ZAMAN SARNICI

By as_nighthawk

16.6K 1.3K 261

21.yy'da İstanbul Emniyetinde görev yapan komiser Gonca Kandemir, bir sabah gelen bir cinayet ihbarıyla Yereb... More

1: Bir Gece Ansızın
2: Bambaşka Bir Dünya
3: Bir Küçük Kargaşa
4: Altın Kafes
5: Şehzade
6: Ev
7: Altı Yapraklı Papatya
8: Karar
10: Sorular Ve Sorgular
11: Boomerang
12: İlkler Ve Şimdiler
13: Bir Bakışta Bin Anlam
14: Üç Noktadan İkisi
15: Taş Duvarlarda Sızıntı
16: Yanıklar Ve Yankıları
17: Merkezkaç Kuvveti
18: Kırk Birinci Tilki
19: Köşebaşı Yalnızlığı
Duyuru!
20: İhtiyaçlar Ve Amaçlar Hiyerarşisi

9: Geçmişin Ayak Sesleri

729 61 10
By as_nighthawk

Yazım yanlışı olan pasajlara yorum bırakırsanız sevinirim. İyi okumalar.

İnsan dediğin aldığı kararlardan, gerçekleştirdiği fiillerinden ibaretti. Onlar doğrultusunda yaşar, ve arkasından ya sevinci ya da pişmanlığı tanıyor, tadıyorduk. Bitmek bilmeyen yollardan, çıkmazlardan geçerek, kendimize doğru olduğunu düşündüğümüz bir rota belirlemeye çalışıyorduk aslında. 

Arabayı ezbere bildiğim yollarda sürerken aldığım kararın doğruluğunu sorguluyordum hâlâ. Bilinmezliğin ortasında kendimle birlikte etrafımdaki insanları da sürüklüyor, olası bir olumsuzluk sonucunda yaşayacağım vicdan azabı ve suçluluk duygusunun ceremesini şimdiden çekiyordum.

Tanıdık sokaklardan geçtiğimde sabahın erken saatleri dolayısıyla yavaş yavaş canlanan ortalığa boş bakışlar atıyordum. Bir çok yeri tanıyordum ama hiçbirini benimseyemiyordum. Babamın işi dolayısıyla sürekli ülkenin dört bir tarafında yaşamıştık. Hem hepsi evimdi, hem de hiçbiri. Akademiye geçinceye kadar oradan orya sürüklenip durmuştuk, gocunduğumdan ya da istemediğimden değil ama, bir yere ait olma fikri de hep güzel gelmişti bana. Çocukluğumun geçtiği sokaklar yoktu benim; sadece hayal meyal hatırladığım lojmanlarda ve onların bahçesinde geçirdiğim küçük anılarım vardı ki bunların bir çoğu edindiğim küçük arkadaşlarımın babalarının şehit haberini aldıkları anılardan oluşuyordu. İçimdeki o korkuyu asla atlatamıyordum.

Bahçe kapısından içeriye girdiğimde, gördüğüm ikinci arabayla Gökhan abimin de çoktan buraya gelmiş olduğunu anladım. Arabamı onlarınkinin yanına park edip indim ve eve doğru yürümeye başladım. Kim bilir bir daha ne zamana gelecektim buraya? Belirsizliklerden nefret ediyordum.

Kapıyı çalıp açılmasını bekledim. Dün gece o nottan sonra annemi aramış ve bugün önemli bir kararımı bildirmek üzere Bursa'ya geleceğimi haber vermiştim. Tabi annem hemen tahmin ettiğim üzere evlilik kararı aldığımı sanıp havalara uçmuştu ama neyse ki sakinleştirip hayallerini yıkmam çok uzun sürmemişti.

Kapı açıldığında annemin heyecanlı gözlerini görünce gülümsemekten kendimi alamadım.

"Kızım, hoş geldin." deyip kucaklamak için kollarını açan annemi bekletmeden kollarının arasına sıkıştırdım kendimi.

"Emel, kızımı kapıda mı bekletiyorsun sen?" diyerek içeriden seslenen babamla gülerek birbirimizden ayrıldık. Ayakkabılarımı çıkarıp annemin çıkardığı terlikleri giyindim.

