Like California | Taekook

By dameadrasteia

4.5K 736 1.7K

Sevgili Taehyung, aylar sonra seninle California'da tekrar karşılaştığımız o geceyi hatırlıyor musun? More

1: ''Tanışma''
2: ''İlk Randevu ve İlk Hayal Kırıklığı''
3: ''Santa Monica İskelesi ve İlişkiler''
4: ''Eski Sevgili ve Terk Edilmek''
6: ''Son Akşam Yemeği''

5: ''Taehyung'un Geçmişi''

590 114 123
By dameadrasteia

Taehyung

  Yetiştirme yurdunun duvarları her zaman dökülürdü. Yatak başlığının arkasına saklanıp tırnağımla boyası dökülen duvarları sökmeye çalışırdım. İlk birkaç seferde benimle ilgilenen kadın bunu sorun etmemişti. Düzgün taranmadığı için kendiliğinden dalgalanan saçlarımı okşarken "Artık bu oyunu oynamıyoruz Taehyung." dedi bana. Genç kadının, ince, yay gibi kaşları vardı ve onları çattı mı korku filmlerinde gördüğüm maskelerdeki yüze benzerdi. "Eğer ortalığı kirletirsen sana çok kızarım ona göre." O zamanlar kızmak ne anlama geliyordu? Sahiden anlamıyordum. Henüz on yaşındaydım. Duvar boyasını tırnağımla kazımaya devam ettim. Hem de az buz değildi. Tam bir ay boyunca sürdürdüm bunu. Artık seneler önceki yeşil, pembe renkli boyalar ortaya çıkmaya başlamıştı. Bir gün kahvaltıya gitmek yerine tekrar yatağımın ardına saklanmış kazıyordum da kazıyordum duvarı. Genç kadın geldi. Birkaç kez kulağımı çekmişti o dönemlerde. Yine gelecek beni biraz azarlayacak, belki oturduğum yerden kalkmam için kulağımı çekecekti ve sonra "Hadi Taehyung!" diyecekti bana. "Dışarı çıkma vakti." Ama ben dışarı çıkmak istemiyordum. Bazen yurda aileler gelirdi. Çocuklarıyla görüşmek için ve hepsi bahçeye çıkardı. Kimi çardağa otururdu kimi banka. Çocuklarına hediyeler getirirlerdi. Öyle imrenirdim ki, kıskançlıkla dolan çocuk kalbim yüzünden öfkeyle koşa koşa dönerdim odama. O zaman daha hırsla kazımaya başlardım duvarları. Benimle ilgilenen genç kadın ve öğretmenlerim anlamıştı durumu. Bir daha bahçeye çıkmadım. Zaten ne annem ne de babam geldi ki o vesileyle dışarı çıkabileyim.

İşte o günlerden biriydi. Yaklaşık bir yıl olmuştu yetiştirme yurduna yerleşeli. Hapishaneden çıkmak için yer altına tünel kazan mahkumlar gibi bende duvardaki boyayı tırnaklarımla eşelemeye ve ortalığı pisletmeye devam ediyordum. O zaman genç abla geldi. Yerlere beyaz, yeşil ve pembe renginde tozlar bıraktığım için kızmadı bana. Hatta saklandığım yerde tam önüme oturdu ve düzgün taramadığı için kıvır kıvır olan saçlarımı okşamak istedi. Ürkek bir ceylan gibi geri kaçtım. O gün anlamıştı saçlarıma dokunulmasından hoşlanmadığımı, bana dedi ki, "Çok mu seviyorsun sen saçlarını? O yüzden mi dokunmamıza izin vermiyorsun?" Konuşurken sesi çok hüzünlü çıkıyordu, ağladı ağlayacaktı. O zamanlar ufacık olan dudaklarımı büzdüm ve "Hayır." dedim. "Aslında ben hiç sevmem saçlarımı."

