adamın iyisi ringde dudağına...

By tovehan

95 7 5

Hayatta bir amaç yoksa ve yaşamak tehlike aramaya borçluysa ne yapıp etmeli ve belayı kendine çekmeli. Jeno v... More

1|Yaratılışın hedefi

94 7 5
By tovehan

:

Keşke ecdadı gibi bir halta yarıyor olsaydı da üzerine düşen hiçbir sorumluluk kalmadığında hayatının bir sonraki karmakarışık dönemi gelene kadar aylak aylak şehirde dolanmak zorunda kalmasaydı.

Bela Jeno'yu bulmazsa Jeno belanın izini sürmeli ve onu kıskıvrak yakalayarak başına taç etmeliydi. Aski taktirde o bir hiçti.

Her şeyin ortası, her şeyde yeteri kadar iyi ve her şey hakkında yeteri kadar bilgili ama ismiyle anıldığında aklında tak diye belirgin bir özellik gelemeyeceği kadar arada bir yerlerde bir oğlandı Jeno. Sorumluluklar ve başına gelen felaketler, can sıkıntıları ve stresle var olurdu. Ancak kaotik ev düzeninde anne ve babasının bağırışları içinde nefes alabilirdi.

Sırtında eskiciden aldığı eskitilmiş değil eskimiş bombeli kahverengi deri ceketi, elinde sarı filtreli kamyoncu sigarası ve evden ayrılırken daima ıslatıp geriye savurduğu yeni çekilmiş kahve rengi saçlarıyla göze çarpardı.

Duma'nın sıradan bir yerlisiydi işte. Jeno herkes gibi bu şehirden nefret eder ama gitmeye de ödü kopardı ama onun için olay biraz daha farklıydı.

Onun bir kez daha korkularını suçlarken fikrini değiştiren şey, bu şehrin sunduğu bir mucizeydi: Sırdaş'ta gördüğü alevli oğlan.

Ateşli değil, alevli. Öfkeli ve yaralı ama gerçekten de dudağında kan pıhtısı kalmış, kaşından ince bir yolun kuruduğu bir yüzdü bu. Tüyleri tutuşturulmuş kibrittendi. Kaşları ortasına tanrıların öfkesi oturmuş, dudaklarına kılıçlar dizilmişti.

Jeno merak etmişti: Neyin öfkesiydi bu?

Bir şeylere kızıyordu ve bunu belli ediyordu. Elinde olsa ağzından ates püskürtecek ve Sırdaş'ı olduğu gibi yakacaktı. Jeno sanıyordu ki buna hayran kalmıştı çünkü o, bunun tam tersine öfkesinden bahsedemezdi bile.

Onu ilk gördüğü geceden sonra çekime kapılmamaya çalışarak ara sıra uğramaya devam etti. Rutini değiştirmedi. Sonra Jaehyun ona orada çalışmasını teklif etti. Her şey ince nakışıyla ilerliyordu. Jeno onunla tanışmak için hiçbir çaba sarf etmedi.

O gün, yani şimdi, kendiliğinden ayağına kadar gelmişti.

Sırdaş, Duma şehrinin yerlisinin bir yeraltı ini görevini gören ancak yabancısının kesinlikle alınmadığı, gizliliğe önem verilen ufak ve mütevazi bir eğlence yeriydi.

Burası sönük sarı ışıkların altında akşam altıdan sabah dörde kadar açık, dertli muhabbetlerin güdüldüğü içki masaları, köşelerde tıngırdatan gençleri ve bir antika dükkanını andıran karman çorman eşyalarıyla meşhurdu.

Tabii, Jeno onunla tam olarak burada buluşmayacaktı.

O akşam erken çıkması gerekiyordu. Yani, erken çıkabileceği söylenmişti ama Jeno'nun oradan çıktıktan sonra yapacak başka hiçbir işi olmadığından malzemeleri mutfağa yükleme işini olabildiğince yaymak istedi. Bu yüzden bir sigara molası vermek üzere dışarı, hemen kapının önüne çıktı.

Burası öyle gizli bir yerdi ki müziğin sesini almak kapının dibine gelene dek mümkün değildi. Mekanın kapısı da zaten bur gecekondunun odunluğunu andırıyordu.

