya devam ettim. Bir şey demeden onu dinledim. "Merak edip Doğa'ya sordum. Onları tanımak isterdim. Yaşıtlarımın olmaması beni üzüyor. Selin gibi ben de savaştan nefret ederdim. Fakat şimdi birilerini öldürebileceğimi biliyorum. Siz orada ölümle burun burunayken burada oturacağımızı düşündün mü gerçekten?" Sanki karşımda Selin vardı. Leyan tıpkı onu ormanda ilk gördüğümdeki gibi sert ve buz gibi bakışlarla bana bakıyordu. Abisinin yanında çocuklaşan bu kız artık onun yanında bile silah gibiydi. Gilda, "Ben sana güvendim Hesna. Seninle, senin ülkene geldim. O boşluktan çıkması kolay değildi. Şimdi sen de bana güven," dedi. Onların fikrini değiştiremeyeceğimi anladım. Zaten o bakışlardan sonra bundan vazgeçmiştim...

...

Savaş haftasına girdik. Eylülün son haftasıydı. Sadece bir gecemiz kalmıştı. Gün doğmadan diğer iki ülkenin ordularıyla Kagatri'ye yol alıyor olacaktık. Robotları kumanda etmek için çalıştığımız bir gün daha sona ermişti. Uzun konuşmaların ardından herkes odalarına çekildi. Savaşta üzerime giyeceğim ekipmanları yatağın yanına koydum. Kwang da aynısını yaptı. Sessizdik. İlk savaşın bilinmezliği ve neler getirebileceğini unutarak yola çıkmıştık. O gün gözümün önünde kolayca ölen askerlerden sonra şimdi bunun tekrarının ne kadar ciddi olduğunu biliyordum. Bu yüzden daha farklı geliyordu. Üzerimizi değiştirip yatmak için hazırlanmıştık.

"Hesna..." Kwang'a döndüm. Ellerimi tutarak yatağa oturduğunda ben de onunla oturdum. Bir eli hala ellerimi tutarken diğerini yanağıma götürdü. Avucunun sıcaklığı içimi ısıtıyordu. "Benim güzel ayçiçeğim... Güzel karım." Gülümsedim. O bütün duyguları fısıldayan sesine kapıldım. Gözlerim doldu. "Bana verdiğin sözü unutma olur mu?" Ölmeyeceğim. "Unutmam," dedim. "Sen de unutma." Gözlerimde, yüzümde, dudaklarımda gezindi bakışları... Onunda gözleri doldu. Bu o yaşları ikinci görüşümdü. İlki baş örtüsüyle saçlarımı örttüğü zamandı...

"Her zaman olduğundan daha cesur olmana ihtiyacım var." Gözleri kararlılıkla ve hırsla bakıyordu. Kaybedemezdi. Ne ben onu, ne de o beni... Kaybedemezdik. "Benim de... Sana ihtiyacım var Kwang. Bu savaşa çok hazırlandık ve ben..." dediğimde bana yaklaştı. Artık konuşmama müsaade etmeyecek hislerle beni öpüyordu. Belki son gecemizdi. Bunu o savaş meydanında öğrenecektik. Şimdi tek düşündüğüm onun güzel dokunuşlarıydı. Onu özlemek zorunda olmaya dayanamazdım. Birlikte geçen her saniyenin kıymetini bilmeliydim. O değerli gözlere bakabilmeli ve o sıcak ellerden tutabilmeliydim...

Gün doğmak üzereyken hareketlerimizi hızlandırdık. Bütün ekipmanları giyerek silahlarımızı da takındık. En sonunda çarşafımı da üzerime geçirdiğimde odamızdan ayrılma zamanıydı. Gölge'ye veda ettim. Yemek ve suyunu hazırlamıştım. Bizimle birlikte ekip arkadaşlarımızda çıkmaya başladı. Askeriyeye doğru ilerlerken denilen saat geldiğinden kasklarımızı da taktık. Gorkwon'un mesafesi bizden daha uzakta olduğu için onlar Kagatri'ye doğru yola çıkmıştı. Celdai de çıkmış olmalıydı. Robotların koyulacağı tırlar, savaş araçları ve bizi takip edecek robotlarla konuşulduğu sıra ile şubenin önünde durduk. Bay Kang savaş aracıyla bütün şube askerlerinin önünde durunca topluluğa doğru konuştu. Onun sesi her birimizin kaskında duyuluyordu. 

"Askerler! Unutmayın ki bu savaş ilk değil. Son da olmayacak. Bu mücadele özgürlüğümüz için. Savaş, güçlü bir topluluğun başarabileceği büyük bir hedeftir. Cesaretinizden şüphe etmeyin! Kazanırsak, yaşamak için tutunduğumuz başka amaçlar olacak. Bize inanan iki devlet var. Siz de kendinize inanın." Bu sözleri ülkenin diğer şehirlerinde hazır bekleyen bütün askerlerin kasklarında duyuldu. "Yaşam şartlarımızı iyileştirmek ve insan gibi yaşayabilmek için mücadele etmenizi istiyorum. Aylardır buradayız fakat sizler daha önceden çalışmaya başladınız bile. Bu emeği küçük görmeyin. İlerleyin! Şimdi savaşma zamanı."

Bunun üzerine harekete geçtik. Diğer şubelerle ülke sınırında buluşacağımız noktaya doğru ilerledik. Hava araçlarıyla çıkacak olan askerler şubelerinde komutumuzu bekleyecekti. Karın üzerinde arkamızda bıraktığımız görüntüyle sanki kar fırtınaya uğruyordu. Tırların sayısınca robot taşınırken kalan robotlar programlatıldığı gibi araçların ardında koşarak ilerliyordu. Güneş batarken Kagatri'de olacağımızı düşünüyorduk. Gorkwon ülke sınırında bizi bekleyecek ve birlikte saldırıya geçecektik. Celdai ile ülkeye girerken de birlikte giriş yapacaktık. Her şey plan üzerine devam ediyordu. Kar yağıyor, rüzgar esiyor ve biz gideceğimiz noktaya hızla ilerleyen savaş araçlarıyla ulaşmayı hedefliyorduk. Saatler geçti...