"Neden?" diye soracak sandım ama o ağlamaya başladı. Çok iri, ceylan gözleri vardı ve seneler sonra bile anımsardım o güzel gözleri. İri iri taneler yanaklarına dökülürken, "Zavallı çocuk." dedi bana. Ufak tefek bedenimi kendine çektiği gibi sıcak göğsüne başımı yasladım. O zaman, o genç kadının kokusu annemi anımsattı bana. Belki uzaktan yakından alakası yoktu, aynı parfümü bile kullanmıyorlardı ancak hissettim işte; aradığım tek şey o sıcaklık, o anne kokusu olunca kendimi kandırmam da çok kolaydı. Kolumu boynuna doladım ve ona "Anne," diye seslenmek istediğimi fark ettiğinde gözlerim doldu aniden. Ama ağlamadım. O yetiştirme yurdunda bir kez bile ağlamamıştım. Kadın bağrına bastı beni, "Şimdi nasıl götüreceğim seni oraya? Sen çok masumsun, çok günahsızsın. Nasıl görmene göz yumarım?"

Annemin öldüğünü ilk andan anlamam bana garip geldi. Henüz on yaşında olan bir çocuk için, aklından geçmesi gereken belki de en son şeydi ama ben anlamıştım annemin öldüğünü. O zaman hemen geri çekildim ana kucağı gibi hissettiğim o göğüsten. Bir anda her şeyden herkesten tiksindim. Ne anne istiyordum ne baba. Sonuçta neden özlem duymalıydım ki? Biri beni terk etmişti birisi de benim yaşadığımı bildiği halde, benim için çabalamak yerine kendisini öldürmüştü. Bir anda gözümde her şey silikleşti ve değerini yitirdi. Yurdun bahçesine gelen anne babaları kıskanmamaya tersine iğrenmeye başladım. Onlar hem bizi buraya gönderiyor sonra da ziyaret ediyorlardı. Çocuğunu seven, değer veren hangi anne baba böyle yapardı ki? Hepsi palavraydı, hem de hepsi!

Kadın geri çekildiğimi görünce telaşlandı. Bana tekrar sarılmak istedi. Teselliye ihtiyacım olduğunu sanıyordu sanırım. "Annem öldü mü?" diye sordum, on yaşında bir çocuk için sesim fazla kalın ve tekdüze çıkmıştı. Benimle ilgilenen o genç kadının attığı bakışı gördüm. On yaşında yaşlandığım için bir kez daha acıdı bana. O zaman ne annemin ne babamın önemi kaldı; çünkü o, benim yaşarken öleceğimi görmüş olmalıydı. On yaşındaki bir çocuğun sırtına yüklenen yüklerden o bile yılmıştı. O hüngür hüngür ağladı, ama ben ağlamadım. Sadece bir daha saçlarımı hiç sevmedim, annemi hatırlatan son şey, en büyük tiksinti sebebim oldu.

Yurt müdürü, benimle ilgilenen genç kadın ve sık sık konuşmak zorunda kaldığım orta yaşlardaki başka bir kadın, o yıllarda ismini bilmiyordum ama psikolog olmalıydı, hep birlikte annemin cenazesinin başına gittik. Devasa çelenkler gönderilmişti. Gönderilen o koca çiçeklerin yanında ufacık kalmıştım. Başımı kaldıra kaldıra yürümekten boynum acımaya başlamıştı. Sonra birinin üzerinde "Kim Yejun" yazdığını gördüm. Bu babamdı. Annemin cenazesine gelmek yerine çelenk göndermişti. O gün akrabalarım tarafından tutmam için verilen -içinde annemin külleri olan porselen kapaklı bir kutuydu- o bile babamın gönderdiği çelenk kadar canımı yakmamıştı. Bakışlarımı tam iki saat boyunca hiç ayırmadım o gösterişli, abartı çiçek yığınının üzerinden. En son gitmeye yakın çelenkleri topladılar ve bize başka bir cenaze geleceğini söylediler. Birkaç akrabam henüz yemek yemedikleri için homurdandı. Birkaçı da işaret parmağını öpüp birkaç adım önümde duran porselen kutuya dokunduktan sonra apar topar gittiler. Biraz sonra benimle ilgilenen kadın, o psikolog ve yurt müdürü dışında kimse kalmamıştı. Genç kadın, "Aç mısın?" diye sordu bana. Neden bilmiyorum, güldüm. "Değilim." dedim, suratımda hâlâ aptalca bir gülümseme vardı, "hiç acıkmadım bugün." Ben güldükten sonra benimle ilgilenen genç kadının gözleri tekrar doldu. Psikolog ise eliyle artık gitmemizi söyleyen bir işaret yaptı. Ben en önden kalkmıştım. Giderken herkes bana bakıyordu; sanırım beyaz gömleğim, siyah kumaş pantolonum ve gömleğimin üzerindeki siyah pazubent ile ilgiliydi. Benim cenazenin yakını olduğumu tahmin edebiliyorlardı. Onlar bana bakarken, genç kadının elini tuttum ve "Artık bu giysileri çıkarabilir miyim?" diye sordum. "Cenaze bitti."

