KIŞ GÜNDÖNÜMÜ

By -zehradogan

786K 50.5K 56.8K

Yakın gelecekte öngörülebilen teknolojilerin peşine düşen ülkeler, bir güç yarışına girer. Ülkelerin tehlike... More

GİRİŞ
1 - GÜNDÖNÜMÜ FESTİVALİ
2 - YENİLİKÇİ DÜZEN
3 - EĞİTİM GÜNLERİ
4 - ASKERİ DİKTATÖRLÜK
5 - TEHLİKENİN ÇAĞRISI
6 - KAL YA DA KAÇ
7 - KADERİN İZLERİ
8 - GÖZLER ÖNÜNDE
9 - KÖR BAŞLANGIÇ
10 - SIRLAR DENİZİ
11 - KAYIP RUHLAR
12 - KORKU TOHUMLARI
13 - TUTSAK ÖZGÜRLÜK
14 - AÇIK TEHDİT
15 - YARDIM ELİ
16 - KUŞKUNUN ZEHRİ
17 - GÜNÜN SİSLİ YÜZÜ
18 - KONTROLÜN SINIRLARI
19 - KARŞI KARŞIYA
20 - KAOTİK SAVUNMA
21 - GÜRÜLTÜLÜ ZİHİNLER
22 - CESARETİN SINAVI
23 - SAVAŞ HÜKMÜ -1
23 - SAVAŞ HÜKMÜ - 2
24 - TOPRAKLARIN KANI
25 - ONURLU MÜCADELE
26 - GECE YARISI İLLÜZYONU
27 - BÜYÜCÜLER VE TILSIMLARI
28 - KORUYUCU GÖLGELER - 2
29 - ZOR TERCİH - 1
29 - ZOR TERCİH - 2
30 - SON SÖZ
31 - AY KARANLIĞI
32 - STRATEJİK TAKİP - 1
32 - STRATEJİK TAKİP - 2
33 - GERÇEĞE SARIL
34 - METAL GÜNBATIMI
35 - GECEYE AĞLAYAN
36 - İNTİKAM FIRSATI
37 - KANLI YÜZLEŞME
38 - SİNSİ MASKELER
39 - YİTİK VİCDAN - 1
39 - YİTİK VİCDAN - 2
40 - ÇİRKİN ISRAR
41 - ARENA

28 - KORUYUCU GÖLGELER - 1

8.1K 675 1.2K
By -zehradogan

Merhaba... Nasılsınız? Hikayemiz günümün her saniyesi aklımda. Sizlerin de öyle mi? Bütün düşüncelerimde onlar geziyor ve sürekli hayalime geliyorlar. Bana umudu öğretiyorlar. Onları özlediniz mi?

Uzatmadan hikayemize geçmek istiyorum. Oy vermeyi ve yorum yapmayı lütfen unutmayalım. 500 yorum sınırımıza uyalım. Yorum göremediğim paragraflarda üzülüyorum. Bana hislerinizi belli edin...

Bu bölümde Doğa Perla'nın anlatımıyla Hesna ve Kwang'ın kaçırıldıktan sonra geride neler yaşandığını okuyacaksınız. Olayı Doğa'nın gözünden okuduktan sonra Hesna'nın anlatımıyla bölüme devam edeceğiz. Bu kısım önemli. Geride yaşananları bilmeniz gerektiğinden Doğa'nın anlatımı şart. Bu yüzden bölümü dikkatli okuyalım. Keyifli okumalar...

"En zor kayıplar, kendini bulma fırsatıdır."

Zihnim bu anın gerçekliğini sorguluyordu. Bu karşılaşmanın bir rüya olabileceği sürekliliğini koruyan bir düşünceye dönüştü. Fakat bu farkı idrak etmeme sebep olan kuvvetli bir sarılmayı vücudumda hissetmek bütün duygularımı değiştirdi. "Seni bulacağımı biliyordum." Doğa öyle kuvvetli sarılmıştı ki rüya olsa sıçrayarak uyanmam gerekirdi. Benim tepkisiz halim yüzünden benden ayrıldı. Doğa'ya şaşkınlıkla bakmayı sürdürdüm. Donuk bakışlarım karşısında bir adım daha geri çekildi. Matteo da merdivenden çıkmış ve Doğa'nın yanında durmuştu. Kwang'a bakarak, "Kwang, aynı rüyayı görüyor olamayız değil mi?" dedim. "Ya da aynı illüzyonu?" diye eklediğinde ikimiz de birbirimize bakıyorduk. Gerçek olduklarına hala inanamıyordum. Doğa, "Siz ne diyorsunuz?" dediğinde bu anlamsız sorular karşısında sinirli de duruyordu. Kısa bir sessizlik oldu. Gözlerimi kocaman açmış halim hala dikkatle Doğa'ya bakıyordu. Doğa bu sessizliğe artık tahammül edemez gibi tekrar sarıldı bana. Öyle içten öyle savunmasız bir sarılmaydı ki bu, onun yorgunluğunu bütün kemiklerimde hissetmiştim. İçli hıçkırıkları artık tutulamayacak raddeye gelmiş gibi boğazından dökülürken ağlamaya başladı.

Bu ağlama dakikalarca sürdü. Ben de kollarımda neler yaşadığını düşündüğüm kardeşime kuvvetle sarıldım. Onu bu kadar ağlatan şeyin ne olduğunu merak ederken yanında olamadığım günler için kendime ister istemez kızdım. Acaba neler yaşamışlardı? O da başını geniş siyah bir şalla örtmüştü ama üzerinde hala üniforması vardı. Yeşil gözleri yorgun bir şekilde bana bakıyordu. "Nasıl geldiniz buraya? Hem de, ikiniz?" demem üzerine bütün bakışlar Matteo'ya döndü. Matteo tam bir şey diyecekken Doğa tekrar konuştu. "Peşime takıldı. Yoksa ben arkanızdan bir araca binmiş geliyordum." Şikayet eder gibi değildi. İkisi de tükenmiş görünüyordu. Matteo, "İyi ki de peşine takılmışım," dediğinde Doğa ona yine yorgun bakıyordu. Yüzlerindeki ifade çok farklıydı. Ne olmuştu? Onları daha fazla ayakta tutmak istemedim. "Mutfağa geçelim," diye aceleyle söylediğim söz üzerine mutfak kapısına doğru yürüdüm. Kwang da hemen beni takip ettiğinde diğer ikisi de geldi. Çok şaşkındım. Odunluğa giden merdivenlerden gelmişlerdi. Oradan giriş olduğunu bildiklerine göre bize ulaşana kadar burayı gözlemlemiş olmalıydılar.

Hepimiz masaya oturduğumuzda Kwang yanıma Doğa da karşıma oturmuştu. Matteo da Doğa'nın yanındaydı. Ortamı aydınlatan tek şey masanın üzerindeki mumdu. Mutfağın penceresinden dışarıyı kontrol ettim. Perdenin kapalı olduğuna iyice emin olduğumda yerime oturdum. Doğa ve Matteo tuhaf bir şekilde etrafa bakıyordu. Doğa, "Burası tam olarak hangi yılı yaşıyor?" dediğinde sabırsız olan bendim. "Boş ver burayı. Akhara da neler oluyor? Nasıl geldiniz? Yanınızda araç varsa hemen gidelim buradan," diye peş peşe konuşmamı Matteo yanıtladı. "O kısım pek kolay olmadı. Bu yüzden hemen geri dönemeyiz. Zaten Akhara çok karıştı." Kwang dirseklerini masaya yaslayarak Matteo'ya yaklaştığında, "Karıştı derken?" demesiyle birlikte Doğa yanında getirdiği bir çantanın içine elini soktu. Tekrar ağlamamak için direniyor gibiydi. Çıkardığı tableti masaya koydu. Bu tableti gördüğüme hiç bu kadar sevineceğimi tahmin etmezdim. "Bizimkiler sizden haber bekliyor. Sağlam bir plana ihtiyacımız var. Burası sıradan bir yer değil. Burası, Akhar'ın robotlarını yok etmemiz için tek şansımız..."

