ZAMAN SARNICI

By as_nighthawk

16.9K 1.3K 261

21.yy'da İstanbul Emniyetinde görev yapan komiser Gonca Kandemir, bir sabah gelen bir cinayet ihbarıyla Yereb... More

1: Bir Gece Ansızın
2: Bambaşka Bir Dünya
3: Bir Küçük Kargaşa
4: Altın Kafes
5: Şehzade
6: Ev
7: Altı Yapraklı Papatya
8: Karar
9: Geçmişin Ayak Sesleri
10: Sorular Ve Sorgular
11: Boomerang
12: İlkler Ve Şimdiler
13: Bir Bakışta Bin Anlam
14: Üç Noktadan İkisi
16: Yanıklar Ve Yankıları
17: Merkezkaç Kuvveti
18: Kırk Birinci Tilki
19: Köşebaşı Yalnızlığı
Duyuru!
20: İhtiyaçlar Ve Amaçlar Hiyerarşisi

15: Taş Duvarlarda Sızıntı

619 62 12
By as_nighthawk

Yazım yanlışı olan pasajlara yorum olarak nokta (.) koyarsanız sevinirim. İyi okumalar.

"Sen kimsin?" sesi kim olduğumu sorgular gibi değil de buraya ait olmadığımı biliyor gibi çıkmıştı. Bakışlarım saliselik bir anda arkasına kaydığında, geçen sefer geldiğimde tartıştığım cariye Bahar'ı buldu. Bana attığı sinsi bakışlar eşliğinde sultan hanımın bakışlarının sebebini de anlamış oldum.

"İsmim Gonca sultanım, saraydan değilim." ortaya çıkması son derece muhtemel olan bir mevzuyu saklamak gibi bir derdim yoktu.

"Gonca mı? Bana başka bir şey denmişti?" gözlerini kısarak benim tavırlarımı inceledi, daha sonra başını tam çevirmeden omzunun üzerinden Bahar'a ters bir bakış atıp bana döndü. Bahar'a baktığı gibi bir terslik yoktu bana ola bakışlarında.

"Yakın zamanda ismimi değiştirdim sultanım, önceki adım Helen'di. Saraya bu ikinci ziyaretim. Sanıyorum ki adımı söyleyenler," deyip karşımdaki sultanın bakışlarıyla yarışır bir terslikte Bahar'a baktım. "...bu durumu bilmediklerinden, size öyle iletmişler."

Bahar'a bakışlarımı yakalayan sultan hanım, hafif bir tebessümle başını salladı.

"Daha önceki gelişini duymuştum ama seninle görüşmek nasip olmamıştı. Şimdiye kısmetmiş."

"Doğrudur sultanım." neyseki kadın gerçekten sultan çıkmıştı da, büyük bir gaf yapmaktan kurtulmuştum.

"Gel bakalım Gonca, seninle biraz hasbihal edelim." deyip yürümeye başladığında ilk başta olduğum yerde ne yapmam gerektiğini düşündüm. Daha sonra Reyhan'ın ittirmeleri sonucu sultan hanımın peşinden yürürken buldum kendimi.

Kızlarla oturduğumuz yerden daha yüksek bir oturma alanına geçtiğinde ben de gidip karşısında ayakta bekledim. Askeriyede komutan izin verse dahi oturamazdın, burada da benzeri bir hiyerarşi gözetmek sanırım benim yararıma olacaktı. En azından oturmamı teklif etmelerini beklemem gerektiğini düşünüyordum.

Kırklı yaşların sonlarında gözüken sultan zarif hareketlerle yerine kurulurken, omuzumun üzerinden arkamda kalan kızlara bir bakış attım ve hemen hemen herkesin bize baktığını fark ettim. Başımı tekrar sultana çevirdiğimde baştan ayağı beni incelediğini görmek istemsizce gerilmeme sebep olmuştu.