Artık o kadın annem değildi. Sadece cenazeydi, ve o kapıdan çıkıp giderken annemin tek başına ölmediğini biliyordum. Cenaze bir taneydi ama beraberinde beni ve bir daha asla yeşermeyecek olan duygularımı da, öldürmüştü. Gözümde katilden hiçbir farkı kalmadı ve o günden sonra annem için hiç ağlamadım.

Şimdi yirmi dört yaşındayım ve hâlâ, geçmişim hatırıma geldiğinde gözlerimin önüne beliren, annemin küllerini koydukları o porselen kutu değil de, büyük, beyaz güllerden oluşan şaşalı çelenk oluyor. Babamın son vazifesini yapmayı neden reddettiğini ve neden annemi görmek istemediğini düşünüyorum. Neticede, evet, o yakıldıktan sonra artık külden ibaret olsa da hâlâ benim annem ve onunda bir zamanlar karısıydı. Ama o gelmedi; ne külleri görmek için, ne de beni.

Seul'de tam dokuz yıl boyunca kaldığım o yurda gidiyorum şimdi. Genç kadın, şimdilerde yaşlanmış, güzel yüzü kırışıklarla dolmuş, iri gözleri çevresine yerleşen kırışıklık yığını sebebiyle eskisi gibi kocaman açılmıyor ve feri kaçmış durumda, ama hâlâ orada çalıştığından ve beni büyüten kadın olduğundan şüphem yok.

Yurdun bahçesine uğradım önce. Güzelim bahçe körpe huş ağaçları ile dolmuş, otlar ayak bileğime kadar uzamıştı. Artık ne çardak vardı ne de oturma bankı. O zaman biraz incindim, o çardakta bir kez oturmayı çok istemiştim. Hâlâ annem babam yoktu, ama artık tek başıma hayata devam edebileceğimi biliyordum ve onlara ihtiyacım olmadan oturmak istemiştim oraya. O anlarda zihnimde şu düşünce belirecek ve ben kendi kendime gülecektim. "Siz hiçbir zaman gelmediniz bu bahçeye ve beni buradan kurtarmaya hiç yanaşmadınız, ama ben çıktım işte. Artık burada yaşamıyorum..."

Şimdilerde ellili yaşlarına basmış olan bir kadın, ilk önce yurdun hapishaneyi andıran demir parmaklıklı camının ardından bana baktı. Biraz sonra yurdun yıpranmış, paslı kapıları açıldı. Kadın koşmak istiyor ama topal bacakları ona izin vermiyordu ve aksayarak yürüyordu. Hâlâ güzel gözüken, kırışık gözlerini benden hiç ayırmadan, "Taehyung!" dedi. "Yavrum benim, sen mi geldin?" O zaman biraz gözlerim doldu. Birilerinin hâlâ beni beklediği hissi içimi yumuşatmış ve beni zayıf düşürmüştü. "Evet." diye mırıldandım, "Seni görmek istedim." Üzerinde yemek kokusu sinmiş bir önlüğü vardı, altında da çiçek desenli, sevimli, uzun bir elbise. Boynuma sarıldığında reddetmedim onu, ben de ellerimi beline sardım. Yemek kokusu sinmiş olmasına rağmen, kendine has, temiz, anne kokusu hâlâ doluyordu burnuma. "Kore'ye döndüğümden beri çok yalnızım."

O zaman endişelenmişti işte, hemen geri çekildi ve ağladı ağlayacak bana baktı. "Kore'ye geri mi döndün?" diye sordu.

Ayakta durmaktan bacaklarım titremeye başlamıştı. Kısa bir otobüs yolculuğunun ardından, yurdun bulunduğu dağın tepesine çıkmak ve yarım saat kadar yolu tırmanmak yormuştu beni. O anladı. Kolumdan tuttuğu gibi içeri sürüklemeye başladı beni. "Aç mısın? Yolculuğun nasıl geçti? Hadi içeri geç, sana sıcak çay yapayım."

