SİYAM MARE

By vaenoctis

526K 28.3K 61.6K

IV. KİTAP Siyam serisi (Kış Güneşi (I), Kanbeyaz (II), Küllerinden (III)) devamıdır. More

1.KOMA HÂLİ
2. KÜLLERİNDEN, YENİDEN
3. ARTÇI DEPREMLER
MARE ÇIKIŞ TARİHİ + BALIKESİR İMZA

4. ŞARAPNEL

176K 9K 24K
By vaenoctis





Yarın (2 Aralık Cumartesi) Antalya Kitap Fuarı'nda, haftaya (9 Aralık Cumartesi) ise Ankara Kitap Fuarı'nda olacağım, görüşmek üzere :) oy vermek, yorum yapmak unutulmasın^^

İyi okumalar!


🕯️



MARE

4. ŞARAPNEL



James Vincent McMorrow, Wicked Game


Hani kimse, hiçbir şey dokunamazdı ya sana çocukken; sanırsın ki kimsenin eli değemez, koparamaz seni hayattan ve hep akışta savrulur yolunu bulur bir şekilde var olursun... ama dokunurlar çocuklara gerçek hayatta, gıkını bile çıkaramayan o çocuklara ve sana uzanan eller yalnızca değmez, boğazlar seni gırtladığından yakaladığı gibi; akışta değil boşlukta savrulursun, yolunu bulamaz kaybolursun.

Yine de var olur musun?

Gerçeklerin eksilterek anlatıldığı her anı, hatıra, hikâye; bir masaldır ve seni yalancı çıkarır.

Kimseye zarar vermesin diye özgür bıraktığın yılan seni de sevdiklerini de sancıdığında zehrini dürüst olarak süzebileceğini yalnızca aptallar sanır.

Sen karanlıkta etrafını net bir şekilde görebiliyorsun diye, başkalarının gözlerinin önündeki ölümcül çukurlara düşmeyeceğini sanma; sessiz kalarak işlediğin cinayetlerden de hüküm giyeceksin.

Ve hiçkimse sana kal demediği için gittiğinde, tebrikler; artık sonsuza dek sürgündesin.

Kurşun hedefe odaklıdır. Şarapnel patlar, parçaları adam seçmez herkese saplanır.

Oturup dinlediğinde herkesin kendince nedenlerinin olduğu bu kurtlar sofrasında, insanlara hak vermek kolaydı ama affetmek imkânsızdı. Hayatım boyunca kimseyi gerçekten affetmemiştim ben, çünkü benden koparıp götürdükleri parçalarımı bir daha geri alamayacağımı biliyordum ve bu yüzden yeniden bir bütün etmek isteyen vücudum güttüğüm kinimden yama yapmıştı her yanıma.

Annemin çok istiyorum diye bozuk parasıyla almama izin verdiği yeşil zıplayan topumu çatıya atıp bayırdan aşağı düşüren ve kaybeden o sümüklü mahalle çocuğuna bile kızgındı içimde bir yer hâlâ ki benim bir parça.

Ama biliyorsun ben affetmiyorum, ve unutmuyorum da.

Çünkü kimse benden af dilemedi, ve dileyenler de öylesine geç kalmışlardı ki açtıkları yaralar iyileşmek yerine çürümüştü çoktan. İçinde çürümüş parçalarla yaşamak göğüs kafesinde atan bir kalp varken hâlâ, o kurumuş araziye su vermek bir umut toprağı ölmüşken; öyle acınası bir çaba ki. Bazen bırakması gerekiyor bu yüzden insanın. Çabalamak daha çok acı veriyor hiçbir şey yapmamaktan.

Beyin ölümü gerçekleşmiş bir hastaya neden kalp masajı yapar doktor, hastası organ bağışçısı bile değilken? Aklını kaçırmış olmalıdır yalnızca, bu yüzdendir anca; ya da kafasına şarjörü dolu bir silah dayandığından.

Gözlerimi kırpmadan izliyordum Karam'ın bacağından yere damlayan koyu, akışkan, yoğun kanı; ince ince üzerimize yağan kar yeterli değildi zemin üzerinde bıraktığı lekeleri kapamak için, ben de sanki canlı olduğunu ve bu yüzden kanadığını idrak etmeye çalışırcasına obsesif bir şekilde gözlemliyordum onu orada.

"Acımıyor."

Dikkatim dağıldı. Bir an kimin konuştuğunu anlayamadım, etrafıma baktım; uzakta gezinip çevreyi kontrol eden askerler dışında köşedeki SUV'nin önünde dikilen Efes, Beren ve Polat bir şeyler konuşuyorlardı ve Efes son yarım saattir elindeki telsizle bir sağa bir sola koşturuyordu. Jandarmayla işbirliği içinde çalışıyorlardı fakat bu saatte, bu fırtınada bir şey bulabilmelerine imkân yoktu.

Acımıyor. O söylemişti bunu, ses başka bir şeyden gelmemişti ama. Yeniden bakışlarımı önüme çevirdiğimde, paramedik sandığım ama tıp bilgisinin çok daha ileride olduğuna kanaat getirdiğim kadın Karam'ın elini ittirdi ve Karam bölgeye tampon yapmayı bıraktı. Üzerine atılan kurşun şans eseri parçalanarak bir parçası bacağına saplanmıştı sadece, ani kan kaybının yaşattığı şok bilincini istemsizce kaybetmesine sebep olduğunda da ondan bir daha haber alınmamıştı bunca zamandır.

Ölmemişti yani.

Tabii ki aptal Kayram Koralin, Kayradağ'ı terk edip nerede ne işi varsa onun başına dönmek yerine dağda kalmayı tercih edecekti; ne de olsa sırma saçlısı hâlâ buradaydı değil mi? Gidemezdi.

"Kız kardeşisiniz sanırım," dedi kadın doktor, beni soğukta düşüncelerimin içinde kaybolduğum andan soyutlayarak. "Endişelenmeyin, bir iki güne eski hâlinden eser kalmaz. Güçlü bir abiniz var."

"Ne münasebet, ne abisi," diye söylendim sert bir sesle. Ardından hızla döndüm ve başka bir tarafa, onlardan uzağa yürümeye başladım. "Abisiyim, evet," dediğini duymuştum Karam'ın arkamdan doktor kadına ama insanlara istediğini söyleyebilirdi, umrumda değildi. Ne o ne de yarası.

Kunt'u köşede Jandarma komutanıyla konuştuğunu görebiliyordum, her ne kadar arada gözlerini üzerimde hissetsem de yaklaşık on beş dakikadır komutanla konuşuyordu ve henüz hiç kimse buradan ayrılmak adına bir adım atmamıştı. Polat'ın bagajdan çıkardığı termal mont, atkı ve bereyle bile üşüyordum; eğer hiçbiri olmasaydı ve sahile indiğim hâlimle burada dikiliyor olsaydım bunca zamandır, yanından ayrıldığım kadın doktor muhtemelen Karam'a değil bana müdahâle etmek zorunda kalacaktı.

"Kimmiş o adamlar?" diye sordum ellerimi ceplerimde ısıtmaya çalışırken, Efes'e dönerek. İnsanların kirpiklerine kadar konuyordu kar taneleri ve en güzel Efes'in yüzünde yer buluyorlardı kendilerine, buz mavilerinin üzerinde.

Efes telsizle oynamayı bıraktı ama arka plandan kodlarla konuşan askerlerin sesleri geliyordu. "Tasmas'ın dağa adam konumlandırdığını düşünüyoruz aile evinden dolayı, Karam muhtemelen onlara denk geldi."

"İyi oldu aslında," diye mırıldandı Beren, sesi titriyordu ve üşüdüğü her hâlinden belli oluyordu. "Konum belirleyebildik. Karam'ın yaralanması talihsiz bir olay tabii."

"Kime göre, neye göre?" diye homurdandım buz tutmuş nefesimin altından, omzumun üzerinden bahsi geçen şahısa bir bakış atarken. Keskin bakan gözleri herhangi bir tehlike için etrafı süzüyordu tedavisi sürerken ama bakışlarım üzerine değdiği an şakaklarında üçüncü gözü varmış gibi bana döndü. "Belki yediği morfinden sonra devrilip götünün üstüne oturmayı öğrenir bir kez olsun."

Efes'in histerik bir gülüşün izini taşıyan soluğu beni önüme döndüren ses oldu. "Abiyle öyle konuşulmaz." Bir refleks olarak söylemişti bunu, benimle göz göze geldiğinde hiç sesli dile getirmemiş olmayı dilediğini biliyordum. "Yani sen konuş tabii de..."

"Ben arabada bekleyeceğim, hasta olmak istemiyorum," dedi Beren tok bir sesle, kollarını göğsünde birleştirmiş ve bariz bir şekilde titriyordu. Arabaya doğru döndüğünde Polat'ın ne zaman yanımızdan ayrılıp aracı çalıştırdığını bilmiyorduk ama kapıları kapatmış yanımıza doğru geliyordu. Isıtıcıyı açmak için mi gitmişti?

"Üşüyenlerin arabada beklemesi için klimayı açtım," dedi Polat, ne Beren'e ne de bana bakıyordu. Üzerinde siyah bir takım ve kalın kabanıyla dikiliyordu yalnızca; elmacık kemikleri, burnunun ucu ve dudakları kızarmıştı onun da ama soğuktan şikâyet eder gibi görünmüyordu.

Beren benimle göz göze geldiği an yorgunca başıyla aracı işaret etti. "Karaca sen çok üşüdün arabaya geç."

Gözlerim kısıldı. Polat'ın kendisi için bunu yaptığını biliyordu. "Asıl sen geç. İki zeytin bir havuç bulsam kardan adam olurdun şu bembeyaz kesilmiş sıfatınla."

Efes araya girdi, kollarını göğsünde bağlayarak. "Hanımlar ikiniz de geçmeye ne dersiniz?"

"Ellerini ceplerinden çıkaramıyorsun bile. Hasta olacaksın." Beren'in gözleri montumun ceplerine kaydı, kendi ellerinde eldiven vardı ve dışarıdalardı. "Niye inat ediyorsun?"

"Üzerinde termal mont olan benim farkındasın değil mi?"

"Bu kaban %100 yün."

"Eee, ben geçeyim o zaman," dedi Efes ortamıza bir adım atıp gergin havayı dağıtarak. Aslında Beren, Polat'ın tek doğru kelimesiyle inadını kırıp araca geçebilirdi ve bana bulaşmış olması tamamen bu soğuğun üzerine bir de Polat'a aklını kaybedecek kadar sinirlenmesindendi.

Ben de sinirliydim. Ben üstelik, arkadaki mahlukatı bir kenara koymak gerekirse, hâlâ herkese sinirliydim.

"Abi sen kal," dedi Polat, Efes'e o an, başını Beren'e çevirerek. Aptal numarası yapıyorduysa da önceden, artık aralarındaki gerginlik Polat'a bile dokunuyordu demek ki de bu kadar bariz bir şekilde bakıyordu Beren'e, ne yaptığını anladığını belli etmek ister gibi. "Ben kızları eve bırakayım."

"Hiçbir yere gitmiyorum ben." Sanki biri her an kolumu kavrayıp beni zorla götürecekmişçesine geri çekildiğimde omzum birine çarptı. Daha bakmadan kim olduğunu biliyordum çünkü Efes kadar uzun boylu bir adamın yukarı bakarak gördüğü tek isim Kunt Vidar Karyeli'ydi.

"Ne demek o?" diye sordu Kunt tok bir sesle, hafifçe öksürürken. Üşütmüş müydü? Ne zaman komutanla konuşmasını bitirmiş de gelmişti yanımıza? Omzumun üzerinden ona baktığımda gözleri herkesin üzerinde gezindi. "Burada yapılabilecek bir şey kalmadı daha fazla. Bölgeden sorumlu jandarma arama çalışmalarına devam edecek ama Karam'ın yaralanmasının ardından geçen süre göz önüne alınırsa Tasmas'ın adamları çoktan Gebze üzerinden kaçmıştır bile."

Efes onaylarcasına başını salladı. "Siz SUV'ye atlayın o zaman, Karam'ı ambulansla İstanbul'a götürürüz ben de motorla arkadan takip ederim."

"Bu havada?" Beren gözlerini kocaman açtı, araca yönelirken. "Saçma sapan konuşma Efes, arabaya bin sen de."

