Balbeyamir

By Bendenizoludeniz

78.2K 4.3K 1K

Bana doğru bir adım daha attığında çamurlu postalları siyah botlarımın ucuna tutundu. Gözlerim gözlerinden mi... More

1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
A.Ö. - A.O.
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. bölüm
16. Bölüm

17. Bölüm

2K 153 8
By Bendenizoludeniz

İnsan,

İnsan ki varoluşundan beri hem kelime anlamında hem de fiilen kendi içinde türeyip duran, haşa hızına yetişilmeyen bir popülasyon, canlı çeşitliliği arasındaki en acımasızı, en hoyratı, en düşüncesizi. İki eli iki ayağı olan, diğer canlılara kıyasla mantık yürütebilen bir canlıydık sadece, ne ara kendimizi bu kadar yüceltip, kendi kendimizi şımartmıştık anlamıyordum. 8 milyarlık bir türün içerisinden sadece biriydik. Ben de öyleydim, benimle birlikte 8 milyarın tamamı da öyleydi, nedense kendimizi vazgeçilmez, yenilmez, yitirilmez olarak kabul etmiştik ve diğer tüm şeylerin arasında belki de en gülünç buydu.

Kendimizi bir başkasının hayatında hep bir numara saymak, bir başkasına tercih edilmeyeceğimizi sanmak, öncelik sıralamasında her tabloda derece yapmak...

Fazlasıyla komik ve dolayısıyla abesti.

Ne yalan söyleyeyim insanoğlu genel olarak biraz değişikti ya. Gerek fiziksel olarak, gerek terimsel olarak, gerekse duygusal olarak kendi içinde ayırt edici özellikler barındırıyordu. Üniversite yıllarım boyunca insana dair pek çok şey görmüştüm, hatta düzeltiyorum her şeyi görmüştüm. Bununla birlikte insanlık hakkında anatomik ya da fizyolojik olarak çoğu terimi ezbere bilmeme rağmen günlük hayatımda insanlar konusunda oldukça zorlanıyordum.

Her birinin etkilere karşı çeşitli tepkileri vardı. Bu tepkiler yer, mekan, zaman ve şahsa göre değişebiliyordu. İşin kötü tarafı insanlar sinir hücreleri gibi de değildi, etkilere verdikleri tepkiler işe yarayacak herhangi bir bilgi içermiyordu.

Zaten dönemimizin en büyük sorunlarından biri de burada başlıyordu. Kimse birbirini anlamıyor, anlamak için çaba sarf etmiyordu. Bu boşvermişlik de haliyle ilişki bağlarını ciddi anlamda zorluyordu. İnsanlar diyaloglarının ne kadar hatalı olduğunun farkında mıydı yoksa gerçekten bunu bilmeden mi yapıyordu bilmiyordum. Bu böyle sürüp gitmeye devam ederse kimse birbirine tahammül edemeyecek ve iletişim dediğimiz o zorunlu aktiviteyi hepten yitirecektik.

Velhasıl kelam efendim, işin özü, uzun lafın kısası, deyim yerindeyse olay yerindeydik.

Bahsettiğim bu iletişimsizlik meselesinin canlı örnek teşkil eden versiyonuna baktım çaktırmadan. Sekizinci kez kesişti gözlerimiz, bu kez o kaçırdı beni beklemeden. Beklemesine gerek yoktu gerçi, benim yaptığım da onunkinden çok farklı değildi. Geldiğimizden beri yaptığımız tek şey siparişlerimizi verip bu can sıkıcı sessizliğimizi sürdürmekti.

Artık bir yerlerden başlamamız gerektiğinin bilincinde olarak boğazımı temizledim.

- Ayaklarıma kapanıp, ölümün pahasına af dilenmek yerine bizim mahalledeki orta direk gibi dikiliyorsun karşımda Ulvi.

Henüz yudumladığı suyu yuttu, bunu biliyordum çünkü sesi çevredeki üç masa da dahil olmak üzere duymuş ve suyun midesine vardığını onaylamıştık. Göz devirdim.

Gergindim.

Etraf yemek yerken şakalaşan, karşısında oturan insandan, ağzından kaçan tükürükler için özür dilemeyen insanlarla doluydu. Bundan iğrenmedim, aksine o kadar hoşuma gitmişti ki, birkaç saniye sakallarının çenesini örttüğü o adama bakmak zorunda kaldım, adamın yemek yeme şekli tam bir faciaydı. Görünüş olarak sokakta görsem kıçıma vura vura kaçacağım bir fenotipti. Birbirine girmiş sakalları, alkolik olduğunun kanıtı olan o göbeği, masanın altına sığmayan bacaklarıyla Oyunbozan Ralph'in sakallı gerçek versiyonu gibiydi. Karşısındaki kadına baktım kendimi tutamadan. O kısım daha ilginçti. Adam ne kadar paspal ve hoyratsa kadın da o kadar bakımlı ve alımlıydı. Kahverengi, yeni keratin bakımına girmiş saçları kalan ömrümün tamamından daha parlak olabilirdi, bunu inkar edemezdim. Sıkı vücudunu saran çizgili bir elbise tercih etmişti. Elbise gayet sıradandı lakin kadın onu öyle bir özelleştirmişti ki demodeliği hiç göze batmıyordu.

Onları incelerken karşımda oturan şahsın sesiyle ana geri döndüm. Beni bıraksalar mekandaki herkesin analizini ortaya dökebilirdim şuan.

- Bizim mahalledeki orta direk hala duruyor mu ya.

Belli bariz güldü ama hak veriyordum, gülünmeyecek gibi de değildi. Mahallemizde mühendislik harikası bir direğimiz vardı. Böyle kara yolunun tam ortasına dikilmiş, minimum ayda bir kez araçların tosladığı, polis Sadık abinin sövüşleri eşliğinde taşlanan bir direkti bu. Ayrıca çoğu aşkın da başlangıcı olan bir konumdu bu mübarek direk.

