LALELERİNDEN SERİSİ

By arssnoctis

8.7K 1.8K 23.9K

"İntikamın kokusu geliyor her cesetten, biz gerçeğiz ve bizde yalan yok." SE. Adaletin olmadığı bir ülke düş... More

LALELERİNDEN SERİSİ
SİYAH EMARE
1. KÜLLERİ
2. ÖLÜMÜN PARODİSİ
3. ÇOCUKLUĞUMUZ
4. BEYAZ ZAMBAK
5. ADALET ÇIKMAZI
6. ÖRGÜT LİDERİ
7. ACININ KRALI VE UMUDUN KRALİÇESİ
8. BULANIK ZİHİNLER
9. KANLI NOEL
11. MATEM ÇİÇEKLERİ
12. YALNIZLIK
13. YALAN SAVAŞLAR
14. BİR MASAL KAHRAMANI
15. KIRGINLIĞIN TUTKUSU
16. MASUMLUĞUN OTOPSİSİ
17. MEKTUPLAR
18. MATEM ÇİÇEKLERİ
19. ATEŞİN PARÇASI
20. AZABIN ÇAĞRISI
21. VİCDAN MAHKEMESİ
BEYAZ EMARE
BEYAZ EMARE: 1. SUSTUĞUN HER SANİYE

10. ÖLÜM KOKAN TOPRAK

107 29 234
By arssnoctis

Bu kitapta bahsi geçen karakterler, kurumlar ve olaylar her ayrıntısıyla kurgudan ibarettir ve kalemime aittir.

İyi okumalar!

Cem Yenel, Seni O Gökyüzüne Ben Koydum










Kanla beslenen canavar...

Vernem Nidahen.

Amacını henüz çözemedim ama çözeceğim, Vernem Nidahen'in kim olduğunu Ayaz'a söylemeden kendim öğreneceğim. Onun bu konuyu araştırdığımdan haberi olmayacak. Eğer bilirse, ilişkimizin sarsılacağından emindim çünkü bu konuda gerçekten iyi hissetmediğini biliyordum. Gözlerinden bile anlaşılıyordu, iyi değildi. Vernem Nidahen'in nefesi ensesinde gibiydi.

Ayaz'ın odasını o geldiğinde terk etmiştim. Dikkatimi yine masanın üzerindeki mektuplar çekmişti ve bu yüzden Ayaz'a sordum. "Her doğum günümde kendime bir mektup bırakıyorum." diyerek cevapladı.

"Peki Kayra Masso?"

Şok olmuş gibi yüzüme baktı. "Sen onları da mı okudun?" diye sorduğunda ellerinin titrediğini fark ettim.

"Okumadım, arkasında yazıyordu. Senin mektuplarını da okumadım, sadece çok dağınıktı. Düzenledim." Bir adım atarak ona yaklaştım ve elini tuttum. "Ruhunu yaralayacak kadar ne yaptı bu isim sana?"

Sustu, sadece beni sardı kolları. "Bu isim, önemli bir isim değil Güvercin. Ruhumu yaralasa bile önemli değil. Önemli olan tek kişi sensin, önemli olan tek yer senin yanın ve Siyah Emare."

"Kayra isminden kaçıyorsun." dediğimde Can perişan olmuş gibi bakıyordu yüzüme. "Ama seni de bu konuyla boğmak istemiyorum. En iyisi biz Siyah Emare'ye, güvercinlerimizin yanına gidelim."

"Babanla konuştum." diyerek yüzüme baktı ama hâlâ elleri kollarımın üzerindeydi. "Beraber zaman geçiririz diye düşündüm, ondan izin aldım geç saatler olduğu için. Sadece sen ve ben bir yerlere gideriz."

"Nereye gideriz?" dedim ufacık bir merakla.

"Gökyüzünün altında bir yere."

"Gökyüzü, güvercinlerin en sevdiği yerdir. Ama benim en sevdiğim yer gökyüzü değil."

"Neresi senin en sevdiğin yer?"

"Senin yanın."

Tebessüm takındı ama içinde başka bir şey barındırıyor gibiydi tebessümü, daha önce görmediğim veya hissetmediğim bir şey. Hüzün veya özlem gibi bir şey... Veya pişmanlık... Acı...

"Bir şey demek istiyorum." İkimiz de Can'a baktığımızda can sırıtıyordu. "Siz evlenin, ben de çocuklarınızın bakıcısı olayım."

"Çocuğum olsa sana mı emanet ederim Can?" Ayaz'ın cümlesine gülümserken Umut Can'ı gördüm ve onun bozulmasına kahkaha attım. Gülümsememin kahkahaya dönüşmesi Can'ı daha da bozmuştu.

"Bari sen yapma yenge."

Ayaz bir şey dememi bekler gibi baktı bana ama sessiz kaldım. Sonradan o söze girdi. "O hâlde ben önce odama geçiyorum, üzerimi değişiyorum ve geliyorum. Sonra da çıkıyoruz Güvercin'im, olur mu?" Kafamı sallayarak onayladım ve onun odaya gitmesini izledim. Sonra da rastgele bir yere oturdum.

"Yenge." dedi Can. "Yıllar yıllar sonra bir kızınız olsaydı ismini ne koyardınız?"

Sorduğu soruya şaşırsam bile aklıma Masal gelmişti. "Masal," diye fısıldadım. "Galiba Masal koyardık."

"Ayaz masalları çocukken çok severdi."

Kaşlarımı çatıp yüzüne döndüm direkt. "Ayaz hâlâ seviyor masalları." Ufak bir gerginlik yaşamıştım, Can da bunu fark ettiği için bir şey demedi. Doğrudan konuyu değiştirdi.

"En sevdiği kitabın ne olduğundan bahsetti mi hiç sana?" Reddettim kafamla ve söylemesini bekledim. Hüzünle tebessüm takındı, içine huzur dolmasını istiyormuş gibi derin bir nefes aldı ya da bazı şeyleri bastırmak istiyordu. "Milena'ya Mektuplar..."

"Sustukça birikiyor içimdeki kelimeler, sanki çığlık çığlığa söyleyemediklerim." derken kendimi bu cümlenin içinde kalmış gibi hissettim. Franz Kafka'nın Milena'ya Mektuplar kitabından ilk aklıma gelen söz bu olmuştu, her zaman bu olacaktı. Sonrasında bir alıntı daha geldi aklıma ama Umut Can çoktan söze girmişti.

"Hasta bir adamı sevecek kadar hastaydın. Sen de hastasın, Milena gibi." Anlamayarak kaşlarımı çattım ve neden bu sözü bana küfredermiş gibi söylediğini sordum. O da güldü ve açıklamaya başladı. "Estağfurullah yenge, seni anlatan bir cümleydi sadece. Hasta bir adama aşık olabilecek kadar hasta birisin."

"Ayaz'ın bir hastalığı mı var?"

Gözlerini kaçırdı. "Yok, onun tek hastalığı sensin." Emin olup olmadığını sordum, gözlerime baktı yeniden, yalan söylüyordu. "Eminim, onun tek hastalığı sensin. Ayaz sana hasta."

"Ben peki?" dediğimde güldü. Söylediği yalanı gülüşleriyle bastırmak ve silip atmak istiyordu sanki.

"Hasta bir adamı sevecek kadar hastasın, güzelim. Sen de bir hastasın. Bu arada Ayaz'a bu konuştuklarımızdan bahsetme. Sana söylediğim için beni doğrayabilir, canının bir parçasısın sonuçta. Hastalığı olduğunu düşündün bir an, seni korkuttum." Başımı salladım onaylar biçimde. Ona inanmış gibi davrandım ama pek inandığım söylenemezdi. Ayaz'ın gelmesini bekledim, aklımda beni delirtecek sorular yankı yapıyordu. Gerçekten bir hastalığı mı vardı? Neydi? Psikolojik miydi, fiziksel mi?

Omzumda bir yük hissettim.

Omzumda dünyalar kadar ağır bir yük varmış gibi hissettim. Hislerimdi beni öldüren. Sanki birisi vardı, acımasız birisi... Bütün dertlerinin yükünü benim omzuma bırakıp gitmişti.

Kendimi inandırmak istedim. Çözemediğim düğümleri çözebilmeyi diledim. Yakında o düğümlerin olduğu ip belki de boynuma dolanarak beni öldürecekti. Bilmiyordum, tek bildiğim ölüm kokan topraklardı...

"Canımın içi?" Ayaz'ın sesiyle irkilip gözlerimi açınca karşımda takım elbiseli bir yakışıklı gördüm. Şaşkındı, kaşları çatıktı ve yüzümü izliyordu. "İyi misin bir tanem?"

"Hoş geldin," diyerek toparlandım. "İyiyim, asıl sen nasılsın?" Bir şey söylemedi. Tebessüm etti gözlerimin üzerinde gezdiğini görünce. "Başıma iş açacaksın." dedim bende. Cümlem tebessümünü silip attı.

"Nasıl yani?"

"Bu kadar karizmatik olarak başıma iş açacaksın, diyorum. Şimdi buradan çıkarız, kızlar seni görür ve aşık olur falan. Uğraştırma beni."

"Kıskanılmak hoşuma gitti şu an." dediğinde sesli bir şekilde gülmeye başlamıştı. O an yine eli yarasına gitti, gülüşünün sesi gitti ama yüzündeki tebessüm solmadı. "Hadi, çıkalım artık Güvercin'im. Minik güvercinlerimiz bizi bekliyor, onları görmek istiyorum ama önce senin evine de uğrayacağız." Onayladığım gibi ayağa kalktım. Ayaz da ilerlemeye başlamıştı, anahtarını alıp bana kapıyı açtı. Önden ilerlemem için nazikçe yol verdi ve arkamdan geldi. "Üzerine ne giyineceksin?" diye sorduğunda önümüzdeki arabaya bakıyordu. Aniden durdu.

"Arabalara karşı bir fobin mi oluştu?"

"Hayır, yaşananları hatırladım sadece. Önemi yok, sen ne giyineceğini söyle lütfen." Bilmediğimi söylediğimde hafifçe öne eğildi ve bana yaklaştı. "Beyaz bir elbise fena olmazdı, tıpkı beyaz güvercinler gibi... Ne dersin?"

"Üzerini meyve suyu yapar mıyız? Veya kahve?"

Sorumdan sonra tebessüm takındı ve arabaya yöneldi. "Mümkünse bir şey dökmeyelim." Arabanın arka kapısını açtı bana. "Buyurun," diyerek binmemi bekledi ve hemen yanıma o da geldi. "Güvercin'imin evine gidiyoruz." dedi korumalara.

"Ayaz..." Ona biraz yaklaştım. "Çocuğun abisine ne olmuş?" Aklıma geldiği için sormuştum. Sorumdan sonra yola baktı, elini yumruk yaptığını gördüm. Sonradan eli karnına gitti, yarasının olduğu yere koydu elini.

"Çocuğun evinde herhangi bir silah bulunmadı." Acı içinde kıvranışını izledim Ayaz'ın. Elimi titreyen elinin üzerine koydum, bu işi çözeceğiz der gibi baktım yüzüne. "Keşke..." diye söze başladı. "Keşke bütün çocukları koruyabilsem. Keşke onlara zarar gelmese, hep iyi olsalar."

"Keşke..." Mırıldanarak ağzımdan çıkan kelime çıkmaza soktu beni. "Öldüren kişiyi biliyor muyuz?"

"Gök Acar," dediği an korkuyla irkildim. Elim direkt boynuma gidince Ayaz'a yakalanmamın lanetini okuyordum içimden. Bu ismi nereden bildiğimi sordu sinirle, bunu soracağını biliyordum. Beni yakalamıştı. Vernem Nidahen'i araştırdığımı anladığı için sinirlenmesine sebep olmuştum, beni çok kötü yakalamıştı. Elimi tutarak boynumu kaşırken yara yapmamı önlemeye çalışıyordu. Kasılmaya başladı vücudum birkaç saniyeliğine, boynumu kaşımam gerekiyordu. Yoksa rahatlayamayacaktım. "Bırak ellerimi." dediğimde sesim titriyordu. Bırakmadı. "Ayaz," dediğimde Vernem Nidahen'e karşı içimde beslediğim korku zirveye ulaştı. Canımın bu kadar yanışına anlam veremedim. "Ayaz, çok kötüyüm. Lütfen bırak da boynumu kaşıyım. Anılarım yüzünden silip atamıyorum bu davranışı, rahatlamam lazım."