Nihayet incelemeyi bitirdiğinde yüzünde yine o nazik tebessüm vardı. Bu tebessüm sanki yüzüne yapışmış ve olağan ifadesi gibiydi. Başka bir mimik yapmadığı her an yüzünde bu tebessüm var gibiydi. Zamandan ve mekandan bağımsız olarak söylüyordum ki, çok asil bir duruşu, zarif bir görüntüsü vardı.

Eliyle yanındaki minderi gösterdiğinde, kararsız bakışlarla yüzüne baktım. Oturdum diye kellemi vurdurmazdı değil mi?

Bakışlarımı yakalamış olacak ki, daha samimi bir tebessümle gözlerini kapatıp açtı ve tekrar minderi gösterdi. Kararsızlığım devam etse de uzatıp kadını da sinirlendirmek istemiyordum. En nihayetinde işin ucunda kellem vardı.

Onun zarifçe süzülüşünün, bir tüy gibi mindere konuşunun aksine ben hayvan gibi oturacaktım ki, yine kendimi frenleyip soylu bir hanım gibi, sultanı taklit ettim.

Ben hemen yamacına otururken sultanın yanında gezen cariyeler bizden bir iki adım uzakta ayakta dikiliyorlardı. Diğer kızlara tekrar bir bakış attığımda onlarında yerlerine oturduklarını, kendi aralarında konuşuyormuş gibi yapıp bizi gözetlediklerini gördüm.

"Anlat bakalım Gonca hatun, kimsin, nesin?" sorusu karşılığında derin bir nefes alarak, inandırıcı bir ses tonuyla herkese anlattığım hikayeyi bir de sultana anlattım. Ailemle ilgili durumu öğrendiğinde taziyelerini iletip, metin olmam gerektiğiyle ilgili birkaç teselli cümlesi sıraladı.

Konu saraya girişime geldiğinde, ona da kızlara az önce anlattıklarımdan fazlasını anlatmayıp, konuya kendimce açıklık getirmiştim. Şehzadenin adını duyduğunda gözlerinde beliren parıltılar beni oldukça tedirgin etmişti.

"Şehzademizle tanıştın mı peki?" gözlerindeki parıltılar sesine inmiş, oradan fışkıran kurnazlık ise kulaklarımı kanatmıştı. Yine de tepkisizliğimi korumayı sürdürdüm.

"Kendileriyle birkaç kez tesadüf ettik. Bu vesileyle de tanışmış olduk." gerçeği söylemek istemesem de öyle ya da böyle kulağına bir şeylerin çalındığına emindim. Bu yüzden üstü kapalı bir şekilde doğruları söylemek benim için yeterli gelmişti.

"Önceki ziyaretinde şehzademizle aranda bazı vakalar cereyan etmiş sanırım. Bir de senden dinlemek isterim." her ne kadar kaçmak istesem de konu bir şekilde tam da kaçmak istediklerime çekiliyordu ya... Ben böyle şansın... Yüzümü olabildiğince sabit tutarak önemsiz bir konudan bahseder gibi konuşmaya çalıştım. Aslında konu benim için zaten önemsizdi ama bu insanlar onu ülke meselesi haline çoktan getirmişlerdi.

"Pek önemli bir durum değildi sultanım, şehzademiz beni cariyelerden biri sandı, ben de - usulünce - cariye olmadığımı belirttim." benim sözümü bitirmemle  sultan hanımın dudağı sağa doğru alaylı bir şekilde kıvrılmıştı.

"Bu üsule Bahar'ı dövmen de dahil mi?" tek kaşını kaldırıp sorduğu soru istemsizce Bahar'a bakmama neden oldu. Sinsi kız oturduğu yerden, hiç tereddüt etmeden, gözlerini dikmiş bizi izliyordu. Gözlerimi kısarak ona keskin bir bakış atıp, tekrar sultana döndü.

"Bahar'ı dövmedim, kendimi savundum." hanım hanımcık davranmayı bir kenara bırakmış, yavaş yavaş dikenlerimi çıkarıyordum.

"Fark eder mi?" kahverengi gözlerini üzerime dikmiş, keskin bakışlarla gözlerimi tarıyordu. Orada ne aradığına dairse en ufak bir fikrim yoktu.