Doğa'nın söyledikleriyle kafamda bir çok senaryo açıldı. Kagatri nasıl robotları bitirmemizi sağlayabilirdi ki? Burayı kapana kısıldığım bir kafes gibi görüyordum ama Doğa burada kalmanın gerekli olduğunu mu söylüyordu? Anlatacakları için sabırsızlanmaya başladım. "Şimdi sizin arkanızdan ne olduysa hepsini anlatacağım. Siz de burada neler döndüğünü anlatmalısınız. Sonrasında ise bu ülkenin askeriyesine girmemiz şart. Yönetici ise bizden hoşlanmayacaktır. Yani kolay olmayacak." Doğa'nın sözleri ardından Matteo konuştu. "Onu gördük zaten." Ne demek istediğini anlamamıştım. Doğa onu öldürmek ister gibi baktığında, "Matteo mafya olmayı aşamadığı için bütün cadıları öldürmeye çalıştı. Onun yüzünden geberip gidecektik." demesiyle masaya doğru yaklaştım. "Ne yapacaktı?" dememle Doğa, Matteo'ya bakarak konuştu ama sözleri bizeydi. "Ona diyorum ki sessiz ol. Ülkeye girişimiz skandaldı. Gizlenmemiz çok zor oldu. Her neyse o kısımlara gelmeden önce konuya girsem iyi olur." Bize anlatacağı çok şey olduğu belliydi. Bu yüzden zamanın durmasını istedim. Doğa, bütün geceye sığacak sözlerine heyecanla başladı. Biz de o güne döndük...

***

5 gün önce, Doğa Perla'nın anlatımıyla...

"Nereye götürüyorlar?" Korku bütün vücudumu ele geçirmişti. Çaresizliğim vicdan azabı çekmeme sebep oluyordu. Onun kadar cesur değildim. Onun kadar gözü kara da değildim. Bütün her şey benim için çok fazlaydı. Güçlü ve güçsüz olmak arasında gidip geliyordum. Bu savaşı hiç istememiştim. Araca bindirilen Hesna ve Kwang'ın arkasından koşarak herkesin kaskımdan sesimi duyduğuna emin bir şekilde konuştum. "Önümdeki araçta askerlerimiz var! Tekrar ediyorum, önümdeki araçta Hesna ve Kwang var! Onları kaçırıyorlar!" Aracın lastiklerine nişan aldım. Çok hızlı gidiyordu. Biraz uzağımızda kalan kendi araçlarımızdan birini görmemle yönümü değiştirdim. "Lütfen yetişeyim, lütfen..." Aracın etrafında askerlerimiz vardı. Şoför koltuğuna aceleyle oturduğumda aracı çalıştırdım. Tam gidiyordum ki yanımdaki kapı açıldı. Matteo koltuğa hızla oturup yerleştiğinde, "Beni almadan mı?" dedi. Allah'ın mafyası! Kurtulamayacağım senden değil mi?

Gaza bastığımda Matteo yanımda yokmuş gibi konuşmaya başladım. "Ekip! Hesna ve Kwang götürülüyor!" Beni duyuyorlar mıydı acaba? Sonunda konuşan Medusa oldu. "Matteo yanına gelmedi mi? Siz takip edin, hava kuvvetleri de takibe aldı," deyince Matteo'ya baktım. Cidden ikisini takip edeyim diye yanıma onu mu gönderdiler? Matteo iç sesimi duymuş gibi, "Beğenemedin mi?" dedi. Derin bir nefes aldım. Gaza daha çok bastığımda onlara yetişebilmeyi umuyordum. Hesna için son zamanlarda ne kadar iyiydim? Korku ve endişelerim beni geriye çekiyordu. Atılgan, kendine güvenen, asi bir yönüm mü vardı? Yoksa korkularını bastırmak için fazla agresif davranan biri miydim? Kimdim ben? Adalet örgütü içerisinde o kadar sıkışmış hissediyordum ki en yakın arkadaşımdan ne kadar uzaklaştığımı anlayamamıştım. Çoğu şeye onun sayesinde katlanıyordum. Ne pahasına olursa olsun onunla olacaktım. Düşüncelerimi bölen ses, "Doğa Perla! Aracı hemen durdurmazsan ateş emri vereceğim!" dediğinde zihnim sanki durmuştu. Kaskımdan duyulan ses Akhar'a aitti.

İlerlemeye devam ettim. Karşımdaki araca o kadar odaklanmıştım ki şimdi duramazdım! "Hemen dur dedim!" Bu sesin ardından aracın yanında duyulan patlama sesleriyle irkildim. Matteo, "Doğa durdur şunu!" deyince hava kuvvetlerinin etrafımızda açtığı ateşler devam ediyordu. Frene bastım! Bu ani duruşla öne doğru atıldığımızda, gözlerim süratle Hesna'nın götürüldüğü aracın gidişine takıldı. Direksiyonu öfkeden sıkıca tutuyordum. "Bu ne demek şimdi?" diye bağırdığımda Akhar tekrar konuştu. "Yönetimi Akın Tan'a devrediyorum." Duyduğum cümleyle öfkem daha da arttı. Kwang ve Hesna'yı bu kadar mı çabuk gözden çıkarıyor? Direksiyonu kırarak geriye hızla döndüğümde göz ucuyla Matteo'ya baktım. Hızlı ve kontrolsüz hareketlerim yüzünden arkasına yaslanmış, koltuğa adeta yapışmıştı. Ekibin olduğu yere doğru sürerken Akhar hala konuşuyordu. "Düşman birlikleri geri çekiliyor. Herkes yerinde kalsın!" Şu adamı öldüren kişi olmayı ne çok isterdim...

"Aklında ne var?" diyen Matteo'nun da Akın'ın yönetimi devralmasından hoşlanmadığı belliydi. "Şimdi görürsün," diyerek aracı bizimkilerin yanına iyice yaklaştırdığımda durdum. Araçtan inmemle kaskı çıkardığımda ekip bana bakıyordu. Ethan'a, "Bana Akın'ın konumunu aç," dedim. Ethan sorgulamadan uzattığım kaskı eline alarak bir takım ayarlamalar yaptı. Geri verdiğinde başıma geçirdim. Akın'ın konumu çok da uzağımda değildi. Tekrar araca doğru yürüdüğümde Medusa arkamdan bağırdı. Ahsen, Çağan, Seo, Jun, Bartu, Ethan, hepsi oradaydı. "Ne yapacaksın?" Medusa'nın arkamdan seslenişine ona dönmeden cevap verdim. "Akın'ın bir halta yaramasını sağlayacağım!" Madem Kwang'ın yerini aldın kendini zorla bakalım. Matteo hemen peşimden gelmişti. Yanımda yerini aldığında onu umursamayarak aracı Akın'ın olduğu yere doğru sürdüm. Hava aydınlanıyordu. Çok da aydınlık diyemezdik çünkü kar bütün hızıyla bastırmaya başlamıştı. "Oradasın..." Akın'ı gördüğümde öfkeden delirmemek için kendimi tutacağıma dair söz verdim. Aynadan ise bizim ekibin hemen arkamda olduğunu gördüm.

Araçtan indiğimde ona doğru yürüdüm. Bu bölgedeki askerlere emirler savurmaya başlamıştı bile. Herkes geri dönmeye hazırlanıyordu. Düşman birlikleri gözden uzaklaşıyordu. Benim araçtan inmemle diğerleri de hemen yakınımızda durdu. "Akın!" Ona seslenmem üzerine bana döndü. "Hesna'yı götürdüler! Akhar neden onları takip edemeyeceğimizi söylüyor?" diye bağırdığımda kaskını çıkardı. İfadesiz çehresinden ne düşündüğünü anlayamamıştım. "Başka kayıp vermek istemiyor. Savaşı kazandı. Hesna ve Kwang'a ihtiyacı kalmadı." Bu sözler üzerine ona delirmiş gibi baktım. İşaret parmağımı tehdit eder gibi ona doğrulttuğumda, "Bir kez olsun! Bir kez olsun işe yara ve Hesna için gerçek bir şey yap!" dediğimde damarına basmışım gibi gerildi. "Ne yapabilirim Doğa?" dediğinde emir kuluymuş gibi konuşması ve bu adamın hiç sınırları dışına çıkamaması beni bir kez daha delirtmeye yetti. "Hesna'ya gideceğim. Hava kuvvetlerini üzerimden çek!" Anlık bakışları derinleştiğinde bunu yapıp yapamayacağını düşünüyor gibi durdu.

Konuşmaya devam ettim. "Yönetim sana verildi. Bir emrine bakar. Beni Akhar'ın görüşünden kaldır," demem üzerine kaşları çatıldı. Kaskını geri taktığında, "Hava kuvvetleri ve deniz savunma birliklerinin dikkatine! Dönüyoruz. Başka bir ateş emri verilmeyecek!" diyerek kaskının iletişimini kapattı. Ardından bana, "Gideceğin aracın takip sinyalini kapat. Hologram ve tablet götüreceksen, onları da," dediğinde keskin bir ifadeyle söyledikleri ardından araca döndüm. Yine konuştu. "Çoktan öldüler." Acı çeker gibi rahatsız bir şekilde kurduğu cümle ona tekrar dönmeme sebep oldu. "Ne diyorsun?" Ne biliyorsa hemen anlatmalıydı. Beklemeden cevap verdi. "Kagatri'ye götürülüyorlar. Yakında diğer devletlerle birleşip oraya savaş açacağız. Kagatri bugün sadece hasta askerleriyle ölümünü geciktirdi. Orası yok edilecek." Hırsla söyledikleri üzerine hızla ekibin yanına yürüdüm. Ethan ne yapacağını biliyormuş gibi hologramdan aracın takip sinyallerini kesti. Bana hologram cihazı ve tableti bir çantaya koyup verdiğinde, "Temizledim. Hızlı olun ve gidince bizi arayın. Hesna nasıl kullanılacağını bilir," dedi. Çantayı sırtıma taktım.