Ne yapacağını şaşırmış gibi bakıyordu yüzüme. Ellerime baktı, titreyen bedenime baktı ve saniyeler içinde öne eğilip dudağını boynuma değdirdi. Bu hareketini yaparken de ellerimi bırakmamayı ihmal etmedi. Gözlerimi kapatıp elimi yumruk yaptım. Bunun işe yarayıp yaramayacağını bilmiyorduk ama öğrenmiş olduk. Ellerimin yumruğu gevşerken Ayaz dudağını boynumdan çekmişti fakat öylece durdu. "Hiçbir şeyi umursamam fakat söz konusu sen olunca bu cümle silinip atılıyor. Her şeye dayanabilirim Güvercin, ama bir şerefsizin sende bıraktığı bu travma yüzünden kendine zarar vermene dayanamam. Her yaranı öperek iyileştirmek istiyorum, her acının dinmesini diliyorum." Dudaklarından bir dilek döküldü... Sessiz kaldım, sessizliğimi dinledi. Nefesini boynumda hissediyordum.

"İşe yaradı." dedim inanamaz gibi.

"Sen boynunu her kaşıyıp kanattığında benim canım yanıyor." Yüzüme baktı ve ellerimi nihayet bıraktı. "Şimdi neden böyle olduğuna gelelim. Ne yaptın yine? Umarım Gök Acar ismini duyup korkmanın sebebi Vernem Nidahen değildir." Gözlerimi kaçırdığımda suçlu hissetmeye başlamıştım. "Neden?" dedi Ayaz çaresizce. "Bunu neden yapıyorsun, korkmana rağmen neden araştırıyorsun bu katili?"

"Çünkü kim olduğunu bilmek istiyorum." Hala sinirle kıyamamazlık arasında kalmış bir şekilde bakıyordu yüzüme. "Neden bunu istemiyorsun?" dediğimde araba durdu ama kimse hareket etmedi. Ben de konuşmaya devam ettim. "Korkularımı yenmemde bana yardımcı olsan, olmaz mı? Beraber çözelim bu işi. Neden beni bu cehennem çemberinin dışarıda tutmaya çalışıyorsun?"

"Yanmak mı istiyorsun?" dedi hayretle.

"Zaten yanıyoruz. Önce kanatlarımız yanmaya başladı, vücudumuz da yanmış, çok mu?"

"Bu işten uzak duracaksın, Vernem Nidahen hakkında sakın bir daha en ufak bir şey daha araştırma."

"Ne yaparsın araştırırsam?"

Tahammül sınırlarını fazla zorladım, yüzüme nefret barındıran bir ifadeyle bakıyordu. "Bak," dedi ama sinirini hala anlayabiliyordum ses tonundan. "Vernem Nidahen, beni öldürmek için hiçbir zaman uğraşmadı. Ama ben onu öldürmek istiyorum, ondan nefret ediyorum. Sevdiğim kadının, nefret ettiğim bir katili araştırmasını ve bir daha buna denk gelmek istemiyorum. Kararım kesin. Senin görevin Siyah Emare çocuklarını korumak, onları sarıp sarmalamak, yaralarına merhem olmak ve benimle beraber liderlik yapmak. Ahtapotun birinci kalbi değil, ikinci kalbi önemli. Sen ikinci kalpsin... Senin görevin bir katili araştırmak değil. Şimdi üzerini değişmeye gidebilirsin. Burada olacağım."

Bir şey demeden sinirle arabadan inip kapısını sert bir şekilde kapattım. Bunun tartışmasını onunla yapmak saçmalıkmış gibi geliyordu. Biliyordu, Vernem Nidahen'in kim olduğunu belki de biliyordu. Bu yüzden araştırmamı istemiyordu. Belki de Vernem Nidahen'in nefesi ensemdeydi ve benim bunu öğrenip korkmamı istemiyordu. Bilmiyordum, hiçbir şeyi net bilmiyordum.

Evin kapısı açılır açılmaz içeriye girdim. Kapıyı Nisan açmıştı, annem ve babamın nerede olduğunu sordum. "Salonda oturuyorlar abla, annem sinirli biraz."

Nedenini sormadan direkt salona geçtim. Babam kafasını kaldırıp bana baktığı an içime yeniden kötü bir his yayıldı. Annem de beni görünce kaşlarını çattı. "Neredesin sen ya?" diye sordu.

"Ceylan?" Babamın söze girmesiyle konuşmamayı tercih ettim. "İyi değilsin, sağlıklı düşünemiyorsun. Rahat bırak kızı."

"Neler oluyor?" diye sordum anlık gelen bir özgüvenle.

"Birincisi, Ayaz ile sevgili olduğunuzu bana ne zaman söyleyecektiniz?" Bugün söylemek istediğimizi belirttim anneme, nereden öğrendiğini bilmiyordum. Ayaz'ın doğum günü olduğunu da söyledim. "Ayaz iyi çocuk, tamam da bela mıknatısı olduğunu bilmiyor musun? Onun yanındaydın, değil mi?" Onayladım ama nedenini de sordu.

"Kaza yaptığından haberin yok muydu?" Sorum annemi birazcık daha sinirlendirdi ama cümlemi geri çekmedim. "Baban öldüğünde Ayaz yanımdan ayrılmadı, hep benimleydi. Sırf beni yalnız bırakmamak ve seni görmek için evin içine girdi. Sen peki, arayıp geçmiş olsun dileklerini söyledin mi anne?"

Bozulmuş gibi bakıyordu yüzüme. "Hastaneye Vernem Nidahen gelmiş. Ayaz'ın yanında olman tehlikede olman demek Hazal." Ne öneminin olduğunu sorduğumda dişlerini sıktığını fark ettim. "Onunla sadece arkadaş olarak devam etmeni istiyorum, fazlasını istemiyorum. Siyah Emare kurumundan da uzak duracaksın."

"Abartma," dedi babam, gözleri annemin üzerindeydi. "Gerçekten saçmaladın iyice. Ben de Siyah Emare'de çalışıyorum, bu konunun Siyah Emare ile bir ilgisi yok. Ayrıca Ayaz ile Vernem Nidahen'in de bir bağlantısı yok. Eğer varsa da eminim ki Ayaz, Hazal'a zarar gelmemesi için her şeyi yapar. Ben müstakbel damadıma güveniyorum."

"Damadına?" Annemin sinirleri gerçekten bozukmuş gibi duruyordu. Babamın bu dediğine bile sinirlenmişti.

"Kız, bizim kızımız Ceylan. Hazal, ikimizin kızı fakat onun hayatının her noktasına karışmamız demek değildir bu. Hayat, Hazal'ın hayatı. 25 yaşında olgun bir kızımız var, aklı gayet başında. Elbette onu koruyacağız ama sevdiği adamdan ayırarak değil. Vernem Nidahen ölmek üzere, bir hastalığının olduğu söyleniyor. Sırf Vernem Nidahen, Ayaz'ın etrafında olabilir diye ikisinin arasına girmeye hakkımız yok. Hele de Vernem'in öleceğini bilmemize rağmen."

"Vernem Nidahen'in kim olduğunu biliyor musun baba?" diye sordum şaşkınlıkla.

"Hayır bebeğim, bilmek de istemiyorum ama ona hak veriyorum." Nedenini sordum. "Çünkü öldürdüğü kişilerin nefes almaması en iyisi. Bazıları tacizci veya küçük bir çocuğa bile kıyabilecek insanlar. Çoğu da zaten hain, adamların sicili bir örgüte bağlanıyor."

"Siyah Emare de bir örgüt."

"Ama çocukları ve hayvanları korumak için kurulmuş bir örgüt. Biz iyilik için de çalışıyoruz, insanları bir arada tutmak istiyoruz. Onların hedefleri ise bizi parçalamak." Anneme baktı. "Sen de bizi parçalamak istiyorsun şu an, farkında mısın? Siyah Emare'yi bölemeyiz, bir bütün olarak kalmak zorunda yoksa sonumuz gelir." Bana bakıp ayağa kalktı. "Sen hazırlan güzelim, annen ne dediğini bilmiyor."

Anneme baktım, canımın acıdığını anlamasını isterdim bakışlarımdan. Anlamadı... Ben de acılarımı alıp odama gittim. Ayaz'ın istediği gibi beyaz elbiselerimden birisini giydim ve üşürüm diye ceketlerime baktım. Lacivert pamuklu ve üzerinde beyaz bulutların olduğu hırkamı aldım. Elbisemin üzerine yakışacak bir modeldi, telefonumu da aldığım gibi odanın kapısına yöneldim.

Ben daha dışarıya çıkamadan babam odamın kapısını tıklatıp içeriye girdi. "Merhaba güzelim, çıkıyor muydun?" Başımla onayladım, o da yanıma gelip sarıldı bana. "Üzülme, ne dediğini bilmiyordu. Senin için endişeleniyor sadece." Saçlarımı öptü. "Ben daima yanındayım babacığım, yanlış yapsan bile seni yalnız bırakmayacağım."

"Teşekkür ederim baba." dedim ama duygusal olsaydım ağlamaktan bunu diyemezdim. Oysa gözlerim bile dolmamıştı benim.

"Doğum gününü kutlayın siz, belki ben de katılırım."

"Kutlama yapmayacağız baba, çok ısrar ettim ama istemiyor. Çocuklarla ilgilenip beraber bir şeyler yapacağız. Dileklerden ve doğum günlerinden hoşlanmıyormuş. Galiba babası yüzünden." Babasına ne olduğunu sordu, bilmediğini anlayınca anlatmak istemedim. "Bunu Ayaz'dan habersiz sana nasıl anlatabilirim ki baba, en iyisi o söylesin. Anlatmam pek doğru olmaz, bir anlığına söylemişti bana da."

Anlayışla tebessüm takındı. "Benim kızım olduğun için şanslı hissediyorum. Bu arada mükemmel görünüyorsun, Ayaz'ı yine kalbinden vuracaksın." Gülümseme takındım ve teşekkür ettim. Babam da bana nazikçe tekrar sarılıp yol verdi. Odamdan çıkıp kapıya yöneldim.

"Görüşürüz," diye seslendim genel olarak. Yanıt vermelerini beklemeden ayakkabılarımı giyinip dışarıya çıktım. Ayaz'ı camdan bana doğru baktığını gördüm. Gözlerini açtı tamamen, bakışlarının üzerimde gezdiğinden adım gibi emindim. Arabaya geldiğimde kapıyı açtım ve bindiğim gibi de hareket ettik.

Ayaz'a baktığımda derin bir nefes aldı. "Şey..." Boğazını temizledi. "Senin hesap, kıskançlığım tutacak sanki."

"E tabi, güzel kızım. Elbette kıskanacaksın."

İkimiz de aynı an da gülmeye başladık, aramızdaki dargınlık yok olmuştu. Sonrası ise sessiz geçti yolun. Kuruma geldiğimizde çok fazla korumayla karşılaştık. Hepsi de Ayaz için buradaydı. "Her şey istediğiniz gibi efendim." dedi bir adam. Yanımıza kadar gelip arkamıza geçti. Ayaz da elini bana uzattı, elini tuttuğum gibi binaya giriş yaptık. Doğrudan çocukların olduğu yere gittik, Ayaz çocukları görmek için sabırsızlanıyordu resmen.

"Kazadan haberleri var mı?" diye sordum.

"Yok, korkmalarını istemiyordum. Bu yüzden izinli olduğumu söylediler." Huzursuzca nefes verdim, "Ne oldu?" diye sordu Ayaz da.

"Çok kötüydü o anlar. Özellikle de kalbinin durmuş olması..." Beni teselli etmek için sardı kollarıyla. "Ayaz," dedim kafamı ona çevirirken. "Bir gün seni kaybedersem ne yapacağım ben?"

"Beni kaybetmeyeceksin, hep var olacağım."

Acı içinde gülümsedim, aklımda Gül Ayşe vardı. O da böyle diyordu ama beş dakika sonra ne olacağını hiçbirimiz bilemezdik. Yüküm dünyaya yakındı ve omuzlarım bu yükü taşıyamıyordu. Omzumda emareleri kalıyordu bu yükün.

Sevmek, sevilmek...

Enkaz oluşturmak, enkaz altında kalmak...

Unutmak, unutulmak...

Ayrılmak, ayrılmak zorunda kalmak...

Sizi ne parçaladı? Beni emareler ve emarelerimin acıları parçaladı.