"Tamam." dedim, onu kırmayı hiç istememiştim. Zaten o da beni dinlemezdi. Ben küçük bir çocukken bile mızmızlanmama aldırmaz, zorla yemek yedirirdi bana. "Abla." dedim ona kısık sesle. İsmiyle hitap etsem fazla resmi olurdu. Anne desem olmazdı, annem değildi ve onun bir çocuğu zaten vardı. En iyisi abla demeliyim diye düşündüm. "Söyle canım." dedi, benimle konuşurken öyle anaç, öyle hassastı ki, "Beni oğlundan daha mı fazla seviyorsun?" diye sormak istedim birden. "Onunla hiç görüşmüyorsun."

O zaman, onun kalbini mi kırdım diye düşündüm ve midem yanmaya başladı. Çok rahatsız oldum, çünkü çevresi kırışıklarla dolmuş gözleri, biraz sulanmıştı ve ufalan dudaklarını birbirine bastırmıştı. Omuz silkti ve koluma daha sıkı sarıldı. "Seni ben büyüttüm, onu ise hiç görmedim."

"Yine de seviyor musun?"

"Seviyorum tabii, evlat sevilmez mi?"

"Annem beni sevmezdi." dedim.

Omzuna tüy kadar hafif bir öpücük kondurdu. "Ben sevdim yetmez mi?"

O zaman biraz alıngan davrandım. "Ama ben senin oğlun değilim." dedim, nedense onun oğlu olmak istiyordum. Ancak ablanın oğlu, annesiyle görüşmeye hiç gelmiyordu. Sebebini çok merak ediyordum ama hiç anlatmamıştı.

"Sen de benim oğlumsun." dedi, ince ama yorgun sesiyle. Birlikte odasına geldik, burada yıllardır yaşıyordu ve neredeyse hiçbir şey değişmemişti. Hâlâ güzel, değerli bir kütüphanesi vardı. Çiçek desenli, açık renkli bir nevresim serdiği, tahta başlıklı yatağı ufaktı ama o hiç şikayet etmezdi. Dantelli örtülere her zaman bayılırdı, yemek yediği ufak masasına yine dantelli, kırık beyaz bir örtü sermişti. Genelde, kitap okumak için kullandığı masasının üzerinde bir uçak maketi gördüğümde duraksadım. "Abla?" diye sordum, nedensizce daha hızlı nefes alıp vermeye başlamıştım ve biraz başım dönüyordu. Maketi elime aldım ve "Bu ne?" diye sordum.

"Oğlumun." dedi bana, şimdi biraz mahcuptu ve utanıp sıkılıyordu. Bakışlarını yemek önlüğüne çevirdi ve onlarla oynamaya başladı. Benden bir şey mi saklıyordu? Yoksa, oğlu ile görüştüğünü öğrendiğim için benden mi çekinmişti? "Bana geçen aylarda hediye göndermişti."

Onu kıskanmamıştım. Sadece meraktan sordum. "Oğlunla görüştüğünü bilmiyordum."

"Dört yıl kadar oluyor."

O zaman biraz bozuldum. "Ben yurttan ayrıldıktan sonra demek. Bana hiç haber göndermedin ama onunla konuşmaya başlamışsın."

İyice sindi oturduğu yere. Kırklı yaşlarının sonuna dayanmış, zavallı, yaşlı bir kadını sıkıştırdığım için bir anda pişmanlık kapladı bedenimi. "Özür dilerim." dedim, o vakit. "Seni oğlundan kıskanmaya hakkım yok. Kabalık ettim."

"Otur." dedi bana, vakar bir tavrı vardı. Artık mahcup değildi ya da bakışlarını kaçırmıyordu benden. Tersine, ben çocukken yaptığı gibi baskın davranıyor ve beni yönlendiriyordu. Sözünü dinledim, her zaman dinlerdim. Yatağın üzerine dibine oturdum. "Seninle konuşalım biraz."

"Konuşalım," dedim, "ne konuşmak istiyorsun?"

"Neden Kore'ye geri döndün? Orada mutlu olduğunu sanıyordum."