Efes ters bir bakış attı Beren'e, cebinden çıkardığı ucu kesik deri eldivenleri giyerken. "Ne yapacaksınız Polat'la aranızda tost mu yapacaksınız beni arkada? Yer mi var kızım?"

"Abi ben, kalayım zaten..." Polat'ın bakışları omzumun üzerinden arkama sabitlendi. Karam'a baktığını biliyordum.

"Nereye kalıyorsun oğlum? Herif özgür istediği yere gitmekte," dedi Kunt, montumun üzerinden avucunu omzuma yasladığını hissettim. "Toparlanın, daha geçe kalmayalım artık yoksa anneanemin yanına dönmek zorunda kalacağız. Tipi gittikçe hızlanıyor, yollar kapanmak üzeredir."

Polat ve Beren tek kelime etmeden araca doğru yürümeye başladıklarında Beren hafiften koşarcasına ilerliyordu. İnadı inattı benim gibi onun da, donuyor olması umrunda değildi.

Kunt omzumdaki elini çekip elimi tuttuğunda bir şey söylemedim, beni araca yönlendirmesine izin verdim; ben laf etmeye kalmadan diğer elini Efes'in ensesine yapıştırıp yanına çekmişti zaten. "Nereye lan?"

"Beni var ya, siksen ben binmem arkaya bunlarla," dedi Efes, Kunt'un sırtına serçe vururken hadi abicim hadi siz geçin dercesine. Hâlâ bu havada ona motorsiklet kullandıracaklarına inanıyordu.

Kunt bana ön kapıyı açtıktan sonra bir anda benim tırmanmama kalmadan ellerini koltukaltlarımdan geçirdi ve havalandım. Resmen çocuk gibi, havaya kaldırılarak koltuğa oturtulmamın şaşkınlığını yaşarken ve emniyet kemerimi de bağlamasıyla ilgili bir şaka yapacakken geri çekildiğini gördüğümde ona bakakalmıştım.

Efes'in kafasını kolunun altına aldığı gibi arka kapıya ittirdi. "Çok konuşma geç içeri. Motorunu çektirdim bile."

"Oğlum yapma şunu ya!" Efes, Kunt'un tutuşundan kurtulduğu gibi uzamaya başlamış saçlarından geçirdi elini ve yere düşen beresini silkeleyip kafasına taktı yeniden. "Çektirdin mi gerçekten? Ne ara ya?" Dönüp etrafına baktı, herkes toparlanıyordu ve Karam da omzuna giren birinin yardımıyla kadın doktorunun gözetiminde ambulansa götürülüyordu. "Vay pezevenk!"

"Sen ne oluyorsun? Orospum mu?" diye söylendi Kunt hafiften keyifli bir sesle Efes'in yanağından makas alırken. Efes sinirden mi soğuktan mı bilinmez kıpkırmızı olmuş, Kunt'un elini ittirirken mızıkçı bir çocuk gibi ofluyordu.

Emniyet kemerimi bağlarken dikiz aynasından izliyordum arkayı. "Ben ortaya geçmem, kay lan kenara bari," diye söylendi Efes, Polat'a.

Polat soluna bir bakış attı, Beren kaşlarını çatmış olayı idrak etmeye çalışıyordu. Ya Polat'la, ya da Efes'le gidecekti tüm yolu dip dibe. Efes binip kapıyı kapattığı an, Kunt şoför koltuğuna geçerken Beren kapıdan atladığı gibi sertçe kapattı o an.

"Ne oluyor lan buna?" diye söylendi Efes kolunu koltukların arkasına atarken. "Nereye gitti?"

"Gitmedi ki," diye mırıldandım yalnızca kendimin duyabileceği bir sesle, yan aynadan Beren'in gelişini izlerken. Dönüp baktığımda Kunt duymuştu ama elbette ki, bana hafif çatık kaşları ve silik tebessümüyle ne oluyor orada der gibi bakıyordu.

Keşke her şey, hiçbir şey olmamış gibi olsaydı gerçekten, ve şu küçük atışmanın keyfini çıkarabilseydim. Bıyıkaltından bilgi verip muzipçe gülebilseydim mesela, Polat'la da Beren'le de dalga geçebilseydim.

Ama zaman akıyordu, geriye almanın bir yolu yoktu. Zaten yeniden yaşansın da istemezdim güzel anılar, çünkü kötüleri ikinciye kaldırmak güç isterdi ve bende zerresi yoktu o an; çevremdekileri kandırmak için taktığım maske bir yere kadardı. Yalancının mumu bile yatsıya kadar yanardı.

Beren kapıyı açtığı an Efes sıçrayarak çığlık attığında hiç beklemeden içeri adım atıp "Kay!" diye bağırdı Beren, ardından "Ne bu şiddet bu celâl ya? Tamam, söyleseydin ya kızım, Allah Allah," diye söylenen Efes'e nefes almak için vakit bile tanımadan kalçasıyla onu ittirdi ve yeni yerine yerleşerek kapıyı kapattı. "Gidebiliriz," dedi ardından tok bir sesle Kunt'a, dikiz aynasından.

Sanırım daha önce hiç sıkış tepiş yan yana binmemişti bu üçlü. Aslında aracın geniş bir SUV oluşu avantaj sağlamıştı ve her ne kadar Efes de Polat da hacim açısından büyük adamlar olsalar da Beren aralarında çok sıkışmamıştı. Yine de bu, Efes'in bütün yol boyunca Beren'e bulaşmasına engel değildi tabii onu köşede sıkıştırarak; Polat ise dik bir şekilde arkasına yaslanmış, dirseğini cama yaslamış, sessizce yolu izliyordu. İstanbul yoluna kadar jandarma araçları eşlik ettiler, ambulans bir özel hastaneye gitmek için kavşakta bizden ayrıldı ve nihayetinde tek araç kaldık.

Kimse konuşmuyordu. İstanbul'a yaklaştıkça kar, yağmura dönmüştü zamanla ve sert esen rüzgâr araba camlarında uğultu yapıyordu. Kunt'un evine giden tanıdık yolu fark ettiğim an "Annemin yanına gitmek istiyorum ben," dedim aracın içindeki sessizliği bozarak. Böylece Kunt, sert bir U dönüşü yaparak tek kelime etmeden aile evine, yani babasının evine sürmeye başladı.

En azından aile evinde yumurtadan çıkan sürprizlerle uğraşmak zorunda kalmıyordum, değil mi? Alara elini kolunu sallayarak giremezdi içeri mesela. Ya da E kişisi.

Hayır. Artık hiçbir yer güvende hissettirmiyordu. Kunt Vidar Karyeli'nin yanı bile. Dünya bana dokunamazmış gibi gelmiyordu artık, en olmayacak kişi izini avucumun içine kazıdığından.

Biri var. Bir şey ya da. Bir duygu belki. Bir daha dokunamaz sana sanıyorsun, bir daha boğazına yumru olup oturamaz, bir daha çıkamaz karşına... Ama hayat işte, süslü paketlerle koyuyor önüne öylece. Kalakalıyorsun. Bakakalıyorsun. Savunmasız kalıyorsun yeniden. İstersen yıllar boyu ince ince planlayıp, en kaliteli malzemelerde; özgüvenle, sevgiyle, merhametle inşa etmiş ol surlarını bir önemi yok. Yağmur oluyor üzerine yağıyor. Durdurmuyor o surları içinden geçiyor. Ya da o taşlar oluyor birer birer, üzerine yıkılıyor.

Altında kaldığın enkaz, sen oluyorsun.

Kaldır hadi kendini. Kaldır yeniden. Bir enkazsın sen.

"Şu araç..."

Kunt, demir parmaklıklı kapıların önünde frene bastığında güvenlik otomatik açılma talimatı verdi. Beren konuştuğunda kapı yavaşça açılıyordu, loş ışıklarla aydınlatılmış bahçedeki bayraklı makam aracının tamamı yavaş yavaş kadraja giriyordu. Kartal yuvada.

Avuç içlerim karıncalandı. Parmaklarımı birbirine sürttüm.

Efes'in verdiği sıkıntılı nefes, benim içime dert olurken Kunt hiçbir şey söylemeden SUV'yi makam aracının arkasına park etti ve motoru durdurdu. "Polat," dedi gözlerini makam aracından ayırmadan. "Babam programına göre bu akşam Ankara'da iç işleriyle toplantıda olmayacak mıydı?"

"Olacaktı abi," diye cevapladı Polat onu.

O zaman neden buradaydı?

İlk hareket eden Beren oldu. Kapıyı açıp atladı, aracın büyüklüğü sebebiyle binerken tırmanmak ve inerken atlamak gerekiyordu. Bu sefer emniyet kemerimi çözdükten sonra kendi başıma indim. Arabanın sıcağında mayıştıktan sonra İstanbul soğuğu, acil uyandırma servisi gibi imdadıma yetişmişti.

"Ben şuradan taksi çevirip eve mi gitsem ya," diye söylenen Efes'in bacağına arkadan ayağını geçiren Beren, Efes'in dizini kaldırıp bacağını ovaladığını ve homurdandığı saniyelerde çoktan savaş takımlarını giymiş bir edayla konağın kapısına doğru yürüyordu.

Kunt aracın önünden dolanıp yanıma geldiğinde bakışları üzerimde gezindi. Nasıl bir hasar arıyordu bilmiyordum ama bulamamıştı, Polat'a dönüp çevreye konumlandırdığı adamları kontrol etmesini söyledi bu yüzden. Polat emri aldığı gibi evin bahçesini terk ederken Efes, az önce Beren içeri girdiğinden ve bizim geldiğimizi gördüğünden kapıyı aralık tutup bekleyen yardımcı kadına bakarak iç çekiyordu.

"Ekin mevzusuyla mı ilgili?" Ellerimi montumun ceplerine soktum ve sakince sordum. Hiçbir şeymiş gibi. Sanki normal bir arkadaş grubuyduk ve aramızdan biri hinlik yapmıştı sadece, bir daha görüşmeyecektik onunla.

Öyle olsaydı nasıl olurdu?

Kunt normal bir ailede yetişse, Aliye Hanım'ın başına hiç bunlar gelmemiş olsa ve babası Behzat Karyeli de normal bir iş adamı olsa mesela; Kunt nasıl yetişirdi ve nasıl bir adam olurdu o zaman? O zaman Alara'yla birlikte olur muydu? Günün birinde kalabalıkta birbirimize denk gelsek, yakışıklı adammış diye düşünüp yanından geçip gider miydim bir yabancıymış gibi?

Abim evi yine terk eder miydi ya da Halit Tasmas nerede, ne yapıyor olurdu ki? Fakültede olurdum ben ama kesin. Ev, fakülte ve hastane arası mekik dokurdu hayatım. Esved komada olmazdı ve arkadaş kalırdık belki lisedeki atışmalara rağmen. Atlatmış olurdum Ekin Egemen belasını ve hayatın akışında kaybolup giderdi bana yaşattığı kâbus, unutmama izin verilirdi belki.

Kunt'un bakışları durgunlaştı bir an, sorduğum soruyla birlikte. Tam karşımda duruyordu bana döndüğünde, karanlıkta koyulaşmış altın hareleri gözlerime değdi ve cevaplar aradı. Ne kadarını bildiğimi mi merak ediyordu? Ben de onun, ne kadarını bildiğini merak ediyordum doğrusu. Esved'in kuzeni Basri'yle konuştuğunu ve Ekin'e birtakım şeyler yaptığını biliyordum çünkü.

Karaca... Bak... Biz... Deneyemez miyiz tekrardan? En azından... deneyemez miyiz?

Kesik bir nefes aldım Kunt'un sesini zihnimden atmaya çalışırken. Efes, ortamın nabzını ölçmek için gözlerini ikimizin arasında gezdirip duruyordu ve bir şekilde, bu konuyu yalnızken daha tatmin edici bir şekilde konuşacağımızı biliyordum.

"Şu uğursuza daha yakışır bir isim mi versek? Götel'ekin falan gibi?" Efes kolunu omzuma attığında sabır çektim, beni eve sürüklüyordu. "Hani götelek? Olur ya?"

"Efes?"

"Efendim canım?"

"Kolunu çek."

"Çekeyim canım, çekeyim," diye mırıldandı memnuniyetsizce arkamıza bir bakış atarken. "Zaten seninkinin kaşla göz arasında uzuv kesmekteki başarısı dudak uçuklatır."