Bir çocuktu bizi gülümseten. Bir sevdaydı bizi iyileştiren. Bir laleydi çocukluğumuzun emarelerini taşıyarak bize geçmişi hatırlatan. Bir nefesti bizi hayata bağlayan. Bir kalpti hayatı yaşamaya değer kılan. Bir çift gözdü beni yansıtan. Bir notaydı derdimi anlatan. Bir sessizlikti çığlıklarımı bastıran...

Üç dilek dileyeceğim bugün. Birincisi, sokakta büyümek zorunda bırakılan çocuklar ve hayvanlar içindi. Her şeyin boş ve çok az şeyin anlamlı olduğu bu dünyada güvende kalsınlar diye. İkincisi, bütün insanlık içindi. Sevmeyi ve sevilmeyi iyi bilsinler diye. Üçüncüsü ise Ayaz ve benim içindi; bir ömür beraber yaşayalım, beraber yaşlanalım, sevgimiz bizi birbirimize bağlasın ve hep beraber kalalım diye...

"Bir tanem..." Ayaz'a baktım. "Daldın."

"Bir şey düşünüyordum." Merakla ne olduğunu sordu. "Yaşayacağımız şeyleri." Tebessüm takındı ama acı barındırandan. "Gelecekten her konuştuğumda neden acı bir tebessüm takınıyorsun?" diye sordum şaşkınlıkla.

"Bilmiyorum, sadece evlenip bütün dertlerimizi arkada bırakmak ve yeni bir hayat yaşamak istiyorum. Seninle..."

"Söz mü?"

Yine tebessüm etti ama hemen soldu tebessümü. "Söz, güvercinler üzerine söz veriyorum. Senden sonra senin yerine nasıl birini koyabilirim ki? Beni hayata bağlayan senken... Ben, seni nasıl unutabilirim? İşte tek çare evlenmek, kalbim böyle diyor." Gülmeye başladığında gülüşlerini izledim büyük bir zevkle.

"Papatya..." Gözlerimin içine baktı. "Çok tatlısın. Bu arada çocukları gördükten sonra ne yapacağız?" Bilmediğini ve benim ne istediğimi sordu. "Boksör olan sensin, belki diyorum..." Yüzüme baktığında kaşları havaya kalktı. "Birazcık bilgi verirsin. Ufaktan ufaktan yani, yaralısın sonuçta. Antrenman yapacak değiliz."

"Bir boksöre Papatya diye hitap etmen peki," dedi gülümseyerek. "Beni bir senin yanında yumuşak kılıyor bu hitap şekli. Öğretirim Güvercin'im ama bence bugün değil. Zaten üst düzey bir eğitim alacaksın. Kendini korumayı çok iyi bilmen gerekiyor, Siyah Emare'ye düşman olan çok kişi var. Bugün belki yemek yeriz, beraber havai fişekleri izleriz. Saat 00.00 olduğunda her yer aydınlanacak, senin için."

"Sen mi düzenledin?"

Başını sallayarak onayladı. "Havai fişekleri sever misin?"

"Bu sorunun cevabını bilmediğine emin misin?" diye sorduğumda ikimiz de gülüyorduk. "Çok severim." dedim. Bunu zaten biliyordu, kesinlikle bunu da öğrenmişti babamdan.

Çocukların olduğu yere geldiğimizde Ayaz sessizleşti. Çocuklar ise onu çoktan görmüşlerdi. "Baba!" Bir çocuğun baba diye bağırıp bize koşmasını izledik. "Hoş geldin!" Ayaz yarasının varlığını unutup çocuğa sıkıca sarıldı. Acı çektiği çok belliydi fakat umursamadığı da çok belliydi.

"Benim bebeklerim ne yapıyormuş?" diye sordu merakla.

Hafifçe öne eğildim. "Bizim..." Fısıltımı duyduğunda çocuklar da dahil Ayaz gülmeye başladı. "Eee? Beni özleyen yok mu? Kıskanıyorum ama ben." Bana da sarılmak için minik adımlar atıp kollarını açtılar. Tek seferde hepsine sıkıca sarıldım. "Özlenmişsiniz canlarım."

"Biz de sizi çok özledik abla."

Ayaz'a baktım mutlulukla, gözlerinin dolduğuna şahit olmuştum. Neden böyle olduğunu merak ettim ama soramadım çocuklar yanımızda olduğu için. "Baba?" dedi bir çocuk. Ayaz ile ben çocuğun olduğu tarafa bakınca çocuğun elinde bir beyaz lale gördük. "Laleler çocukluğundu, benim çocukluğum da Siyah Emare oldu. Bu beyaz lale senin için, doğum günün kutlu olsun."

Ayaz, karşımızda duran tatlı çocuğun karşısında diz çöktü. "Laleler aynı zamanda sevgiyi temsil eder bizde. Ben de beyaz lalelerimin olduğu bahçeyi size hediye ediyorum." Laleyi aldı, kokladı ve çocuğa sarıldı. Benim yanıma da Masal gelmişti.

"Beni yine siz uyutur musunuz bu gece?" Elimi tuttu ve gözlerini kocaman açarak tebessüm takındı. "Masal anlatır mısın bana? Çok özledim."

"Tabii ki bebeğim, istediğin masal olsun."

"Ayaz abi!" Masal bu sefer de Ayaz'a seslendi. "Ne zaman tekrar geleceksiniz, biz çok özlüyoruz sizi."

"Bizi ne zaman yanınızda isterseniz, o zaman yanınızda olacağız. Biz her zaman varız, tamam mı Masal'ım? Gece 11 gibi çıkacağız, Hazal ablanızla birazcık işimiz var. Sizi görmek için gelmiştik." Çocuklar karşılık verip teker teker Ayaz'a sarılıp doğum gününü kutladılar. Ayaz da doğum günü için onlarla etkinlik düzenleyeceğini söyledi ve onlarla zaman geçirdik. Sonrasında onlara veda ettik çünkü yeni yıla girmek üzereydik. Beraber odaya çıktık, Ayaz doğrudan çalışma masasına yöneldi.

"Ne alacaksın yanına?"

Derin bir nefes alıp verdi. "Yeni saatimi arıyorum." Saati bulup koluna taktıktan sonra bir şeyi kontrol etti. Bu sefer nereye gideceğimizi sordum. "Hâlâ bana nereye gitmek istediğini söylemedin."

Biraz düşündüm ve onun yanına doğru ilerledim. Camdan dışarıya baktım, gökyüzünü izledim. "Beni sadece senin bildiğin ve senin için değerli olan bir yere götürür müsün?"

"Gel o zaman." diyerek bana yol verdi. Beraber ilerlemeye başlayınca yaralarının ne durumda olduğunu sordum. "Arada sızlıyorlar ama o kadar da acımıyor, daha kötü acılara maruz kaldım." Son cümlesi beni kalbinin duruşuna götürdü, o anı yeniden yaşamış gibi oldum. "Ne düşünüyorsun?" Ayaz'a baktım, kaşları çatıktı çünkü az bile olsa tahmin edebiliyordu ne düşündüğümü. "Ah, yapma ama böyle." derken elimi tuttu. "Hayattayım, sonuca bakalım lütfen."

"Evet, öyle..." Fısıltım kulağıma zor gelmişti. Ellerimi tutan ellerine baktım, bu gülümsememe sebep oldu ve bana iyi gelen şeylerden birisiydi. "Hadi, beni nereye götürdüğünü söyle." diyerek konuyu değiştirdim.

"Uzaya karşı ilgin var mı?"

"Evet, neden?"

"Peki, gezegenleri sever misin?"

"Evet, neden?"

"Benimle teleskop kullanarak yıldızları izler misin?"

"Evet, neden?" İkimizde gülmeye başladık. Karlar Ülkesi animasyonundan bir karakter olan Olaf'a dönüşmüştüm. "Yani... Büyük bir zevkle. Teleskobun mu vardı senin? Nerede?"

"Kimse bilmiyor, sen öğreneceksin. Kimseye söylemedim, sen kimse değilsin. Sana söyleyeceğim. Sadece benimle gel, Güvercin. Şehirden birazcık uzaklaşacağız." İki kaşım da havaya kalktı.

"Şehrin dışında mı?" Başını sallayarak sesli bir şekilde onayladı. "İnsanlardan uzak kalmayı neden bu kadar çok seviyorsun, Ayaz?"

Derin bir nefes aldığında kurumun çıkışına gelmiştik. "Bunu sana gökyüzünün, yıldızların altında ve teleskopun yanında söyleyeceğim." Onayladım, o an karşımızda duran Ayaz arabaya bakıyordu. "Ben sürmek isterdim ama süremeyeceğim galiba. Korkuyorum, hele de sen yanımdaysan. Kim gelecek bizim yanımızda? Kimsenin o yeri öğrenmesini istemiyorum." Bana baktı, "Ehliyetin var mı?"

"Var."

Bir adama baktı. "Gölge'yi garajdan çıkarır mısın?" Adam onayladığında biz beklemeye başladık. Kısa bir süre sonra karşımıza tamamen siyahlara bürünmüş bir araba geldi. Ayaz tekrar baktı bana. "Sürebilirsin, değil mi?"

"Gücümü hafife alıyorsun." dediğimde sırıtarak arabanın ön koltuğuna geçti, ben de şoför koltuğunda yerimi aldım. "Araba kimin?" derken emniyet kemerimi takıyordum.

"Benim sayılır."

"Bir araban yok muydu? O da telef oldu."

Emniyet kemerini takarken yüzüme baktı. "Bu kuruma ait, ben almıştım ama asillerden herkes kullanabilir. Kaza yaptığım araba benim kişisel arabamdı. Artık arabam yok anlayacağın."

"İnanılır gibi değil." dediğimde neyi kastettiğimi sordu. "Kaza yaptıktan sonra yine bir arabanın içinde olman. Kötü hissettiriyor, fazla dikkatli olmam gerekiyor sanırım." Binanın önünde durmaktan sıkılmıştım, arabayı sürmeye başlayıp fark etmeksizin ilerledim. "Nereye doğru gideceğim?"

"Aşıklar Çeşmesi'ne sür, sonrasında yönlendireceğim."

Sessizce arabayı sürmeye devam ettim, onaylama gereğinde bulunmadım. Ayaz da bir şarkı açtı, ikimizin de sevdiği bir şarkı...

Hemsaye, fısıltı...

Hangi çiçekten çalıntıdır huyun?
Hangi ırmağın peşinde kaybolur güzün?
Çok yürüsem ormanında bulur muyum?
Hangi ceylanın gözünde saklıdır yüzün?

Özellikle bu şarkıyı açtığına yemin edebilirdim. "İlk günlerde..." diye fısıldadım ama duymadı Ayaz şarkı yüzünden. Daha yüksek sesle konuştum. "İlk hafta, Can'ı tanıdığım ilk gün... Umut Can'ın bu şarkıyı açmasının bir anlamı, sebebi vardı."

Tebessüm etti. "Benim için şarkıyı anlamlı kılan sadece sensin."

"Neden bu şarkı?" diye sordum merakla.

"Ben vurulduğum masalın ortasındayım..." Şarkıdan bu sözü söylerken beni izlediğini biliyordum. Yüzüne baktım birkaç saniyeliğine, göz göze geldikten sonra tekrar önüme döndüm. "Masalları çok seviyorum, Güvercin. Benim hayatımda bir masal ve ben bu masalın içinde vuruldum. Sana vuruldum. Ben masalımın en güzel anlarını yaşıyorum. Bir canım vardı, uğruna defa edebileceğim bu canımın en güzel parçası sensin. Hayatımın en güzel parçası sensin. Kalbim sensin. Sen, benim mucizemsin. Sen, benim çocukluğumsun ve çocukluğumuzu temsil eden laleler daima senin güzelliğine..."

"Romantik olduğunu söylemiş miydim?"

Gülüşlerinin sesi geldi kulağıma, bu da beni iyileştiriyordu. "Hayatına girdikten sonra bana Buzdolabı diye hitap etmen eğlenceliydi. Eslem Yağmur bile biliyordu sürekli seni düşündüğümü, sana karşı olan hislerimin o bile farkındaydı. Belki böyle büyülü cümleler kursam en başından beri sen de beni düşünecektin ama ben soğuk olmayı tercih ettim, yani içimi sana geç açtım. Hislerimi söyleyip söylememe konusunda kararsızdım." Nedenini sorduğumda canının yanmaya başladığını düşünmüştüm. "Çünkü seni kaybetmekten korktum. O gün de dediğim gibi benim tek korkum buydu."