"Hayır." dedim, bir an yaşadıklarım film şeridi gibi geçti, gözlerimin önünden. Mutlu olduğumu sandığım ancak kandırıldığım günler aklıma gelince, "Aslında hiç mutlu olmadım orada." diye mırıldandım, "Olduğumu sandım yalnızca."

Abla, "Joohyuk seni bıraktı mı?" diye sordu sert sert. Konu Joohyuk olduğunda o sükûnet sahibi, sevimli, anaç kadın gidiyor yerine çarçabuk hiddetlenen bir kadın geliyordu. "Seni yalanları ile kandırdıktan sonra çekip gitti mi öylece?"

"O değil." dedim hemen. "Ben bıraktım. Onu terk eden bendim."

Neden diye sorabilirdi ama sormadı. Birkaç defa elleriyle dizlerini dövdü, ağlamaklı bir ifadesi vardı. "Ah benim güzelim, ah benim yavrum, sana söylemiştim, o oğlana en başından güvenmemen, onunla hiç gitmemiş olman gerekiyordu ve ben sana yalvardım, keşke daha fazlasını yapsaymışım ve tutsaymışım seni yanımda. O zaman tüm bunları yaşamazdın..."

"Boş ver." dedim, ona. Sonra benden yaşça büyük olduğu için laubali davrandığım aklıma geldi ve "Yani sahiden boş vermelisin." diyerek devam ettim. "O benim için önemli değil artık. Her şeyi unuttum, geride bıraktım." O zaman bana inanmadı işte. Dizini dövdüğü ellerini yanaklarıma sardı ve başımı ona çevirmemi sağladı. "Yalan söyleme!" dedi, kızgın kızgın. "Sen hassan bir çocuksun, etkilenirsin her şeyden." Sahiden öyle miydim diye düşünmeden edemedim. Eğer öyleysem de ne ben fark edebilmiştim, ne de çevremdekiler bunu umursamıştı. "Bunu senden başka kimse bilmiyor." dedim. "O yüzden hassas biri olarak değil de bir hırsız, bir sürtük ya da haysiyetsizin teki olarak görüyorlar beni. Hepsi bu kadar. Ben buyum işte."

Ayağa fırladı."Sen mükemmel bir oğlansın!" dedi. Sanırım beni o büyüttüğü içindi. Başka bir kadının bana hakaret etmesi, annelik damarına basılması gibi kızdırmıştı onu. "Sadece tanımıyorlar seni, çünkü sen tanımalarına izin vermiyorsun. Hiç anlatmıyorsun. Ne zorluklar yaşadığını, bu yaşına gelmek için ne kadar çabaladığını söylemiyorsun onlara. O zaman seni aşağılıyorlar işte. Sanki kolay bir hayat yaşamışsın gibi. Şu duvarlara bir bak. Kir, pas, küf içindeler. İşte sen burada yaşadın tam dokuz yıl. Bir kez hırsızlık yapmadın. Bir kez kavga etmedin bile, hep uyumlu ve kanaatkâr bir çocuk oldun. Neden anlatmadın onlara? Neden ezdirdin kendini, çocuğum?" Gözlerimi, güzel gözlerinden ayırmak hiç gelmiyordu içimden. Burada gitmeyi hiç istemiyordum. Bir anda, "Keşke buraya geri dönebilseydim." diye mırıldandım. O zaman öfkesi kuş oldu, kanatlanıp uçtu. Birden tekrar yanıma oturdu ve "Gidecek yerin yok mu senin?" diye sordu. Başımı salladım. "Bilmem. Sanırım yok."

O zaman sesini bayağı yükseltti. "Buraya geldiğinden beri nerede kalıyorsun, Taehyung?" Cevap veresim yoktu hiç. Bunun yerine ona Jungkook'tan bahsetmek istemiştim. Ama o yeniledi ve tekrar "Taehyung?" dedi, artık çenemi tutuyordu ve onun güzel gözlerine bakmamı sağlamıştı. Yüzü kırışıklarla dolu olduğu için içim parçalandı. Artık o da yaşlanıyordu ve bir gün annem gibi ölecekti. Onun küllerini elimde tutmak istemediğimi fark ettim o an. Oğlunu deli gibi kıskanıyordum ama ablamın küllerini ona verebilirdim çünkü ben yapamazdım. Hayatta sahip olduğum tek kişinin küllerini, değerli porselenlerin içinde taşıyamazdım.