Orta direğin önündeki parkta buluşalım sözü liselerden liselere, çağlardan çağlara dillerde süregelmiş bir kalıptı. Türkçe meali de akşam müsaitsen şu mercimeği bir fırına verelim demekti.

Allahtan bana bu teklifi yapanları taşla kovalayabilecek Ulvi ve Sinan adlı evcillere sahiptim de yormamıştım kendimi amip kılıklı çocukları döveceğim diye.

- Sadık abi valiliğe sekseninci dilekçeyi falan yazdı. Ya istikrarla görmezden geliniyoruz ya da adamlar gülmekten harekete geçemediler on yıldır.

Ulvi daha sesli güldü. Gülüşü bile değişmişti aygırın ya. İçim buruluyordu güldüğünde.

- Sadık abim ya. Bekçi de dikmiştir oraya kesin.

Aklıma direğin son görüntüsü geldiğinde bende gülmeden edemedim.

- Yok, onun yerine direği yerli Eyfel Kulesine çevirdi. Tepesine kadar her yerine led taktırdı adam, en azından bunun için izin alabilmiş.

Kaşları çatıldı önce, sonra diğerlerine nazaran daha şiddetli bir gülüş sergiledi. Masaya falan tutundu hatta, yoksa düşer miydi bilmiyordum. Sıralı dişleri çarptı gözüme. Önceden bu kadar düzgün müydü diye düşündüm, yani dişleri tabiki güzeldi ama böylesine mükemmel bir oranla dağılmamışlardı. Dişleri için operasyon geçirdiğini düşünerek boşverdim. Bende para sıçsaydım bende yaptırabilirdim.

Para sıçmayana bak.

İçimdeki o sesi duymazdan geldim. Fakir olduğuma öyle inandırmıştım ki kendimi aksini kabul etmiyordum. Değişik bir takıntıydı. Komikti de. Fakir edebiyatım ruhuma işlemişti.

Gözlerindeki yaşları silerken hala gülümsüyordu, ilginç bir şekilde bende gülümsüyordum. Dün gece inatla bu buluşmanın bir kaos olacağını düşünmüştüm, o beni dinlemeyecek ben onu dinlemeyeceğim gibi geliyordu.

- Sanem evlendi.

Elleri duraksadı. Gözleri yeniden bana çevrildi. Yüzünde gerçek bir şok ifadesi vardı. Üzülür mü diye çok geç olduğundan herhangi bir harekette bulunamadım.

Üzülebileceği hiç aklıma gelmemişti, çünkü kızı ortada bırakıp giden zaten kendisiydi.

- Ciddi misin?

Kafamı aşağı yukarı sallarken kollarımı birleştirdim. Bir yanım üzülüp kahrolmasını istiyordu, bir yanım ise hiç duymamış olmasını kendini kötü hissetmemesini istiyordu.

Psikolojik olarak ikiye bölünmüş bir vaziyetteydim.

- Geçen yıl aşağı mahalledeki Halil abiyle evlendi. Ne alaka bende bilmiyorum, zengin diye herhalde.

Yüzü ciddi manada düştü bu kez. Sanki her cümlem ona karşı atılan bir darbeymiş gibi gittikçe küçülüyordu karşımda.

- Hayırlar olsun.

Kafasını önündeki boşluğa eğdi. Eğer yemeklerimiz gelmiş olsaydı silip süpürmeye başlar gibiydi. Görüşmeyeli devasa bir boyuta atlayan herif karşımda minicik kalmıştı, bu onun görüntüsünden daha korkunçtu.

Açıkçası Sanem'e karşı hala duyguları olduğunu düşünmüyordum. Onlar zaten Ulvi gitmeden önce şiddetli bir şekilde ayrılmışlardı. İkiside gayet memnundu bu ayrılıktan, yani en azından bana gösterdikleri buydu. Olayın öyle olmadığını Ulvi'nin gittiği gün anlamıştım bende.

Sanem'i toparlayamamıştık. Meğer gururmuş tüm olan biten. Tek suçlu aralarında yaşanan birkaç olaymış, hala aşıkmış ona deliler gibi. Ulvi cephesinde durum nasıldı bilmiyordum, kendisi tamamen ortadan kaybolmayı seçmişti ama ben Sanem'in enkazını toplamanın ne kadar zor olduğunu biliyordum.

Bundan dolayı bana Halil'den bahsettiğinde evladını everen annesi kadar mutlu olmuştum. O her zaman olduğu gibi sessizdi bu konu hakkında. Kızın psikolojisi öyle bir bozulmuştu ki kendi düğününde bile tam anlamıyla mutlu olamamıştı. Bakışlarından hala Ulvi'yi istediği, onu aradığı apaçık belli oluyordu. Ya da ben onu iyi tanıdığım için her şeyden haberdardım.

Derin bir nefes alırken hala sessiz sessiz oturan varlığına baktım.

Onsuz hayat çok kolay olmamıştı, o olsaydı yine de bu kadar zor mu olurdu bilinmezdi. Ama onun varlığı bile yeterdi kendimi güvende hissetmeme. Varlığı bile yeterdi beni kendi yarattığım canavarlarımdan kurtarmaya. Sadece ben de değil arkasında bırakıp gittiği can pazarından tamamen sağ kurtulanımız yoktu. Annesi ve babası, hasar sıralamasında zirveyi oynuyorlardı.

- Neden peki Ulvi? Yıllardır sana bu soruyu sormayı bekliyorum. Gerçekten neden böyle olmak zorundaydık?

Kafasını kaldırmadı ilk saniyelerde. Vereceği cevabı düşündüğünü varsaydım, gelin görün ki olayın bununla alakası bile yokmuş, kendimi tekrar etme ihtiyacı hissederek masaya eğildim.

- Ulvi, sana diyorum. En azından bunu borçlusun bana.

Böylece kesişti gözlerimiz, biraz öyle kaldık. Gözlerinden geçen duyguları en iyi şekilde okumaya çalıştım. Üzgün, öfkeli, mutsuz, umutsuz...