Gökyüzü karanlığını üzerimize örtmeye hazırlanmışken Celdai ordusunu gördük. Planlandığı gibi ordumuzu onlarla birleştirdik. Biraz daha ilerlediğimizde Gorkwon ordusu ülke sınırında sırasını almıştı. Şimdi üç ülke ile Kagatri topraklarına giriyorduk. Matteo, "Başlıyoruz," dedi keyifle. Bu adam ölümle oynuyordu. Savaş aracımız oldukça genişti. Birbirine bakan koltuklarla yan yana oturuyorduk. Jonah ve Boris hariç ekibin hepsi buradaydı. Jonah hava birlikleriyle geliyordu. Boris ise tank birliklerindeydi. Kasklarımızda sesimizi duymamızı istediğimiz kişilere açılan pencereler vardı. Hologramla sesimizi kapatabiliyor, az ya da çok kişiye istediğimiz gibi konuşabiliyorduk. Şu an bizim sesimiz bu ekip arasına açıktı. 

Bay Kang, "Savaş pozisyonu alın. Walter Braun sınırda askerlerini hazırlamış. Verdiğim komutla saldırıya geçeceğiz," dedi. Kwang şoför koltuğundaydı ve onun yanındaydım. Bana doğru eğilerek, "Nefes al," dedi. İster istemez kasılmıştım. Ona bakarak gülümsedim. Kwang kaskında bir düğmeye basarak, "Baba, ordunun sayı durumu nedir?" dedi. Cevap bekledik. "Toplam ordumuzun yarısından az. Bu savaşı alacağız. Kaskıma ölüm haberiniz gelmesin." Bu Kwang'ı güldürmüştü. Ölüm sessizliği devam ederken kar buraya ilk geldiğimizden daha çoktu. En azından sınır bölge hala kışı yaşıyordu. Gökyüzünün karanlığı artık tamamen üzerimizdeydi. Araçların ve robotların ışıklarıyla beyaz kar parlak bir şekilde görünüyordu. 

Tırlara yerleştirilen robotlar da çıkarıldı. Araçların arkasında dizilen robotları hologramımızda kontrol ettik. Kwang, "Araç içinden çıkmamız gerektiğinde çok dikkatli olmanızı istiyorum. Robotlara hakimiyetinizi kazandınız. Bunu harcamayın ve kendinize güvenin. Robotlara otomatik hedefler belirlemeyi ve kontrol etmeyi defalarca kez denedik," dediğinde hepimiz bunu onayladık. Düşman askeri artık görüyorduk. Tamamen hazır olduğumuzda Kwang'ın babası konuştu. "Saldırı emrini veriyorum! Onurla savaşın!"

Bütün araçlar ve robotlar aynı anda çıkış yaptı. Kagatri ordusu metal kalkanlarla savunma oluşturmuştu. "Ateş başlasın!" Kwang'ın babası son emri de verdiğinde Matteo ayağa kalkarak aracın üzerindeki silah yapısını kontrol edip ateş etmeye başladı. Düşmandan da yüksek patlayıcılar bize doğru atılıyordu. İlk hedefleri robotlardı. Düşman hala savunmadaydı ve araçlarla içlerine girmek üzereydik. Kwang, "Çarpışmaya hazır olun!" dedi. Gaza daha çok bastığında ordunun içine ses getirir bir şiddetle girdik. Matteo hala ateş ediyordu. Kasklarımızdan robotların ateşlemelerini yapıyorduk. Aracımızın etrafını robotlar sayesinde koruyorduk.

Düşman ordusunun içinde canavar görünümlü askerler de vardı. Seo, "Onlara dikkat edin," dediğinde mutasyon geçiren askerleri ima ettiğini anladık. Aracımızın önüne yığılma olduğunda robotları yanımıza yaklaştırdık. Patlama sesleri şimdi her yerden geliyordu. Aracın içinde alanımızı açabildiğimiz kadar açarak robotları kullandık. Fakat robotların üzerine tırmanan askerler de vardı. Dakikalar birbirini kovalarken araca birikme olmaya başladı. "Çıkın!" Kwang'ın emriyle ellerimizdeki silahlarla dışarı çıktık. Robotlara otomatik hedefler vererek düşmanla çarpıştık. Bağırış ve inlemelerle herkes düşman üzerinde kurşunlarını konuşturuyordu.

Matteo, "Sen ölü biriyle evlenemeyeceğin gibi ben de ölü biriyle evlenemem Doğa. Bu yüzden silahını sıkı tut!" dedi. Birbirimizden çok uzaklaşmıyorduk. Doğa üzerimize gelen askerlere silahını ardı ardına kullanıyordu. "Bu orduyla burada saatler geçirmeye niyetim yok. Şu işi hemen bitirelim!" derken oldukça hırslı görünüyordu. Öldürmekten çekinen ve savaşı sevmeyen biri için ne vahşi bir görünümdü. Şartlar bizi buna mecbur tutuyordu. Bu bebeklerin ve çocukların kanına sessiz kalan, küstah yöneticilerine itaat eden düşman askerini öldürmekten elbette çekinmeyecektim. Önüme geleni vururken öfkeyle kasılan yüzüm nefretimi simgeliyordu. Hiçbir zalime nefes aldırmaya niyetim yoktu...