Basamaklara geldiğimde durdum, Kunt hemen arkamızdaydı. "Neden öyle dedin?" diye sordum Efes'e ama Kunt aramızdan geçerek kapıdan içeri girdiğinde konu tamamen dağıldı ve Efes, yardımcı kadına kalmadan kapıyı benim geçmem için açtı yüzünde durgun bir ifadeyle. "İçeri geçelim mi? Şaka ve kaka saati bitti."

Başımı eğerek geçtim kapıdan içeri. Efes böyleydi işte. Muhtemelen sabahtan beri ortama biraz enerji katmak için uğraşıyordu ama şu kasvetli evin kapısından girene kadardı işte onun çabası da, çünkü buradan sonrasına kimsenin yararı olamazdı.

İçeride bir adam vardı çünkü; küçükken kendi öz oğlunun beline dik dursun diye cetvel bağlayan, ders olsun diye diri diri tabuta kapatıp arka bahçeye gömen, iki kardeşe ayrı ayrı cehennemi yaşatıp sonra da birbirine düşman eden bir adam. Bazen ülkeyi mi korumaya çalışıyordu yoksa ölen karısının intikamını mı alıyordu anlayamıyordum.

Âşık olduğun insanı çok acı verici bir şekilde kaybetsen, intikam almak için ne kadar ileri giderdin?

Kunt salona girmeden önce durdu. Beren girişte dikiliyordu, içeriyi izliyordu öylece. Başını koridora çevirip benim geldiğimi gördüğünde yutkundu. Montumu, beremi ve atkımı rica eden yardımcı kadına bıraktıktan sonra kollarımı göğsümde birleştirerek yürüdüm bitmek bilmez o on adımı.

Hiç bitmeseydi keşke.

Çünkü şöminesi ve loş lambaları yanan salonda, günlük kıyafetleriyle oturan Behzat Karyeli; annemle karşılıklı türk kahvesi içiyor ve sohbet ediyorlardı.

Keyfi gayet yerinde görünüyordu annemin. Üzerinde uzun bir etek ve kalın bir kazak vardı, uzun ve gür saçlarını örüp sol omzuna almıştı eskisi gibi. Pencere kenarındaki tekli koltuktaydı. Ortalarındaki sehpaya elindeki fincanı bırakan Behzat ise mavi bir gömlek, kahverengi bir süveter ve kumaş pantolon giyinmişti. Onu ilk defa bu kadar normal kıyafetlerle gördüğümü düşünmeden edememiştim, sanki herhangi bir günmüş ve evinde komşusuyla sohbet ediyormuş gibi.

Sanki karşısındaki, ezeli düşmanının karısı değilmiş gibi.

"Ah, çocuklar da gelmiş," dedi annem bizi fark ettiği gibi. O, elindeki fincanı bırakıp kalkarken Efes de yanımızda yerini almış gergince izliyordu manzarayı. "Bitanem geçsenize içeri, neden orada dikiliyorsunuz hepiniz?"

Aklın yerinde olsaydı da böyle mi derdin anne?

Sana anlattıklarımı gerçekten dinlemiş olsaydın, onlara böyle mi davranırdın?

"Anne," sözcüğü kaçtı dudaklarımın arasından, ne yapacağımı bilemez gibi salonun ortasına doğru birkaç adım atarken. Ellerimi nereye koyacağımı bilmiyordum mesela ya da daha ne kadar dik durabileceğimi onun yanında.

"Annem," dedi annem birkaç adımda hızla aramızdaki mesafeden kurtulurken. Saçları lavantalı şampuan kokuyordu. Gözlerinin altı kararmıştı. Dr. Marc'ın ona kullandırdığı ilaçlar onu zorluyordu ama istemsizce daha iyi göründüğü için şükrediyordum. "Ne oldu? Bir şey mi oldu?"

Ellerime değen ellerinde nasırlar yoktu artık, başka birinin elleriydi sanki benimkileri tutan. Hamur işi gibi, tarhana gibi, deterjan da kokmuyordu annem. Üzerindeki kazak düzgündü ve eteği ütülüydü. Az önce içtiği yorgunluk değil keyif kahvesiydi. Ben Ayşegül değil Karaca'ydım.

Ama Kunt, Vidar'dı.

"Vidar," dedi annem omzumun üzerinden arkama bakarken, Kunt'u gördüğünü biliyordum. "Oğlum, geçip otursanıza... Neden ayakta dikiliyorsunuz?"

Hiçbir şey olmamış gibi davranmak kolay olmazdı elbet ama annem için hiçbir şey olmamıştı işte. Olmamıştı ki. Abim evi bile terk etmemişti ona göre. Ben sürükleyerek zorla getirmemiştim kendimi o akşam eve ve Esved hiç hapse girmemişti bir de.

Ben de delirmek istiyordum artık, en temizinden. Bütün kinimi, öfkemi, kederimi unutmak ve toz pembe bakmak istiyordum hayata; sevmek istediğim herkesi sevmek ve nefret ettiklerimden habersiz yaşamak istiyordum tıpkı annem gibi.

O an durdu kalbim, bir anlığına. Aslında annemin sahip olduğu bu hastalık, onun en büyük hediyesiydi. Yükünü kaldıramazdı çünkü şimdi oturup anlatsak, kalbi dayanmazdı bunca şeye. Geçen günlerde oturup anlattıysam bile bir kulağından girip diğerinden çıkmıştı ki tüm acı dolu sözlerim, sanki dünya korumaya çalışıyordu annemi. Beni de sevsindi o zaman dünya. Ben de unutmak istiyordum çünkü.

"Nilüfer Hanımcığım," diyerek içeri giren hemşirenin üzerinde toprak renklerinde sade kıyafetler vardı ve Behzat Karyeli'nin emriyle çalıştığını biliyordum. Günün belli saatlerinde ilaçlarını kullanmasına yardım ediyordu annemin ve vakti geldiğinde yatağına götürüyordu çünkü uyku düzeni çok önemliydi. Orta yaşlı kadın Behzat Karyeli'nin bir baş işaretiyle yanımıza kadar gelip annemin koluna girdiğinde, gözleriyle bana da sessiz bir selam verdi. "Uyku vaktiniz geldi. Size yatak odanıza kadar eşlik edeyim."

Annemin yumuşamış ifadesi, boğazını temizlemesiyle birlikte kayboldu o an. Sanki yavaş yavaş, bu evde nasıl bir muamele gördüğünün ve neden ilaç kullanması gerektiğinin farkına varıyor ve tepkisini koyuyordu. "Olur, Melike Hanım," dedi önce hemşiresine, ardından tuttuğu ellerimden öptü ve "İyi geceler yavrum, sen de çok geçe kadar oturma olur mu?" diye tembihledi. "Sabahları erkenden okulun oluyor. Fırına limonlu kek koyduk bugün. Eğer yemezsen küserim, senin için yaptım bak. Kuzum sever."

"Severim annem," diyen bir ses çıktı ağzımdan, oldukça kesik ve kısık bir ses. Yokla var arasında, duyulması güç bir ses. Titreyen bir ses. Annesi, ellerini bırakıp hemşiresiyle yatak odasına giderken ve herkese "Allah rahatlık versin çocuklar," derken annesine iyi geceler dilemekten aciz bir ses.

Ne kadar sürdü bilmiyorum. Behzat Karyeli kahvesini bitirdi, suyunu içti, arkasına yaslandı ve bacak bacak üstüne attı. Kunt, Beren ve Efes salonun ortasında bir yerlerde dikiliyorlardı benim gibi. Kimse oturacak kadar rahat değildi, kimse tek kelime etmedi.

Annemle oturup karşılıklı kahve içecek adam değilsin sen, demek istedim sessizliğin içinde. Çok şey söyledim aslında gözlerimle ama sözler ağzıma değmedi işte, karşımdaki adamın büyüklüğünün farkındaydım ve hayatımı daha da berbat edebileceğinin de öyle. Üstelik annem tedavi gördüğü sürece, Halit Tasmas'ın gelip onu alamayacağı tek yerdi burası; eğer yaşadığına inanıyorsa tabii ya da bir şekilde, öğrenirse.

"Şu komadaki çocuk," dedi Halit, en sonunda bu kimsenin altına imzasını atmadığı sûkunet anlaşmasını bozarak. Başını kaldırdı camdan ve bize doğru döndü, gözleri üzerime değmeden doğrudan oğluna odaklandı. Kunt'a. "Durumu nasıl?"

"Stabil," diye yanıtladı Kunt onu. Annem ona Vidar diye seslendiğinde, suratına bakmaya cesaret edememiştim bu sefer, bu yüzden şimdi de başımı çevirip bakamıyordum ona. Benim annem, beni pamuklara saran adamı diri diri toprağın altına gömen babasıyla oturup kahve içmişti.

"Öteki?" diye sordu Behzat bu sefer. Her ne kadar üçünün de bu adamdan nefret ettiğini bilsem de, bir noktada onun emirlerine uymak zorunda olan askerler olduklarını kendime hatırlatmalıydım belki de. Bir gün Behzat vur emri verse karşılarında kimin olduğundan bağımsız silahlarını ateşlerlerdi. "Egemen olan?"

Sergen Kahir Egemen. Ekin Egemen.

"Yaşayacak," diye yanıtladı Kunt onu. Bu şekilde Sergen'den bahsediyor olma ihtimali düşüktü, Ekin hakkında konuşuyor olmalıydılar.

"Bizim çocukların şahsı ellerinden kaçırmış olma ihtimallerinin epey düşük olduğunun pektabii farkındayım, telefon görüşmemizin muhtemel bir ağ kesintisi sebebiyle sonlanmadığının da." Behzat Karyeli, o kadar otoriter bir enerji veriyordu ki etrafındaki insanlara; adam yönetilmek ya da hesap sorulmak değil, emir ve ayar vermek için dünyaya gelmişti sanki. "Ama sağ salim kafesine tıkıldığından, görmezden geleceğim." Gözlerindeki, yakın gözlüğü olduğunu düşündüğüm gözlüğü burnunun ucuna indirdiğinde bir süredir kucağında ilgilendiği şeyin mini bir Ipad olduğunun farkında değildim. "Her ne kadar tek parça hâlinde olmasa da."

Efes yerinde kıpırdandığında, dönüp ona bir bakış attım ama ne hissettiğini belli etmek istemediğinden midir bilinmez bana bakmıyordu. Ne demekti tek parça hâlinde olmasa da? Kunt, Ekin'e ne denli bir zarar vermiş olabilirdi?

"Bilmeni istiyorum ki, şu saatten sonra ağır ceza mahkemelerine sunacağın her türlü delil ve delil niteliği taşıyan dosya işlem sırasında ortadan kaldırılacak veya ulaşabileceğin her türlü yüksek makam tarafından yok edilecektir. Seni Çember'deki görevinden alıyorum. Yarın sabahtan itibaren yalnızca gelecek ayki müsabakana hazırlanıyor olacaksın. Ayrıca görev arkadaşlarının da," dedi gayet sakin ve ağır bir sesle, gözlüğünü çıkartıp elini havada sallayarak; Beren, Polat ve Efes başta olmak üzere diğer herkesten bahsediyordu. "İlgilendikleri dosyalar katiyen değişecek. Nilüfer Koralin, Çember dosyası dâhilinde tanık koruma programı kapsamında tedavisine burada devam edecek. Nihayetinde oğlumu yıllar sonra evine getiren sebep de buydu, ortadan kaldıracak değilim," diye devam etti tok bir sesle. "Ahmet Çevik ve Ekin Egemen, dosyaları gizli yürütülerek gelecek ay çıkacakları mahkemede suçları kanıtlanır kanıtlanmaz çürüyecekleri kodese tıkılacaklar. Acar ve Öktem Tasmas gibi önemli konularda ise işbirliği için zaman zaman teşkilata uğramanız istenecektir. Nehir sizi bilgilendirir."

Ağzımı açacak gibi oldum, hatta vücudumda salgılanan adrenalin ateşimi başıma çıkardığında ileriye bir adım bile attım ama sonunda tek yapabildiğim yumruklarımı sıkmak oldu. Tıpkı arkamı döndüğümde, Efes'in yaptığını gördüğüm gibi. Beren kaşlarını çatmıştı. Kunt ise tepkisizdi. Tepkisiz, ve sessiz.

Karşımızda Kunt'un babası olan Behzat Karyeli değil, bu ülkenin orgenerali vardı ve onlara konuşmuyordu yalnızca, emirdi ağzından çıkan her bir söz.