Bir şeylere geç kaldığının o da farkındaydı, bunu geri alamayacağını, onsuz geçen yılları kolayca telafi edemeyeceğini o da biliyordu. Bunu olgunmuş gibi karşılamaya çalışıyor ama duygularını bir çocuk kadar açık yaşadığını hep göz ardı ediyordu.

Dudağımı buruşturmak, onu göğsüme basmak, kısacık kesilmiş saçlarını okşamak istiyordum ama bir tarafım da her şeyi yüzüne vurup masadan kalkmayı, yemediğim yemeğin hesabını ona kilitlemeyi istiyordu.

O anda en mantıklısı ve belki de en mantıksızını yaptım; sustum. Sadece

Kendi içinde savaştığı cephelere, orada çektiği işkencelere karşı onu öylece izledim. İçini rahatlatacak bir cümle kurmadım, her şeye rağmen onu da anlayabildiğimi ona hissettirmedim. O anda belkide en ihtiyacı olan şeyi göz göre göre sakındım ondan. Acımasızca bana vereceği cevabı bekledim. Onu mu cezalandırıyordum kendimi mi, bende anlamamıştım. Canı acıyanın sadece o olmaması da bayağı ironikti.

İnsanın kendine acıması, öz saygıyı ciddi bir mahkemeye sürüklemekteydi. Dava neydi? Hakimi kimdi? Bunların cevabını kim verebilirdi? Dışarıdan bakan bir göz mü daha iyi olurdu, olayın en içinde batağa batmış yıkılmaya yatkın biri mi söyleyebilirdi?

Kendimi daha kötü hissederek yerimde dikleştim. O ise masadaki ellerime uzanmak için masaya uzanmıştı. Elleri içinde kaybolan ellerime baktım, eskiden yumuşacık olan avuç içlerinin şimdi zımpara kadar sert olması içimde bir yerleri yakıp yıkıp geçti. O an ona olan sevgim diğer her şeyden daha ağır bastı.

- Ahsen... Ah Ahsen, ah...

Devam etmesini isterken ondan ne bekliyordum bende bilmiyordum. Beni tatmin etsin, içimi rahatlatsın istiyordum ama neyi söyleyerek bunu yapacaktı, muallaktı. Öyle bir şey söylesindi ki yıllardır bağrımda yanan yangın sönsün, katran gibi külleri çiçek bahçelerine dönsündü.

Gelin görün ki bende rüzgar en sert poyrazdan esmişti.

- Sana ne dersem diyeyim, şu ağzımdan kendimi aklamak için çıkacak her kelimem yalan olacak. Seni, iyi hissetmen için kurguladığım bir gerçeklikte oyalamak istemiyorum. Bunu yapamayacağım kadar değerlisin benim için...

Allah'a emanet kalbimin yavaştan çatırdamaya başladığını hissettim. Her an altından kalkamayacağım bir enkaza sürüklenebilirdim.

- Haklısın... bir açıklama borçluyum, sana da o mahallede terk ettiklerime de. Yani bende bunu nasıl açıklarım bilmiyorum. Annemle babamın bu konu için neler söylediğini en iyi sen biliyorsun. Ben korktum Ahsen. Öyle somut bir şeyden değil, ben hayallerimi gerçekleştirememekten korktum.

Somut şeyler... ikimizde bu kelimelerin neyi ifade ettiğini biliyorduk. Ulvi'nin babasının el altından Tehdit amaçlı kullandığı bir kalıptı. Her geleneksel anne babanın azar cümlelerinde yer eden klasik bir objeydi aslında süpürge sapı. Kullanım alanları ise kullanan kişinin yaratıcılığına göre değişebiliyordu.

- Bunları yaşamamızın en büyük sebebi babamın gözlerindeki o kararlılığı görmüş olmamdı aslında. Beni eve kilitler gibiydi, kolumu bacağımı kırar yine o evde kalmamı sağlar gibiydi. Ben bu ihtimale katlanamadım Ahsen, ne olursun anla beni. Yıllarca harbiyenin hayalini kurdum, o kampüsü, o kutsal mesleği... ben bunun için doğdum. Eğer o eve tıkılıp kalsaydım, belki şuan karşımda değil mezarımda olurdun.

Titrek nefesimi boşluğa bırakırken gözlerimi gözlerinden ayırmadım. Her hareketimi dikkatlice izledi. Bende onu izledim. Her ne kadar affetmek istesemde olmuyordu. İçimde bir yerde onu kabullenemiyordum. Hazmedemiyordum.

- Peki ben? Bende mi durduracaktım seni? Kolunu kanadını kırıp evine mahkum mu edecektim bedenini? Ulan ben her şeyden önce dimdik dururdum senin arkanda. Sen deseydin ki ben böyle bir plan yapıyorum...

- Saklar mıydın bunca yıl annemden beni. Onun yüzüne baka baka yalan söyleyebilir miydin her gün? Vicdanın buna el verir miydi Ahsen? Seni senden de iyi tanıyorum ben. Kalbini biliyorum, hissettiklerinle savaşma biçimini biliyorum. Beraber büyüdük biz seninle ya, beraber o şehrin sokaklarında karda kışta, kırk derece havada it gibi koşturduk. Yaralar açtık birbirimizde, yaralarımızı sardık. İyileştik sandık, hayata tekrar tekrar aldandık... bak işte şimdi de buradayız. Evden binlerce kilometre uzakta yine yan yanayız. Kaçırdığımız yıllar var haklısın. Beraber olamadık. Birbirimizin sosyal hayatından bihaberiz falan ama... hala beraberiz işte.

Ben daha lafımı bölmesinin hesabını bile soramadan tek solukta kocaman bir kompozisyon yaratmıştı. Lakin bu da ona olan bakışlarımı değiştirmedi. İnsan kırıldığı yerden kolay kolay toparlanamıyordu. Onu affetmek benim için hiç de kolay bir şey değildi.

Söylediklerini düşünmek için süre verdim kendime. Bu duygu seli içerisinde kelimeleri anlamak bile zor geliyordu bana.

