Rûhefzâ

By elizzzzzz2

1.5K 126 434

"Kimsin sen" dedim. Yüzüne sardığı yeşilimsi bezden dolayı sadece kahverengi gözlerini gördüğüm askere. Yaban... More

GİRİŞ
BÖLÜM 2
Alıntı
Duyuru
İsim Değişti
Ben Geldim

BÖLÜM 1

269 27 201
By elizzzzzz2

Merhaba arkadaşlar.

İlk bölümle karşınızdayım. Biraz heyecanlıyım.

Wattpad klasiklerinden olan ve kitaba başladığınız tarih ve saati alalım.

Ve sizi bölümle başbaşa bırakalım.

Satır arası yorumları yaparak beni motive edin. Ayrıca bölüme başlamadan oylarınızı alayım (;

Keyifli okumalar dilerim 🖤

                           BÖLÜM 1

Başım ağrıyordu. Son bir gündür otobüste yolculuk yapıyor, tabiri caizse ben diye birşey kalmamıştı. Uçaklardan korktuğum için hiçbir zaman binemez, en uzak şehre bile henüz arabam olmadığı için otobüsle gitmek zorundaydım. Bu yüzden bu dayanılmaz yolculuklar benim için bir işkenceden farksız olmuyordu. Çünkü uzun otobüs yolculukları ben de hiçbir şey bırakmayarak midesinde bulunan herşeyi çıkarıp, gideceğim yere kadar kusar dururdum. Birgün tamamlanmıştı. Artık tamamen halsiz düşmüş, başımı koltuğa yaslayarak otobüsün camından dışarıyı izliyordum. Henüz sabahın erken saatleri, herkesin uykuda benim ise bir gram bile uyumamamın acısını çıkardığım dakikalardaydık. Gözlerim ağrıyor, sulanıyor ve artık uyku uyku diye benden dileniyordu.

Yanımda oluşan hareketlenme ise yanımdaki koltuk arkadaşımın da benimle bu konuda arkadaşlık ettiğini öğrendim. O da uyuyamamıştı.

Hemen önüme uzatılan salatalık ile buna emin olmuştum.

"Kizum al ye. Vallaha midene çok iyi gelecek. Öldin kizum öldin."

Salatalığa baktım sonra yönümü salatalığın sahibi olan yaşlı nineye çevirdim. Bıkmıyordu yahu! Yüzümde küçük bir tebessüm oluştu.

"Nine biliyorsun artık, olmuyor. Onu yediğim gibi çıkarırım. Buna artık hiç kimse hazır değil. Ne dersin?" İyi niyetini anlıyordum. Ama o da beni anlamalıydı.

Ben yolculuk yaparken su bile içemezdim ki... Zaten yolculuk boyunca kusarak milleti rahatsız etmiştim, daha fazlasına hiç gerek yok. Bu yolculuk hikayesi onlara bir ömür yeterdi.

"Kizum al al. Vallaha iyi gelecek. Bak gör, hiçbir şeyun kalmayacaktur." Of of, of ki ne off. Bıkmıyordu. Zaten herşey yeterince zordu. Bir de sen zorlaştırma be nine.

Onu kırmadan aldım elindeki salatalığı, sabahın henüz beşinde katır kütür yedim. Güzeldi, misti, tazeydi hatta hayatımda yediğim en güzel şeydi. Birkaç kişi uyanmış benim sesli sesli yediğim salatalıkla aşkımı seyre dalmıştı.

"Hmmm" diye ayıplı mayıplı sesli sesli sesler çıkarmıştım.

"Nine... Sen bana cennet sebzesi falan mı getirdin ne ettin?" Yaşına başına bakmadan henüz gök aydınlanmadan bastı kahkahayı. Olmuyor ama be nine.

Otobüstekiler bir süre bizi izlediler sonra eski konumuna geri dönerek uykularına kaldıkları yerden devam ettiler. Hayret bir şeydi doğrultusu. Çaprazımızda bulun orta yaşlı abimizin gözünü kapatır kapatmaz horladığını görmüştüm. Gerçekten hayret birşeydi.