"Kızımmış... Sanki tek başına yaptı." dediğinde ağzımdan küçük bir kıkırtı kaçtı. İçim her ne kadar tereddütle dolu olsa da bunu aileme belli etmeyecektim.

"Duyuyorum seni." diye bağıran babamla annem omzunu silkelemiş ve beni belimden tutarak içeriye doğru götürmeye başladı.

Salona girdiğimde babam her zamanki tekli koltuğunda oturmuş, sağ çaprazında kalan abimle bir şey tartışıyorlardı.

Hızla babama yaklaşıp elini öptüm ve sarıldım, o da anında sarılışıma karşılık verdi. Ondan ayrılıp abimle de sarıldığımda, abim uzaklaşmama izin vermeden kolunun altında yanına oturttu beni.

"Hoş geldin kızım, nasılsın?" babamın yumuşak tınısı onun babacan tavrını aktifleştirdiği anlamına geliyordu ki, bu durumda çok da ciddi olmama gerek olmadığını biliyordum.

"İyiyim çok şükür baba, sen nasılsın?" 

"Ben de iyi olmaya çalışıyorum işte." dediğinde kaşlarım çatılmış, oturduğum yerde dikleşmiştim.

"Bir şey mi oldu baba?" sesimdeki korkuyu gizleyemiyordum.

"Ne olacak, her zamanki mevzu. Emekliliği yediremiyor kendine paşamız." diyen annem elindeki tabakları masaya diziyordu.

"Hep senin yüzünden zaten, tutturdun emekli ol da emekli ol diye. Ne güzel aslanlar gibi görevimi yapıyorum ben." babamın tavırlı sesine gülmeden demedim. Abim de benden farklı değildi. Annem tam ağzını açmış babama cevap verecekti ki, bu tatlı tartışmaları uzamasın diye araya girme ihtiyacı hissetmiştim.

"Anne yardım edilecek bir şey var mı?"  annem açılan ağzını kapatmış huysuz bakışlarına sevgi parıltıları ekleyerek bana dönmüştü.

"Yok kızım, her şey hazır. Hadi soğutmadan geçin oturun sofraya." annemin talimatıyla hep birlikte kahvaltı sofrasına oturduk. Anneme dün akşam haber verdiğim için, döktürmüştü. Pişiler, börekler, poğaçalar havada uçuşuyordu resmen. Kim bilir bir daha ne zamana oturabilecektim bu sofraya?

"E kahve yapayım mı?" diye sordum heyecanla yüzlerine bakarak. Hepsi onayladığında hızla mutfağa yöneldim. Aslında amacım kahve yapmaktan ziyade konuya nasıl gireceğimi düşünmek için zaman kazanmaktı. Konuya girmeyi ertelemek istesem de annemle abimin birbirlerine attıkları sorgulayıcı bakışları görmüştüm. Babamın mevzudan biraz haberdar olması beni rahatlatsa da, annemin tepkisinden çekiniyordum açıkçası.

Kahveleri yapıp hâlâ kahvaltı masasında oturan aile üyelerime kahvelerini verdiğimde kendi kahvemi de alıp yerime oturdum. Kahvemden bir yudum alıp boğazımı temizlediğimde, masada süren sessizlik eşliğindeki bakışlar bana dönmüştü.

"Size söylemem gereken bir şey var?" içimdeki tereddütleri dışımdan göstermemeye dikkat ettim çünkü annem bu tereddüdümü yakalarsa beni ikna etmek için ekstra çabalara girebilirdi. O yüzden sanki bu kararı vermek zorunda kalmamış gibi, tamamen kendi kararımmış gibi sahiplenip aynı eminlikte savunmam gerekiyordu.

"Seni dinliyoruz." diyen abime başımı salladım.

"Ben bir göreve gidiyorum. Uzun süreli bir görev... Ne zaman döneceğim belli değil. O yüzden gitmeden son bir kez hep birlikte vakit geçirelim istedim." annemin yüzüne bakmasam da gözlerinin dolduğuna emindim.