Gözlerimiz iç içeyken benim zihnim daha içerilerdeydi. Geçirdiğimiz bayramlar, beraber yürüdüğümüz yokuşlar şimdi canımı yakıyordu. Ulaşamayacağım kadar uzakta, canımdan daha yakındaydı. Şehrin her köşesinde, zihnimin her yanında kucak dolusu anımız vardı. Bunları göz ardı edip nasıl kalkardım bu masadan?

Yıllarca korkuyla harlanıp kor gibi olmuş kalbimi göz ardı edip nasıl affederdim onu?

- Seni hep anlamaya çalıştım ben. Kafamı yastığa her koyduğumda zilyon tane bahane uydurdum, kendimi bu bahanelere bağlayıp seni kendi içimde bir meleğe dönüştürdüm Ulvi... yada bilmiyorum belkide öyle yaptığımı sandım. Çünkü şuan karşımda dikiliyor olman benim canımı çok yakıyor. Sana kırgınım, tahmin edemeyeceğin kadar da öfkeliyim. Hala beraber olmamız yaşanılamayan onca yılı telafi edebilir mi?

Çenesi eline yaslanmış hafif sağa meğilli bir şekilde bakıyordu, konuşurken yaptığım tek bir mimiği kaçırsa tekrar etmemi isteyecek gibiydi. Gözleri öyle ilgili bakıyordu.

Derin bir nefes aldı.

Devasa bedeni karşımda yükselip alçaldığından yapmıştım bu çıkarımı. Söylediklerim ona bile ağır geliyorduysa benden nasıl bekleyebilirdi onu affetmemi?

- Biliyorum. Biliyorum Ahsen kolay değil onca yıl sonra beni karşında görmek, beni affetmek. Sen ne dersen başım gözüm üstüne benim ama düzelteceğiz. Eskisi gibi belki eskisinden de iyi olacağız. Doktor olan sensin, doku yenilenmesi olsyını sen iyi bilirsin. Etle tırnak ayrılmış olabilir, ama illaki et tırnağı kabul edecektir.

Onu onaylamamı ister gibi beklentiyle bakıyordu gözlerime. Buruk bir tebessüm bahşettim ona. Yaşanılmayanlar telafi edilemeyecekti belki ama yaşanılacak olanlara şekil verebilirdik. Bu da bizim elimizdeydi.

Benimkine nazaran kocaman gülümsedi. Yanaklarındaki çukurlar, alnındaki kırışıklıklar bana çok yabancıydı. Özellikle farkettiğim etrafı inceleme huyu da yeni gelişmiş bir özelliğiydi. Arada bir tüm salonu kolaçan ediyor, benimde arkama bakma refleksimi tetikleyip duruyordu.

Onda olan bu fiziksel değişikliklere, edindiği mimiklere yabancı oluşum diğer her şeyin yanında dışlanmış gibi hissettirmişti. Ben onu sıfırdan tanımaya başlıyordum. Karşımda tanıdığım bildiğim Ulvi değil, Teğmen Ulvi Çetintaş oturuyordu. Bunun bilincine yeni varan bir Ahsen olarak ağzıma gelen her şeyi söylememem gerektiğini not ettim aklıma. Bana terslendiğinde eskisi gibi tek çelmeyle yere serip onu boğmam artık pek mümkün değil gibiydi.

Garson yemekleri önümüze bırakırken kısaca göz göze geldik. Gözlerini pek normal diyemeyeceğim bir şekilde benden uzaklaştırıp tamamen Ulvi'ye çevirdi, resmen gözlerinin içi gülüyordu.

- Afiyet olsun abi.

Tüm odağı bende olan Ulvi dikkati dağılarak çocuğa doğru baktı. Gülümseyerek baş selamı verdi. Çocuk arkasını dönüp giderken feminist damarım yine bangır bangırdı. Susturamıyordum.

- Ulvi bak bakayım, ordan bakınca görünüyor muyum?

Ukvi kaşlarını çattı, neden bahsettiğimi anlamaya çalışır gibiydi ifadesi.

- Hastalıklı gibi mi duruyorum?

Az önce gördüğüm muamele tam da buna delaletti çünkü. Garson çocuğun gözleri beni görmeye bir saniye bile tahammül edememiş, sadece önceden tanıdığı belli olan Ulvi'ye içten bir selam verip beni görmezden gelmişti.

Bildiğime göre bulaşıcı bir hastalığa sahip değildim. İnsanları yemiyordum da. Aksinr gayet kibar görünüşlü alımlı, bakımlı, mis gibi bir kadındım.

Bende Madonna Ahsen.

Kendi kendime sinirlenerek göz devirdim. İstemsizce çiçek pozisyonu almıştım bile.

- Ne diyorsun kızım anlamıyorum ki.

Ofladım, boşver dercesine elimi havaya sallayarak önüme konan yemeğe baktım. Güzel bir patlıcan yemeğiydi. Uzun zaman olmuştu doğru dürüst bir şeyler yemeyeli.

Tabii Balamir'in bana hazırladığı o kahvaltıyı saymazsak. Adam bana aşıktı ya, ölüyordu aşkımdan, yoksa niye bana kahvaltı hazırlasındı?

- Daha fazla dayanamayacağım ben. Hayvan gibi açım.

Çatalla yemeğe girişirken onun beni izlemesi beklediğim bir şey değildi. Eğer ben yemek yiyorsam karşımdaki de en az benim kadar hayvanca yemeliydi.

Ona hayırdır der gibi kaş göz yaptım. Orman kanunlarında bir yırtıcı beslenirken onun yemeğine bakmak ölüm fermanını imzalayıp yetkili mercilere teslim etmekle eş değerdi.

- Bir şeyler değişmiş mi diye bakıyordum da...

Kaşlarımı kaldırdım, yağlanan baş parmağımı emerken kendini tutamadan güldü bu görüntüye. Onun gülüşünü görünce bende hafif gülümsedim.

İşte böyleydi ya.

