KEFEN GİYDİM

By kewegozel

35.1K 1.8K 1.1K

Kararlar neticesinde hiç istenmeyen hayatlara mahkûm edilmiş üç insan. Ronî, Miran ve Zêrav. Yedi yıllık evl... More

GİRİŞ
SOYAĞACI
1.BÖLÜM: KARA YAZI
2.BÖLÜM: KEFEN
4.BÖLÜM: ÖLDÜRÜLEN UMUTLAR
5.BÖLÜM: ZORLU YAŞAMLAR
6.BÖLÜM: KAYBEDİLEN HAKLAR
7.BÖLÜM: YÜZLEŞME
8.BÖLÜM: AĞIT
9.BÖLÜM: VAZGEÇİŞ
10.BÖLÜM: DİRENİŞ
11.BÖLÜM: ÖLÜ UMUTLAR
12.BÖLÜM: HARABE
13.BÖLÜM: SON BAKIŞ
14.BÖLÜM: KAYIP
15.BÖLÜM: KONAKTAKİ SIR
16.BÖLÜM: GÜNAHI DOĞURAN HATALAR
17.BÖLÜM: SAKLANAN GERÇEKLER
18.BÖLÜM: UMUT
19.BÖLÜM: KORKU
20.BÖLÜM: VEDA
21.BÖLÜM: PUSU (ARA FİNAL)
DUYURU!

3. BÖLÜM: CEHENNEM KUYUSU

1.8K 76 59
By kewegozel

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.

Keyifli okumalar.

....

3. Bölüm

"Cehennem Kuyusu"

Wele min go soz û qederê dinyayê nema wey me ji hev danî
Min porkura Xwedê bextê reşo lo li ser me danî...

(Vallahi söz ve yemin kalmadı ki birbirimize vermediğimiz.
Ben Allah'ın zavallısı ki, bahtımız kara yazıldı...)

....

Bir insanın yaşayacağı en ağır sınavı en sevdiğini kaybetmektir. Şayet ölüm acısını insanoğluna veren Allah en sağlam sabrı da verse, dağ olsa yıkılır dümdüz olur, taş olsa çatlar dururdu. Küçücük yüreğe koskoca acılar sığdıran, bir bedene taşıyamayacağı yükü veren Allah, bir şekilde sabrını da veriyordu.

Ronî'nin daha önce en uzun ve en zorlu geçirdiği gecesi anneannesini kaybettiği gece olmuştu. Yüreğine öyle bir büyük acı ve bedenine öyle bir yük binmişti ki o sabaha nasıl sağ çıktığına şaşırmıştı. Miran da olmasaydı Ronî oracıkta o acıyla can verebilirdi.

Şimdi de aynı acıyı yüreğinde hissederken Miran yanında yoktu. Sığınacağı bir dalı kalmamıştı. Zira ailem dediği insanlardı ona bu acıyı yaşatan.

Bir zaman sonra o başka kadınla bir aile olacakken kendine sadece izlemek ve bu acıyla baş etmek kalacaktı. Yüreğine sarıldığı adamı artık başka bir kadınla paylaşacaktı. O yürekte tek olduğunu bilmesine rağmen başka bir kadının daha o yüreğe sarılacağını bilmek bile bir ölüm sebebiydi.

Kadın ayaküstü ölüme gitse de ölmemişti. O gece ömrünün en sancılı günlerini çekmiş gözyaşları kuruyana kadar ağlamıştı. Karnına düşmeyen bebeğine, hastalıklı bedenine, kaderlerine başka bir kadını koyan dayısına, herkese her şeye isyan etmişti. Yüreğine öyle bir ateş düşmüştü ki cehennem kuyusuna atılsa bu kadar yanmazdı. Her acıya göğüs geren bedeni bunu da atlatır sanmıştı ama bu çekilir bir dert değildi. Ruhu acıyordu. İliklerine kadar acıyı hissediyordu. En çaresiz bekleyişle gözlerini kapıya dikiyor, sevdiği adamın gelmesini bekliyordu. Çıkıp gelsin ona yapmadım, desin istiyordu. Seni bu kadar severken başka kadına dokunmaya yüreğim el vermedi, desin istiyordu. Ama mecbur olduklarını da biliyordu. Onu bu hayata mecbur ettiklerini de biliyordu. Prangalar bir kere vurulmuştu ayaklarına, çözemiyor, çekip gidemiyordu.

