KIŞ GÜNDÖNÜMÜ

By -zehradogan

788K 50.6K 56.9K

Yakın gelecekte öngörülebilen teknolojilerin peşine düşen ülkeler, bir güç yarışına girer. Ülkelerin tehlike... More

GİRİŞ
1 - GÜNDÖNÜMÜ FESTİVALİ
2 - YENİLİKÇİ DÜZEN
3 - EĞİTİM GÜNLERİ
4 - ASKERİ DİKTATÖRLÜK
5 - TEHLİKENİN ÇAĞRISI
6 - KAL YA DA KAÇ
7 - KADERİN İZLERİ
8 - GÖZLER ÖNÜNDE
9 - KÖR BAŞLANGIÇ
10 - SIRLAR DENİZİ
11 - KAYIP RUHLAR
12 - KORKU TOHUMLARI
13 - TUTSAK ÖZGÜRLÜK
14 - AÇIK TEHDİT
15 - YARDIM ELİ
16 - KUŞKUNUN ZEHRİ
17 - GÜNÜN SİSLİ YÜZÜ
18 - KONTROLÜN SINIRLARI
19 - KARŞI KARŞIYA
20 - KAOTİK SAVUNMA
21 - GÜRÜLTÜLÜ ZİHİNLER
22 - CESARETİN SINAVI
23 - SAVAŞ HÜKMÜ -1
23 - SAVAŞ HÜKMÜ - 2
24 - TOPRAKLARIN KANI
25 - ONURLU MÜCADELE
27 - BÜYÜCÜLER VE TILSIMLARI
28 - KORUYUCU GÖLGELER - 1
28 - KORUYUCU GÖLGELER - 2
29 - ZOR TERCİH - 1
29 - ZOR TERCİH - 2
30 - SON SÖZ
31 - AY KARANLIĞI
32 - STRATEJİK TAKİP - 1
32 - STRATEJİK TAKİP - 2
33 - GERÇEĞE SARIL
34 - METAL GÜNBATIMI
35 - GECEYE AĞLAYAN
36 - İNTİKAM FIRSATI
37 - KANLI YÜZLEŞME
38 - SİNSİ MASKELER
39 - YİTİK VİCDAN - 1
39 - YİTİK VİCDAN - 2
40 - ÇİRKİN ISRAR
41 - ARENA

26 - GECE YARISI İLLÜZYONU

11K 740 1.2K
By -zehradogan

Merhaba... Nasılsınız? Bundan sonraki bölümlerimiz biraz sabır göstermemiz gereken bölümler olacak. Bu bölümde kafanız karışabilir. Zamanla bir şeyleri anlayacaksınız.

İşler biraz farklılaşacak. Yeni bir seriye giriş yapıyoruz. Lütfen yorum yapmayı unutmayalım. 500 yorumun altında yorumlar olduğu müddetçe bölüm atmayacağım. Fikirleriniz, teorileriniz, duygularınız benim için önemli. Beni bundan mahrum bırakmayın.

O halde başlayalım. KG okurları sizleri çok seviyorum. Sizler sayesinde yazmaya daha çok gayret ediyorum. Bazen bazı şeyler zorlaşsa da sizin benden beklentileriniz beni bu kitaba daha çok bağlıyor. Hikayemizden ve benden vazgeçmeyin...

"Cesur kararlar bekletilmez..."

O belirsizlik... Kalbimi baltalıyor sanki her duygu. İstemediğim ve hayalime yaklaşmayan olaylar dönüyor etrafımda. Vücudum terliyor. Zihnim bulanıklaşıyor. Korkuyorum üstelik. Açlığı ve susuzluğu hissetmeye başlıyorum. Saatlerce savaşmamış gibi şimdi iki büklüm bir kafesin içinde kımıldayamıyorum. Öfke duyuyorum en çok da... Bu kadar mücadelenin bunu hak etmemesi gerekiyordu. Mantıklı değildi olanlar. Hem de hiç değildi... Ruhum her yere saldırmak istiyor fakat bedenim bu haykırışa cevap veremiyor. Artık bitti diyorum. Bittim... Maalesef biliyorum ki bu her sıkıntıya tekrar başlayacağımızın bir yolculuğu. Eskisi gibi güçlü davranamamaktan korkuyorum. Bunun için çok yorgunum. İnat ettiğim, değişmesi için mücadele verdiğim hiçbir şey gerçek olmadı. Yine de hayallerimi canlı tutmaya çalışıyorum. Ağır imtihanlardan geçeceğimizi öngörebiliyorum. Yine çalışırım ama nereye kadar dayanabilirim? Tek bildiğim, umutlarıma ihanet etmek istemediğim. Sonra bu cümleyi zihnimde tekrarlıyorum. Umutlarıma ihanet etmek istemiyorum...

Aracın durduğunu anladığımda kafesin açılma sesiyle irkildim. Bağlı olan ayak bileklerimden tutuldu ve sertçe kafesin dışına çekildim. Yere sürtünen bedenim uzun yolculuğun getirdiği ağrılarla canımı acıtmıştı. Günler mi geçmişti? Sadece tuvalet ihtiyaçları için günde iki defa çok az bir zaman durmuş ve yola devam etmiştik. Bunun ne kadar sürdüğünü, geceyi ya da gündüzü hissedememiştik. Hala gözlerim bağlıydı ve Kwang'ın da kafesten çıkarıldığını duymamla bazı gürültüler koptu. Kimse konuşmuyor ama duyduğum zincir sesleri ve şiddetli hareketlenmeler birilerinin boğuştuğunu belli ediyordu. "Ona zarar vermeyin," dediğimde cılız çıkan sesim beni şaşırtmıştı. Ne bekliyordum ki? Günlerdir aç ve susuzdum. Kwang en sonunda önümde dizleri üzerine düşürüldü. Hemen toparladığı güçlü çıkan sesinden anlaşılıyordu. "Zarar gören onlar olacak ayçiçeği. Telaş etme," dediğinde kafesten çıkarılınca bağlı el ve ayaklarına rağmen onlara zorluk çıkaranın o olduğu belli oldu. Gözlerimden sertçe çekilen bezle görüşüm aydınlandı. Bu aydınlıkla gözlerim karanlığa alıştığından göz kapaklarımı sıkıca kapattım. Hafifçe aralamaya çalıştığımda Kwang'ın da gözlerine bağladıkları bezi çekmişlerdi. Çok solgun görünüyordu. İkimizi de yerden kaldırdıklarında araçtan dışarı fırlatır gibi çıkardılar.

Kwang'a daha sert davrandıkları için yere düştü. Beni çelimsiz ve hastalıklı görüyor olmalıydılar. İşin doğrusu hala kendime gelememiştim. Ona eğilip yanına yaklaşmak istedim ama beni sıkıca tutuyorlardı. "Krod la ke kansta." Adamların birinden duyduğum cümleyle ona sert bir ifadeyle baktım. Kwang yerden hala kalkmamıştı ve öksürmeye başladı. Peşine başka bir adam, "U krasdi lamke, pork kansta," dedi. Bu hangi dildi? Hiç alışık olmadığım bir telaffuzla birlikte kabaca duyduğum bu cümleleri kavrayamadım. Sadece kansta kelimesini iki defa söylemeleri dikkatimi çekmişti. Birisi Kwang'ın bacağına, ayağıyla dürter gibi vurdu. Neden kalkmıyordu? İşte şimdi içime sıkıntı doğmuştu. "Dokunmayın ona!" dedim en sonunda. Kendimi uyandırmaya çalışıyordum. Bedenim çok yorulmuştu. Onlar ise bu çırpınışıma kahkaha attılar. Beni anlıyorlar mıydı? Burada dakikalarca neden bekledik anlamıyordum. Sonunda biraz etrafıma bakabildim. Sisli bir hava mevcuttu bu yüzden ormanlık bir alanda olduğumuzu anlasam da ileriyi göremiyordum. Sabah saatleri miydi emin değildim. Kar ise Akhara da olduğundan daha azdı. Sanki erimeye başlıyor gibiydi.

Kollarımdan tutan iki adam ve karşımda dört kişi daha vardı. Bu altı kişiyi öldürmek bizim için çok kolay olurdu aslında. Fakat Kwang hala yerden kalkmıyordu. Yüzüstü, elleri arkasında bağlanmış bir şekilde yerdeydi. Yine ellerinden kurtulmaya çalıştım. Bu defa zorlamadan beni bıraktılar ve ayaklarımın bağlı olduğunu unutarak yere düştüm. Yine güldüler. "Preç." Kwang'a sürünerek yaklaştım. Arkamdan ne söylediklerini umursamadım. Zaten anlamıyordum. Kwang'ın bir yana dönük olan yüzüne yaklaşarak, "Kwang lütfen kalk. Korkuyorum..." diye fısıldadım. Tepki vermedi. "Sorun ne? Beni duymuyor musun?" Onun bu hali beni daha da telaşlandırmıştı. Başımızdaki adamlar yine kendi dillerinde bir şeyler konuşuyordu. Sonra Kwang'ın ensesinde olan kurşun yarasını fark ettim. Yanık gibi olan yara sanki daha da açılmıştı. Vücudundaki yaranın da açılıp açılmadığını merak ettim. "Kwang! Ne oldu? Lütfen cevap ver bana," desem de Kwang yerde öylece yatıyor kapalı gözleri de sanki hiç açılmayacakmış gibi duruyordu. Konuştum ve konuştum... Ne kadar süre onun yanında yattığımı bilmiyordum ama en sonunda kolumdan çekilerek kaldırıldım. "Gfah!" diyerek bana doğru eğilen adam dizlerime sardığı koluyla beni omzuna aldı. Bir an da ayaklarım yerden kesildiğinde kendimi adamın sırtında bulmuştum.

Baş aşağı sırtından sarkarken onun omzundaki görüntümden nefret ettim. "İndir beni! Ne yaptığını sanıyorsun?" Başımı kaldırarak Kwang'a baktım. Onu da kollarından tutarak kaldırdıklarında buraya doğru sürüklediler. Neden kalkamıyordu? Ne olmuştu ona? Adamın omzu üzerinde sırtından aşağı sarkarken, beni hayvanmışım gibi sırtlaması öfkemi arttırıyordu. Kimse bizim dilimizden konuşmuyordu. Ne kadar bağırsam da ellerinden kurtulmaya da çalışsam başarısız oldum. Bu zincirler hareket etmemi engelliyordu. Yerlerde ara ara kar bitiyor ve zemin üzerinde yeşillikler görmeye başlıyordum. Kuru ve soluk bir rengi olsa da doğduğumdan beri kara alışıktım. Fakat burada farklı bir atmosfer vardı ve nefesim daralıyormuş gibi hissediyordum. Baş aşağı dururken gördüğüm yerde adımlar atıldıkça karlar kayboluyor ve yerini çamur gibi renklere bırakıyordu. Sanırım bu ülkede kış, Akhara da olduğundan daha az hissediliyordu. Sonra kulaklarıma yere hızla atılan ayak sesleri geldi. Bu bir atın ayak sesleri gibiydi. Kişneme seslerini duyduğumda ise bundan emin oldum. Bu yere şiddetle basan hayvanlar bize yaklaşmıştı. En son ne zaman bir at görmüştüm ki?

Yaklaşan atların üzerinde de başka adamlar vardı. Beni taşıyan adam bir atın yularını kendine doğru çektiğinde beni omzundan indirdi. Önümde eğildiğinde ayaklarımdaki zincirleri çözmeye başladı. Tamamen çözdüğünde de ayağa kalktı. İçimdeki agresif dürtüler bacağımı karnına geçirmesini söylüyordu ama bu kadar kişinin içinde bu aptallık olurdu. Şu an bunu yapacak güce de sahip değildim. Adam, atı bana doğru yaklaştırdığında biraz olsun irkildim. Çok vahşi görünüyordu. Kollarımdan tutulup kaldırıldığımda atın üzerine bindirildim. Arkamda bağlı olan ellerimi de önüme alıp bileklerimi eyere bağladılar. Kalın birer kelepçe geçirdiklerinde çok sert davranıyorlardı. Eyerin iki yanında olan üzengilere de ayaklarımı geçirerek bağladıklarında ata sabitlenmiştim. O sırada Kwang'ı da hala baygın olduğu için sadece karnı üzerine, atın yanlarından sarkacak şekilde attılar. Beni taşıyan adam atına binmiş, üzerinde olduğum atın yularını peşinden tutarak yol almaya başlamıştı. Atın üzerinde dengemi korumaya çalışıyordum. İlk defa bindiğimden kendimi tedirgin hissediyordum. Sanki ters bir hareket yaparsam hayvan beni üzerinden atacaktı.

