SİYAM MARE

By vaenoctis

536K 28.5K 62K

IV. KİTAP Siyam serisi (Kış Güneşi (I), Kanbeyaz (II), Küllerinden (III)) devamıdır. More

2. KÜLLERİNDEN, YENİDEN
3. ARTÇI DEPREMLER
4. ŞARAPNEL
MARE ÇIKIŞ TARİHİ + BALIKESİR İMZA

1.KOMA HÂLİ

161K 7.2K 21.3K
By vaenoctis




Siyam serisinin üçüncü kitabı "Küllerinden"in devamıdır.

Şu bizim ışıkları bir açalım.

🕯️

MARE

1.KOMA HÂLİ



Michael Kiwanuka, Cold Little Heart


Benim göğsümde... acısı hiç geçmeyen bin dumanın izi var.

Gözlerimden, sonuçları hiç düşünülmeden söylenmiş bin yalanın yaşı akıyor; genzime is kokusu sinmiş, ne söylesem kül edilmiş dudaklarımın arasında. Dışarı çıksa kelimeler böyle bir dünyada çok fazla yaşamazlar. Böyle bir dünyada... dürüstlük, hiç edilmiş. Kazanmak için oynanan oyunlar, iyileri de kötü etmiş. Ne çıkıp "Niye kazanmak istiyorsun, çok mu önemli?" diye hesap sorabilirsin yana yakına, ne de alkış tutabilirsin yaptığına.

Her şey basit, her şey sıradan; bir anlamı, bir yeri olmadığı sürece sende.

Bir silahı ele alalım mesela... Caydırıcı bir etkisi var namlunun başındaki kişiyi, yapmak üzere olduğu eylemden; ateşlersen, ölür belki. Yaralanabilir de. Bir silahın amacı bu. Ona anlam yüklemeye gerek yok. Bunun için yapıldı. Zarar vermek için.

Ama duyguların böyle bir gücü var işte. Herhangi bir nesneyi, kelimeyi; belki bir cümleyi bir tabancadan daha ölümcül hâle getirme gücü... O değeri verdiğin insanın ellerinde.

Belki hemen öldürmez ama... Ama, zaten bu da en kötüsü, değil mi? Çünkü süründürür.

Bahçede, kollarımı göğsümde birleştirmiş, üzerimde kalın bir kazakla dikiliyor ve evin etrafına yerleştirilmiş korumalardan biriyle göz göze gelmeye çalışıyordum. Kötü kötü bakıyordum, kabul ama ben tatlı baksam da benimle konuşmamak; bir sorunum ya da isteğim olmadığı sürece yoluma bile çıkmamak için emir almışlardı. Çünkü dilin zehir.

İnsanları kolayca kandırabiliyor ve istediğim şeyi yaptırabiliyor olmam benim suçum değil, onların aptallıklarıydı. Mesela iki gün önce. Annemi de kendimi de hazırlayıp sanki Kunt Vidar Karyeli'yle buluşacakmışız gibi bir izlenim yaratarak evdeki çalışanlar dahil herkesi kandırmış, araç hazırlatmış, aracı kaçırmış; köprüde çevirmeye yakalanmıştım. Ülkenin teröristinden değil, omzunda galaksi taşıyan askerinden kaçmaya çalışınca adaletin ağına düşmem düşük bütçeli trajikomik bir tiyatro senaryosu gibi geliyordu kulağa.

Ama gerçekti tüm bunlar.

Behzat Karyeli'nin aile evinde hayaletler vardı. Bodrum dâhil beş katlı olan bu sarayda geceleri kapılar çarpıyordu rüzgârdan, çünkü penceleri açmadığım sürece duramıyordum bir odada. Kuş kafeste nefes alamıyordu. Kimseyle konuşmamak bana iki şey öğretmişti: Bir, çenesini uzun süre kapalı tutamayan biri için tek kelime etmeden geçirdiği iki gün, çölde susuz iki haftaya denkti. Ki iki haftanın sonunda muhtemelen ölürdün. İkincisi ise... Keşke biri bir daha çıkıp sessizlik ile huzurun doğru orantılı olduğunu söylese de tokatlasam. Çünkü bu cümleyi hayatım boyunca birçok kez, birçok kişi tarafından duydum ve gerçek anlamda tattıklarını düşünmüyorum.

Sessizlik ölümcül.

Sessizliğin insanı yaşattığı tek bir yer var; o da anne rahmi, dokuz ay boyunca. Ya da uyku hâli. İkisinde de bilincin yok. Bir de koma hâli var sanki Karaca.

Esved komadaydı.

Dünyamın başıma yıkıldığını sandığım tüm günleri tek yumrukta yok eden o gece, Sergen'le ilişkisini çözeceğini söyleyip memleket yoluna düşen Esved dönüşte kaza yapmıştı. Kazadan önce ısrarla aradığı iki kişi vardı, ben ve Kunt Vidar Karyeli kişisi. İkimiz de açmamıştık. Eğer açsaydık, Esved ne söyleyecekti? Bugünlerde beni geceleri uyutmayan birçok neden var ama bu en güçlülerden biri, çünkü her zaman tek yaptığı beni korumak olan çok değerli arkadaşım benim yüzümden komada.

Kendimi suçlamamam imkânsızdı. Kimse de bana kendimi suçlamamamı söylememişti zaten.

Kimse bana hiçbir şey söylememişti. Belki de dinlemeyeceğimi bildiklerinden.

Belki de kapımı kilitleyip kulaklıklarımı taktığımdan, ne zaman eve biri gelse.

Annem sürekli hastaneye götürülüyordu randevularından dolayı. Dr. Marc'ın onun üzerinde uyguladığı tedavi işe yarıyordu ama annemin aklı hâlâ gidip gidip geliyordu. Ondan istedikleri cevaplar her ne ise, biraz daha beklemeleri gerekiyordu.

"Çok güzel sulu köfte yaptım! Hadi abini ara da gelsin birlikte yiyelim."

"Abim yok."

"Ne demek yok?"

"Yok işte gitmiş. Ben dönmem bir daha ne hâliniz varsa görün dedi."

"Karaca dalga geçme anneyle! Abin öyle şey demez! Eşek sıpası nereye gidiyormuş daha yaşı kaç başı kaç?!"

"Kocaman adam oldu cehennemin dibine kadar yolu var!" Ve kapıyı çarpış.

"Kızım aç kapıyı! Ne bu senin asi hâllerin?! Almayayım ayağımın altına bak Karaca!"

"Kapı kilitli değil anne, gel de al istiyorsan..."

Keşke aklı başında olsaydı da her şeyi anlatabilseydim anneme. O zaman anlardı beni. Abin de abin diye tutturmazdı. O da sus pus kesilirdi benim gibi, konuşmazdı bir daha onlarla. Hiçbiriyle. Çünkü konuşuyordu, biliyordum. Ben üst kata kendimi kilitlediğimde, annem eve gelenlerle kahve bile içiyordu sohbet ederken.

Bir keresinde tuvalete giderken Kunt Vidar Karyeli'yle konuştuğunu duymuştum.

"Uyuyor mu?"

"Uyuyor Vidarcığım."

"Vidar mı?"

Çünkü anneme ben öyle tanıştırmıştım ismini unutup bana sorduğunda. İki ismi var ama genelde Vidar'ı kullanır demiştim. Spor akademisinde kendimi sokaklardaki beladan korumak için boks öğrendiğimi ve onunla da orada tanıştığımızı söylemiştim. Bu evde geçici olarak kaldığımızı, bir arkadaşımın boş evi olduğunu da söylemiştim. Annem her gün gitmek istese de, burada bu kadar kalmamızın uygun olmadığını söylese de bir saate zaten kafası karışıyordu.

Gidebildiğim tek bir yer vardı. Hastane. Esved'i ziyaret edebiliyordum, peşimden ayrılmayan iki izbandut gibi korumayla birlikte. Bir keresinde korumalar yerine Efes benimle gelmek istediğinde bir süredir ilk defa görüyordum onu, gözle görülür bir şekilde çökmüştü. Gözünün içinin parıltısı gitmişti. Gitsindi zaten.

Şebnem yüzündendi, biliyordum. Şebnem çok ağır bir ameliyat geçirmişti ve neredeyse onu kaybediyorlardı. Kan kaybından kalbi durmuştu. Ona kan veren ilk kişinin Öktem olduğunu duymuştum ama Öktem'i de o geceden beri görmemiştim, bu yüzden doğrulayamıyordum.

Her neyse... Efes'le aynı arabaya binmek istememiştim, sırf bu yüzden eve geri dönmüş ve o gün Esved'i ziyaret etmemiştim. Bunun yerine doktorunu aramış ve durumunda bir değişiklik olup olmadığını sormuştum sadece.

Behzat Karyeli kendi evine gelmiyordu. Öktem'in telefonunu arıyordum ama ona ulaşamıyordum. Nehir Dündar'ı bile, evin durumunu kontrol etmek için geldiğinde görmüştüm ama Kunt Vidar Karyeli kişisini bir kez olsun görmemiştim; gözlerimin üzerine değmesine, izin vermemiştim. Beren, Melisa... Karaltı... Kimseyi görmüyordum birkaç gündür.

O geceden beri.

Neler oluyordu bilmiyordum.

Ama biraz da bilmek istemediğimdendi.

Biriyle konuşursam, tüm yalanları; saklanan her şeyi, bir bir öğrenecektim çünkü. O gece korkuyordum, ama bugün daha fazla hayal kırıklığı yaşamak istemeyişimdendi bu tavrım; yoksa küçük bir çocuk değildim ben, farkındaydım her şeyin. Herkesin.

Tek bir sorum vardı. Neden?

Ama cevapları dinlemeye gücüm var mıydı, bilmiyordum işte.

Kaç git diyordu hâlâ içimden bir ses. Denemiştim de birkaç kez. Ama nereye kaçacaktım ki, nereye gidecektim? Annem bile burdayken... Ve bu savaş benim de savaşımdı. Ne olmuş olursa olsun. Alın her şeyi çalın başınıza diye yıkıp ortalığı gitsem, en büyük zararı yine kendime vermiş olacaktım çünkü artçılarla, depremlerle çürük raporu almış bu binayı yıkmak gerekti. Yıkmak ve yeniden inşa etmek.

Yaşamak bu demekti.

Ön bahçede bir hareketlilik gördüğümde, uzaktan açılan demir kapıların sesini duydum. Arazi o kadar büyüktü ki giriş ve çıkış kapılarının yalnızca sesini duyarak anlayabiliyordum birilerinin geldiğini. Bugün dönüp de odama kapatmayacaktım kendimi, gelen her kimse piyango ona çıkmıştı.

İçimden, gelenin kızlardan biri olması için dua eden yanımı bıçaktan geçiren tanıdık plaka ve araçtı. Siyah, büyük bir SUV evin ön bahçesine yanaştığında süs havuzunun etrafında döndü ve birkaç metre önümde durdu.

Kollarımı göğsümde birleştirmiş, kulaklığımı boynuma asmıştım. Müzik olmadan katlanamıyordum birkaç gündür bu dünyaya, bu yüzden kulaklığım da ben nereye gidersem oraya geliyordu. Saçlarım henüz duş aldığım için kabarmıştı ve rüzgârda daha da bir dağılıyorlardı.

Kaç.

Kaç.

Kaç. İçeri kaç.

Hayır.

Orada dikildim. Kaşlarım çatık, gözlerimde hiç dinmeyecek bir yangının ateşiyle. O ateşi sen yaktın, o yangını sen çıkardın. Rüzgar saçlarımı uçurdu, sanki içimdeki alevleri harlıyordu. Bu kış ağır geçecekti, biliyordum bunu. Söylemiştim kendime, söylemiştim de... Geçen şeyler iz bırakmazdı hayatında. Sanki bu kış, bu yüzden, hiç bitmeyecekti içimde.

Arabanın motoru durdu. Kapısı açıldı. Dışarı çıkıp kapıyı kapatışını izledim. Üzerinde siyah boğazlı bir kazak ve siyah pantolon vardı. Onun da giydikleri, içini mi yansıtıyordu? Benim de annemi yaksalar, benim de içim sızlamazdı abisinin kaybettiğini zanneden küçük bir kız çocuğunu kandırırken. Ama ben kandırdığımı bile bile elinden tutmazdım hiç kimsenin, vicdanım elvermezdi.

Kötülerin bile geçmeyeceği bazı sınırlar vardır.

Altın hareler üzerime çevrildiğinde bir şaşkınlık dalgası parıldadı gözlerinde. Muhtemelen her zamanki gibi, evin kapısına yönelecekti yorgun adımlarla ve beni bahçede görmeyi beklemiyordu. Bu yüzden şaşırmıştı. Neden kendimi yukarıya kilitlemediğimi mi merak ediyordu? Gelsin öğrensindi.

Bakışlarını yere çevirdi birkaç saniye, ardından iki baş parmağı arasına aldığı gözpınarlarını sıktı başı ağrıyormuşçasına bana doğru adımlar atarken.

Yerinden çıkacakmışçasına atan kalbimi de Behzat Karyeli'nin eline verseler de tımarlasa keşke. Çünkü istemiyorum. Yüzüne bakınca dünyamı görmek istemiyorum ben. Başka biri ol, yabancı ol yine istiyorum. Bana bu yalanları söylememiş ol, benden gerçeği saklamamış ol, benim elimi hiç bırakmamış ol. Bilmek istemiyorum şeker tüketmediğini, viskiyi sek sevdiğini, annenin elinden hiç yemek yemediğini ve anlamak istemiyorum beş metre öteden suratına bakınca günlerdir bir gram uyku uyumadığını, bu yüzden gözlerinin kaşındığını; gerildiğin için elini saçlarına daldırdığını. Sana bakınca on dört yaşında yalnızlıktan vahşi bir kurtla dostluk kuran o çocuğu görmek istemiyorum.

Sana bakınca bir yabancı görmek istiyorum ben Kunt Vidar Karyeli.

Ve buna rağmen dinlemek için karşındayım.

Bir de kaçamadığımdan tabii... Senden kaçılmıyormuş. Nişanlı kartımı kullandım, kandırdım herkesi; iki cadde gidebildim. Belki ilk gece anneme kaçmak yerine uçak bileti alsaydım bir daha bulamazdın beni ama işte, ben de, kimi kandırıyorum ki? Kendimi mi? Böyle bir zamanda, herkesi kandırabilirim... ama kendimi değil. Artık değil Karyeli.

Adımları, aramızda bir metre kala durdu. Bizim aramızda hep bir karış olacak. Şimdi daha fazlası vardı ve ben ne demek istediğini ilk defa bu kadar net fark ediyordum.

Mimiksiz ifademle bir saniye olsun çekmedim gözlerimi gözlerinden. Haklıydım, uykusuzdu. Belki doğru düzgün yememişti bile, yakında çok önemli bir maçı olmasına rağmen. Göz altları çökmüştü. Işıltısını kaybetmişti o da. Ali Fuat kontrol etmiyor muydu onu? Kimse bir şey demiyor muydu? Kimse görmüyor muydu?

Bir dakikadan fazla süren bu sessizlikte, onun altın hareleri de benim yüzümde gezindi. Ne düşündüğünü bilmiyordum ama nasıl göründüğümü biliyordum. Birincisi, iştahım yoktu. İkincisi, elmacık kemiğimin üzerindeki çizik iyileşiyordu bu yüzden kabuk bağlamıştı. Ne zaman nereye sürttüğümü bilmiyordum yüzümü ama o geceden olduğu kesindi. Elim hâlâ sargılıydı, pansuman yapılırken gelen hemşire görüyordu sadece. Ben bakmıyordum. Düşünmüyordum da.

"Odadan çıkmana sevindim," dedi en sonunda, bu sûkunet savaşını kaybettiğini ilân ederek.

"Bu evden de çıkmak istiyorum." Başım dik, ifadem keskindi ve gözlerimde; içimde hissettiğim hiçbir duygunun kırıntısı bile yoktu. Kabuklu bir hayalettim.

"Şu an buradan daha güvenli bir yer yok."

"Senin evin de güvenliydi sözde."

Bir şey söylemedi. Ağır nefesler alıyor, göz temasını bir oyunmuş gibi kesmiyor, kafamızın içindeki savaştan kurtulan sözcüklerle cümle kurabiliyorduk yalnızca. Belki de bilmiyorduk artık birbirimize ne diyeceğimizi. Çünkü iki yabancıya evriliyorduk işte, olan buydu.

"Neden geldin?" diye sordum soğuk bir sesle. O ana dek elindeki dosyayı fark etmemiştim. Tanıdık olan o dosyayı.

"Yıllar önce görülen Ekin Egemen dosyası." Yutkunarak konuşmaya başladığında dosyayı kaldırmıştı elinde. "Okumam gerekiyor."

Dosyaya baktım. O dosyanın içinde, benim 17 yaşındayken belki adalet yerini bulur diye verdiğim ama mahkemede bir hiç edilen ifade de vardı. Bana artık bu kadar uzak olan ve uzak kalacak bir adamın, hak eden kişiler ceza alsın diye incelemesi gereken dosyaya bakmasının benim için bir önemi yoktu. Kendini kandırma. Böyle düşünmesem bile, böyle düşünmeliydim; kaldı ki bu iş bir şaka değildi, ve aslında karşımdaki bu adam okumadan önce bana bu soruyu sormak zorunda da değildi.

Kendini kandırma Karaca.

Bu kadar ince düşünceli olma Kunt Vidar Karyeli.

Oku gitsin işte.

"Bana verdiğin sözler bunca şeyden sonra, hâlâ nasıl bir anlam ifade edebiliyor senin için?" Harlanmış bir ateşle yanan gözlerimi dosyanın üzerinden ona çevirirken altın harelerinde şakan şimşekleri bu kadar net bir şekilde görmeyi beklemiyordum.

"Bir söz verilirse, tutulur," dedi buz gibi bir sesle.

"Öldü dediğin, öldürmediğini ispatlamak için benimle yola çıktığın abim yaşıyor; hiçbir suçu olmadan oradan oraya koşturan ve zerre umursamadığın, başta köstebek yaftası yapıştırdığın dostum komada. Annem hâlâ deli. Babam, kollarımda, hiçbir suçu olmayan, oğlum oğlum diye sayıklayan bir kadını öldürdü. Hangi sözden, neyin sözünden bahsediyorsun sen?"

Bana cevap versin diye, saniyelerce bekledim; kalbim ağzımda atarken, çenemi kaldırmış hiç görmediği

bir öfkeyle bakıyordum yüzüne. Ama bana cevap vermedi. O gün, beni buraya hapsettiği ilk günkü gibi üzerime gelsin; ben de bilmiyordum desin yine, sonradan öğrendim desin, hiçbir şey bilmiyorsun bir sus be kadın diye bağırsın istedim huyu olmasa da. Beni dinle, desin. Öyle olmadı.

Ama asıl öyle olmadı. Bunun yerine, "Dosyayı inceleyeceğim," dedi. "Haber vermek için geldim. Görevim gereği, incelemem gerekiyor. Sana bir söz verdiğimi biliyorum. Ama biz bu hâldeyken oturup bana anlatmayacağını da biliyorum."

Balık, oltaya gelmiyordu. Fare, yemi yemiyordu. Kunt Vidar Karyeli, benimle kavga etmeyecekti. Bahçeye bunun için çıkmıştım birilerinin gelmesi umuduyla, gelmişti; ama bana istediğimi vermeyecekti. Senden izin istiyor.

"Oku," dedim umursamaz bir tavırla dönüp eve yönelirken. Hâlâ senden izin istiyor geçmişini okumak için.

Bir anda, refleks gibi kolumdan yakaladığında günler sonra bana ilk kez dokunuyordu. Vücuduma yayılan sıcaklık ve enerjiden boğulacakmış gibi hissetmeye başladım birden. Gözlerimi kapattım birkaç saniyeliğine ve derin bir nefes alırken ona döndüm yeniden, bana neden bunu yapıyordu?

"Karaca," dedi üzerime eğilirken, eli hâlâ kolumdaydı ve yüzüme eğildiği için sıcak nefesini hissedebiliyordum. Kokusunu da. Çok, çok uzun zaman olmuştu.

Ne var? Ne var Kunt?

"Yapma bunu."

Ne tesadüf. Ben de aynısını söylüyordum sana içimden.

"Sözünü tut. Bana gerçekleri ver." Tıslarcasına çıkan sesim, ona meydan okuyordu. "Başka hiçbir şey istemiyorum senden."

Kaşları çatıktı, kirpiklerini titretti gözleri. "Hiçbir şey mi?"

"Hiçbir şey," diye tekrar ettim tereddüt etmeden.