Şimdi çıksa dama, atsa kendini aşağı kalbinin tam ortasında hissettiği acı kadar acır mıydı canı? Yoksa saniyelik bir acı mı hissederdi? Tüm acıların son bulması için ölmek mi gerekiyordu? Yok muydu bunun bir çaresi? Bu içindeki acı falan değildi ki, içten içe onu öldüren bir zehir gibiydi. Kussa tüm içindekini çıkar mıydı bu zehir içinden?

Ronî yorgun bedeninini sürüye sürüye banyoya gitti. Lavabonun kenarlarına ellerini dayayıp ayakta durmaya güç aldı ve canı çıka çıka kustu tüm içindekileri. Aynadaki yansımasına gözlerini çevirdiğinde korkunç bir bedenle karşı karşıya kaldı. Bir zamanlar bu aynada sevdiği adam için hazırlanıp süslendiği zamanlar olmuştu ve şimdi durum farklıydı. Ne hale gelmişti. Onu ne hale getirmişlerdi. Affedebilecek miydi? Ona bunu yapanların gözlerinin içine bakıp gülebilecek miydi? Peki ya onlar? Bir insanın hayatını hiç harcamamış gibi kendi hayatlarına devam edecekler miydi?

Geçmiyordu. İçindeki bu his dipdiri bir acıydı ve tükenmiyordu, tüketiyordu. Sadece kalbi değil tırnaklarına kadar sancıyan bu bedenini artık taşıyamıyordu. Gözlerinin önü kararıyor ve yer ayağının altından kayacak gibi titriyordu. Ölmek böyle bir şey miydi? Değildi.

Ölmekten daha beter bir şeydi.

Bilincini yavaş yavaş yitirdiğini hissediyor ama yine de kalbindeki acıyı dipdiri hissediyordu. Kulaklarından sesler kesiliyordu ama kalbi yine de atıyordu. Onun da durmasını istedi. Diğer her şey gibi onu da susturmak istedi. Elini sol yanına götürüp sıktı ve art arda darbelerini indirdi. Sanki durdurmaya gücü varmış gibi kıyafetini avucunun arasına aldı ve sanki kalbi avucundaymış gibi sıktı. Gücü tükeniyordu. Her şey bir bir karanlığa gömülüyordu ve Ronî ışığını kaybediyordu...

****

Şiddetli bir baş ağrısı tüm kafasını sarmış ve onun canına okuyordu. Gözlerini usulca açmaya çalışsa da gözlerine giren güneş ışığı bunu engellemişti. Bu eylemi başının daha da ağrımasına sebep olsa da başını diğer tarafa çevirip yeniden usulca açmayı denemişti. Keşke hiç açmasa ve sonsuza dek kapatsaydı. Keşke hiç sabaha çıkmayıp uyanmasaydı. Sol yanı hâlâ dipdiri sızlıyor ve zihnine düşen görüntüyle kendini hatırlatıyordu.

Gözlerini açtığında berjerde oturan kocasını uyanık ve kendisini izlerken beklemediğinden şaşkınlıkla bakakalmıştı. Ne ara gelmişti? Neden buradaydı? Aşağıda, o kadının yanında olması gerekmiyor muydu?

Dün gece yine zihnine düştüğünde en son banyodaydı ve midesindeki her şeyi boşalttığını hatırlıyordu. Daha sonrası zihninde kara bir gölge gibi düştüğünden hatırlamıyordu. Bu yatağa onu Miran mı getirmişti? Bir an her şeyin bir rüya olmasını diledi. Her şeyin bir kabus olmasını diledi. Başka bir kadını getirmemiş olmalarını, tüm bu acıların basit bir rüyadan ibaret olmasını istedi.

"Miran..." diye seslendi kocasına. Berjere oturmuş sadece gözlerini dikip pür dikkat onu izliyordu. Kenara dayamış ellerine başını sabitlemişti. Gözleri... kan çanağına dönmüş ve uykusuz geçirdiği gecenin izlerini taşıyordu. Dokunmuş muydu o kadına? Ona bir söz vermişti, tutmuş muydu sözünü? Ona dokunduğu an Ronî'ye fırsat vermeden ondan kendisi vazgeçecekti. Vazgeçmiş miydi? Gözleri korkuyla büyürken gözlerini kocasından ayırmadan yatakta doğruldu. "Sen..."