"Hesna!" Arkamı döndüğümde Kwang Jee'nin etrafını saran askerlerin üzerine kontrolümde olan robotları gönderdim. "Yanımda kal!" Düşmanı savururken aynı zamanda gözü benim üzerimdeydi. "Kendi işine bak! Ölmeyeyim diye beni koruyan yirmi robotum var!" dediğimde bana değil kendisine dikkat etmesini istiyordum. O sırada aramıza düşman askerleri girdiğinde bu yığını ezen bir tank oldu. Sonra kasklarımızda Boris'in sesi duyuldu. "Tank komutanınız da geldi." Tankının altında ezilen düşman askerinin üzerinden geçip gitti. Tank birlikleri de araya girince düşman yığıntısı ortadan kalkmaya başladı. 

"Hiç şansları yok," dedi Çağan. Gözlerim onu bulduğunda Leyan da hemen yanındaydı. Medusa ise kaskındaki holograma odaklanarak robotlarla düşman askerlerini vuruyordu. Peki Gilda? O neredeydi? Gözümün önünden bir kurşun geçmesiyle irkildim. Bana en yakın araca doğru koşarak kendime kalkan oluşturdum. "Gilda, buralarda mısın?" diye kaskımdan konuştuğumda cevap geldi. "Seni görüyorum. Merak etme her şey yolunda." Gilda nefes nefese konuşsa da mücadelesini en iyi şekilde veriyordu. O soluk gri elbisesiyle karşıma çıkan kasaba kızının şimdi burada cesurca savaşması beni gururlandırıyordu.

Düşmanı robotların görüşüyle vurmaya devam ediyordum. Çok geçmeden burası tamamen temizlenecekti. Walter'in elbette bu üç ülkeye karşı şansı yoktu. Teslim olmalıydı. Ben robotlara odaklandığımda arkamdan duyduğum kurşun sesi beni kaskatı etti. Çünkü kulağımın yanından bir kurşun geçti. Kaskım hasar almadığı için mutluydum. Arkama dönmeme fırsat olmadı. Hastalıklı eller boğazıma sarıldı. Gözü dönmüş bir canavar kana susamış bir mutant haline gelmişti. Nefes almak için ağzımı açtım ama deli gibi sıkıyordu. Robotları yönlendiremiyordum. Boğulma seslerimi duyan Kwang, "Dayan," dedi. Fakat benim zamanım yoktu.

Gözlerimin fırlayıp yerinden çıkacağını hissettiğimde elimi belime zor götürdüm. Oradan demir sopamı çıkardığımda iğne ucuyla beraber açacaktım. Demir sopanın sivri ucunu boğazımı sıkan askerin gırtlağına saplamak için kaldırdım. Fakat boğazımı sıkan adam önümde yığılmadan önce kafası gövdesinden tamamen ayrıldı. Kwang kılıcıyla adamın boynunu kesmişti! Kafa biraz uzağıma düştü. Kwang önümde diz çöküp, "Nefes al. Konuşmaya çalışma sadece nefes al," dedi. Havayı solumaya çalışan seslerle göğsüm inip kalkıyordu. Önce omzumun üzerindeki elini tuttum. Sonra bana uzanan aynı kolu tutarak ayağa kalktım. O da benimle kalkarken, "Yirmi robottan daha iyi miyim?" dedi. 

Evet, kesinlikle daha iyiydi. "Sana yanımda kal dedim," derken ciddiydi. Başımı onaylar gibi salladığımda yutkunmaya çalışıyordum. Arkasından gelen bir askere doğru silahımı kaldırdım. Vurduğumda Kwang'ın elindeki kılıca baktım. "Baltan da var mı? Teknolojiyle birlikte bütün ilkel yolları da kullanıyorsun," dediğimde gülümsedi. "İşe yarıyor ama." Kılıcı kınına geçirmişti. Hologramımda robotlara otomatik hedefler çizdim. Kwang da aynısını yaptı. Silahlarımızı kullanarak arkadaşlarımızı korumaya devam ettik. Düşman askeri zayıflıyor ve zafer bizim yanımızda görünüyordu. Çağan, "Walter oturduğu koltukta gebermeyi beklesin," dedi. Buna Matteo da katıldı. "Onu oturduğu koltukta ters düz edeceğim."

Hava kuvvetleri de savaşa katıldığında düşman üzerine ateşleme yapmaya başladılar. Seo, "Jonah, mekana sesli giriş yapıyorsun," dediğinde hava araçlarının hücumuyla önümüzdeki askerler kara karıştı. "Ses getiren her şeyi severim bilirsin," diyen Jonah havada saldırı yapmaya devam etti. Diego ve Bartu'nun da savaş haykırışlarını duyuyordum. Bartu, "Birazdan eve döneceğiz arkadaşlar," dediğinde Diego konuştu. "Beni motive eden tek şey dönüşte güzel yemekler yiyebilmek." Jun, "Doğru noktaya ayak bastın Diego," dediğinde çarpışma sesleriyle onların sesi hiç susmadı.

Seo, "Ethan, sesin çıkmıyor. Ölmedin değil mi?" dediğinde kısa bir sessizlik oldu. "Ethan?" Seo onun adını tekrarlasa da cevap gelmedi. "Ahsen?" dedim. O neredeydi? Huzursuz olmuştum. Bir yandan düşman üzerine kurşun sıkmaya devam ediyorduk. Ağır silahların çıkardığı gürültülü seslerle savaşmaya devam ettik. "Ahsen!" Hala cevap vermemişti. Sonunda konuşan Ethan oldu. "Ahsen başına bir darbe aldı. Kaskı kırıldı. Ona ulaşamazsınız. Yanımda ve iyiyiz merak etmeyin." Tuttuğum nefesi geri verebilmiştim. Jun, "Yardım lazım mı?" dediğinde Ethan sıkışmış gibi cevap verdi. "Sinyalimi takip et. Sizden biraz uzaktayız ve burası fazla karışık."