Bir rüzgâr esti. Birkaç koruma bahçede yer değiştirdi. Annemin kahkahası duyuldu açık mutfak penceresinden, bir de ağaç yapraklarının birbirine değerek çıkardığı hışırtı. Duyduğum kahkahayla birlikte bir zırh gibi yüzüme geçirdiğim ifadem tuzla buz olmuş, kaşlarımın uçları çaresizce havalanmış, burnum sızlamıştı.

"Öyle olsun," dedi Kunt kolumu bırakırken.

Ben hızlıca başımı çevirdim ve başımı gökyüzüne kaldırarak gözyaşlarımı yuttum. Annem muhtemelen mutfakta çalışan görevli kadınlardan biriyle yemek muhabbeti yaparken gülmüştü ve pencere açık olduğundan bu kadar net duyulmuştu. Gülüşünü duymayalı o kadar uzun zaman oluyordu ki, bir anda sesine maruz kalmak beni zayıf bırakmıştı.

"İçerden alacağın bir şey varsa al, arabada bekliyorum." Kunt yerinden kıpırdamadan konuştu.

"Hiçbir şey yok, gidelim," dedim kirpiklerimde birikenleri silerek ona bakmadan arabaya doğru yürürken.

"Üzerine bir şey al," diye seslendi ama ön yolcu koltuğuna binerken "Üşümüyorum," diye homurdandım ve geçip emniyet kemerimi bağladım kapıyı kapattıktan sonra. Üşüyordum ama inadım inattı. Bir de içeri gidip kendime bu fikirden cayma fırsatı vermeyecektim, ya da ona iyice düşünme fırsatı. Belki giderdi ben inene kadar. Sonuçta daha önce de sözlerini tutmadığı olmuştu değil mi?

Sana abini vereceğim.

Vermedi mi?

Kunt'un bakışları arabaya değdi. İçeride olduğumu biliyordu ama siyah filmlerden göremiyordu. Birkaç saniye sonra, güvenlik şefine çatık kaşları ve başıyla soğuk bir selam vererek şoför kapısını açıp içeri geçtiğinde dosyayı arka koltuğa bıraktı ve emniyet kemerini takarken geri manevra yaptı.

Arabanın içi de onun gibi kokuyordu.

Asla dile getirmeyecek olsam da onunla uyumayı özlemiştim. Asla söylemeyecektim ama gülerken kısılan gözlerini ve gamzelerini özlemiştim. Asla itiraf etmezdim ama ben unuttuğumda hatırlattığı öğünlerimi, kulağıma fısıldadığı akşamları, kulağımın altına bıraktığı öpücükleri... Sus.

Sus. Suspus ol. Dünya çok görmüş işte sana. Otur oturduğun yerde ve payına düşeni kabullen. Kabullen, sonra devam et yoluna.

Avuç içlerim yaralı. Hem parmağım boş benim... Kalbim de öyle olmalı.

"Esved'in yanına da uğramak istiyorum," dedim boş yolu izlerken. Bir süre orman yolunda ilerliyorduk, daha sonra şehir merkezine ulaşıyorduk. Yolu ezberlemiştim.

"Uğrarız."

"Daha ne kadar beni babanın evine hapsetmeyi planlıyorsun?"

Kunt dönüp bir saniyeliğine bana baktı aynaları kontrol ederken, ardından taştan ifadesi yola odaklandı yeniden. "Seni hapsetmiyorum. Güvende tutuyorum."

"Evin etrafındaki korumalar istediğim zaman istediğim yere gitmeme müsaade etmiyorlar, emirleri senden aldıkları bariz. Buna hapis derler."

"Halit Tasmas birçok suçtan ülke genelinde aranırken ve dışarıda potansiyel birçok tehdit daha bulunurken mümkün olduğunca evde kalman, başka bir beklenmedik durumun içine düşmemen adına önemli. Bu süreçte özgürlüğün kısıtlandığı için üzgünüm."

Halit Tasmas, doping muhabbeti ve daha birçok şeyden aranıyor muydu? Alayla gülerek pencereye çevirdim başımı. "Yine o boş sözlerin..."

"Öyle olsun."

"Öyle falan olmasın!" diye parladım ona dönerek. "Boşu boşuna okul yılım yanmış, bir sürü tehlike atlatmışım, kaç kez ölümden dönmüşüm; neden? Bir hiç uğruna! Öyle falan olmasın o yüzden!"

Dudaklarını ıslatarak aynı alaycı gülüşle başını salladığında, kafasından geçen neydi çok merak ediyordum ama beni daha da öfkelendirdiği kesindi.

"Nasıl gülebilirsin!"

"Yanlış anlama, keyif aldığımdan değil. Histerikti," dedi düz bir sesle. "Sadece, şunu fark ettim ki... Belki de ilk kez... Dinlemek istemiyorsun, bağırmak istiyorsun."

"Hakkım yok mu?!"

"Var." Dudaklarını birbirine bastırdı. O sırada sağa dönüyordu, bana çevirmişti gözlerini birkaç saniyeliğine. Bir kez de gözlerimin içine bakarak söyledi. "Var. En çok senin hakkın var."

"İyi." Bastırarak söylediğim kelimeyle birlikte, kollarımı göğsümde birleştirdim ve önüme döndüm. Sinirden gözlerim dolup duruyordu ama tek bir gözyaşı akıtırsam ya da ses tonum bozulursa namerttim. "Sus o zaman."

Kunt Vidar Karyeli cevap vermedi.

Radyoya kısık sesle çalan müzik sesi dikkatimi dağıttığında askeri araziye giriyorduk. ...aşkın mezarını cana oydular... camlara düşüyor yaşı yedi göğün...

Radyoyu kapatmak için dokunmatik ekrana elledim ama bir işe yaramadı, başka bir sekme açılmıştı. "Nereden kapanıyor bu?" diye sordum öne eğilmiş birkaç tuşa basarken. Ellerin elime niye kapı duvar? Neredeyse ekranı dövüyordum, pat pat vuruyordum ki Kunt tek bir tuşla komple radyoyu kapattı ve hiçbir şey söylemedi. O sırada çoktan otoparka gelmiştik ki, emniyet kemerimi çözüp kapıyı açtım ve hiçbir şey söylemeden aşağı indim.

Arazi kocamandı ve devasa binalarla çeviriliydi. Daha önce, Halit Tasmas'a Ahmet Çevik karşılığında takas edilmeden önce de gelmiştim buraya ama o zaman boşaltılmıştı. Kapılarda dikilen, üniformalı askerlerin yanından geçerken asker selamı verdiklerinde o da karşılık verdi ve böylece son gelişime göre içeride insan barındıran binaya giriş yapmış olduk.

Asansör bizi üçüncü kata çıkarırken dönüp de ona bakmamak için kendimi zor tutuyordum. Yüzüne bakmak istiyordum. Hâlâ hoşlanmıyor muydu asansörlerden, yoksa halletmiş miydi bu konuyu içinde benimle bindiğine göre? Neydi onu en başta kapalı alanda bu kadar darlayan? Ama dikkatimi dağıtıyordu Kunt Vidar Karyeli, bunlar benim endişelerim olmamalıydı.

Asansörden çıkarken yaşadığım tereddüt, beni onun iki adım arkasında bıraktığında anında adımlarını durdurdu ve dönüp bana, etrafa attığım gergin bakışlarıma ve kaskatı kesilen ifademe baktı. "Bir sorun mu var?"

"O..." Alt katta insanlar vardı.Bu katta insanlar vardı. "O—" Başımı kaldırıp cümlemin devamını getirebilmeyi diledim bu sefer, soru işaretleriyle dolu altın harelerine bakarken.

"Hayır," dedi Kunt Vidar Karyeli ve beni bu işkenceden kurtardı. "Burada değil."

Bakışlarımı kaçırdım. Derin bir nefes aldım. Yutkundum— yutkunamadım, ardından başımı salladım ve ilerlemeye devam ettim.

"Sen—"

Bu sefer tereddüt etme sırası ondaydı. İlerlediğimiz koridorda adımları yavaşladığında onunla birlikte durdum ve devam etmesi için yüzüne baktım.

"Onu görmek—"

"Hayır." Lafını kestim çabucak, kalbim göğüs kafesimi dövmeye başlamıştı bile. "Nereye getirdin beni? Burada ne yapacağız?"

Eliyle biraz ilerideki kapıya doğru önden ilerlemem için işaret ettiğinde, hafiften titreyen dizlerime mukayyet olmaya çalışarak attım adımlarımı ama sanki ayaklarım çıplaktı ve zemin cam kırıklarıyla kaplıydı. Ne garipti. Cam kırıkları ve can kırıkları tamlamaları arasında yalnızca bir harf fark olması, ardı ardına gelen o iki harfin bu denli fark yaratması. Fark yok Karaca.

Fark yok.

Kapının önünde dikilen asker diğerleri gibi selamını verdiğinde önde ben vardım ama önüme eğilerek kapıyı arkamdaki herif açtı ve o kısacık saniyede değdiği omzum kalın kazağımın kumaşı üzerinden alev aldı. Covid diyorlardı, bir virüs... Yakalanınca koku duymuyormuşsun, ne dersin kaldırım taşlarını mı öpsek bir şu şehrin?

Komalık olmadan da aşabilmek var mı seni?

İlk gördüğüm şey, uzun ahşap bir masanın başında oturup koltuğunda olabildiğince geriye yaslanmış, elindeki kalemi düşünceli bir şekilde çeviren sarışındı. Efes. Üzerinde kol kaslarını saran siyah kısa kollu bir tişört ve pantolon vardı, civciv sarısı kısa saçları her zamanki gibi dağınık duruyordu ve buz mavisi gözleri karşısındaki spesifik bir noktaya sabitlenmişti.

Toplantı odası olduğunu anladığım büyük odaya ilk adımımı attığımda gördüm ki, o spesifik nokta ayakta gergin bir şekilde duran ve kollarını göğsünde birleştirmiş abisine ters ters bakan Melisa'dan başkası değildi. Ağırlığını bir ayağının üzerine vermiş, diğerini sistematik bir şekilde titretiyordu. Melisa'nın burada ne işi vardı? Üstelik, üzerindeki siyah tişört-pantolon üçlüsü, bana istemsizce istihbarat ajanlarını hatırlatmıştı. Mesela Efes Sungur, böyle giyinirdi. Mesela Kunt Vidar Karyeli de böyle giyinirdi. Mesela...

Düşüncelerim, odanın içindeki üçüncü kişinin varlığıyla bölünürken bakışlarımı pencere kenarında aynı siyah basit kıyafetler içinde makyajsız, saçları toplu bir şekilde dikilen Beren'e çevrildi. Beren Sarıtuna.

"Abi?" Melisa'nın şaşkın bakışları, benim üzerimden yanımda dikilen 1.92 boyundaki kişiye çevrilirken, vücudunu sarıp sarmalayan şok dalgasını aramızdaki mesafeye rağmen hissedebiliyordum. "Abi? Nasıl?" Melisa kapıya doğru döndü, beden dili tamamen değişmişti. Muhtemelen bunu beklemiyordu. Beni beklemiyordu.

Kapı kapanırken ortamda bir sessizlik oldu. Beren ve Efes'in odada oluşumu gayet normal karşılayışına karşın, Melisa'nın bariz haberi yoktu.

Ama onu şoka uğratan şey, benim odadaki varlığım değildi. Onu şoka uğratan şey, benim bu askeri mülkte onlarla birlikte oluşumdu.

Neden?

"Melisa," diye homurdandı Efes yerinde. "Otur."

Melisa'nın omuzları çöktü, ağır ama hızlı nefesler alıyordu. Efes'le göz göze geldiğimde, yanındaki sandalyeyi oturmam için çekti ve arkamdaki mahlukata bir bakış attı. Beren'le özellikle göz göze gelmemeye çalışıyordum ama dikkatini yüzümden bir saniye olsun çekmeyişi işimi hiç de kolaylaştırmıyordu.

Gerçek şuydu ki, her an ağlayabilirdim; ama ben çığlıklar içerisinde hesap sormaktansa, sessiz kalıp vicdana oynamayı tercih ederdim. Eğer vicdan yoksa karşındakinde, zaten atacağın her çığlık efor ve zaman kaybıydı.

Bakışlarımı hemen yanıma geçip oturan Kunt Vidar Karyeli'ye çevirdiğimde odaya girdiğimiz andan beri bunu bekliyormuşçasına gözlerimin içine baktı, tepkimi ölçmeye ve ona göre hareket etmeye çalıştığını anlamamak için aptal olmak gerekiyordu. "Melisa neden burada?"

"Bunu söylemenin kolay bir yolu yok, o yüzden öylece söyleyeceğim." Kunt geriye yaslanırken, Melisa elleriyle yüzünü kapatmıştı. "Melisa, İstihbarat'a çalışıyor. Keskin nişancı."

Birkaç saniye aynı hislerle yüzüne bakmaya devam ettim, ardından kaşlarım çatıldı. Ardından gözlerimi kırpıştırarak masaya baktım; masanın koyu renkli ahşabına, çizgileri saydım. Bir, iki, üç... yirmi iki, yirmi üç... Melisa İstihbarat ajanı. Çırağan'daki düğüne seni götüren o. Melisa? Başına gelenleri bilmesine rağmen kahvaltıdaydı ve rol yaptı. Melisa hamile? Sır. Tut. Kayradağ'a giden otobüsteydi. Dağa çıkmana aracı oldu. Karaca benim adım. Yirmi bir yaşındayım. Edebiyat okuyor Melisa, İstanbul Üniversitesinde. Dördüncü sınıf. Bir yaş büyük benden. Benim abim öldü. Hayır, yaşıyor. Melisa İstihbarat ajanı. Hepsi öyle.

Hepsi öyle.

Histerik bir gülüş boğazımdan kurtulduğunda, gözyaşları boğazımı yakıyordu. Ne garipti; yaşlar gözlerden dökülmez miydi? Öyleyse neden boğazımdan aşağı, kezzap gibi aktıklarını hissediyordum?

Efes, bir cık sesiyle gözlerini kapatıp başını çevirirken muhtemelen bu tepkiyi beklemiyordu ama ben ayağa fırlayıp kahkaha atmaya başladığımda Beren'in gözyaşları içinde duvara doğru döndüğünü gördüm. Titreyen ellerimi nereye koyacağımı bilmiyordum, bu yüzden saçlarımı kulaklarımın arkasına attıktan sonra ceplerime sokmak ve havada öylece bırakmak ya da kollarımı göğsümde bağlamak arasında kalmıştım.

"Ya siz—" Öfkeli sesimi, bir deli kahkahası gölgeledi. Bir saniye nefes alıp kendime gelebilmek için tavana baktım. Tavana bakma Karaca, çok şey anlatır. Kaldıramazsın. "Ya siz, ne kadar iyi oyuncularsınız böyle ya?! Böyle... asker, ajan oluşlarınızın yanında yani! Sanırım iki eğitim paket olarak geliyor size!" Masaya avuçlarımı yaslayarak eğildim, yaralı elimin acısı umrumda olmadı. Kunt Vidar Karyeli'nin ruhsuz bakışları anında sargılı elime çevrilmiş ve kaşları da peşine çatılmıştı. "Başka mesleklerde yok bu ayrıcalık bak! Çok iyi!"

Kimse konuşmadı. Gür sesim odada yankılanırken herkes sabit yere bakıyor ve öylece dinliyordu beni.

"Hoşunuza mı gitti bir süre sonra oyun oynamak? Ne bu ben anlamıyorum! Bir şey söyleyin susmayın!" Sandalyeyi ittirdim, duvara çarptı. Ne söylesem, ne yapsam bir tepki alabilirdim onlardan? "Hadi başta güvenmediniz, saklamanız gerekti, meslektir şudur budur! Ya sonra? YA SONRA! Zaten biliyordum sizi! Öğrenmiştim, tamam demiştim, anlamıştım!" Melisa'nın üzerine yürüdüm, kimse tutmadı. Bana bakmıyor, sessiz gözyaşlarını siliyordu onu duvara kıstırırken. "Niye? Neden devam ettin oynamaya? Diğerleri oynamadı. Sakladı sadece. Sen oynadın benimle Melisa."

"Hiç öğrenmezsin sandım," diye fısıldadı birkaç saniye sonra, kısık bir sesle. "Hiçbirimizin kimliğini. Böyle devam eder sandım."

"Ya sonra?! Bana bunun cevabını ver! Öğrendikten sonra diğerlerini?"

Melisa gözlerini sımsıkı kapattı. "Ben istedim söylememelerini. Kural var. Kişi kendini ifşa etmek istemezse diğerleri edemez. Ederse disiplin suçu..."

Kunt Vidar Karyeli, Melisa'yı ifşa etmişti.

Sana gerçekleri vereceğim, onlar sırlara dönüşmeden önce.

"Kaldıramayacağını düşündüm, böyle devam eder sandım," diye devam etti burnunu çekerken. Bana değil, duvara bakıyordu. "Normal birine ihtiyaç duyuyordun yanında... Her şeyden uzak, saf, seni anlayan, güvenebileceğin biri... Öyle kalmak istedim Karaca. O bildiğin, sıradan Melisa olarak kalmak istedim hayatında."

"Niye duvara bakıyorsun?" diye fısıldadım ben de yüzüne doğru. "Ne görüyorsun orada? Ben buradayım Melisa, bana bak. Gözümün içine baka baka söylediğin yalanların, kestiğin oyunların hatrına bir kez dürüstçe bak!"

Gözlerini sımsıkı kapattı o an. Melisa ajan kimliğine rağmen korkağın tekiydi. Ve en acısı da, eğer ifşa edilmeseydi, anlamayacaktım. Anlamazdım. Salak olduğumdan değil, bunca şeye rağmen hâlâ onu bu odadaki herkesten daha yakın gördüğümden kendime. Tıpkı söylediği gibi. Çünkü o iki askerin kız kardeşiydi, bunca silahlı adam arasında parlayan bir masumdu; edebiyatla ilgiliydi, abisiyle dalaşırdı, güler ve şaka yapar, yemeklerden hoşlanırdı. Tutumluydu, soğuyan kahvesini yanında getirdiği termosuna doldurup evde ısıttıktan sonra içecek kadar. Abisinden hoşlanana tersti, öte yandan ders notları için satmaya hazırdı.

"Sen kaçırıldığında, Çırağan'da menzilenen Melisa'ydı. Kayradağ'daki aile evinde amcan Acar Tasmas'ın gönderdiği adamı indiren de o'ydu. Halit'le vakit geçirdiğin o evdeyken sen, yine Melisa tetikçilerden biriydi." Kunt'un tok sesi, bir süre sükûnetin istila ettiği odadaki boğucu havayı dağıttığında Melisa'nın dibinden çıktım ve suratımda iğrendiğimi belli eden bir ifadeyle ona baktım. Gözünün içine. Gözünü bile kırpmadan izliyordu beni.

"Kuaför," diye mırıldandım bir müddet sonra, öylece, odadaki rastgele bir noktaya dalmıştı gözlerim. "Öktem, Polat'ın dikkatini dağıtmıştı. Ben Pub'a kaçtım..." Sergen'le buluşmak ve ona zipposunu vermek için.

"Ama Melisa'nın gözünden kaçamadın," dedi Kunt. "Yine de doğru. Polat söyledi, bir yanlışlık yok. Yalnızca, o da, bilgiyi Melisa'dan almıştı."

Başım ağrıyordu. Alnımı ovaladım. Gerçekleri sen istemedin mi Karaca? Bilmemek karanlık, gerçekler aydınlıksa; Kunt Vidar Karyeli haklıydı. Gerçeklerin aydınlığı kör edebilirdi insanı, sakat bırakırdı.

"Başka?" Gözlerimi köşedeki Beren'e, Efes'e, ardından yeniden ona çevirdim; Melisa'ya bakmıyordum. Arkamda, duvar köşesindeydi. "Başka kimin hakkında ne bilmiyorum?"

O an, üçünün arasında gergin bir bakışma yaşandı. Daha doğrusu, gergin olan yalnızca Beren'di; Efes, çaprazında oturan arkadaşına temkinli gözlerle bakıyordu, Karyeli ise çenesini sıkmıştı. Ağzından çıkacak her ne ise, kararlıydı. Öte yandan, bana birazdan öylece söyleyecekken; kendini, bunu söyleyeceği gerçeğine hazırlamak için zamana ihtiyacı var gibi duruyordu. Ama o zaman'ları bilirdim ben, hiç gelmezdi.

"Ünzile yaşıyor."