Üstünü bile değiştirmemiş, sanki hiç çıkarmamış gibi ütülediği gibi duruyordu. Korku dolu gözleri gidip yerine bir umut ışığını ekmişti. Ona dokunmamış olmasını diliyor ve öylece bir şey demesini bekliyordu. "Neden buradasın?" diye sorabilmişti sadece. Sesi çok güçsüz çıkıyordu. Gözleri kolundaki kırmızı lekeye kaydı. Yine kanamıştı yarası. Onu taşırken zorlanmış olmalıydı. "Kolun kanamış..."

Miran susuyor ve öylece kendisine bakıyordu. Ronî kuşkulanmıştı. Sanki kalkıp ben sana ihanet ettim, o kadına dokundum diyecekti. Öyle derse ne yapacaktı? Gidecek miydi? Gitmeliydi! Miran ona ihanet ediyorsa Ronî çekip gitmeyi bilmeliydi. Ayağa kalktığı an dengesini ilk başta sağlayamasada hızlıca toparlanabilmiş ve berjerde oturan kocasının yanına gidebilmişti. Uzanıp kolundaki yaraya dokunduğunda kanın kuruduğunu görmüştü. Uzun bir süre böylece oturmuş olmalıydı.

"Ben yaranı temizleyeyim..." deyip ilk yardım çantasını almaya gidecekken Miran tarafından durdurulmuştu. Kolundan tutup kucağına çekmiş ve bacağına oturtmuştu. "Miran..."

"Sana bunları yaşattığım için çok özür dilerim." diyen kocasına dikti gözlerini. Tekrar korkuyla dolmuştu içi. Bu gözlerine yansımış olacak ki "Bana böyle bakmanı sağladığım için, gitmeyip yanımda kalmanı istediğim için, göz göre göre seni benimle birlikte o ateşe çektiğim için..." demişti. "Çok özür dilerim."

"Beni o ateşe sen çekmedin ki. Bizi bir cehennem kuyusuna atan en sevdiklerimizdi. Babamızdı..." Ronî dayısını, kaybettiği babası yerine koyup onu baba bilmişti. Fakat babalar kızlarını ateşe atmazdı. "Hem sen kalmamı istemeseydin bile ben senden gidemezdim Miran." Çünkü sığınacağı bir baba dalı daha kalmadığından sevdasına tutunacaktı. Çünkü zamanla onun bedenine prangalar vurmuşlardı. Çünkü sevdiği bu adama güveniyordu. "Ama eğer bana ihanet ettiysen..."

"Ben sana ihanet etseydim burada olmazdım." Miran parmağını karısının saçlarına daldırdı. Sevdiği bukleleri eline dolaştığında onları teker teker sevdi. Burnuna götürüp kokusunu içine çekti. Uyurken bile parmaklarını karısının saçlarına dolayıp uyuyordu. Evlendiklerinden beri bunu alışkanlık haline getirmişti.

Dün gece... İkinci karısıyla olan o konuşmasından sonra orada daha fazla kalmaya yüreği el vermediğinden çıkmıştı oradan. İkisinin de istediği zaten buydu. Miran kimseye görünmeden asıl yuvasına döndüğünde karısını banyoda yerde baygın bir halde yatarken bulmayı beklemiyordu. O an aklı başından gitse de, öldüğü korkusuyla baş başa kalsa da nabzının attığını hissettikten sonra o korkusu dinmişti. Fakat yine de rahatlamamıştı. Ronî'si bu hallere düşecek kadın değildi ama düşürmüşlerdi. Bu güçlü kadın yıkılmazdı ama yıkmışlardı. Tekrar onu toparlayacak ve gücüne aşık olduğu o kadın geri dönecekti. Eğer ona bir darbe daha vurmazlarsa...

Gece boyunca oturmuş ve öylece sevdiği kadını izlemişti. Geleceklerini düşünüp akıbetleri ne olacak diye kafa yormuştu. Bir çıkış yolu olmalıydı. Bu kadını isteseler de istemeseler de getirmişlerdi ve kendi bayatından vazgeçen bu kadın bu konakta bir hiç gibi yaşayamazdı. Miran sevdiği kadını düşünürken o suçsuz günahsız kadının akıbetini de düşünmüş ve bir sonuca varamamıştı. Babasının elleriyle kazdığı ve üç masumu içine attığı cehennem kuyusundan bir Yusuf gibi kurtarılmayı bekliyorlardı.

"Miran... Ne kadar böyle desende zaman geçecek ve senden bir çocuk isteyecekler. Üstelik o kadın buraya geldi, getirdiler." Bu konuşmayı yapmak ne kadar onu zorlasa da bir sonuç merak ediyordu. Sonları ne olacaktı? Miran eğer gerçekten bir bebek istiyorsa ona nasıl, bana ihanet etme, diyecekti?