Başımı arkama çevirip peşimizden getirilen Kwang'a baktım. Atın çekilmesiyle geriye doğru savruldum. Bu hayvanın üstünde zor duruyordum. Etrafıma baktığımda bizim gibi başka kişiler gördüm. Akhara insanları atlar üzerine zincirlerle bağlanmış götürülüyordu. Tanıdık yüzler göremedim ama bizim insanlarımızı görmenin korkumu hafiflettiğine de inanamadım. Bize ne yapacaklardı? Bir kaç mesafe daha gittikten sonra yere düşme sesi geldiğinde arkamı döndüm. Kwang eyerin üzerinden yanı üzerine düşmüştü. Düşman askerin homurtulu sesleri bu işten hoşlanmadıklarını belli ediyordu. Birisi Kwang'ın bacağına kalkması adına ayağıyla vurdu. Sadece izlemek zorunda olmak öfkemi birbirine katıyordu. Savaşta radyasyondan yüzleri yara içinde olduğunu gördüğüm askerler yerine bu adamlar normal görünüyordu. Kalın kaşlı, kalın sakallı, tuhaf bakışlı adamlar... Kwang doğrulmaya çalıştı. Onun gözlerini açık görmek biraz olsun bana nefes aldırmıştı. Sertçe ayağa kaldırıldığında karşısındaki adama kafa attı. Bu durumda Kwang'ın boğazına bıçaklar çekildi. "Kwang!" dediğimde uyarıcı ses tonum karşısında Kwang bakışlarını bana dikti. "Ne derlerse onu yap. Şimdilik..." diye eklediğimde sadece derin nefesler alıyordu.

Onun da ayaklarını çözdüklerinde ata bindirmeyi beceremeyecek gibi duruyorlardı. Bu heybetli adamın bakışlarından ötürü ona kimse dokunmadı. Ellerini de çözdüklerinde Kwang ata kendi bindi. Bana yaptıkları gibi ellerini eyere doğru önünde bağladılar. Ayaklarını da üzengilere sabitlediler. Böylece atlarına yön verdiklerinde tekrar ilerledik. Kendi dillerinde bir şeyler konuşuyorlardı. Kwang'ın atı yanıma yaklaştığında ona sessizce, "Bu dili anlıyor musun?" dedim. Etrafına baktı. Konuşulanları dinledi. Oldukça huzursuzdu. "Hiç duymadım. Anlaşılan kendi uydurdukları bir dil. Bu da farklı kültürleri ve inanışları olabileceğine işaret ediyor. Göreceğimiz her şeye kendimizi hazırlasak iyi olur," dedi. Ona uzunca baktım. "Sen iyi misin?" diye sorduğum ürkek soruma karşılık gülümsedi. Bunun zoraki bir gülümseme olduğunu anlıyordum. Belli ki canı yanıyordu. Cevap vermek yerine, "Sen iyi misin?" dediğinde bu beni içten içe kızdırdı. O beni önemsiyor ve kendini ciddiye almıyordu. Onun da nasıl olduğu benim umurumdaydı. "Sen iyiysen, ben de iyiyim," demem üzerine geçmiş konuşmalarımıza ithafta bulundum.

Evden çok uzaktaydık... Arkadaşlarımız da yanımızda değildi. Geride ne olmuştu? Savaş bizden sonra nasıl devam etmişti? Ekibin bizim kaçırılmamızdan sonra büyük sıkıntı çıkardığına emindim. Onlara bir şey olmamasını umdum. Birbirimizi bir daha ne zaman görecektik? At üzerinde gitmeye devam ettik. Sıralı uzun ağaçlar ormana ürkütücü bir hava katıyordu. Sisler açılmaya başlıyor ve orman biraz ileride kulübe tarzında evleri gösteriyordu. Saçımı kaskın altında enseme doğru topuz yapmıştım. Şimdi ise gevşemiş ve toka kendini tutmaz olmuştu. Dağılan saçlarım ve kirli üstüm beni rahatsız ediyordu. Yeni yağmur yağmış gibi yerler ıslak ve çamurluydu. Kasaba gibi bir yere getirilmiştik. Geldiğimizi gören insanlar sıralı kulübelerden çıkmaya başlamıştı. Özensiz giysileri solgun ve koyu renklerden oluşuyordu. Gelişmemiş bir ülke olduğu belliydi. Bunu ister istemez garipsemiştim. Durduğumuzda üzengiden ayaklarımı çözmeye başladılar. Eyere bağladıkları ellerimi de çözdüler fakat hala birbirine bağlıydı. Adam iki eliyle belimden tutup beni atın üzerinden indirdiğinde Kwang'ın ölümcül bakışlarını adamın üzerinde hissettim. Kendini zor tutuyor gibi duruyordu.

Kwang'ın da ayaklarını çözdüklerinde hiç beklemeden bacağını atın üzerinden alıp yere atladı. O da hiç at binmemişti. Yani Akhara da hiç hayvan yoktu. Yine de ata yardımsız inip binmişti. Buna şaşırmıştım. Karı çiğnemeye o kadar alışmıştım ki bu sert zemine basmak farklı hissettiriyordu. Bizi getiren adamlar topluluğa doğru konuşmaya başladı. Onları kesinlikle anlamıyorduk. Arkamızdan başka atlılar da geldi. Akhara'dan askerler de onlarlaydı. İlerlememizi işaret etmek için omzumdan itildim. Bu itiş kakış devam etti. Kasabanın ortasında kulübelerin arasından yürümeye devam ettik. Etrafı inceliyordum. Kapısı önünde demir döven, odun taşıyan, kazanlarda yemek pişiren, ateş yakan insanlar vardı. Hepsi de bize gözlerini dikmiş bakıyordu. Diğer askerlerimizi tanımıyordum ama onlar bizi biliyor olmalıydı. Beni olmasa bile Kwang'ı kesinlikle herkes tanırdı. Şu an birbirimize yardım edebilecek durumda değildik. Düşman toprağında silahsızdık. Ters bir hareketimizde bize istediklerini yaparlardı. Fevri hareket etmemeliydik. Biraz daha yürüdükten sonra tarlalarda çalışan insanlar gördüm. Kimisinin yüzü yaralı kimisinin ise normaldi. Radyasyon bazılarını etkilememiş gibi duruyordu. Acaba bu ülkenin dinlere bakış açısı neydi? Nasıl bir muamele göreceğimizi merak ediyordum.

Büyük bir arsaya doğru getirildiğimizde ellerimizi çözdüler. Bir şey yapamayacağımızdan oldukça emin duruyorlardı. Bilerek yemek ve su verilmemişti. Güçten düşüp silahsız olduğumuz sürece bizi kolayca kumanda edebileceklerini düşünüyor olmalıydılar. Kaç gün o yolu çektiğimizi bilmiyordum. Karnım iyice içeri çekilmiş, boğazım da kupkuru kalmıştı. Bütün vücudum ağrı içindeydi. Kwang da çok iyi görünmüyordu ama inatla dik durmaya devam ediyordu. Sanki az önce bayılıp buraya getirilene kadar sürüklenmemiş gibi... Yaraları ona daha çok sıkıntı çıkaracaktı çünkü enfeksiyona dönüşmeye başlamıştı. Kaburgasındakini görememiştim. Ona bir şey olduğu takdirde aklımı yitireceğime emindim. Sonunda birisi bizim dilimizde konuştu. "Savaşta ölen askerlerimizin yerleri tespit edildi ve sizler için boşaltıldı. Size ayırdığımız evler içerisinde yaşayacak ve ülkemiz için çalışacaksınız." Kwang'la birbirimize baktık. Buna dayanabileceğimi sanmıyordum. Burası bana zamanda yolculuk etmişim gibi hissettirdi. En az 50 yıl geriye gitmiştik. Kulübe tarzı tahtadan evler, su kuyuları, atlar ve hatta at arabaları. Fakat savaşta araç ve silahları vardı. Öyleyse bir şehir merkezi de olmalıydı. Bizim getirildiğimiz yer ise küçük bir kasaba gibi duruyordu.

Kwang yanıma yaklaşarak elimi tutmak için dokunduğunda birbirine geçen parmaklarımızla elini sıkıca kavradım. Onun da bırakmaya niyeti yoktu. Ona doyasıya sarılmak istiyordum. O benim ailem olmuştu ve şimdi yanımda ondan başka kimse yoktu. Ellerimiz birbirine kenetlenmiş bir şekilde karşımızda ne yapmamız gerektiğini anlatan adam konuşmasına devam etti. "Bugün halkın satıcıların yerleşim yerinde alışveriş günü. İhtiyaçlarınızı karşılayacak kadar yardımda bulunacaklardır. Askerlerimiz size yolu gösterecek. Bugün karnınızı doyurun ve dinlenin. Yarın tarlalarda çalıştırılacaksınız. Amacımız radyasyona maruz kalan bu bölgemizi tarım ve hayvancılıkla iyileştirmek. Bu kasabanın ağır kuralları vardır. Burada bir gece geçirmeniz ise bunu anlamanıza yetecek." Son cümle kulağımda rahatsız edici bir uğultu bıraktı. Bir gece... Daha fazla mideme bir şeyler girmezse o bir geceyi de geçiremeyecektim. Konuşan asker yeşil kamuflajdan bir üniforma giyiyordu. Sağlıklı görünüyordu. Halkın hastalıklı yüzüne kıyasla normaldi. Diğer askerler aralarında kendi dillerinde konuştuktan sonra ellerindeki silahlarla bizi çamurlu yollardan geçirdiler.

Halktan bazı insanların elinde mızrak, bıçak, ok ve yay görüyordum. Sanırım burada zengin ve fakir anlayışı yılları da farka ortak koymuştu. Askerler düzgün kıyafetler içindeyken halkın kıyafetleri üzerlerinde oldukça eski duruyordu. Bu ayrımların ne anlama geldiğini de sanırım zamanla anlayacaktık. Fakat burada çok zaman geçirmeye niyetim yoktu. Halkın çoğunluğu gördüğüm kadarıyla kadınlardan oluşuyordu. Askerler dışında halkın arasında çok az sayıda erkek gördüm. Zaten evlerinin önünde bir grup insan gibi duruyor ve biraz uzağımızda kalıyorlardı. Kendi kıyafetlerimize baktım. Siyah asker üniformamız üzerimizde sağlam bir şekilde dursa da bu kıyafetle daha fazla durabileceğimi sanmıyordum. Saklanmak istiyordum. Artık göz önünde bulunmaya dayanamaz olmuştum. Burada yaşama düşüncesi mi? Geri dönmek istiyordum. Arkadaşlarım için, davam için... Burada ne işimiz vardı? Dakikalar içinde alışveriş yapacağımız yere götürüldük. Burada şu an 30 kadar askerimiz vardı. Hepsinin bu kadar olduğunu da sanmıyordum. Belli ki bazılarımız başka köy ya da kasabalara götürülmüş olmalıydı.

Kwang hala elimi bırakmayarak yanımda yürüyordu. Yüzünde bir şeylerden rahatsız olmuş gibi bir ifade gördüğümde, "Neyin var?" dedim. Şu durumda sorulacak en mantıksız soru olsa da bir acısı olup olmadığını öğrenmek istedim. Bana bakarak, "Yaralarım biraz ağrıyor. Yemek yiyip dinlendiğimizde geçecektir," demesi beni yalnızca korkutmamak içindi. Yarasını görmüştüm ve hala ensesine baktığımda kurşun yarası yanık gibi bir hal almıştı. "Yaran enfeksiyon kapmadan sana ilaç bulmalıyız," dediğimde buna imkan yokmuş gibi yüzüne buruk bir gülümseme bıraktı. "Havayı hissediyor musun?" dedi. Gökyüzüne baktım. Soğuk hala hissediliyordu fakat Akhara'ya kıyasla sıcak kalıyordu. Havadaki kuruluk buradaki nem oranının da oldukça düşük olduğunu belli ediyordu. Bu da hastalıklara karşı direncin düşeceğine işaretti. Bu iklim değişikliği bizi etkileyecekti. Bu kaderine terk edilmiş yerde eczane bulamayacağıma göre bitkisel yollarla nasıl ilaç kullandıklarını öğrenmeliydim. İçimde hoş olmayan hisler vardı. Etrafımı incelerken Kwang'ın sorusunu geciktirdiğimi fark ederek ona cevap verdim. "Buraya geldiğimizden beri nefesim daralıyor," demem üzerine hemen konuştu.

"Buradaki havaya hiç alışık değiliz. Bu bölgenin radyasyondan çok fazla etkilendiğini de hesaba katarsak baş dönmesi, kusma, burun kanaması gibi belirtileri sık görürüz. Dirençli olmalıyız. Biliyorum şu an göze her şey korkunç geliyor ama sağlıklı planlar yapabilmemiz için sağlıklı kalmalıyız." Ona ister istemez endişeyle baktığımdan tekrar konuştu. "Korkma ayçiçeğim," diyerek yanaklarımı elleri arasına aldı. Onun sıcak avuç içlerini hissettiğimde yanaklarımın ne kadar üşümüş olduğunu fark ettim. "Ben her zaman yanında olacağım. Şu da var ki kolay olmayacak. Buraya ait hiç iyi düşüncelerim yok," demesi düşüncelerimi doğruluyordu. Topluluktan geri kalmamak için askerlerin peşinden yürümeye devam ettik. Sıralı tezgahlarda yiyecekten giyeceğe her şey satılıyordu ve bizim şu an hiç paramız yoktu. Bize yardım edileceği söyleniyordu ama henüz halkı tanımıyorduk. Nasıl insanlar olduğunu merak ediyordum. Sürekli bir yerlere adapte olmaya çalışmaktan çok yorulmuştum. Ekibe ne olmuştu? Kwang'ın arkasından koşarken beni görmüşler miydi? Görmeseler bile yardım edin diye bağırmıştım. Kaçırıldığımızı fark edince ne yaptılar? Doğa bensiz duramaz ki...