Plastik bir kasanın üzerine çöküp kollarını sıvadı, bir dal çıkarıp varını yoğunu yatırdığı zipposuyla tutuşturdu ucunu. Aydan başka hiçbir şey vurmadığından aydınlanmayan asfalt sokak arasına şöyle bir baktı.

Bir iki dakika ya oldu ya olmadı, üç iri adam ağır ancak bir meselesi olduğunu belli eden duygu dolu adımlarla Sırdaş'tan tarafa yürüyorlardı.

Jeno dirseklerini bacakları üzerine koymuş, eğri oturuyordu. Sarı filtreli sigarasından zehir gibi bir nefes çekip kafasını kaldırdı. Onları tanımıyordu, buranın müşterisi değillerdi.

"Alın şunu."

Hah, işte her şeyin karıştığı yer. Adamlar Jeno'yu iki kolundan tuttuğu gibi kaldırmıştı.

"Ne oluyor lan?"

Çırpınıyordu ama küfretmesine kalmadan kafasından itilerek arabaya sokuldu. Sandığı kadar gereksiz biri değildi demek. Birileri onu şiddet uygulayarak da olsa istiyordu. Kaçıracak kadar zahmete girmişlerdi. Kurtulursa babasına "bak ben de bir halt olmuşum da kaçırıldım" diyebilirdi.

"Rakibinin kolyesini alıp kaçmak ne şerefsiz? Ödülü aldığın yetmiyor mu? Anneannesinden yadigardı o kolye."

Jeno'nun neyi alıp kaçtığı konusunda en ufak bir fikri yoktu gerçekten.

"Ben bir şey almadım ki!"

Üç adamdan uzun bıyıklısı, Jeno'yu yakasından kavrayarak kendine çekti. Araba bir anda durdu. Bu kadar kısa yol için mi bindirilmişti gerçekten?

"İn lan. O kadar çağırıyorsun geri vereceğim diye. Şimdi de bizimle dalga geçiyorsun."

Jeno zorla külüstürden indirildi. Verniği gecede parlayan ahşap pencereli gecekonduna doğru süreklendi. Kapı alçaktı. Önde onu yakasındsn çekiştiren adam olmak üzere sırasıyla Jeno ve diğer iki adam başlarını hafifçe eğerek içeri girdiler.

Jeno tam bir köy evi şeklinde dizayn edilmiş tozlu oturma odasının ortasındaki ahşap sandalyeye oturtulup bir güzel bağlandı ellerinden, belinden, bacaklarından.

"Yahu karıştırıyorsunuz herhalde. Benim bir şey çaldığım yok. Sizi de tanımıyorum."

Ama dinleyen kim? Jeno'nun siniri tepesindeydi artık. Bir uğraştı, iki uğraştı, üçüncü de şöyle bir derin nefes alıp bıraktı kendini. Değerli olduğunu sanmıştı. Yanlış kişiyi kaçırmışlardı.

"Şimdi şu günahkar ellerini kırsam bir daha ne dövüşürsün ne çalarsın, Gelincik."

Jeno gözlerini kaparken başını eğdi, bir nefes aldı. Yok, sinirlenemezdi o. Baygın baygın baktı adamın suratına: "Ne gelinciği ya?"

Bir sessizlik oturuverdi tam da ortaya, sandalyedeki Jeno'nun kucağına. Baş ucunda üçgenin kenarlarına denk olacak şekilde dikilen üç mankafa birbirlerine baktılar. Jeno'yu içeri sokan pala bıyık bey işaret parmağıyla bıyığını düzeltti. Jeno'yu süzdü.

"Yanlış kişiyi mi aldık ki Galip? Telefonun ışığını açsana bi."

Galip telefonun flaşını açıp adamın eline verdi. Adam da hiç çekinmeden pat diye flaşı Jeno'nun ay gibi parlayan suratına tutunca Jeno o anlığına melekleri gördüğünü sandı.

"Haydaa. E bu benzemiyo' Gelincik'e Galip. Kim lan bu?"