Ciddi konuşmalar yapıp, geleceğimiz hakkında önemli kararlar almak bize göre değildi. Bodoslama dalardık biz, kavgaysa kavga, acıysa acı, sonunda gülünecekse birlikte gülecektik. Birlikteyken gerilmek yakışmazdı bize, yanyanayken uzak olmak hoş karşılanmazdı sevgimizce. Böyle iyiydik. Hayatı takmadan, ortadaki gerçeği görmeden. Küsmeden, soğumadan, uzaklaşmadan. Yaşanacaklara imkan tanıyarak öğrenecektik hatalarımızı doğrularımızı. Ama en önemlisi beraber yapacaktık bunu, birlikte olacaktık.

- Hayvan gibi merak ettiğim ama cevabından da bir o kadar korktuğum bir sorum var Ahsen. Yemin ederim dün seni o kapıda o halde gördüğümden beri içim içimi yiyor.

Ağzımdaki patlıcanı biraz pirinç pilavıyla taçlandırırken "o halde" ithamı ile duraksadım.

Ağzım bu kadar doluyken konuşursam ne kadar rezil olacağımı ölçerek konuşmamaya karar verdim. Boş yere insanların midesini kaldırmaya gerek yoktu.

Ayranımdan büyükçe bir yudum alarak kaşlarım çatık ona dopru baktım.

- Niye kocanın kapısını, bir seksenlik çıtır üzerinde oversize gömlekle açmış gibi davranıyorsun?

Göz devirdi isyanıma karşı. Sende bir seksenlik çıtırsın diyebilirdi, ama dememeyi seçmişti.

Çıtırlıkta boya takılanlardansın Ahsen.

Beni gömen cazgır tarafımı susturmak kolay değildi, bunu yapmak yerine dikkatimi ona verdim. Ağzındaki yutunca kolasından bir yudum alarak gözlerime kilitlendi.

- Çok da bir farkın yoktu be gülüm.

Gözlerim kıyıya vurmuş bir balık misali ardına kadar açıldığında ona öylece bakmakla kaldım. Kalakaldım hatta. Resmen gider ayak bana şey muamelesi yapmıştı.

Gözlerim etrafta ona savuracak bir şeyler aradı.

- Sakın. Bak rezil oluruz.

Tam dolu su bardağını gördüğümde benden hızlı davranarak tek nefeste hepsini içti.

- Senin kişisel bir özelliğin bu oğlum, barış kendinle. Rezilsin sen, hep öyleydin, hala daha öylesin.

Hala ona fırlatacağım şeyleri engellemeye çalışarak ellerimi itiyordu aptal. Korkaktı birde, nasıl onu teğmen yapmışlardı anlamıyordum, sayın tsk hazretleri affınıza sığınarak söylüyorum ben olsam bu saftiriği bahçeme korkuluk dahi yapmazdım.

- Ay yeter. Çek elini kolunu bacağını yoksa yapıştıracağım bir tane.

Sessiz bir ateşkes imzalamış gibi davranarak yemeklerimize devam ettik. Yıllar önceki ele avuca sığmaz tarafımız biraz yaşlanmak suretiyle varlığına sürdürüyordu. Buna daha bir mutlu oldum.

- Hayır bak Ahsen tim komutanının kapısını çalıyoruz, zaten gizli saklı gelmişiz götümüz üç buçuk atıyor...

Ağzına bir lokma alıp anlatmaya devam etmek için hızlı hızlı yedi ağzındakini.

- Kapıyı Balamir komutanım açacak bizi söve söve içeriye alacak diye bekliyoruz, ama bir anda üzerinde "sadece" Balamir komutanımın kapüşonlusu olan bir kız açıyor, saçı başı dağınık ve açıkçası ağlıyor da...

Kolasından bir iki yudum alarak tekrar bana döndü, bende bu sırada kötü kötü bakarak önümdeki yemeği yiyordum.

- Ne düşünmeliyim sence? Asıl sinirlendiğim, sen odandasın, Balamir komutanımın evinde bir odan var ve hani bu asıl şok sebebiydi zaten, bağıra çağıra ağladığını biliyorum yanına da gelmem lazım, ama Balamir komutanım izin vermiyor.

Önündeki boş tabağı iterken arkasına yaslanıp kolayı eline aldı.

- Anasını satayım birde beni göndermediği odaya kendi gitti ya. En çok da o oturdu içime. Komutanım diyorum, kötüydü diyorum, bakayım diyorum. Adam bana içeri geç diyor. Zorla içeri geçtim ama geçmez olaydım Ahsen...

Ağzımdaki lokma büyüye büyüye yutulması zor bir hale gelmişti. Oturma odasının o halini görmüşler miydi?

O halden kastım, Balamir'in mısırı ayı gibi yerken yere döktüğü mısır kırıntıları ya da boş kola şişeleri, çöp paketleri kısaca evin dağınıklığı değildi.

Televizyondaki o filmin saçmalığıydı ve umarım o korkunç sahneleri görmemişlerdi.

Utanarak gözlerimi kaçırdım. Bunun nasıl bir açıklamasını yapabilirdim ki?

- O konu hakkında hiç konuşmayalım.

O da beni onaylamış gibi konuşmasına kaldığı yerden devam etti. O sancılı anları birde ondan duymak ne kadar kötü hissettirse de Balamir'in timi neyi ne kadar duymuştu bilmek iyi olabilirdi.

- İçeride oturuyoruz falan ama her an o kapıyı kırıp içeriye girebilirdim. Öyle de bir sabra sahibim, bilirsin. Bir ara sesin geldi içeriye, tam tahmin ettiğim gibi ağlıyordun Ahsen, o andan sonra beni zaten kimse tutamazdı. Kalktım gittim sesin geldiği yere, önceden Balamir komutanımın odasıydı senin odan. O an orayı sana verdiğine şaşırdığımı hatırlıyorum ama o görüntünün şaşkınlığı daha ağır basti inan. Balamir komutanımla sıkı sıkı sarılıyorsun ve onun kollarında ağlıyorsun.

Nefeslendi. Elini ensesine atıp kısaca ovaladı.