"Benimle yaşamak ister misin?" diye sordu, ben hayallere dalmışken. Bir an ne söylediğini sahiden anlamadım ve "Ne?" dedim, aval aval yüzüne bakarken. "Burada kalabileceğimi mi söylüyorsun yani?" Hemen "Hayır." dedi. "Burada artık kalamazsın ama, benimde kalmak için bir nedenim yok artık." "Sahiden anlamıyorum seni." dedim. Hiçbir şey anlamadığım için ahmaktan farkım yoktu.

O zaman kendini açıklamaya koyuldu. "Benim hayatımı biliyorsun değil mi? Eski eşimin ayrıldığımızda, zavallı oğlumu benden nasıl kopardığını, oğlumun üvey annesiyle otuz sene boyunca yaşadığını ve bana anne demekten vazgeçip onu benimsediğini... İşte o yüzden geldim ben buraya. Otuz sene önce yavrum başkalarının çocuğu olduğunda, içimdeki o acıyı, yalnızlığı, özlemi bastırmak istedim. O zaman buraya geldim. Senelerim burada geçti. Oğlum şu an otuz yaşında, anlıyorsun değil mi? Bende tam otuz senedir buradayım. Oysa artık uzak değil bana." Benden bir şeyler sakladığını anlamıştım. "Oğlun uzak değil mi artık sana?" dediğimde, uçak maketini anımsadım. Ablam biraz garip davranıyordu. İçeri girdiğimde en başta onu hiç görmedim demişti. Sonra dört sene önce görüşmeye başladıklarını. İnsanlara güvenmemek felaket bir hastalıktır. O zaman biraz hasta olduğumu düşündüm. Ama o, sanki ne düşündüğümü anlamış gibi, "Dört sene önce sen yurttan ayrıldığında onunla tekrar görüşmeye başladım." dedi. Sanırım benimle ilgiliydi diye geçirdim içinden. Yine okumuştu aklımı. "Sen gidince, bir oğlum olduğunu hatırladım sanki. Dokuz senedir büyüttüğü evladım bir anda başka bir çocuk için çekip gidince boşluğa düşüyor demek ki insan ve anne olmak içinde illa doğurmak gerekmiyor."

Biraz durdu. Bende çok sessizdim. Devam etmesini beklerken gözlerimin dolduğunu fark ettim. Artık yerin fayansı gıcır gıcır parlak değildi de sisli pusluydu sanki. "Sonra?" diye sordum. O da hemen oğlunu anlatmaya koyuldu. "Beni seviyordu. Ayrı kaldığımız koskoca otuz yıla rağmen, telefonla konuştuğumuz ilk an telefonu anne diyerek açmıştı. Buluşmak istediğimi söyledim, onunla konuşmam gereken şeyler vardı. Hemen tamam dedi. Beni hiç kırmadı. O zamanlar ülke dışındaydı ama gelmiş, çok kolaydı seyahat etmesi. Biraz konuştuk, yemek yedik beraber. Ben ona ismiyle hitap ettim, oğlum diyemedim hiç. Ah Taehyung, sana yavrum, canım, oğlum, diyen ben ona hiçbir şey diyemedim ama o hep anne dedi bana. Anne, ne içmek istersin? Anne, bunu beğendin mi? Anne, senin için başka ne alabilirim? Anne, anne, anne... hep duydum bu kelimeyi ağzından ve ondan ayrıldığım da ağladım da ağladım. Neden onu daha önce aramamıştım? Bana hiç kızgın değildi."

"Sana kızmasını hak edecek bir şey yapmadın çünkü." dedim, hemen. Kendini suçlamasını istemiyordum; o anlarda hep, biraz bana benziyordu ve ben bıkmıştım hayat denilen şeyden. Onun benim kadar karamsar olması fikrinden sahiden nefret ettim. O zaman tüm bunların bir önemi olmadığını göstermek ister gibi elimi havada savurdu.