Doğa yanıma yaklaşmaya çalışarak düşmanın arasından koşuyordu. Bir yandan onları vurmaya gayret ediyordu. Fakat onunla birlikte bize hücum eden mutantlar dibimizde bitti. Kwang çok da uzağımda değildi. Bu bölgede üçümüz kalmıştık. "Çok yakınlar!" dedim. Mutant askerler birbirlerinin üzerine çıkarak robotları kusmuklarıyla eritmeye çalışıyorlardı. Bu makinelerin dış yapısını daha kuvvetli tasarlamıştık. Kolay kolay devrilmeyeceklerdi. "Hesna dikkat et!" diyen Doğa üzerime atladığında ikimiz de yere düştük. Daha ben ne olduğunu anlamadan beni ittiği yere dev bir robot düşmüştü. Gözlerim irice açıldığında dudaklarımdan çıkan söz ile doğrulmaya çalıştım. "Bittik biz." Robotun kafası tamamen erimişti.

Doğa hızla üzerimden kalktığında devirdikleri robotun üzerinden bize doğru gelen askerlere karşı ben de hızla ayağa kalktım. Kara gömüldüğüm için kalkması zor olmuştu. "Bu robotları tekrar eritemeyeceklerini sanıyordum!" derken Doğa fazla agresifti. "Ben de öyle sanıyordum," dediğimde Kwang arkamızdan gelerek hepsini silahla vurmaya çalıştı. Doğa huzursuz bir ifadeyle elindeki silahı karşısındaki bir askere fırlattı. Cebinden yeni bir silah çıkardığında ateşlemeye devam etti. "Araçtan daha fazla silah almalıyım." Doğa yanımızdan ayrılmaya çalışırken onu korumak için robotlarımı bu tarafa yönlendirdim. Kwang'ın robotlarıyla da önümüzü açmaya çalışıyorduk. 

Birer birer düşen robotlar beni şaşkına çeviriyordu. "Bu çelik yapıyı kuvvetlendirmek için çok çalıştık. Nasıl bir sıvı oluyor da makinelerimiz hala eriyor?" Bunu sorarken oldukça bağırmıştım. Kwang, "Jonah! Hava kuvvetlerini benim tarafıma yönlendir!" dediğinde bana tekrar konuştu. "Beş robotum bağlantımdan çıktı. Mutant geçiren askerler hastalık taşımayan düşman askerlerden daha fazla." Öyleydi. Gorkwon ve Celdai askerleri de robotlar üzerine çıkan düşmanı geri püskürtmeye çalışıyordu. Jonah'ın olduğu uçak, robotlarımızın üzerindeki askerlere ateş etmeye başladı. Bu karanlık kışı aydınlatan patlamalar ürkütücü görünümünü gözümüze sokuyordu.

Sayıca üstün olmamıza rağmen istediğimiz verimi alamıyorduk. Robotlarım ateşleme yaparken yine bir yığın hastalıklı asker onların üzerine çıkmaya başladı. "Ölün artık!" Devrilen bir robotun eli ateşlemeye devam ederken artık tamamen yerdeydi. Fakat ateşi kesmeyen kolu yukarı kalktığından patlayıcı bombalar hemen üzerindeki Jonah'ı hedef aldı. "Jonah!" Seo'nun sesiyle irkildim. Jonah'ın içinde olduğu uçağın kanadı yanıyordu. "Hemen iniş yap!" Seo o kadar şiddetli bağırıyordu ki kaskımın içinde yankılanan sesi beni dehşete düşürmüştü. Kwang ve ben Jonah'ın uçağının düşeceği yere doğru koştuk. Doğa da yeni silahlarla bize yetişmeye çalışıyordu. 

Seo'nun da bu tarafa koştuğunu gördüm. "Jonah cevap ver!" Jonah öksürüyordu. Uçağın içi duman dolmuş olmalıydı. Gayretle, "Yaklaşmayın!" diyen Jonah'ın ardından yerimizde kaldık. Uçak patlayabilirdi. Robotları etrafımızda çember oluşturarak dizdiğimizde gelen askerlere ateş komutunu verdik. Jonah uçaktan hızla çıkarken bir kolu yanıyordu. Yanan tarafı üzerine kara yatıp üzerindeki ateşi karla söndürmeye çalıştı. Seo onun yanına ulaştığında derin bir nefes verdi. "İyi misin?" Ona elini uzattı. Seo ekibine çok değer veriyordu ve en ufak bir yarayı bile kaldırabileceğini sanmıyordum. Jonah derin nefesler alıp Seo'nun elini tutarak ayağa kalktı. 

Seo ona bir silah verdiğinde Jonah öne doğru itilmiş gibi oldu. Yüzü kaskatı kesilmişti. "Ne oldu?" dedim gergin bir sesle... Seo, Jonah'ın önünde olduğu için ona ne olduğunu göremiyordum. Onlara biraz daha yaklaştım. Jonah'ın ağzı kanla doldu ve çenesinden aşağı akmaya başladı. Robotlar etrafımızdaki askerleri vurmaya devam ediyor ve ben bu gürültüde bile kendi nefesimi duyuyordum. "Jonah..." Seo ona sessiz ama öfkeli bir sesle adını söylediğinde gözleri Jonah'ın arkasındakine gitti. Birisi Jonah'ı sırtından yaralamıştı. Bu görüntü üzerine onlara doğru koşmamızla bir iki adım fazlasına gidemedim. Jonah, Seo'ya doğru düşer gibi olduğunda Seo onu tuttu. Gözleri hala arkasındakindeydi. Çünkü orada, elinde hançer tutan bir çocuk vardı. 