"Ne göreviymiş bu? Hem sen asker değilsin, istihbaratçı değilsin... Ne işin var günlerce sürecek bir görevde. Ne güzel şehrin içinde çalışıyorsun zaten." annemin itiraz dolu sesi kulaklarımı arşınlarken, abim ve babamdan herhangi bir ses gelmiyordu.

"Birincisi asker veya istihbaratçı değilim ama yıllardır onlarla birlikte göreve gidiyorum." deyip kararlı bakışlarımın yerini tedirgin bakışlara bıraktı. "İkincisi bu operasyon günlerce değil, aylarca belki de birkaç yıl sürebilir. Ama en az altı ay." dediğimde annem elini kalbine götürdü. Hızla oturduğum yerden ayaklanırken abim de benden farklı değildi.

"Anne.. Anne iyi misin?" diye telaşla sordum yanına gidip yakasını çekiştirirken. Abim kolonyayı getirmiş, bileklerini ovamaya başlamıştı bile.

"Gonca'm, kızım... Gitmesen olmaz mı?" annemin yalvarır gibi çıkan sesine karşı kayıtsız kalmaktan başka bir seçeneğim yoktu maalesef.

"Anneciğim, korkmana gerek yok. Tehlikeli bir görev değil. Yani bir iş kazası başıma gelmezse bana bir şey olmaz Allah'ın izniyle. Ben sadece uzun süreceği için haber vermek istedim." dediğimde annemin gözlerindeki küçük umut kırıntıları ve yerinde dikleşerek oturmasını bir işaret olarak kabullenmiş ve yerime geçmiştim. Abim de elindeki kolonyayı koyup yanıma oturmuştu.

"Peki bu süreçte senden hiç haber alamayacak mıyız?" abimin sorusuyla küçük bir düşündüm. Geçidin yerinden ve zamanından haberdardım görmek istediğim zaman kaçabilirdim ki, o akşam ki adam da arada sırada ziyaretler yapabileceğimi söylemişti zaten.

"Ben fırsat buldukça, ara sıra gelirim buraya. Ama siz beni sakın arayıp, sormayın. Zaten telefonum dahil her şeyi evde bırakacağım. Geldiğim zaman ben sizi ararım. İlk bir ay benimle hiç temasta bulunamayabilirsiniz, lütfen endişelenmeyin. Dediğim gibi, tehlikeli bir görev değil." alt tarafı zamanda yolculuk yaparak asker yetiştirip gelecektim.

"Hanım, duydun işte kızı. Tehlikeli değilmiş, sızlanıp durma." tüm süreçte sessiz kalan babam ağzını açtığında içimi bir rahatlama kapladı. Karşı çıkmayacağını biliyor olsam da onun desteğini somut bir şekilde hissetmek içimi rahatlatıyordu.

"Gelir gelmez arayacağına ya da buraya geleceğine söz ver." diyen annemle gülümseyerek başımı salladım.

"Söz sultanım, söz." dediğimde gülümsemese de ilk baştaki tedirginliği silinmiş gibiydi.

"Ne zaman gideceksin?" işte beni geren bir diğer soru da buydu; ilki ne zaman geleceksin oluyordu.

"Bu gece." dedim tepkisini çekinerek beklerken. Annem düşen yüzüyle tam bir şeyler söyleyecekti ki babam müdahale etti.

"O zaman sen gidene kadar biraz vakit geçirelim." dediğinde başımla onaylayarak cevap verdim.

Babam masadan ayaklandığında onunla birlikte hepimiz kalktık. Babam koltuğuna geri dönerken abimde göstermelik bir iki şey alıp mutfağa götürdü ve geri dönüp babamın yanındaki kanepeye oturdu. Annem mutfağa geçerken ben de masayı toplamaya başlamıştım.

Masayı toplamayı bitirip babamların yanına döndüğümde annem mutfağı toplamakla meşguldü. Ne kadar ısrar etsem de bana izin vermemişti; benim dinlenmem lazımmış, zaten uzaklara gidecekmişim, orada da yorulacakmışım gibi onlarca cümle sıralayıp beni mutfaktan kovmuştu.