Aklım sürekli savaş anındaydı. Yolculuk boyu arkadaşlarımızı düşünmüştüm. Ne yazık ki burası bana geriyi düşünecek fırsatı vermeyecek gibi duruyordu. Düşman topraklarında karşılaşacağımız muamele hakkında şu an hiçbir fikre sahip değildik. Yarın çalışmaktan bahsediliyordu. Bu yaşıma kadar elime bir kazma bile almamıştım. Tarla işinden de hiçbir şey anlamazdım. Başka insanların başka düzenleri... Direnmekten çok yorulmuştum. Zaten uyum sağlamak konusunda sorunlarım vardı. Düşünceli ve hüzünlü halimi dağıtan Kwang'ın sesi oldu. "Bak, ilk tezgahta ekmek satılıyor," diyerek elimi tekrar tutup tezgaha doğru yürüdü. Diğer askerlerimiz şaşkın bakışlarla etrafa bakarken başka tezgahlara dağılmışlardı. Tezgahın başında tombul yüzlü, ihtiyar bir kadın vardı. Yüzü memnuniyetsiz bir şekilde bizlerin üzerindeydi. Pazar yerine dolan bu kalabalığa hiç hoş bakmıyordu. Tezgaha yaklaştığımızda bizi fark etti. Kwang, "Bize yardım yapılacağı söylendi. Bir ekmek alabilir miyiz acaba?" dediğinde bir çocuk gibi Kwang'ın arkasına saklandığımı fark ettim. Bu ortam bana oldukça yabancı gelmişti.

Kadın önce sessiz kaldı. Ekmek vermeye niyeti yok gibiydi ama yine de eline kalınca bir kağıt alarak bir tane ekmeği sardı. Kadın işini yaparken bana bakıyordu. Elindekini Kwang'a uzatarak, "Karın mı?" dedi. Bir şey sormasını beklemiyordum. Dilimizi bilmesi de şaşırtmıştı. Kwang da bir an duraklasa da kadının uzattığı kağıda sarılı ekmeği alınca, "Evet, karım," cevabını verdi. Kadın beni baştan aşağı süzmeye başladı. Sonra yine o memnuniyetsiz yüz ifadesiyle kağıtlardan birine bir ekmek daha sardı. Onu da Kwang'a uzattığında bakışları bendeydi. "Çok zayıf kalmış. Ona iyi bak," dedi. Bir tane daha ekmek vermesine şaşırmıştım. Bana acımış mıydı? Sonuçta hiç paramız yoktu. Vermeyebilirdi. Çok mu zayıf görünüyordum? Kwang bunun farkındaymış gibi bana üzgün bir ifadeyle baktı. Sonra kırık bir tebessümle, "Teşekkür ederiz," diyerek başıyla kadını selamladı. Kwang elimi tuttuğunda onun koluna sığınır gibi sarılmıştım. Arkama bakarak yürümeye devam ediyordum ki kadın, "Ayrıca... O yara ciddileşmeden önce önlemini almalısınız," dedi. Sonra bir şey sormaya fırsat kalmadan tezgahının önü doldu. Kwang'ın ensesine baktım. Yara kızarmaya başlamıştı. Nasıl böyle hızlı reaksiyon göstermişti? Yürümeye devam ettik.

Kwang elindeki ekmeklerden birinin ucunu kırarak bana uzattı. İki elimle verdiği parçayı tuttuğumda yemeye başladım. Ekmeğin kokusunu almamla daha da acıkmıştım. Ağzıma attığım bir lokma ile boğazım acıdı. Boğazımın şiştiğini yeni anladım. Ekmeğin sıcak olmasına sevinmiştim. Sonra tezgahların ortasından tahminimce su taşıyan başka bir adam bize doğru yaklaştı. Diğer kadından daha yaşlı görünüyordu. Deri görünümlü bir tulumu, kolunun altına alarak bakırdan bir kaseye su doldurup bana uzattı. İhtiyar adam bana acıyan gözlerle bakıyordu. Suyu kana kana içtim. Hızlı içtiğimden sıcak ekmek boğazıma yapışmıştı. Biraz öksürdüğümde Kwang hafifçe elini sırtıma vurdu. Sonra elini sırtımda yavaş yavaş gezdirdi. Sanırım ne kadar zayıfladığımı dokunuşlarıyla da fark etti. Günlerdir aç ve susuz yolculuk etmek zorunda kalmıştık. Ekmeği yuttuğumda suyu içmeye devam ettim. Bittiğinde adama elimdeki kaseyi uzattım. Tekrar doldurup Kwang'a verdi. O su içerken ben de ona bir parça ekmek kırdım. Onun da zayıfladığını anlıyordum. Yüzünün kemikleri ortaya çıkmıştı. Kwang da suyu içtiğinde ihtiyar adama teşekkür ettik. Adam içi su dolu küçük bir tulumu bize verdi. Hiçbir şey demeden de yanımızdan ayrıldı.

Başka tezgahlara baktık. Birinde gördüğümüz meyve ve sebzelere yöneldik. Bu sefer tahminimce on iki yaşlarında bir kız başka askerlere domates ve soğan veriyordu. Kızın yanakları duman karası gibi kirlenmiş olsa da elleri temizdi. Üstü başı yırtık olan bu kızın saçları örülüydü. Beline kadar inen örgüsü o hareket ettikçe arkasında sallanıyordu. Bizi gördüğünde diğerlerine yaptığı gibi bazı sebze ve meyveleri paketledi. Onun da yüzünde mutlu olmayan bir ifade vardı. Tezgahın biraz arkasında babası olduğunu düşündüğüm başka biri vardı. Kolu ve bacağı radyasyon yüzünden hasar almış görünüyordu. O da mutsuzdu. Herkesin suratının asık olması beni daha da üzmüştü. Kız bir şeyler paketlerken etrafıma baktım. Arkamızda yol boyu kurulmuş olan tezgahlar vardı. Orta yol açık bırakılmıştı ve iki sıradan da alışveriş yapılıyordu. Kıza teşekkür etsem de ne dediğimi anlamamış gibi bana boş bakışlarla baktı. Kwang elindeki ekmek ve suyu bana uzattığında biraz ağır olan sebze ve meyveyi kendi taşıdı. Kız bu durumu fark ettiğinde bize tezgahın altından bir sepet çıkardı. Herkes gelmiş olmamızdan nefret eder gibi baksa da yardım ediyordu.

Kızın uzattığı sepete sebze ve meyveleri, ekmek ve suyu da koyduğumuzda Kwang sepeti bir eline aldı. Diğer elini de tutmam için bana uzattı. Elini tuttuğumda her şey yolunda bakışlarını bana sunarak yürümeye devam ettik. Bir kaç tezgah atlamak zorunda kalmıştık çünkü önümüze doğru tüküren tezgah sahipleri de vardı. Kwang beni kolunun altına saklar gibi yanında tutuyordu. Bazı tezgahlarda sabun ve kokular da gördüm. Önlerinden geçtiğimizde bize banyo eşyaları ve havlu yerine kullanılabilecek kalın, kısa çarşaflar verdiler. Sonra kumaş ve kıyafet satan bir tezgaha takıldı gözlerim. Durduğumda Kwang da benimle birlikte durdu. Tezgaha ilerledim. Satıcı kadın tezgahına yaklaşmamla bana hastalıkmışım gibi baktı. Ben tezgaha bakarken o da gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Buradakiler ya yaşlı ya da çocuktu. Henüz benim yaşlarımda bir kadın görmemiştim. Karşımdaki kadın ise orta yaşlardaydı. Tezgahı izleyen bakışlarımı ona kaldırdığımda, "Burada kıyafet konusunda bir sınırlama var mı?" diye sordum. Ürkek bir şekilde sorduğum soruma kadın sanki dünyanın en saçma sorusunu sormuşum gibi bana baktı. Amacım baş örtü takıp takamayacağımı öğrenmekti. Kadın ise, "Burada ne giydiğin kimsenin umurunda değil!" cevabını verdi. Dudaklarım ister istemez yukarı doğru kıvrıldığında Kwang'a baktım. Benim heyecanlı halime gözleri büyük anlamlarla dolmuş bir şekilde bakmaktaydı.

Kadına tekrar dönüp, "Öyleyse şu kumaşı alabilir miyim?" dedim. Ne çok ince ne çok kalın siyah bir örtüyü göstermiştim. Muhtemelen bir atkı gibi omuzlara atılıyordu ama ben baş örtü olarak kullanacaktım. Kadın ciddiyetle, "Elbette," dese de bu olumlu cevaba gülümsedim. Gülümsememi fazla uzun tutmayan cümlesini söylediğinde ise gülüşüm suratımda donuk bir hal almıştı. "Paran var mı?" Yutkundum. Ben cevap vermeyince kadın tekrar konuştu. "Paran yoksa çekil tezgahımın önünden!" Onun sesinin yükselmesinin ardından kendi dilinde söylenmeye başladı. "Lütfen," diyerek bir adım attım. "Çalışıp ödemesini yaparız. Çok ihtiyacım var..." derken sesimin titremesine engel olmaya çalıştım. Kwang'a dönüp bakamamıştım. Bu hal içinde olduğumuz için yeterince öfkeli duruyor olmalıydı. Kadın yine, "Çekil dedim!" diyerek beni tezgahından kovdu. Kwang bileğimden tutarak beni kendine çektiğinde daha fazla sözde küfür işitmemi istemez gibi beni yanına aldı. Zoruma gitmişti. İnsanlara muhtaç kalmak ve dilenir gibi onlardan bir şeyler ummak zoruma gitmişti. Hayatım boyunca hiç böyle bir muamele görmemiş ve böyle bir durumun içine düşmemiştim.

Bunu gören başka bir tezgah sahibi bize seslendi. "Sen! Gel buraya!" Bana seslenen kadın doğrudan bana bakıyordu. Küçük adımlarla ona doğru yürüdüğümde Kwang hemen yanımdaydı. Tezgahın önünde durdum. Kadın, "İstediğini seç," dedi. O da kıyafet ve kumaş satıyordu. Diğerlerine nazaran daha yumuşak bakışlıydı. Bunu gören az önce kovulduğum tezgahtaki kadın nefret dolu bakışlarını üzerime püskürtüyordu. Kadın tekrar konuştu, "Sen ona bakma. Benden istediğini alabilirsin," deyince bu yumuşak konuşma karşısında ağlamamak için direndim. Yüzüne soru sorulabilecek birine benzediğinden ve başkasına soramayacak olduğumdan merakıma yenik düşüp, "Dilimizi nereden biliyorsunuz?" dedim. Bizimle konuşan başka insanları da kastetmiştim. Kadın, "Akhara halkının bir gün topraklarımıza geleceğini biliyorduk. Bu yüzden bize diliniz öğretildi. Hala bilmeyenlerimiz de var," diye cevapladı. Aklımda çok soru vardı ama kadına bunları sorup kendimden soğutmak istemedim. Bir an da fikrini değiştirip bana yardım etmekten vazgeçebilirdi.

Cevabını başımla anladım der gibi onayladığımda, "Şunu alabilir miyim?" diyerek parmağımla siyah bir şalı işaret ettim. İyi kumaşların yanında eski görünümlü kıyafet ve kumaşlar da vardı. Kadın gösterdiğim şalı alarak bana uzattı. Bunun üzerine Kwang elindeki sepeti yere bırakıp kadının elindeki şalı kendisi aldı. Onun hareketlerini izledim. Ona baktığımda şalı omzuna koydu ve ellerini başımın arkasına uzattı. Dağınık saçlarımın tutunmaya çalıştığı tokayı çıkararak küçük bir topuz haline getirip bağladı. Saçlarımı topladığında omzuna bıraktığı şalı alarak iki ucunu açtı. Başımın arkasından geçirerek şalı yüzüme uygun örttü. Sanki şu an zaman ilerlemiyordu. Çenemin altında bir ucunu kısa bıraktığı şalın uzun tarafını başımın üzerine sarıp saçlarımı tamamen örttüğünde içim titremişti. Geniş şal omuzlarımdan aşağı doğru sarkıyordu. Karnıma kadar örtmüştü vücudumu. Kwang'a yaşlı gözlerle baktım. O da daha fazla dolan göz yaşlarının yerinde kalmasına izin vermeyerek bir iki yaşın yanaklarından süzülmesine izin verdi. Nasıl yani? Artık baş örtü takabilecek miydim? Ona sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum ama uygun yer ya da zamanı olmadığını biliyordum. İnsanların dikkatini çekmememiz en iyisiydi. Zaaflarımızı keşfetmeleri aleyhimize olabilirdi. Zaten herkesin gözü üzerimizdeydi.