İşe yaramıştı. O salatalıkta ne vardı bilmiyorum ama mideme iyi gelmiş, bir günlük açlık orucum bozmayı başarmıştım. Yanımdaki nine ise birşeyleri başarmış olmanın hissiyle uyuyakalmıştı. Dünden beri beni darlıyordu kendileri. Kizum şunu ye. Kizum bunu ye. İyi gelur yavrım deyip durdu. Kadın biraz deliydi. Ama hem deli hem anaç olan bu deli kadın en sevdiğim nine tarzıydı.

Derin bir nefes verdim ve biraz rahatlamanın verdiği hisle başımı arkamdaki benim için sert olan koltuğa yaslayarak yolu, geçip giden yerleri izledim.

İstanbul'dan Hakkari Yüksekova'ya hemşire olarak atanmıştım. Hemşire olmak hayalim olan bir meslek değildi ancak en kolay atanan mesleklerin başında geldiği için bu bölümü seçmiş ve bitirir bitimez de düşüncemi boş çıkarmayarak atanmıştım.

Atamamın buraya çıkması önemli değildi. Zaten tercih yaparken de dikkat etmeyerek önüme ne çıkmışsa işaretlemiştim. Nasibim beni Hakkari yollarına düşürmüş, yeni yuvamın Hakkari olduğunu bana haykırmıştı. Artık buradaydım. Yalnız ve kimsesiz olmak bana seçim hakkı sunmuyordu maalesef.

Düşüncemi hemen yanımdaki ninenin yeniden haylaz bir çocuk gibi kıpırdanmasıyla son buldu. Baş parmağı ile böbreğimi deşerek yönümü kendisine çevirmemi istedi.

"Hişş kizum. Geldik galiba. Hadi kalk inelum." Kadın beni rahat bırak artık diye çığlık atasım vardı. Onun yerine tebessüm ederek baktım ona.

"Görüyorum nine. Kör değilim."
Nineyle kolkola girerek otobüsten inmiştik. Henüz sabahın yedisi ve onun verdiği keskin bir soğuk vardı dışarıda. Çıkar çıkmaz yüzümüze çarpan soğukla üstümdeki kabana biraz daha sarıldım. İyi ki kalın giyinmiştim. Neyle karşılaşacağımı az çok biliyordum. Çünkü burada son iki yıldır doktor olarak çalışan arkadaşım Erdinç bu konuda beni bir güzel uyarmıştı.

Yine teyzenin dürtmelerine maruz kaldım. Kesinlikle dürttüğü yerle morarmıştır. Teyze ufak tefek zayıfça birşeydi ama maşallah gücü kuvveti yerindeydi. "Kizum bizimkiler geldu. Burada yollarimuz ayrıliyi." İçimden yarabbim çok şükür demeyi ihmal etmedim ama en tatlı tebessümümü ona sunmakla yetindim. "Maalesef nine. Seni tanıdığıma çok memnun oldum." Nineye bakınca gözlerinin hafifçe buğulandığını gördüm. Ağlayacak mıydı? Kendimi kötü hissettirmişti . Ah be nine üç günlük değil bir günlük tanıdığın bile değilim. Sen böyle her önüne gelene böyle bağlanırsan ailenin seninle işi var doğrusu.

Ama yine de ona kıyamayıp hemen ona atılarak sarıldım. Çocuk gibiydi yahu. "Kendine çok çok iyi bak. Seni tanıdığıma çok sevindim. Haydi Allah'a emanet ol nine." Kadına sıkı sıkı sarıldım. Ayrılınca şöyle bir baktı bana, bir süzdü. "Kizum sen bana isminu söylemedun. Bir gündür yan yanayuz ama ismimizu bile bilmiyiz. De bakayum sen bana? İsmun nedur?"