Çocuk, dizleri üzerine düşen Jonah'ın sırtına bir hançer daha sapladı. 10 yaşlarında olabilecek bir kız çocuğuydu... Sapladığı hançer Jonah'ın karnından çıktığında sağa doğru kesti. Gövdesinin yarısının kesilmesiyle Jonah'ın ağzında biriken kanlar Seo'nun yüzüne sıçradı. Yarısı kesilen gövdesinden akan sadece kan değildi. Karın üzerine biriken kanlı katı parçalar yüzünden Jonah'ın gözleri Seo'da sabit kaldı. Seo bizim gibi şaşkınlık içindeyken kızın arkasından Bartu göründü. Onun elindeki hançeri almak için uzandığında kız cebinden bir silah çıkardı ve Bartu'nun gırtlağına ateşledi. Boğazımdan bir çığlık yükseldi. 

Bartu nefes almaya çalışır gibi ağzını açıyordu. Fakat boynu parçalanmıştı. Ağzından kan kustuğunda Kwang onlara doğru koştu. Bartu'nun bütün göğsüne parça parça kanlar döküldü. Seo'nun haykırışı beni harekete geçirdiğinde ben de onlara doğru koştum. Ama sanki ayaklarım ilerlemiyor ve ben hareket edemiyordum. Evet, koşmak istiyordum hatta koştuğumu sanıyordum ama öylece yere çakılan ayaklarım bir adım atamıyordu. Seo önüne yığılan iki adamına baktı. Karın üstü artık kırmızıyla kaplıydı. 

Sonra robotların arasından olduğumuz yere dolan bir düzine çocuk gördüm. Algılamaya çalışıyordum. Ellerinde silah vardı. Çocukların ellerinde silah vardı... Bartu kendi kanıyla boğulurken baktığı son kişi Seo'ydu. Bir şeyler anlatmak istemişti ama buna zaman olmadı. Gözlerim yandı, kalbim alevlendi. Kimse hala tek kelime edememişti. Kwang, Seo'nun üzerine hançeriyle atılan o kız çocuğunu formasından yakaladı. Çocuğu tuttuğu gibi yana doğru fırlattığında Seo önünde yere düşen iki dostuna bakıyordu. "Seo Hoon!" Kwang onun omzuna vurarak, "Bu Walter'ın laboratuvarı!" dedi.

Genetik yapısına müdahale ederek onları birer potansiyel silah haline getiriyoruz. Walter'ın sözleri kulaklarımda çınladı. Kwang'ın yere fırlattığı çocuk bundan etkilenmemişti bile. Hızla ayağa kalkıp onlara doğru silahını kullanınca ikisi de kendilerini savunmak için kurşunlardan kaçtı. Kızın elindeki hançerden karın üzerine damlayan sadece kan değildi. Zehir sürülmüş olmalıydı. Aynı şekilde kurşunlara da... Daha bebekken ya da çocukken onların biyolojik yapılarına, mutasyon geçiren insanların kanını enjekte ediyoruz. Sözler zihnimde yankılanırken bağırış ve inlemelerle askerlere ateş etmeye devam ettik. Belirli bir yaşa geldiklerinde daha yenilmez olacaklar.

Robot değil. Düşünen, üreten, gelişen, daha önemlisi intikam, hırs ya da öfke gibi duyguları barındıran birer silah olacaklar. Başka bir çocuk bana doğru koşuyordu. Ne yapacaktım? Bir çocuğu mu öldürecektim? Büyüdüklerinde vücutlarını mükemmelleştirdiğim için bana teşekkür bile edebilirler. Demir sopamı açarak üzerime doğru atlayan kızın karnına vurdum. Demir sopa elimden kaydı ve savruldu. Tahmin ettiğimden daha güçlüydüler. Çocuk üzerime çıktı. Hançerini çıkarıp yüzüme doğru indirirken hala dehşete kapılmış görüntümü hafifletemiyordum. Onu üzerimden indiren Doğa'nın tekmesi olmuştu. "Kalk!" dedi. Öfke kanımı kaynatmaya devam ederken ayağa kalktım. Aynı çocuk tekrar üzerimize geldiğinde Doğa onunla dövüşmeye başladı.

Bay Kang'ın şiddetli sesini duyduk. "Çocukları öldürmeyin!" Çaresiz ve soğukkanlılık aynı sesin içine nasıl hapsolabilirdi? Seo gözü dönmüş gibi ona yönelen askerleri tek tek indirirken çocuklar kendilerine başka hedefler edinmişti. "Adamlarım öldü!" Sesi bağırmaktan çatallanmıştı. Çaresiz öfkesi ne yapacağını soruyordu. Bay Kang yine konuştu. "Tekrar ediyorum. Çocukları, öldürmeyin!" Seo delirmiş gibi önündekileri indirirken daha sesli bağırdı. "Baba! Dostlarım öldü! Jonah ve Bartu öldü!" Sessizlik oldu. Bunu görmeyenler henüz bilmediği için Ethan, Diego ve Boris'in anlaşılmaz seslerini duydum. Jun ise hemen yakınımızda savaşıyordu.

Seo tekrar konuştu. "Bana bir şey söyle baba! Bunlar çocuk değil, birer silah!" Artık her yere açılmak zorunda kaldığımızdan birbirimize yakınlığımızı koruyamıyorduk. Askerlerimizin önüne atlayan çocuklar onları kolayca öldürüyordu. Çocukları öldürmeyin emrine karşılık kimse onlara silah doğrultamamıştı. Fakat şimdi ölen bizlerdik. Celdai ve Gorkwon ordusu da Akhara askerleriyle birlikte her yerdeydi. Askerlerimiz gözü dönmüş ve makineleşmiş çocukların altında birer birer ölüyordu. "Çocukları öldürmeden nasıl ölmeyeceğiz söyle!" Seo bağırmaya devam ederken düşman askerini acımasızca öldürüyordu. Şu an yanına çocuk yaklaşmaması için dua ediyordum. Bir tanesi daha üzerime atladı.