Bu şartlar altında örtüme sahip olacağım hiç aklıma gelmezdi. Bir gün siyah bir kumaş almaya paramız yettiğinde kendime giyebileceğim bir çarşaf da dikebilirdim. Siyah üniformamın üzerinde belime kadar uzanan, büyüklüğüyle beni yutan bu şal içinde çelimsiz küçük bir çocuk gibi görünüyor olmalıydım. Kadın bu mutlu halimi görünce sanki gülümsemesi yasakmış gibi gülüşünü gizlemeye çalıştı. Sonra, "Sana bir elbise verebilirim. Kagatri bu aylarda geceleri çok soğuk olur," diyen kadın bir de tezgahının altından bana uygun bir şeyler aramaya başladı. Heyecanlanmıştım. Mutluluğu her hissettiğimde kursağımda kalıyordu en masum duygular. Ne hissettiğimi pek anlayamazdım. Bir şeylerin iyi olacağına dair tutunduğum umutlarım vardı. Bu hisle yaşıyordum. Bir de aşk... Kwang'ın gözlerine baktım. O kahve hareler ruhumu sarıyordu sanki. İçimi görüyordu. Beni hissediyordu. Ne kadar da güzel bakıyordu. Beni dünyanın kötü görünümünden uzaklaştırıyordu. Kadın elindeki siyah elbiseyi uzattığında, açıp üzerime tuttum. Cübbe gibiydi. Kollarımı içine geçirerek önümde açık olan düğmeleri iliklemeye başladım. Daha bol olacağını sanmıştım ama yine de uygun bolluktaydı. Kolları ise yelpaze gibi genişti. Boyunun ayaklarımın biraz üzerinde kalmasına da sevinmiştim. Yere sürünmüyordu.

Şimdi daha iyi hissediyordum. Kadın bana bakarak, "Bunu aslında büyücüler giyer. Fakat büyücü olamayacak kadar masum bir yüzün var. Bu yüzden bu cübbeyi giymek senin için sorun olmayacaktır," demesi üzerine kaşlarım gerildi. "Büyücü mü?" diye sormam üzerine kadın ağzından istemeyerek kaçırmış gibi bundan bahsettiği için kendine kızar gibi oldu. Sonra toparlayamayacağını bildiğinden bana doğru eğilip sessizce, "Kagatri büyücüleriyle asla göz göze gelme. Onları siyah cübbelerinden ve uzun saçlarından kolayca tanırsın. Halkın giydiği sıradan kıyafetler giymezler. Boyunlarına taktıkları doğal taşlarla zenginliklerini belli ederler," geldiğimiz yolun biraz üzerini parmağıyla işaret etti. "Dağdaki taş evlerde yaşarlar. Onları gördüğünde yolunu değiştir." Kadının işaret ettiği yere baktığımda kasabadan biraz yüksekte taş evler gördüm. Daha yukarılarda şato gibi evler vardı. Çok büyük değillerdi ama irili ufaklı kuleler buraya mistik bir görüntü sunuyordu. "Bunu da alın," diyerek bir de battaniye uzattı. Ardından bir kaç parça daha kıyafet verdi. Kwang aldıklarını sepete koyduğunda elimi tuttu. Teşekkür ederek kadının yanından ayrıldık. Bu tezgahlar yolun sonuna kadar gidiyordu. İhtiyacımız olan bazı şeyleri yine sepete koyduğumuzda en sonunda askerler bizi kalacağımız evlere götürdü.

Bazıları kasabanın merkezine götürülürken bazıları burada kaldı. Bizi ise bir kaç kişiyle geldiğimiz yolu tekrar çıkardılar. Bu sefer yoldan çıkarak solgun çimenler üzerinde yürümeye başladık. Yollar çamurluydu. Yere kaldırım gibi taşlar döşense de genel olarak çamurluydu. Dağın olduğu taraflar biraz karlıydı. Burası bütün mevsimleri birlikte yaşıyor gibi duruyordu. Biz neden kasabaya yakın bir yere götürülmemiştik ki? Bu dağa çıkarılmak zorunda mıydık? Üstelik burasının konumu taş evlere de yakındı. Kumaş aldığım kadın bana büyücülerden uzak durmamı söylemişti ama sanki onların içine gidiyorduk. Askerlerden bazısı, yanımızda gelen bizim askerlere de yerlerini gösterdi. Bizim tarafımızda olan kimseyle konuşamamıştık. Herkes kendi şaşkınlığını yaşıyordu. Yerlerine yönlendirilen herkes gittiğinde bir askerle sadece Kwang ve ben kaldık. Yanımızdaki asker, "Sol taraftaki üçüncü ev sizin. Yerleşebilirsiniz. Anahtarı üzerinde," dediğinde işaret ettiği yere baktık. Kasabadan en uzak ahşap ev bizimki gibi duruyordu. Biraz uzağında ise taş evler vardı. Bu durum hoşuma gitmemişti. Durumdan işkillenen Kwang, "Neden kasabadan en uzak ev bize verildi?" dedi. Asker ise verdiği cevapla bizi hiç umursamadığını belli etmişti. "Terbiye olunmanız için. Siz ikiniz kasabaya zarar verebilirsiniz. Bu yüzden halktan uzak olmanız en iyisi," dedi.

Asker yanımızdan ayrıldığında arkasından bakakaldık. Sonra Kwang kolumu tutarak beni kendine çevirdi. "Gel hayatım. Birlikte olduktan sonra gerisinin bir önemi yok," dedi. Bana güç veriyordu. Uzattığı elini tuttum. Bize gösterilen eve yürümeye devam ettik. Hafif esen rüzgar bir sonbahar havası veriyordu. Rüzgar ilerledikçe artmaya başladı. Kwang elimi bırakarak beni omzumdan tutup kendine yaklaştırdı. Onun beni kendine çekmesiyle kolumu beline yerleştirdim. Diğer elimi de omzumu tutan eli üzerine koydum. Yürürken, "Kwang, senin için ilaç alamadık. Bir merhem ya da bitkisel bir tedavi için de hiçbir şey öğrenemedik. Yaraların çok acıyor mu?" dediğimde başımı kaldırarak ona baktım. Başını bana eğip beni içine alır gibi kendine yaklaştırdı. Başıma kocaman bir öpücük kondurduğunda, "Ben iyiyim canım. Yemek yiyip temizlendiğimizde daha iyi olurum. Sen yaralarımı güzelce sararsın. Bir şeyim kalmaz," dedi. Başımı kaldırarak onun sevecen bakışlarına kapıldım. Yürümeye devam ediyorduk. Omzum üzerindeki elini dudaklarıma yaklaştırarak öptüğümde, "Sen, üzülmeyeyim diye iyi olmasan da bana iyiyim diyorsun. Biraz şikayet et. Derdini bana anlatamayacaksan ben neden varım?" diye kızar gibi konuştum.

Sessiz kaldı. Bu sessizliği üzerine yine konuşan ben oldum. "Bak benden hastalık konusunda sakın bir şey saklama. Sana bir şey olursa ne yaparım ben?" Bunun üzerine güldü. Bu gülme devam ettikçe, "Neden gülüyorsun?" sorum karşısında daha da güldü. Sonra, "Halimize gülüyorum. Bana sinirli olduğun zamanlar, kendinden uzak tutmaya çalıştığın günler dün gibi aklımda. Ne kadar da inatçıydın. Şimdi kollarım arasındasın," dedi. Bu sefer gülen ben oldum. "Benim için kolay mıydı sanıyorsun? Sana aşık olduğumu kabullenmek bir civcivin yumurtasından çıkması kadar zordu." Bu ifadem onu daha da güldürdü. Aslında onu keyiflendiren asıl şey ona aşık olduğumu söylememdi. Öyle ki birbirimizden ayrılarak karşı karşıya gülmeye devam ettik. Elindeki sepeti yere bırakarak karnını tutup gülmeye devam etti. Ben de en sonunda kendimi yere bıraktım. Açlıktan güldükçe karnım ağrıyordu. Neyse ki ekmek açlığımı biraz olsun bastırmıştı. Sonunda gülmekten yaşaran gözlerimizle bakışlarımız birbirini buldu. Yavaş yavaş sessizleştiğimizde gülüşümüz kayboldu.

Gözlerim yine dolduğunda kendimi yavaşça yere bıraktım. Bacaklarımı yanımdan çıkararak yere oturduğumda avuç içlerimi yere koydum. Aklıma savaşın şiddetli anları ve burada yaşayacağımız günlerin korkusu düştü. Birden kendimi ağlarken bulduğumda başımı öne eğdim. Sonra hıçkırıklarım duyulmaya başladı. Hava bütün serinliğini üzerimize sermişti. Kwang da karşıma oturup elini başımın arkasına koydu ve beni göğsüne yasladı. Onun gövdesinde küçülerek beni sarmasına izin verdim. Çenesini başımın üzerine koyduğunda beni kendine iyice yaklaştırmıştı. İçinde saklamak ister gibi... Başımı okşamaya başladı. Konuşmadık. Sadece benim kısık çıkan hıçkırık seslerim duyuluyordu. "Özür dilerim. Durumu daha da kötüleştirmek istemezdim," demem üzerine ağlamamı durduramadım. O ise beni içine hapsederek, "Özür dilenecek bir şey yok... Senin için varım," dedi. Dudağımı ısırdım. Çenemin titremesine engel olmaya çalıştım. "Kaybolmuş hissediyorum Kwang. Evden çok uzaktayız," dediğimde hiç gecikmeden cevabını verdi. "Evindesin... Burada, göğsümün üzerindesin," demesi üzerine gözlerimi sıkıca kapattım. Elimi göğsüne koyduğumda kalbinin sesini dinlemeye başladım.

"Biliyorum... Evimsin. Burası her zaman benim olacak," dediğimde avuç içimle göğsü üzerine bütün sıcaklığımı sunuyordum. Bir süre onun kucağında ağladım. Artık saçlarımı örtebildiğim için de mutluydum. Onun yanında olmak da büyük şansımdı. Tüm bu karmaşık duygular arasında ağlamamı durdurmaya çalıştım. Ondan ayrıldığımda yanaklarımı ıslatan göz yaşlarımı sildi. Biliyorum, kendi aile evimden çoktan koparılmıştım. Sonra bir askeriyede hayatımın aşkına dönüşen bu adamla yaşadım. Oraya evim diyordum ama bunun sebebi yanımda o olduğundandı. O yatağı ya da o duvarları hiç benimsememiştim ki. Ben onu benimsiyordum sadece. Ona alışmıştım, mekanlara değil. O yüzden geride özlem duyacağım bir yatağım, bir odam ya da evim yoktu. Yanımda bunları bana sunan Kwang vardı. Sadece, Doğa da ailemdi. Onu yine geride bırakmıştım. İlk askeriyeden kaçmak zorunda olduğum gibi... Bu sefer şartlar farklıydı. Kaçmamıştık ama kaçırılmıştık. Sonra Ahsen, Medusa, Çağan... Hatta Matteo bile. Hepsi zihnimi kuşatmıştı. Kwang'ın abileri ve ekibi... Kısa zamanda birbirimizi koruyup kollamıştık. Onlarla mücadele etmek de bazı şeyleri kolay kılıyordu. Şimdi hiçbiri yoktu. Bu yabancı yer de beni Kwang ile ayırırsa eğer işte o zaman bu kasabayı ateşe verirdim. Artık kimsenin akıl sağlığımla oynamasına izin verecek tahammülüm yoktu.

Onun kucağında dakikalar geçerken beni dinlendiren bir sesle, "Sakinleştin mi güzelim?" dedi. Aynı zamanda yanaklarımdan çıkan saçlarımı parmaklarıyla şalımın içine almaya çalışıyordu. En sonunda yanaklarımı iki eli arasına alarak hafifçe sıkıştırdı. Yüzümün her santimini öpücüklere boğarken, "Benim misin sen? Benim mi?" diyordu. Artık gıdıklanan yüzümle birlikte gülmeye başladım. En sonunda durduğunda gözlerimin içine baktı. Huzurlu görünüyordu. Derin bir nefes aldık. Yüzümdeki ellerini tutarak kucağıma aldım. Bu adam... Her şey için çok fazlaydı. Yüzünü izlemek bile bir mutluluk doğuruyordu. Ellerini okşarken, "Sana ait olmak çok başkaymış," dediğimde başımı kaldırarak gözlerine baktım ve ekledim. "Ve bana ait olman da, hayatın benim için sunduğu en güzel hediye." Yüzünü bana yaklaştırarak kısa bir öpücüğün ardından, "Hediye sensin," dedi. Rüzgar bize artık kalkın diyerek esiyordu sanki. Hava soluk görünse de zannımca hala öğlen olmamıştı. Kwang ayağa kalkarken ellerimi bırakmamış ve beni de kaldırmıştı. Hatta kucağına aldı.