Söylesem mi söylemesem mi diye tereddütle baktım yüzü yılların verdiği birikimle buruş buruş olan kadına. İçime kurt düşürmüştü. İsmimi söylesem beni polise arttırıp yerimi bulacak gibi bakıyordu. Sonra da ne saçmalıyorsun dedim kendi kendime. Yaşlı, küçük ve buruşuk bir nineydi altı üstü. Ne yapabilirdi ki en fazla?

"İsmim Mekselina nine."

"Oy ne güzel ismun vardır senun öyle? Hem ismu güzel hem kendu."

"Teşekkür ederim." Etrafımızdaki insanlar bizde bir tuhaflık olduğunu sezmiş gibi bize bakıp bakıp yürüyorlardı. Gerçekten tuhaftık. Özellikle küçük bir çocuk gibi bana bakan bu küçük, tatlı ve buruşuk nine...

O beni lafa tutup bırakmamaya kararlıyken, hemen arkasından bize doğru yaklaşan orta yaşlarda bir kadın ve ondan biraz daha yaşlı olan bir adam bize doğru geliyordu. Muhtemelen nineyi almaya gelen yakınları olmalıydı.

"Benim de adum Servettur." Sesini duyar duymaz hemen gözlerimi önümde, küçücük bir çocuk gibi duran kadına çevirdim. Beni bırakmamaya kararlıydı.

"Senin de adın çok güzel Ordu güzeli." Yanağından çapınca bir makas almıştım.

Otobüste yolculuk yaparken laf arasında Ordulu olduğundan bahsetmişti. Bahsetmese bile şivesi hangi bölgeye ait olduğunu açık açık haykırıyordu.

"Anne?" Arkadaki kadın ve adam en sonunda yanımıza gelmiş ve adamın sorgular ifadesi ile karşı karşıya kalmıştım. O sırada hemen önümdeki insanları incelemekte kendimi alamamıştım. Adam orta yaşlarda, kara kaşlı kara gözlü tanımına birebir uyan, uzunca boylu esmer biriydi. Biraz iri yarı biriydi. Böyle insanlar oldum olası beni biraz tedirgin ederlerdi. Elimde olan birşey değildi. İri insanlar beni her zaman korkuturdu. Bu yüzden istemsizce tamamen benden bağımsız bir adım geriye doğru atmıştım. Yine de çok fazla gözlerine batmamak için durdum.

Yanındaki kadın ise orta boylu, orta yaşlı açık kahverengi gözlü, kemerli bir burnu olan - ama kesinlikle yakışmıştı bunu inkar edemezdim- kestane rengi saçlarıyla çok hoş bir görüntü sunuyordu. İkisi de çok şanslıydı. Çünkü birbirlerinin yanına birbirini tamamlayan iki yapbozun parçaları gibi duruyorlardı.

"Merhaba? Nasılsınız?" Hemen önüme uzatılan elle onlara bakmıştım. Tedirgince, bir insanın elinin oranını aşan iri ele bakakalmıştım. Beynimde yine bilinçsizce o gürültünün izleri tekrar canlandı. Ne yapacaktım? Tutacak mıydım? Ya yine fenalaşırsam?

"İyi misiniz?" Başımı kaldırıp elin sahibine çevirdim. Titreyen gözlerinde endişe kırıntıları vardı. Bozuk ruh halimi daha fazla insanlara açık etmemek için sahte bir tebessüm sundum onlara. "İyiyi, teşekkür ederim. Bu arada merhaba." Diyerek uzattığı eli, hiç istemesem de sıktım." Adamın elini sıkar sıkmaz hemen arkasındaki kadının da aynı şekilde elini uzatarak benden tepki beklediğini gördüm. Onunla da merhabalaştım ve daha fazla bu yabancı insanların yanında durmak istemediğimi farkettim.