Medusa ve Ahsen hemen yanıma yaklaştılar. Medusa, "Biz de gelelim!" deyince buna olumsuz anlamda başımı salladım. "Burada size ihtiyaç var. Herkes kaybolursa Akhar peşimize düşer. Siz burada kalın. Ben onlarla döneceğim." Medusa bunu kabul etmese de herkes bana hak verir gibi bakıyordu. Ne kadar böyle olmasını istemeseler de... Ahsen, "Dikkatli olun. Sizi arayacağız," deyince afallar gibi durdum. "Yalnız gideceğim," demem üzerine hemen konuşan Matteo oldu. "Bensiz gideceğini düşündün mü gerçekten?" Bunu tartışmaya zaman yoktu. Tam itiraz edecekken Medusa konuştu. "Elbette yalnız gidemezsin! Matteo da yanında olsun. Gidin hadi!" Ardından Çağan da Matteo'ya bakarak, "Onları almadan dönmeyin," dedi. Peşine Akın'ın sesi kasklarımızda duyulduğunda bütün birliklerin geri dönmesi için tekrar emir veriyordu. Kaskı çıkardığımda Matteo da aynısını yaptı. Ethan bin bir tembihle bizi arayacağı zaman tableti nasıl açacağımızı anlatıyordu. Araca bindiğimizde Hesna ve Kwang'ın götürüldüğü aracı tespit etmeyi de başarmıştı. "Konumu izleyin! Allah yardımcınız olsun..."

Hızla direksiyona geçen Matteo olmuştu. Aracı çalıştırdığında ardımızdaki yüzleri aynadan son kez izledim. Elbette son değildi. Fakat onları hemen göreceğimi sanmıyordum. Seo ve Jun, Matteo'nun yanında görüldüğünde, "Matteo! Kardeşimizi bul ve düşman birliklerine katılmaya çalış. Kurtuluşunuz asker olmak... Başka şansınız yok," dedi. Seo'nun sözleri ardından Jun da konuştu. "Yengemizi de almadan dönmeyin." Matteo ikisini de başıyla onayladığında gaza bastı. Herkes bu ayrılıktan nefret etmiş gibi duruyordu. Hesna benim için her zorluğun altına girmişti. Şimdi onu yalnız bırakamazdım. Benim tek tutunabildiğim kişi oydu. Ethan'ın gösterdiği şekilde tabletin konumunu açtım. Ön cama vuran yağan karla yola devam ederken Matteo'nun yanımda olduğuna hala inanamıyordum. Huzursuzca iç çektim. Yola hüzünlü bir şekilde baktığımı yakalayan Matteo, "Hangisi için daha sinirlisin? Hesna için mi? Yoksa yanında olduğum için mi?" dediğinde ona baktım. Sorgular gibi, "Neden yanımdasın?" dedim.

Biraz sessiz kaldıktan sonra verdiği cevap göz devirmeme sebep oldu. "Akhara çok sıkıcı olmaya başlamıştı." Madem Akhara'dan çıkıyoruz, öyleyse kurallardan da kurtuluyoruz. Aracın arka kısmına geçmek için kalktım. Matteo'nun ne yaptığımı anlamaya çalışır bakışlarını umursamadan namaz için hazırladığımız giysilerin olduğu çantadan başörtü aradım. Saçlarımı toparlayarak küçük, kare bir örtüyü başıma bağladım. Böylece saçlarımı göstermeyecek şekilde bone gibi sardığım başörtü üzerine siyah bir şalı yüzüme uygun örterek koltuğa geri döndüm. Matteo bana açıkça başını çevirerek bakıyordu. "Önüne bak," desem de başını hemen çevirmedi. Doğru, beni ilk defa başörtüyle görüyordu. Önüne bakmıştı ama ara ara bana da dönüyordu. "Ne var Matteo?" Onun bu alık alık bakışları son zamanlarda çoğalmıştı. "Akhar'ı öldürmek için artık bir sebebim daha var," dediğinde önüme bakarak sordum. "Neymiş o?" Bu adamı gözümde bir türlü değiştiremiyordum. Onu ilk gördüğümde İtalyanca sözlerle üzerime gelen vahşinin tekiydi. Şimdi o vahşi, beni korumak ister gibi mi konuşuyordu? "Sen... O sınırlardan çıkınca eline aldığın ilk şey inancın oldu... Yaratıcıya duyduğunuz bu bağlılığı hissetmeyi ben de istiyorum." Dürüst olmak gerekirse bu kadar zihnimi yoran bir adam daha tanımamıştım.

Matteo bana ilk defa samimi geliyordu. Müslüman olmuştu. Bundan sonra İslam dinine ve bizlere yaklaşımı nasıl olacak merak ediyordum. "Senin adına sevindim," diyerek gelecek bir sohbete karşı konuyu kapatmak istedim. Yine de yeni sorularla konuşmaya devam eden o oldu. "Sadece sevinmedin, gözlerinin dolduğunu gördüm," dediğinde bana sataşmak ister gibi konuşmuştu. Ben de bunun altında kalmayarak, "Gözlerini benden alamadığın için görmen muhtemel tabi," dedim. Sesli sayılacak bir şekilde güldü. Sonra yine beni delirtici sözler etmeye devam etti. "Sen de beni gözlediğine göre bunu fark etmiş olmana şaşırmamalı." Konuştuğu her şeyi gel beni boğ diye duyuyordum. Başımı ona çevirip baktığımda, "Seni gözlememi istediğini bu kadar açık söyleme," dedim. "Bunun için benden izin istemene gerek yok küçüğüm. Beni izlediğini biliyorum." Bu sefer gülen ben oldum. Alaycı gülüşümü kısa tutarak, "Matteo, belli ki bu uzun bir yolculuk olacak. Seni araçtan atmadan önce artık sus," dedim. Peşime ne diye takıldı ki!

Nasıl yanımda gelebilmişti? Nasıl? Allah'ım... Bu adam benim kaderim mi yoksa? Eğer sensen... Neden bu kadar acı verici karşıladın beni? Hayatımda zorluk değil kolaylık görmek istiyordum artık. Bu adam mı sunacaktı o kolaylığı? Ona düşünceli bakışım dikkatini çekmiş olacak konuşmaya başladı. "Bu uzun yolculukta birbirimizi daha iyi tanırız belki." Sesini yumuşatmış mıydı o? "Seni yeterince tanıdım. Fazlasını görmeye niyetim yok," dediğimde kollarımı göğsüm üzerinde bağlayıp önüme dönmüştüm. Bir yandan konuma da bakıyordum. Bu yolculuğu daha kısa nasıl tutabilirdik acaba? Sürekli uyusam nasıl olurdu? "Sonun Hesna gibi olacakmış izlenimi alıyorum Doğa," dediğinde tekrar ona baktım. "Ne demek şimdi bu?" derken gırtlağını kesmek ister gibi konuşmuştum. "Yakın arkadaşın değil mi? İnatçılıkta birbirinizden huy kapmışsınız sanırım. Fakat hatırlatayım, sonunda Kwang'a aşık oldu." Söyledikleri üzerine kaşlarımı çattım. Ağzım şaşkınlık arasında açılırken konuşmak için cümleleri bir araya getirmeye çalıştım. "Sana aşık olacağımı mı söylüyorsun?" İmkansız olduğunu vurgular ses tonuma karşılık yine saçlarımı yolduracak cümleler kurdu. "Sen söylüyorsun sanki. Ben öyle bir şey demedim."