Ayaklarım yerden kesildiğinde yere bıraktığı sepete doğru yürüdü. Yaraları açılmışken beni taşımamalıydı. "Kwang, yaralısın. Canını yakarım," dediğimde gülümsedi. "Sen benim yarama ancak şifa olursun." Kucağında iken hiç zorlanmadan yere eğildi ve dizlerimin altında kalan koluna sepeti geçirdi. Gerçi beni taşırken zorlanması hiç mümkün değildi. Sonra doğrularak tarif edilen eve doğru yürüdü. Eve çok yaklaşmıştık. Kuru otlar bazı yerlerde çamurluydu. Eve yaklaştıkça etrafı incelemeye başladım. Ahşaptan olan bu ev çok da küçük değildi. Hatta kasabada gördüklerimden daha iyi duruyordu. Bu eski köy evi doğal ahşap malzemelerle yapılmış olup iki katlıydı. Giriş kapısı ahşap oymalarla süslüydü. Kwang da benim gibi başını kaldırarak eve bakıyordu. Yeterince evin önüne geldiğinde biraz durdu. Gözlerini evin girişinden alarak bana baktı. Alnıma bir öpücük kondurduktan sonra kapıya doğru yürüdü. Anahtar üzerindeydi. Yavaşça çevirdiğinde kapıyı araladı ve içeriye bakmaya başladık.

Geniş bir oturma odasına açılan kapı beni şaşırtmıştı. Daha eski, kırık dökük bir ev düşünmüştüm. Burasının temizlenmeye ihtiyacı olduğu doğruydu ama eşyalar sağlam görünüyordu. Büyük, açık bir şömine ve rustik ahşap zeminle döşenmiş yerler. Pencereler de geniş olduğundan içerisi aydınlık görünüyordu. Kwang beni indirdiğinde sepeti de yere bıraktı. Arkamızdan kapıyı kapattığında odaları gezmeye başladık. Oturma odasının sağ tarafındaki kapıyı açtığımda mutfağı gördüm. Mutfağın tahta tezgahları, eski tarz bir ocak, demir ve bakırdan yapılma mutfak eşyaları... Pencere önündeki büyük ahşap yemek masası da oturup bir şeyler yemek için fazla davetkardı. Tavan köşelerinde örümcek ağları görüyordum. Perdeler eskimişti. Güneşliği çekerek mutfağın içine zayıf da olsa aydınlığın girmesine sebep oldum. Perdeyi çekmemle havada uçuşan toz taneleri de pencereden yansıyan ışıkla etrafa saçıldı. Kwang'la ara ara birbirimize bakıyorduk, şaşkın ifadelerle... Şaşkındık çünkü hiç bu tarz bir eve daha önce girmemiştim. Onun da girdiğini sanmıyordum. Geçmişe dönmüş gibi hissediyordum.

Birinci kat, oturma odası ve mutfaktan oluşuyordu. Mutfağın yanında bir oturma odası daha vardı. Sonra giriş kapısının sol tarafında kalan merdivenlere doğru yürüdük. Ahşap merdivenlerin ilk basamağına bastığımda ayağımın altında gıcırdayan basamak bu merdivenlerin bana sağlam olup olmadığını sorgulatmıştı. Merdivenlerin yanında tutacağı ya da korkuluğu yoktu. Sadece basamaklardan oluşuyor ve yukarı doğru kıvrılır gibi bir dönüş sunuyordu. Kwang önüme geçerek ikinci basamağa çıktığında elimi tuttu. Önden giderken beni de beraberinde götürmeye başladı. Bir kaç adımdan sonra içeri kıvrılan merdiveni çıkınca ikinci kata çıkmış olduk. Yerler çok tozlu olduğundan ayakkabılarımızı çıkarmamıştık. Merdiveni çıktığımızda geniş bir salonla karşılaştık. Aşağı kattaki giriş kapısının hizasında bir kapı vardı. Kapıyı açtığımda içinde küveti olan bir banyo olduğunu gördük. Yine tahta kapı ve tahta duvarlar. Ahşap tasarımlar bu küçük banyoyu da sevimli gösteriyordu. Fakat temizlenmesi gerektiğinden pek iç açıcı olduğu söylenemezdi.

İki kapı daha vardı. Kwang ilkini açtığında burası yatak odasına açıldı. Ortada kocaman bir yatak, büyük bir pencere ve yine oldukça büyük ahşaptan yapılma bir gardırop, onun yanında ise başka bir dolap vardı. Dolabın kapağını açtığımda üst üste dizilmiş yorganlar gördüm. Yorganların üzerinde de yastıklar vardı. Gardırobun içi ise boştu. Buradan da çıkıp diğer odaya girdik. Bu oda da misafirler için kullanılabilirdi. Çocuk odası da olabilirdi. Acaba bu evde bizden önce kimler yaşıyordu? Burada yaşayacak olmamız bana çok farklı gelmişti. Salonun bir diğer kapısı da lavabo ve tuvalete açılmıştı. Etrafımızı biraz daha incelediğimizde sonunda gözlerimiz birbiriyle buluştu. Kwang ellerini iki yanına açarak, "Çok da kötü sayılmaz," dedi. Salonun ortasında duruyordu. Ben de öyle düşünüyordum. "Açıkçası onlardan beklentim bir zindanda yaşamaktı," diyerek onun sözünü onayladığımda arkasında kalan pencereye doğru yürüdüm. Bu pencereden bakıldığında kasaba bizden uzakta kalıyor ve küçük görünüyordu. Kwang da arkamdan gelerek kollarını boynuma sardı. Çenesini sağ omzum üzerine koyduğunda, "İyi misin?" dedi.

Boynumu saran kollarına tutundum. Elbette aklıma takılan sorular vardı. İkimizde altımızda kalan kasabaya bakıyorduk. Konuşmaya başladım. "Burasının, kasabadaki evlerden çok daha iyi göründüğü ortada. Bize böyle iyi bir ev verildiğine göre bunun arkasında bir şey olduğunu düşünmek içimi tırmalıyor." Sözümü onaylar gibi konuştu. "Taş evlere yakın olduğundandır. Sanırım kimse büyücülerle yaşamak istemiyor." Bu sözleri üzerine ona döndüm. Arkamı pencere pervazına yasladığımda kollarımı göğüs önümde bağladım. Aklımdakileri merakla dinlemeye hazır olan Kwang'a baktım. Meraklı bakışlarını bekletmeden, "Ne dedi o kadın? Kagatri büyücüleri mi? Bu kasabada iyi şeyler dönmeyeceğine dair sezgilerimle umarım geç karşılaşırız," dedim. Kwang da düşünür gibi olduğunda, "Kagatri bu kasabanın ya da ülkenin adı olabilir. Burada tuhaf batıl inançlar dönüyor gibi. Zamanla anlarız. Gel, bir şeyler yerken konuşalım," diyerek elimi tuttu ve merdivenlere doğru yürüdü. Basamakları inerken merdivenin korkunç gıcırtısı kulaklarımı tırmalıyordu. Giriş kapısının önünden geçerken Kwang yere bıraktığı sepeti aldı ve mutfağa geçtik.

Tezgah altlarında bez ya da sünger aradım. Sonunda temiz bir şekilde katlı bulduğum bezlerden birini alarak musluğun önüne gittim. Öncelikle masayı silecektim. Musluğu açtığımda su akmadı. Tabi, pek muhtemeldi. İster istemez yüzüm düştüğünde içimden keşke suyumuz olsaydı diye geçirdim. Musluğu tekrar kapatmak için uzandığımda patlar gibi çıkan ses ve fışkıran suyla bir adım geriledim. Masaya dönük olan Kwang'ın sırtına çarptım. Hemen bana dönerek akan musluğa baktı. Su çamurlu akıyordu. Elimdeki bezle akan çamurlu suya şaşkın bir şekilde bakıyordum. Kwang, "Biraz aksın," dedi. Umarım su eski rengini alırdı. Fışkıran su bütün şalımı ıslattığından başıma sarılı olan şalı çıkardım. Karışan saçlarımı bir elimin tersiyle geriye doğru düzelttiğimde şalımı masanın yanındaki sandalyenin üzerine ikiye katlayarak astım. Kwang, "Çok ıslandın mı?" diye sordu. Sorun olmadığını ifade eder gibi, "Suyun akması da bir şey," dedim. Su berrak rengini almaya başladığında bezi suyun altına götürdüm. Islatıp sıktığımda ise masaya yöneldim. Silmemle birlikte masanın rengi açılmıştı.

Masadan sonra oturacağımız sandalyeleri sildim. Kwang bu arada kullanacağı bir tava seçerek musluğun altında yıkamaya başlamıştı. Onun yanına geçip biraz kaymasına sebep olduğumda ellerimi yıkadım. Bana güzel gülümsemelerini gösteriyordu. Neler yapabileceğimize bakmak için sepetten bir şeyler çıkarmaya başladım. Ekmek, yumurta, patates ve domates. İşin doğrusu Akhara'da bunları bulamıyorduk. Burada en azından tarım ve hayvancılıkla yakından ilgilenildiğinden midemize yemek sayılabilecek bir şeyler girecekti. Aslında geçtiğimiz yıllarda yine yemek konusunda çok sıkıntı yaşamıyorduk ama son zamanlarda besin kaynaklarımız tükenmeye başladığından iş konservelere dönmüştü. Her gün içinde ne olduğunu bilmediğimiz hazır gıdalar yemek sıkmaya başlamıştı. Bazen nasıl oluyorsa kahvaltılara patates çıkıyordu. Askeriyede olduğumuz için işlerin diğer yüzünü bilmiyorduk tabi. Kwang'ın yıkadığı bıçak ve bir kabı alarak patatesleri soymaya başladım. Bize tabak ve bardak yıkama işlerini bitirdiğinde yanıma geldi. Kirli bulaşıklar yoktu. Sadece eve ne kadar uzun zamandır girilmediyse her yeri örümcek ağı ve toz kaplamıştı.

Eline aldığı bir patatesi o da soymaya başlayınca konuştum. "Garip değil mi? Hayatımızda o kadar hızlı değişimler oluyor ki, adapte olup olmama konusunda düşünme şansımız olmuyor." Sesimin hüzünlü çıkmasına engel olamamıştım. Yapma işte... Yine gözlerim dolmuştu. "Baksana, kendi ülkemizden kaçırılıyor üzerine kilometrelerce yolu bir kafes içinde bağlı bir şekilde getiriliyoruz. Neyse ki bize bir ev veriliyor ve büyücülerden uzak durmamız gerektiği söyleniyor. Sonra gelip mutfakta kendimize yemek hazırlıyoruz," dediğimde alaycı bir gülüş takındım yüzüme, ardından bıçağın keskin ucu parmağımı kesti. Farkında olmadan elimde sıktığım bıçak baş parmağımı kesmişti. Canımın yandığını açıklayan kısa bir inlemeden sonra elimi musluğun altına götürdüm. Kwang tezgahın altından bir bez alarak küçük bir parçasını yırttı. "Bakayım," diyerek bileğimi tuttuğunda elimi kendine yaklaştırdı. Kaşları çatık bir şekilde yaraya baktığında önce bezin bir ucuyla ıslak olan elimi kurulamaya başladı. Azarlar gibi konuştu. "Bizim hayatımız bu artık. Biz askeriz. Benim sana ihtiyacım yok mu sanıyorsun? Ben korkmuyor muyum? Sen benim dayanağımsın. Sen düşersen, biz düşeriz." Sözleriyle birlikte bezi parmağıma bastırmaya devam etti.

"Çok derin değil bezi bastırmaya devam et. Kanaması durur," dedi. Elimi yavaşça ondan çektiğimde masaya tekrar yöneldim. Fakat o çenemim altına koyduğu parmaklarıyla yüzümü ona çevirmeme sebep olmuştu. "Ayçiçeğim, gün ışığım, yarınlarım... Beni anlıyor musun?" diyerek yumuşattığı sesine karşılık başımı onaylar gibi salladım. "Anlıyorum, kabullenemiyorum sadece. Olanlar zoruma gidiyor," diyerek yüzümdeki dokunuşundan çekilerek masaya döndüm. Bu sefer kollarını belime sararak arkamdan sarıldığında yine yüzünü omzuma gömdü. Boynuma bir öpücük bıraktığında, "Arkadaşlarımızı özlüyorsun. Onlar için endişeleniyorsun ama herkes yaşadığı zamandan sorumlu. Şimdi kendini düşünmelisin. Burayı tanıyıp askeri kuvvetlerini anladığımızda ne yapacağımızı planlarız," dedi. Ona dönerek başımı göğsüne yasladım ve kollarımı gövdesine sardım. O da kuvvetlice sarıldı bana. Biraz böyle kaldıktan sonra, "Seni benden ayıracaklar sandım," dedim. Bu his beni gerçekten kahretmişti. Başımın üzerini öptüğünde o aşkı hissettiren sözlerini duydum. "Seni bulurdum..." Hemen cevap verdim. "Kaybetmezsen bulmana gerek kalmaz."