Tedirgince etrafıma baktım. Sanki kaçmak için birşeyler arar gibiydim. Ama bu şekilde onları bırakıp kaçmanın doğru olmacağının farkındaydım. Bu yüzden onların bana baktığı tedirgin ama meraklı yüzlerine küçük bir tebessüm daha sunarak baktım. " Nine benim koltuk arkadaşımdı. Size teslim ettiğime göre benim gitmem gerekiyor. İyi günler." Diyerek bu sefer gerçekten kaçtım.

"Ha kizum sen bana adresinu vermedun?" Sesini duydum ama duymazdan geldim. Adresimi bu insanlara vermek içimden gelmedi. Nineyi sevmiştim ama o adamda beni tedirgin eden birşeyler vardı. Korkutmuştu beni. Ayrıca hemen buraya geldiğim ilk dakikalarda henüz benim bile bilmediğim adresimi birilerine vermek ve bu birileri tamamen yabancı birilerine vermek doğru gelmemişti.

Bir çocuk gibi bu insanlardan kaçarken, kalın kabanımın cebinde yolculuk için sessize aldığım telefonum titrediğini hissettim. Erdinç beni öldürecekti. Hatta beni öldürse yeriydi. Hatta beni direkt öldürebilirdi. Son bir saatir otogarda tedirgince dolanıp durmuştum. O tedirginlikle telefonumun titrediğini bile hissedememiştim.

Sanki yedi kollu bir canavardan kaçmış gibi nefes nefese kalmış bir haldeyken telefonumu açmak gibi bir gaflette bulunmuştum. "Erdo." Hiç korkmamış, hiç kaçmamış ve Erdinçin beni otobüsün başında bir saat bekletmemiş gibi cıvıldayarak telefonu açmıştım.

"Boşuna şirinlik yapma Mekse! Bir saattir seni bekliyorum. O da laf mı bir saattir telefonuna ulaşmaya çalışıyorum. Ulan burada öldüm öldüm dirildim.  Aklımda türlü türlü senaryo oluştu ruh hastası. Neredesin sen?"

Sesi biraz yüksek çıkmıştı. Gerçekten çok ayıptı. " Ayıp. İnsan içindesin Erdo, bu kadar yüksek desibelle konuşmak toplum ahlakına, adabı muhaşerat kurallarına, başka henüz bilmediğim boktan kurallara uymuyor. Tekrar ediyorum ayıp."

Sinirli olduğuna dair derin bir nefes çekti. Çok sinirli olduğuna dair bir derin nefes daha çekti. Gerçekten beni öldürecekti." Mekse. Neredeysen bekle beni. Hatta olduğun yerden bir adım bile ileriye gitme." Mekse ne be? Yok Meksika. İsmimin kısaltılmasından nefret ediyordum. Başka biri olsaydı muhtemelen bunun ikincisi olmazdı ama Erdinç öyle degildi. Aileden sayılıyordu.

Yani tek kişilik ailemi çift hanelere taşıyan biriydi kendisi. Bu yüzden değerli biriydi benim için. Herkese nasip olmuyordu bendeki tek haneyi çift hanelere taşımak. Kendisi benim çocukluk arkadaşımdı. Hem çocukluk arkadaşı hem çocukluk aşkı ayrıca çocukluk kardeşiydik. Hala kardeştik tabi ama o yıllar, onunla geçen günler benim için çok kıymetliydi. Onu seviyordum. Bu sevgim ilk başlarda ben de yanlış anlaşılmalara neden olmuştu. Ona beslediğim hayranlığı aşkla karıştırmış bu yüzden ikimize de zor zamanlar yaşatmıştım.

Ama zamanla aşkla karıştırdığım hislerin aslında ona beslediğim hayranlıkla karıştırdığımı çok geç olmadan fark edebilmiştim. Yetimhane günlerimiz, onunla geçirdiğim anılar bir bir bu beklediğim beş dakikada gözlerimin önünden geçip gitmişti. Beni koruması, küçük bir kardeşi gibi elimi tutması, saçlarımı taraması, benimle yemeğini bölüşmesi ve babamın beni bıraktığı o zor günlerde baba sarılıp benimle ağlaması unutamacağım değerli şeylerdi. Bu yüzden Erdinç ailemdi.