"Etmeli." aynı keskin bakışları gönderdim kendisine. Sanırım kellemi düşünmeyi bırakmıştım. Karakterim gereği yapacağım tek şey kuyruğu dik tutmaktı.

"Neden?"

"Osmanlı Devleti'nin sancağının gölgesinin değdiği yerin dahi adaletle yönetildiğini duymuştum." başımı bulunduğum alanı incelermiş gibi etrafta gezdirip, tekrar sultana döndüm. Tek kaşımı kaldırarak, "Yoksa bu saray sancağın gölgesinden bile uzakta mı kalıyor?" diye sordum.

Gözlerindeki keskinlik yerini yeniden parıltılara bıraktığında, söylediklerimin hoşuna gittiğini anlamıştım. Ya da yeni bir kellenin heyecanıydı, emin değildim.

"Cesursun." bunu bana söylemek için değil de durum değerlendirmesi yapmak için söylemişti sanki. Sesinde beğeni taşıyan tınıları umursamadım, çünkü bir kez gardımı almıştım. Artık istesem de kolay kolay indiremezdim. Bu kadının bana karşı herhangi bir art niyetinin olmadığından emin olana kadar, daima hazır bir modda bekleyecektim.

"Kaybedecek bir şeyim yok."

"Canını kaybetmekten de mi korkmuyorsun?" aslında korkuyordum ama bunun bilinmesine gerek yoktu.

"Benim değil ki, neyini kaybedeyim?" yüzünde birden beliren ve gözlerine kadar ulaşan kocaman gülümsemeyle önce etrafa bakındı daha sonra bana doğru eğildi.

"Gonca hatun, şehzademizin niye seninle alakadar olduğunu anladım." kaşlarım anlamadığımı belirtircesine çatılmıştı. Umarım zamanda yolculuk mevzusu değildir.

"Anlamadım sultanım." yoksa bu sultan da mı işin içindeydi. Hanedan, hanedan değil aile boyu suç örgütü mübarek.

"Ben anladım, sen boş ver." deyip tek elini zarif bir şekilde havada savuşturdu. Kadın yerinde kıpır kıpırdı, birazdan sevinçten, veresiyeyi kaldıran bakkal gibi ellerini ovuşturacaktı neredeyse. Hayır mevzuyu kaçırdım sanırım, çünkü anlamamıştım. Tabiri caizse sevgili sultanımızın kendisi çalıp, kendisi oynuyordu. Bu haline ne diyeceğimi bilemediğimden sessiz kalmayı tercih ettim.

"Gerçi şehzademiz küçükken de böyleydi. Düz yollar dururken o gider engebeli olanlarda yürürdü. Burada dikenleri temizlenmiş güller varken, o gidip bahçedeki dikenli güllerin arasına dalar, içlerinden en güzelini getirip bana verirdi. 'Bakın validem sizin için.' derdi. Tabi ben anne yüreği, elleri kanayan yavruma bakmaktan gülün güzelliğini göremezdim. Ama neyseki zamanla öğrendim, kana değil de güle bakmayı. Tabi şehzademiz de öğrendi, kanamadan koparmayı. Şimdi ikimiz de memnun, ikimiz de mesuduz."uzaklara dalarak anlattığı hikayede takıldığım en büyük nokta, bahsettiği dikenli gülün ben olup olmadığımdı. Eğer bu benzetmeyi bana nispeten yaptıysa - ki büyük ihtimalle öyleydi - o zaman ciddi arıza çıkarırdım.

"Peki ya gül? O memnun mu yerinden?" bir cümle ne kadar alay barındırabilirse benimkisi de o kadar alaylıydı.

"Onu da güle sormak lazım." ne yapmaya çalıştığımı anlamış gibi bir ifade takınmıştı yüzü. Anladığım bir şey varsa o da bu kadının kesinlikle şehzadenin biyolojik annesi olduğuydu. Çünkü bu gıcıklığın genetik kod dışında başka bir şekilde aktarılabileceğine kesinlikle inanmıyordum.