"Ve Karaca ister katılır, ister katılmaz," dedi Behzat Karyeli, koltuğundan karkarken. Yardımcı kadın sanki onun bu hareketini bekliyormuş gibi salona giriş yapmış, giyinirken ceketini tutuyordu adamın. "Karam Koralin, annesiyle görüşüp bilgi almaya çalışacak."

Son sözü bir yumru gibi boğazıma otururken avucumun içinde kazağımı sıktım.

"Emirlerimin net ve anlaşılır olduğunu düşünüyorum."

"Nereden biliyorsunuz?"

Yanımdan geçiyordu tam o sırada. Kunt'un gözlerinin içine bakarken hiçbir zaman teyit alamamıştı bu yüzden emirlerinin anlaşıldığı kanısına varmış ve evi terk etmek için salonun dışına yönelmişti ama sorum onu durdurdu. Omzunun üzerinden başını çevirdi Behzat Karyeli, yalnız bana değil yere bakıyordu. "Neyi, küçük hanım?"

"Annemin herhangi bir bilgi sahibi olduğunu. Sonuçta günlüğünden bile bir şey çıkmadı."

Sesli bir soluk verdi Behzat, muhtemelen ne kadar sinir bozucu bir kız olduğumu düşünüyordu o an ama konuşmaya başladığında, verdiği cevap tatmin etmekten çok kafamda soru işaretlerini çoğaltmıştı. "Annen çok şey biliyor Karaca, emin ol," dedi tok bir sesle. Ardından acının tatlılıktan pek uzak o tebessümü değdi dudaklarına, ilk defa bana doğru döndü ve gözlerimin içine baktı. "Ayrıca, Nilüfer'in günlüğünden bir şey çıkmadığını da nereden çıkardın?"

Bir şok dalgası parmak uçlarımdan saç diplerime kadar beni esir aldı o an, bu yüzden Behzat Karyeli salonu terk edip evden çıkarken hiçbir şey söyleyemedim veya hareket edemedim. Dışarıdan gelen araç sesi nihayet beni kendime getirdiğinde "Ne biliyor?" diye sordum soğuk ama oldukça öfkeli bir sesle, salonun içindeki üç kişiye birden. Dönüp üzerine doğru yürümeye başladığımda Kunt hareket etmemişti bile, ama ben de onu hareket ettirememiştim göğsünden ittirdiğimde. "Ne buldunuz annemin günlüğünde?!"

Büyük eller ellerimi avuçları içine aldı, benim aksime oldukça sakindi bakışları. Şöminenin ateşinde parlayan altın hareleri gözlerimin içine güven vermek istercesine bakıyodu. "Bilmiyorum."

"Hah," diye bir ses kurtuldu boğazımdan, ona inanmadığımı belli ediyordu. "Yalan söylüyorsun."

"Karaca emin ol biz de bu konu hakkında bir şey bilmiyoruz, yoksa şu dakikadan sonra senden bir şey saklamanın kimseye faydası yok." Beren araya girdiğinde öfke dolu bakışlarımı bir an olsun ayırmamıştım Kunt'unkilerden, dürüst olduğunu görmeye ihtiyacım vardı gözbebeklerinde ama öylesine boş bakıyorlardı ki.

"Cumhurbaşkanlığını yanına çektiğine inanamıyorum siktiğimin Halit Tasmas'ını yakalayıp örgütünü çökertecek diye," diye homurdandı Efes nefretle bir koltuktaki yastığı alıp yeri delercesine halının üzerine fırlatırken. Öyle ki neredeyse sıçrıyordum yerimden. "Ne olacak şimdi? Bizsiz hangi takımı ne ara toplayacak da operasyonu vakit kaybetmeden devam ettirebilecek? Yeterince deneyimli adamlar bulabilecek bile mi ki?"

"Bir önemi yok," dedi Beren, çaresizce koltuğa otururken. Hesap kitap yapıyor gibi görünüyordu, sanki kafasının içinde fırtınalar kopuyordu. "Karam'la Melisa yanında, Sergen'in de eli armut toplamıyor kardeşinden mütevellit yardım edecektir. Eğer bu yaşında bizzat sahaya inmeye niyetlendiyse Kunt'un yerini doldurmak o kadar da imkânsız olmayabilir, oğlunun başarısına denk yerine koyabileceği tek adam kendisi sonuçta."

Kunt'un ne zaman ellerimi bıraktığını bilmiyordum ama iki parmağı arasında burun kemerini sıkıp gözlerini kapattığında o kadar yorgun görünüyordu ki. "Sikeceğim Rusyasını da maçını da," diye söylendi sakin ama öfkesini altına gömmüş bir sesle. "Bir bok bildiği yok Halit'i nasıl durduracağı hakkında. İlan etmiş oldu. Tek umudu Nilüfer Koralin."

Kunt ya da diğerleri, gerçekten, annemin günlüğü hakkında bir şey biliyor gibi görünmüyorlardı. Nihayetinde bu konu hiç açılmamıştı uzun zamandan beri şimdiye kadar, Behzat Karyeli tekrar gündeme getirmişti. "Günlükten dolayı bir şey biliyor olmalı. Karam'ı da... annemle konuşması için o göndermiştir. Tedavisi umrunda değil." Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Ne orgeneralin ne de..." Ne de abimin.

Gel de sayma bir zamanlar canın olanı, canından, hadi.

Hadi.

"Abi siktir olup zıbarıp yatabilir miyiz artık? Sabah validenin sarma sardırmasıydı, kurt deme alınırıydı, Karam'ın GTA karakteri gibi yaralanıp yok bir şeyim ayaklanmasıydı, sıkış tepiş eve dönmesiydi, Behzat Karyeli ayarıydı derken benim bünye şöyle sağlam bir yemeğin ardından bayılmak istiyor yoksa istifa edip Beşiktaş sahilde simit satacağım artık gerçekten," dedi Efes seslice nefes verdikten sonra. O sırada içeri Polat giriyordu, işini halletmiş olmalıydı ki.

Sıkıntı yok abi, gibisinden bir bakış attı Polat, Kunt'un ona sorar gibi bakışlarına karşılık. Keşke burası için de aynı sinyali verebiliyor olsaydık ama az önce üzerimizden tır geçmiş gibi hissediyordum. Dengeler değişiyordu ve şüphesiz, Behzat Karyeli'nin bu hamlesinden sonra işler de öyle.

"Bu saatte buraya lahmacun gönderiyorlar mı ya? Saat kaç?.."

Efes'in telefonunu çıkarıp online yemek uygulamasına girdiğini gördüğümde adımlarımı salonun dışına çevirmiş, mutfağa yönlendirmiştim doğrudan. Ankastre ışığını açıp dolaptan su çıkardığım an birinin peşimden geldiğini fark etmiştim çoktan ama kim olduğunu bildiğimden görmezden geliyordum.

Bu evde yaşayanların boy ortalamasının 1.90 oluşundan mıdır bilinmez, su bardağına ulaşamadım. Kunt arkamdan uzanıp önüme bıraktığında da bardağı görmezden gelip sürahiyi iki elimle kavradım ve kenara çekilip sakin bir şekilde birkaç yudum içtim üzerinden.

"Verdiğim bardağı kullanmak yerine sürahiden içtiğine inanamıyorum," dedi Kunt gerçekten inanamadığını belirtir bir sesle.

"Ben de senin babanın, sen bu işin içine gir diye kırk takla atıp annene verdiğin sözü bozdurduktan sonra seni ekipten kovmasına," diye cevapladım onu, elimdeki sürahiyi tezgâhın üzerine bırakırken. Titretmeden duramıyordum dizimi. Sinirlenmiştim. Dönüp fırını açtım ve içindeki kek dilimleriyle dolu kabı çıkartıp içinden bir dilim aldıktan sonra kalçamı tezgâha yaslayarak koca bir ısırık aldım. Gözlerim doldu. Sinirle keki çiğnerken ağlıyordum. Gözyaşları aktıkça sinirlenip elimin tersiyle sildiğim kısır bir döngüye girmiştim ve nedenini bilmiyordum bile.

Biliyordum aslında. Sadece hangi biriydi, onu ayırt edemiyordum artık.

"Ne yapmamı istiyorsun?"

"Benim ne istediğimin ne önemi var?"

"En başında böyle konuşmadık mı?" diye sordu Kunt, bir cevap gibi sormuştu soruyu. Limonlu kekin hafif tadı ağzımdan kaybolurken bu sefer Kunt'un tezgâha bıraktığı bardağa suyu doldurup birkaç yudum aldım ve ona baktım ters bir şekilde.

Derin bir nefes aldıktan sonra bana birkaç adımda yaklaştığında eli havalandı, parmakları yüzüme gelen bir saç tutamına değip o tutamı yüzümden uzağa iterken "Kal dersen kalacaktım yerde, çık dediğin maça çıkacaktım hani," diye açıkladı bana. "Asker kimliğimi bir kenara it... Benim kişisel bir çıkarım yok bu savaşta. Annem geri gelmeyecek. Kaybedeceğim kadarını kaybettim ben."

Gözlerinin altında oluşmaya başlamış karanlık halkalara dokunmak, gözkapaklarını kapatmak istiyordum bu gece ama içimde yanan ateş engel oluyordu ona uzanmama çünkü dokunsam yakacaktım. Onu anlayan ve ona hak veren tarafım öyle sakin ve mantıklı konuşuyordu ki, bir diğer yanda ise onunla kavga etmek isteyen ve yorgun silüetini taşlayan bir öfke vardı ve kolay kolay dinecek gibi durmuyordu.

"Merak ettiğim bir şey var, yalnızca tek bir şey," diye mırıldandığında ufak bir adımın ardından tam karşımda dikiliyordu şimdi. İşaret parmağının tersi önce elmacık kemiğime, ardından çeneme okşarcasına değdiğinde boynumdan aşağı bir yol izledi. "Seni kaybettim mi?"

Her defasında açmaya çalışırken elimi kesen teneke oyuncak kutumu bile bir gün olsun sevmekten vazgeçmedim ben. Yanımda taşıdım her yere. Sokaktan toplayıp yıkadığım renk renk taşları da, abimin bir tekerleği eksik kırmızı oyuncak figür arabasını da, annemin taşları düşmüş küpelerini de içine sakladım. Ne zaman kapağını kaldırmak istesem bir yerimi yaraladım ve bir keresinde parmağımı sıkıştırmayı bile başardım arasına ama bir gün olsun, ne kutuyu değiştirmeyi düşündüm ne de başkasına açtırdım bir kez olsun.

Fark etmediler bile belki de fırıncının oğlunun bir çöp gibi arka sokaktaki konteynıra fırlattığı o yılbaşı süslü kırmızı kutuyu alıp eve getirdiğimi ve bir daha da yanımdan ayırmadığımı.

Siktiri boktan kırık bir kutu için bile, beni kaybetmek zordur bu yüzden Kunt.

Ama bazen kaybettiğini düşünmen gerekir. Gerekir ki bir daha sana en başında bunu düşündüren şeyleri yapmayasın, dikenli yollara sokmayasın, insanın yüreğini yerinden söküp almayasın.

Göz kapaklarım ağırlaştı o an. Gözlerinden önce çenesine, sonra boynuna, sonra göğsüne düştü ve yanından geçip gitmek istercesine hareketlendim ama bileğime dolanan eli son anda bana engel olmuştu. "Bu gece benimle uyu," dedi oldukça kısık bir sesle, neredeyse fısıldar gibi çıkmıştı. Bu hâlsizliğin bir adı vardı. Yorgunluk.

Efes bile Kunt'un en son ne zaman uyuduğunu bilmiyordu.

Boştaki elimle koluna uzandım ve elini çekip kurtardım bileğimden, umutsuz bir şekilde ayrılan ellerimize baktı. Sırf bu bakış bile yeterliydi belki de teklifi için yelkenleri suya indirmeme.

Bileğimden kurtardığım eline uzanıp tuttuğumda onu da benimle birlikte çektim mutfağın dışına. Beren, Efes ya da Polat neredeydi bilmiyordum ama biz eve, uyumaya gidiyorduk çünkü ikimiz de yorgunduk.

Bu gece savaş çanlarını Behzat Karyeli çalmıştı ve hepimiz bunu biliyorduk.

Kunt telefonuyla birini aradı kapıya çıkana kadar, ardından kabanlarımızı alıp bizi hazır bekleyen bir arabaya geçtik birlikte. Ben emniyet kemerimi bağlayana kadar demir kapı açılmış, Kunt çevreyoluna doğru sürüyordu.