Bu yol bitmeyecek... "Ne söylemek istediğin belli. Öyle bir şey olmayacak." Sonra yakalandığını itiraf eder gibi konuşmaya başladı. "Neden olmaz mesela? Sen nasıl erkeklerden hoşlanıyorsun?" Ona hayret eder gibi uzun uzun baktım. Bu duyduklarım şaka mıydı? Derin bir nefes aldıktan sonra, "Öncelikle... Mafya kılıklı, insanları öldüren, bana küçüğüm diye hitap eden erkeklerden hoşlanmıyorum." demem üzerine hemen konuştu. "İşte buna inanmam. Bence küçüğüm dememi seviyorsun." Kendinden eminliği beni öldürecekti. "Neden seveyim Matteo?" derken beni kızdırdığını da belli ediyordum. Araç kullanmasa gözlerini benden ayırmayacağı da aşikardı. "Önüne bak," diye onu uyardığımda nihayet cevap verdi. "Peki... Neden tipin değilim? Onu konuşalım. Yoksa problem yaş mı?" Şu an bana Matteo'nun bütün soruları komik geliyordu. "Emin ol yaşa kadar problem olan çok şey var," yanıtım onu düşündürmüştü. "Konuşalım işte. Rica ediyorum sakin konuşalım. Bak yol uzun, karışan yok, kovalayan yok. Rahat rahat konuşalım." Sakinliği beni şaşırtıyordu. Bu adam sonradan mı böyle olmuştu?

Sessiz kaldım. Bir şey demeyince yine konuşan o oldu. "O zaman yaş sıkıntı değil diyorsun. Tamam... Ben de yakında 32 olacağımdan bunu dert edip duruyordum. Sonuçta senden 9 yaş büyüğüm." Gözlerimi sinirlenmemek adına uzunca kapatıp tekrar yola baktığımda, "Dediğim gibi, sorun bu değil. Karakter ve fiziksel olarak bir uyum olduğu sürece iki yetişkin insanın birlikte olması normal," cevabını verdim. Heyecanlı bir sesle, "Düşüncelerimiz de ortak olduğuna göre diğer olmazları söyleyebilirsin," dediğinde yine hayret dolu bir gülüşle ona baktım. "Beni dinlemiyor musun Matteo? Karakter diyorum, fizik diyorum. Nerede uyum?" derken işaret parmağımla hem onu hem de kendimi göstermiştim. Bunun üzerine bana alık alık bakmaya devam etti. Sonra kendinden emin bir şekilde, "Bence çok eğlenceli olabiliriz. Hem, beni fiziksel olarak beğenmediğini söyleyemezsin," dedi. Ne tarafa bayılsam acaba? Bu adam bende sağlıklı bir düşünce bırakmış gibi soru mu soruyordu cidden? Sorduğu soruyu düşünmeye başladığımda onu izliyordum.

Gözlerimi sivri yüz hatlarında gezdirdim. Güçlü, karizmatik, olgun ve sahiplenici olmadığını söyleyemezdim. Uzun boyun yapısı çenesini daha belirgin kılıyordu. Adem elması da o uzun boynu sayesinde belirgin duruyordu. Kirli sakalları ve koyu kahve saçları arasındaki kırık beyazlar yüzüne yakışıyordu. Onu ilk gördüğümde saçları neredeyse kazılıydı. Şimdi ise orta uzunluktaydı. Saçlarını tepede uzun bırakıp geriye taramış, yanları ve arkasından da çok az aldırmıştı. Bu yeni saç stili de ona daha genç bir görünüm veriyordu. Çok kalıplı değildi ama vücut yapısına bakınca çalıştığı belliydi. Zaten yıllardır alınan eğitimler sayesinde herkesin vücudu gelişmişti. Sonra o mavi gözler bana baktı. O maviler beni rahatsız ediyordu. Elimde değil, tedirgin hissettiriyordu. Babamın bana bıraktığı en saçma duygulardan biri de buydu. İnsanları onun gibi sahtekar sanmak... Bana gülümseyen o gözler aslında beni kızı gibi severek bakan bir babaya ait değildi. Onda hep daha tehlikeli duygular vardı. Matteo da bazen gördüğüm şey buydu. Sonuçta kendini bana sanki ondan nefret etmeliymişim gibi tanıtmıştı.

Matteo ona uzun bakışlarım ardından, "Sana ne düşündürüyorum?" dedi. Başımı tekrar önüme çevirdim. Karlı yolu izlerken durgun konuşuyordum. "Sen kimsin Matteo? Bana tehlikeli ve acımasız yaklaşırken sen ne düşünüyordun? Bana oyuncak derken, senin kadının olmayı öğrenecekmişim gibi aşağılık davranırken tam olarak ne düşünüyordun? Sonra bize iyilik etmeye başlarken aklında ne vardı? Beni silahlardan korumaya çalışırken, o ölüm oyununda sırtında taşırken kimdin? Şimdi de uyumlu olabileceğimizi düşünüyorsun. Beni bir şeylere inandır, ben de senden nefret etmeyeyim..." Sessizleşti. Konuşmuyordu. Aslında son zamanlarda hep özür dilemeye çalışıyordu ama onu dinlemiyordum. Şimdi bu sessiz ve gürültüden uzak yerde konuşacak yeterli zaman ortaya çıkmıştı. Ses tonu ciddi bir hal alarak konuşmaya başladı. "İnsanlar beni sevmezse, bana zarar da veremez diye düşünüyordum. Çalışma şartları da benim için farklı işliyordu. Çocukları kaçırıp organlarını satan örgütleri patlatırdım. Bu da başka mafyaların beni kodese tıktırmasına sebep oluyordu. Bir yandan Akhar beni askeriyede görmek istiyordu. Bazen hapishane bazen askeriye derken yanımda hiç iyi insanlar olmadı. İstemeden insanların gözünde korkutucu bir kimlik edindim. Sonra aslında böyle davranarak daha fazla gidemeyeceğini fark ettim."

Aslında onu bölmeden dinlemek istiyordum ama kendimi soru sorarken buldum. "Fark edebilmenin bir sebebi var mı? Sende bir şeyler değişti. Ne değiştirdi?" Bu azımsanacak bir değişim değildi. Üstelik artık Müslümandı. Bana bakarak, "İnanç..." dedi ve ekledi. "İnanmak farklı bir şeymiş. Bir insana, bir düşünceye, bir hayale inanmak. Yaratıcıya bağlı olmak, farklıymış. Bir gün bana, yok olacağımı düşünmekten başka şeyler düşündürmeye başladın. Gözlerinde bana bakarken hep tanıdık bir bakış vardı. Babanı gördüğünü söyledin. Ben de o adam olmadığımı sana göstermek istiyorum." Sustum. Güvensizlikten değildi bu sessizliğim. Her şeyin berbat olacakmış hissiyatı, benim özel bir duyguya kapılmamı engelliyordu sadece. O özel duyguları sunacak adamın da epey becerikli olması gerekiyordu. Matteo ise aşk konusunda bence oldukça beceriksizdi. O kalın kafasını yontmak için epey uğraşmam gerekecekti. Belki beni şaşırtırdı. Ne istediğini biliyor muydu ki? Sadece kendisi için bir şeyleri kanıtlamak istiyordu. Bilmiyorum. Yanlış yorumluyor da olabilirim...

"Benden nefret etmek hakkın. Bu benim hoşuma bile gider. Sadece benden nefret et mesela. Sadece bana kız. Bana psikopatmışım gibi hissettirmeye devam et. Demem o ki, nefret de olsa bana karşı bir şeyler hisset. Sonra belki..." dedi. Yine komik olmaya başlıyordu. "Belki ne?" derken gülüşüm sesime yansımıştı. Dudağını ısırarak gülümsedikten sonra, "Sana küçüğüm dememe izin verecek misin?" dedi. Bu adam ne serseriydi ama... Onun şaka olup olmadığını sorgular gibi başımı çevirip ona baktım. "Matteo sen, ruh hastasısın biliyorsun değil mi?" diye dalga geçer gibi söylediğim söze keyifli bir şekilde cevap verdi. "İşte bana böyle sevgi sözcükleri söyle. Bana bunlarla gel," derken bu küstah hareketleri fazla şımarık ve komik gelmeye başlamıştı. "Sence ruh hastası bir sevgi sözcüğü mü?" dememle birlikte artık tamamen gülüyordum. "Sen bunlarla başla. Zamanla geliştiririz," dediğinde kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Matteo... Belli ki kolay kolay birbirimizden kurtulamayacağız.

Yolculukları seviyorum. Her şeyden ve herkesten kaçma süreci, bana sonucu düşündürmüyor. Bazen her yerden kaçmanın mümkün olmadığını söylüyorum kendime. Keşke barınabilsem, bir kalpte, birinde, bir evde... Yapabilsem. Olmuyor. Hiç olmadı... Gerçekten hissettiğim bir duygu varsa o da Hesna'nın kardeşliği. Onun da benden alınmasına izin veremem. Hiçbir şey için en iyisi olamadığımı biliyorum. Yaşadıklarını aşamayan bir aptal olmayı da istemezdim. Travmalarını kontrol edemeyen, onun yerine görmezden gelmeyi seçen biri ne kadar sağlıklı davranabilirse o kadar hasta durmamaya çalışıyordum. Aldığım psikiyatri ilaçlarıyla savrulan dengemi ayakta tutmak için çabalıyordum. Hesna içten içe iyi olmadığımı görüyordu. Kendimi hiç açıklamak zorunda bırakmadığı için ona minnettardım. Elbette her zaman biliyordu. Onun o sıcak ailesini bana hiç anlatamamasına üzülüyordum. Onun anılarını paylaşmasını seviyordum ama o asla sahip olamadığım ailem yüzünden bana bir şey anlatmazdı. Kırgın hissettirmemek için...