Sopamı çıkardım. Onları yaralamak istemiyordum. Gözlerim doldu. Çaresiz hissediyordum. Üzerime atlayan bir çocuğun karnına tekme atarak boynumu keseceği hançerden uzaklaşabilmiştim. Silahını çıkardı. Demir sopayı bileğine vurduğumda silah elinden düştü. Çocuk yine saldırmak için üzerime atlamak üzereyken sopa hamlelerimle onu kendimden uzak tutmaya çalıştım. Onu yaralamadan, öldürmeden, nasıl kurtulacaktım? Bir yandan çocuğun hareketlerini izliyordum. Yine on yaşlarında bir erkek çocuğuydu. Walter onları öldüremeyeceğimizi biliyordu. Bu yüzden teslim olmayı reddetti...

Çocuğun yüzünde hiçbir mimik yoktu. Robot gibi programlanmış hali ürkütücü duruyordu. İki eline de aldığı bıçaklarla üzerime gelmeye çalışıyordu. Sopayla onu kendimden uzak tutma çabam nereye kadar devam edebilirdi. "Dur!" dedim. Beni anlayacak mıydı? Konuşulabilecek miydi? "Yapma!" Bana saplamak için uzattığı bıçakları engellemek için sopayla kollarına vuruyordum fakat o üzerime gelmekten geri durmuyordu. Yüzünde acı hisseden tek bir ifade bile yoktu. Başka bir çocuğu daha arkamda gördüm. Diğerinden daha zayıftı. Bunlar ufacıktı. Ne yapacağımı bilmiyordum...

Birinden kaçınmaya çalışırken diğerinin elindeki silahtan kurtulmak için hamle yaptım. Ateşlediği silahtan kıl payı kaçındım. Fakat bacağımda hafif bir kesik hissettim. O kesik bile orayı öyle yakmıştı ki inlememi susturamadım. Acıyla dişlerimi sıktığımda Kwang'ın sesini duydum. "Hesna iyi misin? Seni göremiyorum." Bu iki çocukla zaman kaybetmek istemiyordum. Onlardan koşar gibi uzaklaşmaya çalıştığımda peşimden koştular. Önüme çıkan düşman askerlerine ise ateş etmeye devam ettim. "Ben seni görüyorum!" dediğimde o askerlerin üzerinde bütün silahlarını kullanıyordu. Bu üniformaların kurşun ya da bıçak geçirmez olması gerekiyordu. Fakat silahlarına kusmuk gibi mutant geçirmiş insanlardan bir şeyler sürdükleri için isabet ettiği her yeri acıyla yakıyordu. Robotları eriten bu maddeden bizi kıyafet de koruyamazdı.

Kwang'ın babası nihayet konuştu. "Çocukları silahsız bırakarak tırların içine koyun. Düşman askerin sayısı azaldı. Robotlarınıza otomatik sistemle kalan askerleri öldürme komutunu verin. Çocuklarla Akhara'ya döneceğiz. Tek bir çocuğun kanı akmasın!" Onlara zarar vermeden tırların içine koymak çok zor olacaktı. Ardından Kwang konuştu. "Araçlardan kelepçeleri alın. Yakaladığınız her çocuğu güvenli bir şekilde tırlara yerleştirin. Hadi!" Yapacak başka bir şey yoktu. Jonah ve Bartu'nun olduğu yere baktım. Açık gözlerle kan içinde, yerde öylece yatıyorlardı. Acı içimi kavuruyordu. Seo'nun bir askeri öldürürken her çıkardığı haykırış canımı acıtıyordu. Jun da aynı şekilde, şimdi Seo'nun yanından ayrılmadan savaşıyordu.

"Ahsen!" Ethan Ahsen'in adını neden tekrarlıyordu? Onlar görüş alanımda bile değildi. "Beni bırak..." Bu Ahsen'in sesiydi. Sesi güçsüz ve sessiz duyuluyordu. Ethan'ın kaskına sesi ne kadar ulaşabilirse, o kadar duyuyorduk. "Bu kesik seni öldürmez! Seni araca taşıyacağım. Müdahale edecekler," dedi. "Buna kimsenin vakti yok." Ahsen yine sessiz konuşmuştu. Kaskın konumundan onları bulmaya çalıştım. Ne kadar ağır yaralanmıştı? Ardından Doğa haykırırcasına konuştu. "Matteo ayağa kalk!" Onları da göremiyordum. Bir kaç çocuk önüme çıktı. Demir sopamı yine çıkardım. "Kahretsin!" Etrafımı çocuklar sarmıştı. Sopamı kullanırken bu çemberin içine Çağan ve Medusa dahil oldu.

Medusa, "Konuşmaya çalıştım. Bizi anladıklarından emin bile değilim," dedi. Gilda ve Leyan da kelepçelerle yanımıza ulaştı. Çağan, "Onları tırlara götürelim!" dediğinde üzerimize atlayan çocukları etkisiz hale getirmek için en az zararla mücadele etmeye çalıştım. Sopamla bana silah doğrultan çocuğun elinden silahını düşürdüm. Hançerlerini çıkardı. Sopayı dizlerinin altına vurdum. Yere düşen çocuğun üzerine kelepçelemek için atladım. Fakat öyle bir güçle beni geri savurmuştu ki karnıma attığı tekmenin şiddetiyle olduğum yere kusmaya başladım. Çocuk benim üzerime geldiğinde Gilda bir koluna kelepçeyi taktı. Diğerini geçiremeden çocuk ona döndü ve karnına bir hançer sapladı. "Hayır!"