"Şimdi ne olacak?" diye sordum önümüzdeki yolu boş bakışlarla izlerken. Saatin geç olmasındandı sanırım artık, etrafta hiç araç yoktu.

Kunt uzanıp dizimin üzerindeki elimi avuçlarının arasına aldıktan sonra önce üstünü, sonra altını öptü. İstemsizce ona döndüm, yola odaklı bakışları bir saniyeliğine benimkilerle buluştu. "Ne düşünüyorsun?"

"Öylece her şeyi bırakıp Rus maçına mı hazırlanacaksın?"

Hızlı ama dikkatli sürüyordu. Sol gözünü kaşırken dudaklarına sinen çarpık tebessümü gördüm, sahil şeridinde gaza abandığında altın harelerin şeritler üzerinde gezinen sessiz öfkesini hissettim. Bu net bir hayır'dan ziyade, bu soruyu sorduğum için bana aldığı bir tavırdı. Bunu soruyor musun bile?

"Bütün gün hiçbir şey yemedik," dedi bir süre sonra, evin sokağına girdiğimizde. "Dışarıdan mı söylemek istersin yoksa mutfağı karıştıralım mı?"

Ben sorusunu düşünürken telefonu çalmaya başladığında, güvenlik bahçe kapısını açıyordu. Kunt telefonuna gelen aramaya cevap verip telefonu omzuyla kulağı arasına sıkıştırdı o an ve "Dinliyorum Harun Bey," dedi ciddi bir sesle. Harun Bey. Esved'in doktoru.

Kunt aracı garajın önüne çekene kadar nefesimi tutmuş bir şekilde oturdum koltukta. Geçmek bilmez birkaç dakika içinde tek söylediği "Anlıyorum, tamam, anlıyorum, haber verirsiniz, teşekkürler,"di.

"Neyi anlıyorsun?" dedim arabadan indiğimiz an, telefonu kapattığında ön taraftan dolaşıp yanına doğru yürüyerek. "Neye tamam? Ne haberi verecek?"

Seslice nefes verdi Kunt, tam önümde dikilerek omuzlarımın üzerine koydu ellerini ve stabil bir ifadeyle baktı yüzüme. Bekledi. Bekledi. Bekledi. Gözlerinin içinde bir ipucu ararken delirmek üzereydim.

"Esved tepki vermeye başlamış," dedi en sonunda, kıvrılan dudaklarının ardından.

Gözlerim kocaman açılırken ilk defa ciğerlerime dolan oksijenin bu kadar ferah ve iyi geldiğini hissettim haftalar sonra. "Ne?" Otuz iki diş gülümsüyordum muhtemelen. "Gerçekten mi?" Kunt'un kollarını iterken arabaya yöneldim. "Çabuk, çabuk gidelim!"

"Dur, dur," dedi Kunt ellerimi yakaladıktan sonra. "Henüz uyanmamış, belirtileri gösteriyormuş sadece. Doktor haber verecek. Şu an gitsek vakti olmadığı için görüşe bile izin vermezler."

Ellerimi çekip yüzüme bastırdım. Allahım. Şükürler olsun. Ağlamak istiyordum sevinçten. Onca kederin, sorunun arasında böyle bir haber almak... "Ne zaman gideceğiz o zaman?" diye sordum hızlıca, göğsüme sığmayan bir sevinçle. "Ne zaman uyanırmış? Ne zaman görüşebiliriz?"

"En iyi ihtimalle yarın sabah," diye cevapladı Kunt beni. "O yüzden şimdi yemek yiyip bir güzel dinleneceğiz. Anlaştık mı?"

Gözlerim etrafta gezindi, meraklı bakışlarını gizlemeye çalışan korumalara baktım; ardından gökyüzündeki kara kara bulutlara ve çiselemeye başlayan yağmuru avuçlarımda hissettim. Saat gecenin bir vaktiydi ve yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu şu an.

Yemek yiyip uyumaktan başka.

"Tamam," diye mırıldandım o yüzden, sevincimi dizginlemeye çalışırken.

Kunt tebessüm etti. "İsmi geçince bile nasıl hayat geldi yüzüne."

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Eğer Esved'le Kunt yer değiştirseydi ve komada olan kendisi olsaydı nasıl bir hâlde olurdum bir fikrim yoktu ama uyanacağı haberini aldığımda en az o an olduğu kadar sevineceğimi bilmiyor muydu? Neden kendini Esved'le kıyaslıyordıu?

Kabanlarımızı çıkartıp içeri geçtiğimizde mutfakta, ocağın üzerinde duran tencerelere takıldı gözlerim. Hızlıca kontrol etmek için ilerledim; Ayşen abla karnıyarık, pilav ve çorba yapmıştı. Evden çıkalı çok olmuş olamazdı çünkü yemekler hâlâ sıcaktı.

Kunt duş aldı. Ben sofrayı kurdum ve salata hazırladım. Aldığım iyi haberle yerine gelen iştahım bana yemediğim haftaların acısını çıkarırcasına iki tabak karnıyarık pilav yedirdi o akşam. Bulaşıkları birlikte topladık, yemekleri kaldırdık. Bu sefer duşa giren ben oldum.

Işıklar kapandığında saçımı duruluyordum. Birkaç saniye sakince saçımı durulamaya devam ettim, ardından suyu kapattım ve duş kabinini açıp sanki görebilecekmişçesine etrafa baktım. Çok geçmeden kapım tıklatıldığında istemsizce sıçramıştım. "Karaca?"

"Elektrikler mi gitti?" diye sordum Kunt'un sesini duymanın verdiği rahatlıkla.

"Altyapı çalışması. Jeneratörün otomatik devreye girmesi gerekiyordu ama girmedi, çocuklar kontrol etmeye gittiler şimdi bodruma."

"Anladım," diye mırıldandım, saçımı iyice durulamanın verdiği rahatlıkla dikkatlice duş kabininden dışarı adım atarken. Telefonumu bulup flaşı açtıktan sonra önce saçlarımı, sonra vücudumu kuruladım ve üzerime bir tişört ve altıma da şort giydim. Ev fazla sıcaktı ve kaynar suyla duş almıştım resmen.

Ağrısını çektiğim regli bir türlü olamamıştım, belki sıcak duş yardımcı olurdu. Annem olsaydı muhtemelen soğan kabuğu kaynatıp suyunu içirir ya da eski usül başka methodlar denerdi.

Tarayıp nemini iyice aldığım saçlarımı uyuyakalmazsam daha sonra kurutacaktım çünkü birkaç dakika geçmesine rağmen jeneratör hâlâ devreye girmemişti. Kapının kilidini açıp dışarı çıktığımda, sokak lambasının ışığı bile aydınlatmıyordu artık koridoru. Tek gürültü pencereye vuran yağmurdan geliyordu, tek ışık da arada anlık etrafı aydınlatan şimşekti.

"Kunt?"

Merdivenlerden aşağı seslediğimde cevap alamadım, bu yüzden odasına doğru ilerledim ve aralık kapıyı hafifçe tıklattım. Birkaç saniye bekledikten sonra içeriden ses gelmeyince kontrol etmek için kapıyı açtım bu sefer, Kunt ikili kanepede oturmuş ve tüm perdeleri açmış fırtınayı izliyordu.

Üzerinde siyah kısa kollu bir tişört ve eşofman vardı onun da. Bana bir garip baktığını fark ettiğimde kaşlarımı çattım, o da çattı. "Neden kapıyı tıktıklıyorsun anlamadım," diye mırıldandı önüne dönerken. Sanırım bana gıcık olmuştu.

İstemsizce gülümsedim yorgun bir ifadeyle, her ne kadar yüzümü net bir şekilde göremeyeceğini bilsem de.

"Ne yapıyorsun burada?—" diye soruyordum tam da yakınından geçerken, bir anda uzanıp beni kolumdan tutarak üzerine düşürdüğünde. Ufak bir çığlık koptu boğazımdan, bacaklarımın altından kolunu geçirip beni kucağına çekti ve istemsizce omuzlarından tutundum. Ne mi yapıyordu?

Başını geriye doğru yaslayarak koltukça iyice kaydı, yeterince rahat bir pozisyondaydı artık. "Seni bekliyordum." Avını bekliyordu.

"Uyumak için yatağa girilir, koltuğa oturulmaz," diye bir laf attım ortaya; tam da o sırada köşedeki loş gece lambası yanar gibi oldu ve gitti. Yalnızca birkaç saniye sonra elektrikler gelmişti fakat odayı aydınlatan tek şey aynı gece lambasıydı.

Dikkatim gece lambasından, Kunt'a kaydığında bir anlığına elektriklerin hiç gelmemiş olmasını diledim. Yüzüne vuran loş ışık kirpiklerinin gölgesini elmacık kemiklerine düşürmüş; keskin çene hattı, uzun boynu ve âdem elmasını gözlerimin önüne sermişti. Güzelliğinden etkilenmemek imkânsızdı.

"Yatak ve koltuk sandığından çok daha engin amaçlar için de kullanılabilir, şaşırırsın," dedi tok bir sesle, gözleri yüzümün her bir zerresinde dolanırken. Fazlasıyla güvensiz hissettim bir anlığına; saçlarım nemliyken nasıl görünüyordu? Yüzüm, aldığım sıcak duştan dolayı hâlâ kızarık mıydı? Bıyıklarım çıkmış mıydı mesela ya da ne bileyim...

Sessiz geçen saniyelerin ardından yüzüme uzandığında tüm bu düşünceler kayboldu. Kucağına oturduğumdan ve o da koltukta kaydığından yüzüne bakarken hafif eğiliyordum, ön tutamlarım sallanıyordu. Bir tutamı parmaklarının arasına alıp kulağımın arkasına sıkıştırdıkten sonra avucunu boynumla yanağım arasına yasladı, ne komikti; avucu kadar yüzüm vardı.

Başparmağı alt dudağıma sürtündüğü an dudaklarım aralandı."Ne yapıyorsun?"

"Dinleniyorum."

"Dinlenmek, uyumakla olmaz mı?"

Tebessüm etmemek için dudaklarını birbirine bastırdı sanki, hafifçe kaşları havalanırken. "Sen öyle mi sanıyorsun?"

Eline vurdum. "Benimle oynama."

"Hmm, öyle mi?" Hafifçe doğrulurken bir kolunu belime, bir bacağımı da çekip kendi beline doladı. Dengemi kaybetmemek için boynuna sarıldım bir anlığına ama ayrılmama izin vermedi, tenim alev almıştı. "Kiminle oynayayım? Bir tek seninle oynuyorum." Bu sefer eli ayak bileğimden yukarı doğru dans ederek tırmanıyordu sanki. Bu adam benimle oynamasını çok iyi biliyordu.

Benimle birlikte geri yaslandığında göğsüm tamamen göğsüne yaslandı. Öyle bir yerde oturuyordum ki biraz daha yukarı kaysam oyununa karşılık verebilirdim ama ben tek başına oynadığını düşünmesini istiyordum. "Hâlâ kızgınım sana."

"Küçük bir anlaşma yapsak seninle," diye mırıldandığında bir eli belimde, diğeri çıplak bacağımın üzerindeydi. "Kızgın kalsan, affetmesen, intikam alsan hatta ama yanımdan ayrılmasan," diye devam etti, eli şortumun kumaşından içeri sızmıştı ve dikkatimi dağıtmak için parmaklarımı saçlarının arasından geçirmiştim ama burnuma gelen mentollü şampuan kokusu hiç de yardımcı olmamıştı.

"Cehennemi yaşatırım sana," diye geveledim ağzımda, Kunt doğrulurken beni belimden kaldırıp yeniden yerleştirdi kucağına. Hissetmemi istediği şey tam, tam olarak altımdaydı o an.

Yüzüme yaklaştı, başka hiçbir şey göremiyormuş gibi bakıyordu dudaklarıma. "Güzel." Sıcak nefesi yüzüme çarpıyordu. "Cenneti isteyen kim?"

Boynuna yasladım avucumu, yeni tıraş olmuş sakalları avucumun içine batıyordu ve teni yanıyordu; o kadar hoşuma gidiyordu ki minicik elimi böyle doldurması. İnsana uzatılan her halat güven vermezdi, sağlam ve güçlü oluşu ellerinin altında ama tutman için ikinci kere düşündürtmezdi bile sana. En karanlık kuyulara da inerdin o halatla, en dipsiz görünenlerden de çıkardın sağ salim.