Jeno kafasını flaşın aydınlattığı açıdan çıkarmak için yüzünü sağa doğru çevirdi, sandalyeyle de biraz kaydı aynı tarafına. Gözlerini birkaç kez kırpmıştırıp burnunu çektikten sonra "Jeno ben," dedi. Elini uzatmak için yeltendi ama nafile tabii, bağlıydı oturağın arkasına.

"E Gelincik nerde? Bize adres attı. Orada görüşelim dedi."

"Gelincik kim abi?"

"Bizim salondan işte. Geçen bir maç aldı. Bizim patronu yendi. Pullu'yu. Ödülü aldıktan sonra da soyunma odasından kolyeyi çalmış. Ne kadar değerli biliyor musun o? Geri almamız lazım. Yoksa pullu bir daha maça çıkamaz."

Jeno kafasını kaldırıp ters ters baktı adama.

"Bana niye anlatıyorsun abi?" diye sitem etti. "Tanımıyorum gelinciğini de balığını da. Sal da gideyim. Mesai bitmedi."

Adam hafif doğrulmuştu Jeno'ya. Kaşlarını havalandırarak cıkladı. Ellerini göbeğine koydu. "Yok abim," dedi. "Gelincik'i bulana kadar salamayız. Orada çalıştığına göre biliyorsun sen kim olduğunu."

Jeno vallahi de billahi de inanıp inamadığı bütün tanrıların ve asırlarca gevezelikleri okutulmuş âlimlerin ve literatürde başarılı kalıp uygulamada içine sıçılmış ideolojilerin üzerine yemin olsun ki Gelincik'i tanımıyordu.

Yani, Gelincik'i Gelincik olarak tanımıyordu.

"Neyse sen burda kal. Bilgilerini bizimle paylaşmak istersen Rasim'e seslenirsin. Biz de Gelincik'i arayalım. Bulunca salarız seni de kardeşim."

Jeno işe yaramaz bu mantık karşısında hayrete düştü. Sonradan fark etti ki aradığı belaya gerçekten bulaşmıştı. Şimdi burada ne kadar kalacağını bilmediğinden Jaehyun'a haber vermek için ulaşamayacak ya da- ya da'sı yok işte: Jeno'nun başka sorumluluğu yoktu.

Galip ve diğer adam gider gitmez Rasim karşısındaki divanın örtüsünü çırpıp bütün tozu Jeno'nun burun deliklerine tıkadıktan sonra döşeğini bir güzel düzenledikten sonra camış gibi yayılıverdi divana. Jeno'nun da bu gece boynu tutulacak gibiydi de pis halıya yatmaktan iyiydi sanki. İçerisi de pek rutubetti.

Yine de gözlerini kapayıp uyumaya çalıştı Jeno ama kendisi hakkında fark ettiği bir şey daha olduğundan rahatsızlandı. Bedeninden sıyrılıp çıkası vardı bu evden.

Çabucak kabullenmekti problemi. Başı derde girsin, bir şeylerle uğraşsın istemişti ama bugün de hiçbir şey yapası yoktu. Sabaha dek orada oturmayı planlıyordu. Jeno gerçekten aklından ve ruhundan rahatsızdı.

"Pşt, güzellik."

Ses Jeno'nun lise birde ergenliğe adım atmasıyla girdabına düştüğü ilk aşkının lanetli sesi olmalıydı. Kafası sessizlikten ötürü sırasıyla pişmanlıklarının arşivinden dönemeçleri seçiyordu. O kız, gerçekten bir pişmanlıktı.

Gözleri kapalıydı. Ondandır ki önünde dikilen kahramanın yüzüne doğru dalışa geçmiş buz gibi elini seçememiş, avcu dudaklarına bastırılınca gözlerini açtığı gibi bağırmaya yeltenmişti ama önündeki oğlanın diğer elinin işaret parmağını dudaklarına koyup, "Şş!" diye uyarmasıyla vazgeçmişti.

Bu o oğlandı. Lise birde aşık olduğu ve sonu felaketle biten kız değil.

Oğlan elini yavaşça Jeno'nun suratından çekti. Biraz aşağı eğilip onun göz hizadına indikten sonra gülümsedi.

"Kusura bakmayın beyefendiciğim. Bir yanlış anlaşılma olmuş."