Abimin yanına oturduğumda hiç beklemeden kolunu omzuma attı ve beni kendisine doğru çekti. Babam abimin hareketlerine kaşlarını çatsa da bir şey söylemedi. Bazen aralarında beni ve annemi paylaşamama durumu oluyordu. Bu duruma gülmek istesem de tepkilerinden - özellikle babamın tepkisinden - çekiniyordum. Abim ise babamın kızmasından aşırı keyif alıyordu çünkü babamın, onun hayatındaki tek rolü babası olmasıydı. Benim ise hem babam hem de komutanımdı.

"Abi 1525'den itibaren o dönemde önemli olan bir olay var mı?" hazır tarihçiyi bulmuşken merak ettiklerimi sorabilirdim. Bu düşünceyle bir anlığına kendimi tıp okuyan bir yakınına ağrıyan yerlerini sayan teyzeler gibi hissettim.

"Niye sordun?" abimin gelişigüzel sorduğu soruya her ne kadar 'o zamanlarda biraz takılacağım da başıma bir iş gelmesin diye soruyorum' demek istesem de omuz silkmekle yetinmiştim.

"Öylesine, bir kitap okuyordum da tarihle ne kadar eşleşiyor merak ettim." yapabildiğim en makul açıklama buydu sanırım.

"1526 'da padişah II. Mesut Rusya'nın egemenliği altından yeni kurtulmuş olan Türki devletlerle birlik olarak  Çin üzerine bir sefere çıkıyor. Sefer üç yıl sürdüğünden, Osmanlı Devleti'nde sakinlik hakim. Zaten padişah seferdeyken yerine veliaht şehzade Tuğrul bakıyor." demek şehzademiz üç yıl boyunca İstanbul'da kalıyordu. Bahar denen o cariye belki de bu süreçte şehzadenin dikkatini çekmeyi başarabilirdi de millete sarmayı bırakırdı. Aslında Gülcan'ın da ondan hoşlandığının farkındaydım ama Gülcan o adam yüzünden kendisine gelecek zarardan kendisini koruyamayacak kadar nahif bir kızdı. İçindeki hisler daha da ilerlemeden bitirmesi en iyisiydi onun için.

"Peki bu şehzadenin yönetimi nasıl?" anlaşılan konu babamın da ilgisini çekmişti.

"İnanır mısın baba, adam o kadar yenilikçi ki, takım elbise giydirip şu zaman getirsen ne o bu zamanı yadırgar, ne de bu zaman onu." abim sözünü bitirdiğinde kanımın çekildiğini hissettim. Omurgamdan yukarıya doğru bir ürperti geçtiğinde ne yapacağımı bilemeden bakışlarımı ortadaki sehpaya diktim.

Belki de onun da haberi vardı bu zaman yolculuğu meselesinden, o da bu mevzulara çanak tutanlardan biri olabilir miydi sahiden? 

Benim konuşmamı duyduğunda yüzünde beliren alaylı ifade geldi aklıma, sonra beni bırakması için saraydan araba görevlendirmesi... Peşime taktıkları adam geldi aklıma; muhtemelen sarnıca gidip gitmeyeceğimi anlamak için takip ettirmişti. Yani bu şehzade bozuntusu benim zaman yolcusu olduğumu anlamamışsa bile bundan şüphelenmişti. Bu da demektir ki, o da haberdardı bu işten. Acaba o da gidip, geliyor mudur iki zaman arasında? Peki ya padişah... O ne kadar şey biliyordu? Dahası, acaba bir şey biliyor muydu? Yoksa oğlu arkasından iş mi çeviriyordu?

"Zaten bugünkü Arabistan yarımadası başta olmak üzere Afrika topraklarının çoğuna boru hattı döşenip, su teminatı yapılması bu şehzadenin sancağa çıkmasıyla oluyor. Sırf o bölgelerde aktif çalışabilmek için Manisa ya da Amasya sancağı yerine Halep sancağına çıkmayı da kendi talep ediyor." petrolün nasıl taşındığı işte şimdi anlaşılmıştı. Adamlar sistemi gerçekten harika denilecek seviyede kurmuşlardı. Benim anlamadığım şehzadeyi nasıl ikna ettiler bu iş için?