Ona günlerdir dokunamadığım için sürekli sarılma ihtiyacı duydum. Patatesleri doğrarken kollarımı beline sardım. Burada ocak olmasına şaşırmıştım çünkü kasabada insanlar yemeklerini dışarıda ateş üzerinde pişiriyordu. Belli ki burada bizden önce yaşayanların maddi durumu vardı. Şehir merkezinden bağlantıları olabilirdi. Bir şekilde temin etmiş olmalıydılar. Patatesleri doğrayıp tavaya atınca Kwang kızartmaya başladı. Annemi çocukken yemek yaparken izlerdim. Sonra internetten geçmişte yapılan yemek tariflerine bakardım. Bizim dünyamızda yemekten çok daha önemli şeyler vardı. Yani hayatta kalacak kadar ye sonra çalış. Hep çalışmak, eğitim almak... Yiyecek kaynaklarımız son yıllarda sıkıntıya girince damak zevkimiz de buna alışmıştı. Kwang'ın da eğitimlerden dolayı hiç mutfak işlerinden anladığını düşünmüyordum. Sonuç olarak ikimiz de biraz beceriksiz kalsak da bir şeyler yapmaya çalıştık. O tavadaki patatesleri karıştırırken ben mutfak raflarında sepettekileri dizmek için yer açmaya başladım. Buzdolabı yoktu. Zaten uzun süre saklayacağımız besinler alabileceğimizi sanmıyordum. Bittikçe yenisini alacak kadar paramız yeterli olamayacağından saklayacağımız kadar bol malzemelerimiz olamayabilirdi.

Sepettekileri boşalttım. Banyo malzemelerini ve kıyafetleri içinde bıraktım. Yukarı çıkarken de onları ayarlayacaktım. Kızaran patateslerden sonra küçük bir tavaya yumurta kırdım. Tüp bitmek üzereydi. Bittiğinde ise değiştirmemiz çok mümkün durmuyordu. Yemekleri bundan sonra dışarıda, ateş üzerinde pişirmemiz gerekecekti. Biraz da domates doğramıştım. Her şeyi hallettiğimizde tabaklarımızı alıp masaya oturduk. Uzun zamandır böyle doğal bir şeyler yemenin de nasıl hissettireceğini merak ediyordum. Sonunda yemeye başladığımızda mutluyduk. Bugünün kendimize kalacağını bilmek iyi hissettiriyordu. Yarını, yarın düşünecektim. Kwang ara ara beni izliyor ve kendi tabağından da bana bölüyordu. "Bunu da ye," ya da "Biraz daha ye," diyerek yeterince doyup doymadığımı kontrol ediyordu. Yeterince doymuştum. Masamızdakiler bittiğinde Kwang'a, "Sen doydun mu? Biraz daha domates kesmemi ister misin?" diye sordum. Onunla ne kadar zaman geçirmiş olsam da birlikte yapmadığımız o kadar çok şey vardı ki hepsini deneyimlemek istiyordum. Akhara da kendimize ait odamız olsa da oraya sadece uyumak için gidebiliyorduk. Onunla aynı evde yaşamanın nasıl olacağını merak ediyordum.

"Ellerine sağlık canım. Her şey çok lezzetliydi," dediğinde gülümsedim. "Senin de ellerine sağlık. Biraz acemiyiz ama öğreniriz," demem üzerine güldü. Masayı toparlayarak yukarı çıkmak için buradaki işimizi bitirdik. İkimiz de yorgun olduğundan temizlenip uyumak istiyorduk. Bu evin bakımı ve temizliğiyle bugün ilgilenemezdik. Kwang sepeti alarak yine elimi tuttu. Aslında birbirimize gün içinde hiç bu kadar temas etmezdik ama sanki yakın durmazsak kaybolacakmışız gibi geliyordu. Yukarı çıktığımızda ben banyoyu kullanılabilecek hale getirmeye çalıştım. Kwang da öğle namazı kılmak için kıblenin yönünü araştırmaya başladı. Güneşin yönüne göre bazı tahminlerde bulundu. Dışarı çıktı. Uzun sayılacak bir süre gelmemesi beni korkutsa da tam onu kontrol edecekken gelmişti. Sonunda ise edindiği kanaate göre bir yön oluşturdu. Kaç gündür o yolculukta bağlı ve kafes içindeydik. Açlık ve susuzluktan yarı baygın halimiz ve bağlı olan gözlerimizle namaz kılma imkanımız elimizden alınmıştı. Gece mi gündüz mü anlamıyorduk. Ağrılardan kımıldayamıyor ve iki büklüm zincirlerle tutuluyorduk. O karanlığı hatırlamak başımı ağrıttı. Ben banyoyu temizlerken Kwang da yatak odasının yanındaki odada namaz kılabilmek için bulduğu bir çalı süpürgesiyle yerleri süpürdü. Her şeyden önce kendimizi temizlememiz gerekiyordu.

Sıcak suyun akacak olma ihtimalini pek olumlu düşünmedim. Belki de güneş enerjisi vardır diye içimden geçirsem de sonra bu düşünceye de içim sıkıldı. Küvete akan suyla elime aldığım bir bezi burayı temizlemek için kullanıyordum. Su ısınmamıştı ve belli ki ısınmayacaktı da. Kwang'ın sesi arkamda duyulduğunda, "Ben dışarıda ateş yaktım. Bulduğum geniş bir tencereye su doldurdum. Isındığında getiririm," deyince şaşkın gözlerle ona baktım. "Ne çabuk yaptın bunu?" deyince yine elimden tutup beni banyodan çıkardı. Karşı duvarda kasabayı gördüğümüz pencereye doğru yürüdü. Camı açtığında pencereden aşağı beni de yanına alarak eğildi. "Bak. Evin altında aşağı inen bir giriş vardı. Odunluk olarak kullanılmış. Balta ve kütük de var. Bizden önce burada yaşayanlar evin altına odun yığmış. Ateş yaktıkları yere de şu gördüğün kazan gibi tencereyi koydum. Ateş yakmak için de gerekli malzemeler vardı," diye yaptıklarını anlatması da gözüme fazla sevimli gelmişti. "Mutfakta da evin altında da güğüm var. Ben su ısındıkça getireceğim," diye de ekledi. Sonra pencereden aşağı biraz daha sarkarak evin arkasını incelemeye başladım. Kwang belimi koluyla kavradığından ne kadar aşağı eğilsem de beni tutuyordu.

Arka alan çimenlikti. Yeşil ve sarı arasında soluk renkli otlar bir sonbahar havasını veriyordu. Dağlara baktığımda yüksek yerlerde kar vardı. Kasabaya ise güneş vuruyordu. Cidden buranın atmosferi çok değişikti. Mevsimlerin birbirine karıştığı bu yerde aslında ağustos ayına girecektik. Kwang'ın da doğum günü yaklaşıyordu. Zaman hızlı ilerliyordu. Bu kasabanın ben de uyandırdığı hisleri belirterek, "2073 yılında ortaçağı yaşamak nasıl hissettiriyor?" dediğimde Kwang'a baktım. Zaten onun da aklında olan bir şeyi yakalamışım gibi gülümsedi. Kasabaya bakarak cevap verdi. "Atlara bindiğimizden beri bunu düşünüyorum. Burada yaşamak ilginç olacak. Nükleer savaş buraya da vurup radyasyon her şeyi çürüttüğünden gelişmek için yeniden güç kazanamamış olmalılar. Tabi bu bizim gördüğümüz, şehirde ya da ülkenin merkezi neresiyse tam olarak nasıl bir teknolojiye sahip olduklarını bilmiyoruz." Anlattıkları üzerine kasabaya bakıp düşünmeye başladım. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar ve uzun sivri görünümlü çatılar... Yollarda sürülen at arabaları ve hala insanların gezdiği pazar yerini görebiliyordum. Bir de yeni bir hükümetin ne amaç güttüğünü öğrenmekle meşgul olacaktık. "Kwang?" Soru içeren seslenişim camdan sarkan halimizi doğrultmuştu. "Efendim ayçiçeği."

Şimdiden hiçbir şeyi bilmemiz mümkün değildi ama yine de sordum. "Sence buradan çıkabilir miyiz?" Sessiz çıkan sesim ona ciddi bakışlar sunmuştu. Ellerimi tutarak derin bir nefes aldı. "Hesna... Acele etmemize gerek yok. Dünya yıkılıyor. Akhara şu an eminim ki berbat durumdadır. Arkadaşlarımızın bize ihtiyaç duyacağı ortada ama hepsi eğitimli birer asker. Bizsiz kimse ölmez ama biz ölebiliriz. Bütün o yolculuğu tekrar çekecek güce ulaşabilmeliyiz. Akhara ile bağlantı kurabilmeli ve içeride neler döndüğünü öğrenmeliyiz. Bunların hepsi sırayla olacak. Kasaba erkekleri asker oluyor. Beni de içlerine katmaları yakındır. Askeriyelerine girip bu ülkede neler döndüğünü anlayacağım. O zaman gitmenin mi yoksa kalmanın mı daha hayırlı olduğunu görürüz," dediğinde bu sözleri hiç hoşuma gitmemişti. Kaşlarım ister istemez çatıldı. "Ben ne olacağım peki? Gördüğüm kadarıyla burada kadınlar asker olamıyor. Biraz tarlada çalışıp eve dönecek ve acaba bugün gelecek mi diye her gün seni mi bekleyeceğim? Ben de askerim. Sensiz burada kendi başıma kalamam." Ondan ayrılmak zorunda kalacağımı düşünmüştüm. Fakat hemen olmasını istemiyordum. Onsuz nasıl uyuyabilirdim ki?

Kwang ellerimi hala bırakmıyor ve konuşmaya devam ediyordu. "Hesna, ben olası her şeye hazırlanmamız için konuşuyorum. İkimizin de kasabada kalması bizi buraya sonsuza kadar bağlar. Bu şekilde bir çıkış yolu bulamayız. Çocukluğumdan beri asker olarak yetiştirildim. Ben istihbarat uzmanıyım. Sadece savaş hazırlığı için herkes tek rütbede asker kaldı. Oysa bu benim işim. Benden beklenen de bu olacaktır. Sen burada kalacaksın. Burasının mecbur bıraktığı şartlar bunlar." Sözlerini yumuşak kullanmaya çalışıyordu ama ben sinirlenmekten kendimi alamıyordum. "Benim işim ne sence?" diye devam edecekken sözüme girdi. "Bir kaç ay askeriyeye dahil oldun diye asker olmadın. Bu senin işin değil. Yapay zeka ve veri mühendisliği okudun. Muhtemelen bu alanda işe girecekken festival her şeyi patlattı. Bir diğer işin ise yazar olmak. Sen asker değilsin. Sadece savaş için eğitilen insanlardan birisin. Kadınlar burada asker olsaydı bile dahil olmanı istemezdim. Hastalıkların var. Zarar görmeni istemiyorum artık," dedi. Hem şaşkın hem ciddiyetle bakıyordum ona. Sözleri beni kızdırıyordu.

"Ne hastalığım varmış benim? Kanser değilim, ölümcül bir hastalığım da yok. Çocuğum olmuyor diye mi tehlikeye düştüm? Bunun tedavisini alıyordum zaten. Ben iyiyim," dediğimde yine konuştu. "Dediğin gibi, tedavi alıyordun Hesna. Artık böyle bir imkanın da yok. Radyasyonu hissetmek bazı hastalıklarda bile mutanta dönüştü. Karın ağrının şiddetini başında bir migren olarak hissediyordun. Şimdi insanların çürüdüğü bu yerin atmosferi bizi hasta etmeyecek mi sanıyorsun? Yumurtalıklarında kistler vardı. Buranın şartları bunu tekrarlayabilir. Ağır işlerden kaçınmalı, tarlada ne söyleniyorsa onu yapmalı ve eve geldiğin sürede de kendine iyi bakmalısın. Hemen gidecek değilim. Sonuçta ülkelerine gelen tehditleriz. Aylarca tarlada çalıştırılabiliriz. Sonra ihtiyaç duyduklarında Akhara askerlerini de kullanacaklardır. Bunun olması için de uğraşacağımı bil. Bizim için... Yaptığım her şey bizim için olacak," dediğinde ellerimi ondan çektim. Kollarımı göğsüm üzerinde bağlayıp pencere pervazına yaslanarak dışarıyı izledim. Sinirliydim. Bunları yaşamak istemiyordum. Yapabileceğimden de emin değildim. Zorundaydım yine ve yine hayatta kalmak için bir şeylere zorlanıyorduk...