İki kelime duydu kulaklarım. Oksijen için araladığım dudaklarımdan içeri, hayal kırıklığı doldu. Bu sefer değil ellerimi, kendimi nereye koyacağımı bilemediğimden; kapıyı açıp kendimi dışarı attım bir nefeslik daha yaşamak için yalvarırcasına. Bu hayat beni uzun yaşatmazdı.


🕯


Mahallede biri ölünce kapı kapı dolaşıp helva dağıtmak adettendi. Çok sevdiğimden helvayı, her gün yemek istediğimden, çünkü annem sık yapmadığından; kapının çalmasını beklerdim ben de. Biri ölsün de helvasını yiyelim diye, en kibar tabirle. Çok acımasızdım ben çocukken. Camiden cenazeler kalkarken, diğer çocukları da toplayıp bahçe duvarından atlardık pide ve ayran almak için, güle oynaya. Hele de bir mezarlık vardı mahalleden aşağı, definler yapılırken lokma dağıtılırdı; en çok o köşede doyuyordum öğle ezanına.

Saygısızlıktı. Çocuktum evet. Ama şimdilerde düşünmeden edemiyorum; o Ali dedeler, Necmiye teyzeler kızdılar bana. Zaten kızarlardı vakti zamanında da... Bahçelerinden ayva mı çalmadım, evin önüne diktikleri marulları domatesleri mi ezmedim top peşinde koştururken... Ah mı ettiler küçük çocuğa, çok mu sinirlendiler?

Ezdiğin karıncanın hesabını da sana yazalım o zaman Karaca.

O zaman neden?

Bazı şeylerin nedeni yoktur.

Hak ettiğimden!

Bazı şeyler hak edilmez. Sadece olur. Başına gelir.

Engellemenin bir yolu yok mu?

Var.

Söyle!

Öl.

Hayır.

Askeri araziden çıkmamıştım, zaten istesem de elimi kolumu sallayarak çıkıp çıkamayacağımdan emin değildim. Ne kadar zaman geçtiğini bilmediğim bir sürenin sonunda kendimi bulduğum yer, insan izinden oldukça uzun bir köşeydi; bir göl kenarı. Askerlerin yakınından geçmediği bir yerde, taşların tozun ortasında oturmuş öylece bakıyordum suya. Muhtemelen hasta olmuştum çünkü burnumu çekip duruyordum ama gözlerim yeterli gelmemiş de olabilirdi düşmek isteyen yaşlara, belki yeni bir özellik geliştirmiştim ve burnumdan da ağlayabiliyordum artık.

Ünzile yaşıyor.

Kollarımda öldü. Öldü.

Ünzile yaşıyor.

Benim haberim yok bundan.

Toprağın altında düşündüğüm kadın, toprağa ayak basabiliyor.

Arkamdan gelen ayak seslerine karşı herhangi bir tepki göstermedim. Kendime çektiğim bacaklarımın etrafına kollarımı sarmış, bir deli gibi gözümü bile kırpmadan izliyordum suyu.

Çok geçmeden önüme karton bir bardak uzatıldı, kahve kokuyordu. Ama bardaktan çok, kahveyi uzatan el dikkatimi çekti; uzun, kalın parmaklarından birinde altın rengi alyans taşıyordu bana kahve getiren kişi. Kardelen işlemeli bir alyans.

Aykırı çiçek.

Çıkar. Çıkarsana. Neden takıyorsun hâlâ? Söylemek istiyordum. Söylemedim. Tek kelime etmedim. Kahveyi de almadım. Bir süre sonra yanıma bıraktı, ardından omuzlarıma ağır bir ceket bırakıldı. Gözlerimi sımsıkı kapattım ve omuzlarımı silkerek ceketin düşmesini sağladım. İstemiyordum ben ceket falan.

"İnatçı keçi," diye mırıldandı yanıma çöküp otururken. Ceketi tekrar omuzlarıma çıkardığında, bu sefer alıp kucağına attım. "Karaca, hasta olacaksın—"

"Neden?"

Tek bir soru. Cevaplaması gereken sorular bunlar. Her seferinde, teker teker soracağım. Bıkmadan cevaplamalı. Artık yalnızca onu değil, herkesi anlamak için soruyorum; bilmeden başrol olduğum bu trajedinin oyuncularını ayakta alkışlamak istiyorum.

"Bir hafta komada yattı Ünzile. Ölecek gözüyle bakılıyordu, Ali Fuat'a hiçbir şey söylenmedi ya da başka birilerine. Zaten yaşasa da Halit hiçbir işini yarım bırakmazdı, bunu biliyorduk. Ve herkes takip ediliyor Karaca, herkesin her adımı... Fuat Hoca dâhil. Yaşadığına dair bir iz bırakamazdı, biz de işi şansa bırakamazdık. Teşkilat böyle. Kurallar böyle. Yapılan işler böyle yapılıyor, dışarıdan kimseye güvenilemez. Başka hiç kimseye güvenilemez. Bu yüzden Ünzile yurtdışında bir hastaneye nakledildi ve zamanla uyandı. İyileşme süreci başladı ama kayıtlarda ölü gösterildi. Bugünlerde ayağa kalktığını duydum ama ülkeye dönebilmesine imkân yok, en azından Halit ve yardakçıları yakalanıp işledikleri suçlardan hüküm giymedikleri sürece."

"Yine de söyleyemez miydin?" Sesim buz gibiydi.

"Söyleyemezdim," dedi.

"Şimdi niye söylüyorsun peki?"

"Çünkü—"

"Melisa dedi ki, kişi kendi istemedikçe kimse onu ifşa edemez," diyerek lafını böldüm başımı ona çevirirken dolu gözlerimle. Altın harelerine baktım, orada onu gördüm; gördüğümü sandım ya da, her zamanki gibi. O adamı. Tanıdığımı sandığım adamı. "Sen onu da ifşa ettin. Neden?"

Sessizlik, bir uçurtma gibiydi. Ben sıkıca sarılmışken ucuna, Kunt Vidar Karyeli ipi bıraktı öylece o an. Başını önüne çevirdi, dirseklerini kendine doğru çektiği dizlerine yaslamıştı ve elleri öylece sallanıyordu. Yere baktı. Ardından bakışlarını kaldırdı ve ileriye, göle çevirdi. Yeni çıkmaya başlamış sakallarını, sert çene hattını, elmacık kemiklerini, çattığı kaşlarını ve tek tek ayrılan kirpiklerini izledim bir müddet. Kıskandım bile bir anlığına.

Bak bana, diyordu sanki kurt o an; ceylana. Ben kusursuz güzellikteyim, bana doğru çekilmekten başka ne bilirsin ki sen? Ama çok yaklaşma. Sürüden ayrılanı...

Kunt kapar.

"Zamanım olmadı," diye mırıldandı bir müddet sonra. "Babamla tersleşmeye, olayları kontrol etmeye o kadar çok odaklandım ki o Ekin iti koca teşkilatı kandırabildi ve benim sana bir şeyleri açıklamaya hiç zamanım olmadı Karaca..." Başını bana doğru çevirdi ve göz teması kurdu. "Ben de idrak edemedim—"

"Senin idrak etmen gereken ne vardı ki?" Alay eder gibi, silikçe güldüm sözünü keserek.

Sessizlik oldu. Bana neden cevap vermedi, ne düşünüyordu, neden sessizliğin boğmasına izin veriyordu yüksek sesle söylemesi gereken cevapları bilmiyordum ve bu merak içimde bir kuyu kazmaya başlamıştı çoktan. Dipsiz bir kuyu. Bana cevapları verdiğinde, onları yutacak kadar dipsiz bir kuyu. Halbuki ben o cevaplar suyun yüzünü görsün istiyordum, en karanlık gecelerde bile.

Karanlıktan korkardım ben. Bunu en iyi onun bilmesi gerekiyordu.

"Çok fazla şey hissediyorum," dedim yutkunurken önüme dönerek. Kaşlarımı çatmış, görüşümü bulandıran gözyaşlarına karşı açtığım savaşta galip gelmek için kendimi sıkıyordum. "Çok fazla şeyi aynı anda hissediyorum. Ne yapmam gerekiyor bilmiyorum. Kaçıp gitmek istiyorum, hepinizden küçüğüm ama bunu yapamayacağımı biliyorum. Sorumluluklarım var. Hâlâ. Anneme karşı. Hiç kimseye değilse, anneme karşı. Öfkeli olmak için doğru zaman değil. Ama bunu siz yaptınız. Hepiniz. Teker teker. Ve ben hem sizin düşmanınıza karşı, hem de sizin güven duvarımda açtığınız koca deliğe karşı durmak zorundayım şimdi ayakta. Bunu sakın unutma olur mu? Bunu o da unutmasın. Konuşuyorsunuzdur siz. Birazcık hatrım varsa."

Ayağa kalkmak için hareketlendiğimde bileğimden yakaladı ama elini silktiğim an kendini geri çekti, "O nasıl söz?" diye sordu ve ben ayağa kalktığımda o da ayaklanmış, karşıma geçmişti. Yüzüne bakmıyordum. Sert kışın kuruttuğu ağaçların soluk gövdelerine, rüzgârın tokatlayıp yere düşürdüğü kül rengi yapraklara bakıyordum.

"Ben hiç sevdiğim insanları karşıma almadım. Hiç onların karşısında durmadım. Bilmiyorum bu yüzden nasıl davranacağımı, nasıl sert duracağımı. Yumuşarsam hatırlat—"

"Karaca!"

"Bana sadece gerçekleri ver, sadece gerçekleri. Sadece bilmediklerimi. Beni kör et olur mu? Söylediğin gibi. Gözlerimin içine baka baka sakladığın ne varsa, gözlerimin içine baka baka anlat bana. Çünkü ben artık sana bakmaya dayanamıyorum!"

Üzerime doğru geldiğinde göğsünden ittirdim ve geri çekildim. Öyle derin ve kesik nefesler alıyordum ki fırtınalar kopuyordu göğsümde, omuzlarım şiddetle sarsılıyordu ve dizlerim titriyordu. Göğsünden ittirdiğim an gözleri sargılı elime kaydı, hipnotize olmuş gibiydi.

Bir klik sesi duymuş gibiydi o an, sanki kendini bir şeyi yapmaktan alıkoymaya çalışıyordu ama yapacaktı. Yapacaktı, çünkü artık o da öfkeliydi; ve ben bunu altın harelerinde yanan ateşte, çok net görebilmiştim. Yakacaktı.

Kunt Vidar Karyeli ortalığı ateşe verecekti.

"Eline dikkat et," dedi başıyla bana binayı gösterirken ve önden yürümeye başladı. Gelmemi istiyordu. Sesi öyle mekanik ve korkunçtu ki bir an bağıracakken, hayır diyecekken, sana ne senin yüzünden oldu zaten diye çığlıklar atacakken hiçbirini yapmadım ve birkaç saniye arkasından öfkeyle baktıktan sonra onu takip etmeye başladım. O an, cehennemin kapısında dikilen küçük bir kız çocuğuydum ve zili çalmıştım.

Ve şeytan kapıyı açarken delikten bakmamıştı.

Binaya girdiğimizde koşar adımlarla ona yetişebilmiştim ki köşeyi döndük ve asansöre bindik. Bu sefer üst kata çıkmak yerine, iki kat aşağı iniyorduk. Gergince basıyordum ayaklarımı yere, kollarımı göğsümde birleştirmiştim ve gelecek şeyi bekliyordum. Nereye götürüyordu beni? Sormaya cesaretim yoktu. Yandan kaçak bakışlar atarak nabzını ölçmeye çalıştım asansörde geçirdiğimiz süre boyunca, ama onu daha önce hiç böyle görmemiştim ve bu beni endişelendiriyordu— gelecek şey hakkında, endişeden öldürüyordu.

Asansör kapıları açıldığında içeri girmek için adım atmak üzere olan Efes'le karşılaştık. Gözleri yanımdaki kişiye değdi, ardından bana baktı Efes. Bir şaşkınlık ifadesi yayıldı yüzüne ve kuzeninin önüne geçti. Kaşları çatıktı. "Hayır," dedi dümdüz bir sesle. Doğru mu görüyordum? Efes, ona baş mı kaldırıyordu?

Kunt Vidar Karyeli hiçbir şey söylemeden Efes'in gözlerine baktı. Çenesini sıktığından yanakları içeri göçmüştü ve kaşları çatıktı. Öyle kendinden emin, öyle net bir ifadeyle bakıyordu ki karşındakine; ama karşısındaki kişiyi görmüyor gibiydi, görmüyordu ki duysundu.

Efes'in omzuna çarparak yanından geçip gitti o an, giderken benim de kolumdan yumuşak bir şekilde tuttu ve beni de kendiyle birlikte çıkardı asansörden. Dönüp geriye baktığımda, Efes gözlerini sımsıkı kapatmış ve dudaklarını da birbirine bastırmıştı.

Neler oluyordu?

Bir kapıdan geçtik, içeride bir ofis vardı ve iki kişi masada oturmuş tartışıyordu. Onun benimle içeri girdiğini gördüklerinde telaşla ayaklandılar ama biz bir diğer kapıdan geçerken gözden kaybolmuş, başka bir deyişle; bize yetişememişlerdi.

Koca bir camın ardında, kamera görüntülerini içeren bir ekranında önünde dikilen ve camın diğer tarafında oturan kişiye dik dik bakan; Polat'tı.

Camın ardındaki boş odanın ortasında konuşmuş masadaiki tek sandalyeye oturan ve etrafa gergin bakışlar atan kişi ise, Öktem.

"Ne oluyor burada?" diye sordum Polat'a, şaşkınca Öktem'i dokuz farklı açıdan izleyen kameralara ve camın ardındaki arkadaşıma bakarken. Ardından kolumu bırakan şahsa döndüm. "Neden Öktem içeride? Niye aldınız onu?"

"Abi?" dedi Polat, sakladığı şaşkın ifadesinin ardında kafasını hafifçe yana eğerek ne yapıyorsun bakışı atarak.

"Karaca gerçekleri istiyor, yoksa gidecek. Ben gitmesini istemiyorum. Sen istiyor musun Polat?" diye sordu gayet ciddi bir sesle, kollarını göğsünde birleştirirken.

"Abi..." Polat, yutkunarak bana baktığında ben ona kaşlarımı çatmış bakıyordum. O an bir refleksle ben de kollarımı göğsümde bağladım ve baktım Polat'a. Sanki hiçbir sorun yokmuş gibi iki teletabi, cevap talep ediyorduk o an.

Ama sorun vardı. Bir değil, birçok sorun vardı. Ve çok, çok büyük sorunlarımız vardı.

"Öktem'in sabıkası yok," diyerek lafa girdi Kunt. Önümden geçip camın önündeki masaya yürüdü ve kalçasını yasladı. Gözlerimin içine bakıyordu aynı çatık kaşlı ifadeyle. "Yeni kontrol ettirdim. Ne alaka diye soracaksın, haklısın. Eski sevgilisinin öldüğü davayı temyize götüren avukatla konuşurken ağzından kaçırmış, eskiden olayları olduğu bir baklavacının dükkanını taşlayıp camı çerçeveyi indirmiş ve tutuklanmışlar. Sabıkasına işlenmeden bırakılması imkânsız bir olay, adam yaralama var. Ama Öktem'in sabıkası yok. En azından, Öktem Darıca'nın."

"Yani?"

Bir süre bekledi. Bekledi. Bekledi. Bekledi. Ardından "Öktem'in senin okulunda kaydı da yok Karaca," dedi.

Öktem'in senin okulunda kaydı da yok Karaca.

Gözlerimi birkaç kere kırpıştırarak kaşlarımı havalandırdım ve "Ne?" diye sordum kafamı öne eğerken. "Ne?"

"Hakkında bulabildiklerim bu kadar. Ama şüpheli bulduklarım daha fazla. Mesela nasıl okuduğunu söylediği bölümü okumadan ve çalıştığını söylediği şirkette çalışmadan sana bilgi taşıyabiliyor? Şile'deki maç gecesini hatırlıyorsundur, patronu olduğunu iddia ettiği adama giden davetten haberi vardı ve daha biz yola çıkmadan mekândaydı. Böylece direkt o akşam aramıza karışabildi, birinci gözden gördü her şeyi. Yalnızca sorun şu ki; dediğim gibi, patronuna o davetiye gitti ama patronu patronu değildi. Ayrıca davetiyelerden nasıl haberi olabiliyor? Çok fazla açık var burada doldurulması gereken—"

"Öktem yazdı abimin ölüm haberini—" diye girdim araya, sesimi yükselterek. "Yanlış biliyorsun, Öktem yazdı birçok haberi—"

"Hiç kontrol ettin mi?"

Omuzlarım düştü. "Ne?"

"Kimse etmez. Sen neden edesin ki? Gazetecilik okuduğunu söylüyor, kendi yazdığı haberleri gösteriyor sana, altında yazan isme bakmıyorsun bile çünkü darmadağın hâldesin; çünkü abini kaybettiğini düşünüyorsun ve bölümünden bir yıl ban yemişsin, hayatın tepetaklak olmuş... Güvendiğin kişi ne derse inanırsın."

Sağlam elimle gözlerimi kapattım, görmek istemiyormuşçasına. Keşke görmeseydim artık. Duymasaydım da. Bu Allah'ın cezası kulaklarımı kesip atlasalardı kafamdan da, duymasaydım bunları. Duymasaydım daha fazla.

"Yapma bunu bana," diye mırıldandım gözpınarlarımı sıkarken. Sinirden ağlıyordum. "Yapma bunu bana—"

"Kayradağ'da cama atıldığını söylediğim gazeteyi hatırlıyor musun? Dağın başında, kim bulmuş da neden atıyor sabahın 5'inde daha bayiilere dağıtılırken toplatılan bir gazeteyi... Tabii ki bilerek yapılmıştı. Hatta bence Öktem yaptı. Adı buysa tabii."

"Sus!" diye bağırdım yüzüne karşı, öyle bir hiddetle. "Sus yeter!"

Sustu. Gerçekleri sen istedin diyordu ama gözleri. Dinle şimdi beni.

Dinle beni. Yaş, neredeyse yirmi iki.

"Büyüyeceğim ben!" çığlıklarım yankılandı kulaklarımda o an, henüz altı yaşındaydım ve hava karardıktan sonra sokağa çıkmam yasaktı. Çünkü güvenli bir mahallede yaşamıyorduk. Çünkü küçük çocuklar en çok karanlıkta kaybolur, en çok karanlıkta kanarlardı yabancıların yalanlarına. Şimdi fark ediyorum ki, ne küçük bir çocuk olmak ne de hava kararınca dışarıda olmakmış seni o yalanlara inandıran... Seni o yalanlara inandıran; senden bildiğinin, yabancı olmasıymış.

"Tosbik. Kedin. Üzerinde dinleme cihazı buldum. Başta Halit'in işi olduğuna emindim ama şimdi düşününce... Öktem evi dinliyor olabilir başından beri. Böylece ne zaman nereden çıkacağını biliyordu, nereye gideceğimizi de biliyordu—"

"Çıkar Öktem'i şuradan," diye bağırdım Polat'a doğru, elimi kaldırıp camı gösterirken. Öktem camın bu tarafını göremiyordu ama biz görebiliyoduk. "Polat çıkar arkadaşımı şuradan, bu adamı da al git! Yalan söylüyor!"

"Karaca," dedi Polat gözlerimin içine temkinle bakarken. "Sakin ol. Dinle—"

"Neyi dinleyeceğim?! Neyi dinleyeceğim ben ya! Herkes mi hain?! Herkes mi köstebek! Esved'e de aynısını yapmadınız mı?! Sonra ne oldu? Masum! Ama o kadar battı ki çamura, şimdi kim bilir neden komada! Kaza yapmıştır diyemiyorum ben öylece, siz diyebiliyor musunuz?!" Kunt Vidar Karyeli yaslandığı masadan kalkıp ayaklandığında üzerime doğru yürümeye başlamıştı ki ellerimi kaldırıp geri geri gittim ben de, yaklaşamasın diye bana. "Yalan söylüyorsun! Hep söyledin! Hep söyledin, söylemedin mi?! Bu da yalan! De! Söyle! Yalan de! Hadi!"

"Karaca—"

"Öktem'le sizden önce tanıştım ben. Herkes hayattaydı, öldü bildiğim ya da gerçekten ölen herkes! Yapmış olamaz, olamaz! Kim ki Öktem değilse?!"

"Karaca sakin ol—"

"Bana gerçekleri ver dedim, arkadaşlarım üzerinde komplo teorileri kurmayı bırak!"