- O an gerçekten aranızda bir şeylerin olduğunu sandım çünkü Balamir komutanım benim yıllarca görüp görebileceğim en şefkatli tarafını sana karşı kullanıyordu. Sana sarıldı, saçlarını okşadı. Seni teselli etti Ahsen. Ve bunu bize yaptığı gibi bağıra çağıra, yedi ceddimize söverek yapmadı. Adam sana mantıklı cümleler sundu, hemde sebepleriyle beraber. Yani tabi bizimkisi farklı, biz onun emir erleriyiz ama ne bileyim o an için siz sevgiliydiniz benim nezdimde. Balamir komutanım istese o an beni yanlış anlar ve seni bana karşı doldurabilirdi ama bunu yapmadı, bizzat duydum. Beni affedebilmen için bir kapı bıraktı sana. Ama yine de...

Kola şişesini döndüren elleri duraksadı ve çekingen bir ifadeyle bana baktı.

- Benimle konuşmazsın diye ödüm koptu. Sabaha kadar toplasan yarım saat ancak uyudum. Yüzüme bakmazsın sandım, beni anlamak istemezsin, affetmek bir yana özrümü dahi dinlemezsin sandım. Ölüm gibiydi Ahsen.

Bizim sevgili olduğumuzu sanmasına mı yanayım, hıçkırıklarımın ta oturma odasından duyulduğuna mı yanayım yoksa Ulvi hakkımda Balamir'e yakındığım her şeyi Ulvi'nin duymuş olmasına mı yanayım seçememiştim.

Bu yüzden şu sevgili meselesini tamamen duymazdan geldim, ağlamanın ayıp bir şey olmadığını kabullendim ve de Balamir'e yakındıklarımın harfiyen doğru ve haklı olduğunu varsayarak o konuyu hiç açmama kararı aldım.

Gamsız, kısık bir gülüş sundum ona.

- Sen benim kardeşimsin lan. Sence ben seni öylece bir kenara atıp hayatıma devam edebilir miyim? Görmezden gelebilir miyim seni? Klasik Ulvi'liğini yapmışsın işte. Vesvese dolu her yanın, susturamıyorsun ki şu aklındaki ihtimalleri. Azıcık bir mantıklı düşünsen, şöyle bir analiz yapsan aslında anlayacaksın da işte o da hep tembelliğinden.

Gülümsedi bana içli içli.

- Balamir komutanımla yatıyor musunuz?

Ona gülümseyen yüzüm yüz seksen derece döndü, evrildi çevrildi, insanlıktan sapmış bile olabilirdi.

- Lan! Ne diyorsun sen salak! Kör bıçakla bıçaklarım bak seni, babama verir döner yaptırır hayrına sağa sola dağıtırım, sızlayacak kemiğin dahi kalmaz Ulvi.

Keyifli bir kahkaha atarak yerine iyice yerleşti.

- Şaka maka harbiden aranızda bir şey var mı sizin?

Oflayarak yarısından çoğunu yediğim tabağı ittim, daha fazla yersem Balamir gece boyunca benim kusma seslerimle parti verecekti. Azıcık iyi bir insandıysa bana yardım eder, belki ıhlamur falan demlerdi.

Şimdi böyle söyleyince bana bile inandırıcı gelmemişti.

Güldüm.

- Sen harbi yanmışsın kızım.

Anlamsızca ona baktım birkaç saniye. Ne dediğini anlamakta zorluk çektim. Şimdi o bana Balamir'e aşık olduğumun imasını mı yapmıştı?

Öyleyse burdan çıktığımızda ilk iş kıçına sağlam bir tekme yiyecekti. Burada boşuna rezil olmaya gerek yoktu.

- Yok öyle bir şey, saçmalama sende. Sadece zorunda kaldık. Ve Ulvi bu çok uzun bir hikaye. Gerçekten sıkılacaksan dikkatin falan dağılacaksa hiç yorma beni.

Güldü sadece, elindeki kolayı tek dikişte bitirerek garson çocuğu yeniden çağırdı.

- Sen anlat daha zamanımız çok.

...

Ü

zerimdeki cekete daha bir sarıldım. Silopi soğuğunu hafife almıştım anlaşılan. Hatta bayağı yok saymıştım ben bu gerçeği. Götüm bile titriyordu soğuktan. Üzerimdeki kalın kazağımın beni koruyacağını düşünmek büyük hataydı.

İkinci hatamda beni alması için Balamir'i aramaktı galiba. Ulvi yarım saat önce bir arkadaşının arabasına binip gitmişti, tabi bana da eve bırakılmak teklif edilmişti lakin arabanın üzerine halatla bağlanmaktan başka bir şekilde o arabaya binemezdim, çünkü zaten halihazırda arabada 6 kişi vardı.

Kibar bir şekilde reddedip Balamir'i beklemeye koyulmuştum, zaten onlarda ısrar etmemişlerdi.

Saat neredeyse sekiz buçuğa geliyordu, Balamir bu saatte evde olmalıydı. Bir çay demlemiş olsa, çekirdek çıkarsa. Şöyle televizyon izlerken bir keyif yapsak ne de güzel olurdu. Ona Ulvi'nin bana bugün nelerden bahsettiğini anlatsaydım falan.

O an aklıma sabah Balamir'in keyfinin yerinde olmadığı geldi, hemen kendime geldim. Çekirdek de yoktu çay da. Balamir vardı, o benim derdimi dinleyip bana teselli verdiyse bende onun kötü zamanında pek tabi yanında olacaktım.

Ulvi'ye, Balamir'e ne olduğunu sormuştum içeriden çıkmadan evvel. Bana tam bilmediğini ama annesinin durumunun sürekli değiştiğini söylemişti. Balamir'in annesinin böbrek yetmezliği varmış, ve her hafta belirli periyotlarla diyalize gitmesi gerekiyormuş.

Ulvi'ye ilk sorduğum neden böbrek nakli olmadığıydı tabiki, o da bana gayet makul bir cevap vermişti. Balamir'in annesinin vücudu böyle ağır bir operasyonu kaldıramayabilirmiş. Zaten diyabet ve hipertansiyon tanısı konulduğundan dolayı da pek elleyemiyorlarmış. Zaten kadının da öyle masaya yatmaya pek niyeti yokmuş.