"Tahta da o çıkıyor değil mi?" sorduğum soru aslında cevabını bildiğim bir soruydu. Ama olaylara müdahaleleri geçmişi değiştirmiş miydi, merak ediyordum.

"Evet, padişah seferden döndüğünde zaten rahatsız bir şekilde dönüyor, bu yüzden şehzadenin sancağa gitmesine izin verilmiyor. Zaten yaklaşık altı ay sonra padişah ölüp, yerine de şehzade Tuğrul geçiyor." dediğinde başımı salladım. Bakalım tarihi ne ölçüde değiştireceklerdi ve ben buna ne kadar müdahil olacaktım? Kafamda onlarca soru birikirken, uzaklaşmak amacıyla ayağa kalktım.

"Ben bir anneme bakayım." deyip bir şey demelerine müsaade etmeden yanlarından ayrıldım ve mutfağa geçip annemle konuşmadan mutfak kapısından çıktım ve verandaya geldim. Ellerim veranda da bulunan tırabzanlara sıkı sıkı tutunmuşken, alamadığım nefesler de sanki havaya sıkı sıkıya tutunmuştu.

Her seferinde söylüyordum belki ama ben gerçekten boyumu bin kat aşan bir belaya bulaşmıştım. Ve ne yazık ki bu beladan nasıl kurtulacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu.

"Hayırdır?" babamın sesini duyduğumda tepki vermedim. Her ne kadar düşünceye dalsam da zihnimin bir tarafı hep teyakkuzdaydı, bu yüzden daha sesini duymadan adım seslerini fark etmiştim bile.

"Bir şey yok." her ne kadar geçiştirsem de bir şeyler olduğunu ikimiz de biliyorduk.

"Bu görev, geçen telefonda bahsettiğin görev mi?" dediğinde sadece başımı sallayarak cevap vermiştim.

"Seni bu kadar düşündürten ne peki?" sesindeki tını yadırgar gibi değil de, anlamaya çalışır gibiydi. 

"Daha önce de söyledim. Yöntemleri pek hoşuma gitmiyor." ah şimdi babama her şeyi anlatabilseydim keşke.

"Peki bu konudaki kaygılarını onlara bildirdin mi?" benim için bir çözüm yolu aramaya çalışması çok tatlıydı.

"Söyledim." dedim yüzümde yorgun bir gülümseme varken.

"Yine de senin yapmanı istiyorlar. Neden?" babama içeriğini anlatmadan üstünkörü nasıl anlatabilirim diye küçük bir hesaplama yaptım kafamda.

"Tesadüfen bir devlet sırrına vakıf oldum. Ve bu sırra vakıf olan diğerleri benim yetilerime sahip birini arıyorlarmış. Aslında benim yerime başka birini düşünüyorlarmış ama ben sırrı öğrenince bu işi benim yapmamı istediklerini söylediler, çünkü ne kadar az kişi bilirse o kadar iyiydi onlar için." diye kısaca toparlayıp, detay vermeden anlattım. Babam arkaya, mutfağa bir akış atıp bana iyice yaklaştı.

"Peki bu görev dediğin gibi tehlikesiz bir görev mi?" sesini kısarak sorduğu soru,  olası bir olumsuz cevapta annemin duymak istemeyeceği bir soruydu.

"Tehlikesiz bir görevin var olduğunu sanmıyorum." dedim gülerek. "Ama şundan eminim ki, bir silahlı çatışmanın ortasında kalmayacağım." çünkü o dönemde öldürmeler kılıçla yapılıyor demeyecektim tabi ki.

"İyi o zaman. Hadi içeri girelim, annen meraktan çatladı resmen." babam da benimle birlikte gülerken, içeriye geçtik. Annem şimdiden akşam yemeği için hazırlıklara başlamıştı bile. Söylediğine göre yemeğe amcamları, teyzemleri falan da çağırmıştı.