Derin düşüncelerimi enseme yediğim bir şaplak bozmuştu. "Bismillah! Ne oluyor be!" Arkamı dönemeden bakmak istediğim kişi görüş açıma girmişti. Gördüğüm kişi ile pek de şaşırdığım söylenemezdi."Öldüreceğim seni en sonunda o olacak. Manyak mısın ya?" Gözlerini devirip hala ensemi ovaladığım elime bakıyordu. "Senden alâ manyak mı var?" Ters ters ona bakmakla yetindim. Bu şaplağın acısını fena çıkarırdım ama dua etsin ki bir konuda haklıydı.

Ama sadece bir konuda. Bunları boşvererek gözlerimi ona çevirdim. Ona bakarken, didişirken farketmediğim fakat şimdi onu karşımda kanlı ve canlı bulmam, gözlerimi anında doldurmuştu.

"Yaaa Erdo." Şu an gerçekten karşımdaydı ama ikimizde ne yapacağımızı bilemeyerek şaşkın şaşkın birbirimize bakmakla yetiniyorduk. O, bir süre beni karşısında bulmanın şaşkınlığı ile ayaklarımdan başlayarak saçlarımın uçlarına kadar süzmüştü. Kötü bir niyetle olduğunu sanmıyordum. Rahatsız etmedi beni. Çünkü gözlerinde özlem, beni yıllar sonra görmenin mutluluğuyla beraber bir durum değerlendirmesi yapıyordu kendince. Ben de aynısını yaptım. Onu inceledim. Üstünde koyu bir kot pantolon, üstünde yine koyu bir bluz giyerek moda yeteneğini, rengârenk halini, yine koyu bir kabanla kombinini tamamlamıştı.

Hafifçe gülerek ona bakmıştım."Hiç değişmemişsin. Muhteşem bir moda yeteneği. İkonsun sen ikon." Söylediklerim onu da güldürmüştü.

"Dalga geçme kız. Sen kendine bak." Üstümdekilere baktım. Ben de fena sayılmazdım. Düz bir insandım. Çok fazla kadınsı şeylerle aram iyi olmamıştır. Ben genelde şıklıktan ziyade rahatlığı için yaşayan biriydim. Bu da kıyafet kombinlerimi, ayakkabılarımı hatta yaşadığım evi bile etkilemiştir. Mesela asla topuklu ayakkabı giyemezdim.

"Birbirimizi böyle izlemeye devam mı edeceğiz. Kız sen resmen buradasın. Sarıl bana. Haydi. Koşsana." Bunları söylerken iki kolunu iki yana doğru açmış ve kahkaha atmıştı. İki şaşkın ördek yavrusuyduk. Ya da iki çirkin ördek... Bu beni neşeli bir şekilde kıkırdatmıştı. Önce ona baktım. Sarı saçlar , mavi gözler ve uzunca bir boy. Ayrıca kilo da almıştı. Kesinlikle ona yakıştığını inkar edemezdim. Hem değişmişti hem de ilk defa gördüğüm Erdinçti. Bunu nasıl tarif edeceğimi bilemiyordum şu anda.

Ona doğru koştum ve benim için iki yana doğru açtığı kollarının arasına girmem saniyelerimi almamıştı. Onu özlemiştim. Onu gerçekten çok özlemiştim.

"Hoşgeldin." Diyerek kulağıma doğru fısıldamış ve hemen şakağıma doğru küçük, masum bir öpücük bırakmıştı. Ona sıkı sıkı sarılırken ben de " Hoşbulduk." Demiştim.