O da ölürüm de ameliyat olmamcılardanmış benim anneanem gibi.

Keyifsizliğinin sebebinin bu olmamasını diledim belki yüzüncü kez. Çünkü herhangi bir sağlık problemi öylesine teselli verebileceğiniz bir durum değildi ve ne derseniz deyin karşınızdaki kişiyi anlayamayacağınız için söyledikleriniz karşı tarafı sinirlendirmekten başka işe yaramıyordu.

Ciğerlerime baskı yapan havayı sıkıntıyla üfledim.

Artık gerçekten sövmeye başlayacaktım.

- İyi akşamlar.

Sağımdan gelen sesle, deyim yerindeyse, Allahıma kadar kavuşmuştum.

Parmağımla damağımı çekerek ödümü gasp eden canlıya baktım, ölümü hak etmişti.

- İyi akşamlar.

Gülümsedi

- Korkuttum galiba?

Samimiyetsiz sorusuna layık samimiyetsiz bir gülüş sergiledim ona.

- Yok ya ne korkutması?

Sadece iyi akşamlar demek istediğine kendimi inandırarak önüme döndüm. Pek tabi öyle bir şey değildi.

- İsminiz neydi?

Oflayarak tekrar ona dönmek zorunda kaldım. Normalde kaba birisi değildim ama şuan zaten üşüyordum ve sinirliydim. Balamir geç kalıyordu ve soğuktan donmak üzereydim.

- Bakın. Şuan gerçekten hiç konuşmak istemiyorum. Beni yalnız mı bıraksanız?

Direkt gözlerinin içine baktım. Anlaması için dualar ediyordum, beni rahat bırakması için, öylece yoluna devam etmesi için.

O ise sadece yapmacık bir kahkaha atarak bütün iyi niyetimi tuzla buz etti.

- Anlıyorum, sadece merak etmiştim. Yani sizin gibi güzel bir kadını böyle kapılarda bekleten kim olabilir ki?

İyice rahatsız oldum, bunu belli edercesine bir iki adım geriledim. Bu özgüven nereden geliyordu? Hadi özgüveni geçtim, bu özgüven değildi de zaten. Seninle konuşmayı reddeden bir kadının yanında, ne çeşit bir gurur anlayışıyla durmaya devam ediyor, konuşabiliyordu?

Sinirlerimin tel tel gerildiğini hissettim.

Şimdi bir şeyler söyleyecektim ama aşırı nezaket içeren sözlerimden sonra bana ne olur karar veremiyordum. Yani götü de kollamak lazım geliyordu. Burada bir arbede yaşansa ve ben ona vurabilecek fırsatı yakalasam onu etksizin hale getirebilir miydim? Tamam şimdi siyah kuşağımız falan olabilirdi ama paslanmıştık en nihayetinde, aradan çok yıllar geçmiş çok sular akmıştı. Şöyle bir vücudunu süzdüm indirebilir miyim acaba diye...

Sen anca adamın pantolonunu indirirsin Ahsen.

Aslında pek de fena bir fikir değildi. Güzelce dikkatini dağıtır, sonra da kaçardım. Tabi adamın beni yakalaması kaç saniye sürerdi, orası da önemli bir noktaydı.

- Lütfen beni rahat bırakır mısınız?

Kollarını önünde bağladı. Bana doğru eğildiğinde, bariz bir korkuyla geri çekildim. Beni gidiyordum adam üstüme üstüme geliyordu. Sapık var diye bağırmama saniyeler falan kalmıştı.

Kolumu sıkıca tuttu ve yüzünün hizasına çekti.

O an sadece küçük bir çığlık atarak tepki verebilmiştim, adeta nutkum tutulmuştu.

- Çok yakında görüşeceğiz.

O kolumu geriye savururken bir çığlık daha attım. Gündüz gözüyle enikonu darp edilmiştim resmen, bunun dehşetiyle etrafıma bakındım hızla. Nereye gittiğini görememiştim bile.

Haklı bir sinir kapladı içimi, korktum da.

Ne münasebetti ya. Kimden neyden korkacaktım ben. Bir kere benim babam böyle bir kız yetiştirmemişti. Y kromozomlu ilkel bir canlı için kendimden ödün vermeyecektim.

Önüme gelen saçımı geriye savurdum. Ama yine de acıdan dolan gözlerime bir çarem yoktu. Ağlama krizi kapıdaydı.

Sebebi acıdan, korkudan yahut ondan bundan değildi. Bu saatte, bu lokantanın önünde kendini bilmez bir adam tarafından gururum kırıldığındandı.

Hala etrafıma bakıp durduğumdan önümde duran arabayı görmemiştim. Haliyle aracından çıkıp yanıma kadar gelen Balamir'i de farketmemiştim.

- Ahsen?

Bu sefer gerçekten çığlığı bastım. Ben korkmuştum ama o da korkmuştu, belliydi.

Elimi göğsüme bastırarak nefeslenmeye çalıştım. Ben bugün ecelimden değil korkudan ölecektim galiba.

Az önceki adamın üzerine bir de bu... bana pek iyi gelmemişti. Artık daha kötüydüm. Ya zaten ağlamaya meyilli, ota boka ağlayan bir yapım vardı Allahım niye hep benim başıma geliyordu bunlar?

- İyi misin sen?

Niye bağırıyorsun diye böğürmesini beklerken kötü olduğumu anlamasıyla afalladım. Gözlerimi kaldırım taşlarından ayırarak, ki bu zor olmuştu, gözlerine kaldırdım. Gözlerimin dolu dolu olduğunu görerek daha bir çattı kaşlarını.

- Ulvi bir şey mi dedi?

Ulvi mi? Kafamı iki yana salladım hızlıca. Onunla hiçbir alakası yoktu.

Derin bir nefes aldım.

- Yok bir şey hadi gidelim.

Tam yanından geçip arabaya doğru gidecektim ki kolumdan tutup önüne çekti beni. Hafif bir şekilde tutmaya devam ederken yineledi sorusunu.