"Biliyor musun, Taehyung?" diyerek giriş yaptı, biraz sonra. "Artık ellili yaşlara dayandım; oğlum bile otuz yaşına geldi, bu da demek oluyor ki tam otuz yılımı geçirmişim burada. Artık, ayrılık vaktidir. Yalnız senden bir ricam var." Dizlerimin üzerinde taş kesilmiş gibi, hareketsiz duran ellerime uzandı ve konuşmasına devam etti. "Sende benimle gel ne olur, çok değil biraz birikmiş param var ve birlikte, hoş, küçük, mini mini bir eve çıkmamıza yeter seninle. Geçmişte bir kez buradan ayrıldığında koptun benden. Neler yaşadığını gördüm... Şimdi tekrar aynısına maruz kalmanı istemiyorum. Benimle kal, gözümün önünde ol."

O zaman, "Ben nasıl ayaklarımın üzerinde durmayı öğreneceğim?" diye sordum.

Bana dedi ki, "Seni ellerinden tutup düştüğün o çukurdan kaldıracak o erkeği bulduğun zaman. İşte o zaman, o senin ayakta durmanı sağlayacak."

"Yani tüm mesela bana destek olacak birini bulamıyor oluşumla ilgili mi?" diye sordum. Tekrar Jungkook'tan bahsetmek istiyordum.

"Tüm mesele, seni gerçekten sevecek birisini bulmaktır. Zaten zor olan da budur."

Başımı salladım. Tekrar, tekrar, tekrar... Jungkook'u anlatmak istiyordum ona. Ben birkaç ay öncesine kadar birini bulmuştum kendime ama bıraktım onu demek istiyordum; çünkü o beni her halimle, her koşulda; geçmişime ve geleceğime rağmen severdi. O varken ne karamsarlık vardı ne de yalnızlık ama ben alışkın değildim işte. Değerli bir mücevher bulduğum zaman o paslanana kadar çamura batırıp çıkarırdım. Yine yapmıştım ama bu defa, hepsinden daha fazla canım yanmıştı. O zaman şunu fark ettim. Ben kalpsiz, sevgisiz, hissiz bir çocuk değildim. Hepsi bendeydi, derinlerimde veya yüzeyde. Benimlelerdi. O yüzden Jungkook'u çok özlüyordum. İki aydır her gün, burnumda tütüyordu.

O zaman o hüzün dolu bakışlarda bir parlama oldu. Beni ne kadar çok sevdiğini gördüğümde ona sarılmak istedim ve oğlunu bir kez daha kıskandım. Sahiden çok sevgi dolu, anaç bir kadındı. Hemen ayağa kalktı, heyecanla dolmuştu içi. "Öyleyse toplanmamın vakti geldi." dedi. Dantelli örtüsüne bayılmasına, kitapları onun en yakın arkadaşı olmasına rağmen, ilk eline aldığı uçak maketi ve çekmecelerden çıkardığı mektuplar oldu...

***

Amerika'dan ülkeye dönmemin üzerinde altı ay kadar geçmişti sanırım. Tatlı, ufak tefek bir kafede çalışıyordum. Soe-ah abla, hayal ettiği gibi iki odası olan, bahçeli, panjurlu bir ev almıştı. Artık emekliydi. Tüm gününü bahçede geçiriyordu ve arada sırada çalıştığım kafeye uğruyordu. Bir gün, ben çalışırken yine kafeye geldi. Bu defa diğer günlerden farklı olarak çiçekli bir elbise giymemişti; daha özenli, derli toplu duruyordu. Elimdeki bezle masayı silirken, "Nereye gidiyorsun?" diye sordum, başımı kaldırmadan. "Yoksa randevuya mı çıkacaksın?"

"Şapşal çocuk seni!" dedi ve sırtıma vurdu. Yumuşak darbelerinden kaçmaya çalışmadan kıkırdıyordum. "Ama öyle gözüküyorsun..."

O zaman kendine çeki düzen verdi ve onun için hazırladığım masaya otururken, "Bugün oğlum gelecek." dedi.

Bir an durdum. "Öyle mi?" diye sordum, "Görüştüğünüzü bilmiyordum."

"Geçen hafta beni aradı ve görüşmek istediğini söyledi."

"Yurt dışında yaşamıyor muydu?"