Günler ilerliyor, yolculuk devam ediyordu. Bizimkilerin aramasını bekliyordum. Arada mola veriyor ve erzaktan bir şeyler yiyorduk. Bugünler ben de yıl gibi ilerlemeye devam ettikçe geriliyordum. Sonunda bir çağrı geldi. "Arıyorlar," diyerek heyecanla tableti açtım. Açar açmaz konuşan Medusa oldu. "Beni iyi dinle Doğa. Zaman yok. Burada yeni kararlar verilmeye başladı. Robot üretimi geliştiriliyor. Akhar bombalarla savaşacağını duyurdu. Dünyanın tekrardan nükleer bir savaş yaşaması umurunda değil." derken arkadan kurşun sesleri geliyordu. "Medusa!" Ona seslenen Çağan'dı. Medusa'nın elinden tableti hızla alan Ahsen olmuştu. Tahminimce Çağan'a doğru koştu. "Neler oluyor?" diye tedirgin sorum ardından Matteo aracı durdurdu ve elimdeki tablete baktı. Ahsen ağlamaklı ve öfkeli bir yüzle konuşmaya başladı. "Robotların çoğu düşman askerin salgıladığı sıvılar yüzünden bozulmaya başladı. Akhar yeni bir sürüm ile robotları geliştirmeye koyuldu fakat makineler birbirine girdi. Şu an bütün askeriyeye kontrolsüzce saldıran robotları devre dışı bırakmaya çalışıyoruz."

Neler olmuştu böyle? "Ahsen! Hepiniz iyi misiniz? Yaralanan var mı?" Sorum üzerine kurşun sesleri daha yakından gelmeye başladı. "Buraya da girdiler!" Arkadan kim olduğunu anlayamadığım bir ses ile tablet yere düştü. Neyin üstüne düştü bilmiyordum ama tabletten etrafı izlemeye başlamıştık. "Bunun kamera sistemine nasıl giriliyor?" Stresli sorum üzerine gergindim. Hesna olsaydı orada ne olduğunu açar izletirdi. Şimdi elimde sadece bir kare görüntü vardı. Oldukları yere bir kaç robotun girdiğini gördük. Matteo kaşlarını çatarak elimdeki tablete daha da yaklaştı. Medusa ve Çağan bir robota silahlarını ateşlerken bir başka robot Ahsen'e doğru geliyordu. Hepsi silahlarını kullanıyordu ama bir şey değişmiyordu. "Ahsen!" Omzundan yaralanıp yere düşmüştü. Korkuyla hıçkırır gibi adını söylediğimde yerimden de sıçramıştım. Ahsen bu acıya nasıl dayanacaktı? Onun acıyla inleme sesleri bütün salonda duyuldu. Sonra görüntüye koşarak giren Ethan oldu.

"Ahsen ayağa kalk! Çık buradan!" diye bütün gücüyle bağıran Ethan, Ahsen'e yaklaşan robotu kurşunlara diziyordu. Fakat bu onu yavaşlatamıyordu bile. "Ahsen kalk!" Ahsen, Ethan'ın sesiyle ellerinden destek alarak yerden doğrulmaya çalıştı. Kurşunun darbesi üniformasını parçalamıştı. O yara, sanki insanın içinde biriken duyguları bir patlama anı yaşamış ve bütün öfkesini dışarı akıtmış gibi kanıyordu. Parçalanmış cildin kenarlarından damlayan kanlar zeminde koyu bir gölet oluşturmaya başlamıştı bile... O duygular, çaresizce çatlaklardan sızıyordu. Yerde biriken duyguların katiliymiş gibi gözlerini kana diken Ahsen'in yüzünde acımasız bir duygu gördüm. İntikam... Bu matem havasının başka bir sebebi daha varmış gibi hissediyordum. Medusa görüntüye tekrar girdiğinde Ahsen'in omzundaki yarayı bir bezle sıkıca sardı. Sonra Seo'nun sesini duydum. "Burayı bombalayacağım! Herkes dışarı çıksın! Jun, sen de!" Medusa, Ahsen'in koluna girip onu çıkarmaya çalıştığında ağlıyordu. Medusa, ağlıyor muydu? Orada neler oluyordu böyle?

Boris, Diego, Jonah, Bartu... Ekibin hepsi o savaş günü gibi kurşunların önüne atlıyordu. Makineler kafayı yemiş gibi kendini duvardan duvara vurmaya başlayınca bazıları kendiliğinden devre dışı kaldı. Çağan nereye kaybolmuştu? Medusa neden ağlamıştı? Birine bir şey mi olmuştu acaba? Matteo'ya endişeli gözlerle baktığımda bir şeyleri anlamış gibi ekrana bakıyordu. İtalyanca bir şeyler de mırıldanıyordu. Öfkeli bakışlarını ekrana sabitlemişti. Salondan her biri yavaş yavaş çıkmaya başladığında sadece Ethan, Seo ve Jun kaldı. Ethan tablete doğru koşarak bize baktı. "Sakın geri dönmeyin." Bu cümle zihnimde yankılandı. Matteo, "Ne diyorsun Ethan? Orada başka neler oluyor?" dediğinde bağırıyordu. Ethan salondan çıkmaya çalışıyordu. Telaş ve aceleyle söylediği cümle bizi nefessiz bırakmıştı. "Leyan öldü..." Kalbime acı, karanlık bir sis yayıldı. Çaresizliğin soğuk rüzgarları ruhumda fırtınalar açtı. Peki Çağan? Kardeşini ne halde gördü? Leyan nasıl öldü?

Ethan aynı zamanda silahını da kullanıyordu. Tabletten hiçbir görüntü seçilmiyordu çünkü Ethan sürekli hareket halindeydi. Seo'nun sesi tekrar duyuldu. "Jun sana buradan çık dedim!" Salonda kaç tane robot olduğunu göremiyordum. Jun, Seo'dan daha hiddetli bir şekilde, "Fedakar davranmanı istemiyorum! Bu robotlarla ölmeyeceksin!" dedi. Robotlar salona yığılmış olmalıydı. Ethan, "Buraya gelin hemen!" dediğinde onlardan uzaklaşmış olmalıydı. Kurşun sesleri hiç tükenmiyordu. Muhtemelen herkes şimdi farklı yerlerdeydi. Seo hala kardeşine bağırıyordu ve ikisi de oldukça inatçı davranıyordu. "Jun bırak, ikimiz de öleceğiz!" Ne olduğunu göremiyorduk. Belli ki tablet artık Ethan'ın elinde değildi. "O zaman ikimiz de ölürüz..." Jun? Seo? Bu cümle ile birlikte gerçekliği sarsan bir gürültü koptu. Bu yıkıcı ses, her şeyi titretti. Bahsettikleri bomba patlamıştı. Beraberinde bütün o gürültü yok oldu. Bütün sesler kesildi. Artık onlara ait bütün sinyali kaybetmiştik. Cama yağan kar tanelerine takıldı gözlerim... Boynuma da yağıyordu sanki... Zira boğazım buz kesmişti.

Hiçbir şey konuşamadık. Öylece donakalmış halimiz sürekliliğini korudu. Bütün sinirlerim içime boşalıyordu. O kadar doluydum ki... Kalbim sıkışıyordu. Orada değildik. Orada onlarla birlikte olamadık. Hesna ve Kwang'a da hala ulaşamadık. Derin nefes alış verişlerim hızlanmaya başladı. Matteo bana bakıyordu ama ona dönememiştim. Sonra aracın kapısına titreyen elimi koyarak açmaya çalıştım. Güçlükle açmayı başardığımda kendimi dışarı attım. Soğuk havayı içime çekerek nefes almaya gayret ettim. Konuşamıyordum bile... Konuşamıyordum. Matteo karşıma geçmişti. Sesi nasıl bu kadar çabuk yakınımdaydı? "Sakin ol, şu anda yanındayım." Yere eğik olan yüzümü ona doğru kaldırdığımda ikimiz de yerde dizleri üzerinde duruyorduk. Titremeye başladım. "Derin nefes al, yavaş yavaş bırak." O konuşuyor ama ben onun dediklerini sanki yapamıyordum. "Doğa, dikkatini sesime odaklamaya çalış. Sakin olabilir misin? Sana yardım etmek için buradayım..." Boğuluyormuş gibi hissediyordum. Kalbim sanki ortadan ikiye ayrılmıştı ve birbirine çarpıyordu.