"Öğrendiğinizde bana da söylemenizi rica ederdim ama korkarım ki bu mümkün değil. Zira bunu bilecek kadar kalmayacağım bu şehirde." sert bakışlarım orta yaşlarda olmasına rağmen hâlâ genç duran çehresinde gezindi.

"Zaman Gonca... Zamanın insana ne getireceği bilinmez." yüzündeki bilmiş gülümsemeyi hançerimle bölmemek için gerçek anlamda kendimle savaş veriyordum.

Hele bahsettiği zaman kavramı zihnime doldukça, önce onu sonra kendimi hançerlemek istiyordum. Hayatımda şu son birkaç haftadır zaman kavramından nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmiyordum çünkü. Yine de karşımdaki kadına hiçbir şey belli etmeye niyetim yoktu.

"Haklısınız sultanım, zamanın neyi getireceği de, neyi götüreceği de bilinmez." yaptığım tüm imalara gülümseyerek tepki veriyor olması beni daha da çileden çıkartsa da, neyse ki eğitimli biriydim ve duygularımı istemediğim müddetçe karşımdakinin görmesine izin vermezdim. En azından beni çıldırttığını görüp zaferiyle iyice dört köşe falan olamıyordu bu sayede.

"Hep soracağım araya laf giriyor. Mora'daki Türk komşun sadece konuşmayı mı öğretti, yoksa okuma - yazma da biliyor musun?" konunun nereye gideceğini kafamda şöyle bir tarttığımda, doğruyu söylemem gerektiğini biliyordum.

"Sadece konuşabiliyorum sultanım. Okuma - yazmam henüz yok."

"Fevkalade!" diye çok da yüksek olmayan bir sevinç çığlığı attı. Bense önce etrafa baktım, sonra da sultan hanıma. Bu kadar sevinecek ne vardı?

"Saraya yeni cariyeler gelecek yakında. Onlara dikiş - nakış, okuma - yazma, hat, ebru gibi pek çok alanda ders veriyoruz. Sen de her gün onlarla birlikte  derslere katıl." heyecanla anlattığı konuyu kafamda tarttığımda, asla kabul etmemem gereken bir teklif olduğunu fark ettim.

Kadının sözlerinden, anlattıklarından anladığım kadarıyla şehzadeyle benim aramda romantik bir şeylerin olmasını sağlamaya çalışıyordu. Bunun nedeni de muhtemelen daha önce kızların da anlattığı şehzadenin kimseyle ilgilenmediği yönündeki durumlardan ötürüydü. Adam veliaht şehzade, annesi de haklı olarak şehzadenin makamını güçlendirecek bir koz yani torun istiyordu fakat şehzadenin uzak tutumu sayesinde bu hayali gerçekleşemiyordu. Şimdi şehzadenin ilgisini öyle ya da böyle çekmiş bir kızı gördüğü için, bu işin peşini bırakmak istemiyordu. Yani eğer teklifini kabul edersem, anladığım kadarıyla beni sürekli şehzadeyle bir araya getirmek isteyecekti ki, bu kesinlikle tahammül edebileceğim bir şey değildi.

"Teklifiniz için minnettarım sultanım ama benim her gün sarayda bulunmam mümkün değil. Gün içinde düzenli olarak yaptığım bazı ziyeratlerim, kendimce meşguliyetlerim var. Düzgün bir muallime bulur bulmaz, ben kendi eksiklerimi evimde gideririm. Siz hiç zahmet buyurmayın sultanım." konuyu kestirip atmaktan başka çarem yoktu.

"Gün içinde müsait değilsen, dersleri akşamları yapabiliriz." inanamayan bakışlarla baktım kadına. Gerçekten inanamıyordum çünkü. Kadın bir torun sevdasına resmen saray kaidesi diye bir şey bırakmayacaktı ortada.