O tam bir şey söyleyecekken konuyu kapatmak ister gibi, "Su kaynıyor, getirebilirsin," dedim. Yüzüm düşmüştü. Sesim soğuk çıkmıştı. Önce biraz bana baktı. Ben ise aşağıdaki kaynayan kazana bakıyordum. Bir şey demeden yanımdan ayrıldı. Merdivenden inmeye başladı. Yine duygularım boğazıma sıkışıyordu. Çok geçmeden elinde iki güğümle evin altından çıktı. Kazanın içine daldırdığı bir güğümü doldurmaya başladı. Kendi kendime konuşarak küveti doldurmak için banyoya yürüdüm. "Asker değilmişim. Aylarca eğitim almışım sadece. Lafa bak. 18 yaşımdan beri kulüplerde bu öngörülerek askerliğe hazırlanıyorduk zaten. Tamam onun kadar değildi belki ama herhangi bir askerden farkım mı vardı?" İç çekerek küvetin musluğunu açtım. Gelen sıcak suyla ılıklaştıracaktım. Onu beklerken yine kendimi konuşurken buldum. "Anlıyorum korkuyorsun da adam ben de korkuyorum. Ona bir şey olsa? Nefret ediyorum bu düşünceden." Haklı olduğunu biliyordum. Sözlerinin gerçekliği canımı sıkıyordu. Asker olmak için yetersiz olduğumu söylediğinden değil, yeteceğimi o da biliyordu. Sadece buranın şartlarına asker olarak uyum sağlamamı istemiyordu. Korumak istiyordu bizi bunu biliyordum. Kızdığım bize bu şartları sunan olaylardı.

Biraz sonra merdivenden gıcırtı sesleri duydum. Merdivenin başına giderek ellerine aldığı güğümlerden birine uzandığımda, "Bana bırak," dedi. Yine bir iç çekme haline girdim. Önümden geçerek banyoya yürüdü. Güğümlerden birini küvete boşalttıktan sonra, "Sen bu suyla duşunu al. Sonra ben girerim," diye yanımdan gidecekken kolunu tuttum. Ne yaptığını sanıyordu? "Nereye gidiyorsun?" dediğimde şaşkın bakışlarla bana baktı. "Seni bekleyeceğim," dedi ama bakışları çekingendi. Sanki vereceğim tepkilerden kaçıyor gibiydi. Doğru, ilk defa ciddi bir mesele adına gerilmiştik. Kavga edecek olsak ikimizin de ne tepkiler vereceğini kestiremiyordum. "Çıkar üstünü. Sen gireceksin," dediğimde ben de üzerimdeki cübbeyi çıkararak altımdaki siyah üniformayla kaldım. Kollarımı kıvırdığımda hala şaşkın bir ifadeyle bana bakıyordu. "Ben mi çıkarayım?" diyerek ona doğru yürüdüm. Onun şaşkınlığını izlemenin keyif verdiğini de söylemeliydim. Yakasını açarak üniformasını çıkarmaya başladım. Çelik yeleği bile üzerindeydi. Kim bilir kaburgasındaki yara ne hale gelmişti. Yeleği çıkaracakken bileğimi tuttu. Yutkundu ve, "Ben yaparım Hesna," dedi. Sanki bilmiyorduk. Yaralarını görmeliydim. Yaralarını kendim temizleyecektim.

Ona cevap vermeden bileğimi elinden çektim. Çelik yeleği de üzerinden aldığımda siyah atletini belinden yukarıya çıkarmaya başladım. Kaburgasının olduğu yere atlet yapışır gibi oldu. Yavaşça yukarı doğru kaldırdığımda dişlerimi sıktım. Yaranın açıklığını görünce içim titredi. Atleti başından çıkardığımda üstsüz hali üzerinde yarasına baktım. Görmemi istemezmiş gibi başını yana eğmişti. Ona kızar gibi, "Ben mi hastayım? Kendine bak. İyileşmeden hiçbir şeye atlama sakın," diyerek küvete doğru yürüdüm. "Pantolonunu çıkar," diye de ekledim. Kenarda duran oturağı küvetin yanına koyduğumda aldığımız sabun ve kabak lifini çıkararak köpürtmeye başladım. Bir bez daha alıp yaralarını yıkamak için sıcak sayılan suya soktum. Ben önümdekilerle ilgilenirken o yavaşça küvetin içine girmişti. Hala şaşkın bakışlarını üzerimde hissediyordum. Oturağı onun yanına doğru yaklaştırdım. Hamam tası sayılan bir kabı suya daldırarak yavaşça omuzlarından dökmeye başladım. Ensesine geldiğimde daha hassas davrandım. Oysa kurşun sadece sıyırmıştı. Hatta sıyırmamış kaskı ve yeleği sayesinde sadece biraz dokunmuştu. Ona rağmen nasıl bu kadar yara yayılmıştı anlamamıştım doğrusu. Ensesinde avucumdan biraz büyük bir yanık izi sırtına doğru gidecek gibiydi. Su değince titrer gibi oldu. "Canın yandı mı?"

Cevap vermemişti. Şimdi tası kafasına vuracaktım. "Soru sordum Kwang Jee. Ben demiyor muyum ne hastalığın varsa bana söyle diye. Şu durumda çocuk gibisin," diyerek ensesine su dökmeye devam ettim. Temizlenmesi gerekiyordu. Bu hiç ilaç sürmezsek enfeksiyona dönerdi. Kesinlikle o kurşunlara bir şey katmış olmalıydılar. Silahlarının içi de kusmukları gibiyse zaten insanı hasta ederdi. Kwang onu azarlar gibi konuşmama karşılık nihayet cevap verdi. "Biraz yanıyor," sessiz söylediği bu cümleye yanıt verdim. "Sen biraz dediğine göre fazla acıyor olmalı," dedikten sonra yarasının yanına küçük bir öpücük koydum. Ona zarar geldiğini görmek beni üzüyordu. Kıyamıyordum da. Öptüğümde yüzünü bana çevirdi. Sanki barış imzalamışım gibi bakışları rahatladı. "Her acıyan yerimi böyle öpeceksen, neresi yanıyorsa söylerim sana," dedi. İşte bu cümlesi çatık kaşlarımı serbest bırakmış ve beni güldürmüştü. "Seni öpmem için bir yerinin yanmasına gerek yok. Yine de bana bunu söyle," demem üzerine bana uzun uzun bakmaya başladı. O hala bana bakarken ben saçlarına su dökmeye devam ettim. Köpürttüğüm lifi de vücuduna sürmeye başladım. Uslu bir çocuk gibi ne dersem onu yaptı.

Bu banyo onu rahatlatmıştı. Saçlarını duruladığımda mis kokusunu içime çekmeye başladım. Yaralarını güzelce temizleyip onu yeterince yıkadığımda bana sevimli ve kurnaz sayılacak bir ifadeyle baktı. "Su hala sıcak," dediğinde ona gülümseyerek baktım. "Yani?" diye sorduğumda küvetin içinde bana yaklaştı. Sonra bir şey demeden elleri yakama gitti. Açık kalan banyonun kapısını bir eliyle uzanarak kapattı. "Üşütmeyelim..." derken saçlarımı dağıttı. Sonra diğer güğümdeki suyu kullanacak kadar vakit geçirdik. Her dokunuşunda beni özlediğini söylüyordu. Ben de onu özlemiştim. Saçlarımı köpürttü, duruladı. Onun sıcaklığıyla rahatladım. Kendimi ona bıraktım. Onunla her şeye gücüm yeterdi. Onunla her şeye dayanırdım. Onunla olacaksa her şeye vardım. Ne kadar hoşuma gitmese de, tehlikeli de olsa ne yapılması gerekiyorsa onu yapacaktım. Bizim için, bizim için bunu yapmalıydım. Güzel imkansızlıklar vardı hayatımızda ve bunları mümkün kılabilmek için sağlam bir inanç içinde olmalıydık...

Dakikalar sonunda giyinip namazımızı kıldık. Satıcı kadının bize verdiği kıyafetlerden kendi üzerimize uygun bir şeyler almıştık. Sonra günlerin yorgunluğunu hafifletmek için uyumaya karar verdik. Yatak odasına giderek nevresimleri çıkardık. Gardırobun yanındaki dolapta temiz bir şekilde duran yastık ve yorganlar diziliydi. Biraz havalandırdık tabi. Sonra yeni nevresimleri yatağa serdik. Sonunda yatağa oturduğumuzda biraz kuruladığım saçlarım hala nemli olduğundan Kwang arkama geçti ve saçlarımı kurulamaya başladı. Bunu yaparken saçlarımı eline alıyor ve kokluyordu. Güzel sözler söylerken saçlarımı öpüyordu. Sonra beni de kendini de yorganın içine alarak kollarıyla gövdesinin içine aldı. Sırtımdaki sıcaklığı hoşuma gidiyordu. Kendimizi uykuya bıraktık. Yarın için dinlenmiş olmalıydık. Bu öğlen uykusu iyi gelecekti. Güneş öğlen vakti biraz görülmüştü. Şimdi ise sanki uzaklaşmıştı. Soğuk bulutlar etrafı karartıyordu. Sadece Kwang'ı düşünerek ve onun yanında huzur bularak uyudum...

Rahat bir uyku çekmiştim. Gözlerim biraz aralansa da Kwang'a daha da yaklaşarak yatmaya devam ettim. Bu sırada ondan gelen mırıltılar duydum. Acı çeker gibiydi. Yine beni korkutan hisler içime doldu. Kalkıp ona döndüm. "Kwang? İyi misin?" Gözlerini sıkıca kapatıyor ve sanki açamıyordu. Alnından dökülen terler yastığını ıslatmıştı. Ellerimi yanaklarına koyarak bana bakmasını ister gibi kendime çevirdim. "Kwang! Ne oluyor?" Yorganı üzerimizden attığımda kıyafetinde ıslaklık gördüm. Açıp yarasına baktığımda yaradan iltihap gibi su çıkmıştı. Elimi korkarak ağzıma götürdüm. "Kwang..." Hemen ensesine baktım. Orası da çok kötü görünüyordu. Ne yapmalıydım? Ne yapacaktım? "Kwang lütfen aç gözlerini. Beni duyuyor musun?" desem de o titrer gibi duruyor ve gözlerini açıp da bana cevap veremiyordu. Sanki bir kabusun içindeydi. Onu ne kadar sarsıp kendine gelmesi için uğraşsam da başarısız oldum. Bacaklarım titreyerek yataktan çıktım. "Bekle beni. Yardım isteyeceğim. Dayan sevgilim..." diyerek alnını öptüm. Koşarak odadan çıktım. Üzerime siyah cübbemi alarak merdivenlere yöneldim.

Saçlarımı toplayarak aşağı kata indim. Merdivenleri bitirdiğimde mutfağa geçtim. Sandalye üzerine bıraktığım şalı başıma hızla sardım. Telaş içime yüklenmişti. Saçlarımı örttüğümde kapıya koşup kendimi dışarı attım. Etrafıma ne yapacağımı bilmez bir şekilde bakıyordum. "Yardım edin!" Kim duyacaktı ki beni? Kasabaya baktım. Gözüme çok uzak geldi. Taş evler daha yakındı. Evin önünde bir kasabaya bir de taş evlere bakıyordum. En sonunda kendimden nefret eder gibi sıkıntıyla bağırıp taş evlere doğru çıktım. Koşmaya devam ettim. Ben gittikçe yokuş yukarı dikleşen yerde hızımı arttırmaya çalıştım. Bir kaç ağaç ve kuyu geçtim. Karga sesleri duydum. Taş evlerden birine yaklaştığımda kapısına kendimi güçlükle attım. Demir kapıya vurmaya başladım. "Yardım edin! Lütfen, açın kapıyı!" Bir kadın bana ne kadar zarar verebilirdi ki? Büyücüler bana zarar verecek olsa kendimi rahatça savunurdum. Sonuçta onlar da insan değil miydi? Bu kapıdan bir karşılık göremeyince başka eve doğru koşmaya başladım. Kapısının açık olduğunu görünce gayri ihtiyari içeri daldım. Bir kadın şişelerle dolu bir raftan kendine bir şeyler arıyordu. Benim üzerimde olduğu gibi onun da üzerinde siyah, uzun bir cübbe vardı. Pelerin gibi yere kadar genişçe uzanıyordu. Cübbenin bol şapkasını da kafasına geçirmişti.

"Yardıma ihtiyacım var!" diyerek can havliyle konuşmam üzerine kadın bana doğru yavaşça döndü. Boynunda parlak taşlar vardı. Uzun siyah saçları belini de geçiyordu. Beyaz tenli, keskin bakışlı bu kadın oldukça rahat bir tavırla, "Evime izinsiz mi giriyorsun?" dedi. Elindeki cam şişeyi önündeki masaya bıraktı. Cesur ve dik durmaya çalışarak, "Lütfen, eşim hasta. Kurşun yaraları yanığa dönüştü. Vücudu terliyor ve uyanmıyor," dediğimde kadın bunu zaten biliyormuş gibi konuştu. "Sen Akhara'dan gelenlerdensin değil mi? İyi görünüyorsun. Sorun nedir?" Benimle dalga mı geçiyordu? "Az önce söyledim! Eşim hasta, yardıma ihtiyacım var. Sizde bir ilaç var mı?" Kadın güldü. "İlaç mı? Bizim ilaçlarımız pahalıdır. Sende de hiç para olduğunu sanmıyorum." Kafayı yiyecektim. "O zaman anlat! Nereden ilaç bulurum? Kendim yapmam gerekiyorsa yaparım." Kadın yine rahat bir tavırla konuştu. "Bana senin yalnız olduğunu söylemişlerdi. Her neyse, ilaç istiyorsan pazar yerine sormalısın. Dikkat et, sen gidene kadar tezgahlar kapanmasın. Yağmur yağacak gibi duruyor," dedi. Ne yalnız gelmesi? Ne diyordu bu kadın? "Ben yalnız değilim. Buraya eşimle getirildim," desem de kadın bu sefer söyledikleriyle beni daha da sinirlendirdi. "Eşin kasabaya getirilince ölmüş. Duyduğuma göre gerçekten delirmişsin."