Yüzümden soğuk terler attığımı hissediyordum. Her yerim kasılmıştı. Parmak uçlarımda karıncalanmalar hissediyordum. Matteo'nun sesini dinlemeye çalıştım. O daha önce hiç duymadığım dinlendirici ve yumuşak sesine odaklandım. "Nefes almalısın. Sadece havayı hisset. Korkmana gerek yok." Dediği gibi yapmaya çalıştım ama sakinleşemiyordum. Bu çırpınış bana çok uzun gelmişti. Sanki zaman genişliyordu. "Rahatlayabilirsin. Henüz hiçbir şeyden emin değiliz." Yavaş ve düzenli konuşuyordu. Düşük ve rahatlatıcı sesi vücuduma sakinliğini yansıtmaya başladı. "Seninle birlikteyim. Beraber üstesinden geleceğiz," dediğinde gözlerine baktım. İlk defa o maviler bana derin bir dinginlik sundu. Mavi gözlerin sakin rengi, gerçek olabilir miydi? Huzurun simgesi gibi, adeta bir denizin sakin sularına dalma hissi uyandırıyordu. Rahat ve güven verici... Sonunda nefes alabildiğimde bir müddet daha gözlerini izledim. Sonra yorgun bir sesle konuştum. "Madem bu kadar kibar olabiliyordun, neden daha önce denemedin?"

Benim nefes almamla o da rahat bir nefes verir gibi gözlerini uzunca kapatarak cevap verdi. "Yeterince kibar mıydım?" diye sorduğu sorusunun ardından buruk bir gülümseme dudaklarıma yayıldı. Yerden kalkmak için hareketlendiğimde o da benimle birlikte kalktı. Ayakta durmaya çalıştım. Açık kalan kapıdan içeriye girerek koltuğa oturduğumda kapımı kapattı. Aracın önünden geçerken onu izliyordum. O da içeri girdiğinde kapıyı kapattı ve soğuk hava yerine içerideki sıcaklığı hissetmeye çalıştım. Başımı arkaya yaslayarak gözlerimi kapattım. Matteo da konuşmuyordu. Hiçbir şey yapmadı. Bu sessizliği hoşuma gitmişti. Dakikalar ardından konuşmaya başladım. "Leyan gerçekten öldü mü? Ahsen'in omzundan sarkan et parçalarını gördüm. Seo orayı bombalayacağını söyledi ve Jun ile birlikte gürültünün içinde kayboldular. Biz burada oturuyoruz ama orada savaş devam ediyor. Hesna yok. Kwang yok. Ekip yok." Sonunda gözlerimi açtığımda ön cama yağan karı izlemeye başladım. Matteo, "Geriden değil, ileriden sorumluyuz. Yola devam etmeliyiz," diyerek aracı çalıştırdı ve gaza basmadan önce konuştu. "Şimdi uyu küçüğüm. Gözlerini açtığında kardeşinin yanında olacaksın..." Bu cümleyle birlikte Hesna'nın kollarında ağladığımı hayal ettim. Onu görmeye çok ihtiyacım vardı.

***

Doğa'nın anlattıkları üzerine bu sefer gözleri dolan bendim. Masada devam eden sessizliği kimse bozmak istemezmiş gibi susuyordu. Leyan gerçekten... Ahsen'in durumu nasıldı? Seo ve Jun? Kwang'a baktım. Bakışları zeminde bir yere odaklanmış ve sinirden kaskatı kesilmiş gibi hareketsiz duruyordu. Omzuna elimi uzatmak istedim. Ona dokunmak ve henüz bir şeyden emin olmadığımızı söylemek istedim. Fakat duyduklarımın ağırlığı bunu yapmama engel oluyordu. Kwang kendini toplamak ister gibi yutkunduğunda Matteo'ya baktı. "Matteo, abilerimi gördünüz mü? Hangi salondu? Bombayı atıp çıkmış olmalılar. Salon çıkışını gördün mü?" Kwang onların ölme ihtimalini bozacak cevaplar arıyordu. Matteo sıkıntıyla nefes alarak, "Bilmiyorum. Görüntü kayboldu. Bu yüzden hiçbir şey görmedik," cevabını verdi. Kwang ayağa kalktı. Ellerini yüzüne kapayarak bir şeyler düşünüyormuş gibi durmaya devam etti. Elleri saçlarında dolandı, şakaklarını ovaladı. Sonra Matteo'ya dönerek, "Leyan çocukların olduğu odada korunaklı bir alandaydı," dediğinde onun da ölmüş olma ihtimalini ortadan kaldırmak ister gibi konuşmuştu.

Matteo, "Kwang, anlattıklarımız dışında bir şey bilmiyoruz. Hiçbir şeye gözlerimizle şahit olmadık. Bu yüzden duyduklarımız farklı şekillerde yorumlanabilir," dedi. Kwang huzursuz bir şekilde tekrar yerine oturduğunda tableti elime aldım. "Neler olduğuna bir bakalım," diyerek tableti açtığımda ellerim titriyordu. Dayanamayacağımız bir görüntüye hazır değildim. Doğa'ya baktım. O da kaşları düşük bir şekilde ıslak kirpiklerle bana bakıyordu. Tableti açtığımda şubenin kamera sistemine girmeye başladım. Sorunsuz bir şekilde sistem içine girmeyi umdum. Akhar şu an robotlarıyla meşgul olduğundan sistem güvenliğini kontrol edemeyecek kadar yoğun olmalıydı. Bir kaç işlem sonrası kameralar açıldı. Şimdi son bir tuşla hepsini görecektim. Tedirgin gözlerle başımı kaldırdığımda onlara baktım. Endişeliydiler... Tekrar tablete baktığımda görüntüleri açtım. Açmam ile birlikte şiddetli sesler mutfağın içinde yankılandığında aceleyle sesi kısmaya çalıştım. Büyücülerin yakınlarda bir yerlerde bizi gözetlemeleri kötü olurdu. Herkes masaya doğru eğildiğinde birlikte görüntüleri izlemeye başladık.

Açılan karelerde bizimkileri bulmaya çalıştık. Askeriyede büyük bir ayaklanma söz konusuydu ve herkes bir yerlere kaçışıyordu. Doğa, "Hala devam ediyor. Robotları engelleyemezlerse her şey daha kötü bir hale dönüşecek. Üstelik bu sadece bizim şubenin görüntüleri. Diğer şubelerde muhtemelen robotların kontrolsüzlüğüyle boğuşuyor olmalı," dedi. Matteo, "Oradalar," diyerek işaret parmağıyla bir kare görüntüyü gösterince ekranı büyülttüm. Medusa ve Çağan koridor boyu koşuyordu. Koştukları sürede girdikleri yerlere göre kamera görüntülerini açıyordum. Onları kaybetmemeye gayret ederek... Arkalarından iki büyük robot dengesiz bir şekilde onların arkasından ateşlemeler yapıyordu. Çok geçmeden onların varacağı koridor başından Bartu, Boris Diego ve Jonah göründü. Hepsi yan yana dizilerek onlara doğru gelen Medusa ve Çağan'ın arkasındaki robotları silahlarıyla vurmaya başladı. Herkes çok bunalmış ve öfkeli görünüyordu. "Acele edin!" diye bağıran Bartu'nun ardından Kwang konuştu. "Seo ve Jun nerede?" Onları hala görememiştik.

Çağan ve Medusa da nihayet dördünün yanına ulaştığında onlara doğru gelen robotların üzerine bomba fırlattılar. Gerisin geriye atladıklarında bombanın patlamasıyla buradaki kamera görüntüsü gitti. Telaşla hemen diğer taraflardaki kameraları açmaya koyuldum. Bu sefer başka bir kamerada Ethan ve Ahsen'i gördüm. Tanımadığımız bir kaç askerin yanında yatakhane kısmından giriş yapmaya çalışan robotları vurmaya çalışıyorlardı. Ahsen'in sarılı olan kolundan yayılan kan çok fazlaydı. En sonunda güçsüz düşerek yere oturduğunda Ethan da onun yanına doğru eğildi. "Dayan Ahsen! Seni buradan çıkaracağım." Başka askerler savunmaya devam ederken Ethan sırtındaki çantadan temiz bir bez çıkardı. Ahsen'in kolundaki sargıyı çözerken çantadan aldığı bir iğneyi de omzuna vurdu. Ahsen'in yüzü ter içindeydi. Saçları alnına yapışmıştı ve kan kaybından dolayı neredeyse bayılacakmış gibi duruyordu. Ethan onun kolunu, çantasından çıkardığı başka bezle tekrar sararken o kadar hızlı davranmıştı ki onu bir an da sırtına almıştı. Zira Ahsen yürüyebilecek durumda değildi.