"Alakanız için teşekkür ederim sultanım lakin, doğru zamanı kendim tayin edebilirim." anlasın diye kelimelerin üstüne bastıra bastıra konuşmuştum, umuyordum ki bu konuda çok ısrarcı davranmazdı. Benim konuşmam üzerine gülen yüzü solmuş, yerini sert ve otoriter bir ifadeye bırakmıştı.

"Sözümün üstüne söz mü söylersin, Gonca hatun?" sert bakışları hadi itiraz et de vurdurayım kelleni der gibi bakınca, sessiz kalmayı tercih ettim. Neden bu kdınla ben uğraşmak zorundayfım ki, durumdan Doktor'u haberdar ederdim o ve şehzade el birliğiyle çözerlerdi bu durumu. Ben de durduk yere bir düşman daha kazanmamış olurdum.

Sessizliğimin kabulleniş olduğunu düşünmüş olacak ki, gülümsemesi yüzünde yeniden yer etti. Tekrar ağzını açıp bir şey söyleyecekti ki, taşlığın kapısında bulunan ağanın 'Destur!" ihtarını duymuş ve çenesini geri kapatmıştı.

Ben ise tıpkı diğer kızlar gibi ayağa kalakarak, hafifçe dizlerimi kırıp geleni beklemeye başladım. Tabi bunları yaparken sultan hanıma arkamı dönmemeye gayret etmiştim. Çünkü bunun hangi dönemde olursak olalım büyük bir ayıp olduğundan haberdardım.

Açılan kapıdan içeriye birkaç saat önce kızgın bir şekilde ayrıldığım şehzadenin girdiğini görünce istemsizce gerildim. Umarım annesinin yanında da bana takılmak gibi bir edepsizlik yapmazdı. İşte o zaman gerçekten hançerlerdim onu.

Taşlığın kapısından içeriye giren adımları biraz duraksasa da aradığını bulmuş olmanın eminliğiyle, bizim oturduğumuz yere doğru geliyordu. Kirpiklerimin arasından hareketlerini izlediğimde, gözleri bana hiç değmeden annesine doğru ilerlediğini görünce içimden rahat bir nefes aldım.

Yanımıza geldiğinde küçük selam verip hafifçe kenara kaydım ve annesinin iyice görüş alanına girmesini sağladım. Şehzadenin adımları oturduğumuz yüksek yerin önüne geldiğinde durmuştu. Sultanın yardımcıları olduğunu düşündüğüm kızlarla aynı hizada duruyordu.

"Validem," hitabıyla sağ çaprazımda kalan sultanın ayaklandığını gördüm. Yüzündeki gülümsemeyle oğluna doğru yaklaştı ve elini uzatıp tutmasını sağladı.

"Şehzadem hayırdır, sen haremin yolunu bilir miydin?" binbir anlam içerikli cümlesini duyduğumda hiç olmayacak bir şey oldu ve yanakalarıma kanın hücum ettiğini hissettim. Tamam daha önce birçok kadın tarafından oğluna yakıştırıldığım oldu ama hiçbiri bunu oğlu yanındayken yapmamıştı. Üstelik bu kadının yaptığı yakıştırmaktan çok daha fazlasıydı. Resmen adamın benim için geldiğini ima etmişti.

Neyse ki, şehzademiz bu ima karşısında bile dönüp bana bakmamış, ben hiç orada değilmişim gibi davranmıştı ki, daha önce yok sayılmak hiç bu kadar hoşuma gitmemişti.

"Sizinle görüşmem gereken hususi bir mesele var validem." şehzadenin sabahki yumuşak tavrının aksine şu anki ses tonu o kadar soğuktu ki, sanki gerçekte kim olduğunu vurguluyordu bana. Bak diyordu bana. 'Bak ben buradaki yegane gücüm. Baktığımda değer bulur, başımı çevirdiğimde ise yok olursun.'