"Beni dinle bir—" diyerek araya girdi yine, Polat kapıyı kapatmıştı o an; çıktığını fark etmedim. Kunt Vidar Karyeli'nin büyük elleri ellerimi yakaladı ama ittirdim, yüzümü avuçladı ama başımı çevirdim, bana dokunmasını istemiyordum. En sonunda sırtım duvara yaslandığında beni kollarıyla kafesledi ama kaçmaya çalıştım.

"Ortada bir iş dönüyor. Çözeceğiz, Öktem kötü biri değil. Öyle olsa bin kere tuzağa düşürmeye fırsatı vardı seni, hiçbirini kullanmadı. Etrafındaki herkes yalancı değil. Değil—" Ellerini yeniden ittirdiğimde avuçlarını duvara yaslayarak eğildi ve yüzlerimizi eşitledi, gözlerimin içine bakıyordu. Hızlı ve kesik kesik soluyordum. "Beni dinliyor musun? Sana her şeyi anlatıyorum. Öktem'in durumu ortaya çıkalı henüz birkaç saat oldu sadece. İşin aslı belli değil."

Bir şey söyleyemiyordum. Ağzım açıktı ama hiçbir kelime kurtulamıyordu dil kapanımdan. Öyle bir şok geçiriyordum ki ağladığımın farkında değildim bile, oysaki boynumdan aşağı akan yaşlar göğsümü ıslatıyordu bile kazağımın altından. "Yalan söylüyorsun," diye fısıldadım saniyeler sonra, kendimi biraz olsun toparlayabildiğimde. Fısıldadım bu sefer. "Yalan söylüyor ol..."

"Biliyorum artık bana inanmıyorsun ama ben sana hiç yalan söylemedim Karaca." Kirpiklerinin arasından baktığı altın harelerini titretmeden, hayal kırıklığının tuzlu tadının kuruttuğu dudaklarını ıslatarak konuştuğunda; içimde bir yerlerde hâlâ ona inanan tarafımı, gözlerinin önünde katletmeye hazırdım ve bundan haberi bile yoktu.

"Ben sana hep inandım," diye fısıldadım kısılmış, çatallı sesimle. Ellerimin tersiyle gözyaşlarımı sildim ve burnumu çektim. "Ben sana hep inandım Kunt. Ama sen, benim sana olan o sarsılmaz sandığım güvenimi canımdan söküp aldın. O güven benimdi. Sen onu çaldın benden. Sen yaptın."

Yüzümü sildim son bir kez ve koluna çarpıp kapıya yürüdüm ama kolumdan tuttu.

Dönüp omzumun üzerinden baktığımda, gözleri ilk defa duygularını ele veriyordu. Kolay kolay bırakmayacaktı, bırakmak istemiyordu; ne kolumu, ne beni. Kelimeler yine titretiyordu kirpiklerini.

"Sana Kayradağ'da sıcak suyun altında ne söylediğimi hatırlıyor musun?"

Birkaç saniye hafızamın derinliklerinde yüzdüm, ama yüzmek değildi boğulmaktı sanki bu. Çünkü oradaydım, çok uzun süre önceymiş gibi gelen ama yalnızca birkaç ay öncesi olan o anıda. Duşta. Sıcak suyun altında. Onunla. Çünkü donmuş göl çatlamıştı ve ben soğuk suya düşmüştüm, bir saniye beklememişti arkamdan atlarken.

"Hayatını mahvedeceksin, bunu mu istiyorsun gerçekten? Bir daha normale dönme şansın olmayacak. İstesen de bırakmayacağım seni. Ya hep, ya hiç. Sonuna kadar gideceğiz. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bunu mu istiyorsun?"

"İstiyorum! Zaten hiçbir şey eskisi gibi olamaz! Zaten her şey mahvoldu!"

"Daha da kötü olacak."

"Bırak, daha da kötü olsun Karyeli."

"Zamanı bugüne, bu ana almak için yalvaracaksın Koralin. Duaların karşılık bulmayacak."

Bulmasın, demiştim içimden. Bulmuyordu.

"Bir şey söylemene gerek yok. Hatırladım," dedim tam ağzını açtığında lafını bölerek. "Bunu sen istedin, ben seni uyardım methiyelerini dizmene gerek yok. Çocuk değilim. Ben istedim, sen verdin. Neyi vereceğini bile bilmeden kabul ettin benimle bir yola çıkmayı. Yolda öğrendin, sakladın ya da doğru zaman değildi konuşmak için; ya da asker olduğundan... Her neyse."

Son cümlemin ardından kaşları şaşkınlıkla havalanır gibi oldu, ardından hafifçe çatıldı. Gözleri parıldıyordu. "Bazı şeyleri... anlıyorsun."

"Anlamak yetmiyor." Alayla çevirdim başımı.

"Halledemez miyiz, hiç?" diye sordu, cevapsız kalsa şükredecekti sanki.

Belki de bu yüzden hiç tereddütsüz açtım ağzımı. "Biz halledemeyiz. Hiç."

Kapıyı çarpıp çıkarken nereye gideceğimi bilmiyordum ama arkama bakmamam gerektiğini biliyordum, bu yüzden bakmadım. Gözyaşları görüşümü engellerken ayaklarım beni nereye götürüyordu farkında değildim ama kattan çıkmamalıydım, bunu biliyordum. Çünkü içeride bir şeyler oluyordu. İçeride, beni ilgilendiren çok şey oluyordu. İçeride Öktem vardı.

Kendimi tuvalete atarken kapıyı arkamdan kapatıp kilitledim ve bir süre sırtım buz gibi duvara yaslı bir şekilde ağladım. Yalnız olduğumdan bu kadar kolay düşüyordu değil mi yaşlar gözlerimden?

"Gözyaşlarını zayıflık olarak görenler, sol yanlarından yeterince incinmemişlerdir," demişti annem bir keresinde. "Ya da öyle bir incinmişlerdir ki bunun başlarına gelmesine izin verdikleri için çok ağır yargılıyorlardır kendilerini."

Bunun başıma gelmesine ben mi izin verdim? Hayır. Ben, basitçe, bilmiyordum. Abimin başına ne geldiğini, bizden uzakta geçirdiği yıllarda neler yaşadığını, ölümünde kimlerin parmağı olduğunu bilmiyordum ve birçok şey çok garipti. Bu yüzden kolayca yönlendirilebilmiştim Ali Fuat Dinçer tarafından. Kunt Vidar Karyeli'nin adından çok söz ettiren o popüler antrenörü.

Ali Fuat Dinçer birçok şeyi bilmiyordu. Mesela Ünzile'nin yaşadığını. Bana kalırsa Ali Fuat Dinçer, yetiştirdiği boksörün aslında bir asker olduğunu da bilmiyordu; ve diğerlerinin de asıl kimliklerini. Ama Behzat Karyeli'yi tanıyordu ve onunla bir iletişimi vardı.

Maç kaydını ona veren Behzat'tı. Kaydı alıp benim yanıma gelmiş ve Kayradağ'a, oğlunun yanına gitmemi sağlamıştı. Onu oyununa sokabilmek için. Peki neden ben?

Öyleyse abimin yaşadığını en başından beri bilen, ve hatta planlayan Behzat Karyeli'den başkası değildi. Ülkenin orgenerali. Omzunda galaksi taşıyan asker.

Hepsi bir teröristi yakalayabilmek için. Ne kadar kolay söyledin Karaca...

Marmara denizine patlayıcılar döşeyip şehri yok edecek gücü elinde barındıran ve Avrupa ülkeleri tarafından destek gören bir terörist.

Beynimin çalışma şeklinden nefret ediyorum. Çünkü ihanetin üç aşaması var bende: Bir, zıvanadan çıkış. Öfkeyle hareket ediyor, fevri hareketlerde bulunuyor ve bedelini ödemeyi reddediyorum. İki, bilgiyi işleme. Kulaklarımdan, burnumdan ve ağzımdan duman çıkıyor neyin nasıl olduğunu anlamaya çalışırken; yapbozun parçalarını kendi bildiğim yoldan birleştirmeye çalışırken. Üç, empati.

Ama bu sefer kolay kolay anlamayacağım hiç kimseyi. Anlamak istemiyorum. Ben artık, dinlemek de istemiyorum. Çünkü ben bunu yapmazdım. Mecbur bırakılsam dahi ben kimseye bunu yapmazdım.

Hele o... Abim...

Yapmazdım. Ben yapmazdım. Sen yapmazdın Karaca.

Avuçlarımı lavabo tezgâhına yasladım bu sefer, birkaç kez soğuk su çarptım yüzüme ve başımı kaldırıp aynada kendimle yüzleştim. Senin en yakın arkadaşının sırları var. Kabullen. Aynı evde yaşadığın kız bile, olduğunu söylediği kişi değil. Bile'yi kullanma. Bile yok. Her şeyi birbirine katma. Ayrı ayrı düşün. Aklını kaybetme.

Henüz işin aslının belli olmadığını söylemişti, yani sadece ihtimallerden bahsetmişti bana. Birincisi, Öktem gezetecilik okumuyor olamazdı. Bunu düşünüyor ve hissediyor olmamın sebebi, mesleğinden bahsederken gözlerinde yanan ateşti. Öktem çok büyük bir öfke besliyordu bu ülkede olanlara karşı ve içinde inanılmaz bir tutku vardı akla karayı olduğu gibi insanlara aktarabilmek için. Öktem olduğunu söylediği kişi değilse bile kötü biri değildi. Kimse kötü değil zaten Karaca.

İyi insanların yaptıklarının, kötülerin en ağır ve acımasız darbelerinden daha çok acıtması haksızlık.

Parmaklarımı saçlarımdan geçirirken aynadaki yansımamı izlemeye devam ediyordum. Ben dik durmazsam kimse benim için durmazdı. Küçükken beni pislik yapan çocuklardan koruyan abim olabilirdi ama o gittikten sonra onun gücünü ben miras almıştım. O ölmüştü; bir ölüydü, bir hayaletti, bir karaltıydı. Adına ne denirse densin. Yıllarca görmediğin, en yakının da olsa değişirdi. Sen de değiştin. Hepimizi değiştirdiler. Değişmek zorunda kaldık.

Bileğimdeki lastikle saçlarımı sıkı bir atkuyruğu yaptıktan sonra peçete kopardım ve yüzümü sildim. Ardından derin bir nefes çektim ciğerlerime. On bir saniye. Bu kadardı benim kendime verdiğim süre. Sindirdin, sindirdin. Sindiremedin... Burnundan getirir hayat.

Kapının kolu açılmak için zorlandığında anahtara uzanıyordum. Kapıyı çekip açtığımda karşımda dikilen kadını umursamadan yanından geçip gittim, istemeden de olsa omzuna çarpmıştım. O siyah küt saçları nerede görsem tanırdım artık, Nehir'di kapıdaki. Nehir Dündar. Behzat'ın adamı.

"Yavaş," dedi arkamdan.

Sinirlerini bozduğumu anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Ama o da benim sinirlerimi bozmuştu. Herkes benim sinirlerimi bozmuştu.

Çok değil yarım saat önce çarparak çıktığım kapıyı açtığımda içeride bıraktığım kişi durmuyordu yalnızca. Yanında Efes, Beren ve Polat da vardı. Bir sarışın daha var Karaca, saymayı unuttun.

"İçeri girmene izin yok Efes," diyordu Karyeli, odadaki diğer kapının önündeydi. Öktem'in tek başına oturduğu ve muhtemelen endişeden tırnaklarını yediği odaya açılan kapının.

"Sırf duygusal bağım olduğu için mi?" diye diklendi Efes. "Yine de ağzından laf alabilecek tek kişi olduğumu biliyorsun, sorguya girenlere tek kelime etmedi—"

Efes'in lafı, ben Kunt Vidar Karyeli'nin arkasından geçip kapıyı açtığım an kesildiğinde arkamdan seslendiklerini duydum ama kapıyı kapatıp kilitledim ve anahtarı da Öktem'in oturduğu masaya çarptım. Hiç tereddütsüz. Ellerim titriyordu aklımın bir köşesinde, ama kimsenin dikkatini oraya indirmesine izin vermeyecektim. Hayır. Bugün herkes, gözlerimin içine bakacaktı.

Önce Öktem.

Kızıl saçlarını tepesinde bir tokayla sabitlemişti. Üzerinde ten rengi ince, uzun kollu, omuzları düşük bir kazak vardı ve dövmelerini belli oluyordu. Yüzünde makyaj yoktu. Uzun zamandır onu makyajsız görmüyordum, normalde ağır makyaj yapardı. Bu da onun aslında saf görünen surat ifadesini bir hayli sertleştiriyor ve daha kadınsı bir hava katıyordu.

"Karaca," dedi Öktem gözleri yuvalarından fırlayacakmışçasına açılırken. Ayaklanmıştı.

"Otur."

Ardından hoparlörden, biraz önce çıktığım odadaki en yetkili kişinin sesi duyuldu. "Karaca, derhâl kapıyı aç ve çık oradan!"

İstese kapıyı kırması üç saniyesini almazdı, ama kırmayacaktı. Buna güveniyordum. Bu yüzden arkasında olduklarını bildiğim ama içeriden hiçbir şey göstermeyen aynaya baktım yorgun bir ifadeyle. "O odada olup da emir veremeyeceğin tek kişi benim. Bu bir," dedim bastırarak. "Bunu yalnızca benim yapabileceğimi en iyi sen biliyorsun. Bu da iki."

Hoparlör birkaç saniye daha açık kaldı, cevap verecekmiş gibi ama ondan herhangi bir cevap gelmedi. Ardından hoparlörü kapattığında, bana hak verdiğini biliyordum çünkü her ne yaşanmış olursa olsun Kunt Vidar Karyeli mantıklı bir adamdı ve her zaman öyle kalacaktı.

"Karaca?"

Öte yandan, Öktem, istediğinde çok iyi bir oyuncu olabiliyordu ve bunu da ben çok iyi biliyordum. Ama bunca zaman, bana da oynamışsa; işte o zaman tepkim çok farklı olacaktı.

"Hiç iyi görünmüyorsun, nasılsın?" diye sordu, söylediğim gibi yerine geri oturmuştu. "O geceden beri göremedim seni. Kaldığın eve kadar geldim ama kapıdan geçirmediler. Telefonlarını açmadın, asla ulaşamadım sana... Sonra bu sabah, geçenki saldırıdan sonra kaldığım evden aldılar beni araçla. Yemin ederim ben hiçbir şey yapmadım!"

Söyleyeceklerini bitirmesini bekledim, göz kapaklarımı ve dudaklarımı kapatmış bir şekilde. Masanın önünde dikiliyordum. Ardından bir sessizlik oldu, ölüm sessizliği. Öktem, onu dinlediğimi; ama belki de ilk defa, sözlerinin bana ulaşmadığını fark ediyordu o an. "Ben sana Ekin'in adını hiç söylemedim Öktem. Ama sen o gece, özür diledin, ardından ismini kullanarak o Allah'ın cezasına saydırmaya başladın."

Göz kapaklarım aralandı. Neyi görmeyi umduğumu bilmiyordum, ama Öktem'in incinmiş ifadesini görmeyi beklemiyordum. Kafasını eğdi ve kirpiklerini titretti bir süre, ardından başını çevirdi ve başka bir tarafa baktı. Öktem'in bir kez olsun gözünün dolduğunu görmemiştim, ama sanırım dolduğunda böyle tepki veriyordu. Saklamaya çalışıyordu.

"Gerçekten aynı okulda mı okuyoruz biz seninle?"

Işık hızında bana dönerek "Evet!" dedi, hiç tereddütsüz. "Karaca başka türlü nasıl derslere gireyim, sınavlarımı vereyim?! Bir gazetede bile çalışıyorum ben! Öğrenci olmasaydım nasıl staja gidecektim?!—"

Masaya eğilirken yeniden çarptım avuçlarımı sert tahtaya. Bir an acıdan kemiklerim titredi ama ne göz temasını kestim, ne de sert ifademi sildim suratımdan. "Okulda," dedim gözlerinin içine bakarken. "Kaydın." Teker teker, bastıra bastıra veriyordum sürprizi ona. Son kelime için özellikle eğildim. "Yok."

Öktem bir kez daha bakışlarını kaçırırken ben deli gibi sırıtıyordum. Geriye çekildim ve yüzümü sıvazladım derin nefesler alarak. Kendim gibi hissetmiyordum. Surat ifadem bir beton gibi oturmuştu yüzüme ve ağırlık yapıyordu kalbime. Sevdiğim insanların karşısında ilk kez durmak zorunda kalışım değildi ama ilk kez savaşıyordum onlara karşı.

Ve çocukken siktiri boktan bir topla iki kalem dondurmasına futbol oynarken bile hırslıydım ben. Kaybetmeyecektim.

"Ya şimdi her şeyi anlatırsın ya da bu yüzümü son görüşün olur Öktem." Adın buysa tabii. Gözlerimi devirdim kameraya doğru.

Öktem sessiz kaldı. Dönüp ona baktığımda, sessizliğine inanamıyordum bu yüzden havalanmıştı kaşlarım ve gergince alt dudağımı dişliyordum. Ağlayacağımdan değildi, ama bir çıkıp da hayal kırıklığının bir insan kılığına bürünüp karşıma dikileceğini söylese bugün onu Öktem seçerdim.

Dününki başkaydı.

Bir önceki gününki de öyle.

Ve yarın, bir başkası olacaktı. Biliyordum.

"Sen bilirsin," diye geveledim ağzımda ve anahtarı kapıp kapıyı açtım.

Öktem ayağa fırlayıp "Beni burada tutamazsınız!" diye bağırırken gülesim gelmişti. "Elinizde hiçbir şey yok yanlış bir şey yaptığıma dair! Bu kurallara aykırı! Vatandaşlık haklarım var benim!"

Ben odaya girdiğimde Efes kapanmak üzere olan kapıyı tuttu ve daha da açtı, bedenini de biraz oda dışına kaydırdığında Öktem'in karşısında artık Efes vardı. Öktem, dili tutulmuş gibi ona bakakaldığında "Tutarız," dedi Efes, parmağını kız arkadaşına doğrulturken. "Nasıl bilmiyorum, sikeyim ki bilmiyorum, ama sen çok şey biliyorsun. Bilmen gerekenden çok daha fazlasını. Ve bu bir sorun Öktem, kimse bahsetmediyse ben söyleyeyim sana."

"—çok şaşırmadı sanki Öktem'e," diyordu o sırada Melisa, Beren'e. Efes'den dikkatimi çekebildiğimde işittiğim bu üç kelimenin bağlantısını hemen kurabilmiştim kendime; Melisa, Öktem'in bir haltlar çeviriyor olmasına şaşırmayışımı garip bulmuştu.

"Şaşıracak hâl mi bıraktınız?" diye tersledim onu sıkıntılı bir nefesi verirken.

Melisa hemen yaslandığı masadan doğruldu ve ifadesi gevşedi. "Karaca, öyle söylemek istemedim—"

"Sen zaten yalan da söylemek istemedin Melisa bana," diyerek böldüm lafını. O kadar sinirliydim ki, ama sindirilmiş bir öfkeydi bu artık; ben yeterince kanamıştım, artık etrafımdakileri kesiyordum yalnızca. "Oyun da oynamak istemedin, saklamak istemedin de hiçbir şeyi... değil mi?" Alayla güldüm. Bakışlarım bir anlığına karnına düştü, ardından gözlerinin içine baktım. Bir an, buz mavisi gözleri karanlığa teslim oldu. Korkuyordu. Deli gibi korkuyordu hamile olduğunu söylememden.

"Karaca—"

"Ben sana yapmam," dedim üzerine basa basa. "Ben sana aynısını yapmam."

Yapmazdım, doğru kelimeydi. Ama yapmam'ı tercih etmiştim çünkü bir sırrını taşıyordum ve taşımaya devam edecektim. Ben böyle biriydim işte. Sırtımdan yediğim bıçakları temizleyip bedenimi dart niyetine kullananlara geri fırlatmazdım.

Ama bir daha ne sırtımı ne de yüzümü dönmezdim de onlara.

Tıpkı Duru, Hale ve Aysima gibi.

Efes, Öktem'in üzerine kapıyı kapatırken Melisa'nın da susmasıyla odanın içine çöken sessizliği bir titreşim bozdu. O an hepimiz, başımızı odadaki en yetkili kişiye çevirdik; elini cebine attı ve telefonunu çıkardıktan sonra kulağına götürmeden önce aramayı cevapladı o da. Kayıtlı bir numara olmadığını görebilmiştim.

Ardından altın hareler benim kara gözlerimle buluştu. Dudakları aralandı. Karşı taraftan gelen sesi kimse duymadı, ama ben hissettim.

"Hava almaya ihtiyacım var," diye söylendim odadan bir hışım çıkarken ama gerçekten kelimeler terk edebilmiş miydi dudaklarımı ya da sesimi duyurabilmiş miydim içeridekilere emin değildim bile çünkü boğazım acımıştı.