                                  ***

İşte tam o sıralarda bir çatışmanın sesleri yankılanıyordu Yüksekova dağlarından. Yüzbaşı Tuğrul Avcı ve komutasındaki timiyle birlikte, bu sabah aldıkları görev ile olabilecekleri en hızlı bir şekilde toparlanmış ve aldıkları ihbarla kendilerini Yüksekova'ın herhangi bir canlıyı bir bıçak gibi kesebilecek olan dondurucu dağlarında bulmuşlardı. Şimdi ise o ihbarın aslında normal bir ihbar olmadığını aslında bir pusuya çekildiklerini görmüşlerdi.

Olabilecekleri en hızlı şekilde düşünür ve olabilecekleri en hızlı şekilde hareket etmek zorundaydılar. Olası bir hatada her an kendisini ve görev arkadaşlarından birini kaybedebilirdi. Ama o her zaman olduğu keskin zekasını konuşturarak bütün saldırıların, pusuların yegane adamı olmuştu. Onu devirebilen henüz biri çıkmamıştı. Namı bütün dağları dolaşmış en sonunda Yüksekova'yı geçerek Irak sınırını geçmişti. Bu yüzden onun karşısına geçip ona silah sıkan her  terörist aslında onu tanıyordu. Bu iyi birşeydi ona göre. Daha bir zevk alırdı. Yüzünde yine en psikopat gülüşü oluşmaya yavaştan başlamıştı. Bu da tim arasında eğlencenin başlayacağının kanıtıydı.

"Aha başlıyoruz."

"Yemin ederim ben bile korkuyorum bu adam böyle güldüğünde. Allah onlara sabır vermesin. Psikopatımın attığı kurşun isabet etsin, çektiği bıçak kalbini bulsun, tuttuğu boyun hemencecik çatırdasın, tuttuğu bacak..."

"Ahhhh bir sus! Dua mı ediyor beddua mı belli değil. Bir tane aklı başında yok. En sonunda ben de kafayı yiyeceğim."

"Aha. Çakar yine çaktı. Yani lafı çaktı." Üsteğmen Akif Çakar'ın gözlerinde gördüğü sinir hemen önüne dönmesine ve konuya odaklanmasına neden oldu. Yani pek de hayırlı bir şeye neden olduğunu söylemeyezdi. Bir pusuya düşürülmüş, birkaç taşın arasına dört bir yanı sarılarak sıkıştırılmışlardı.

"Sana da çakmamı istemiyorsan konuya odaklan."

"Komutanım farkında mısınız bilmiyorum ama bu konu Tarih konusu değil. Silahları da severim ama kalemi daha çok seviyorum." Dedi kendi deyimiyle çakar komutanına yakınan ama aslında çok yanlış kişiyle dertleşen dertli Cihangir Hancı. Namı diğer Adıyaman'lı. Kendisi Lisans Tarih mezunu ve bu hayat görüp görebileceğiniz en tarih sever insandı. Ama atanamamıştı. Yıllarca çalışıp didinip atanamayınca bir iş niyetine Astsubay olmuş sonra da bu mesleğe, meslek olmaktan ziyade aşık olmuştu. Zaten asker olmak paradan ziyade kalpten gelen hislerle yürürdü. Aşıktı o... Şehrine, insanına, vatanına ve en çok bayrağına. Ama yine de tarihi unutamıyordu. Zaten ilkler hiç unutulmazdı. Öyle duymuştu ve kendini böyle teselli ediyordu.

"Adıyaman'lı, bunu düşünecek ve üzülecek çok doğru bir yer ve çok doğru bir zaman seçtin dostum. Ayrıca en doğru kişiyi seçtin." Kahkahayı salmıştı komik olmayan ama komik olduğunu zanneden Asteğmen Göktuğ Ertürk. Namı diğer Kerküklü. Ankara'da doğmuş büyümüş biri ancak soy olarak hala dedeleri, neneleri ve akrabaları orada bulunuyordu. Hem Ankara'ya hem Kerkük'e hem de bu vatana aşıktı ve ölürdü. Bu kadar.