Belimdeki eli kazağımı sıyırırarak karnımın üzerinden iki göğsümün arasına uzandığında orada, doğum gününde taktığı kolyenin ucunu buldu; Karayel'in dişini ve nişan yüzüğümü. Kendi kendine güler gibi bir nefes kaçtı ağzından. "Kişiye özel cehennem tasarlamaz Tanrı, eminim daha önemli şeylerle meşguldür ama..."

Ben onu öptüm ilk. Ellerim kol kaslarının üzerinde gezindi ve nihayetinde avuçlarım boynuna, göğsüne yaslandı sırayla. Ne kadar tecrübe kazanırsam kazanayım hiçbir zaman onu doğru öpemeyecekmiş gibi amatör hissediyordum hâlâ ilk günkü gibi ama o her zaman ne yaptığını çok iyi biliyordu.

Öpücükleri yüzümde geziyor, boynuma iniyor, elleri rahat durmuyordu. Şortumun içinden iç çamaşırımı sıyırdığında hafifçe yükseldim ve bir kolumu boynuna dolayarak destek aldım, diğer eli kazağımı sıyırdı ve ben ne yaptığını anlayana dek kafası kazağımın içindeydi. İstemsizce kıkırdadım, bir tepki gibi göğsümü ısırdığında ise hassasiyetten inledim. "Yapma, öyle," diye mırıldandım kesik nefes alışverişlerimin arasında, kazağımı başımdan sıyırıp atıyordu. "Yaramaz..."

Beni belimden tutup kucağına bastırdığında az önce otuz iki diş sırıtan suratı yüz seksen derece mimik değiştirerek ciddileşti ve boğazını temizledi, yüzlerimizin arasında hiç mesafe yoktu ve birbirimizi solurken bu sefer ben tişörtünü çekiştiriyordum. "Bu gecelik değil, bu geceden itibaren tek başına uyumanı yasaklıyorum..."

"Sen kimsin pardon?" Tişörtünü başından çekip çıkardığım an saçları dağıldı. Mükemmel görünüyordu. Sarhoş gibiydi. Uzanıp yeniden dudaklarımızı birleştirdiğinde sorduğum soruya cevap vermek umrunda bile değildi.

"Görürsün," diye fısıldadığında cevap verebilecek durumda değildim, açık kalmış ağzımdan doğru düzgün nefesler almaya çalışıyordum çünkü eli iç çamaşırımın içindeydi ve acımasızca tam olarak orayı ovalıyordu. Dayanılmayacak kadar yoğun bir histi bana verdiği. "Sen banasın," dedi diğer avucunu boynuma yaslarken, yüzüm boynuna gömülmüştü ve tam kulağının altında alıyordum soluklarımı. "Bana kalacaksın."

O an, kayboldum.

Zamana dair bilinen ne vardıysa unuttum, öte yandan Kunt Vidar Karyeli'nin kollarının arasında göreceliliğini kanıtladı bana. Bu gece kendimi her zerresinde kaybedecek ve ertesi sabah hücrelerime kadar kırıldığım bir adamın yanında uyanacaktım.

Beni de alıp ayağa kalktığında etrafa bakabildiğim ilk an odanın yeniden karanlığa gömüldüğünü gördüm. Beni yatağa devirdi, iç çamaşırımla birlikte şortumdan kurtuldu, kalkmaya çalışırken kolumdan tuttu ve kolunu belime sardıktan sonra sırtımı göğsüne, dudaklarını da kulağıma yaslayarak cayır cayır yanan bir yer öpücüğünü kondurdu. Kaçmak, tutuşundan kurtulmak istedim çünkü benimle nasıl oynuyorsa bacak aramda da öyle bir oyun sürdürüyordu; yoğun, merhametsiz, çığlık çığlığa.

Karnıma yaslı koluna tutundum, tırnaklarımı geçirdim, fazla ses çıkardığıma kanaat getirdiği an çeneme yaslı elinin baş parmağını emdim. Her şeyi unutmuştum, yorgunluğumu ve öfkemi bile... Bambaşka bir yerdeydim.

Saçlarımı diğer omzumda topladığında boynuma bir öpücük bıraktı, ardından elini çekti. Başımı diğer yanıma çevirdiğim an Kunt'un başucu çekmecesinden bir şey aldığını gördüm, sesinden anlaşılacağı üzere muhtemelen prezervatifti. Kollarını karnımın üzerinden çıkartıp paketi önümde açtı, çenesini omzuma yaslamıştı. "Nefret ediyorum bundan."

"Bütün erkekler..." Aklıma gelen anıyla istemsizce güldüm. "Ediyor sanırım."

Beni kendine bastırırken yüzüme doğru eğildi ve "Bütün erkekler derken?" diye sordu sahiplenici bir tavırla. Tekrar güldüm.

"Bir arkadaşımın... partneri..." Dudaklarımı birbirine bastırıyordum çünkü gülmenin sırası değil gibi geliyordu ama sürekli gülüyordum. "Prezervatif fobisi varmış çocuğun. T-taktığı gibi d-düşüyormuş—" En sonunda vazgeçerek kahkahayı patlattığımda Kunt'un boğuk gülüşü de kulaklarıma dolmuştu.

"Biz öyle bir problem yaşamayacağız neyse ki," diye geçiştirdi beni belimden itip yeniden yatağa düşürürken. Yuvarlanıp sırtüstü yattığımda kollarımı kaldırdığım gibi üzerime eğildiği için boynuna dolayabilmiştim. "Çok güzelsin."

"Göremiyorsun bile."

"Nasıl göründüğünü biliyorum." Kolları vücudumu arasına alırken bacaklarımı beline doladım, çenemden yukarı ıslak öpücükler bırakıyordu. "Her zaman sana bakıyorum."

Ona verebilecek bir cevabım yokmuş gibi baktım yüzüne, avucumun içindeydi yüzü; ve gibi, biraz gereksiz bir kelimeydi çünkü gerçekten verebileceğim bir cevap yoktu ona. Ne söyleyeceğimi bilemeyerek ağzımı açtığımda ise onu hassasiyetimin üzerinde hissettim, ardından içimde; kelimeleri dudaklarımdan çalmıştı, aklımı da başımdan alıyordu.

Bize hiçbir şey olmamış gibi öptü beni, "Aç bacaklarını," diye mırıldandı boğuk bir sesle karanlığın içinde; bana kendini veriyordu, bu yüzden değil bacaklarımı açmak ne isterse o an muhtemelen veremeyeceğim hiçbir şey yoktu.

Aşk, zamanla inşa edebileceğin, güven, saygı ve sadakat üzerine kurulu bir yapıydı; birini alıp yapbozunuzun eksik bir parçasıymış gibi mükemmel bir şekilde boşluğa oturtmaya çalışmamalı, çalışırken kendi tablonuza da o parçaya da zarar vermemeliydiniz esasında. Böyle basit bir matematiğin bugün geldiği nokta insanın göğüs kafesine şiddetli ağrılar sokarken, kollarınızın arasına hayatınızın aşkını alabiliyor olmak aynı kafese çiçekler ekiyordu günden güne.

Yükseldiği her an uzaklaşıp beni başka bir pozisyona çekti, saçlarım hâlâ nemliyse bile yalnızca terden nemliydi. "Kalacak mısın?" diye fısıldıyordu kulağıma, ona cevap veremeyecek hâldeydim. Duyduğuma şükretmeliydi. "Her gece," diye devam etti kolunu karnıma bastırırken, eli ekstra mesaideydi. "Benimle..." Çığlık. Eli ağzıma kapanınca ısırdım. "...kalacak mısın?"

Hayır, diye fısıldıyordum, bağırmak istiyordum, başımı iki yana sallıyordum ama kabul etmiyordu.

Orta yerimden çatlayacağımı düşündüğüm, alt dudağımı ısırmaktan parçaladığımı hissettiğim anlardan birinde "Yeter," diye fısıldayıp sesimi ona duyurabildiğimde hızlandı. "Lütfen... Yeter..." Kollarının arasında küçüldüm de küçüldüm, beni kendine zımbaladığını hissediyordum; eğer birazdan ayrılmak isterse bile bütün uzuvlarım onunla birlikte hareket edecekti ve her nereye gidecekse beni de götürmesi için yalvaracaktım sanki.

Bir an karanlığın içinde kayboldum, bir diğerinde kolumun üzerinde yatağa dönmüştüm ve ışığa alışmaya çalışan gözlerimle cızırdayarak yanan gece lambasına bakıyordum. Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım ve güldüm istemsizce çünkü çalışmak için bu anı mı beklemişti yani?

Kunt'un eli belimden geçerek karnıma yaslandığında bacağıyla bacaklarımı ayırdı ve arasına girerek tamamen kendine çekti beni yeniden. Kafamın içinde kaybolduğum anların birinde prezervatiften kurtulduğunu düşünüyordum. Boynumdan öptü, çenemden öptü, ardından avucunu boynuma yaslayıp yüzümü yüzüne çevirdi ve gözlerimin içine baktı. "Neden gülüp duruyorsun?"

Omuzlarımı silktim. Bana neden güldüğümü gerçekten sormuyordu, bunu soracak son insandı. Gülmek sana günahsa...

"Duş almak ister misin?" diye sorduğunda başımı salladım, neden konuşma yetimi kaybetmiş gibi sadece beden dilimle cevap veriyordum hiçbir fikrim yoktu.

Kunt ayağa kalktığı gibi elimden tutup beni de kaldırdığında birlikte odasındaki banyoya yürüdük. Her ne kadar yaklaşık bir saat önce duş almış olsam da leş gibi terlemiştim ve kesinlikle bu şekilde yatağa girmeyecektim.

Duş kabinine girdiğinde suyun sıcak tarafını açtı. "Ne biçim erkeksin sen," diye dalga geçtim istemsizce. "Erkek adam soğuk suyla duş alır."

Gözlerini kıstı ve yüzünü hafif ekşilterek baktı bana. "Nereden çıktı bu şimdi?"

"Yani öyle derler," diye mırıldandım, çok aptal hissetmiştim bir an.

Kunt gülüp alnımı öptükten sonra arkamdaki raftan duş jeli ve lif alıncaya dek. "Üşüme diye sıcak suyu açtım, koridordaki banyoda ne zaman duş alsan kapının altından buharlar geliyor."

"Tabi," diye mırıldandım yine aptal gibi hissederek. Adam beni düşünüyordu, ben ona laf çakma peşindeydim. Beni liflemeyi düşündüğünü anladığım an hazırladığı lifi çalıp bir başka lifi göğsüne attım ve "Sapık," diye takıldım bu sefer, hızlıca kendimi terden arındırırken. Kunt muhtemelen bu sarhoş tavırlarıma anlam veremiyordu ama birincisi, bacaklarımın arasındaki hassasiyeti hissetmezden gelmek zordu ve ikincisi, Kunt baştan aşağı çıplakken ona dik dik bakmamaya çalışmak zordu ve üçüncüsü, elli kere de onun karşısında çırılçıplak kalsam utanmaya devam edecek ve utanmadığımı kanıtlamaya çalışırken saçmalayacakmışım gibi geliyordu.

Saçlarımı durulamasına izin verdim. Ne zaman gözlerimi kapatsam bir öpücük çaldı kendine. En sonunda saçlarımı ayrı, vücudumu ayrı bir havluya sarıp banyodan kaçabildiğimde yerdeki eşyalarımı toplayıp altıma iç çamaşırı almak için odama gitmiş, ardından Kunt'un dolabından tişört çalmak için odasına geri gelmiştim.

Saçlarımı kurutmak için çok yorgun ve uykuluydum ama mızmızlanmayacaktım çünkü hasta olmak istemiyordum. Kunt banyodan çıkarken ben girdim, aradan geçerken bana gayet uslu bir şekilde odaya dönüyormuş pozları kesip koluyla belimden yakaladığında gerçekten saçlarımı kurutmak için saklamaya çalıştığım gücü onunla boğuşurken harcayacakmış gibi hissediyordum. "Ya, bırak!"

"Ama daha nereye gidiyorsun ki? Bitti işte tamam yeter, yatağa gel," diye mızmızlandı beni omzunda iki büklüm olduğum şeklimden alıp yatağa atarken. Çarşafları değiştirmişti.

"Saçlarımı kurutmazsam hasta olurum," diye mırıldandım hapşurmadan hemen önce. "Bak, gördün mü? Bahane arıyorum resmen hastalığa." Uzattığı elini tutarak doğruldum, ardından kalktığıma onunla yatak arasında sıkışmıştım. "Geçmeme izin verecek misin?" Kollarımı göğsümde birleştirerek başımı kaldırdım ve dik dik baktım ona.