Ronî gitmeliydi. Burada kalamaz ve bu gerçeğe karşı duramazdı. Üzerine bir kadın getirmişler ve onu bu kadar alçaltmışlarsa kendini ezdiremezdi. Aşağı inip onların yüzlerine nasıl bakacağını, nasıl hiçbir şey olmamış gibi oturup kalkacağını bilmiyordu. Bu süreçten sonra aile bireyleriyle nasıl bir ilişkisinin olacağını, nasıl ilişki kurabileceğini bilmiyordu. Ronî'ye karşı tutumları her zaman çok iyidi. Azade Hanım'ı annesinden farklı görmemiş, dayısını babası bilmişti. İlk gelin olarak ve Reşad Ağa'dan sonra gelen ağanın karısı olarak bu evin önemli bir parçasıydı. Zira zamanı geldiğinde Azade Hanım'ın yerini Ronî alacak ve aşiretin hanımağası olacaktı. Fakat bir kadın daha vardı artık. Zêrav da Miran Ağa'nın eşiydi ve soyunu devam ettirecek olan da o kadındı. İsteseler de istemeseler de...

"Bir yolunu bulacağım, güzelim." derken karısının ensesini tutup dudaklarına çekti ve başına bir öpücük bıraktı. "Allah büyüktür. Elbet eninde sonunda bize bir kapı açar..." Şüphesiz sığınacakları tek yüce güçtü ve ondan başkasına sığınmayacaklardı.

"Yaranı temizlemeliyiz, Miran." deyip kocasının kucağından kalktı Ronî. Banyoya gidip dolaptan ilk yardım çantasını alıp tekrar odaya geçti. Kocası gözlerini bir yere sabitlemiş ve dalgınca bakıyordu. Çok uykusuz olduğu belliydi. Gece boyunca uyumamıştı. "Sen hiç uyumadın mı?"

Miran daldığı yerden sıyrılıp karısına baktı. Başını sallayıp "Gözüme uyku girmedi. Seni öyle yerde baygın bir şekilde görünce aklım başımdan gitti, Ronî'm." diye açıkladı. O sırada Ronî elindeki çantayı masaya bırakıp kocasının beyaz gömleğinin düğmelerini açmakla meşguldü.

"Kendimi kaybetmişim. Nasıl o hale geldiğimi hatırlamıyorum." dedi ve yavaşça kocasının gömleğini çıkardı. Miran sessizce onu izliyor ve dikkatle dinliyordu. "Bana anneannemi kaybettiğim günü hatırlattı, Miran. Aynı çaresizlik, aynı his. Ölüm gibi. Beni öldürmüşler aslında Miran. Ben yaşamıyor gibiyim. Nefes alıyorum sadece. Hiçbir şey hissetmiyorum. Yapamıyorum. Ellerim kollarım bağlı..."

Babaannesini kaybettiğinde Miran da yıkılmıştı ama her zaman babaannesinin ve Ronî'nin arasındaki bağın, sevginin daha güçlü olduğunu biliyordu. Ronî'yi büyüten Piroz Şahinoğlu idi. Şimdiki kadın onun eseriydi. Gücünü de, saygısını da, sevgisini de ondan alıyordu. Bu kadar güçlü bir bağın birden kopması Ronî'ye büyük bir yıkım getirdiyse de Miran en sabırlı haliyle sevdiği kadını toparlamasını bilmişti. Onu hiçbir zaman üzgün ve ağlarken görmeye dayanamazdı. Bir damla gözyaşına dünyaları yakabilecek hale geliyordu. Fakat son zamanlar akıttığı gözyaşlarına engel olamıyordu. Bunun için kendinden ve kendiyle birlikte herkesten nefret ediyordu.

Ronî masanın üzerine bıraktığı çantanın içinden steril gazlı bezi çıkarıp yarasını temizlemeye koyuldu. "Toparlanmaya, eski gücüme kavuşmaya ihtiyacım var. Ama daha kumamla bile tanışmadım." Gülümsemeye çalıştı fakat bu ölü bir ruhun gülüşü gibiydi. Bomboş, hiçbir anlam ifade etmeyen... Kocasının yarasını acıtmamaya dikkat ederek narin ellerini yavaşça omzunda dolaştırıyordu. Miran sevdiği kadının parmaklarını üzerinde hissederken hiçbir acıyı hissetmiyordu. "Daha onu gördüğümde bir kez daha ayakta kalmak ve insanlığımı kaybetmemek için savaşacağım. Kendim için..." Yeşil gözleri kocasını buldu. "Senin için..."