"Adıyaman'lı, Kerküklü ve Çakar! Çay kahveye ne dersiniz. Bu sohbet çay, kahvesiz çok eksik! Öyle değil mi?!!" Yüzbaşı Tuğrul Avcı, tabiri caizse kükremiş ve dağlara adının hakkını verircesine, korkusuzca haykırmıştı. Korkmazdı kimseden. Allah'tan başka...

Disiplinsizlik, laubalilik en nefret ettiklerinin başında geliyordu. Timini seviyordu fakat böyle cıvıtmalara da tahammülü yoktu. Asker dediğinin bir duruşu olacaktı ona göre. Sert, korkusuz, cesur ve inançlı...

Farklı inançlara saygısı vardı. Mesela karargahta her inançtan asker barınıyordu. Tıpkı Türkiye gibi... Alevi, Sünni, Şii hatta Ateisti... Mezhepçilik, dincilik yapmak ona göre değildi. O sadece inancı gereği yeri geldiğinde cümlelerini seçerek kurar ve gerisini boş vererek, onlara bırakarak inandığı yoldan ilerler. Dini onların seçimine bırakıyordu ancak vatan inancı bunun ötesindeydi. İnanç kişiseldi fakat vatan aşkı toplumsal... Burada yaşayan bütün insanların ortak değeriydi. O bir müslüman olarak vatanını seviyor ve gerekirse şehit olmayı bile bekliyordu. Ve bu inancı askerlerinden de bekliyordu. Zaten inanç ve vatan aşkını ayrı ayrı düşünmekle ile büyük bir eksiklik ortaya çıkıyordu.

Yaptığı sert uyarıdan sonra etrafı derin bir sessizlik kaplamıştı. Bu Tuğrul'un sinirini daha da alevlendirmişti.

"Duyamadım asker!!"

"Emredersiniz komutanım!!" Şaka gidiydi ancak Adıyaman'lı yine en olmadık yerde komutanının sert ikazına karşılık yine sert bir kükreme ile karşılık vermişti. Şu an ne yaşıyorlardı onlar da bilemiyordu. Böyle de tuhaf bir timdi. Her askere nasip olmuyordu.

Tuğrul onun korkudan verdiği saçma tepkiyi görmezden gelerek arkasını dönmüştü. Yine çok da uzakta olmayan birkaç taşın arkasından uzatılan tüfek uçlarını görebiliyordu. Kaç kişi olduklarını ve o kişilerin nerelere yayılıp nereyi hedef aldıklarını bu birkaç dakikada saptamıştı. Bu bozulan moralini yerine getirmiş, şahlanan öfkesini dindirerek yine en tehlikeli gülümsemesini yüzüne yeniden kondurmuştu.

"Şimdi görev dağılımı yapıyorum. Kulağınız bende, gözünüz karşıda olsun. Anlaşıldı mı?"

"Emredersiniz komutanım." Hep bir ağızdan, koro şeklinde onaylamışlardı.

"Cihangir. Sol üst köşede küçük iki çalının arasındaki, en küçük çalının solunda iki kişi. Sen de"

"Emredersiniz komutanım."

"Bekir. Görüyorsun."

"Emredersiniz komutanım."

"İnanç ve Merih karşıda büyük bir taş ve orandan uzatılan üç namlu var. Akif ve Göktuğ onları oyalarken siz de arkadan dolanacaksınız."

"Emredersiniz komutanım."

Yüzünde bu sefer gülümsemeden ziyade tehlikeli bir ciddiyet vardı. Bu ciddiyetle geriye kalan diğer dört kişiyi yine tek başına halletmeye gidecekti. Kalanlardan onaylamaz mırıltılar çıksa da kimse itiraz edememişti.

"Geri kalanlar bende."

"Heyt be. Komutanıma bakın. Bu alemin en keskin, keskin nişancısı." Yine saçmalamayarak bozulan sinirleri yumuşatmayı başarmıştı Adıyaman tütünü.