Ahsen, Ethan'ın sırtında tutunmaya çalışıyordu. "Beni ameliyathaneye götür Ethan. Dikiş atacağım." Ahsen yarı baygın haliyle güçlükle konuşmuştu. Ethan bir yandan elindeki ağır tabancayla onlara bir robotun yaklaşmasına engel olmaya çalışıyordu. "Ben neye ihtiyaç varsa onu yapacağım. Merak etme." Böylece ikisi de ameliyathane odalarından birine girdiğinde robotlardan uzaklaşmışlardı. Kameralarda Seo ve Jun'u aramaya çalışıyordum ama hiçbir yerde görünmüyorlardı. Leyan da ortalarda yoktu. Tekrar diğerlerini izlemeye koyulduğumuzda Çağan bir duvara yaslanmış oturuyordu. Medusa da onun karşısındaydı ve ekibin kalanları da koridoru robotlardan temizlemeye çalışıyordu. Çağan'ın da üzeri ve ellerine kan bulaşmıştı. Yüzünü acıyla buruşturduğunda öfkeli bir şekilde bağırıyordu. "Kardeşim nefes almıyordu!" Medusa ellerini ağzına kapayarak yaşlı gözlerine eşlik edecek hıçkırıklarını kapatmaya çalışıyordu.

"Her şeye ne için katlandık? Bir hiç için miydi tüm bunlar?" derken Çağan hala bağırıyordu. Yorgunluk ve acıdan dolayı yerinden kalkamıyordu. Sırtını duvara çaresizce yaslamış ve bacaklarını da uzatmıştı. Elinde de silahını tutuyordu. "Çağan ayağa kalkmalısın. Geliyorlar," diye konuşan Medusa da ona doğru eğilmişti. "Gelsinler!" Medusa bin bir sözle Çağan'ı yerden kaldırmaya çalışıyordu. Çağan delirmiş gibi bağırıyor ve Medusa'yı duymuyordu bile. "Çağan!" diyerek onu omuzlarından tutup duvara çarpmasına sebep olan Medusa konuşmaya devam etti. "Burada ölmek mi istiyorsun? Ayağa kalk! Beni delirtme adam!" diyerek onu kaldırmak için yakasından tuttuğunda kendine doğru çekti. "Birine daha zarar gelirse eğer sorumlusu biz oluruz! Duramazsın!" Çağan çatık kaşları arasından Medusa'ya bakıyordu. Sonunda zorla da olsa kalktığında Medusa'nın elini tuttu. Parmaklar arasında birbirine kenetlenen eller ile koşmaya devam ettiler.

Bir yerde görüntüye Akın girdiğinde Kwang'a baktım. Suratı o kadar sert bir görünüm almıştı ki abilerinden başka bir şey düşünmüyor gibiydi. Akın, "Sistem odasına girmelerine izin vermeyin!" diye bağırdığında sistem odasının görüntülerini açtım. Üretimleri durdurmaya çalışıyorlardı. Burası resmen cehennem gibi hissettiriyordu. Karmaşa ve kasvet içinde insanlar ve robotların koşuşturması devam ediyordu. Kim bilir bu hengame ne zaman başlamıştı? Daha önemlisi ise, ne zaman bitecekti? Oradan oraya savrulan ekibi izlemeye devam ettik. "Bir şey deneyeceğim," diyerek ayağa kalktım. Doğa'ya bakarak, "Yanınızda hologram cihazı da getirdiniz mi?" diye sordum. Doğa aceleyle çantasına elini soktuğunda çıkardığı cihazı bana uzattı. Hologramı masa üzerinde kocaman bir ekran haline getirdim. Bir düzine sistemi geçip askeriyenin içindeymiş gibi robot üretimini aşırı yükleyerek kaynaklarını tüketmeye çalışacaktım. Elektromanyetik kanal bilgilerini kullanarak sistemi zorlamaya çalıştım.

Muhtemelen içeride çok fazla aynı işlem tekrarlandığından sistem bunu bir uyarı olarak algılıyor ve bu da çalışmaları kilitliyordu. Yöntemlerimi değiştirerek robotları devre dışı bırakma çabamı hızlı tutmaya çalıştım. Yapacağım işlem askeriyeden bütün sinyalimi kesebilirdi. Fakat denemek zorundaydım. Makineler duracak gibi değildi ve böyle devam edemezlerdi. "Algoritmayı yeniden düzenliyorum. Akhar muhtemelen bunu benim yaptığımı anlayacak. Şifreleri değiştireceğim ve böylece yeni sürümü kullanamayacaklar," dediğimde Doğa konuştu. "Her ne yapıyorsan hızlı ol. Bizimkiler köşeye sıkıştı." Tablete baktım. Medusa ve Çağan koridorun sonunda bir duvar köşesindeydi. Silahları yoktu! "Neden silahları yok?" Telaşlı çıkan sesim üzerine görüntüye Bartu girdi. Onlara yerden bir silah fırlattığında silahı Çağan aldı. Üzerlerine gelmekte olan robotları vurmaya başladı. Elimdeki işe odaklanmaya devam ettim. Çok zor durumdaydılar.

Gözlerim açtığım yeni sekmelerle oradan orayı kontrol ederken çok hızlı davranıyordum. Nihayetinde üretim için yeni şifre oluşturdum. Devreye sokmam halinde hepsinin duracağını umuyordum. Bir diğer işlemimi de bitirdiğimde, "Lütfen..." diyerek hologramda son hamlem olacak noktaya bastım. Nefeslerimizi tutmuştuk. Kwang da ayağa kalktı. Şimdi hepimizin gözü tabletteydi. Ekibin üzerine yaklaşan robotlar karşısında Çağan, Medusa'nın yüzünü göğsüne bastırmıştı. Onu gelecek kurşunlardan korumak ister gibi tutarken diğer eliyle ateş etmeye devam ediyordu. Robotların önce ateşlemeleri durdu. Kolları artık kımıldamadığında kurşun sesleri kesildi. Hareketsiz duran robotlar en sonunda yere devrildi. Görüntüleri küçülttüğümde askeriyedeki bütün robotların yere devrildiğini gördük. Makinelerin zeminle buluşması halinde görüntüler kapandı. Holograma baktım. Sistemden çıkmıştım...

Sessiz ve donuk bir şekilde masaya bakıyorduk. Doğa fısıltı gibi çıkan sesiyle, "İşe yaradı," dedi. Hologramı tekrar açmayı denediğimde şubeye giriş sağlayamıyordum. "Güncelleme ağır geldi. Sistem otomatik olarak bizimle girişi kesti. Aktif hale getirmem uzun sürecektir," dediğimde biraz olsun rahatlamıştık. Matteo, "Peki bu yaptığın bir şube için mi geçerli? Yoksa diğer yerlerde de robotları devre dışı bıraktın mı?" diye sordu. Bu yalnızca bizim şubenin şifreleriydi. Diğer şubelerin etkilendiğini düşünmüyordum. "Bilmiyorum," cevabını vermem üzerine sonunda yerime geri oturdum. Gerçekten Akhar kendi sonunu kendi getiriyordu. O altı yönetici... İçlerinde Kwang'ın anne, baba ve kız kardeşinin olduğu altı yönetici. Doğa'nın teyzesinin olduğu altı yönetici. Bu insanları robotlaştırma düşüncesi ise ayrı bir konuydu. Akhar'ın savaşta mahvolan makinelerini fütursuzca kontrol etmeden yeni bir sürüm oluşturmaya çalışması cidden akıl alır gibi değildi. Kagatri'ye belki de bu yüzden ihtiyaç vardı. İnsanların ağzından dökülen o sıvıları aslında askeriyelerinde üretiyor olabilirler miydi? Bunu da askerlere enjekte ettiyseler eğer sadece işe yarayıp yaramayacağını test etmek için miydi?