Temizlediği yarasından sonra bir bandaj çıkarıp nazikçe kolunu sardı. Son olarak tıbbi bant ile sabitlediğinde işini bitirmişti. "Evden gitmeye ihtiyacım var, Miran. Anneanneme üzün süredir gidemedik. Toprağı susuz kalmıştır." Gözlerini kucağındaki ellerine çevirdi. "Beni ona götürür müsün?"

Miran karısına hak veriyordu. Kuma kararı çıktığından beridir gidememişlerdi ziyaretine. İlk defa arayı bu kadar açmışlardı ve Ronî kendini kötü hissediyordu. Bugün işe de gitmeyi düşünmüyordu zaten. Yaklaşık bir haftadır doğru dürüst uyku uyumuyor ve iki gündür gözlerini hiç kapatmıyordu. Yorgundu. Bitik bir haldeydi ve görünürde daha toparlanacağı yoktu. Gün geçtikçe tükenmemek için ve karısını da tüketmemek için çabalıyordu.

"Gideriz güzelim. Ama benim önce sıkı bir uyku çekmem lazım."

Ronî kocasına baktığında yüreği burkuldu. Onun da hali perişandı ve her şeye rağmen ayakta kalabilmek için çabaladığını görüyordu. Eskiden böyleler miydi halbuki. Miran Şahinoğlu sertliliğinin yanı sıra hayat canlısı bir yanı vardı. Gülerdi ama en çok karısına güler ve en çok onun yüzünü güldürürdü. Çünkü kendine enerji depoladığı kaynağı karısının gülüşüydü.

Ronî ayağa kalkan kocasına yaklaştı ve çıplak vücudunun üzerinden ona sarıldı. "Toparlanmaya ihtiyacımız var ve bunu birbirimizin desteği olmadan yapamayız." Başını kaldırdı ve çenesini kocasının kaslı göğsüne koydu. "Miran yoksa Ronî yok..."

"Ronî yoksa Miran yok..." Aşkla baktığı gözlerine tutundu ve bir süre orada kaldı. Bu adam böyle bakmaya devam ederse ve böyle sevmeye devam ederse en kısa sürede toparlanır ve gücünü kazanırdı. Ondan vazgeçme fikri aklından tamamen silinmiş durumdaydı. Güveniyordu, onu ayakta tutan, yanında tutan yegane güçtü. Yıkılan bu adamı kaldırmayı kendine görev bilmişti. Zira iki kadının hayatını omzuna atmışlardı.

Miran uzanıp karısının dudaklarına dudaklarını değdirdiğinde öpmekten korktu. Onu istememesinden korktu. Başka bir kadının varlığını hatırlayıp ona dokunmasına izin vermemesinden korktu. Uzak kalamıyordu. Arzuyla dolan gözleri karısının güzel yüzünde gezinirken gözbebekleri titredi. Tüm vücudunu bir heyecan sardığında bacaklarından gücün gittikçe uzaklaştığını hissediyordu. Bir dokunuşu onu titrek bir hale getirdiğinde Miran bunu kendine yediremeyip gülmüştü. "Beni ne hale getiriyorsun?" diye soluduğunda Ronî'nin de gülümsediğini görmüştü.

"Ronî'yim ben... Tek bir dokunuşumla tüm direncini söndürürüm." Kadının da gözleri arzuyla titreşirken kocasının dudaklarına bakmaya devam etti. Tüyleri diken diken olmuştu. Sanki yedi yıllık evli değillermiş gibi hâlâ ilk günkü gibi arzuluyorlardı birbirlerini. "Unuttun mu?"

"Unuttum..." dedi ve dudaklarını karısının dudaklarına kışkırtıcı bir şekilde sürtmeye devam etti. "Hatırlatsana."

Ronî güldü ve kocasının dudaklarına kapandığında gözlerindeki arzu birer aleve dönüştü sanki. Oradan tüm bedenlerine yayılan o ateşi hissediyorlar ve dokundukları her yer ellerini yakıyormuş gibi başka bölümlere kaydırıyorlardı. Miran karısını belinden yakalayıp kendine hapsetmek istercesine kendi bedenine sabitlediğinde Ronî daha bir hırsla kocasının dudaklarına gömüldü. Özlem her bir yanlarını sarmış ve onları mahvetmişti. Sanki yıllardır birbirlerinden uzak kalmışlar gibi öyle muhtaçlardı ki birbirlerine, dudaklarını kanatmamak için çabalamışlardı. Zira ikisi de aç bir aslan gibi saldırıyorlardı. Fakat şu an bunun için yanlış zamandı.