Tuğrul Avcı uzun namlulu silahını hazırlarken, diğer tim üyeleri de verilen görevleri yerine getirmek için iki kola ayrılıyordu. Bir kısım asker de verilen görevleri yerine getirirken onlara destek için askerleri korumakla görevlendirilmişti.

Herkes görevinin başına geçerken ortadan dört terörist de ona kalmıştı. Evet, şimdi hazırdı.

"Haydi Bismillah. Sen bize güç ver. Sen bizi koru Allah'ım." Solda hafif oynaşan kişiyi görür görmez silahını doğrultup altının ortasına mermiyi yerleştirmişti.

"Hı hı hı. İşte bu bebeğim." Kendi kendi sevinip kendi kendine havalara girmişti Avcı.

İkinci kurşunu atmadan önce yine derin bir inançla yaptığı duayı devam ettirdi.

"Şehit olmayı hiç birşeyi istemediğim kadar istiyorum. Ama bunu yalnız başınayken istiyorum Allah'ım. Biliyorum iyi bir adam değilim ama bu duamı kabul et. Başka hiçbir şey istemiyorum senden." İkinciyi de boynundaki şah damarından vurduktan sonra derin bir nefes vermişti. Havanın ağır soğukluğu onu zorlasa da bu amacının önüne geçemedi. Şu an motivasyonunu hiçbir şey bozamazdı.

Silahına sevgiliye verilen öpücük gibi tutkuyla bir öpücük verdi. "Harikasın bebeğim."

Sıra üçüncüdeydi. Bir süre tek gözünü silahına dayayıp yer tespiti yaptı. Ve üçüncü kurşun da tam kalbine saplanmıştı.

"Bugün üstünde bir muhteşemlik var. Maşallah sana be maşallah."

"Hay anasını. Adam silahla aşk yaşıyor. Artık o silaha aynı gözle bakabileceğimi sanmıyorum."Omuzunun üzerinden ona küçük bir bakış attıktan sonra eski konumuna geri döndü. Ne demişti. Evet. Kimse onun motivasyonunu bozamazdı. Adıyaman tütünü bile... Sıra geldi dördüncüsüne. Yemyeşil çayırların arasına saklanmış bir keskin nişancı. Görünmediğini zannedip, mis gibi çayırın içinde yayıldıkça yayılmıştı.

"Bebeğimin tadına bakma zamanın gelmiş. Umarım tadını beğenirsin."

"Cihangir'i dalgaya alıyoruz ama bu durum normal değil. Silahına bebeğim diyen birini ilk defa görüyorum." Konuşan Bekir'di. Timin en ciddi, en soğuk adamı. En az onun kadar zeki, en az onun kadar cesur biriydi. Verilen görevleri anlatmadan anlayan bir dehaydı. Bu yüzden onu biraz kayırdığı da olmuştur.

Konuşulan konudan uzaklaşarak yeniden çayırlarda yatan çayır prensesini hedef aldı. Bu sefer farklı olsun dedi ve hedefi sağ gözüne tutturdu. Emin olduktan sonra ateş ederek gözüne koca bir delik açtı.

"İşte bu kadar. Sağlam bir bakımı hak ettin." Diyerek yine silahına derin bir öpücük verdi.

Kendine belirlediği hedeften koparak tim askerlerinin de işini temiz bir şekilde hallettiğini gördü. Derin bir nefes alırken , ayağa kalkmış ve çevresindeki leşlere göz atmayı ihmal etmemişti.

"Çakar!"

"Emredin komutanım."

"Sarı torba." Ve bunu derken en tehlikeli gülüşünü yine onlara bahşederek emretmişti.

                         

                             ***

Şimdi gelelim geri bildirimlere.

Bu bölüm biraz karakter analizi gibi birşeydi. Tabiki herşey tam oturmadı. Bir bölümde bütün karakterleri tanıtamam. İlerleyen bölümlerde hikaye daha da oturacaktır.

Bölüm nasıldı peki?

Yeni bölümde görüşmek üzere.🖤

Continue Reading