Kaşlarımı çatarak büyük bir kızgınlıkla kadına baktım. Bana aptal bir gülümsemeyle bakıyordu. Daha fazla bir şey demeden buradan hemen çıktım. Geldiğim yolu tekrar geri koştum. Ne anlatmıştı bu bana? Ne ölmesi, ne delirmesi? Yokuş aşağı yuvarlanmamaya dikkat ederek koşmaya devam ettim. Evin kapısına doğru dönerken düşecek gibi oldum. Kayan ayaklarımın ardından yerden destek alıp kalktım. Kapıyı açıp merdivenleri hızla çıktım. Yatak odasına doğru yürüdüm. Fakat odanın görüntüsü zihnimi döndürdü. Etrafıma baktım. Odada kimse yoktu. "Kwang!" Nereye gitmişti? Diğer odaya baktım. Banyoyu açtım. Yoktu! "Kwang Jee! Neredesin?" Tekrar aşağı kata indim. Mutfağa girdim. Burada da yoktu. Bütün odalara baktım evin altına da girdim. Odunların olduğu, ateş yaktığı yere baktım. Aklımı kaçıracaktım. "Kwang Jee!" Evin içine tekrar koştum. Kapıdan çıkarak evin ön taraflarına baktım. "Kwang neredesin?" diye bağırdım. Belki de benden sonra uyanmıştı ve onun için kasabaya gittiğimi düşünerek evden çıkmıştı. Kasabaya baktım. O uzun gelen yolu tüm gücümle koşmaya başladım.

Gözlerimde biriken yaşlar ben koştukça dökülüyordu. Nereye gitmişti? Kasabanın taşlı kaldırımlarını görene kadar koştum. Nefesim kesildi, boğazımda buz gibi bir kuruluk oluştu. Bulutlar havayı karartmıştı ve yağmur damlalarını yüzümde hissetmiştim. Pazar yerine bakıyordum. Tezgahları kaldırmaya başlamışlardı. Kasabaya inene kadar koştum. Sonunda pazar yoluna ulaştığımda ilk tezgaha doğru koşmaya devam ettim. Bize ekmek satan kadını gördüm. Onun tezgahında savrulur gibi kendimi güçlükle durdurdum. "Eşim buraya uğradı mı? Onu gördünüz mü?" Sakin olmaya çalışıyordum ama betim benzim atmış olmalıydı. Kadın tezgahını topluyor ve bana bakmıyordu. "Onu gördünüz mü?" Ben sanki burada yokmuşum gibi yüzüme bakmamaya ve cevap vermemeye devam etti. Eşin kasabaya getirilince ölmüş. Duyduğuma göre gerçekten delirmişsin. Hayır! Hayır! Büyücü sadece kendine eğlence arıyordu. Kadın bana cevap vermeyince aşağı doğru koşmaya devam ettim. Su satan ihtiyar adamı gördüm. "Bayım! Lütfen, söyleyin bana eşimi gördünüz mü? Buraya yanımda bir adamla gelmiştim o nerede?" Adam beni hiç anlamamış gibi suratıma bakıyordu. Bana bir kase su uzattığında, "Hayır, su istemiyorum. Sizden su almıştık. Eşimi arıyorum," ne dersem diyeyim beni anlamadı.

Onu da geçerek tezgahların yanından koşmaya devam ettim. Sebze ve meyvelerini kasalara toplayan o kız çocuğunu gördüm. "Bakar mısın?" diyerek omuzlarını tuttum. Onun bana bakmasını sağladım. "Buraya bir adamla gelmiştim. Onu gördün mü?" Başını olumsuz anlamda sallayarak kaçar gibi kendini ellerimden kurtararak babasının arkasına saklandı. Bu sefer adama, "Buradan uzun boylu, siyah saçlı bir adam geçti mi? " Sesim titremişti. Adam kendi dilinde bana bağırarak bir şeyler söylüyordu. Neden kimse yardımcı olmuyordu? Sonra bana kumaş vermeyen kadının sesini duydum. "Huzur bozma! Defol git buradan!" Kadının ne söylediğine aldırmadan onun yanına hızla gittim. "Lütfen, söyleyin bana. Buraya yanımda bir adamla geldim. Onu gördünüz mü?" Kadın bana tiksinerek baktığında, "Sen buraya yalnız geldin," dedi. Bu cümle bütün zihnimi dondurdu. Herkes bana oyun mu oynuyordu? "Bakın, eşimle geldim ben buraya. Onu arıyorum!" Kadın beni eliyle iterek tezgahından fırlatır gibi attı. "Sağır mısın? Buraya yalnız geldin diyorum!" Yere düşmüştüm. Hızla kalkıp tekrar karşısına geçtim. "Ben yalnız değildim!" Kadın bu halimden sıkılmış gibi konuştu. "Eşin araçtan indirildiğinde ölmüş. At üzerinde yalnız getirildin. Zaten kendi kendine konuşuyordun. Uzak dur halkımdan. Hastasın herhalde."

Ne anlatıyordu bu? Ondan ayrılarak pazar yerinde bağırmaya başladım. "Kwang! Kwang Jee neredesin?" Herkes bana rahatsız bakışlar atıyordu. Bana kıyafet veren kadının tezgahını aradı gözlerim ama çoktan kaldırmıştı. Daha uğradığım diğer tezgahlara sordum. Kimse bana cevap vermedi. Kabus muydu bu? Uyanmamış mıydım hala? Kendime tokat attım. "Uyan! Uyan! Uyan!" Yol ortasında ağlamaya başladım. Bağırdım, çağırdım. Kimse cevap vermiyor verenler de benim yalnız olduğumu, bahsettiğim kişiyi hiç görmediklerini söylüyordu. Herkes sanki birbiriyle anlaşmıştı. Gerçek miydi bunlar? Tezgahların arasından yukarı doğru koşmaya başladım. Kasabanın içine gittim. Burada da Kwang'ı sormaya ve aramaya devam ettim. Herkes aynı şeyi söylüyordu. Sen yalnızdın. Eşin ölmüş. Delirdi galiba. Öldüğünü kabullenememiş. Hayal görüyor. Kasabadan çıkmaya karar verdim çünkü akıl sağlımı yok edeceklerdi. Eve doğru koştum. Arada yere düştüm. Kalkıp devam ettim. "Kwang!" sesim kısılıyordu artık. Bir yandan yağmur bastırmıştı. Cübbenin şapkasını başıma geçirdim. Nihayet eve yaklaşmıştım. Eteklerim, botlarım çamur olmaya başlamıştı. Eve tekrar girdim. Bütün odaları tekrar aramaya başladım. Yoktu!

"Allah'ım ne yapacağım?" Nereye giderdi ki bu adam? En son yatıyordu, kalkamıyordu. Biri mi götürmüştü? Neden götürsün ki? Yoksa, yoksa gerçekten... Ölseydi bunu hatırlamaz mıydım? Araçtan indiğimizde baygındı. Kalkamamıştı bir süre... Yoksa? "Hayır!" Taş evlere doğru tekrar koştum. Bana Kwang'ın öldüğünü söyleyen büyücünün evine doğru gitmeye devam ettim. Yağmur beni daha da ıslatmıştı. Başım ağrımaya başladı. Bütün damarlarım beynimin içinde atıyordu sanki. Büyücünün evine ulaştığımda bu defa kapısı kapalıydı. Kapıya vurdum. "Aç kapıyı! Bana vereceğin cevaplar var aç kapıyı!" Kapıyı tekmeledim ama kimse bakmadı. Yağmur daha da şiddetli yağmaya başladı. Diğer taş evlere doğru bağırdım. "Ne oluyor bu kasabada? Bu kasabanın neyi var böyle?" Kimse dışarı çıkmadı. Artık nereye gideceğimi bilmiyordum. Dizlerim üzerine çökerek öylece kaldım. Düşündüm. Düşündüm... Ne olabilirdi? Nefes alışverişlerim sakinleşmedi. "Kwang, neredesin?" Sessizce kendi içimde konuşmaya başladım. Başıma vurdum. Bütün bedenim bir an da soğuyan havaya karşı tepkime göstermeye başladı. Avuç içlerimi yere koyarak dizlerim üzerinde kalmaya devam ettim. Sonra yere damlayan kan damlalarını gördüm. Burnum kanıyordu.

Burnumu elimin tersiyle silerek etrafıma bakmaya devam ettim. Taş evlerin çıktığı yola doğru koşmaya başladım. Ormana doğru hızla koştum. Belki Kwang onun için şifalı otlar toplayacağımı düşünüp ormana gelirdi. Gelmişti belki. Ormanın içine girdim. "Kwang!" Bağırarak koşmaya devam ettim. Sonunda bir yükseklik gördüm. Adımlarımı yavaşlattım. Uçurum muydu? Ağaçların bittiği yerde yürümeye devam ettim. Uçurumun kenarına kadar geldim. Sesimi buradan duymasını umdum. "Kwang Jee!" Bekledim. Ses yoktu. Allah'ım nerede bu adam? Uçurumdan aşağıyı izledim. Yağan yağmur gökyüzüne bütün griliğini sunmuştu. Aşağısı sisti. Ne olduğunu göremiyordum. Bol bol orman ve ağaçlar olmalıydı. Omuzlarım düştü. Üşüyordum. Yutkundum. Arkamı dönerek eve dönmeyi düşündüm. Döndüğümde ise benimle konuşan büyücüyü tam arkamda gördüm. İrkilmiştim. "Sen!" diye devam edemeden eline biriktirdiği bir tozu yüzüme üfledi.

Acıyla inledim. Tozun kokusu hem burnumu tıkamıştı hem de gözlerimi yakmıştı. Gözlerimi açamadım. Dengemi kaybedip yere düşmemek için dizlerim üzerine oturdum. Avuçlarımı havaya kaldırarak içine yağan yağmurun birikmesini bekledim. Gözlerimden tozu arındırmaya çalıştım. Canım yanmıştı. Güç bela gözlerimi açtım. Kimse yoktu. Ne yapıyordum ben burada? Bu yağmurun altında, burada ne işim vardı? Etrafıma baktım. Buraya nereden gelmiştim. Uçurumdan uzaklaştım. Uykudan yeni uyanmışım gibi üzerimde bir sersemlik vardı. Neden her yerim bu kadar ağrıyordu? Başım zonkluyordu. Olduğum yerden daha fazla ileriye gidemedim. Nereye gidecektim? Nasıl gelmiştim ki buraya? Bekledim. Bir şeyler hatırlamaya çalıştım ama zihnime hiçbir düşünce gelmedi. Bomboştum. Gökyüzüne baktım. Yağan yağmurun altında gözlerimi kapattım. Biraz öyle kaldıktan sonra uçurum kenarını izledim. Neden oraya çıkmıştım ki? Çok sürmeden bir ses işittim. Arkamdan gelen sesin sahibine döndüm. Sonra o ince, güzel sesi anlamaya çalıştım. "Sana yardım edebilirim..."

Bölüm sonu...

Bölüm nasıldı? Düşünceleriniz, sorularınız neler?

Sizce Kwang'a ne oldu?

Büyücülerin amacı ne? Kasabanın sırları olabilir mi?

Peki Akhara da neler oluyor? Bizi gelecek bölümde neler bekliyor?

Oy vermeyi unutmayın... Gelecek bölümde görüşmek üzere. Kendinize çok iyi bakın...

Continue Reading

You'll Also Like

1.3K 198 20
Tek kurtuluş yolu ölüm olan bu oyuna hazır mısınız? Ölüm bir nefes kadar yakın. Yaptığınız hareketler, Verdiğiniz nefesler, Yediğiniz veya içtiğiniz...
1.6K 1K 10
Sadece sevmek yetmezdi, aşık olmak için... Romantik ve dramatik birbirinden anlamlı şiirler sizleri bekliyor. ♡♡♤♡♡
380K 12K 51
işten eve dönerken ıssız bir ormanda duyduğu sesin peşine gitti ve bu bulunduğu yer onun hayatının değişim noktasıydı. * * * * * İLK KİTABIM OLDUĞU İ...
10.3K 806 13
Bazen denemek gerekir, Nironya olmamak için.