"Evet, ben de biraz şaşırdım." dedi, masayı silerken düşürdüğüm peçeteliği kaldırdı. "Beni daha önce hiç aramamıştı. İlk defa oldu bu. Aradı ve anne görüşelim dedi. Ne olduğunu bende bilmiyorum."

"Belki evlenecektir."

"Sanmıyorum. Bir sevgilisi vardı ama ayrılmışlar."

"Üzüldüm." dedim. Aslında umurumda bile değildi.

Kafede topu topu altı masa ve dört müşteri vardı. Kalanlarla ilgilenmeye gittim. Siparişleri alıp mutfağa dönerken, Soe-ah abla arkamdan geldi ve "Oğlumla tanışmanızı istediğim için buraya gelmesini söyledim." dedi.

Arkamı dönmeden, "Tamam." dedim. "Görüşürüz."

Tezgaha götürmem için bırakılan tabağı ve dolaptan limonata sürahisini alırken, hâlâ peşimden geliyordu Soe-ah abla, o zaman bir sorun olduğunu anladığım için yüzüne baktım. "Sen iyi misin?" dedim, "Oğluna kavuşacağın için mi gerginsin bu kadar?"

"Bugün benimle küsmenden korkuyorum." dedi, ağır ağır.

Dolapta soğutulmak üzere bırakılan bardakları aldım ve tezgahta bardaklara limonata doldurdum. Sonra hazırlanan tabakla birlikte servis ettim. Geri döndüğümde Soe-ah abla, tezgaha yaslanmış beni seyrediyordu. Önlük bana fazla büyük geliyordu, belimdeki ipleri daha fazla sıkmaya çalıştım. "Neden sana küsecekmişim?" diye sordum, önlüğümle ilgilenmekten ona bakamıyordum.

"Bilmem." dedi ama biliyordu.

Kıkırdadım. "Yoksa sende Joohyuk'un annesi gibi bana yıllarca yavrum dedikten sonra beni aslında hiç sevmediğini ve benim bir yük olduğumu mu söyleyeceksin?" diye sordum. Suratı asıldı. Konu ben olduğumda şaka bile kaldırmıyordu. Hemen "Şaka yaptım abla..." diyerek durumu düzeltmeye çalıştım.

"Sen benim için çok değerlisin, senin için neler yaptığımı bilmiyorsun sadece..."

Sahiden bilmiyordum ama öğrenecektim.

Bir yarım saat kadar daha geçti. Akşam üstü olmak üzereydi. Kafenin girişinde, kapının hemen üzerinde bir rüzgâr çanı vardı. Dinlenmek üzere oturduğum anlarda rüzgâr çanının çıkardığı sesi dinler ve şıngırtıyı duyduğum anda da ayaklanırdım.

Rüzgâr canı şıngır şıngır etti.

Sırtım hâlâ kapıya dönüktü. Oturduğum sandalyeyi düzelttim ve ayağa kalktım. O zaman, bütün duyu organlarım mevcudiyetine abartı şekilde, hassaslaştı. Sandalyenin gıcırtısını duydum önce. Sonra kapı açıldığı anda içeri dolan soğuk hava huzmesini ve bir adam benimle göz göze geldi.

Jungkook, geçirdiğimiz altı koca ayın ardından karşımda duruyordu. Beraberinde tüm incinmişlikleri, yüreğinde hasreti ve solup yitmemiş aşkıyla, birlikte.


Continue Reading

You'll Also Like

auditorium By ,

Fanfiction

145K 12.8K 26
🎲 "Bunu fazla abartma bence, ne de olsa ikimiz de adrenalin için buradayız." Jungkook, Taehyung'a hayatı zindan etmek için ant içmiştir. Fakat tüm b...
884K 70.7K 14
arkadaşlarıyla birlikte orduya katılan jungkook, ilk görüşte etkilendiği komutan kim taehyung'a cinsel içerikli mesajlar atmaya başlar. taekook, tex...
2.4K 340 8
Jeon Jungkook, o geceden sonra arzularının baş kahramanı olan en yakın arkadaşı Kim Taehyung'u kaybetmeyi göze alamazdı. Bir sabah, bedeninde en yak...
93.2K 4K 21
Yabani dizisinden tanıdığımız Asi ve Alaz'ın muhtemelen hiç yazılmayacak anlarına dair tek veya birkaç bölümden oluşacak hikayelerdir.