Hemen kalkarak çocuğun kelepçeli kolunu kavradım ve yüzüne yumruk attım. Tahmin ettiğim gibi etkilenmemişti. Yine de yalpalamasına sebep olduğumda kelepçenin bir ucunu diğer koluna geçirmeyi başardım. Çağan ve Medusa da iki çocuğu yakaladığında tırlardan biri önümüze sürdü. "Getirin!" Çağan iki kolu arasında tuttuğu çocuklarla tırın içine girdi. Çocukları tutmak mümkün değildi. Çağan da epey zorlanıyordu. Medusa ve Leyan sadece birini tutabildiğinde ben de kelepçelediğim çocuğu kollarından sıkıca tuttum. "Özür dilerim... Bu sizin iyiliğiniz için." Çocuk sözüme hiç aldırış etmeden beni ısırmaya çalışıyordu. Hızlıca onunla tıra bindim. Onlar yaşı küçük olduğundan şu an belki biraz olsun kontrol edilebiliyorlardı ama daha da büyüdüklerinde ne olacaktı? Walter bunu beklemedi. Kaybedeceğini biliyordu. Bu yüzden bütün laboratuvarındaki çocukları savaşa sokmuştu.

Kwang'ın anne ve babası da yakaladığı çocuklarla tırın içine girdi. Hepsi kan ter içinde kalmıştı ve bacağımdaki kesik inanılmaz bir acıyla yanıyordu. Annesi, "Hesna, arkadaşın yaralı," dediğinde çocukları tırın kenarlarındaki zincirlere bağladılar. Koşarak dışarı çıktım. Gözlerim Gilda'yı aradı. Kanıyordu. Kanayan boynunu tutarken boynundan bütün göğsüne akan kanla dehşete düştüm. Tek eliyle üzerine gelen çocukları kendinden uzak tutmaya çalışıyordu. Ona doğru koştum. "Dayan!" Gilda en sonunda omzuna aldığı bir kurşunla dizleri üzerine düştü. Tırın içinden diğerleri de çıktığında bu bölgeye yardım ettiler. Kwang'ın babası, "Hemen buraya destek gelsin!" dediğinde Gorkwon askerleri görülmeye başladı. Robotları kontrol etmek de artık çok zordu çünkü çocukları vurmamaları için onların sistemlerini gözlemek zorundaydık. 

Gilda yere düştü. Hala boynunu tutuyordu. Ona ulaşmaya çalışmam üzerine önüme bir asker çıktı. Sağlıklı görünümünün altından iğrenç gülüşüyle bana bakıyordu. Kazandık der gibi... Bütün öfkemi daha şiddetli kıldı. "Çekil, önümden!" dediğimde silahımı ona doğrulttum fakat benden önce davrandı. Sola doğru yuvarlanarak kurşunlarından kurtulmaya çalıştım. Üzerime doğru geliyordu. Yerde uzanmış halde ona doğru ateş ettim. Ardından, alnından çıkan bir kurşunun bıraktığı kan bütün yüzüne akmıştı. Ben değildim. Onu alnından vuranın kim olduğuna bakmak için kalktığımda yere düşen adamın arkasında Jun'u gördüm. Gilda'nın yanına koştu. 

Eline havlu gibi bir şey almıştı. Gilda'nın boynunu sardığında onun kanlı elini havlunun üzerine koydu. "Ne oldu?" Jun'un endişeli sesi, içinde yoğun acılar barındırıyordu. Gilda nefes almaya çalışarak konuştu. "Çocuklardan biri boynumu ısırdı." Jun yumruklarını sıkıyordu. "Seni araca götüreceğim," dediğinde Gilda onun kolunu tuttu fakat kalkamamıştı. Tek yarası boynundaki olmayabilirdi. "Matteo oradan hemen çık!" Bu Doğa'nın sesiydi. Matteo hala konuşmuyordu. Etrafıma baktım. Patlama sesleri, kopan uzuvlar, askerlerin üzerine çıkan çocuklar... Katliamın ortasındaydım. Arkamı döndüğümde Kwang bana doğru koşuyordu. "Hesna koş!"

Her şey öyle karışık ve sesliydi ki korku bütün bedenimin titremesine sebep oluyordu. Fırtına gibi üzerimize yağan kar bu kasvetli görünümü daha korkunç hale getirmişti. Kwang'la birlikte onun yönüne doğru koşmaya başladım. Arkasından bir mutant ordusu geliyordu. Kaskında bir düğmeye bastığında robotları arkasındaki alanı vurmaya başladı. Ne yapıyorduk biz? Herkes bir şeyler diyor inleme sesleri susmuyordu. Panik bütün bedenimi sarmıştı. "Araca bin!" Kwang beni karşımızdaki araca götürmeye çalışıyordu. "Ama..." dedim. Arkamızda kalan arkadaşlarımıza baktım. "Bir fikrim var araca bin!" diye beni bastırdığında bir şey demeden koştum. Arkamdan gelmiyordu. 

"Hazan, o tarafa girme!" Kwang'ın babası hala çocukları tırlara bindirmeye çalışırken annesi onun uzağında kalmıştı. Araca bindim. Onlara doğru sürmek için aracı çalıştırdığımda henüz direksiyonu çeviremeden kaputa bir robot devrildi. Aracın önü büküldüğünde bacaklarımda hissettiğim acıyla bağırdım. Benim acıyla inlemem ve robotun aracın üzerine düşmesiyle çıkardığı ses üzerine Kwang ailesine doğru koşarken durdu. "Devam et!" dedim. Sıkışmıştım! Onlara yardım etmeliydi. Araç sağdan ve soldan sarsıldığında mutasyon geçirmiş olan düşman askeri bana doğru geliyordu. Kaskımdan robotlarımı bu tarafa yönlendirdim. Robotların bana doğru geldiğini gören Kwang ailesine doğru koşmaya devam etti. "Dayan Hesna. Senin için döneceğim."