Ellerini havaya kaldırdı ve suçsuzmuş gibi geri çekildi. Ama ben yanından geçip banyoya giderken, peşimden geldi.

Kapının pervazına yaslanmış, kollarını göğsünde birleştirmiş beni izliyordu. Kurutma makinesini dolaptan çıkartıp prize taktım ve taradığım saçlarımın arasında saçlarımı bir elimde dağıtarak dolandırmaya başladım.

"Saçların uzuyor," dedi Kunt benim de aynı düşüncelerde olduğum anların birinde. Ardından yaslandığı yerden doğrulup yanıma geldi ve kurutucuyu elimden alıp kalan nemli saçlarımın tamamen kuruduğundan emin oldu.

Kurutma makinesini kaldırıp saçlarımın arasına bir öpücük bıraktıktan sonra çocukmuşum gibi elimden tutup yatağa götürdü beni, ardından ben temiz çarşafların arasına tırmanırken gece lambasını kapattı ve sonunda yanıma yattı.

Birkaç saniye içinde vücudumun %90'ı Kunt'un üzerinde olacak bir şekilde boynuna doğru solurken buldum kendimi. Elimi kaldırıp avucumu yanağına yasladım ve yeni çıkan sakallarını hissettim bir kez daha. Kalmak istiyorum, demek istedim ona. Huzuru senin de hissettiğini biliyorum ve ben her gece burada, böyle kalmak istiyorum.

Yerine, uyudum.

O gece birkaç kez uyandım. Her seferinde uzağa, kendi alanıma kaçmıştım ve her seferinde Kunt beni geri sürüklemenin bir yolunu bulmuştu.

Sonuncu uyanışımda yalnızdım. Beyaz çarşafın üzerinde kedilerim ve anneleri Tosbik uyuyordu. Kendimde ayağa kalkacak gücü bulamıyordum her ne kadar duvardaki saat, saatin öğlen 12'ye geldiğini gösterse de.

Ama sonra, aklıma gelen düşünceyle kedileri bile unutarak çarşafı kaldırdım ve çığırarak dört bir yana fırlayan kedilerin arasından kaçıp soluğu koridorda aldım. Esved. Üzerime bir pantolon ve kazak geçirmeye çalıştığım dakikalarda aynı zamanda telefonumu arıyor ve çoraplarımı ayağıma giymekle uğraşıyordum. Nihayetinde kalın ceketimle birlikte merdivenlerden aşağı inebildiğimde har gür bir şekilde salonu kontrol ettim ve Kunt'un etrafta olmadığının farkındalığıyla çıkış kapısına yürüdüm hızla.

Rehberimden Kunt'u bulmaya çalışıyordum ki, Ayşen abla ellerini bir beze silerken çıktı mutfaktan. "Kuzum?" diye seslendi bana yüzünde aydınlık bir gülümsemeyle. "Şükürler olsun. Yüzünü gören cennetlik, nerelerdeydin?"

"Ayşen abla," dedim nefes nefese, kendimi ve heyecanımı dizginlemeye çalışırken. "Kunt nerede?"

"Az önce geldi, bahçede çocuklarla konuşuyordu. Bir sorun mu var kızım—"

"Teşekkürler Ayşen abla," diyebildim botlarımı kaptığım gibi kapının önüne çıkarken o an. Ne düşünüyordum bilmiyordum uyandığım gibi beş dakika içinde kendimi kapının önüne atarken ama botlarımı bağlamaya kalmadan başım döndüğünde paspasın üzerine düşmüştüm.

Avuçlarım yere yaslandı, derin bir nefes alıp kendime gelmek için gözlerimi kapattım. Sakin ol. Sakin ol. Sakin ol.

Ama çok değer verdiğim bir insan, umutsuz gözlerle bakılan o komadan uyanmış olmalıydı bu sabah ve ben sakin olunabilecek bir neden göremiyordum ortada.

Siyah, deri botlar gözlerimin önüne gelene dek.

"Uyandığı gibi kendini camdan aşağı fırlattı cidden, kelimenin tam anlamıyla," dediğini duydum Efes'in, basamakların aşağısından. Hayretler içerisinde bakıyordu bana gülümseyerek. Bu iyiye işaret olmalıydı, değil mi?

"Gel, gel..." Önümdeki deri botların sahibi nihayet eğilerek ellerimden tuttuğunda beni, benim güç harcamama kalmadan beni ayağa kaldırdı ve önce ellerimi, sonra dizlerimi silkeledi. "Sakin ol, gideceğiz hastaneye."

"Uyanmış mı?" diye sordum daha bir günaydın bile demeden, ilk kez başımı kaldırıp Kunt'un yüzüne bakarken. Çok daha iyi görünüyordu. Üzerinde siyah boğazlı bir kazak, siyah bir kaban vardı ve güneş gözlüklerini yüzünden çıkarıyordu. Koyu halkalar ve yorgunluğunun belirtileri kaybolmuştu. Dün gece iyi uyumuş olmalıydı.

"Uyandı," diye cevapladı Kunt beni, çenemden bir makas alırken. "Ben de gitmek için senin uyanmanı bekliyordum."

Kaşlarım çatıldı, telefonumdan saati kontrol ettim yeniden. "Sen kaçta uyandın ki?"

"Altı," diye yanıtladı beni. Bu da demek oluyordu ki en fazla 6-7 saat uyuyabilmişti dün gece. Yeterli. "Fuat Hocam sabah antrenmanlarını sever. Ben de öyle."

Rus maçı. Yutkundum. Kunt, Behzat Karyeli'nin istediği gibi antrenmanlarına geri dönmüştü; her ne kadar bu meseleyi bırakmayacağını bilsem ve ben de bunu istesem de, eğer hepimiz şu an bıraksak bundan sonra nasıl bir hayatımız olurdu merak etmiyor değildim.

"Günaydın," dedi o an Kunt, dalıp gittiğim yerden beni çekip alarak. Birkaç saniye boyunca yüzüne öylece baktım, kelimenin tam anlamıyla beş dakika önce uyandığımın ve algılarımın henüz açılmadığının farkındaydı sanırım.

"Günaydın," dedim sakin ve donuk bir sesle. Efes arkada sıfatıma bakıp kahkahayı patlattığında kenara çekilip ona ters bir bakış attım. O da dün gece iyi uyumuş gibi görünüyordu, enerjisi yerindeydi maşallah.

"Hadi, gidelim." Kunt eğilip yanağımdan öptükten sonra elimi yakaladığında herhangi bir itirazda bulunmadım, zaten dün gece hücrelerime kadar sınırlarımı ihlâl edip kalesine bayrağını dikmiş bir adamın elinden elimi çekmem muhtemelen trajik bir şekilde komik olurdu. Bunun yerine, kapımı açtığında geçip ön koltuğa oturdum ve emniyet kemerimi bağlarken Kunt'un yanımda, Efes'in de arkada yerini alışını izledim.

"Ne oldu bebeğine?" diye sordum dönüp Efes'e.

Ekşi bir suratla çiğnedi ağzındaki sakızını. "Kunt Allahsız olduğu için motorsikleti evime değil komutanlığa göndermiş, ben de sabah sabah gitmek istemiyorum oraya şimdi."

"Öktem'i evine göndermişler," diye araya girdi Kunt o an, kapıyı kapattıktan sonra motoru çalıştırırken. "Yani komutanlığa gitmek için kendine bahane yaratıyor olmazsın, rahat ol."

"Bahane yaratmak mı?" Efes ters ters baktı Kunt'a, koltukta tam ortaya gelip bir elini Kunt'un diğerini benim oturduğum koltuğun omuzluğuna koymuştu. "Motorsikletimi Öktem'le aynı kodese koymuşlar gibi davranma."

"Gidersen yanına uğramaktan korkuyordun ama kızın, kabul et sen de," diye cevapladı Kunt onu, merhametsizdi bu sabah.

"Düşmanımız o bizim."

"Öyle mi?"

Dönüp bir Kunt'a, bir de Efes'e baktım; ardından sanki eski yakın arkadaşım hakkında konuşmuyorlarmış gibi yapmayı bırakıp seslice nefes verdim. "Sizin bana yaptığınızdan pek bir farkı yok Öktem'in yaptıklarının. Ben geçip arabanıza oturuyorken senin onunla aynı ortama girmekten çekinmen komik olmuş Efes."

"Kızım aynı şey değil, Öktem bizi de seni de kullanmak için sızmış aramıza resmen. Ayrıca ortam dediğin kodes. Hapishane yani," diye cevapladı Efes beni, gayet rahat bir tonla. "Öktem senin yakın arkadaşındı, aranızda olan da olacak olan da seni ilgilendirir ama benim de bir hesabım var onunla beni ilgilendiren yalnızca."

Omuz silktim, camdan yanımdan akıp giden yola bakarken. "Öyle olsun."

"Öyle çünkü," diye homurdandı Efes ve arkasına yaslandı.

Böylece Kunt, Efes, ben ve havadaki hafif gerginlik İstanbul'un öğlen trafiğinde kırk beş dakikalık bir yolculukla nihayet Esved'in tedavi gördüğü hastaneye varabildik. Yol boyunca Kunt'un antrenman takvimi, Behzat Karyeli'nin hafta bitimine kadar Ankara'da oluşu, Efes ve diğerlerine ay sonuna kadar verilen ücretsiz izni konuştuk. Behzat Karyeli'nin onları görevden alıp izne çıkararak bu meseleden uzakta tutabileceğini zannettiğini düşünmek aptallık olurdu, bu yüzden son dakika bu konuyla dalga geçmekten vazgeçmiş ve Kunt'la Efes'in konuşmalarını dinlemeyi seçmiştim yalnızca.

Öktem'in salınmasına şaşırmamıştım. Zaten en başında Karam tarafından yakalanıp teşikilata götürüldüğünde de Behzat'la işbirliği yapma şartıyla salınmıştı, şimdi de ona bir şey olacağını düşünmüyordum. Ne olsa Acar Tasmas'ın kızıydı ve elinde Behzat Karyeli'nin istediği gibi kullanabileceği bir gücü taşıyordu. Sadece, bundan sonra nasıl adımlar atacağını merak ediyordum.

Karam'ın da öyle.

Melisa.

Kunt arabayı park ettikten sonra araçtan inerken, neredeyse Esved'in uyanışını gölgeleyecek kadar bir kederle kaplandı içim; Efes'den de, Kunt'tan da saklıyordum Melisa'nın sırrını ve hatta Karam'dan bile. Melisa'dan da sakladığım bir sır vardı, çocuğun babasının kim olduğunu biliyordum. Her ne kadar bu noktada, böyle bir ortamda verilecek kadar tamamen onun olsa da içim rahat değildi.

Abimin sırma saçlısını Beren sandığım zamanı düşündüm. Melisa'nın, spor akademisinin oradaki kahvecide Karam'dan nasıl abi diyerek bahsettiğini de düşündüm. Melisa her zaman iyi bir oyuncu olmuştu, eminim bu seferki olayın üstesinden de gelirdi.

Hastanenin acil kapısından girdiğimizde danışmaya yürüyorduk ki köşedeki sedyelerden birinde tanıdık bir yüz gördüm. Kabarmış siyah saçlar, soluk beyaz bir ten, günlük eşofmanlarıyla Şebnem ceketini giyiniyordu. Ne zaman hastaneden taburcu olmuştu?

Kunt'la göz göze geldiğimizde Efes'e bir bakış attıktan sonra adımlarını hızlandırdı ve hepimizden önce Şebnem'in yanına vardı. Şebnem hemen bizi fark etmiş, kenardaki çantasını ve elindeki reçeteyi almış çıkmaya hazırlanıyordu. "Siz de mi buradaydınız?"

"Geçmiş olsun," dedi Kunt hafifçe eliyle omzuna dokunurken, destek olmak istercesine. Efes'le aynı anda "Geçmiş olsun," diye tekrarladık biz de. Şebnem bakışlarını benim üzerimde biraz daha fazla gezdirmiş, iyi olup olmadığımı anlamak istercesine baştan aşağı süzmüştü o an.

"Sağ olun," dedi yorgun bir sesle. Yüzünde sıfır makyaj vardı ve gözaltları çökmüş, biraz kilo vermişti. "Dikişlerimi zorlayınca canım çok yanmaya başladı. Kontrole geldim, ağrı kesici de verdiler."