"Sana bunu hiçbir zaman unutturmayacağım, Miran Ağa..." diyen kadın kocasının dudaklarından ve kollarından zorlukla ayrılırken nefes nefese kalmıştı. Göğsü inip kalktıkça Miran aklını kaybedecek gibi olduğundan başını çevirip başka şeyleri yüzünde sırıtışla incelemeye koyulmuştu. Unutmayacağından şüphe yoktu. Zira bu kadın aklını almayı çok iyi beceriyordu.

Ronî banyoya gidip kocasından önce kısa bir duş almış ve hemen çıkmıştı. Bedenine sardığı havluyu sıkı sıkı tutarken kapıyı açtığında karşısında kocasını görünce düşürecek gibi olmuştu. "Sık sık seni korkutmalıyım ha?" diyen adamın göğsüne yüzündeki tebessümle vuran kadın hızlıca yanından sıyrılmış ve dolabına gitmişti. Arkasındaki kocasının kahkahasını duyduğunda duraksamış ve omzunun üzerinden bakmıştı. Ağrılı yüreğine bir derman gibiydi bu. Gülmeye ihtiyaçları vardı ve kocası bunu ziyadesiyle başarıyordu.

Ronî hazırlığını yavaş tutmaya özen gösterip kendine biraz zaman tanıyordu. Çünkü kumasıyla tanışmak zorundaydı ve Ronî bunu asla istemiyordu. Hazır değildi ve emindi ki gördüğü an yüreği sızım sızım sızlayacaktı. Buna katlanmak oldukça zordu. Şimdi onunla tanışmaktan kaçıyordu fakat artık ömür boyu onu görecek, onunla oturup kalkacak ve gülecekti. Yarın bir bebek istediklerinde ve Miran bunu yapmak zorunda olduğunda karnının büyüdüğünü gün be gün izleyecek ve kendi bedenini suçlayacaktı. Halbuki bir bebek verememek bir eksiklik değildi, zira kadınlar çocuk doğurunca tamamlanmış olmuyordu. Onları tamamlayan karakterleri, hayata karşı mücadeleleri ve güçlü duruşlarıydı. Aslında bir adamın sevdasına da ihtiyaç duymazken, sevgi gibi güçlü bir bağın hayatında olmaması bir kötülüğü getiriyordu.

Bugün her zamanki giydiği kıyafetlerini giymeyip siyah giyinmeyi tercih etmiş ve siyah tülbentini takmıştı. Onlara bunu yapan ailesine, sizin yaptığınız düğün benim cenazemdi, bunu da kendime yas ilan edip takıyorum, mesajını veriyordu. Solgun yüzünü kapatmak için hafif bir ten makyajı yaptığında hazırdı.

O sırada banyodan kocası çıktığında göz göze gelmişlerdi ve adamın gözlerindeki ateşi görebiliyordu. Miran karısının siyahlar içine bürünmesine hayranlıkla bakarken, başkaldırdığını anlamıştı. Hakkıydı elbette. Bu hayatı seçmemiş ve köşe bucak kaçmışlardı fakat onlar zorla kaderlerine yön vermişler ve üçüncü kişiye de eklemişlerdi. Karısına destek olurcasına özellikle siyah kazak ve siyah pantolon seçen adam bir meydan okumaya bayrak açmıştı.

"Seninle her zaman gurur duyduğumu bil..." Uzanıp karısının alnına bir öpücük kondurdu Miran. "Ne yaparsan yap, en büyük destekçinim!"

Ronî sımsıcak gülümsedi. Daha kumasıyla tanışmamışken kocasından öyle bir güç almıştı ki, neredeyse eski haline dönmüştü. O güçlü kadına, o senelerdir yılmayan kadına, Ronî Şahinoğlu'na...