Süper bir yanlış anlaşılmaydı bu. Jeno ne olduğunu tam olarak anladığında her şey daha da güzel olacaktı onun için.

"Ya aslında beni kaçıracaklarmış da. Acemiler işte. Bakmamışlar senin yakışıklı yüzünde. Karanlıkta da benim tatlığımı seçemezsin ki."

Pekala, Gelincik şu an tam karşısında duruyordu ve yüzündeki taze bir yara yoktu. Jeno öfkesine şahit olduğu bu yüzü tanıyordu. Şimdi de ilk defa konuşmasını duyuyor, alaylı laflarını dinliyordu.

Parçalar oturmaya başlamıştı. Demek çocuk bir dövüşçüydü. Bir dakika, hangi cüsseyle? Giydiği o devasa kapüşonluların altında kaslı ayıcık kurabiyesinden mi vardı yoksa? Ya da kuvvet gerektirmeyen bir şey mi yapıyorlardı acaba? Kazandıysa neden rakibinin kolyesini çalmıştı?

Gelincik bir anda baş parmağını Jeno'nun ağzına daldırınca Jeno bedenini geriye doğru savurarak öğürdü. Gelincik salya olmuş parmağını Jeno'nun duman üflemekten kurumuş dudaklarından çekip kendi pantolonuna sildi.

"Pardon, konuşmayınca dilini kestiler sandım ben de..."

Kesinlikle bir anda parmağını tanımadığı bir insanın ağzına daldırmak için geçerli bir bahaneydi.

"Gayet iyiyim. Adam uyanmadan çözer misin beni artık?"

"Tabii efendim." İki hamle. Amma da keskin bir çakıymış o da. Jeno hemen halatlardan kurtulup ayağa kalktı. Gelincik bey olmadan kapıya doğru gidiyordu ki "Dur," dedi çocuk ona. "Üst katın camından çıkmamız lazım. Kapı sesi duyulur."

Oyalanmadan parmak ucunda beton merdivenlerden yukarı çıkıp açık pencereden dışarı çıktıkar beraber. Pencerenin altında bir ağaç vardı.

Jeno Sırdaş'a geri dönmek üzere caddeye elini kolunu sallayarak çıktı ama durdu oğlan onu.

"Gidemeyiz oraya," dedi. "Beni arıyorlar. Tekrar bakacaklardır. Senin de orada orada olduğunu görürlerse kaçtığını anlarlar. Neden bunları bana anlattırıyorsun ki? Akıl ediyor olmalısın."

Jeno pek takmadı. Kurtarıcısı zaten o sormadan konuştukça konuşuyor, Jeno'nun onu tanımasına fırsat vermeden kendini anlatıyordu tavırları ve kullandığı kelimelerle.

İşini bitirmesi gerekiyordu. Sırdaş'a yaklaşmışlardı. Adamlar mekan bulmak konusunda cidden pek düşünmemişti.

"Kolyeyi neden çaldın ki?"

"Sorma. Bilmiyorum çünkü."

Jeno dudaklarını büktü. "Peki öyleyse." dedi. İçeri girerken elini uzattı.

"Ben Jeno bu arada."

"Renjun ben de. Gelincik de diyorlar. Eskiden biraz ufaktım."

Yakışıyordu. Jeno onun buralı olmadığını, yeni geldiğini tahmin ediyordu. İçeri girdiler. Jaehyun ona birkaç saattir nerede olduğunu sordu. Jeno yerine Renjun cevap vermişti: "Benim yerime yanlışlıkla onu kaçırdılar."

Jaehyun omuz silkti. Aldırmadan arkasını döndü. Sonra tekrar Jeno'nun suratına bakıp yerleştirilmesi gereken kasaları işaret etti gözleriyle.

Jeno kollarını sıvayarak işe koyuldu. Renjun'a aldırmıyormuş gibi yapmak işe yarar mıydı? Havalı davranıyordu ki Renjun da ona bir şeyler sorsun. Arkadaş olabilirlerdi. Jeno'nun içinde bir his, onu Renjun'a itiyordu.

Renjun oralı olmadı. Jeno'nun tavırları sökmüyordu. Bar kısmına geçip tavandan sarkan kase lambaların altına hizaladı başını. Elini çenesinin altına aldı.