Annem de babam da doğma büyüme Bursalıydı. O yüzden bütün akrabalarımız buradaydı. Küçükken ara sıra tatillerde buraya gelirdik de kuzenlerimi çok kıskanırdım. Dedim ya bir yere ait olmak diye... İşte onlar buraya aitlerdi. Biz de dönmüştük dönmesine ama bir hayli geç kalınmıştı bizim için.  Çünkü babam emekli olduğunda ben akademide, abim ise üniversitedeydi. Yani Bursa yine bizim için ev değil, tatilde uğrayabildiğimiz bir uğrak olmuştu. Tabi bu tatillerimiz eskiye nazaran daha sık ve daha uzun oluyordu, orası ayrı.

Akşama misafir olduğunu öğrendiğimde annemin tüm itirazlarına rağmen mutfağa girmiş annemle sohbet ede ede yemekleri yetiştirmeye çalışmıştık. Allahtan akrabalarımı seviyordum yoksa parmağımı bile kıpırdatmazdım onlar için. Gerçi amcamın kızı, yani kuzenlerimden Özlem'e acayip uyuz oluyordum. Kendimi bildim bileli her konuda benimle bir yarış içerisindeydi ve bu kıskançlığına anlam veremiyordum.  Bazen tuhaf tuhaf laf sokma çabalarına giriyordu ve ben tek cümlelik ağzının payını vermelerimle konuyu kapatıyordum. Umuyordum ki bu akşam ya gelmezdi, ya da çenesini evde unutup da gelirdi.

Havanın güzelliğine güvenerek bahçedeki geniş masayı hazırlamış ve misafirlerimizi beklemeye başlamıştık. Bu süreçte olabildiğince yoğun olmaya çalışıp, bu gece yaşayacağım görüşmeyi düşünmemeye çalışmıştım.

Misafirlerimiz yaklaşık saat altı gibi geldiğinde sırasıyla her biriyle selamlaşıp bahçeye çıktık. Havanın erken kararması sonucu erkenden yaktığımız lambalarla ışıl ışıl olan bahçenin ortasına kurulmuş masaya doğru ilerlediğimizde, masanın üst tarafına büyükler geçerken, biz küçükler de alt kısma doğru dizilmiştik. Ve en sevdiğim, adeta iki gözümün çiçeği canım(!) kuzenim Özlem de yer tercihini - her ne hikmetse - tam karşıma oturmaktan yana kullanmıştı.

"E Gonca, var mı aksiyonlu hikayeler falan?" yan tarafımda oturan dayımın oğlu Onur abinin sorusuyla bakışlarımı tabağımdan kaldırıp ona çevirdim. Tam ağzımı aralayıp, cevap verecektim ki, Özlem'in sesiyle susmuştum.

"Aman Gonca'nın en büyük aksiyonu buraya gelmektir, herhalde. Gerçi onu bile zar zor başarmıştır ya neyse?" alaylı sesine en az onun kadar alayla dolu bir bakış atarak arkama yaslandım.

"Ama Özlemcim neden bu kadar umutsuz konuştun ki? En nihayetinde senin bile..." derken parmağındaki yüzüğü işaret etmiştim. "... bir şeyler başarabildiğin bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlıktan bu kadar kolay ümidini kesme." ağzımdan çıkan her kelimeyle Özlem'in kasılan yüzü keyfimi inanılmaz yerine getiriyordu.

Özlem iki ay önce nişanlanmıştı ve nişanlısı geçekten mükemmel bir adamdı. Ve Özlem'in öyle bir adamı kaçırmadan nişanlanabilmesi benim için ciddi bir başarıydı; çünkü Özlem başarısızlık kelimesinin sözlükteki karşılığı gibiydi. Okula gitti, daha sonra okumaktan vazgeçti; benim gibi polis olmak için akademiye gitti, oradan da atıldı; iş kurdu, iki ayı göremeden battı. Normal bir insanın başına gelse üzüleceğim şeyler, nedense Özlem'de hiç eğreti durmuyor ve beni üzmenin yanından dahi geçmiyordu. Çünkü bu kişi normal biri değil Özlem'di ve o değil onu kaybedenler suçluydu her zaman. İşte tüm bu durumlardan mütevellit Özlem'in öyle mükemmel bir adamla nasıl nişanlanabildiğini henüz anlayabilmiş değildik. Kurduğum cümleden de anlaşılacağı üzere bu sadece benim değil, tüm ailenin kafasını karıştıran ve hayatı sorgulatan bir durumdu; sadece ben aklımdakini söylemekte tereddüt etmiyor ve böylece Özlem'in bana daha çok bilenmesini sağlıyordum ama benim için sorun değildi bu durum. Hallediyordum yani.