İkili odalarından çıktığında sessizlikle karşılaşmıştı. Saat daha erken olduğundan konak oldukça sessizdi. Belli ki herkes uyuyordu. Miran öncelikle kuma karısının yanına gitmeli ve onunla konuşmalıydı. Bunu karısına söylememek için ikinci kata geldiklerinde çalışma odasına gitmesi gerektiğini söylemişti. Ronî'nin aşağı indiğinden emin olana kadar izlemiş ve adamlarını onun kapısına çevirmişti. Kapıyı tıklattığında birkaç saniye beklemişti ama içeriden ses gelmemişti. Bir kere daha tıklattığında Zêrav'ın incecik sesini duyduğunda yavaşça kapının koluna asıldı ve yavaşça açtı. Zêrav yeni uyanmış olacakki hâlâ yataktaydı ve hâlâ üzerinde gelinlik vardı. Miran şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdığında sorarcasına kadına baktı.

"Niye üzerindekini çıkarmadın?" diye sorduğunda beklediği cevaptan korktu. Gelinliği onun çıkarmasını isteyecekse bunu yapamazdı. Yıllar önce sevdiği kadının gelinliğini zaten çıkarmışken başka bir kadının daha gelinliğini çıkaramazdı. Onun sıfatına uymuyordu ve bunu bile karısına ihanet olarak görüyordu.

"Sen gittikten sonra yorgunluktan uyuyup kalmışım..." diyerek cevapladığında Miran rahatladığını hissetti ve kasılan bedenini gevşetti. Bu kadın onu yormayacağa benziyordu. Açıkçası bu konuda şanslı hissediyordu kendini, zor duruma düşmüyordu. Karısına ihanet ettiği hissini yüreğinde taşımıyordu. "Şimdi uyandım."

Miran daha fazla kadına bakmayıp başını çevirdi ve etrafı izlemeye koyuldu. O onun eşiydi ama bakmak, yüreğine ihanet tohumunu ısrarla ekmek istemiyordu. Az önce bile ona yalan söylerken yüreği kıyılmıştı. "Bir sorun mu var?" diye soran kadınla birlikte dikkati dağıldı ve kadına döndü. Uzun süre düşünceye dalmış olmalıydı.

"Dün gece olanlar..." diye söze girdiğinde Zêrav dikkatle adamı inceliyordu. "Aramızda bir şey olmadığını kimseye belli etme. Etme ki senin de benim de başımız ağrımasın. Tamam mı?"

Zêrav bir an gözlerini kısıp adamı incelerken ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalıştı. Tamam, bu adamı istemiyordu, kocası olarak görmüyordu, bunun karşılıklı bir durum olması onun işine geliyordu ama bu nereye kadar böyle sürecekti?Açıkçası dün gece oturup kara kara bunu düşünmüştü. Buraya getirilmişti korkunç bir anlaşma üzerine. Birbirlerini istemediklerini söylemişlerdi ama Reşad Ağa bir bebek istediğinde ne olacaktı? Sanki kadınlar için bebek doğurmak bir görevmiş gibi bunu normal karşılamaları kanına dokunuyordu. Birbirlerinden sürekli kaçarak nereye kadar varabilirlerdi? Bu evde bir kuma olarak çocuk vermeden nasıl yaşayabilirdi? Daha doğrusu yaşatırlar mıydı?

"Benimde işime gelir ama..."

"Bir çaresini bulacağım, Zêrav." derken kendisi bile emin değildi. "Bu cehennemden bir çıkış yolunu bulacağım."

Zêrav içindeki umutlarını çoktan öldürmüştü. Babası yüzünden öldürdüğü umutlarını başka bir adam yeşertmeye çalışıyordu. Fakat en başta onu öz babası bu cehennem kuyusuna atmışken başka bir adamın onu kurtaracağına inancı yoktu. Bu eve mahkumdu artık, töreye mahkumdu. Şimdi veya yarın değilse bile bir gün bu adama kendini teslim edecek ve o çocuğu doğuracaktı. Bundan başka bir yol yoktu.

"Hayatlarımızdan bile vazgeçtik, Miran Ağa. Töre bir canı bile önemsemiyor, töre bizi öldürüyor ve biz ölüyorken bile çırpınıyoruz. Son nefesimizi verirken bir nefes arıyoruz."

Miran bu kadının haklılığı karşısında dumura uğramıştı. Keşke haklı olmasaydı ama maalesef ki öyleydi. Son nefeslerinde yaşamları için yine de çırpınmayı seçiyorlardı. Umutta işte bu değil miydi? En son umutlar ölmez miydi?