"Ben bi yeşil çay alabilir miyim?"

Ses yok, tıkırtı yok. Jeno depodan getirdiği kasaları tezgahın arka tarafında dibe yerleştirdi. Etrafına bakındı. Ortalık kalabalıktı, epey de ses vardı ama tezgahta çalışan Yangyang ortalarda görünmüyordu.

Jeno elini beline koydu.

"Yeşil çay mı?"

Renjun elleriyle şakaklarını ovdu. Gözlerini yumdu. Yalancıktan dertli bir nefes çekip "Evet, ya..." diye onayladı. "Bugün çok yoruldum. Sakinleşmem lazım."

"İyi," dedi Jeno da tirip atarak biraz. Arkasını döndü bir kupa çıkarmak için. Sonra duraksadı. Niye tirip atıyordu ki?

Kendi kendisi için takındığı huzursuz suratla yeşil çayını demledi Renjun'un. Bir de şu kolye olayı. Önce kupayı onun önüne koydu. İki elini birden tezgaha yerleştirdi.

"Ne kolyesi bu kolye?"

Renjun kaşlarını kaldırarak "Görmek mi istiyorsun?" diye sorarken elini çoktan cebine atmıştı. Şekilli camlardan boncuklarla dizilmiş kolyeyi yukarı kaldırıp iki eliyle açtı.

"İç güdüseldi. Hoşuma gitti, ben de aldım."

Jeno kolunu önüne yaslamış, Renjun'a eğilmişti. Kaşlarını çatıp Renjun'u bakışlarıyla yargılasa ve onu hapse mi gönderse bilemedi. Geriye doğru bir nefesle çekilirken bu seçeneği geriye attı. Direkt sordu: "Hırsızsın yani?"

Renjun bu soruya kendini önceden hazırlamış ya da o da kendisini öyle değerlendiriyormuş gibi bir sakinlikle gözleriyle onayladı onu.

"Öyleyim sanırım. Bi' de aksiyon olsun diye ya."

Güzel. Bu, Jeno'nun hoşuna gitmişti.

"Parlayan her şeyi çalıyor musun? Bir sıçan gibi."

Renjun buna bozulmuştu.

"Gelincik diyorlar bana ama... Neyse."

Kolyeyi indirip cebine geri koydu. Bununla ne yapacağını gerçekten bilmiyordu.

"Çalıyorum. Canım isterse yerine geri koyuyorum."

Yeşil çayından yudumlandı. Jeno'yu izlemeye koyuldu. O da zaten Renjun'la konuşurken yarattığı diyalog alanından çıkmış ve tezgahı çekidüzene başlamıştı. Birazdan çıkması gerekiyordu.

Renjun'un Jeno hakkındaki hislerine gelindiğinde ise... Renjun ne istediğini ondan daha iyi biliyordu:

Bir partner.

Bir sevgili ya da yatak arkadaşı veya bir dans partneri değil. Renjun kendisine verilen ömürle ne yapacağını bilmeyen, ölüm sonrası hakkındaki hicbir gerçeğe inanamayan yirmi yaşında bir gençti ve hayatını devam ettirmek için ekstrem felaketler yaşamaktan başka bir çaresi yoktu.

Bunu tek başına yapamayacağını da fark edeli pek uzun zaman olmuyordu. İnsan mutlak yalnızlık içinde olsa da, manevi olarak asla bu yalnızlıktan kurtlamasa da fiilen birilerine ihtiyaç duyuyordu.

Mizahi davranış tarzının altında, büyük bir hissizlikle mücadele ediyordu. Bu şekilde devam edemezdi.

Karadeliğini besleyecek hayallerini ve kendine edindiği amaçlarını anlatacağı birine, Sırdaş'ta gözüne kestirdiği Jeno'ya ihtiyacı vardı.

Hem Jeno soğukkanlı, ne dese sorgulamadan ayak uyduracak birine benziyordu. Daha ne olsundu ki?