Şimdi muhtemelen Kagatri yöneticisi bunu geliştiriyor ve Akhar'ı indirmek için çalışmalarını yürütüyordu. Bu saçma kasabadan bir an önce kurtulup burada asker olmalıydık. Kwang birden karnını tutarak eğildiğinde ona döndüm. Onun bu ani hareketi beni korkutmuştu. "Kwang? Bir şey mi oldu?" demem üzerine masadan destek alıp doğrulmaya çalıştı. Titreyen vücudu düşecek olmasının sinyalini veriyordu. Matteo ona yakındı bu yüzden tam onu tutacaktı ki Kwang dizleri üzerine düştü. Beraberinde kusmaya başladığında ona doğru yaklaştım. "Kwang!" Bir eliyle yerden destek alırken diğer eliyle karnını tutuyordu. Siyah bir sıvı kusmaya başladığında gözlerim irice açıldı. Ona doğru eğilme girişimimi elini kaldırarak engelledi. "Ne oldu? Neden böyle oldu?" Sorularım devam ederken hala kusuyordu. Matteo ve Doğa da bu durumu şaşkın bir ifadeyle izliyordu. Kwang, "O büyücü, beni kaçırdığında..." diyerek öksürmeye devam etti. Hala kusuyordu ve güçlükle konuştu. "Bir şey içirmiş olabilir..."

Bu sözle birlikte yanı üzerine yığılan Kwang nöbet geçirir gibi titremeye başladı. "Ona dikkat edin! Hemen döneceğim," diyerek mutfaktan çıkmam üzerine Kwang sesini duyurmaya çalışıyordu fakat hiçbir şey anlaşılmıyordu. Doğa peşimden koşarak dış kapıya geldi. "Hesna neler oluyor burada? Gece vakti o ormanın içine mi gireceksin?" dediğinde kapının yanında yerde duran gaz lambasını yakmaya çalışıyordum. "O cadı Kwang'ı zehirlemiş olmalı," dediğimde cübbenin içinden hançeri çıkararak Doğa'ya gösterdim. "Daha önce karşılaştım. Şimdi beni çağırdığına onu pişman edeceğim," diyerek kapıyı açmak için uzandım. "Kapıyı kimseye açmayın. Evde başkalarının olduğunu anlamamalılar." Doğa'nın şaşkın bakışları ardından evden koşarak çıktım. O kadını gebertmek istiyordum. Ona ne içirdiyse zehirlenip tekrar yanına gideceğimi biliyordu. Taş evlere doğru koşmaya devam ettim. Önümü aydınlatan tek şey elimdeki gaz lambasıydı.

Cadının kapısının önüne geldiğimde kapıya vurmaya başladım. "Rowena!" Kapı hemen açıldığında Rowena bana sinsi bakışlarla bakıyordu. "Sonunda zehir tesir etti sanırım," dediğinde hançeri ona doğrulttum. İçeri girmemle üzerine yürümeye devam ediyordum ki yalnız olmadığımızı fark ettim. Bir düzine cadı beni çevrelemişti. Ellerine baktığımda hepsinde hançer vardı. "Geleceğini biliyordum. Kusmaya başladı mı?" diyen Rowena'ya öfkeyle bağırdım. "Ona ne yaptın?" Eline masasından bir şişe aldığında bana uzattı. "Fazla zamanın yok. Bu ilacı ona içirmelisin," dediğinde ona yaklaşmam halinde üzerime gelecek cadılara nefretle baktım. "Karşılığında ne istiyorsun?" Arkadaşlarımız robotlarla savaş içindeyken burada bu saçmalıklara katlanmak beni delirtiyordu. Rowena bilmiş bir edayla konuştu. "Ne istediğimi söylemiştim. Bana bir bebek vereceksin." Bu kadın gerçek miydi? Ortada bebek falan yoktu bu kadının saçmalığından bıkmıştım. "Benim bebeğim yok," dediğimde Rowena yine gülümsedi.

"Biliyorum. Buraya bir bebekle gelmedin. Fakat olacak. Seni bekleyeceğim." Derin bir nefes aldım. "Benden daha doğmamış bir bebeği almaktan mı bahsediyorsun?" Hançeri sıkı sıkıya tutuyordum. "Her ay yanıma geleceksin. Karnının büyüdüğünü izleyeceğim. Beni reddedersen kocan ölür. Beni kandırmaya çalışırsan da peşinizi bırakmam." Bütün yorgunluğuma karışan öfke beni deli gibi yakıyordu. Zaten bir bebeğim olamayacaktı... Olmayan bir şeyi de ona vermek zorunda kalmayacaktım. "Tamam! Ver şu ilacı!" dediğimde Rowena bana doğru yürüdü. Elindeki şişeyi uzatmadan önce, "Bu sadece başlangıç. Beni geçiştiriyorsun. Yine ayağıma geleceksin ve başka çaren olmadığını anlayacaksın," dedi. Ona öldürmek için can atan çehrem ile bakıyordum. Uzattığı şişeyi sertçe aldığımda, "Tekrar geleceğime emin olabilirsin Rowena. Canını öyle yakacağım ki bu işe bir son vermek zorunda kalacaksın," demem üzerine arkamı dönüp gittim. Kapıdan çıkarken Rowena tekrar konuştu. "Hızlı koş! Yoksa askerlerimden birisi bebeğin babası olmak zorunda kalır..."

Söylediği cümlenin iğrençliğine cevap verecek zamanım yoktu. Hızla koşmaya devam ettim. O kadar hızlı gelmiştim ki kapıya ancak çarparak durabilmiştim. Cebimden çıkardığım anahtarı elim titreyerek anahtar deliğine sokmaya çalışıyordum. "Açıl!" Sonunda açtığımda mutfağa doğru koştum. Kapıyı arkamdan çok hızlı çarpmıştım. Kwang hala yerde titreyerek yatıyordu. Gözleri arkaya doğru gitmeye başlamıştı. "Kwang!" Başının arkasını tutarak onu biraz olsun kaldırmaya çalıştım. Şişeyi ağzına götürdüğümde, "Bunu içmelisin," dedim. Şişeye bakmaya çalıştı. Dudaklarını güçlükle araladığında içindeki sıvıyı ağzına döktüm. "Yut..." Şişe zaten küçüktü. Hepsini içtiğinde nefes alması düzelmeye başladı. Şişeyi yere bırakarak diğer elimi de boynunun arkasına götürdüm. Bana bakmasını sağlamaya çalışıyordum. Gözlerini kapattı. Artık nefes alışverişleri yavaşlıyordu. "Kwang aç gözlerini." İyi olması gerekmiyor muydu? Matteo ve Doğa'ya baktım. Ne yapacağını bilmez bir şekilde yerde kollarım arasındaki Kwang'a bakıyorlardı. "Kwang!" Onu sarsıyordum ama uyanmıyordu. Tamamen tepkisiz kaldığında başımı göğsüne yasladım. Kalbini dinliyordum. Sonra Rowena'nın iğrenç cümlesi zihnimde yayıldı. "Hızlı koş. Yoksa askerlerimden birisi bebeğin babası olmak zorunda kalır..."

Bölüm sonu...

Aslında bu bölüm anlatacağım şeyler çok uzundu fakat sizleri daha fazla bekletmek istemedim. Artık pazar günleri bölümlerimiz düzenli olarak gelecek. Son haftalarda gecikmeler yaşıyorduk.

Bölümü nasıl buldunuz? Rowena bizimkilerin peşini bırakmayacak. Size bu durum alakasız görünüyor olabilir fakat hikayemizde her olayın birbiriyle bağlantılı olduğunu unutmayın.

Sorular cevaplanmaya başlıyor. Akhara'yı gördünüz. Orada işlerin hiç iyi gitmeyeceğini söylemeliyim. Bizimkilere Kagatri'de çok iş düşüyor.

Kwang... Gelecek bölümde pek insani hareketler okuyamayacaksınız. Öfkenin karakterler üzerindeki etkisi büyük olacak.

Doğa ve Matteo size bu bölüm neler düşündürdü?

Leyan, Seo, Jun... Bölümü uzun uzun konuşalım. Var mı sorularınız?

Gelecek bölümde tekrar görüşmek üzere...

Continue Reading

You'll Also Like

39.4K 2K 17
Bazen zincirler sadece onların bedenlerini değil, ruhlarını ve kalplerini de esir alırdı. Bazen istilaların sonuçları sadece yıkılan ve yok edilen ye...
1.7K 939 8
Ben Ilgın; Hayatı babasının elleri arasına karışmış... O eller üzerinden kayıp gittiğinde ise tüm hayatı boyunca tek tabanca kalmış o kız çocuğu... B...
1.6K 1K 10
Sadece sevmek yetmezdi, aşık olmak için... Romantik ve dramatik birbirinden anlamlı şiirler sizleri bekliyor. ♡♡♤♡♡
Tacın Laneti By Zey

Historical Fiction

60.7K 4.1K 30
● Wattys2019 Ödülleri - Tarihi Kurgu Kategorisi Kazananı ● • • Devam Hikâyesi: Tacın Bedeli • • Fransa'da doğup küçük yaşta babaları ile İngiltere to...