"Bu korkuyu söküp atmak istiyorum artık çünkü huzur denen bir şey bırakmıyor sende."

"Hallolur." Önümüzde duran çeşmeye kaydı gözüm, Aşıklar Çeşmesi olarak bilinen çeşmeye ulaşmıştık. Ne taraftan gideceğimizi sordum. "Şu taraftan," dedi. Yolun geri kalanında da beni, o yönlendirdi ve ulaşmak istediğimiz yere ulaştık.

Burası bir ormanlık alandı...

Ormanın derinliklerine yapılmış küçük ve tahtadan bir evdi.

"Burası da mı senin?"

"İkimizin, desek?"

"Ayaz," diyerek ona yaklaştım biraz. "Burayı ne için kullanıyorsun, içeride ne var, neden kimse burayı bilmiyor? Neden ev kırmızı?"

"Fazla meraklısın ama bundan haz alıyorum. Gel ve kendin gör içeride olanları. Evin kırmızı olmasını özellikle istedim, kırmızıyı seviyorum. Dikkat çekiyor." Son cümlesi aklıma Vernem Nidahen'i getirdiği için duraksadım. "Neyin var senin?" diye sorarak kollarıma koydu ellerini. Ayaz'ın gözlerinden ayırmadım gözlerimi, topraktan gözlerine kilitledim kendimi. "Bu sefer neyi düşünüyorsun?"

"Vernem..."

Bu isme bile tahammül edemiyordu Ayaz ama yapamıyordum bende, bu ismi düşünmeden yapamıyordum. Her şey resmen onu hatırlatmaya başlamıştı. "Kırmızı, kan, cinayetler, kesik eller... Hepsi de bu ismi canlandırıyor. Merak etme. Vernem Nidahen ölecek ama bu onun elinden olmayacak çünkü tek canavar kendisi iken başkalarını öldürerek yaşayan birisi, kendini öldüremez. Bir süre sonra böyle iyileşmeye başlar, ölerek..."

"Ölerek mi iyileşiyor yani?"

Tebessüm takındı. "Kan kusuyor." dediğinde kaşlarımı çattım. "Hastalığından kaynaklı kan kusmaya başladığı bilgisi her yerde geçiyor artık. Kanı seven bir katil, kan kusarak iyileşmez mi sence de? Peçeteye her kan bırakışında ölüme yaklaştığı için sevinmez mi?"

"Peki sen," diye sordum gereksiz bir merakla. "Kan sever misin? Kırmızıyı sevdiğini düşünüyorum." İfadesiz bir ifade takındı yüzü, bir şey gelmişti sanki aklına. Tabi ya... "Çok özür dilerim, çok özür dilerim. Baban tamamen aklımda çıkmış, kırdığım için çok özür dilerim." Öne eğildi ve öptü beni, sayıklamamın önüne böyle geçmişti. Sıkıca sarılma takip etti öpüşünü.

"Yarama her istemsiz dokunduğunda özür dileyecek kadar düşünceli oluşun beni bitiriyor." Sustum. Gökyüzünü izlemek istedim ama yüzümü Ayaz'ın göğsüne kapatmıştım. "Kanlar... Önemsiz bir detay sadece."

"Hayallerinin kanamasıyla oluşur bu detay." dediğimde sarılmayı bırakıp iki elimi de omzuna koydum. "Söylesene Ayaz, papatyaların hiç kana boyandı mı?" Papatyalardan kastım hayallerdi, bunu anlamıştı hemen.

"Boyandı..."

Yine sustum.

"Peki," diyerek sessizliği bozdu. "Senin kanatların? Kanatların hiç kana boyandı mı?" Ellerimi Ayaz'ın omzundan çekip arabaya yasladım sırtımı. Başımı salladığımda Gül Ayşe'nin ismi çıktı dudaklarımdan. "Bir daha kanatların kan olmayacak, bunu engelleyeceğim."

"Kan olsalar bile hala uçuyor olacağım." dediğimde Ayaz da sırtını arabaya yasladı.

Ayaz gökyüzüne bakıyordu, ben de ona. "Bulutlar ölü ama gökyüzü benim." O, bu cümleyi kurar kurmaz gökyüzüne baktım ve o cümleyi kurdum.

"Özgürlüğüm yok ama kanatlar benim."

Eli yarasına gitti. "Anıları silemiyorum ama yaraları benim." dediğinde sesinin titreyişine şahit oldum. "Bedene yara bandı yapıştırılabiliyor fakat önemli olan ruhumuza aldığımız yaralar. Söylesene Güvercin, ruha neden yara bandı yapıştıramıyoruz? Ruhumuzu neden iyileştiremiyoruz? Benim ruhum iyileşmek istiyor..."

"Ruhumuz... İyileşmek istiyorlar. Biz de birbirimize merhem oluruz. Böyle iyileşiriz Ayaz'ım, üzülme."

Yine ve yine güldü, bir koluyla beni sardı. "Laleleri sever misin?" diye sordu cevabını bildiği hâlde.

"Severim ve senin sayende lalelerden oluşan bir bahçem var artık."

"Hep ekibimle gönderdim sana çiçek. Ben, sana daha önce hiç yüz yüzeyken çiçek verdim mi?" Ne yapacağını izledim. Arabanın kapısını açıp içerisinden beyaz lalelerin olduğu bir buket aldı. On dört sene önce yaptığı gibi elindeki beyaz laleleri bana uzattı. "Benim de bir kalbim var, Güvercin'im... İçerisinde ise laleleri çok seven zarif bir kadın." Lale buketini aldım, içime çektim kokusunu. Ayaz ise her yaptığımı büyük bir arzuyla izliyordu.

"Laleler, çocukluğumuzdur... Bizim çocukluğumuzun simgesidir."

"Sen ve ben..." diyerek tekrar yaklaştı bana. "Biz... Bütün laleler, sevdiğim, hepsi bizim çocukluğumuz..." Saatine baktı, tebessüm etti. "Son iki dakika," dedi.

"Hayatım boyunca dilekleri çok sevdim Papatya." dedim elini tutarak. "Dilek tutmak sanki o istediğim şeyi hemen gerçekleştireceğim hissini veriyordu. Şimdi ise sadece bir dileğim var." Ne olduğunu sorduğunda saçlarımı düzeltiyordu. "Yaralarımı öpsene." dedim büyük bir beklentiyle, arabada boynumu kaşımamı engellese bile hala vardı ufak tefek yaralarım. İzleri ise tamamen duruyordu, pardon, emareleri... "Öpersen iyileşirler belki." dedim Ayaz'a bu sefer, hiçbir tepki vermemişti.

Hafifçe öne eğildi, boynumdaki yaraları izliyordu. "Ben dilekleri sevmem Güvercin." Saçlarımı düzeltmeye devam etti. "Dilekler babamı hatırlatıyordu, bu yüzden hiç sevmedim ama bu dilek hoşuma gitti." Cümlesini bitirdiğinde yine gözüme baktı. Yanağımı okşadı. Bana sarıldığında dudağını boynumda hissettim. Gözlerimi kapattım, elim Ayaz'ın omzuna gitti. Ben, onun omzundan destek alırken o da belime sarmıştı kollarını. Gökyüzünde bir sürü havai fişek patlarken bizim bedenlerimiz bir bütün halini almıştı, kolları beni sarmakla görevliydi.

"İyi ki doğmuşsun Papatya'm."

Dudağını boynumdaki küçük yaralarımdan çekti ama öylece durdu, dudakları hâlâ boynuma çok yakındı. "Seni severek öleceğim, Güvercin. Seninle doğdum, seninle öleceğim..."

Nefesi tenimde dans ederken yine toprağı arzuladım. Bu sefer ölüm için değil, huzur için. En çok da bir çift toprak gözde huzur bulmak için...

Ayaz Altan...

Ölüm kokan adam...

Ve ben, onun ölümü hatırlatan gözlerini hep arzuladım.

Hatıralar birikmişti.

Dakikalarca,

Saatlerce,

Günlerce,

Haftalarca,

Aylarca ve yıllarca...

Hatıralar birikmişti. Yıllarca kalbinde birikmişti. Yıllarca kalbinin en kuytu köşesinde birikmişti ama o, bunun farkında bile değildi. Unuttuğunu sandı. Unuttuklarımız ya da unuttuk sandıklarımız... Unuttuğumuzu düşündüğümüz şeyleri gerçekten de unutabiliyor muyuz? Yoksa bizde yaşamaya devam ediyor ve bir kelimeyle bile aklımıza gelebilecekken biz mi unuttuk sanıyoruz?

Bir hata, bir acı, bir kaybediş, bir gözyaşı...

Masalımızda bunlar vardı bizim, Ayaz ve benim masalımın temelini bunlar atmıştı. O, babasını kaybetmişti. Ben ise Gül Ayşe'yi. Onun acısı babasının ölümüydü, benimkisi ise babamla ayrı yaşamaktı. Belki de ikimizin de zayıf noktası babalarımızdı.

Yeni yıla onun kollarında girmiştim. Teleskopla gökyüzünü incelemiştik, şimdi ise yere yatmıştık ve gökyüzünü izliyorduk.

"Doğum günleri..." diye fısıldadı. "İnsanlar doğum günlerini ölüme yaklaştığı için mi kutlar, Güvercin?"

Derin bir nefes alıp sorusunu düşündüm, verecek bir cevabım sonradan geldi. "Bence dünyaya gelişine seviniyorlar, bunu kutluyorlar." Gülmek isteyip gülemediğini biliyordum çünkü dünya, onun için yaşanmaya değer bir yer değildi. Bakışlarımı gökyüzünden kurtarıp ona yönelttim. "Dünya..." Fısıltımı duyduktan sonra bana bakmasını bekledim, bakışlarımız nihayet buluştu. "Dünya senin için neden yaşamaya değer değil, Papatya?"

"Dünyayı değerli kılan sensin..."

Bakışlarını kaçırmadı, gözümün içinde kilitli kaldı. Bakışlarının yüzümde gezdiğini biliyordum ama yine de çevirdim yüzümü. Tebessümüm yüzüme yayılırken yıldızları izlemeye devam ettim. Ellerimi kaldırdım, sanki yıldızlara dokunacakmışım gibi göğe doğru uzattım. "Yıldızların altında anılarımız olsun istiyorum, Papatya."

"Bir an başka bir şey diyeceksin sandım." Hayretle ne demek istediğini sordum. "Ben boksör veya örgüt lideri olabilirim, Güvercin'im. Ama asıl işim müzik ve bir şarkı sözü gelmişti aklıma." Hangi şarkıdan bahsettiğini şimdi anlamıştım ve Ayaz'ın da dudaklarından şarkıdan bir cümle dökülmüştü. "Benim gönlüm sarhoştur, yıldızların altında..." Sustu, o da elini gökyüzüne uzattı.

"Yıldızları seviyorsun." dediğimde gülümseyerek elini indirdi ve vücudunu bana çevirdi. Aynısını ben de yaptım. "Hangi müzik aletini çalabiliyordun?"

"Gitar ve piyano, çoğunlukla gitar."

"Burada gitarın var mı?"

Gülümsemesi büyüdü. "Benden şarkı söylememi mi istiyorsun?"

"Daha önce seni şarkı söylerken hiç görmemiştim." diyerek onayladım. O da ayaklanıp beklememi rica etti ve küçük kırmızı evin içine girdi. Kısa bir süre sonra yanıma siyah ve üzerinde güvercinler olan bir gitar getirdi. "Güvercin mi?" dedim heyecanla. Ben de toparlandığımda o yanıma oturdu.

"Bana her şey seni hatırlatsın istiyorum, Güvercin'im." İçimdeki heyecan kat ve kat artarken o bana bir soru yöneltti. "Hangi şarkıyı söylememi istersin?"

"İmkansız bir aşk denir."

"Bu sana söylediğim ilk şarkı Güvercin, son olmayacak." Gitarında ufak tefek ayarlamalar yaptıktan sonra gözümün içine baktı yeniden. "Bu şarkı..." Afalladı, yutkundu ve devam etti. "Hayalleri yarıda kalan bütün aşıklara..."

Ayaz'ın sevgisini düşündüm; içine kötülük karışmayan, saf, güzel sevgisini. Sonra gitar sesini duydum, notaları teker teker çalmaya başladı. Sonrasında da sesi... Kadife gibi yumuşak, ruhumu dinlendirdiğim sesini duyduğumda daldım düşüncelere.