"Ne demek 'sen bile'?" kızgın ses tonu alayla sırıtmamı artırmaktan öteye geçemiyordu.

"Lütfen bana, bunu da açıklamam gerektiğini söylemeyin." dedim etraftakilere yalvaran bakışlar atıp daha sonra bakışlarımı Özlem'e diktim ve gözlerimi kıstım. "Çünkü söylediklerim küçücük çocukların bile rahatlıkla anlayabileceği şeylerdi." Özlem her salise morarmaya bir adım daha yaklaşırken, Özlem'in yanına oturan teyzemin kızı Gizem gülerek ikimiz arasındaki diyaloğu dinliyordu. Aslında diğerleri de ondan farklı sayılmazdı.

"Kızlar tamam, yeter bu kadar." abimin uyarısıyla ben zaten susmuşken, Özlem açtığı ağzını sinirle geri kapattı.

Annem, babam ve bu masadakiler aslında hep bir mahallede büyümüş ve gün geçtikçe iç içe olmuş hatta işleri kız alıp, kız vermeye kadar getirmiş insanlardı. Bazıları görücü usulü, bazıları da annem ve babam gibi severek birbirleriyle evlenmişlerdi. O yüzden şimdi de biz çocuklarıyla beraber iç içe yaşıyorlardı. Gerçi bazılarımız yılın büyük bir çoğunluğunu başka şehirlerde geçirsek de, yılda birkaç kez böyle bir araya gelirdik, tabi bu uygulama da babam emekli olduktan sonra başlamıştı, tıpkı diğer her şey gibi. 

Zaman ilerledikçe içime yerleşmeye başlayan sıkıntı benimle birlikte annemi de tesiri altına almış olacak ki, durgunlaşmış öylece ortalığı izliyor, konuşulanları dinliyormuş gibi yapıyordu. Arada bir bana değen gözlerini hissetsem de belli etmiyordum. 

Havanın soğumasıyla bahçedeki muhabbet, evin salonunda devam kararı almış ve her birimiz salondaki yerimizi almıştık. Kendimi konuşmalara kaptırmış gibi görünsem de günün asıl meselesi aklımdan çıkmıyordu. Gözüm duvardaki saate kaydığında 20.18 olduğunu gördüm. Kafamda ufak bir hesaplama yaparak ne kadar vaktimin kaldığını düşündüm; yarım saat buradan Mudanya 'ya, 1 saat 40 dakika da feribot yolculuğu yarım saatte de benim evime ulaşmam dersek... sanırım tam şu an kalkmam gerekiyordu.

Etrafıma bakındığımda herkesin muhabbete dalmış olduğunu gördüm. Her ne kadar bu anı bozmak istemesem de yavaştan ayaklanmaya başladım. Benim kalkışımla bakışlar bana doğru dönerken, boğazımı temizleme ihtiyacı hissettim.

"Hepinize iyi akşamlar diliyorum, benim artık dönmem gerekiyor müsaadenizle." deyip babama doğru gittim ve elini öptüm. Sırayla diğerleriyle de vedalaştığımda, çıkışa doğru yürüdüm. Annemin beni kapıda beklediğini biliyordum. Kapının yanındaki askılıktan montumu, ayakkabılıktan da botlarımı alıp, kapıyı açtım ve dışarıda giyindim. Tüm bu süreç boyunca annem sessizce hareketlerimi izlemişti. 

Sol botumun da fermuarını çekip ayağa dikeldiğimde annemin dolu dolu olan gözleriyle karşılaştım. Gülümseyerek kendime çektim ve sıkıca sarıldım.

"Yahu Emel sultan, ben sana demedim mi tehlike yok diye! Ne demeye ağlıyorsun? Tek sıkıntı günlük telefon konuşmamızın olmayacak olması o kadar." deyip omuzlarıma gelen annemi iyice sardım ve başına öpücük kondurdum.