Her ne kadar kim olduğunu bana hatırlatıyormuş gibi davransa da aslında kendisine hatırlatıyordu. Çünkü ben onun kim olduğunu zaten biliyordum, ve eğer o kim olduğunu unutup, karşımda çocukça bir inada girmeseydi onunla konuşma üslubum çok daha saygılı ve seviyeli olurdu. Bunun o da farkındaydı ve kendince yaşadığı bu aydınlanma - ki bunda muhtemelen sabah yaptığımız kavga etkiliydi - sayesinde tavırlarını kontrol etmek zorunda hissediyordu. Bunu da en kolay şekliyle bana bir hiçmişim gibi davranarak yapmaya çalışıyordu. Bu durum benim için en ufak bir problem teşkil etmese de sürekli bu adamın etrafında olacak olma ihtimali içten içe sorundu. Üstelik istenmeyen ot durumunda olan bendim ve sürekli bu adamın burnunun dibinde bitiveriyordum. Sanki bu duvarlarda bir çatlak vardı ve ben o çatlaktan içeriye sızmaya çalışan bir su damlasıydım.

Görevim saraya sızmak olsaydı, eminim her şey benim için bu kadar kolay olmazdı. Tamamen istenmeyen durumlar silsilesine hapsolmuştum ve devir tamamlanmadan, ben bu işten kurtulamayacaktım. Ne yapıp edip, en kısa zamanda Doktor ile konuşmalı ve bu duruma bir çözüm bulmalıydım.

"Sultanım, müsadenizle." deyip küçük bir selam daha verdim her ikisine. Tam yanlarından ayrılmak üzereydim ki, sultan hanım yine durdurmuştu beni.

"Akşam yemeğine kal Gonca, sonra ayrılırsın saraydan." yaptığı emrivaki yüzünden yine sessiz kalıp, sadece dizlerimi kırarak selam vermekle yetinmiş ve bulunduğum tümsekten aşağıyan indim. Birkaç adım geri geri yürüdükten sonra, sultan hanımın takdir dolu bakışları eşliğinde arkamı dönmüş, sabahtan beri bizi izleyen kızların yanına dönmüştüm. Tüm bu süreç boyunca şehzadenin bana değmeyen gözleri ise beni oldukça memnun etmişti.

Gülcan ve Reyhan'ın yanına gittiğimde, onlar gibi ayakta beklemeye başladım. Arada çaktırmadan sultanla şehzadeye bakıyor, sultanın da sık sık bana bakan gözleriyle çakışıyordum. Orada benimle ilgili bir şeyler de  konuşulduğuna emindim. Ama neyse ki şehzademiz iradesini kırmamış ve bakışlarını bana hiç değdirmemişti.

Az sonra önce şehzadenin ardından da sultan hanımın çıkmasıyla, herkes gibi ben de derin bir nefes almış ve kızlarla eski yerimize geçip oturmuştuk.

"Ferahşâd Sultan ne dedi Hel- amaan Gonca?" Gülcan'ın ismimi karıştırmasına çok takılmadan, iki saattir konuştuğum kadının adını şimdi öğrenmiş olmama, dahası hiç merak etmemiş olmama şaşırmıştım. Bu zaman kesinlikle benim ayarlarımla oynuyordu. Kendi zamanımda karşılaşmış olsak, şimdiye GBT'sini bile kontrol etmiş olurdum. Ama buradayken, adını bile çok sonradan öğrenmiştim.

"Her zamanki mevzuular; kimsin, nesin, neredensin, niye buradasın?... Kim ki o kadın? Cevap vermekten sormaya fırsat bulamadım." bakalım sultan hanım hakkında ne öğrenebilecektim?!

"Ferahşâd sultan, hünkarımızın nikahlı zevcesidir. Hanedana iki şehzade bir de sultan vermiştir. Şehzade Tuğrul'un da validesidir." anlaşılan bu devrin Hürremi de Ferahşâd sultandı. Böyle düşününce bu kadını çok fazla karşıma almamam gerektiğini fark etmiş, her türlü münasebetten kaçınabilmek için ise olabildiğince az görüşmemiz gerektiği kanaatine varmıştım. Çünkü anladığım kadarıyla bu kadın biraz tuttuğunu koparan cinsindendi ki, burada tutulan olmayı asla istemiyordum.