"Dikişlerini niye—" Efes kaşlarını çatmış, öne atılacaktı ki son anda kendini tuttu ve seslice nefes verdi. "Teşkilat dinlenmen için izin vermedi mi?"

"Verdi ama güçten düşmemek için antrenmanlara dönebileceğimi düşünmüştüm en azından," diye yanıtladı Şebnem onu, az önceki pasif agresif çıkışını görmezden gelerek. "Biraz daha tembellik yapmam gerekiyor evde sanırım."

"Bir daha dikişlerini zorladığını duyarsam bozuşuruz. Fizik tedavi neyine yetmiyor?" Kunt, bir abi edasıyla Şebnem'e eh be kızım dercesine baktı. İstemsizce hoşuma gitmişti.

"Siz? Birinize bir şey olmadı inşallah?" diye sordu Şebnem, üçümüzü de gözden geçirdikten sonra. "Her şey yolunda mı?"

"Esved uyandı," diye cevapladım onu sevinçle.

"Aa, komadaydı değil mi?" Seslice nefes verdi çantasını boynundan geçirip çapraz takarken. "Geçmiş olsun dileklerimi iletin ona da. Benim şimdi çıkmam lazım," diye devam etti aramızdan sıyrılırken. "Görüşürüz sonra. Ya da görüşmeyiz, inşallah, bilemedim, hep korkunç şartlarda karşılaştığımızdan..." Bana baktı. Sanırım evde yaşadıklarımız ona da travma olmuştu.

Şebnem'in arkasından bakarken Kunt'un yaklaştığını hissettiğimde, elimi cebimden çıkarıp bakacağını düşünmemiştim. "Çıkmadan senin eline de baktıralım, iyi iyileşiyor muymuş bir terslik var mıymış..."

"Baktırırız, baktırırız... Artık gitsek mi?" Elimi çektim ve gözlerimi Kunt'la Efes'in üzerinde gezdirdim. Her ne kadar Efes, bir süre Şebnem'in ardından baksa da bakışları duygusuzdu ve önüne döndüğünde gayet iyi görünüyordu. Sanırım Şebnem dosyası onun için gerçekten kapanmıştı artık.

"Gidelim," diye yanıtladı Kunt beni, elini belime koyup hafifçe destek olurken fakat ben danışmaya döndüğümüz gibi adımlarımı hızlandırdım. Esved'i yoğun bakımdan normal odaya almışlardı.

Oda 2426. On birinci kat. Asansör doluydu, ama Kunt beni bir köşeye alıp önüme sur gibi dikildiğinden midir bilinmez bana o kadar da dolu gelmedi. Nihayet on birinci katta indiğimizde etraf sessiz görünüyordu fakat 2426. odanın önünde Basri telefonla konuşuyordu. Yüzünün güldüğünü ilk defa görüyordum sanırım.

"Canım kapatıyorum, misafir geldi," dedi Basri bizi koridorun başında yakınlaşırken gördüğünde. Yine kızıp tartışma çıkaracak mıydı bilmiyordum ama içimden bir ses, daha fazla gürültü yapmayacağını söylüyordu.

"Hoş geldin abi," dedi Basri, benim oldukça şaşırdığım ve yumruk yemiş gibi bir adım geri gittiğim, ağzından çıkanı sorguladığım bir sesle. Kunt'la el sıkıştılar. Ardından Efes'le de. Basri beni görmezden gelmedi, başıyla selam verdi.

"Ailesi?" diye sordu Kunt.

"Gül teyze ve diğerleri kafeteryaya indiler. İçerisi boş. Doktoru az önce gitti, ameliyatı varmış sanırım..."

Kunt "Sağ ol Basri," dedikten sonra elimi tuttuğunda şaşkın bakışlarımı Basri'den, Kunt'la ellerimizin birleştiği noktaya çevirdim ve boğazımı temizledim. Artık şaşkın değildim, sadece heyecanlı ve biraz da gergindim.

Esved ne biliyordu? Esved hiçbir şey bilmiyordu.

Siktir. Esved hiçbir şey bilmiyordu. Kıyamet kopacaktı.

Kapı açıldığında doğrudan Esved'in yatağını gördüm. İlk birkaç adımda silüeti belirginleşti ve ardından arkasına konulmuş üç yastığın yardımıyla dik oturduğunu fark ettim. Biri uzamış sakallarını kesmişti ama saçları karman çormandı, çok kilo verdiğinden gözaltları morarmıştı ve oldukça sağlıksız görünüyordu.

Karnıma kramplar girdi. Onu böyle görmek benim için çok zordu. Lisenin altın çocuğunu, benim için adam öldürüp hapse giren bir adamı, benim yüzümden kaza geçirip komaya giren bir adamı böyle beyazlar içinde sağlıksız bir şekilde görmek çok zordu ama en azından, en azından uyandı ve bilinci yerinde diyordum kendime ve bu şekilde ağlamadan tutuyordum kendimi.

Göz göze geldik. Fazlasıyla ruhsuz bakıyordu, önündeki televizyonda bir haber kanalı açıktı ve haftanın haber başlıklarının özetini geçiyordu. Esved yorgun bir hareketle uzanıp televizyonu kapattığında Kunt'un elini bırakıp yatağına yaklaştım ne diyeceğimi bilemez bir hâlde dikildim öylece önünde.

"Esved," dedim zorla yutkunurken. "Şükürler olsun ki uyandın. Nasılsın?"

Boğazını temizledi, ama buna rağmen "İyiyim," derken çatlamıştı sesi. Soğuk bakan gözleri arkamdaki iki silüete sessiz bir selam verirken ben yatağının kenarına oturdum ve pikesini düzelttim.

"En son ne hatırlıyorsun?"

Kucağındaki beyazlamış, titreyen ellerine baktı önce. Ardından gözlerini duvara çevirdi. "Otobandaydım. Araba sürüyordum."

Ve kaza olmuştu.

Zamanla iyileşmişti yüzündeki çürükler ve kesikler ama izleri kalmıştı tabii biraz da olsa. Onlar da zamanla silikleşecekti ve Esved ayağa kalktığında eski sağlıklı hâline dönecekti. Her şey yoluna girecekti. "Her şey yoluna girecek, sen uyandın ya," dedim çocuksu bir sesle. "Doktor ne dedi? Ne zaman çıkabilirmişsin?"

"Sakin ol be kızım," diye araya girdi o an Efes arkadan. "Daha herif uyanalı ne kadar oldu?"

"Ama ne bileyim..." Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum.

Esved yorgun bir ifadeyle hafifçe tebessüm etti, elini elimin üzerine koydu. "Bir haftaya anca taburcu edilebilirmişim. İnan ben de en az senin kadar kurtulmak istiyorum şu beyaz dört duvar arasından, midemi bulandırıyor."

Gözlerim sulanırken kocaman gülümsedim. Kurtulacaktı tabii. Benim bile midem bulanmıştı buraya geldiğim birkaç seferde, Esved burada haftalarını geçirmişti her ne kadar uyuyor olsa da bu zamanın çoğunda.

"Bir şeyler değişmiş sanki, bana anlatacağın çok şey varmış gibi duruyor," dedi Esved ardından, bakışlarını olabildiğince sert tutarak omzumun üzerinden arkasına bakarken. Bana konuşuyordu halbuki ama Kunt'a dikleniyordu bu hâliyle bile. İstemsizce güldüm sessizce.

"Sorma," diye mırıldandığım an, Esved elimi fark etti ve kaşları çatıldı.

"Eline ne oldu?"

"İş kazası."

"Hangi işin kazası?"

"Hayat."

"Ne diyorsun Karaca?"

"Anlatırım Esved."

"Anlatacak mısın cidden?" diye sordu Esved bu sefer, ters bir ifadeyle. Sanırım aklı, bileklerimdeki ip izlerini gördüğü geceye gitmişti ve yine Kunt'u sorumlu görüyordu. Kunt sorumluydu, evet ama olan bitenden haberi yoktu ve ben nasıl anlayacağımı bilmiyordum gerçekten.

Bir titreşim sesi tüm odayı kapladığında dönüp arkama baktım, Kunt'un sırtıma sabitli gözleri bir an olsun baktığı yerden ayrılmazken elini cebine attı ve telefonunun ekranına bakmadan önce benimle göz göze geldi. Dün geceki ya da bu sabahki adamdan eser yoktu mimiklerinde.

Gelen arama her kimdense, önemli olmalıydı ki "Buna bakmam lazım, müsaadenizle," dedikten sonra kapıya yöneldi ve çıktı.

"Al kırdınız adamı işte," diye söylendi Efes bir espri yapmaya çalışarak ama hiçbirimiz gülmedik. Efes somurttu. "Sizin için ortamı yumuşatmaya çalışanda kabahat."

O an Esved'in elimi sıktığını hissettim, işaret parmağıyla altı harf çizdi elimin üzerine. G İ T S İ N.

"Efes bizi biraz yalnız bırakır mısın?" diye mırıldandım tok bir sesle, anında. Esved neden yalnız kalmak istiyordu bilmiyordum ama en güçlü tahminim, neler olduğunu benden duymak istediğiydi.

Efes başını sallayıp odadan çıktı ve kapıyı kapattı.

Esved'e döndüm boğazımı temizleyerek. Bak... Sen gittin ve, ben evde tektim ve, Melisa ve Şebnem geldi ve, sonra Ekin de geldi ve... Sonra herkes geldi ve... O kadar herkes geldi ki Karam bile geldi Esved. Bir tek sen gelmedin.

Her zamanki gibi.

"Kunt ya da onlardan biriyle bir daha konuşmazsan sana gerçekte neler olduğunu anlatırım."

Şokla elimi çektim. Esved'in surat ifadesi bir anda değişirken benimki de eminim şaşkınlıkla aydınlanmıştı. "Ne?"

"Söylediğim gibi," dedi bir kez daha tekrar etmek istemiyormuşçasına. "Eşyalarını topla ve çık evinden. Yüzüğünü atmışsın zaten, belli bir şeyler olmuş aranızda. Çık bu kavganın içinden, senin kavgan değil bu. Def olup gidelim Karaca bunların dünyasından."

"Esved sen ne diyorsun?" Öyle düşmanca konuşuyordu ki, istemsizce oturduğum yerden ayağa kalkmıştım. "N-normal bir kaza geçirmedin mi sen? Ba-bana bunu söylemek için mi yoldaydın ya da, anlamadım ki."

"Eğer bana bu meseleyi ve onları bırakacağını söylersen sana söylerim." Kaşlarını çatmış, dudakları düz bir çizgi hâlinde oldukça kararlı görünüyordu Esved. Bir şeyler sakladığı her hâlinden öyle bir belliydi ki...

Bir kez daha baktım arkadaşıma; haftalar süren komanın yorgunluğu üzerindeydi evet ama artık odaya ilk girdiğimd gördüğüm kadar zayıf ya da ruhsuz görünmüyordu gözüme, hayır. Esved içinde büyük bir öfke saklıyordu ve her nedense, bu öfkeden beni korumaya, kendi yanına almaya çalışıyordu.

"Seni öldürmeye çalıştılar değil mi?"

Sıfır mimikle baktı suratıma. Orada her ne yaşandıysa, Esved artık böyle biriydi.

"Ne biliyorsun?"

Ruhsuz bir ifadeyle önüne döndü. "Onları bırak. Söylerim. Gerçi söylesem de, onları bırakmak zorunda kalırsın. Bunu bir düşün istersen. Çıkmaz sokağa girdin sanırım Karaca."

"Neden böyle konuşuyorsun? Ne biliyorsun bu kadar tehlikeli?"

"Tek bildiğim," diye yanıtladı beni, kapının diğer ucundaki hareketliliği ikimiz de hissetmiştik. "Ben fazla yaşamam. O yüzden seçimini yap."

Continue Reading

You'll Also Like

300K 24.9K 40
*Asker Kurgusu* Güneş Milan Aksu, annesinin günlüğünü okuyarak babası hakkında herhangi bir bilgiye ulaşarak onu bulmak ister. Fakat günlüğü okurken...
SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

1.6M 98.7K 7
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
8M 375K 65
"İkimizde biliyoruz ki, er ya da geç benimle evleneceksin. Ve bu zorunluluktan olmayacak!" "Başlangıç: 12 HAZİRAN 2016 Bitiş: 18 EKİM 2019" ...
981K 53.9K 41
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...