"Milyon yıldız içinde, soluk mavi bir nokta..."

Milyon yıldız içinde en parlak olanı sensin sevgili.

"Yaşamak güçleşiyor, neler açtın başıma?"

Yaşamak... En çok da acılarını veya anılarını yaşatmak.

"Anlatsam şu derdimi, küçücük çocuklara."

Siyah Emare çocukları... Seni sorgulamadan ve saatlerce dinleyebilirler.

"Baya gülerler ama olsun, belki iyi gelir."

Gülmezler, onlar da senden bir parça. İyi geleceğinden eminim, aranızdaki bağ bana bile iyi geliyor.

Ayaz şarkıyı söylemeye devam ederken ben huzurun doruklarındaydım. Büyük bir heyecan ve zevkle dinlemiştim sesini. Fazla güzeldi, fazla iyiydi, fazla mükemmeldi. Şarkıyı söylemeyi bitirdiğinde gülümsedim. Nasıl bulduğumu sordu, büyük bir beklenti barındırdığını biliyordum. "Daha önce şarkı söylemeni istemediğim için pişmanım." dediğimde güldü. "Çok güzelmiş sesin."

"Teşekkür ederim Güvercin'im, senin güzelliğin o."

İltifat etmekten de kaçmıyordu.

Şimdiye kadar yaşadığım anıları düşündüm de ben, Ayaz ile gerçekten yarım kalınmışlıklarımı tamamlamışım. Bunları düşünürken dünyayla bağlantım koptu. Yüzüne bakıyordum ve dalgınlığım yine üzerimdeydi. Son bir veya iki gün fazla dalgındım. Ayaz da anlamıştı bunu. Ses etmedi, kaşlarını çattı ve karanlığa baktı. Bir şey görmüş gibiydi, birden alnına gitti eli. Gözlerini kapattı, alnını ovuşturdu. "Ne oldu?" diye sorduğumda direkt yanına yaklaşmıştım. Sustu. "Ayaz, ne oldu? Neyin var?" Yine sustu... Karanlığa baktım, ne gördüğünü merak ediyordum. "Papatya'm, bana neyin olduğunu söyler misin?"

"Eve girelim, lütfen."

Israr etmeden ayağa kalktım ve Ayaz'ı da kaldırdım, gitarı ben aldım ve Ayaz'ın koluna girdim. Onu direkt evin içine götürdüm, eve yeni girişimdi bu. Ayaz ise girer girmez kapıyı kilitledi. Telefonunu çıkardı, birisine mesaj attı. "Kime yazıyorsun?" diye sordum. Umut Can olduğunu söyledi, bu sefer de ne yazdığını sordum.

"Buraya koruma yollayacak, denetim için."

"Neden? Can burayı biliyor muydu?"

"Sadece adresi biliyor, daha önce hiç kimse buraya gelmedi."

"Ayaz," dedim korkuyla gitarı bir kenara bırakıp. "Korkuyorum, bana ne gördüğünü söylemeyecek misin?" Elimi tuttu ve beni salona getirdi. Rastgele bir koltuğa oturttuktan sonra yanıma geçti.

"Güzelim," diyerek saçımı okşadı, bir cevap beklediğimi söyledim. "Sadece bir silüet."

"Ne silüeti? Vernem Nidahen mi?"

Dudaklarıma baktı acı çeker gibi. "İnsan silüeti değildi galiba." diyerek diğer elimi de tutup beni teselli etmeye çalıştı. Bunu derken de sesi öyle bir titredi ki... "Ormanın içindeyiz güzelim, tedbir almak istiyorum."

Hayretle baktım yüzüne ama gözümün içine bakmıyordu. "Sen ruh hastası mısın?" dedim birden, o an döndü yüzüme. "Ormanın içinde küçük bir evde neden kalıyorsun?" İnsanlardan uzak kalmak için nadiren buraya geldiğini söyledi. "Yine de tehlikeli, evin etrafı gündüz gibi aydınlık olsa bile. Senin için de tehlikeli, yalnız gelme buraya. Aklım sende kalır. Buraya seninle yıldızları izlemek için geldik. Artık şehrin içindeki, bugün gittiğimiz evine gidelim mi? Ben burayı hiç sevmedim gece olduğu için, korkutuyor."

"Korkuyor musun?" Şaşkınlıkla bakıyordu yüzüme. Başımı evet anlamında salladım. "Canımın içi, neden başta demiyorsun bunu? Korkmadığını düşünmüştüm."

"İlk geldiğimizde korkmuyordum, şu an tedirgin hissediyorum." Beni kollarıyla sardı ve başımı göğsüne yasladı. Bu onun en zarif teselli ediş şekliydi.

"Korumalarım birkaç dakika içinde burada olacak. O zaman gideceğiz, anlaştık mı?" Başımı sallayarak onayladım yine, silüet sözü geçince tedirgin olduğumu anlamıştı ve tekrar söze girdi. "Bir ara gündüz geliriz buraya, öyle daha iyi olur. Aslında beraber yemek falan yeriz diye düşünmüştüm, sen de kimsenin bilmediği ve benim için değerli olan bir yer isteyince... Anılarımı anlatırım diye... Seni korkuttuğum için bin kere özür dilerim."

Bin kere...

"Önemli değil, diğer evinde yeriz yemek. Anılarını öyle anlatırsın, olmaz mı? Burası da çok güzel, sadece..."

"Vernem Nidahen aklından çıkmıyor. Bu yüzden silüet lafı geçince korktun, onun burada olduğunu düşündün ama o buraya gelemez." Nedenini sordum, söylediklerinde haklıydı. "Çünkü bana ve sana yaklaşamaz, özellikle de sana zarar vermesi söz konusu bile olamaz. Ben varım yanında, Ayaz Altan... Benim yanımda sana kim dokunabilir? Yanında olmamı geçtim, yanında ben olmasam da yine kimse dokunamaz. Buna izin vermeyeceğim."

Sözleri güven veriyordu. Ben de ona güveniyordum, başımı kaldırmadım. Annemin söyledikleri geldi aklıma. Beni şimdiye kırk defa arardı, oysa şimdi hiç aramamıştı. Neden böyle olduğunu anlamadım ama bu yüzden canımın yandığının farkındaydım.

"Gidelim mi?" diye sordu Ayaz birkaç dakika sonra. "Yıldızlara veda etme vakti geldi sanırım."

Başımı kaldırıp toparlandım. "Onlar daima bizimle, yıldızlar ve gökyüzü..." Ayağa kalktığımda onun da kalkmasını bekledim, ayağa kalktığında ise önümden ilerlemeye başladı. Onun arkasında kalınca evde gezdirdim gözümü, yakın bir süre sonra buraya yeniden gelecekmişim gibi hissediyordum.

Dışarıya çıktığımızda Ayaz'ın korumaları ile karşılaştık. Artık burayı sadece Ayaz ve ben değil, diğerleri de görmüştü. Bu durum Ayaz'ın hoşuna gitmeyecek gibi gözüküyordu ama pek de şikayetçi gibi durmuyordu. Korumalara baktı, "Burada kalın bu gece." dediğinde sebebini sordum hemen. "Tedbir, onlar konuyu biliyor." diye karşılık verdi.

"Ben neden bilmiyorum?"

"Çünkü gereksiz bir sebep yüzünden endişelenmeni istemiyorum." Arabaya yönelmişti, benim kapımı açtı. Sessizce oturdum koltuğuma ama biliyordum ki bu sessizlik bir gün alev alıp patlayacaktı. "İyi misin?" diye sordu bu sefer de, şoför koltuğuna geçmek için kapıyı açan korumaya bakıyordum ve kafamla onayladım. Tekrar önüme döndüğümde resmen Ayaz'ı çıldırtmak üzereydim. "Bana kızmana dayanabilirim ama susmana dayanamıyorum." Elimi tuttu ve kendi dizine koydu, kendi elini de elimin üzerine.

"Papatya," diyerek sessizliğimi bozdum. "Ben iyi olamıyorum, farkında değil misin?" Gözlerinin kahverengisi akıp gidecekmiş gibi bir bakışı vardı, dudakları nedenini soruyordu. "Çünkü bana anlatmadıkların kafamı kurcalıyor."

"Hangi konuda anlatmadıklarım?"

"Siyah Emare'nin timleri neler, Ahtapot diye de anılan örgütünün neden iki lideri var, Vernem Nidahen hakkında neler biliyorsun, Kayra Masso kişisinin mektupları neden sende, her doğum gününde neden kendine mektuplar bırakıyorsun, bana neden kendini en saf halinle göstermiyorsun?" Sorularımdan sonra afalladı Ayaz. Elini elimin üzerinden çekişini izledim. O an canım derinden yandı. "Ayaz," diyerek bu sefer ben ona yöneldim. "Aramızdaki bağın sıradan olmadığını biliyorsun. Beni kaybetmekten korkuyorsun, seni anlıyorum ama benden bir şey saklaman aşkımızı zedelemiyor mu sence de?"

"Saklamak değil de her şeyin bir zamanı var, zamanı geldiğinde öğrenmeni istiyorum. Şu an zaten Vernem Nidahen'den korkuyorsun, başımızda bir dert var. Söz veriyorum, her şeyi anlatacağım sana. Vernem Nidahen hakkında senin bildiklerin kadarını biliyorum ben de. Timlerle tanıştıracağım seni, şu anlık sadece en güçlü timimiz olan Gölge Timi ile görüşeceksin. Ahtapot olarak da biliniyor Siyah Emare örgütü, sebebi ise bütün dünyayı kapsıyor olması. Ben bu örgütü yalnız yönettim, sana aşık olduğumu anlayana kadar bir lider olsun istedim. Şimdi hayatımda sen varsın Hazal, benimle olmanı istiyorum. Benimle yönetmeni, beni bile yönetmeni istiyorum. Bir de Kayra Masso uzak olduğum bir insan, mektupları zarflar içinde senelerdir duruyor. Atamıyorum çünkü öz babamı da anlatıyor. Kendime mektup yazma huyum da şiir yazmamdan geliyor."

Bütün sorularımın cevabını teker teker vermeye başlamıştı bana. Bu yüzden istemsiz bir şekilde gülümsemiştim. "Şiirlerini okumak isterdim." dediğimde ortam yumuşamıştı sanki.

"Okursun, bir gün..."

Karşılık vermedim, veremedim. Yine içimi kemiren düşünceler vardı, Ayaz'ın yanında güvende hissederdim eskiden. Şimdi ise onun yanında da huzursuz hissettiğim oluyordu. Acılarım yüzünden...

Ayaz'ın evine kadar gelmiştik. İçeri sadece ikimiz girdik, eve girince derin bir nefes aldım. Ayaz ceketini çıkarırken ben de elbisemin üzerine giydiğim bulutlu hırkamı çıkardım. Benim hırkamı da aldı ve ikisini de astı. "Aç mısın?" diye sordu direkt.

"Galiba evet, sen?"

"Çok az. Serumların etkisi galiba, pek iştahım yok." O yürümeye başlayınca ben de onu takip ettim. "Beraber yemek hazırlayalım mı? Malzemelerim var."

"Olur." dediğimde lavaboya gelmiştik. Önce ben yıkadım ellerimi, sonra da Ayaz. Ellerimizi yıkadıktan sonra kendimizi mutfakta bulduk. "En sevdiğin yemek nedir?" Sorumdan sonra gülmeye başladı.

"Bana o yemeği yapacaksan söylerim," dedi gülüşleri arasından. Onayladığımda da bana baktı. "Körili mantarlı tavuk, babam sayesinde en sevdiğim yemek oldu. O da çok severdi. Sen en çok hangi yemeği seviyorsun?"

Biraz düşündüm başta. "Galiba en çok bu yemeği seviyorum dediğim bir yemek yok ama sebzeli tavuk haşlamayı çok seviyorum. Ya da balık yemekleri."

"Benim balıkla pek aram yok sanırım." Ayaz'ın cümlesinden sonra tebessüm ettim, aklımdan bir şey geçiyordu çünkü. O da hemen bunu anlayacak kadar zekiydi. "Malzemeleri var." dediğinde ikimizde gülmeye başlamıştık.

"Dolaplarını çekinmeden kullanabilir miyim?"