Benim göğüs kafesimde yürek niyetine taşıdığım organ taşlaşmıştı.

Sen istedin. Sen istedin. Sen istedin.

Kim, nasıl isteyebilirdi ki böyle bir şeyi? Küçük bir kız çocuğu, yıllar sonra abisini geri istemişti sadece. Hem aile, her şey demekti bizim mahallede. Kuru fasulye ilan ediliyorum diye bana futbol oynamayı öğreten de abimdi ip atlamayı gösteren de. Kıyıdan bir deli cesaretiyle çocukların peşinden atladığımda, yüzme bilmediğim için bana bağırarak peşimden atlayıp o çok sevdiği yeni ayakkabılarının tekini marmara denizine kurban eden de abimdi gofretleri çok seviyorum diye dayanamıyormuş numarası yapıp elini mum ateşinden erken çeken de.

Derim kalın sanmıştım.

Kısacık boyumla dünyayı karşıma almıştım, kaç bucak olduğunu birazcık daha uzayınca görebilmek için miydi? Gerçeğin peşinde koşturmuştum, bunca vakit aynı mahallede dönüp dolandığımın suratıma bir gecede çarpılması için miydi?

"Karaca, bekle!"

Peşimden gelen adım seslerini duymuştum ama asansöre yetişememişti Beren. Bahçeye çıktığımda ise yağmur yağıyordu ama içeride kalmak istemediğimden kollarımı birbirine dolayıp bir ağacın altına yürüdüm hızlı adımlarla. Suratıma çarpan soğuk, utançtan kızaran yanaklarıma iyi gelmişti.

Ben neden utanıyordum ki? Benim içim neden sıkılıyordu o adam, Kunt Vidar Karyeli'yi aradı diye?

Kunt Vidar Karyeli. Neden ismini kullanmıyorsun?

Yabancı. Yalancı. Yardakçı. Yaralı. Yara.

Beren'i girişte görür gibi oldum önce. Ardından bir şemsiye bulup çıkageldi. Merdivenlerden hızla inip yanıma yürürken elinde bir şal da vardı, muhtemelen benim için getiriyordu.

"Beren, gider misin? Konuşmak istemiyorum seninle."

"Tamam sen konuşma o zaman, dinle sadece," dedi şemsiyesini boynuyla omzu arasına sıkıştırıp şalı benden izin bile almadan omzuma dolarken. Ceket gibi çekip atmak zor gelmişti o an. "Melisa'nın salaklığı hakkında hiçbir şey söylemeyeceğim. Vakti zamanında ona da dedim, er geç öğreneceğini. Ama o hiçbirimizi dinlemedi. Her konuda hepimizin dikine gitti. Özellikle Kunt'un—"

"Konuşmak istemiyorum demek, dinlemek de istemiyorum demek oluyor bilmem farkında mısın—"

"Hayır değilim. Burada dikilip hava mı almak istiyorsun? Tamam al. Kulaklarına ekstra iş binmiyor, onlar sen istesen de istemesen de duyuyor. Bir yerden girip diğerinden çıksa da olur. Dinle." Şemsiyeyi kaldırdı, o ıslanıyor olmasına rağmen ikimize birden tutuyordu. Karşımdaydı ve yüzüme bakıyordu ama ben bakışlarımı uzaklara, ağaçlık alana çevirmiştim. "Sana anlatacağım çok şey var. Ama öncelikle şunu bilmelisin. Kunt en son öğrendi."

Gözlerimi devirerek sabır çektim. "Bunun ne önemi var şu an?"

"Var," dedi Beren, inanılmaz bir tutkuyla konuşuyordu. "Behzat, daha ortada hiçbir şey yokken Kunt'u kenara çekip Halit'i devirme planlarından bahsederken Aliye Hanım oğluna intikam almaması ve asker olmamasını tembihlediği için Kunt çekip gitti. Boksörlüğe devam etti. O sene ağır siklet şampiyonu oldu. Annesinin bir sözünü çiğneyip asker olduğu için diğerini de çiğnemek istemiyordu."

"Neden sen anlatıyorsun bunları bana?"

"Çünkü kendi anlatmayacak!" Kesik kesik nefesler alıyordu. Peşimde koşturmaktan ve hızlı konuşmaktan nefes nefese kalmıştı Beren. "Kendi anlatmayacak. Dinlemeyeceğini biliyor. Ben olsam ben de anlatmazdım. Kendini savunmak istemiyor."

"Sen de savunma onu bana o zaman."

"Savunmayacağım, anlatacağım sadece. Dinle... Kimse Behzat'la abin arasında ne geçti, ne kadarı planlandı ya da ortada bir plan var mıydı bile bilmiyor. Bunun en büyük sebebi Kunt'un babasıyla konuşmaması. Komutanlıktan kovulmuş olması."

Kaşlarım çatıldı. Bir refleks gibi, Beren'le göz göze geldim. "Ne?"

"Çember'i reddettiği için, babası onu askıya almakla tehdit etmişti ve yaptı da."

"O zaman neden—"

"Neden mi geri döndü de Çember'i yönetiyor?" Alaycı bir şekilde gülümsedi Beren, ya da samimiyetle. Bilmiyordum. Algılayamıyordum. "Ali Fuat Hoca'yı çok severim ama bir kusuru var, o da Behzat Karyeli'yle ezelden beri dost olması. Davayı gizli bir dosya hâline getiren ve maç kaydını yasaklatıp internetten kaldırtan Behzat'tı. Aynı zamanda bir usb'ye yükleyip Ali Fuat'ın eline vererek adamı senin peşinde koşturtan..."

Gözlerim kısıldı. Doğruydu. Planlıydı her şey. Behzat Karyeli tarafından.

"Kunt sana maç kaydını neden izlettirmedi bilmiyorum, istersen aç izle. Şimdi bir şey diyemez. Ama neden o maç kaydı elinde seni Kayradağ'a gönderttiler biliyorum... Kunt'a mesaj vermek için. Rus maçı umurlarında değildi aslında, Behzat; boksör olan oğlunun itibarını önemsemiyor. Çok şeytanlıklar gördüm Karaca, çok acımasız adamlarla tanıştım... ama inan bazen Halit'in, Behzat'ın yanında devede kulak kaldığını düşünüyorum. Kunt anladı. Abinin ölmediğini. Ama bu kadarını yapmış olamaz diye düşünüyordu. Dubai'ye gittik geldik ya hani. Organizatörüdür, yeraltı maçlarıdır... Ben o sıra öğrendim. Çağrıldım komutanlığa, böyle böyle bir iş var bir saate hallet dedi Behzat Bey. Yaşayan bir adamın tahlillerini 30 Eylül 2020'de ölen bir adamınkiyle değiştirdim. Doping mevzusu. O geceden beri uyuyamıyorum. Çünkü henüz sabah tahlilleri yapılan o adam senin ab—"

"Tamam," dedim lafını bölerek. "Tamam anladım."

Beren gözlerini kapattı, derin derin nefesler alıyordu. Alt dudağını gergince ağzının içine kaydırıp bir süre ayaklarını izlediğinde, yere düşen yağmur damlalarına bakarak sakinleşmeye çalıştığını hissediyordum.

"Ben, özür dilerim Karaca. Gerçekten çok, çok özür dilerim ben ne söyleyeceğimi bilmiyorum...—"

"Bir şey söylemene gerek yok," diye mırıldandım ben de botlarımı izlerken. Öylece, öğrenmişti yani. Öylesine bir şeymiş gibi söylemişlerdi ona.

"Başka adam yok muydu tahlillerle oynayacak sanki," diye homurdandı Beren gözlerinden düşen yaşları elinin tersiyle silerken. "Neyse... Sonra... Kunt öğrendi. Efes öğrendi. Polat..." Gözlerini kırpıştırdı bir süre. "O bilmek istemedi."

"Nasıl yani?" Kaşlarım çatıldı. Bilmek istemedi de ne demek oluyordu?

"Yani anlamıştı. Odaya çağırdılar. Kunt, Efes. Tamam abi anladım ben dedi. Eyvallah dedi. Çıktı gitti. Kimse bir şey demedi ona kendi anladı onların gözlerinin içine bakarken. Bir hafta oldu olmadı daha. Sonra zaten Kunt'un evini Ekin bastı, işler karıştı..."

Beren'in elleri titriyordu gözlerini silerken. Şemsiye bir an uçacak gibi olduğunda kulpundan tuttum ve kendim eldım elime, rüzgâr çok sert esmeye başlamıştı.

"Kayradağ'a gideceğim gün, aslında Bolu'ya annemin yanına gidecektim ama terminaldeki Bolu seferleri iptal olmuştu. Binebileceğim tek otobüs Kayradağ'a gidiyordu," diye mırıldandım, Beren'in bakışlarını yakalamaya çalışırken sakin bir şekilde. "Sonrasında Kayradağ'da ineceğim sırada otobüste Melisa'yla karşılaştım. Beni annesi Lalifer Hanım'ın gözleme evine götürdü ve hatta o karda dağa çıkmam için bir araç bile ayarladı..."

"Biliyorum, duymuştum." Burnunu çekti ve saçlarını kulaklarının arkasına tıkadıktan sonra şemsiyeyi elimden aldı Beren. "Melisa..." Derince nefes alırken yukarı baktı, ardından da bana. "Melisa'yı bilmiyoruz."

Kafamı hafifçe yana eğdim soru sorarcasına. "Ne demek Melisa'yı bilmiyoruz?"

"Abin, Kayram Koralin'i bilmediğimiz gibi; Melisa'yı da bilmiyoruz," dedi Beren, çok normal bir şey söylüyormuş gibi. "Melisa direkt Behzat Karyeli'ye hesap veriyor."

Gözlerimi kırpıştırdım sertçe, ardından ağzımı açtım ama bir süre diyecek hiçbir şey bulamadım. "Ne?"

"Bayağı. Daha şimdilerde bizim lafımızı dinlemeye başladı, o da Kunt komutayı eline alıp Çember'in başına geçtiğinden. Melisa sert çıktı Kunt, Kayram Koralin'in yaşadığını sana söyleyeceğini dile getirdiğinde hatta. Behzat da istemediğinden. Ama Behzat'la Kunt arasında bir şeyler olmuş, Melisa da artık Kunt'u dinlemek zorunda. Dediğim gibi, bir süredir komuta onda. Neden, nasıl oldu bilmiyorum."

Ben biliyorum. Çünkü Kunt Vidar Karyeli, babasının yolsuzluklarını dosyaladı ve kasasında tutuyor. Ve hatta Ekin'in girmeye çalıştığı kasada. Ama Ekin bunu biliyor olamaz, onun o odaya girme isteği başkaydı.

"Beren ben anlamıyorum. Siz nasıl bilmiyordunuz görev olmasına rağmen bu kadar önemli bir bilgiyi de sonradan öğrendiniz? Tamam, o babasını dinlemedi işi askıya alındı çekti gitti ama ya siz?" Kollarımı ovuşturdum kazak üzerinden, ellerim buz kesmişti.

"O diyorsun," diye mırıldandı Beren, dudakları düz bir çizgi hâlinde tebessüm ederken. "Biz Çember'e sonradan katıldık, Karaca. Ve asıl saha görevlerinin talimatlarını doğrudan Kunt'tan aldık. Onu bilmediği bir şeyi zaten bilmiyorduk biz de. Sonra ben öğrendim, devamı çorap söküğü gibi geldi..."

"Sen söylemedin mi onlara?" Gözlerim kısıldı. "Kunt nasıl öğrendi?"

"Ben Efes'e söyledim. Sonra koca bir günü çöp ettik, tartıştık kim söyleyecek diye. En son taş kağıt makas oynadık. Klasik. Efes kaybetti. Efes hep kaybediyor o oyunda. Gidip söyledi ertesi sabah ama dediğine göre Kunt da o gece öğrenmiş. Nasıl ya da nereden, bilmiyoruz."

Benden uzak durduğu o bir haftanın sebebi bu muydu? Abimin yaşadığını öğrendiği için mi benimle konuşmamış, göz teması kurmaktan kaçınmış, köşe bucak kaçmıştı? Söyleyeceğini söylemişti neden, ardından Halit'le takas etmişlerdi beni.

Kaşlarım çatıldı, gözlerimi çekemedim odaklandığım ıslak topraktan. "Behzat bile bile masum bir sivili, terörist olduğunu bildiği adamla adam karşılığı takas etti o akşam..."

"Evet. Hepimiz şok içindeydik. Aslında takas olmayacaktı, ama sonradan oldu, kimse inanamadı... Şebnem'in içeriye sızdığını sonradan öğrendik. Başkaları da vardı içeride. Halit'in seni kolay kolay vermeyeceğini biliyorduk, herif çoktan uçak ayarlatmıştı ülke dışına kaçıracaktı seni. Şebnem ve diğer askerler sayesinde seni alacaktık ama o akşam Sergen işe karıştı bir anda. Bizi zor tuttular bir hamle yapmamamız için ama hepimiz biliyorduk ki, Sergen eğer Halit'in arka bahçedeki adamlarını ortadan kaldıracak kadar güçlüyse belki de içerideki askerlerin de hayatı tehlikeye girmeden seni oradan çıkarabilir..." Beren gülümsedi.

"Neden gülümsüyorsun?" diye sordum ona, temkinli bir şekilde. Nedense vereceği cevaptan korkuyordum.

"Biliyor musun o gece operasyon komutası bizzat Behzat Karyeli'deydi ve biz onun lafını dinlemeden içeri gizlice girmiştik seni almak için. Sergen'e rağmen. Ama sen odada yoktun ve anonsta senin güvenli bir şekilde anayoldaki bir araca naklinin gerçekleştiğini geçtiler. Halit geldi. Elindeki telefonu sinirden parçalamıştı, ekran camı kırılmıştı kan geliyordu elinden. Hiçbir şey demeden adamlarını çekti ve siktirip gitti. Sergen o gece ne yaptı, neden yaptı, kimse bilmiyor."

Bunu da biliyordum. Çünkü Esved'de bir joker kartı vardı ve Sergen bile isteye Esved'e benim hayatımı kurtartmıştı. Bu yöntemi kullanmıştı çünkü kendini belli edemezdi bariz bir şekilde hayatımı kurtararak. Borçlu görüyordu belki de kendini. Görmeliydi de.

Sergen Kahir. Soyadı Egemen'di. Ekin'in abisiydi.

"Yani sonradan öğrendik," diye mırıldandı Beren, lafını düzelterek. "Sergen'idir, Esved'idir, Ekin'idir... Sonradan öğrendik. Sergen belalı bir tiptir, karaborsa adamıdır ama arkası sağlamdır ve piyasada lafı geçer. Kardeşinin yaptıklarından dolayı sanırım kendini size borçlu hissediyor. Esved, Ekin'i öldürmekten hüküm giymiş ya hani. Onu hapisten çıkartıp hukuk okumasına yardımcı olması, Halit'in bürosuna sokması falan... Resmen Esved'in ruhu duymadan onu kendine ajan olarak yetiştirmiş."

Boğazımı temizledim. "Nehir'in getirdiği dosyayı okudunuz mu siz?"

Gözleri kısıldı bir an, ardından başını salladı çok normal bir şekilde. Sanki son zamanlarda popüler olmuş bir kitabı okuyup okumadığını sormuşum gibi. Ne? "Pek bir şey yok dosyada. Esved'le Ekin kavga ediyorlar, Esved tamamen nefsi müdafaa yaparak kendini savunurken Ekin hayatını kaybediyor nefessiz kalarak. Gizli görgü tanığı olarak liseli birkaç kızın ifadesi vardı ama önemli değildi çok, aralarında da bir husumet varmış zaten o olaylardan bahsedilmiş. Efes çok araştırdı bu dosyayı. Ekin'in babası oğlunu ölü gösterip yurt dışına kaçırıyor, Sergen de meseleyi öğrenince Esved'i hapisten çıkartıyor. Tabii o da saklıyor kardeşini."

Bir an, kalbim o kadar hızlı atmaya başladı ki göğsümde; damarlarıma pompaladığı kan ağzıma geldi. Safra tadıydı ama bu. Gözlerim yandı. Dudaklarımı ısırdım, ağzımın içine yuvarlayıp ezdim bir şey söylememek için; ağlamamak için ya da, en azından bugün. Bir defa daha. Ağlamak zayıflık değil. Ama bu kadarı haksızlık.

Bu demek oluyordu ki, ifadem hiçbir zaman dosyaya işlenmemişti. Adam yerine konulmamıştım. Adım bile geçmiyordu dosyada, geçse Beren söylerdi.

Kunt Vidar Karyeli'nin ayağıma kadar gelip okumak için izin istediği dosyada aslında hiçbir şey yoktu ve o bunu fark edecekti. Fark edecek ve hesap soracaktı.

O zaman ne diyecektim?

Dosyayı okusaydı ne kolay olurdu.

Belki hesabı senden sormaz. Zaten yüzü yok.

"O piç kurusu nerede?" Avucumla, sol göğsümü ovaladım. "Nerede tutuluyor şu an?"

"Şu an hastanede. Korunuyor merak etme, orası da hapisten farksız. Kaçamaz. Akşama çıkması bekleniyordu en son. Kurşun yarası olduğu için tedavisi uzun sürdü. En geç yarın sabah sorgusu başlar," diye cevapladı Beren beni. "Karaca, onu bırak da... Öktem hakkında ne düşünüyorsun?"

"Şebnem nasıl?" diye sordum. Öktem'den konuşmak istemiyordum henüz. "O da biliyor muydu? En profesyonel oyuncunuz. Gerçi Melisa tahta aday şu anlık..."

"Şebnem bilmiyor henüz. Halit tarafında köstebek olduğu için bir süredir olaylara hâkim değildi. Şimdi kimliği açığa çıktığına göre bize geri döner..."

Şükür. Yalan söylemeyen, saklamayan biri.

"Yani sen diyorsun ki... Melisa'nın ya da... O herifin ne bok yediğinden haberiniz yok her ne kadar öğrenmiş olsanız da. Çember sizsiniz ama Behzat Karyeli her şeyi anlatmıyor da... Bunu mu söylüyorsun?" Histerik bir gülüşün izi kaldı bir sürede dudaklarımda, kafamı toparlamaya çalışıyordum. "Kusura bakma ama bu çok anlamsız... Yani mantıklı değil bir kere—"

"Halit Tasmas'ın Ahmet Çevik'i bu kadar kolay teşkilata teslim etmesi de akıl alır bir iş değildi. Ya da Behzat Karyeli'nin Ahmet'i ne olursa olsun sürekli ele geçirmeye çalışması. Gerçekten çok pis bir iş dönüyor ortada," dedi Beren başını iki yana, olumsuz bir şekilde sallarken. "Ekin'in Halit'le olan ilgisi de belli değil henüz. Nasıl o adamı arkasına alabildi kimse bağlantıyı çözemedi. Ahmet Çevik'ten de bir şey çıkmadı hâlâ. Her şey gittikçe boka sarıyor. Kim neyi neden yaptı belli değil. Biri de çıkıp anlatmıyor. Boşa kürek çekiyoruz bugünlerde... Eğer Halit yakalanmazsa ve boğazdaki bombalar aktifleştirilirse bir şekilde, o zaman her şey boşa gider. Hiçbir şeyin anlamı kalmaz."

"Behzat Karyeli boğaza dalgıçlar gönderip bir şekilde bombaları imha edemez mi? Ülke alarma geçirilemez mi? Anlamıyorum neden kimse hiçbir şey yapmıyor?"

"O sistemi Aliye Karyeli inşa etti. Krokisini çizen o'ydu. Planlamaya yıllar sonra ulaştılar. Kimyasallar denizi kirletiyor, yaklaşan dalgıçların hava borusunu tıkıyor ve zehirliyor. Daha korumalı süitler şu anlık geliştiriliyor, henüz o teknolojiye ulaşmadık. Yurtdışından ithal edilenler de iş görmedi. Ülke çapında alarma geçersek dış işler karışabilir bu yüzden kara kuvvetleri komutanlığı henüz devlet idaresiyle iletişime geçmedi konu hakkında. Yalnızca birtakım bakanlar ve sekreterlik biliyor ve onlar da sessizce halletmek istiyorlar. Eğer bu bilgi sınır ülkeler tarafından öğrenilirse, Halit'in destekçilerinin artması durumu da var."

"Beş ucu boklu değnek diyorsun," diye mırıldandım, durumun ciddiyetini kavramaya çalışırken. Harika. Sinirlerim bozulmuştu. Başımı çevirip sinirle gülerken kendime engel olmak adına avucumu ağzıma kapattım ve yüzümü sıvazladım. "Şaka gibi. Bir maçtan geldiğimiz noktaya bak."