"Peki ya diğer iki şehzadenin annesi, o ya da onlar kim?" daha önce dört şehzade olduğununduymuştum, ikisi bu kadından ise diğerlerinin anneleri kimdi, nasıl briydi bilmek istiyordum.

"Şehzade Yusuf'un - ki kendisi ikinci veliahttır - annesi Hatice sultandır." Reyhan etrafa tedirgin bir bakış atarak öne doğru eğildi. "Kendisi çok hırlı bir kadındır. Ferahşâd Sultanın hem nikahlı olması hem de oğlunun veliaht olması onu içten içe yer bitirir. Bu yüzden onu alaşağı etmek için sürekli hamleler yapar. En büyük kozu ise şehzade Tuğrul'un henüz bir çocuğu olmaması hatta hiçbir cariyeyle münasebette bulunmamasıdır." kısık sesli konuşmasını başımı sallayarak onaylamakla yetinmiştim.

"Peki şehzade neden rakibinin eline böyle bir koz veriyor?" yani kaide neyse yapılmalıydı zannımca. Eğer şehzade bu işin altına elini soktuysa, hakkını da vermeliydi.

"Onu hiçbirimiz bilmiyoruz. Ferahşâd sultan istisnasız her gece şehzademizin odasına bir cariye gönderir lakin, cariye daha kapıdan girmeden geri gönderilir. Bu yüzden şehzademiz hakkında türlü türlü söylentiler var; en büyüğü de sancağa çıktığı yerde kara sevdaya tutulduğuna dair. " gözlerimi devirdim. Bizim zamanımızda böyle bir şey olsaydı insanların aklına ilk gelen 'iktidarsızlık' olurdu sanırım. Gerçi şehzadenin bu işlerle neden uğraşmadığını az çok biliyorum: sonuçta adamın kaçırması gereken bir sürü petrol vardı değil mi?! Ama yine de ben olsaydım, tahtın önünde engel olabilecek bütün sorunlardan tek tek kurtulurdum. Acaba şehzade tahta çıkmak istemiyor muydu ki bu konuda herhangi bir çaba göstermiyordu.

"Peki diğer şehzade ve annesi...?"

"O da Zeynep sultan, şehzade Orhan'ın ve Zeyşan sultanın annesi. O daha mülayimdir, oğlu küçük olduğu için veliahtlık kavgasına dahil olmaz pek, ama padişahımızın ilgisi ve sevgisi mevzu bahis olduğunda aslan kesilir. Hünkarımız konusunda çok kıskançtır, üstelik en genç ve en güzel sultan da kendisidir. Onun güç yarışı da kızı üzerindendir. Ferahşâd sultanın kızı Kamer de, Zeynep sultanın kızı Zeyşan da evlilik çağındalar. Haliyle en güçlü devlet adamı kim ise kızlarını onunla evlendirmek istiyorlar. Bunun dışında bize karşı da çok iyi ve anlayışlı biridir sultanımız."

Kızlarla saray konusundaki konuşmalarımız devam ederken akşam yemeği için çağrılmış, ben misafir olduğum için iş yaptırılmamış ve kızların el birliğiyle kurduğu sofrada sakince yemeklerimizi yemiştik. Bu süreç boyunca neyse ki, ne şehzadelerden ne de sultanlardan herhangi biriyle daha karşılaşmamış, bunun verdiği rahatlıkla lezzetli yemeklerin tadına bakmıştım.

Hoş sohbetle yenilen yemeğin arkasından, beklemediğim bir anda başlayan fasıl ile ilk önce ne yapacağımı şaşırmış, daha sonra udlar, kanunlardan çıkan müzik eşliğinde dans eden kızlara oturduğum yerden kimseye çaktırmadan ayak uydurmaya çalışmıştım. Onların kıvrak, işveli hareketlerinin onda birinin bile bende olmayışı canımı zerre kadar sıkamamış, kendimi 'onlarda adam dövemezler' diye teselli etmeme gerek bırakmamıştı(!) Özellikle Bahar denen kızın resmen bana nispet yapar gibi önümde kıvırıp bütün kadınsılığını konulturmasını tepkisiz bir yüzle izlemiş, tabiri caisze ona beni eğlendirmek için dans eden soytarı muamelesi yapmıştım. Bozulan yüzü ve duraksayan hareketleri keyfimi yerine getiriken, diğer kızlardan aşağı kalmayan Gülcan ve Reyhan'ı yüzümde büyük bir gülümseme ile izlemiştim.