"Tabi ki." Teşekkür edip körili mantarlı tavuk yemeği için gerekli malzemeleri çıkardım. "Gerçekten yapacak mısın?" diye sordu Ayaz, hala inanamıyor gibi gözüküyordu. Masaya yaslanmış bir şekilde beni izliyordu. Bir yandan da gömleğinin kollarını dirseğine kadar katlıyordu.

"Evet." derken ona baktım. "El lezzetime güvenirim, beğeneceksin."

"Zarif ellerinin dokunduğu bir şeyin kötü olma ihtimali yok."

Sesli gülüşlerimi duydu, iltifatının hoşuma gittiğini biliyordu. Şu an her kötü şeyi unutmuştum, unutturmuştu. Beni, kendisine odaklayarak unutturmuştu ve iltifatlarını söylemeye devam etti. "Şımartıyorsun." dedim nihayetinde. "Utanıyorum."

"'Hayatında yalnızca bir kez, tüm kalbimle inanıyorum ki, dünyanı tamamen alt üst edecek biriyle tanışırsın.' der Bob Marley. Hani dünyamın alt üst olduğunu demiştim ya sana, eskiden bundan korkardım. Artık korkmadığımı da demiştim, nedenini sordun da söyleyemedim. Hayatım zaten alt üst olmuştu Güvercin ama altında seninle karşılaştım. Altı, senin sayende üstünden daha güzel oldu. Bu yüzden hayatımın alt üst olmasından hoşnuttum."

"Ayaz," dedim yine belirli belirsiz gülerken. "Utanıyorum, diyorum sana." O da gülmeye başladı.

"Tamam tamam."

Toparlanıp bana yaklaştı ve malzemelerin bazılarını önüne aldı. Tavuk göğsünü iri küpler halinde doğramaya başlamıştım ben. O da sarımsağı rendelemeye başladı. "Sarımsak gerçekten koyacak mıyız?" diye sordum tereddütle.

"Sevmiyor musun?" Başımla reddettim, o da sarımsağı bir kenara bıraktı. "Benim için olsa da olur olmasa da." Kekik, zeytinyağı ve sirke ekledi doğradığım tavuk göğsüne. Ben onları karıştırırken de Ayaz, bir kasede zeytinyağı ile köriyi karıştırıyordu.

"Bu yemeği ben yapacağım, sen yanına başka bir şey düşün."

Gülerek onayladı ve malzemeleri bana bıraktı. "Ağır bir menü olmayacak, zaten o kadar da iştahım yok benim." Tebessüm takınıp biraz yaklaştı bana, ne diyeceğini bekliyordum merakla. "Tabi senin elinden olunca iştahım açılır kesin." Göz kırpışından sonra yemek yapmaya devam etti benimle. Onunla geçirdiğim bu dakikalar aşırı zevkli geliyordu ikimize de, yemekler hazır olduğunda Ayaz masaya yöneldi ve örtüsünü kaldırdı. "Sen masayı kur istersen, ben de yemekleri bölüyüm." Fark etmeyeceğini söyledim, yemekleri ona bıraktım ve bardakları alıp masaya yöneldim. "Gecenin yarısı sevgilimle baş başa yemek hazırlayacağımı söyleseler inanmazdım."

"Neden?"

"Bir ailen var sonuçta, güven konusu." Senin de bir ailen var, diyemedim o an... "Geç saatlerde dışarıda olmandan rahatsız değiller mi?"

Arkam dönüktü Ayaz'a, bu yüzden yüz ifademi görmediği için rahattım. Masaya ikimizin de bardağını bıraktım ama öylece kalmıştım. "Dışarıda değilim ki Papatya, evimdeyim. Annemi bilmiyorum, babam rahatsız değil çünkü yanımda senin olduğunu biliyor. Sana sorunsuz güveniyor, çoktan sahiplenmiş bile. Damadın olduğunu söylüyor da."

"Öyle değil miyim?"

Belirli belirsiz bir gülümseme takındım ama onu da görmedi Ayaz. "Öylesin," dediğimde tabakları masaya koydu, karşıma geçmişti. "'Bir ailen var sonuçta,' dedin ya." Kafasını onaylar bir biçimde salladı. "Sanki senin bir ailen yokmuş, yalnızmışsın gibi söyledin."

Derin bir nefes aldı ve çekmecelere yöneldi. "Öyle çünkü."

"Ben varım. Herkes gitsin, ben yine seninle kalırım. Ailen olurum, düştüğünde kaldırırım seni."

Yüzüne bakmak istedim, ifadesini görmek istedim ama göremedim. Bakmadı, belki de yüzünü görmemi istemiyordu. Belirli bir süre sessizliğimi korudum. "Yaparsın..." dedikten sonra hemen sessizliğini takındı Ayaz da. Masadaki çiçeğin yanına eline aldığı mumları koydu. Cebinden bir çakmak çıkartıp yaktı ve ışığı kapattı. Aynı zamanda mutfaktaki ledlerin bir kısmı yanıyordu. Masa artık Ayaz için gerçekten hazırdı, bana yaklaştı. Elimi tutup sandalyeye yöneldi. Sandalyemi geriye çekip oturmamı bekledi ve elimi bıraktı. Ben ufacık bir şaşkınlıkla yerime otururken Ayaz da yanağımı öpüp karşıma geçti. Önce onun yerine geçmesini bekledim, o da oturduğunda gözlerim mumlardaydı. "Böyle ortam daha güzel oluyor." dediğinde gözüm Ayaz'a kaydı, dudaklarında bir tebessüm gördüm.

"Mumları bu kadar çok sevmeni neye borçluyuz?" diye sordum merakla.

"Ateşine..." Yemeğe başlamadığımı gördü. "Lütfen başla, afiyet olsun." diyerek söze girdi ve bardaklarımıza su doldurdu. Başımı sallayarak onaylayıp yemeğimden bir lokma aldım ağzıma ama dört gözle Ayaz'ın tadına bakmasını bekliyordum. O da yemeğin tadına bakınca lokması ağzında kaldı. Zor yuttu.

"Beğenmedin mi gerçekten, o kadar mı kötü?" diye sorduğumda suyundan bir yudum aldı.

Boğazını temizledi. "Çok güzel olmuş, sadece..." Afalladı, gözlerinin dolduğunu gördüm ama bozuntuya vermeden yemeğine devam etti. "Babamın yaptığı gibi olmuş." O an anladım lokmayı neden bu kadar zor yuttuğunu.

"Dünya acılarından kaçmak için çok küçük."

Acı bir tebessüm yayıldı yüzüne, bir kaybedişi anlatıyordu bu tebessüm. Sustu ve sakince yemeğini yedi, ben de lafını açmadım bir daha. Beraber kurduk, beraber kaldırdık. Sonrasında kendimi yine Ayaz'ın odasında buldum. Balkona yöneltmişti beni ama balkona çıkmadan önce gözlerim masasına kaymıştı. Bütün mektuplarını kaldırmıştı, masasının üzerinde sadece mumları vardı. Bunu neden yaptığını anlamadım.

Balkona geçtiğimde Ayaz birkaç dakika beklememi rica etmişti. Geri döndüğünde elinde sigara paketi gördüm. "Geldim." diyerek yanıma oturdu. "Rahatsız olur musun?" Bir Ayaz'a bir de bana gösterdiği sigara paketine baktım.

"İçmek zorunda mısın?"

Yüzünde gezdirdim denizden gözlerimi, "Bana öyle bakma, kötü hissediyorum." Ayaz'ın cümlesinden sonra kaşlarımı çattım ve elindeki sigara paketini gösterdim.

"Kırıp çöpe attığım sigaraları ne çabuk unuttun, bir de rahatsız olup olmayacağımı soruyorsun gareze yapar gibi."

Sinirim yüzünden daha da kötü hissedeceğini biliyordum. Yemekte babasının lafı geçtiği için kötü hissetmişti. Onu özlüyordu, tıpkı benim Gül Ayşe'yi özlediğim gibi özlüyordu. Yine de kendisini her kötü hissedişinde sigaraya sığınmasına anlam veremiyordum. "Neden içmeme bu kadar karşısın?" diye sordu anlam veremez gibi. Cevabımı hemen yapıştırdım.

"Çünkü öptüğüm dudaklarına sağlığına zarar verecek herhangi bir şeyin değmesini istemiyorum."

Boğazına kaydı bakışlarım, yutkunmuştu. Sigara paketini bir köşeye bıraktı sakince, cebindeki çakmağı da yanına koydu. Bir cümlemle onu ikna etmiş olmama inanmadım başta ama gerçekten içmekten vazgeçmişti. "Bir daha içmem o zaman." dedi uslu bir çocuk gibi. Kolunu omzuma attı, ben de başımı göğsüne yasladım. "Bugünü bana ayırdığın için teşekkür ederim." Mırıldanışından sonra önüme gelen saçlarımı arkaya attım. Ben daha karşılık veremeden o tekrar konuşmaya başladı. "Saçlarının uzamasına izin veriyorsun."

"Buna dikkat etmen sevindirdi." dediğimde gülümsemesini düşündüm, o güzel gülümsemeyi... Gülünce parlayan, morali bozukken ölüm kokan gözlerini... "Uzamalarını istiyorum artık, kestirmeyeceğim." dedim, düşüncelerimle arama giren cümlem oldu.

"Bu gece ay çok güzel, değil mi?"

Güldüm. "Japonlar seni seviyorum demeye utandıklarında bu cümleyi kurarmış." Ona baktım ondan tam ayrılmadan. "Çok güzel."

"Çocukken gökyüzünde süzülen bu ayı kovalamaya çalışırdım." İkimizin sesli gülüşleri birbirine karışırken gözlerimiz ayın üzerindeydi. "Çocukluğumu özlüyorum ama beni, çocukluğuma sen götürüyorsun. Sana, yanında çocuk olabileceğin bir insanı hayatına alman gerektiğini söylemiştim. Buldun mu o kişiyi?"

"Buldum."

"Kim?"

Şu an onun adını değil de başka bir isim söylesem tepkisi ne olurdu acaba? "Sensin." dedim aklımdan geçen bu soruyu çürütürken. Şaşırmışa benziyordu. "Beklemiyordun galiba."

"Aramızda çocukça şeyler yaşanmadı ki." dedi. "Biz hep birbirimizi olgunca sevdik, acılarımızdı belki de bizi olgunlaştıran. İşte okul meselesi, cinayetler, kaza... Bizim aşkımıza bunlar karıştı Güvercin, beraber acı çekmedik mi? Çektik. Beraber umut ettik, beraber güldük ve yaralarıma da dokunan tek kişiydin bu süreçte."

"Olsun Papatya'm, severken çocuklaşır insan. Biz de zaman zaman öyle oluruz, önemli olan içimizdeki çocuğu öldürmemek değil mi zaten?" Son cümlemden sonra yine yarasına dokunduğumu anladım. "Ayaz..." dedim, sesim beklentiyle çıkmıştı. "Kendini her üzdüğünde, her canın yandığında, bir sorununu her kafana takışında içindeki çocuğun çığlık çığlığa ağladığını düşün. Sen çocukları seversin. Bir çocuğun ağlamasına dayanamazsın. Bunu içindeki çocuk için de yap, onu ağlatma. Ona kıyma..."

"Peki o çocuk çoktan öldüyse?"

"Sevebiliyorsun, canın yanabiliyor, utanabiliyorsun veya üzülebiliyorsun... Her neyse, özetle duyguların hâlâ canlı. Benim için duyguları canlı olan bir insanın içindeki çocuk hâlâ yaşıyordur. Seninkisi de öyle."

"O zaman senin içindeki çocuk ölmüştü çünkü kayıpların yüzünden hissizleşmiştin, benim gibi. Duygularını şu an yaşayabiliyorsun, bu içimizdeki çocuğun yeniden bizim yanımızda olabileceği anlamına mı geliyor?"

Bu sefer ben afalladım. "Öyle galiba..." Tatmin olabileceği bir cevap değildi ve bu yüzden hala bir yanıt bekliyormuş gibi bakıyordu bana. Toparlandım yerimde. "Otobüsün sol camından manzarayı seyrederken, sağ camından kaçırdıklarımızdan ibarettir hayat."

"Özdemir Asaf..."