"Sinirlerinin bozulması o kadar normal ki. Özellikle son bir haftada öğrendiklerin göz önüne alınırsa. Ve o gece yaşadıkların... Karaca ben de stresliyim ülkem için ama seni tahmin bile edemiyorum," diye mırıldandı Beren, bir elini omzuma koyarak. Elini ittirmedim. İyi gelmişti. "Her şeye rağmen ve her şey için çok üzgünüm, özür dilerim. Biliyorum bir daha bana eskisi gibi bakmayacaksın ama ben senin için burada olacağım hep. Sen de yeri geldi derdimi dinledin, yardımcı oldun bana. Umarım samimi olduğumu görürsün özrümde ve sarf ettiğim her kelimede. Sen hayatımda tanıdığım en güçlü, en mantıklı, en iyi kalpli insanlardan birisin. Seni kaybetmek benim için çok zor. Ama sen nasıl istersen öyle olsun, kabulüm yine de."

Tebessüm etti yeniden Beren, acı bir şekilde. Elini omzumdan çekti. Şemsiyeyi elime tutuşturdu ve "Çok kalma sen de bu yağmurda, soğuk. Üşütürsün," diye tembihledikten sonra kendi ıslanmasına aldırmadan ceketini başına çekerek binaya doğru koşturdu.

Bak, sende bu yarayı açtım, diyordu hayat. Ve sen sonsuza dek izini taşıyacaksın. İstersen affetme, ama sen yine bütün o güzel duyguların katilleri tarafından sarıp sarmalanacaksın.

Bizi düşmanlarımız ilkelleştirir, dostlarımız büyütür. Herkes incitir. Birinde öfkelenir küçülürüz, diğerinde hayal kırıklığında boğulur yutkunuruz. Belki sonsuza dek kabullenemeyeceğizdir bize yapılanı ve kabullenmek, affetmek, unutmak mümkün de değildir zaten.

Bazı şeyleri aşamayız. Bir parçamızı orada bırakırız, söküp alınmıştır bizden. Geri vermez hayat.

Bir süre o yağmurda, ağacın altında, Beren'in verdiği şemsiyeyle dikildim. Üşütmeye başladığımı biliyordum ve üşüdüğümü çok net bir şekilde hissediyordum ama taş kesmiştim sanki ve düşünmek bir hayli ağırlaştırmıştı bedenimi. Hareket edemiyordum.

Hava kararmaya başladığında binadan çıkan tanıdık bir sima çarptı gözüme. Altın hareler, metreler ötesinden benimle göz teması kurduğunda zaten binadan çıkışı öfkeliydi. Her neye sinirlenmişse, bana bakarken dahi bakışlarını değiştirmemişti. Belki sana sinirlenmiştir Karaca.

"Ne yapıyorsun?" diye sordum şaşkınca, üzerime yürümeyi bırakmıyor ve hızını azaltmıyordu. Tamamen üzerime geldiğinde geriye gitmeye vaktim olmadı bile. Beni belimden yakaladığı gibi omzuna attı yolundaki bir engelmişim gibi. Şemsiye elimden kayıp düşerken yoluna devam ediyordu.

"İndir beni!" diye bağırdım bahçenin ortasında. Binaların girişindeki askerlere rezil olmam umrumda bile değildi, bu dağ ayısı ne yaptığını zannediyordu?

"Aklımı kaçırmak üzereyim, o yüzden lütfen sus," diye soluduğunu duydum çırpınmalarımın arasında. Başımı kaldırıp saçlarımı yüzümden çekebildiğimde otoparka gittiğimizi anlayabilmiştim. Saçlarımı bağladığım lastik kopmuştu.

"Asıl ben kaçırdım aklımı! Sana ne oluyor?!"

"Odadan çıktığından beri şu incecik kazak ve siktiri boktan bir şalla buz gibi havada dikiliyor musun gerçekten?!"

"Sana ne!" Yumruğumu sırtına geçirdim bağırırken ama etki ettiği söylenemezdi.

Beni SUV'nin yolcu koltuğunun kapısında yere indirdiğinde üzerime geldi. Anın etkisiyle nefes nefese başımı kaldırdığımda, tıpkı benim gibi çattığı kaşlarının arasından bakıyordu gözlerime. "Sakın hasta olma Karaca. Şurada iki dakika göz göze gelmeye dayanamıyorsun, adımı ağzına almıyorsun; hasta olursan beni daha çok görmek zorunda kalırsın."

"Çekil, binmeyeceğim senin arabana," dedim o an başımı çevirip. İnadını sikeyim... Üşüdük!

"Bin, Esved'e götüreceğim seni." Önüme geçti yolumu keserken. Kokusu genzime kaçmıştı.

Gözlerimi kapatırken sert bir nefes çektim içime, sinir olmuşçasına. Olmuştum çünkü. Beni arabaya bindirecek sözler söylemesindi.

"Kendine zarar verecek şeyler yaptığında gururundan nefret ediyorum," dediğini duydum, başımı kaldırıp gözlerine baktım o an. Bir çelik gibi sertti ifadesi. Benim aksime kaşlarını çatmamasına rağmen, yüz hatları yetiyordu.

"Bana en büyük zararı sen veriyorsun." Kelimeler bir araya geldiklerinde, bir silah görevi görebiliyorlarsa; boğazımdan yükseldikleri an ses tellerimde can bulduklarında, tetiği çekmiştim.

Dudakları kapalı, düz bir çizgi hâlindeydi. Burnundan soludu bir an, sessizce. Hayır, yorgunca. "Bu yüzden en çok da kendimden nefret ediyorum ya."

Alayla güldüm. Neden gülüyorsun diye sormadı ilk kez biri, çünkü o anlıyordu. "Ne konuştun onunla?" Bu sefer üzerine giden bendim. "Akşam iki tek atarız falan mı dediniz? Ya da sabah koşuya çıkarsınız birlikte. Her ne kadar ölü sanılsa da maske şapkayla tanınmaz hâle gelebilir. Ben bile fark edemedim ya hani, kim fark etsin—"

"Karaca," diyerek lafımı böldü Kunt. Vidar. Karyeli.

"Niye? Gayet yapabileceğiniz şeyler bunlar. Siz iki sporcu... Biraz taktik verir sana, ileride kendini ölü gösterip tüm ülkeyi buna inandırarak kaçmak istersen diye mesela. Lazım oluyor bu askerlik olaylarında anladığım kadarıyla."

Öylece bakıyordu yüzüme, bu sefer lafımı bölmemişti.

"Kardeşlerini kandırman lazım ama. Anca öyle inanırlar. Mert ve Meryem'di değil mi? İspanya'dalar zaten inanmaları kolay olur. Ali Baran desen İstanbul-Seattle mekik dokuyor. Dilberay Hanım'ın yüreğine inebilir ama bak ona dikkat et. Sen söyledin kalp masajı işe yaramazmış kadında artık. Baban çok takmaz sanırım. Ya da biliyordur zaten yardım eder falan. Ben bir iki gözyaşı dökerim kameralara, hani sahte nişanlınım ya. Mis. Oldu bitti valla."

Yalnızca izliyordu beni. Sözlerimin kırıp geçtiğini biliyordum ama kendimi durdurasım yoktu.

"Ama söylemem kardeşlerine gerçekte ölmediğini. Saklarım onlardan. Böyle gözlerinin içine baka baka, her şeyi bile bile... saklarım. Hiç gocunmam da biliyor musun? Pot da kırmam, nasıl yapılacağını profesyonellerden öğrendim nasıl olsa değil mi?"

Çenesini sıkıyordu.

"Dilberay Hanım'a, yurt dışına gitti derim. Beni götürmedi, ayrıldık derim inanır. Birkaç yıl idare edersek sonrası sorun olmaz. Kadın zaten hasta, ömrü çok uzun değil. Cenazesine gelme ama, yüzsüzlük olur bence."

Gözlerimi kapatırken yutkundu sertçe, ardından altın hareler koyuldu.

"Sen biliyor musun abim geldi mi kendi cenazesine? Arada buluşunca böyle laf döndürüyor musunuz? İlk kez görünce ne dedin mesela? Aa sen yaşıyor muydun e biz seni gömdük ama dedin mi?"

Ben de çenemi sıkmaya başlamıştım, ve çok sert davrandığım için kendime; o sıktığım çene, titremeye de başlamıştı. Karşımdaki adam farkındaydı bunun. En küçük hareketimin, en anlaşılmaz mimiğimin bile takibini yapıyordu çünkü. "Karaca," diye mırıldandı bir adım atarak aramızdaki santimleri kapatırken. Yüzümü avuçlamak istemişti ama ben ellerini ittiriyordum yine.

"Ya çok merak ediyorum gerçekten, ne dedi?"

"Karaca—,"

"Şeyi anlattın mı mesela dayımı mezarına çağırıp bak benim abim burada yatıyor diye sergilediğim oscarlık oyunculuğumu—"

Beni nasıl tutup da göğsüne çekebilmişti bilmiyordum ama ellerim sürekli bir inkâr hâlindeydi, bu yüzden ittiriyordum onu. Sen bana nasıl sarılabilirsin? Sen bana sarılamazsın!

Tekrar ittirdiğimde geri çekildi, ama yine de fazla yakındık.

"Ben kimseyle koşuya çıkmam. Senden başka. Kimseyle de konuşmam. Hiç kimseyle. Kimsenin tarafında da değilim, senin tarafından başka. Yanına da başkasını koymam, yanıma da. Kefelerim farklı benim hiçbirini birbirine karıştırmam. Hak etmeyene ağzımı açmam. Beni başkasının yanına koymaya çalışma, değilim orada," diyordu tatlı kelimeleriyle, ben kurtulmak isterken ondan. Ama savunma hattım zayıflıyordu onu dinlerken. Tatlı bir zehirdi sesi. "Buradayım. Yalnızca burada."

Gözlerime bakıyordu, burunlarımız birbirine değmek üzereyken alınlarımızı birleştirdi. "Beni başka bir yere koyma," diye tekrar etti nefesi yüzüme çarparken, rüzgârdan yüzüme çarpan bir tutam saçı kulağımın arasına sıkıştırarak.

Tenime değen parmakları canımı yakıyordu. Gözlerime bakan altın hareleri kalbime zehir pompalıyordu. Fısıldarken çıkan tatlı sesi boğazımda düğüm düğüm ediyordu kelimeleri, hiçbirini bilmiyor muydu? Bunu bana, kendine yapan o'ydu; ben bunu kabullenemiyordum işte.

"Sen kendi yerini yakıp yıktın sakın başkasında suç arama olur mu?" dedim elim arabanın kapısını bulurken ardından kapıyı açtım ve aralıktan içeri soktum bedenimi ön koltuğa otururken. Emniyet kemerimi bağladım ve önüme baktım bir müddet. Saniyeler geçti. Dakikalar geçmek bilmedi. O an bir saniye, bin yıla denkti.

Benim canım kül oldu, senin ki de yansın.

Orada oturdum öylece. Ben kimseyle koşuya çıkmam. Senden başka.

Benimle göz göze gelmişti ön kaputtan dolanıp şoför koltuğuna geçerken. Kimseyle de konuşmam. Hiç kimseyle.

Esved'in yattığı hastaneye sürerken arabayı, hiçbir şey söylemedi. Kimsenin tarafında da değilim, senin tarafından başka.

Radyo açık değildi. Yanına da başkasını koymam, yanıma da. Kefelerim farklı benim hiçbirini birbirine karıştırmam.

Asfaltta tekerlekler kayarken çıkan ses dışında çıt duyulmadı arabada. Hak etmeyene ağzımı açmam.

Avucumdaki kesikler, sargıların altından acıyordu. Sanırım dikişlere zarar vermiştim. Hiç görmemiştim avucumun hâlini, pansuman yapılırken bile. Beni başkasının yanına koymaya çalışma, değilim orada.

Buradayım. Yalnızca burada.

Kötüsün. Beni bıraktığın çamurlu yolda, dönüp arkamı yürüyemiyorum bile sana bakmadan. Orta yerindeyim cehennemin, kıyamet gününü yaşadım kendi dünyamda; bir değil, üç kez. On yedi. Yirmi bir. Yirmi bir buçuk. Birinde aklımı, diğerinde abimi, ötekinde herkesi kaybettim. Ve en kötüsü de ne biliyor musun? Bir daha olmaz diyemiyorum. Bir daha yaşamam bunu diyemiyorum.

Hastane yolunda yağmur arabanın camlarını döverken tek düşünebildiğim Esved'in uyanıp uyanamayacağıydı. Sanki tek o değil, ama neyse Karaca...

Kapalı otoparka girdiğimizde park yeri bulmak uzun sürmedi. O daha motoru durdurmadan ben emniyet kemerimi çözüp dışarı atladığımda arkama bile bakmadan asansörlere ilerledim ve altıncı kata bastım. Ne yazık ki, kapı tam kapanırken araya giren bir kol, asansörü durdurmuştu. Çünkü yetişmişti bana. Kolay mı kaçmak?

Birlikte Esved'in kaldığı kata çıktığımızda danışmayı bulup doktorundan içeri girmek için izin istedim. Bir hemşire beni sterilize etmek adına galoş, maske, eldiven ve önlük ile hazırladı, ardından otomatik kapı açıldı.

Kunt Vidar Karyeli odanın hemen dışında, camın önünde dikiliyordu. Kollarını göğsünde birleştirmiş, gözünü bile kırpmadan bakıyordu yatakta yatan bilinçsiz bedene. Ne düşünüyordu? Üzülüyor muydu o da benim gibi, bir hiç uğruna sürekli canıyla boğuşan bu adam için?

Bir hiç uğruna. Hiç, benim.

"Bugün günlerden Pazar. Yağmurlu. Hava sıcaklığı sekiz. Mart'ın 1'i," diye mırıldandım yatağın başına geçerek, camın ardında dikilen adama sırtımı dönerken. "Kahvaltıda yumurta yedim. Bana ne senin kahvaltıda ne yediğinden diyebilirsin ama bir haftadır ilk defa doğru düzgün bir şey yiyorum sanırım ve bu senin en nefret ettiğin şey oluyor. Yumurta. Yani bence ben yaptıysam, sen de yapabilirsin..."

Her zamanki gibi günümü anlatıyordum ona en başından. Ne yediysem, annemle ne konuştuysam, ne yaptıysam, neler öğrendiysem.... Melisa dâhil. Öktem dâhil. Herkes ve her şey dâhil. Çünkü zaten saklamak onu bu hâle getirmemiş miydi?

Herkes gibi benim de parmağım vardı onun bu boğuk beyaz odada yalnız başına günlerdir yatmasında. Hatta belki, yine, başrol bendim.

"Bak ne var bende," diye mırıldandım en son, gözlerimden akan yaşları silerek burnumu çekerken. Cebimdeki yüzüğü çıkardım. Fevzi'nin o geceden sağ kurtulduğunu öğrendikten sonra ondan istediğim şey, eski evdeki yüzük olmuştu. Tam olarak nerede bulabileceğini söylemiştim o da, ve o da bana birkaç parça eşya getirirken yüzüğü de getirmişti.

"Hani memleket dönüşü alacaktın ya benden. Hava soğuk diye içeri gir çık yapmayayım istemiştin boşu boşuna..." Gülümsemeye çalıştım ama çok komik göründüğüme emindim. "Kalkarsan vereceğim. Yoksa vermem." Yüzüm buruştu istemsizce. "K-kalkmayacak mısın gerçekten?"

Dönüşü yoktur bazı gidişlerin, demişti annem ben küçükken babam için. Esved gitmemişti ki dönüşü olmasındı, değil mi anne?

Uyuyor sadece o.

Dinleniyor.

Çok yoruldu.

Hepimiz yorulduk.

Şimdi o dinlensin, sonra biz dinleniriz.

Değil mi Kunt?

Gözlerimi kapattım. Yalanların, saklananların, oyunların, ölüp de dirilenlerin; öldüğünde acısıyla, dirildiğinde ihanetiyle yaşayanı da diri diri toprağa sokanların olmadığı bir dünya hayal ettim. Geçmişe bile tamamdım, ama şimdi olanları kabul edemiyordum; bir şey olduğunda güç almak için anlatmak istediğim insanlara boğazıma bıçak dayanmışçasına susmayı kabul edemiyordum.

Yüzüğü cebime atıp yoğun bakım odasından çıkarken aklımda çok şey vardı, bu yüzden koridora çıktığım an karşıdan bana saldıracakmışçasına bağırarak gelen herifi göremedim. Başımı kaldırdığımda "Yine mi sen amına koyayım?!" diye bağırıyordu biri ki, siyah bir perde, hayır hayır bir dağ geçti önüme ve görüşümü kapattı o an.

Kunt. Vidar Karyeli. Kişisi. Yabancı. Yalancı.

"Ağır ol."

İki kelime söyledi. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur sanıyorlar ya hani, bokunu çıkarana kadar gülmek istiyorup karşılarına geçip. Asıl gönülden ırak olan gözünün önünde olsa ne olur? Görmesen de, duymasan da, orada bir yerlerde olduğunu bildiğin sürece; anılar, sesler, gülüşler anı kesende yaşadığı yaşadığı sürece... kendini kandırırsın sadece.

Başımdaki boneyi çıkartırken "Sen kimsin?" diye sordum, Kunt'un arkasından çıkarken ama göz göze geldiğim an bana saldıracakmışçasına deliren bu adamı tanıdığımı fark etmiştim. Esved'in kuzeniydi. Lisedeyken birkaç kere karşılaştığımız olmuştu.

"Sakın beni tanımamazlıktan gelme!" diye bağırdı öfke içerisindeki adam, işaret parmağını bana doğrultarak. Aynı saniye içerisinde, işaret parmağı ve komple kolu sırtına doğru bükülmüş hâlde yüzüstü duvara yaslanmıştı bedeni. Bir tehdit gibi.

"Yoğun bakım odalarından biri hâlâ boş, bu kadar çok yatmak istiyorsan." Adamı duvara kilitlemiş bir şekilde ensesindeydi.

"Tamam, bırak adamı, tanıyorum," dedim alnımı ovuştururken gergin bir ifadeyle. Altın hareler yüzüme baktı, sanki gözlerimden anlayabilecekmiş gibi. Ama bir adama, bir bana, bir de Esved'in yattığı odaya baktığında; belki de anlamaktan çok daha fazlasını yapmıştı.

"Kunt Bey bir sorun mu var?" diye koşuşturarak gelen iki hemşire, bir güvenlik görevlisi ve bir de bizzat doktordu.

Kunt adamı bıraktığında herif acıyla inleyerek kolunu tuttu ve omzunu ovaladı. "Kimsin lan sen?" diye söyleniyordu bir yandan da Kunt'a ters ters bakarken. "Sana ne oluyor amına koyayım?!"

"Çok affedersiniz gerçekten." Doktor araya girdiğinde, Kunt'a mahçup bakışlar attı. Ardından güvenlik görevlisine, saldırgan tavırlar sergileyen Esved'in kuzenini işaret etti başıyla. "Beyefendi, Esved Bey'in kuzeni oluyor. Haberini alır almaz ziyarete gelmiş. Yoğun bakıma girmek istediğinde bugünlük izin veremeyeceğimi söyledim, sanırım sinirlendi."

Yani Esved'in kuzenini hakkını kullanmıştım bugün. Harika.

"Bırak!" diye bağırdı herif, güvenlik görevlisi onu nazik bir dille çıkışa yönlendirmek istediğinde.

Kıunt araya girdi o an. "Bırak, tamam," dedi ve güvenlik görevlisinin geri çekilmesini sağladı.

"Oh be!" diye bağırmıştı Esved'in ismini bir türlü hatırlayamadığım kuzeni, Kunt gelen doktor ve hemşireleri bir sorun olmadığına ikna ederek gönderirken.

Nihayet herife geri dönebildiğinde, sert ifadesiyle lafını kesti. "Oh moh yok. Konuşmak istiyorsan illa, geçersin karşısına önce hâl hatır sorarsın sonra ne zıkkımsa derdin dökülürsün—" Esved'in kuzeni, yine agresif bir şekilde Kunt'un lafını kesecekti ki Kunt bu sefer üzerine yürüdü ve karşısında dikildi. "Bana sakın lafımı tekrar ettirme, az önceki tarife hâlâ geçerli. Kim olduğun onun umrunda olabilir," dedi başıyla beni işaret ederken. "Ama benim zerre değil."