Bu zamandan birilerine, bir şeylere alışıyor olamk beni içten içe korkutuyordu. Çünkü ne bu zamanda, ne de bu insanlarda kalıcı değildim. Kendi yaşadığım zamana gittiğimde buradaki insanların tamamının öldüğü gerçeğiyle yüzleşecek ve bunun acısını da içten içe yaşayacaktım. Dahası bu insanların zihinlerinde, onlarla birlikte kaybolup gidecektim.
Necip Fazıl'ın tam da bu ana uyan bir sözü çınladı kulaklarımda:

"Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden,
Soruversem: Haberin var mı öleceğinden?"

Öyle ya tutsam şimdi birini kolundan, 'sen yoksun, verdiğin kavga, kurduğun hayal... Hiçbir şey yok senden sonra. Adın bile yok!' desem muhtemelen ilk önce bir korkar durumdan, kahin gibi mırıldandıklarımdan. Daha sonra iş kolaya kaçamaya, yani bana deli damgası vurarak kendisini bu işten uzaklaştırmaya gelir. Önce etrafındakileri inandırır buna daha sonra zamanla kendisini. Oysa ki söyleyeceklerim gerçeklerdi. Ve bu dünya da tek gerçek ölümdü. Bunu ilk kez silah arkadaşımı kollarımda şehit verirken anlamıştım.

Biz asker çocukları ölümle çok erken yaşta yüzleşsek de - ki bazılarımız şanslıydık çünkü ölüm sadece arkadaşlarımızın babaları olarak karşımıza çıkıyordu- işin gerçeğine ancak onu kucakladığımızda varıyorduk. Çünkü ölüm o zaman somut bir hale geliyor, ve soğuk bedenlerde, ışığı sönmüş gözlerde, atmayan kalpte, alınmayan solukta ve gerçekleşmeyen hayallerde beliriyor azılı bir düşman gibi karşımıza çıkıp, kadim bir dost gibi kucaklıyordu. Hem dost, hem düşman...

Fasıl denen eğlence bende amacını yerine getiremediğinde kızlarla ufaktan ve de uzaktan vedalaşarak, pelerinimi giyindim ve taşlığın çıkışına doğru yürüdüm. Düşüncelerimin ağırlığı sırtımda görünmez bir kambur oluştururken, sessiz ve ağır adımlarla sabah binbir düşünce ve şehzadeyle geçtiğim koridoru, bu kez yaşadığım farkındalık dolayısıyla oluşan derin bir sükunet içerisinde arşınladım. Ta ki bana yaklaşan adım seslerini duyana kadar...


Continue Reading

You'll Also Like

278 308 9
Esila Çınar, yaşadığı acı kayıpla başa çıkmak için çocukluğundan beri yaptığını yapmış ve kalemine sığınmıştır. Fakat bu sefer kaçış yolu önüne bamba...
803K 51.2K 47
Yakın gelecekte öngörülebilen teknolojilerin peşine düşen ülkeler, bir güç yarışına girer. Ülkelerin tehlike getiren icatları, dünyaya sunulması konu...
platonik (ÇT) By ...

Science Fiction

176K 10.1K 108
Yeni başladığın okulda kimsenin konuşmaya cesaret edemediği sadece okulun zorbalarıyla takıldığı çocuğu ilk gördüğün an aşık olup yılarca plotonik ol...
594K 53.4K 64
Sık sık gördüğüm, ama konuşmaya aşırı utandığım çocuğa. |Gerçek Bir Hikayedir|