Sıkıntıyla nefes alıp verdim. "Böyle bir hayatta, içimizdeki çocuğu öldürerek en acımasız katil kendimiz olmuyor muyuz? Bir insanı öldürmekten daha öte bir suç, içimizdeki çocuğu kendi ellerimizle öldürmek... Herkes gelip geçicidir, emareler bizde kalsa bile sonumuz hep bir ayrılığa çıkıyor. Gidişler... Hepsi istek üzerine değil, bazıları mecburiyetten. İnsan mecbur kaldığı için de gider, Papatya. Yalnız kaldığın anları düşün, yıkıldığın zamanları düşün, acıdan kıvrandığın zamanları düşün. Herkes bu yaşadıklarına şahit olamaz, sana iyi gelemezler ama o içinde büyüttüğün çocuk var ya. İşte o çocuk, senin her zaman yanındadır. Bu çocuğa iyi bakmak gerek."

Bir şey demedi, sadece dinledi. Bir an çok mu konuştum acaba diye düşündüm ama gülümsüyordu. Ne düşündüğünü kestiremedim, en sonunda yüzüne sordum. "Seni hak edecek ne yaptım ben?"

"Lale verdin, üstelik daha çocukken. Bu yeterliydi." Laleden kastım çocukluğuydu, bana çocukluğunu vermişti.

"Ya başkası verseydi o laleyi, aynı olacak mıydı?"

"Hayır, sadece sana karşı gelişen bir duygu. Ayaz Altan farkı diyelim."

"Güvercin, deniz gözlüm..." Saçlarımda dolanıyordu parmakları, "İsmimi seviyor musun?" diye sordu merakla. Onayladım ve bu soruyu sormasının nedenini sordum çünkü bir an kendi adını sevmediğini düşündüm. "Ben pek sevmezdim." dediğinde düşüncemi haklı çıkardı. "Dünyanın ayazını tenimde hissetmekten nefret ettim hep. Başka bir anlam aradım ismimde, sonra bir baktım ki ben cayır cayır yanıyormuşum."

"Yaşamımız bir masal değil."

"Sonumuzun iyi bitip bitmeyeceğini bilemeyiz, masal değil ki sürekli mutlu bitsin."

Son zamanlarda Ayaz'ın davranışlarında bir farklılık olduğunu fark ettim o an. Az önce sonumuzdan bahsetmesi veya sürekli acıyla gülümseyip gülümsemesinin hemen sönmesi gibi. İyi değildi, anlatmıyordu bazı dertlerini. Onun hakkında bilmediğim şeyler vardı ya da bilmemi istemediği şeyler. Yüzüne de soramıyordum, bana anlatmak isteseydi çoktan anlatmıştı zaten. Kazanın etkisi mi, onu da bilemiyordum. İşte tek bildiğim buydu, bazı saklanan gerçeklerin var olduğu...

"Ne düşünüyorsun?"

Yüzüne bakmak istemedim, yüzümü çevirdim. "Bir şey fark ettim sadece," dedim, direkt ne olduğunu sordu. "Saklanan gerçekler..." Ben bunu der demez Ayaz yerinde toparlandı, bunu yapmasıyla da doğrulamış oldum. "Benden hâlâ bir şeyler saklıyorsun."

"Bilmen gereken ne varsa hepsini biliyorsun."

"Bilmediklerim? Bana söylemek istemediklerini eninde sonunda öğreneceğim, bilmiyor musun?" Halinden memnunmuş gibi arkasına yaslandı ve bacak bacak üzerine attı. "Bakıyorum da pek memnunsun." dediğimde tebessüm takındı. Beni delirtmek istiyor gibiydi.

"Güneş benim dışımda herkese doğdu, onun sızısı var kalbimde."

"Perdeli konuşmak yerine perdenin arkasında gizlediğin cümleyi söyle bana."

Parmaklarıyla oynamaya başladı, boğazını temizledi. "Veda ettim." dedi sadece.

"Kime?"

"Benliğime..." Hala perdeli konuşuyordu ve doğrudan ne derdi olduğunu söylemiyordu. "Huzur istedim, onlar bana kan verdi. Babasının ölümüne şahit olmuş bir adamdan ne bekliyorsun? Ben böyle yaptığımda aşkımızın zedelendiğini düşünüyorsun ama bazı şeyleri içimde yaşamayı tercih ediyorum. Sana anlatamam Güvercin, bu davaya seni ortak edemem."

"Babanın katilini mi buldun?"

Dişlerini sıktı ve sigara paketine baktı, içmek istiyordu ama benim dediklerim yüzünden içemiyordu. "Ben... Onu bulamadım ama o hep yanımdaymış." Ne demek istediğini sorduğumda nefesini tutup bana baktı. "O, benmişim..."

"Saçmalıyorsun." dediğimde gözlerinin duygudan yoksun olduğunu gördüm.

"O kişi," dedi üzerine bastıra bastıra. "Benmişim. Babamın ölüm sebebi benmişim, onun öldürülmesi benim yüzümdenmiş. O gün evde olmasaydım babamı öldürmeyeceklermiş. Ufacık bir isteğim babamı benden koparmış. Bu yüzden bulutlarımda yağmur var. Bu yüzden ayazın içindeyken cayır cayır yanıyorum. Bu yüzden dünyadan nefret ediyorum. Aldın mı istediğin cevabı?"

İşte suçluluk psikolojisi başlıyor. Sormamış olmayı dilerdim ama artık çok geçti. "Özür dilerim." deyip başımı başka yöne çevirdim. Yanağımdan bir damla yaş akarken onu sildim, artık ne kadar gizli silebilirsem... Bir şey söylemedi ama ikimizin de kırgın olduğunu biliyordu. Yine de sakladığı şeyin babası hakkında olması canımı sıkmıştı, keşke sormasaydım. Keşke yarasına dokunmasaydım. Evde olmak istedim, Ayaz'ın evinden gitmek istiyordum çünkü şu an Ayaz ile birbirimize iyi gelmiyorduk. Neler olduğunu anlamadım ama ikimiz de dokunulsa ağlayacak seviyede gibiydik.

Ayaz'a baktım, bakışlarımız buluştu. Beni izliyor olmasına karşılık yanaklarımda bir alevlenme hissettim, sanki ateşin içindeydim. "Güvercin," dedi sessizce ve bana yaklaştı. "Ben özür dilerim çünkü özür dileyecek birisi varsa o hep bendim."

"Beni belirsizlik içine sokup çıkarıyorsun sürekli."

Gözlerinde kilitledim bakışlarımı, o ise sadece saç uçlarıma bakıyordu. "Son zamanlarda bana neler olduğunu bilmiyorum, ölüm peşimde gibi..." Gözlerimi kapattım acıyla, bir kaybedişe daha dayanamazdı kalbim. "Dayanamıyorum, canımı almak istiyorlar sanki. Üzerinden seneler geçti babamın ölümünün, belki de katillerini bulmak üzere olduğum için bu kadar dengesizim. Lütfen beni affet, kırıcı olursam çok özür dilerim. Bazen kelimelerimi seçemiyorum."

"Önemli değil." derken gülümsemeye çalıştım. "Hatıralar bizi terk etmez bazen, anlıyorum."

"Bana kar küresini de babam almıştı. Ondan bana kalan tek hatıra, her şeyimi kaybettim ama o hala benimle. Ben de aynısını aradım ve buldum, sana verdim." Acı belirdi yüzünde. "Bu yük bana ağır geliyor, Güvercin. Ben de senin gibi ölümü arzuladım ama kolay kolay ölmeyeceğimi biliyorum."

"Neden?"

"Kötüyüm çünkü, ölüm bana ödül olur. Hayat ise bir kötüye ödül sunacak değil, cezalar var önümde."

"Sen kötü bir insan değilsin." Gözümün içine baktı ve bu cümleyi gerçekten samimiyetle mi kurdum, öğrenmek istedi. "Gerçekten, inan bana. Bir kötüyü sevecek değilim."

"Son cümlen en hassas yerime bıçak sapladı sanki."

"Neden?"

"Hâlâ kötü bir insan olduğumu düşünüyorum." Büyük bir of çektiğimde Ayaz gülmeye başladı. "Eee?" Anlamayarak baktım yüzüne. "Böyle oturacak mıyız?" Ne yapmak istediğini sordum, konuyu değiştirmek istiyordu. Saate baktı ve bana gösterdi. "Saat dörde geliyor."

"Dolaylı yoldan beni evinden kovmuşsun gibi hissediyorum."

Gülüşünü duydum, ayağa kalktı ve elini bana uzattı. Ben de tuttum. "Estağfurullah güzelim, o nasıl söz? Benim evim, senin de evin. Buraya istediğin zaman gelebilirsin. Ayrıca dördü gösterirken başka bir şeye dikkat çekmek istemiştim. Belki benimle bir şeyler yazmak istersin..." Telefonuma baktım, Ayaz'la beraber olduğumdan beri doğru dürüst mesajlara bakmamıştım. Mesajlara girdiğimde annemden iki mesaj geldiğini gördüm. Bir evimin olduğunu hatırlatıyordu ve eve dönmemi istiyordu.

"Sanırım bugünlük bu kadar yeter."

Kaşlarını çatıp telefonuma baktı, mesajları okuyunca morali yine alt üst olmuştu. "Annen kazadan sonra benden biraz soğudu galiba." dediğinde ise ben şaşkınlık geçirmiştim. Bunu ona ne düşündürdü, merak ediyordum ve öğrenmek istedim. "Çünkü seninle olmamı istemediğini söyledi, seni tehlikeye atıyormuşum." İçimden lanetler okurken balkondan ayrılmıştık, Ayaz balkonu kilitleyip gardırobuna yönelince ben de yatağının üzerine oturdum. "Aynı şeyi sana da mı söyledi?"

"Nasıl anladın?"

"Moralinin çöküşünden." Eline bir tişört ve eşofman alıp dolabını kapattı. Onları yatağının üzerine koyarken adım adım ne yaptığını izledim. "Ama annen de kusura bakmasın, bugün evine gidemezsin."

"O niye?"

"Güvenli değil."

"Evim mi?"

Masasının ledlerini açıp ışığı kapattı, uyumaya hazırlanır gibi bir hali vardı. "Evet."

"Ailem şu an evimde Ayaz, hatırlatayım."

Başını ağır ağır iki yana sallayarak reddetti. "Ailen şu an kurumda, annen o mesajı kuruma geçmeden önce attı muhtemelen. Evinde yalnızca benim korumalarım var." Yanıma oturduğunda endişelendiğimi anladı ve konuşmaya devam etti. "Okul problemleri, biliyorsun. Evinizin yakınlarında bir ceset bulundu, o yüzden güvenli değil. Polisler araştırmayı hâlâ sürdürüyor."

"İlk defa yaşıyorum bunları, daha önce hiç bu kadar haşır neşir olmadım cesetlerle. Sen hayatıma girene kadar." Yutkundu, yanlış anlamaması için ekleme yaptım. "Bu okula başlayana kadar..."

"Okul yakında mühürlenecek, benimle resim galerisi açmak ister misin?" Başımı sallayarak onayladığımda ilk defa bir cinayet meselesinin ortasında iyi hissetmiştim. O da yatağa yaralarına dikkat ederek uzandı ve beni izlemeye devam etti. "Burada durmanı baban istedi, galiba yola çıkınca tehlike altında olabiliriz. Bu yüzden."

Ben de uzandım yanına. "Tehlikeyi sevmeye başladım."

"Korkmuyor musun?"

Kahverengi olan ve ölüm kokan gözlerine baktım. "Korkmuyorum." dedim özgüvenle. "Ama artık sağlam bir eğitim almak istiyorum, sen tarafından. Keşke hiç kaza yapmasaydın, ayrıca yaraların daha çok taze. Fazla geziyorsun." Nereyi gezdiğini sorduğunda soruş tarzı beni güldürdü. "Oturduğun hiç olmadı Ayaz, yalan mı? Enerjini hiç kaybetmemişsin, maşallah."

"E öyle tabi, yanımda sen varsın." Hafifçe yarasını tutup toparlandı, "Uyumak ister misin? Yorgun gözüküyorsun." Nerede uyuyacağımı sordum ve elbisemi gösterdim. "Burada kal sen çünkü maalesef ikinci bir yatak hazırlayacak durumda değilim. Sadece nevresimleri değiştirttim sen gelmeden. Zaten ben uyumayacağım, giysi için de yatağın üzerine bıraktıklarımı giyebilirsin."

"Sen neden uyumuyorsun?"

"Yapmam ve incelemem gereken şeyler var, bugünkü çocuğun dosyası ile alakalı. Gelişme olursa sabah konuşuruz." Bir şey demedim, ben de toparlandım yerimde. "İyi geceler dilerim." dedi Ayaz ve birazcık öne eğilip alnımı öptü.