- Ulvi bir şey mi dedi?

Ofladım. Zaten ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. Birde bu sorgu sual hepten kötü geliyordu.

- Yok bir şey dedim Balamir.

Açıkçası ona söylemekten utanıyordum. Zaten onun gözünde kendini koruyamayan, çocuksu, şımarık bir kızdım. Ona bunu pekiştirecek örnekler vermek istemiyordum. Daha iki gün önce adamın omzunda hıçkıra hıçkıra ağlamış biri olarak söylüyordum, bu kadarı yeterliydi.

O kadarda güçsüz değildik.

- Ne oldu o zaman?

Ya da öyle miydik?

Bu ilgi numaralarına falan bayağı kanıyordum haberi olsundu.

- Ya bir adam geldi az önce. Saçma sapan konuştu. Korkuttu beni biraz da. O kadar yani.

Kaşları havalandı. Bir iki saniye kadar yüzüme baktıktan sonra kafasını kaldırıp arkama doğru baktı.

- Ne demek saçma sapan konuştu? Nasıl bir saçmalık mesela.

Etrafı kolaçan ettim tekrar. Adamın burada olması fikri bile korkunçtu şuan için.

- Saçma işte, nefesimi yormaya bile değmez. Aman Balamir yürü gidelim Allah aşkına, durdukça donmaya devam ediyorum.

Beni duymamış gibi, gözleri hala daha arkamı tararken kolunu çekiştirdim. Bir gidelimdi, daha da gelmeyecektim buraya.

Bana uyarak arabaya doğru yürüdü bu kez. Günü sapsağlam bitirmiş olmanın mutluluğuyla ön koltuğun kapısını açtım. Aynı mutlulukla oturdum da. İçerisi sıcacıktı, hasret kaldığım bir sıcaklık.

Ellerimi klimaya uzatarak ısıtmaya çalıştım.

- Dondum dondum, senin benim hayatıma kastın var. Anlamadım sandın değil mi?

Aklı neredeydi bilmiyordum ama ön camdan lokantayı izlemeye devam ediyordu. Dediğim şey yüzünden böyleyse durum kötüydü. Ben onun yaralarını saracağım, yanında olacağım derken adamın kafasını yine yok yere meşgul ediyordum. Kendime kızdım bu kez, rol çalmakta üstüme yoktu.

- Şu adamı biraz tanımlar mısın?

Ofladım. Görmezden, duymazdan geldim.

- Hangi adam?

Emniyet kemerine yeltenirken arka koltuktan gelen yabancı sesle bu gün üçüncü kez korkudan bayılma tehlikesini yaşadım. Her defasında göğsümde hissettiğim o keskin ağrıyı bir kez daha hissettim. Bundan dolayıdır ki arkaya doğru dönerek şeytani bakışımı attım.

- Tekrar söylüyorum siz bugün benim canıma kast etmeye anlaştınız değil mi? Başka bir açıklaması olamaz çünkü.

Arkada oturan adam omzunu silkerek genişçe gülümsedi. Yerime geçtim, göz devirdim.

- Ahsen.

Balamir'e doğru baktım. Hala daha az önceki sorusunun cevabını beklediğini yüzünden görebiliyordum. Kollarımı karnımda birleştirdim, küçüle küçüle yerimde yok olmayı diledim.

- Ya bildiğin adam işte Balamir. Senin gibi uzun, iri, 45 numara ayakları var mesela...

Kendi kendime güldüm ama onun gülmediğini görünce susarak anlatmaya devam ettim. Kendimi bir an sınıfta herkes susunca, anırarak gülüşünü cümle alem duyan ve haliyle küçük düşen liseli Ahsen gibi hissetmiştim.

- Böyle sakalı vardı ama o kadar da uzun değildi. Klasik siyah saçlı, siyah gözlü... Öyleydi yani.

Elini çenesine attı. Sessizleştiğinde, aynadan arkadaki elemana doğru baktım. Balamir'in timinden biri olmalıydı. Onunda siyah saçları vardı, siyaha yakın koyu kahve gözleri ve aynı oranda koyu bir ten rengine sahipti. Ama boynundan aşağıya doğru ten renginin açılması gerçeği onun normalde daha beyaz tenli ama işi nedeniyle esmer olduğunu açık ediyordu.

Ulvi geldi aklıma o anda. Benim küçük kardeşim. O esmerdi zaten ama eskisinden de esmerdi şimdi. Kıvır kıvır, savurmayı sevdiği saçları şimdi üç numaradan fazla olamayacaktı. Bariz bir hüzün dalgası geldi ve geçti.

- Komutanım yani alt tarafı bir adammış bakın. O kadar da kıskanmayın ya.

Bir an ne dediğini anlayamadım, anlayıp tepki vermem saniyeler aldı.

Balamir'e doğru tedirgin ve oldukça çekingen bakışlar attım, oysa bir bana bir aynadan arkadaki şahısa doğru baktı.

- Sikik sikik konuşma Uğur.

Uğur dediği adam kollarını ikimizin oturduğukoltuğun sırt kısımlarına koyarak öne doğru eğildi.

- Yenge seninle de tanışamadık hiç. Uğur ben.

Sağ elini bana uzattığını görüncd nezaketen bende ona uzandım. Balamir ise bu sırada arabayı çalıştırıyordu.

- Benim ismimde Ahsen, yenge değil.








Continue Reading

You'll Also Like

2M 75.1K 60
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Lavinia: Sana vermem gereken bir ceza vardı. Defne: Tobe hasa Defne: Ben ned...
25.6M 909K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...
1.3M 90.7K 59
Çilek Alança Yıldırım mı demeliyim yoksa sen mi gerçek ismini açıklamak istersin Çilek Alança Saruhan? 17 yaşında tam bir neşe patlaması olan Çilek...
851K 37.7K 20
Son yirmi yedi saniye. Zaman gelmişti, kulaklıktaki ses son kez konuşacaktı. "Sonuna geldik, küçük hanım," Alacağı canları düşündükce duyduğu memnuni...