"Demesi kolay tabi. Anne ol seni de görürüm." bu konuşmanın gideceği adresi çok iyi bildiği için annemden uzaklaşıp, eğilerek elini öptüm ve yüzüne baktım son kez.

"Hadi anneciğim, Allah'a emanet olun. Birbirinizle de iyi geçinin." deyip gülerek tekrar sarıldım ve uzaklaşıp arabaya doğru yürürken annemin ağlamaklı sesinden 'sende Allah'a emanet ol' dediğini duydum. Yine de arkamı dönmeyerek hızlıca arabama bindim ve gazlayıp oradan uzaklaştım. Biraz önce huzurun kollarında olduğum ev şimdi dikiz aynamdaki küçük bir ışıktan ibaretti; gözlerim o ışığa takılı kalmışken kulağımda geçmişin ayak sesleri yankılanmaya başlamıştı bile.

Yolculuk kısmı hem en kolay hem de en zor kısmıydı işin; ne ara feribota bindim, ne ara İstanbul'a geldim anlayamamıştım ki bu kolay kısmıydı. Zor olan ise tüm o yolculuk boyunca zihnimde dönüp duran 'şimdi ne olacak?' sorusuna verdiğim milyonlarca soru ve o soruların arkasından gelen milyonlarca ihtimaldi.

Evimin bulunduğu siteye girdiğimde, site güvenliğini görünce arabayı yavaşlattım.

"Gonca hanım, dediğiniz gibi kilit sisteminizi değiştirdik." deyip elindeki zarfı bana uzattı. "Burada şifreniz ve yeni şifreyi nasıl oluşturacağınız yazıyormuş, firma yetkilileri bıraktılar." dediğinde uzattığı zarfı aldım ve gülümsedim.

"Teşekkür ederim  Hamza Bey." deyip başımla da selam verdim ve arabayı otoparka çekip, sabahtan beri arabanın ön koltuğunda duran sırt çantamı da aldım ve elimdeki zarfla birlikte merdivenleri çıktım.

Kapının önüne geldiğimde elimdeki zarfı inceleyerek, onlar tarafından oluşturulan kapı şifresini girdim, daha sonra talimatlar doğrultusunda kendi şifremi ve parmak izimi kaydettim. 

Kapının kilidini değiştirmekteki amacım, geçmişe giderken yanımda anahtar falan götürmek istememden dolayıydı. Geçen sefer elimdekileri nereye saklayacağımı şaşırmıştım resmen, bu kez aynı şeylerin olmasını istemiyordum. Arabamı, telefonumu, kimliklerimi... Her şeyimi burada bırakmaktı amacım. Eşyalarım güvende olduğunda ben de güvende hissediyordum.

Kapıyı kapatıp, yeni kurduğum şifreyle giriş yaptım. Kapı açıldığında gülümseyerek içeriye girdim. Salonumun yanan ışığı sayesinde beklediğim misafirimin benden önce evimde olduğunu görmek beni şaşırtmamıştı.

"Hoş geldin Gonca, ben de seni bekliyordum." 

Continue Reading

You'll Also Like

56K 4.5K 24
40 Kere Öpen bir bilinmeyeniniz olsa ne yapardınız ? Hayat bir anda bir çeteye fırlatsa ve hayatınız hiç olmadığı kadar güzelleşse.. Bilinmeyen ve Çi...
800K 51.2K 47
Yakın gelecekte öngörülebilen teknolojilerin peşine düşen ülkeler, bir güç yarışına girer. Ülkelerin tehlike getiren icatları, dünyaya sunulması konu...
969K 47.3K 70
0545 *** ** **: Hanımefendi şemsiyeniz bende kalmış Siz: Pardon tanıyamadım? 0545 *** ** **: Kader Ortağın 0545 *** ** **: Ruh Eşin 0545 *** ** **: v...
1.8K 101 14
2023'lerde olan Nilüfer Galata Kulesindeyken geçmişe 1920 lere ışınlanır. Tarihin tozlu sayfalarında kaybolup gider... 1920'lerde bir Türk subayına a...