"İyi geceler," dediğimde de bilgisayarını alıp bana tebessüm ederek odadan çıktı.

Kapı kapanır kapanmaz masasına baktım, aklım hala mektuplardaydı. Ayaz'ın üstün körü söz ettiği ve sakladığı mektuplar... Ayağa kalktım ve masaya yaklaştım. Şeytanım mektuplar çekmecede mi diye açmamı söylerken ben sadece mumlara ve kül tablasına bakıyordum. Geriye doğru birkaç adım atıp Ayaz'ın benim için yatağın üzerine bıraktığı giysilere yöneldim. Elbisemi çıkarıp eşofman ve tişörtü giydiğim gibi elbisemi düzenleyip masaya bıraktım. Telefonumu alarak yatağın içine girdim. O an aklıma Ayaz'ın, "Belki benimle bir şeyler yazmak istersin." deyişi gelmişti. Gitti, mektuplardan bahsediyor olabilirdi ama bunu yapmadan gitti. Unutmuş muydu? Yoksa ertelemiş miydi, bilmiyordum.

Bana, bize ne olduğunu da anlamıyordum. Bir problem vardı, benim görmediğim ve Ayaz'ın da görmek istemediği. Derin bir nefes aldım, içime huzur dolsun istiyordum. Duvarlara baktım, üzerime geliyor gibiydiler. Ben de çareyi babamda buldum, telefonumun ekranı açılır açılmaz babamı aradım. Aramayı hemen açmıştı. "Baba..."

"Güzelim?" dedi meraklı bir ses tonuyla. "İyi misin?"

"Bilmiyorum, eve gelecektim ama Ayaz reddetti."

Yine duydum babamın huzur veren sesini. "Evet güzelim, ben istedim." dedi sakince. "Ufak bir araştırma var evimizin yakınlarında, tedirgin olmanızı istemiyorum." Allah'tan hiç tedirgin olmadık. "Ayaz'ın yanında güvendesin, merak etme. Biz de kurumdayız, annen ve kardeşin uyuyor. Deniz ve Yıldız da yanlarında. Birkaç işim var, onları halledip ben de yatacağım."

"Annem neden böyle davrandı baba?" diye sorduğumda ses tonumdan çaresizlik aktı resmen. "Ayaz ile de konuşmuş, birlikte olmamızı istemiyor."

"Bu olayı öğrendi ya, o yüzden huzursuz."

"Bizimle ne ilgisi var bu olayın?"

Derin bir nefes alıp sıkıntıyla bıraktı. "Cinayetin Ayaz'a karşı işlenmiş olma ihtimali var."

"Ayaz mı? Ne alakası var ya? Vernem Nidahen mi yoksa?"

"Vernem Nidahen'in sicilinde hiç kadın cinayeti yok, öldürdüğü kişilerin hepsi adam ve suçlular. Yani bir nevi Vernem Nidahen, ülkedeki suçlu adamları öldürerek huzuru aramaya çalışan birisi. Belki de emniyet teşkilatına çalışıyordur çünkü onca cinayet işlemiş ve birisi dahi çözülememiş, bilemiyorum ama sıradan bir insan olmadığı kesin. Bunu Vernem Nidahen yapmış olamaz."

"Kim, ne için Ayaz'a oynasın ki o zaman?"

"Bilmiyorum güzelim ama bir örgüt liderine diz çöktürmek isteyen çok kişi vardır, özellikle de çocukları kötü işlerine alet eden yurtların kurucuları Ayaz'dan nefret ediyor. Kimliği gizliydi ama artık değil, normalde çocukları tehlikeye atmamak için kimliğini gizli tutmuştu. Şimdi ise koruma en üst seviye ve Ayaz, Siyah Emare örgütünün lideri olduğunu herkese duyuruyor. Pes etmeyecek, kötülüğün soyunu kurutana dek durmayacak ve kendi soyundan gelenler de bu örgütü ayakta tutacak."

"Baba..." Sesim titrediği için babam az önce kurduğu bütün cümleleri zihninden attı ve hemen neyim olduğunu sordu. "Ayaz, kendisini kötü birisi olarak görüyormuş. Bunun sebebini biliyor musun?"

"Biliyorum." dediğinde ısrarla sebebini söylemesini istedim. "Çünkü yalan söyledi." dedi net bir ses tonuyla.

"Kime?"

"Kendisine..."

"Neden? İnsan kendisine yalan söyler mi?"

Derin bir nefes aldı yine ve sessiz kaldı. Sorumu yeniledim, bu sefer de ofladı. "Bazı şeyler vardır, güzel kızım. Ve bu şeylerin geri dönüşü olmaz."

"Ne gibi şeyler baba? Delirtmeyin insanı ya!"

"Yolculuklar ve hatıralar... Geçmişe yolculuk ve geçmişten kalan hatıralar. Ayaz şu an babasının öldürüldüğü dönemde, bir savaş veriyor ve bu savaşın kendisinden başkasına sıçramasını istemiyor." Babasının öldürüldüğünü öğrenmişti, demek ki Ayaz ve babam bu konuyu konuşmuştu. "Hazal, Ayaz savaşında seni istemiyor çünkü ufacık bir zarar görme ihtimalin bile onu delirtiyor. Son zamanlarda bu kadar dengesiz olmasının sebebi de bu. Sana ihtiyacı var ama aynı zamanda yanında olduğunda zarar görmeni istemiyor."

"Bugün beraber yemek yaptık." dedim babama. "Babasının da yaptığım yemeği benim gibi yaptığını söyledi. Biraz konuşmuştuk, yine babasından bahsetti. Acı çektiğini biliyorum ama elimden bir şey gelmiyor. Ne yapacağımı bilmiyorum baba, belirsizlik içinde kaldım."

"Bir şey yapmana gerek yok kızım, sadece onunla ilgilen biraz. Her zaman yaptığın gibi, annenin dediklerini de bir kenara koy. Önüne bak, Siyah Emare'deki çocukları düşün, o çocukların sana ve sevgine ihtiyacı var."

"Baba," dedim yine. "Tamam, dediklerini yapacağım ama merak ettiğim bir şey daha var. Ayaz'ın babası nasıl öldürülmüş? Biliyor musun?"

"Bilmiyorum, Ayaz bunu kimseye anlatmamış. Belki Umut Can biliyordur, can dostu sonuçta ama onun da Ayaz'dan habersiz anlatacağını sanmıyorum." Sesli bir şekilde onayladım sadece. "Sen artık dinlen güzelim. Merak etme, bu günleri de atlatacağız. Her şey düzelecek."

"Teşekkür ederim, kahramanım." dedim acının içinde kıvransam bile gülümserken.

"Seni seviyorum." dedi içten, samimi sesiyle. "İyi geceler, böceğim." Hitap şekline gülmeye başlamıştım.

"İyi geceler, böceğin babası." Onunda gülüşlerini duydum. O an her şey düzelmiş gibi hissettim, bir gülüşle iyileşmiştim sanki.

Telefonu yastığın yanına koydum ve yataktan ayrıldım, kapıya yönelip açtıktan sonra odadan da ayrıldım. Ayaz'ı arıyordu gözüm, salonda buldum onu. Bana arkası dönüktü, koltukta oturuyordu ve bilgisayarından bir şeyler yapıyordu. Sessizce yaklaştım biraz, bilgisayarına baktım. Bahsettiği çocuğun dosyası açıktı önünde. Biraz daha yaklaştım ve ona arkasından sarılıp yanağını öptüm. Şaşkınlıkla bana baktığında beni fark etmemiş olmasına güldüm ve yanında diz çöktüm.

"Ne zaman geldin sen?" dedi tebessümle.

"Az önce."

"Uyumayacak mısın?"

"Su alacaktım." diye bir bahane ürettim. "Seni de görmek istedim, malum bir an ayrı kalsak canım sıkılıyor." Öyle güzel bir gülümseme takındı ki o an her şeyi unuttum. İhtiyacı vardı, biliyordum. Bir çiçeği büyüten sevgi, insana da iyi gelebilirdi. Bunu da biliyordum. Aksini iddia eden varsa da tanımıyorum.

"İyi ki geldin," dedi sessizce. "O öpücüğe ve sarılmaya ihtiyacım varmış."

"Her ihtiyacın olduğunda müsaidim." deyip göz kırptığımda gülüşünün sesini duydum. "Fazla yorma kendini, dinlenmeye ihtiyacın var."

"Halletmem gerekiyor bu dosyayı."

Bir dosyaya bir de yüzüne baktım. "Yarın yapamaz mısın?" dediğimde reddetti. Ben de dudağımı büzdüm. "Bari gel de masanda çalış, en azından gözümü açtığımda seni görürüm."

Vücudunu bana çevirdi. "Rahatsız olmaz mısın?"

"Hayır canım, ne rahatsızlığı? Ben istiyorum zaten, hadi kalk." Yavaşça ayağa kalkıp bilgisayarını kapattı ve eline aldı. "Taşıyım mı?" diye sordum ben de.

"Düşünceli Güvercin." Gülüşünü tekrar duydum, beraber yürümeye başladık. Odaya yöneldiğimde Ayaz'ın şaşkın bakışlarını gördüm. "Suyunu unuttun."

"Ha, aklımdan çıkmış."

"Şaşkın Güvercin."

Bu sefer ikimiz de aynı an da gülmeye başladık. Bir bardak su aldım, ona da sordum ister mi istemez mi diye. İstemediğini söyleyince suyumu içtim. Beraber odaya yöneldik, kapıyı ben açtım. Ayaz masasına kurulurken ben de tekrar yatağa geçtim. Kafamı kaldırdığımda Ayaz'ı beni izlerken görünce utanmıştım.

"Ne oldu?" diye sordum.

"İyi geceler öpücüğünü düşünüyordum."

"İhtiyacın olduğunu söylesene ya, niye bahane arıyorsun?" Gülerek yanıma geldi ve beni yeniden öptü. "Bazen öpücükler ruhuna aldığın yaralara denk gelir, bir öpücükle veya gülüşle iyi hissedersin. Bizde de oluyor. Her şey bir kenara Papatya'm, sen diğer yana... Unutma, acıya umut karışırsa belki umut kaybolabilir. Sen acısın, ben umudum. Senin umudun benim ve kalbine karışsam bile kaybolmayacağım. Senin dertlerinin çıkış yolu benim."

"Siyah Emare ve Beyaz Emare... Bu isimler biziz, Güvercin. Biz, birbirimizi tamamlıyoruz."

Gülerken onayladım ama gözlerinin dolduğunu gördüm. Bu yüzden başımı yastığa koyduktan sonra bir cümle daha kurdum, kalbimden gelen bir cümle... "Seni seviyorum, Papatya."

Gülümsedi ama bu sefer gülümsemesinde acı yoktu, samimiyet vardı. "Ben de seni seviyorum, Güvercin." Bana bakmayı sürdürdü. "İyi geceler, burada olacağım hep. Rahat rahat uyuyabilirsin."

"Teşekkür ederim, iyi geceler."

O bana bakmayı sürdürdü, ben gözümü kapatınca da bilgisayarını açtı. Tuş sesleri gelirken kulağıma, düşüncelerim ile aramdaki melodim oldu.

Kendimi melodiye bıraktım.

Kanlı ve korkunç bir melodiye...

Continue Reading

You'll Also Like

4.7M 395K 94
1 KIZ, 6 ERKEK, ÖLÜMCÜL BİR EV. Afra'nın diğer tutsaklardan dört farkı vardı: Birincisi, bir kız olmasıydı. İkincisi, tutsak alınan son kişi olmasıyd...
8.9M 461 2
Ailesini şüpheli bir yangında kaybeden Arya, kimliği gizlenerek yetimhanede büyümek zorunda kalır. Vasisi olan aile avukatının izniyle küçüklüğünden...
ELIYS (+18) By Duru

Mystery / Thriller

169K 10.2K 55
Asırların içerisinde daha kaç kez öldürecekti kendisini? Kaç yüzyıl daha acı çekecekti? Bir yandan ölesiye nefret ettiği, öte yandan da, yüzyıllarca...
143K 5.4K 9
Annemin kanı avuçlarımın arasından süzülüp giderken, onun dudaklarında kaybolmanın nefretini içimde bir kere daha yaşadım, yaşattım. Bu duyduğum sons...