Yeşil çayını bitirdi. Fincanı ittirdi. Jeno da tezgahın personel kısmındaki oturağa oturmuştu. Yalnızca omuzlarına kadar görünüyordu önden. Renjun'a bakmıyordu. İleri de çalan canlı müzik performansını izlerken bir yandan orada çalışan olmanın ayrıcalığıyla tüttürüyordu.

"Çalmak için de bir amaca ihtiyacın var ama biliyor musun?

"Seninki neydi?"

"Benim yoktu. Ben eylemin kendisini gerçekleştirmek için yapıyorum."

"Pekala."

Gizemli bir sohbetti bu. İki taraf da birbirine duydukları ilgiyi belli etmemeye çalışıyordu ama sonunda bir araya geleceklerdi.

"Sen ne çalmak isterdin?" diye sordu Renjun. Jeno duraksadı tabii. Vereceği cevap onun bu hayatta eksiğini duyduģ ya da önem verdiği verecekti. Renjun bunu bildiğinden merakla bekliyordu cevabı.

"Yaratılışın bilgisini."

Elbette bunu bilen birileri vardı. Bunu inançlardan ya da kitaplardan öğrenebilirdi ama bilgi gerçek değilse bu öğrenmek olmazdı. Jeno tek  ir gerçeğin olduğuna inanıyor ancak o gerçeğin yeryüzünde kendisi gibi sıradan bir insanın ulaşabileceği bir gerçek olmadığını düşünüyordu.

Renjun onu anlamıştı. Sordu: "Buna neden ihtiyacın var?"

Jeno omuz silkti. Ona döndü.

"Bimem. Belki benim de ona değil eylemin kendisine, yani yaratılışık bilgisini çalmaya ihtiyacım vardır."

Renjun bunu onunla yapmak istedi. Elinde olsaydı bu büyük soyguna girişirdi. Eğer Jeno maddi bir şeyden bahsetseydi ve bu şey ulaşılabilir  olsaydı konuşmayı planladığı yere çekip ona yardım edebileceğini söylerdi ama beklediği gibi olmamıştı.

Kendisine düşünmek için bir zaman dilimi belirledi. Çalan şarkıya odaklandı. Pekala, hazırdı. Kolunu uzatıp parmağının ucuyla nazikçe Jeno'nun omzuna dokundu.

"Benimle yaratılışın soygununa var mısın?"

Jeno tabii ki susacaktı. Yaratılış nasıl çalınabilirdi? Tanrıyı öldürerek mi? Ya da zamanda geriye gidip ilk maddeyi cebine atarak... Jeno için bu teklif karmaşık göründüğü kadar boş bir çıkmazdı.

Yine de bunu Renjun'un macera arayan parlak gözleri için ve belki eliyle üzerinde yara izi olmasına rağmen yumuşacık görünen yüzüne dokunmak için kabul edebilirdi.

Şimdilik sadece dudak büzdü.

"Pekala."

"O zaman yarın salonda. Gece ikide."

Renjun ayağa kalktı. Hesabı ödemeden göz kırpıp arkasını döndü ve kapıya gitti. Jeno başını hafifçe sağa kaydırdığında onun çıkışını görmüştü.

Olaylar ikisinin de beklediği gibi gelişmedi. Renjun geri dönüp bar tezgahının arkasına, Jeno'nun yanına kadar koştu. Oradan mutfağa girdi, mutfak kapısından sokağa fırladı.

Hemen peşinde ise Galip, Rasim ve Sadi vardı.

-

Bana ellemeyin. Ben kendi kendime yaziyom. Iyi gunler dilerim.

Continue Reading

You'll Also Like

29.2K 1.7K 15
Oynanılan her oyun er ya da geç bitmeye mahkumdur..
162K 21.5K 22
taehyung'un ilk defa görmüş olduğu mercedes'in yıldız pilotu jeon jungkook'a verdiği tepkiler viral olur ve sonrasında jungkook tarafından fark edili...
132K 22.6K 17
oğlum sadece en sevdiği oyuncakları kırıyor. ben onun yok ettiği kumdan kalelerin kralıyım omegaverse, etl texting
408K 37.4K 33
Kore'nin nesillerdir düşman olan iki sürüsü; Kim'ler ve Jeon'lar aynı davete katılır. Beklemedikleri şey ise attığı yumruk ile ruh eşi oldukları orta...