Robotlar aracın etrafını vurmaya başladı. Olduğum yerde Celdai ve Gorkwon askerlerini de görüyordum. Tanımadığım bir askerimiz bana yardım etmek için kapımı açtı. Bacaklarımın olduğu yere baktığında, "Araç yamulmuş. Seni çekerek çıkaramam," dedi. Bir şey söylemek için güçlükle nefes aldığımda askerin üzerine bir çocuk çıktı. Boynunu ısırıp oradan bir parça tükürdüğünde bana baktı. Çığlık ve iniltilerimle üzerime atlayan çocuktan nasıl kurtulacağımın paniği bütün bedenimi sardı. Belimden aşağısını oynatamıyordum. Aracın önü aşağı inmiş ve direksiyon karnımın üzerinde kalmıştı. Oynatabildiğim tek şey kollarımdı. Demir çubuğumu açarak iki elimle tuttum. Çocuğun çenesinin altına dayadığım sopayla beni ısırmasını engellemeye çalışıyordum. 

Ben onu kendimden uzak tutmaya çalışırken o bir eline aldığı bıçağı karnıma geçirdi. Küçük bir bıçaktı ve üniformamdan geçmedi. Fakat çarşafımı yırtmıştı. Ardı ardına karnıma saplamaya çalıştığında bunun geçersiz olduğunu anlayıp eline başka bir bıçak aldı. Aldığı bıçağın üzerinde gördüğüm sıvı gözlerimin irice açılmasına sebep oldu. "İn, üzerimden!" Faydasız ve güçlükle konuşmamın ardından bıçağı bana geçirecekken başka bir el onu tuttu. "Gel bakalım ufaklık." Çocuğun kolundan tutan Medusa onu dışarı doğru savurdu. Yere düşen çocuğun ardından bakmayan Medusa'nın elindeki makineye odaklandım. Arka tarafında Diego, Boris ve tanımadığım diğer askerler gelen çocukları silahsız bırakmaya çalışıyordu.

Medusa, "Diğer tarafa bak!" dedi ve makineyi çalıştırdı. Araca devrilen robotu kaldırmak için başka bir robota komut verilmişti. Böylece aracın önünden çekilen robotla biraz sallandık. Medusa motora benzer bir makineyi tuttuğunda testereyi direksiyona geçirdi. Çıkan sesle gözlerimi sıkıca kapatarak başımı diğer tarafa çevirdim. Gözlerim kapalı olmasına rağmen çıkan kıvılcımın parlaklığı önüme geliyordu. Yine onun tasarladığı ve demir eritmek için kullandığı gelişmiş makinelerden birisiydi. Direksiyonu keserek karnımın üzerinden aldı. "Bacaklarında çok baskı hissediyor musun?" dediğinde endişeliydi. 

"Merak etme. Onları hissediyorum. Şunu hemen üzerimden çek." Bacaklarımın ezilmiş olabileceğinden korkmuştu. Korkulacak kadar parçalanmış bir enkazın altında olmak bence de endişe vericiydi. Medusa beni çıkarmak için uğraşırken Kwang'ın annesinin sesi kasklarımızdaydı. "Beni bırak, oğlum." Bu sessiz cümle ile Medusa'yla birbirimize baktık. Kwang'ın şiddetli sesi aklımı çıkarır derecede yüksekti. "Bırakmıyorum anne!" Sonra babası konuştu. "Kwang, anneni götür buradan..." Medusa makineyle beni çıkarmaya devam etti. Orada neler oluyordu? Panik bütün herkesin üzerinde kaynarken arkadaşlarımın sesleri bütün zihnimde yankılanıyordu. "Kwang," dedi o ince ses. "Beni sevdiğini bilmeme ihtiyacım var." Annesinin özlem dolu sesi güçlükle çıkmıştı.

Kwang onun aksine çok sinirliydi. Annesi tekrar konuştu. "Beni seviyor musun?" Bu zamana kadar doğru düzgün diyalogları olmamıştı. Kwang öfkeli çıkan sesine aldırmadan ona cevap verdi. Medusa'nın makinesinin sesinden onları zor duyuyordum. "Elbette seviyorum anne!" O yorgun sesin gülümsediği belli oluyordu. "Peki bana kızgın mısın?" Kwang bu soruya karşılık, "Kesinlikle kızgınım. Sakın gözlerini kapatayım deme. Buradan çıktığımızda sorularının cevabını konuşmak için yeterince vaktimiz olacak," dedi. Annesinin sesi diğer bütün yakarışlarla birlikte kulağımdaydı. "Ama benim yeterince vaktim yok..."

Bölüm sonu...

Geç gelen bölüm için üzgünüm. Benim için yazması kolay olmayan bir bölümdü. Ve öyle olmaya devam edecek. Psikolojimi toparlamaya çalışarak yazdım. Çünkü onlara bir şey olacak olması beni çok etkiledi.

Savaş devam ediyor ve diğer bölümde uzun bir savaş okuyacaksınız. Bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu bölümde yarım kalan çok şey oldu çünkü olaylar aynı anda yaşanıyor ve hepsi bir mücadele veriyordu. 

Gelecek bölüm tahminleriniz neler? Walter laboratuvarındaki çocukları savaşa sokunca ne düşündünüz?

Daha zor sahneler okuyacaksınız. Gelecek bölümde görüşmek üzere...

Kendinize çok iyi bakın...

🌻

Seguir leyendo

También te gustarán

6.5K 4.4K 17
0554: Bu yağmurun altında ıslanırken 0554: Sokaklarda el ele dolaşabilirdik 0554: Ama şimdi ikimiz de üşüyoruz 0554: Ama tek farkla 0554: Sen öldün! ...
2.8K 143 15
Tesadüfleri bir çok şey sever, ama en çok aşk sever. Bahar Eyüz ise bunu öğrenmişti.
1.3K 199 20
Tek kurtuluş yolu ölüm olan bu oyuna hazır mısınız? Ölüm bir nefes kadar yakın. Yaptığınız hareketler, Verdiğiniz nefesler, Yediğiniz veya içtiğiniz...
3.1M 111K 86
-Wattpad de ki İLK Kötü Kuma hikayesidir 📌 - 2M ❤📌 - Final olmuş bir kitap . - Yazım hataları finalden sonra düzenlenmeye alınacaktır 😊 ! 10 aral...