Basri. Hatırladım. Basri sıkıntılı bir nefes çekti içine, başını yana çevirip boş duvara bakarak kendini sakinleştirirken. Boy ölçüşemeyeceğini anlamış, biraz da agresif davrandığının farkına varmıştı sanırım.

"Basri," dedi en sonunda, önce Kunt'la; ardından benimle göz göze gelirken. "Adım Basri. Kanık. Esved'in kuzeniyim. Ama sen beni tanıyorsundur zaten, değil mi Karaca?"

Yutkunmaya ihtiyacım vardı ama koca bir yumru oturmuştu boğazıma, gönderemiyordum onu aşağı. Tabii ki Basri'yi hatırlıyordum. Tüm o karmaşa esnasında oradaydı, Esved hapse girdiğinde oradaydı... Her şeyi biliyordu.

"Tanıyorum," diye mırıldandım güçsüz bir sesle.

"Ya benim aklım almıyor, ne zaman Esved'in başına büyük bir bela açılsa senin orada olmanı... Nasıl bir tesadüf bu ya? Tesadüf mü gerçekten sorguluyor insan bir vakitten sonra." Basri iğneleyici konuşuyordu. Belki yeniden benim üzerime yürümeye cesareti yoktu ama sözleri bundan çok daha fazlasını yapıyordu.

"Esved kaza geçirdi, memleketinden dönerken..." Kurumuş dudaklarımı ıslattım.

"Evet evet. Biliyorum. Yengem süründü buralarda günlerce, yan odada çok serum yemiştir... Ama sen denk gelmemek için kaçtığından, görmemişsindir—"

Basri bir adım atmıştı ki Kunt omzundan ittirdi. "Yavaş dedim."

"Ya sen de bir çekil kardeşim ya! Kimsin sen amına koyayım sana ne bizim aramızdaki münasebetten?!"

"Senin münasebetini sikerim doğru düzgün konuş, dilinin kemiği olsun. Nişanlısıyım." Kunt'un kaşları çatık ve sesi hiç de hoş değildi. Esved'den hoşlanmadığı gibi, kuzeni Basri'den de hoşlanmamıştı. Kan herhalde Karaca.

Kan falan değildi. Basri kaba saba, hödük bir adamdı. Hep öyleydi. Lisedeyken de çok ağır laflar etmiş, çok canımı yakmıştı. Böyle birinin benim hakkımda, şu an hayatımdaki herkesten daha çok bilgiye sahip olması beni inanılmaz rahatsız ediyordu.

Nişanlısıyım.

Ben yüzüğü attım ki Kunt Vidar Karyeli.

"Haa," diye bir ses çıkardı Basri, yan yan süzerek onu. "Şu boksör olan..." Yüzünde ters bir ifade vardı. Ardından bana baktı ve cık'ladı üç kez. "Ne hâliniz varsa görün, gidiyorum ben."

"Ben bunlar gelsin istemedim başına," diyebildim kısık bir sesle, Basri giderken arkasından. Beni duyduğunu biliyordum ama durmayacğını da biliyordum. Ben bunlar gelsin istemedim başına, gelmesin diye yaptım ne yaptıysam. İnsan bilemiyor bazen Basri. Sen, onu benden kurtarmaya çalıştın; ben de çevremden. O da beni kurtarmaya çalıştı neticesinde. Herkes, kendi yangınından kaçırmaya çalıştı birilerini.

Sonunda yanan biz olduk.

Hani ateştin sen?

"Ben lavaboya gidiyorum," dedim boneyi de, eldivenleri de, önlüğü de, galoşu da çıkartıp bir hışımla çöp kutusuna atarken. Ardından lavaboya girdim sakinleşmek için ve birkaç dakika içeride kaldım.

Bilerek Esved'in ailesinin kafeteryaya inmesini ya da çıkmasını bekliyordum, ya da onlar gelmeden ziyaret ediyordum. Onlarla karşılaşmak istemiyordum yıllar sonra. Annesinin bana acıyarak bakan gözlerini görmek istemiyordum ya da bir kez daha oğullarına zarar veren kişi olduğumu fark etmelerini, tıpkı Basri gibi.

Yalan değil. Öyle. Ben olmasaydım Ekin, Esved'le tanışmazdı. Ben olmasaydım Esved, Ekin'i öldürmekten hapse de yatmazdı. Sergen onu çıkarmazdı hapisten ve babamın avukatlarının ofisine sokmazdı.

Bir şekilde bütün kötü yollar bana çıkıyordu, evimin önüne.

Yüzümü yıkayıp ellerimi kuruladıktan sonra tuvaletten çıktığımda Kunt kapıda bekliyordu. Yaslandığı duvardan doğrularak göğsünde birleştirdiği kollarını çözdü ve "Acil bir yere uğramam gerekiyor, seni eve bırakacağım," dedi başıyla dışarıyı işaret ederken.

"Tamam," diye cevapladım onu, gayet sakin bir şekilde koridorda yürümeye başladığımızda. "Birlikte gidelim."

"Karaca."

"Ne?" Asansörün düğmesine bastım, kapılar açıldığında içeri geçtik.

"Gelmek isteyeceğini sanmıyorum."

"Böyle söylediğin için artık daha çok gelmek istiyorum." Kollarımı göğsümde birleştirdim.

Yandan göz ucuyla bakarken, birkinlikten parmak uçlarını göz pınarlarına bastırdığını görmüştüm. Telefonunu çıkardı ve dalgınca Efes'i aramaya çalıştı.

"Arayamazsın, çekmez," dedim kapılar açılmadan hemen önce. "Unuttun mu? Faraday Kafesi."

Ben yanından geçip giderken o muhtemelen birkaç saniye daha arkamdan bakakalmıştı. Bu kadar dalgınsa gidip uyusaydı? Ben gayet uyuyabiliyordum. Yalan. Kalkıp birinin odasına gitmeye de çalışmıyordum, gayet güvende hissediyordum. Çünkü annenle uyuyorsun. İştahım da vardı artık. Sabah bir tane yumurta yedin diye bir Kadıköy meydanında pankart açmadığın kaldı.

Kollarımı boynuna dolayıp parmaklarımı saçlarının arasında kaybederken gününün nasıl geçtiğini, neler yaptığını sormak; en önemsiz ayrıntılardan bile haberdar olmak istiyordum. Ona bir nefes kadar yakınken genzime bir başka doluyordu kokusu, ve göğsünde uyandığım sabahların verdiği huzuru dünyanın hiçbir köşesinde bulabileceğimi düşünmüyordum. Ben seni çok özlüyorum ama bunu sana asla söylemem, cesedimi çiğnemen gerekir.

"Öktem'in durumu ne olacak?" diye sordum arabaya geçtiğimizde, Kunt telefon görüşmesini bitirmişti ve otoparktan çıktığımızdan beri arabayı çok hızlı kullanıyordu. Her nereye gidiyorsak, oraya bir an önce ulaşmak istiyordu.

"Bir şeylerin şüpheli olduğunu biliyoruz ve seninle yüz yüze geldiğinde bunu doğruladık da ama ne olduğunu bilmiyoruz. Öktem bir hayalet gibi. Tehlikeli görünmüyor durumu ama altından ne çıkacağını bilemeyiz." Direksiyonu sağa kırdığına bir saniyeliğine aynaları, bir saniyeliğine beni kontrol etti. Yüzündeki endişeli ifadeyi o an fark ettim.

"Nereye gidiyoruz cevaplamadın," diye sordum bir kez daha, on dakikadır yoldaydık ve yağmur yağmaya devam ediyordu. Popüler bir semtteydik, eskiden barmaidlik yaptığım Beşiktaş'ta.

"Arabada bekle dersem bekler miydin?" Sağa çektiğinde, valeyi gördüm; elinde şemsiyeyle arabanın önünden dolandı ve kapıya geldi.

"Hayır."

"Ben de öyle düşünmüştüm."

Birbirimizi cevaplarken ikimiz de karşıdan alacağımız cevapları biliyormuş gibi telaşsızca indik arabadan. Ben mekânın tentesinin altına girerken Kunt arabanın anahtarlarını valeye verdi ve hızla yanıma ilerledi. Birden elimi yakalayıp avucunun içine aldığında şokla geri çektim, kaşlarımı çatarak baktım ona kollarımı göğsümde birleştirirken.

"Bana yakın yürü, arkamdan ayrılma," dedi kabullenerek. Başımı ağırca salladım.

Kapının önünde dikilen tek bir adam vardı. Muhtemelen beyazlamış uzun saçlarını siyaha boyamış ve örmüştü, üzerinde deri bir ceket vardı. Kimlik kontrolü yapmamasını vakit bulamamasına bağlamıştım çünkü Kunt hiç beklemeden içeri daldığında ben de peşinden ilerlemiştim hızlı ve sık adımlarla.

Karanlık ve sessizdi içerisi. Koridorlar karanlıktı. Neredeyse koluna yapışacak, elini tutacaktım; ama korktuğumdan değildi bu. Başkası olsaydı yanımda, yine aynı karanlıkta; böyle hissetmezdim. Sadece o etraftayken, sadece ona ihtiyaç duyuyordum ve bu hastalıklıydı.

"Karaca, anahtarları verdiğim valenin yüzünü hatırlıyor musun? Bence arabada beklemen iyi bir fikir olabilir—"

Bum.

Bir anda açılan ışıklar ve başlayan yüksek sesli müzik, tüm sinirlerimi alt üst ederken çığlık attım ve kollarımı başıma kapatarak dizlerimin üzerinde eğildim. Kalbim güm güm atıyor, kalbim ağzımda atıyordu o an. Düşüncelerim başıboş kurşunlar gibi zihnimin duvarlarına isabet ederken kim olduğumu, kiminle olduğumu, nerede olduğumu... her şeyi unutmuştum.

"Mutlu yıllaaaaar! Vuuuuhuuuuuuu!"

Sakin ol, sadece sürpriz, demek istedim kendime. Sırtımı sıvazlamak ve espri yapmak istedim, gülmek istedim. Ekin'i tutukladılar, başında adamlar var, kaçamaz daha oradan; Karyelilerin elinden kaçamaz. Sen küçüktün onlar büyüktü bir zamanlar, şimdi onlardan daha büyük ellerine geçtiği adamlar demek istedim.

Şaşkınlıkla başımı kaldırabildiğimde görüşüm netleşmemişti henüz, ama yüzümde gezinen elleri hissedebilmiştim. Kunt, yüzüme gelen saçları çekiyor ve bir şeyler soruyordu ama sesi fazla uzaktan geliyordu dibimde olan bir adama göre. Endişeli altın hareler, yüzümün her zerresinde gezinirken ellerini ittirdim ve "İyiyim," diye fısıldayabildim kocaman yutkunarak. Derin derin nefesler aldım, ardından önümüzdeki kalabalığa döndüm ve bir anlığına utandığımı hissettim.

Karşımdaki hiçbir yüzü tanımıyordum ama hepsi çığlıklar atarak mutlu yıllar şarkısı söylüyordu. DJ kabinindeki adam basmıştı hoparlörlere müziği. Kocaman, dikdörtgen şeklindeki pastayı ve üzerindeki mumları görebiliyordum; havaii fişek demeliydim ya da, mum olmaktan fazlasıyla uzaktı o süslemeler.

Ayağa kalkarken topuklu seslerini duyabilecek kadar düzelmiştim, Kunt bana iyi olup olmadığımı soruyordu ama birkaç kez üst üste iyiyim dediğimde o da etrafında olanların şaşkınlığına bürünmüştü.

"Alara," dedi en sonunda, burun kemerini sıkarken sıkıntılı bir nefes vererek. Kalabalığın arasından elinde patlamış konfeti paketleriyle esmer bir kız fırladı o an, uzun boylu ve inanılmaz güzeldi. Dalga verdiği saçları, sade makyajı, dolgun dudakları, vücudunu saran deri pantolonu ve topuklularıyla esmer bir Barbie'ydi resmen.

Gülüşü, yaklaştıkça kahkahalara dönerken elindekileri atıp bir anda koşarak Kunt'un boynuna atladığında; deprem olmuş gibi sallandım, birkaç adım geri attım. 1 Mart. Bugün 1 Mart'tı. Bu sene Şubat, 29 çekmemişti ama çekseydi bu gece Kunt'un doğum günü olacaktı.

Henüz yaşadığım korkunun paniğini üzerimden atamamışken kocaman açtığım gözlerimle altın hareleri yakalamaya çalıştığımda, havada kalan ellerinden birini indirip Alara'nın koluna belini sardığını ve şaşkınca etrafı süzdüğünü fark ettim. Bir anda etrafımız kalabalıklaşmıştı. Etrafı.

Hiç kimseyi tanımıyordum, herkes yabancıydı. Belli ki liseden, oradan buradan arkadaşları toplanmıştı. Alara. Alara bu partiyi düzenleyen kişi olmalıydı. İtalya'dan gelmişti. Sevgilisini bırakıp mı? Esin'di onu arayan, nişanımızın kesildiği gece. Hatırlıyordum. Resmen Alara'ya, gelip Kunt'u yoklamasını söylemişti.

"Sürpriz!" diye bağırıyordu Alara, geri çekilirken. "Bu sene Şubat, 29 çekmiyor dediler. Çektiririz dedik!"

Alara'dan nefret etmiyordum ama ondan hoşlanmıyordum ve bu, tanımadığım ve hatta hiç görmediğim biri için fazla güçlü bir duyguydu. Sebebini bilmiyordum. Belki de kalbimde mesken tutan adamın hayatında bir yeri olduğu içindi, özel olduğu içindi. Her lafın altından ismi çıktığı içindi.

Ardından birçok kişi konuşmaya başladı, sarılmalar başladı. Kendimi o kadar yabancı, o kadar dışarıda, o kadar dış kapının mandalı hissettim ki daha fazla aralarında öylece durmaya dayanamadım ve dışarı çıkmak için arkamı döndüm.

Ve o an, bugün kaçıncı kere olduğunu saymadığım bir şekilde elim yakalandı. O kalabalığın arasında nasıl bulup da yakalayabilmişti bilmiyordum ama bu sefer kurtulmaya çalışmadım, çünkü şaşkındım. Beni kendine doğru çektiğinde aradakiler yol verdi, bir anda dibinde buldum kendimi. Bana bakmıyordu bile. Belki de hiç bakmamıştı. Onlarla konuşuyordu. Gidişimi hissetmiş olamazdı değil mi? Bu kalabalıkta bile fark etmiş olamazdı? Ben bakmıyorken de gidemezsin, deme şekli miydi bu?

"Ay inanamıyorum ya! Ne kadar uzun zaman oldu, herkes manyak değişmiş ama özellikle sen tabii ki Kunt!" dedi bir adamın kollarının arasında gülümseyen kız, nihayet nefes alabiliyordum artık sohbetin arasında.

"Az mı kızım, dile kolay sekiz sene?" diye söylendi adamlardan biri, içkisini yudumlarken gülerek.

"Sen yoktun Doğukancığım biz iki sene önce yılbaşını birlikte kutladık!" Ses kızlardan birinden gelmişti, ardından herkes kahkaha atmıştı.

"Yalnız içeri girişiniz çok komikti, ne dedi de kandırdı buraya getirdi bu kız seni telaşla?"

Alara karşımızda gülümseyerek dikilirken, yanındaki adam onun saçlarını karıştırmaya başladığında Alara onun eline ayrı koluna ayrı vurdu. "Ne diyeceğim başım belada dedim, locada sıkıştırdılar beni iki koca adam bırakmıyorlar mafya herhalde bunlar silahları bile var gel beni kurtar dedim!"

Bir oyunmuş gibi gülerek anlatıyordu Alara bunları, ama son zamanlarda atlattıklarımızı bilse asla Kunt'u arayarak bu şekilde çekmezdi hiçbir yere bir şaka uğruna.

"Klasik Alara," diye ağzında geveledi az önceki kız. "Başını derde sokar, sonra gel beni kurtar Kunt... Amaaa o günler eskide kaldı canım!" O an, ilk defa ortamdaki bakışlar üzerime çevrildi. Gecenin sonuna denk görünmez bir hayalet gibi Kunt'un dibinde dikilebileceğimi sandığım bir an olduysa bile, çok feci yanılmıştım. "Ay kız sabahtan beri adamın yanında dikiliyor, doğum günü kutlamaktan mı dokunmaya korktuğunuzdan mıdır bir tanışmadınız!" Bir elini uzattı. "Ben Cansu bu arada, çok memnun oldum tanıştığıma."

Bir elim Kunt'un elinde, diğeri sargılıydı. Sargılı elimi uzattım çok sıkmamasını umarak, elini tuttum ve hafifçe salladım sessiz bir tebessümle. "Karaca. Ben de memnun oldum."

"Karacaaa!" diye bir kadın sesi duyuldu o sırada, biri kalabalığı yararak elindeki şampanya kadehiyle geliyordu. Ya da sanırım, kadehteki meyve suyuydu çünkü gelen kişinin karnı burnundaydı. Reyhan?

Reyhan bir anda üzerime atıldığında iki elimle birden kollarından tuttum. "Reyhan?"

"Ya çok mutlu oldum seni tekrar görebildiğim için! Nasılsın?" Geri çekildi, karnı karnıma değmişti. Çok garip hissetmiştim. "Merak etme elimdeki meyve suyu sadece. Malum," diyerek kıkırdadı ve gözleriyle karnını gösterdi. "Ama onun da kafa yapmadığını söyleyemem."

"İyiyim, iyiyim," dedim apaçık yalan söyleyerek. "Sen nasılsın? Bebek nasıl?"

"İyi o da, kontrollere gidiyoruz sık sık. Daha büyüyecekmiş bu karın..."

Adem de o sırada Kunt'la selamlaşıyordu. "Abicim kusura bakma cidden ya, ben çok işinin olduğunu biliyordum dedim Alara'ya ama sakalımız yok ki lafımız dinlensin..."

Kunt silikçe güldü, başını iki yana sallarken. "Önemli değil..."

Üç ay olmuş muydu gerçekten? Çırağan sarayındaki o düğünden beri... Kaçırılıp satılmaya, yakılmaya çalışıldığın... Ünzile'nin öldüğünü sandığın o gece.

"Eline ne oldu ya?" Reyhan'ın sorusu, düşüncelerimi bölerken dalgın bir şekilde elimi kaldırdım ve nasıl, daha önce bu soruya hiç bir cevap uydurmak zorunda kalmadığımı düşündüm. Çünkü her seferinde Kunt'un gözüne çarpmak istemiştim ve diğerlerinin de sormaya pek cesareti yoktu. Gerçekler yalnızca, ben ve pansumanımı yapan hemşirede gizliydi.

"Ufak bir kaza," diye geçiştirdim.

"Aa, siz nişanlanmıştınız değil mi?" diye parladı az önceki kız, araya girerek. Alara hemen yanındaydı, ellerimde geziniyordu gözleri.

Reyhan diğer elimi kontrol etti. "E yüzüğün nerede? Ben Karyelilerden Alyans'ı bile şöyle, donatma pırlanta beklerim!"

"Aşkım herkes senin gibi gösteriş meraklısı mı?" diye söylendi Adem, gülerek karısının omzuna kolunu dolarken. Yanına çekmişti.

"Iıı..." Ufak bir kaza, diyerek geçiştirdiğim bir yara; diğerinin daha da açılmasına sebep oldu o an. Ben yüzüğü hiç tanımadığım, karşılaşma ihtimalimin sıfır olduğu bir adama vermiştim. İyi ki de vermiştim, oh da olmuştu; ama geri dönüşü olmayan şeyler yapmak, bazen nedensizce, insanın canını sıkıyordu.

"Sağ eli yaralı, uğursuzluk getirmesin diye evlenmeden öcne sol eline de takmak istemedi," dedi Kunt yeniden elimi yakalarken. Diğer elini ise, kalbimin ritmini bozacak bir şekilde kazağının içine atmış ve Karayel'in dişinin olduğu zinciri çekip çıkarmıştı. Bu sefer, dişin yanında, bir de alyans takılıydı. İçi kardelen işlemeli bir alyans. "Ben de iyileşene kadar emanet taşıyorum işte."

"Vaaaay!"

"Adama bak be!"

"Üff çok pis âşık olmuş lan bu, bir kaleyi daha kaybettik!"

"Aşkım sen hiç böyle romantik değilsin!" diye yakınıyordu Reyhan o sırada, Adem'in göğsüne vurarak. Adem ona, "Birtanem senin hormonların mı azdı yine?" diye cevap verdiğinde ise Reyhan somurtarak kocasının omzuna yumruğunu geçirmişti. Adem ise gülüyordu.

Nasıl? Muhtemelen aynısından bir tane daha vardı. Evet. Evet, kesinlikle, benim ayrıldıktan sonra alyansı kaçırıp kuyumcuda bozma ve minik bir servet edinme planlarımı duymuştu bir şekilde. Zaten ben zaten içimden söylediğimi sandığım şeyleri dıştan söyleyebiliyordum ve Kunt da hiç beklemediğim zamanlarda çıkıyordu evin bir yerlerinden. Kaçıracağımı düşündüğünden yüzüğünü, bir tane de yedek yaptırmıştı. Evet, kesinlikle böyle olmuş olmalıydı.

Alara'nın bakışlarını görüyordum ama ona bakmamak için çaba sarf ediyordum. Bilmezlikten gelmek istiyordum. Sevgilisi olan bir kadın, neden eski sevgilisinin nişanlısına böyle bakıyordu? Neden ülke değiştirip eski sevgilisine sürpriz doğum günü partisi düzenliyordu? Ben Alara'nın sevgilisi olsam, bunu çok büyük sorun ederdim.

Ben bendim ve bunu sorun ediyordum.

"Ee bir şeyler içmiyor musunuz?" diye soran adamlardan birine karşı, Kunt'un elini bırakarak arkama bile bakmadan kalabalığa karıştığımda "Ben lavaboya gideceğim," diye mırıldandım. İstemsizce elimden, kolumdan bir uzuvumdan tutsun diye beklemiştim aslında ama döneceğim sırada Alara'nın "Kunt biraz yalnız konuşabilir miyiz?" lafını duyduğum için belki de, adımlarımı daha da hızlandırarak insanların ve tebriklerinin arasından sıyrılmaya çalışmıştım.

Kunt biraz yalnız konuşabilir miyiz?

Konuşamazsınız efendim! Hele yalnız, hiç konuşamazsınız!

Ama sen kimsin ki?

Kandırılan sahte nişanlı, gerçek eski sevgili. Eski sevgili aslında sensin.

Tuvalete girdiğimde, içerisi boştu. Loş bir aydınlatması ama buna rağmen egzotik bir dizaynı vardı tuvaletin. Bugün kaçıncı soğuk su çarpışımdı bu yüzüme, kaçıncı kendime gelmeye çalışışımdı; gelemeyişimdi... Bilmiyordum artık.

Alara geldi. Salonda birlikte gülerken fotoğraflarının olduğu Alara. Beren'in Alara varken bakmaz dediği Alara. Melisa'nın rol keserken ve Kunt'la beni tanıştırırken bile dert edindiği Alara. Alara Alara Alara...

"Abartıyorsun," dedim aynaya karşı, kendi kızaran gözlerimin içine bakarken. Zehirli bir kelimeydi. Bana zehirdi en azından.

Lisedeki arkadaşlarım, ne zaman bir şey anlatmak istesem dinlemediklerinden; ne zaman bir şeye tepki versem abarttığımı söylediklerinden ve umursamazca davrandıklarından... Onların ne kadar acımasız ve kötü olabildiklerini gördükten sonra bile abarttığımı düşünmeye devam etmiştim. Ne yaparsam yapayım, ne hissedersem hissedeyim, ne düşünürsem düşüneyim beni kendimden şüphe ettirmişlerdi; onlardan bana kalan pis bir mirastı bu.

Ama şimdi çok ihtiyacım vardı buna.

Birinin karşıma geçip "Abartıyorsun Karaca!" demesine. "Herif sevgilin bile değil artık! İstemediğini söyleyip bitiren sensin, kendine gel! Hem daha sizden olmaz. Baksana abinin yaşadığını bile saklamış, daha neleri neleri saklamış senden! Sen affedecek misin ki tüm bunları? Dönecek misin adama? Otur oturduğun yerde, tımarla bir güzel kalbini de! Herkesin başına gelecek şeyler bunlar! Abartma!"

İnsanın kendine söylediğiyle başkasının söylediği bir olmuyordu ama tabii.

Kapı tıktıklanarak açıldığında içeri kafasını uzatan kişi, yakın zamanda görmeyi beklemediğim biriydi; ne ara çok sevgili Alara'sıyla konuşmasını tamamladıysa artık...

"Müsait misin?" diye sordu, beni avuçlarım tezgâha yaslı, deli gibi aynada kendime bakarken yakaladığı hâlde.

Cevap vermedim. Bunun yerine doğrulup ellerimi kuruladım ve dağılan saçlarımı toplamaya başladım ama başka bir lastiğimin olmayışı bir tokat gibi çarptı yüzüme. Bu yüzden yeniden salık bıraktım.

"O yüzük nereden çıktı?" diye sordum Kunt kapıyı kapatıp tamamen içeri girdiğinde üzerine doğru yürüyerek. "Lafı açılır da millete cevap olur diye başka bir tane yaptırıp bir de boynuna mı taktın? Basitçe ayrıldığımızı söyleyemez misin herkese? Zaten kimden saklamaya çalıştıysak kimliğimi, hepsi öğrenmedi mi? Şimdi ne manâsı var nişanlı kalmamızın, sevgili bile değilken?"

"Seni bu hâlde bırakıp gitmiyorum, iyi olduğuna emin olana kadar da gitmeyeceğim bunu bil. O yüzden biz ayrıldık, ne gerek var nişanlı kalmamıza kafasına girmeni tavsiye etmem," diye cevapladı beni karşımda dik dururken. Yüzüme eğilmişti, loş ışıkta altın hareler koyulaşmıştı yine. "Yüzüğü nasıl bulduğuma gelirsek... Verdiğin taksici kapalı çarşıda bozdurmak istemiş. Değeri normal bir alyansa göre çok yüksek olduğundan ve kuyumcu öyle bir adamın böyle bir yüzüğe sahip olamayacağını düşündüğünden polis çağırmış. Aile adımız kardelen işlemesiyle bilindiğinden kulağıma geldi." Alayla güldü. "O gece araçtan inerken vermişsin adama, taksi ücreti diye. Neredeyse tutuklanıyordu. Gerçekten adamın başına ne geldiği umrumda bile değil, yüzük hele hiç değil. Ama bu kadar kolay benden kurtulmaya çalışman umrumda Karaca. Hiç düşünmüyor musun?"

Br adım geri attım, bir adım ileri geldi. "Neyi?"

"Uyuyamıyorum," diye fısıldadı yüzüme karşı, nihayetinde sırtım duvara yaslanmıştı. "Sen bana bunu nasıl yaparsın diyorsun ya hani, ben sana onu yapmadım, asla yapmam. Ama anlatamıyorum, doğru açıklayamıyorum kendimi. Bu yüzden susmayı seçiyorum. Ama sessizlik pek fazla bir şey anlatmıyor, değil mi?"

Sesi o kadar yorgun, bitkin, hâlsiz geliyordu ki; bütün gün, en çok da az önce arkadaşlarının yanındayken numara yaptığını çok net anlamıştım.

Başımı iki yana salladım dudaklarımı birbirine bastırırken.

"Beni eve götürebilir misin?"

"Sana sarılmama izin verir misin?"

"Yapma," diye fısıldadım karanlığa doğru. Gözlerindeki karanlığa doğru. Işığa tersti, parlamıyordu artık altın hareler.

"Lütfen," dedi bana karşılık. "Çok yoruldum."

Öylece dikildim birkaç saniye. Ağlamak istiyordum. Benden bir şey istediğinde, lütfen dediğinde, içini açtığında ağlamak istiyordum. O geceden önce söylese hiç düşünmeden yapardım, o istemese de yapardım; kene gibi yapışırdım üzerine, bensiz nefes bile alsa trip atardım. Ama şimdi, yalnızca acı veriyordu bu isteği; çünkü her ne kadar kendimi zor tutsam da yapmamak için ve kendime öğütlesem de yapmamayı... Deli gibi istiyordum ve bunu çok iyi biliyordum. Çünkü hissediyordum. Çok hissediyordum.

Hiç kimse, hiç kimseye karşı bu kadar çok hissetmemeli.

"Sonra eve götüreceksin?" Sorarcasına çıkan sesim, bir onay istiyordu. Bunu içimden geldiği için değil de yalnızca o çok istediği için yaptığıma ikna ediyordum kendimi. "Yani istersen sen kal, arkadaşların sürpriz parti düzenlemiş sonuçta... Çocuklardan biri de alabilir beni..."

"Sonra seni eve ben götüreceğim," diye cevapladı Kunt beni. Gelecek herhangi bir hareketim için gözümün içine baktığını fark ettiğimde, avuçlarım karıncalanmaya ve midemdeki asit kaynamaya başlamıştı.

Kollarımı kaldırıp parmak uçlarımda yükseldim ve yavaşça boynuna doladım. Zaman, geçmeyi bilmez gibiydi. Oysaki çok hızlıydı başka zamanlarda... Sonsuza dek sürmesini dilediğim o özel zamanlarda. Eskiden yani.

Başta herhangi atılımda bulunmadı Kunt. Ona eskisi gibi hissettirmediğimi bile düşündüm, üzüldüm. Ezildim o hissin altında. O kısacık anda, düşüncelerimi kokusunun gürültüsüyle bölerek kollarını belime doladı ve yavaşça eğilerek yüzünü saçlarımın arasına gömdü. Sanki öğlen kopan lastik, ona selam durmuştu o an.

"Annem gittikten sonra babam olduğundan daha korkunç bir adama dönüştü," diye fısıldadığında, boynuma doğru konuşmasına rağmen zar zor duyabilmiştim sesini ve ailesine dair bir şeyler anlattığı için şaşkındım. "Etrafındakilere eziyet edecek kadar kaçık birine dönüşmem ama bir gün onu anlayabileceğimi de düşünmezdim. Sen gerçekten gidersen bir gün, anlarım onu. Mutlu olacaksan git. Bittiyse gerçekten, git. Tamam. Ama ben daha başladığını bile düşünmemiştim ki bir an olsun, Karaca."

"Kunt—"

Konuşmama izin vermedi, araya girdi. "Alara'nın berbat bir geçmişi vardı ve travmalarını masalara kahkaha malzemesi yapabiliyordu. Hiç dokunmuyordu sanki canına. Merak ettim nasıl yapabildiğini. Sordum, gösterdi. Bir şeyleri atlatabildiği yoktu aslında ama atlatana kadar atlatmış gibi yapıyor ve gülüyordu. Bunu yapabilmek bile güç ister."

Bir şey söylemedim bu sefer. Anlatıyordu ve dinliyordum yalnızca. Devam etmesini istiyordum.

Kunt, belimdeki kollarını bırakmadan biraz geri çekilerek bizi yüz yüze getirdiğinde gözlerime baktı. "Benim doğum günüm arkadaşlar arasında dört yılda bir kutlanır. İlk defa Alara, 29 Şubat'ın olmadığı bir yılda doğum günümü sürpriz bir şekilde kutlamak istedi evime gelerek. Yanlış bir geceyi seçmişti. Bir adam tarafından arka bahçeye gömülen bir tabut gördü. Polisi aradı. Polis eve gelmedi, çünkü orası bir generalin eviydi ve general her şeyin yolunda olduğunu söylüyordu."

"K-Kunt?—"

"Annem asker olmamı istemedi ve normal şartlarda babam asla annemin isteğine karşı gelmezdi ama annemin ölümünde bir şekilde parmağım olduğunu düşündüğü için bu işlere girerek bir bedel ödemem gerektiğini söylerdi." Bir nefes verdi, cesaret almak istercesine karşılığında. "Hastalıklı ebeveynler küçük çocuklarını tımar ederken bazen sessizlikle cezalandırırlar, bu sessizlik çoğunlukla karanlık ve nadiren de ölümcüldür."

"Hayır, ya-yapmadı—" Burnumu çektim, ağladığımın farkında bile değildim. Gözyaşları ılık ılık akıyordu yanaklarımdan aşağı.

"O tabutun içinde ben vardım," dedim Kunt yutkunarak, gittikçe kısılan sesiyle. Bu yüzden kapalı alan fobisi vardı. "Küçük bir oksijen tüpüyle birlikte. Sabaha kadar orada kaldım. Alara bir şeyleri bildiğinden, gitmemiş. Öğlen ben oradan çıkartılırken kömürlükte saklanıyormuş, her şeyi görmüş. Okula döndüğümde soruları bitmek bilmedi, ben de kendi sırlarına karşı ona benimkileri anlattım. Yemin ettik kimseye söylememek için. Ama bazen aramızdaki bu sessiz yemin, toksikleşiyordu. Arada beni kullanmasına izin verdim bu yüzden. Belki kendime de öfkeliydim, birinin bu kadarını görmesine ve bilmesine izin verdiğim için, bilmiyorum. Dışarıdan bakanlar toksik bir ilişki gördüler, gerçekte ise travmalarıyla savaşan ve birbirlerinin sırlarını kendilerinden korumaya çalışan iki ergendik. Bu yüzden ona eski sevgilim değil, eski bir arkadaşım diyorum. Çünkü öyleydi."

Dudaklarım titriyordu, ağzımı açamıyordum. O tabutun içinde ben vardım deyişini aklımdan atamıyordum, kafamın içinde yankılanıp duruyordu ve her seferinde daha da yıkıcı oluyordu. Beş kelime bir araya gelip nasıl bu denli acıtabilirdi? Behzat Karyeli daha ne kadar kötü bir baba olabilirdi?

Kendi oğlunu, ders olsun diye, diri diri toprağın altına gömen bir adam.

"Ben... çok...—"

"Bir şey demene gerek yok, biliyorum," diye fısıldadı Kunt bu sefer, belime doladığı kolunu sıkılaştırmıştı burada olduğumu hissetmek istercesine. "Sana söylemek istedim çünkü daha önce sormuştun ve aslında o zaman, bu şekilde cevaplamam gerekiyordu ama işte..."

Bazı soruların cevabı zordur. Bilmiyordum. Neden herkes aksini söylerken, onun eski bir arkadaş diye geçiştirdiğini bilmiyordum ve her seferinde üzerine gidiyordum...

"Nefret ediyorum babandan," diye mırıldandım tuzlu gözyaşlarım dilimi yakarken.

"Biliyorum."

"Benimkinden de."

"Onu da biliyorum."

"Herkesten nefret ediyorum."

"Esved'den de mi?"

Sanki "Benden de mi?" diye soracaktı da, yüzü yoktu. Keşke "Annenden de mi?" diye sorsaydı, cevap vermesi daha az acı verici olurdu.

"Ondan nefret etmiyorum." Yutkundum.

"Kedilerinden de."

Çenem titredi. Miniklerimi çok özlemiştim. Başımı iki yana salladım ıslak kirpiklerimle gözlerimi kapatırken.

"Limonlardan," diye fısıldadı bu sefer. Yeniden başımı olumsuzca salladım. "Ya da sütlü kahveden. Ankastre ışığından mutfaktaki..."

Senden. Bir de senden.

Gözyaşlarımı sildim yüzümdeki, kollarımı boynundan çekerken. Bu kadar sarılmak, eve gitmek için yeterliydi. "Babanın sana yaptığı bu şey için çok üzgünüm. O zamanlar bunun karmaşası içinde yaşsan da paylaşabileceğin biri olduğu için sevindim. Bilmiyorum. Sana karşı kullandıysa kızgınım. Her neyse." Başımı kaldırdım ve gözlerine baktım bir kez daha. "Şimdi eve gidebilir miyiz? Yeter bu kadar."

"Karaca."

Ellerime yükseldi yeniden parmak uçları, kaçırdım. O kadar yakındı ki aslında, ve bu yetmiyordu ona, ille de ellerimi tutmak istiyordu. Bütün gün istemişti. İzin vermiyordum işte. Daha da denemesindi.

Nefes alışverişlerimizin arasına, camlara vuran yağmurun gürültüsü karıştığında bakışlarımı önce kaçırmış; ardından gözlerimi kapatmıştım. Sessizlik bir ip bir iğne almıştı eline, iki dudağıma bir güzel düğüm atmıştı; sıra gözlerimdeydi.

"Hani diyor ya..." diye fısıldadı Kunt, alnını alnıma yasladığında, parmak uçlarını parmak uçlarıma değdirerek. Ellerimi, avuçlarımız birbirine denk gelecek şekilde kaldırmış, resmen oynuyordu çünkü yapabileceği bir tek buydu; yakalamasına ve tutmasına izin vermiyordum. "Ellerin elime niye kapı duvar?"

"Lütfen..."

"Lütfen, ne?"

"Yapma."

"Neyi Karaca?"

Sahipsiz bir yalvarıştı benimkisi. Hiçbir yanım kabullenmiyordu yine bir dört duvar arasında ona bu kadar muhtaç düştüğümü. Belki de bir daha yan yana gelip yalnız kalacağımız durumlara düşürmezsem kendimi onunla, bu kadar yaklaşmazdım vazgeçmenin kıyısına.

Kapı birden açıldığında ikimizin bakışları da aynı anda sese doğru çevrildi. Herkese açık bir yerde, tuvalettesiniz; kapıyı bile kilitlemediniz. Ne bekliyordun?

Ne beklediğimi bilmiyordum, ama kimi beklemediğimi biliyordum. Alara'yı.

Şaşkınlıkla surat ifadesi aydınlanırken bir adım geri attı ve "P-pardon," dedi kekeleyerek. Haklıydı. Ben de sevgilimi başka bir ülkede bırakıp herkesin eski sevgilim sandığı adamın olmayan doğum günü için sürpriz parti düzenlesem, işemek için tuvalete girdiğimde görmeyi bekleyeceğim son şey adamın nişanlısıyla sarmaş dolaş hâlleri olurdu.

Karaca...

Ne?

Alara kapıyı kapatıp ortadan kaybolduğunda "Pekâlâ," diye mırıldandım kurumuş dudaklarımı ıslatırken.

"Bu beklenmedikti," dedi Kunt.

"Git açıklama yap istersen."

Kaşları çatıldı. "Ne açıklaması?"

"Gözüne kirpik kaçmış almaya çalışıyordum dersin."

"Ne?"

"Ama inanmayabilir, kadınlar tuvaletindeyiz sonuçta."

"Yani?"

"Bilmem."

"Karaca?"

"Ne var?"

"Seni ne kadar özlediğime dair bir fikrin var mı?" Avuçları iki yanımdan geçerek buz gibi duvara yaslandığında, hafifçe eğildi benimle aynı kafa boyuna gelebilmek için. "Bana yeniden güvenmen için ne yapmam gerekiyor?"

Benimle ilgili sorun da bu işte, Kunt Vidar Karyeli. Sen demiştin ki, benimle bir kere savaşa girersin; kazanırsın. Sonra hep kazanırsın. Bu böyle. Ben de işte, birine bir güvenirim; arkası kesilmez onun. İstemem güvenmeyi, tepinir dururum küçük bir çocuk gibi... Kendimi kandırırım, etrafımdaki herkesi kandırırım... Ama doğruyu bilirim. Doğruyu bilir içim. Bilmen gereken tek bir detay var, o da, ben çok inatçı bir keçiyim.

"Ev," dedim üzerine bastıra bastıra. "Eve gitmek istiyorum."

"En azından hapishanem demiyorsun," diye mırıldandı geri çekilirken, bitkince verdiği nefesinin ardından. "Bu da bir şey."

Tanıdık bir titreşim sesi kulaklarıma dolduğunda, bir kez daha Kunt'un telefonu çalıyordu. Elini cebine atıp çıkartırken bir süre gözlerini benden çekmedi, ardından ikimiz de ekrana baktık. K.

Öğlenki numarayı kaydetmişti.

Telefonu elinden nasıl kaptığımı, nasıl cevaplayıp kulağıma götürdüğümü bilmiyordum ama Kunt itiraz etmek için ağzını açtıysa da telefonun diğer ucundaki o aptal herif konuşana dek, çok geç kalmıştı.

"Öktem'i bırakın, Vidar. Ben açıklayacağım her şeyi."


🕯️



Yarın akşam 20.00'da ikinci bölümde görüşmek üzere!

Continue Reading

You'll Also Like

291K 18.5K 47
Ölen bir lider ve koltuğuna geçen varisi... En iyiler: #1 - b×b #1- gay #1- boyslove #2 - lgbt #2 - mpreg #2 - interseks #6 - bl #5- eşcinsel
2.4M 106K 71
Bu imkansızdı işte ... "" Sözlüyüm ben ."" Dedi Havin . Cesur'un ise Havin'in bu tavrı hoşuna gitmişti. Her ne kadar ondan uzakta yaşamış olsa da Hav...
SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

1.7M 104K 7
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
3.4M 168K 67
Hayatı boyunca kimseyi sevmemiş, tek derdi vatan, bayrak ve ülkesi olan asker ile hiç sevildiğini hissetmemiş, kalabalık içinde yalnızlığı hisseden b...