Miran odadan daha fazla beklemeden çıkmıştı. Kapıdan çıkarken avluda annesiyle karşılaştığında şansına, bu odadan çıktığına şahit oluyordu. Bu işine gelirdi. Miran konuşmayıp sadece baktığında Azade Hanım oğlunun tavır yaptığını anlamıştı. Ne yaparsa yapsın onu ve babasını affetmeyeceğini biliyordu. Zira kuma hükmünü bozmak için kendinden bile taviz vermiş, başkaları karşısında küçük düşürmüştü. Ona ve sevdiği kadına bunu yapanları elbette affetmeyecekti. Hele söz konusu Ronî iken. Onun acı çekmesi, ağlaması iken. Miran Şahinoğlu'nu zaaflarından vurmuşlardı. Ve bir adam zaaflarından vurulmuşsa kolay affetmez kırıldığı o yerden kolay toparlanmazdı.

"Oğlum?" diyen Azade Hanım omzundaki şalını sımsıkı tutarken soğuğa meydan okuyordu. Yüksekova'nın keskin soğuğu kadar oğlunun soğuk bakan gözleri içine işliyordu. Bir anne için zor bir andı. "Hayırlı sabahlar. Erkencisin?"

"Uyku tutmadı, zor bir geceydi. Sayenizde..." Miran açık konuşmaktan geri durmadı. Azade oğlunun söylediğine takılmadı. Açıkçası dün gece gerdeğe girmez sanıyordu ama oğlu onu yanıltmıştı. Yarın bir gün yıllardır bekledikleri müjdeli haberi de alırlardı. "Çarşaf almaya mı geldin?" diyen Miran kapının önünde öylece dikilmişti. Annesine geçit vermeyeceği kesindi. Azade Hanım kara kaşlarını çatmış ve oğluna kara gözlerini dikmişti.

"O nasıl soru Miran? Elbette onun için geldim." Bu saçma durum Azade Hanım için normaldi. Çünkü o bir eski topraktı ve geleneğine bağlılıkları güçlüydü. Miran'ın içi öfkeyle kavrulsa da kendini dizginlemeyi bilmişti annesine karşı. Zira bu öfkesi karşısında kim varsa tanımazdı.

"Ne o? Namusu çarşafa akan kan mı sanıyorsun? İki bacağın arasından ibaret mi sanıyorsun? Ben sana söyleyeyim mi? Namus onur demek, ahlak demek, bunlara sıkı sıkıya bağlılık demek." Azade Hanım'ın şaşkınlıkla gözleri büyüdüğünde kaşları iyice çatılmıştı. Bu nasıl konuşmaydı böyle? Bu ne cüretti? "Namussuzluk nedir onu da söyleyeyim mi anne? Ahlak kurallarını hiçe sayan, onu çiğneyen ve uymayan demek. Tıpkı bize verilen kuma hükmü gibi..."

Azade Hanım oğluna bir yere kadar katlanabilirdi. Ne söylediğinin farkında mıydı? Annesine, bir Hanımağaya nasıl böyle konuşabilirdi? Ona bu cesareti kim veriyordu? "Ne demek istiyorsun sen bana? Ahlaksız, namussuz muyum ben?"

"Üzerine niye alınıyorsun? Ben sadece namusun tanımını yaptım. Yoksa sen de kuma hükmünü verenlerden biri miydin? Karşı durdum dedin ya?" Miran açıkça ima etsede annesiyle oyun oynuyordu. Azade Hanım bu oyunu yakaladığından sakinliğini koruyarak oğlunu cevaplamıştı.

"Fazla ileriye gidiyorsun Miran Ağa! Bir susarım iki susarım..." Azade Hanım ne kadar oğluyla gelinine değer verse de, onların sevdalarına saygı duyup sahip çıkmak istemişse de, bir aşiret olduklarını unutmayıp geleneklerine bağlı kalmayı tercih etmişti. Şahinoğlu Aşireti'nin ağası Reşad Şahinoğlu'na karşı duracak halleri de yürekleri de yoktu. Tabi oğlu sevdası uğruna geleneklerini çiğneyip bir düzene karşı çıkmış ve kaçmıştı. Ama eninde sonunda geri dönmüş ve onlar için yazılmış bu yazgıya boyun eğmişlerdi. Şimdi tüm aşiretlerin gözü üzerlerinde olduğundan bir bebek haberi vermesi şarttı. Hemde hemen...

"Bu çabanı kuma gelmesi için gösterdiğinden susmayı iyi bilirsin anne. Üçüncüsüne de susarsın merak etme." Azade Hanım oğlunun dediklerine karşı susmayı tercih etmişti. Onun için zaten zor bir durumken daha fazla üzerine gidip başka bir yükü sırtına eklemek istemiyordu. "E hadi ne bekliyorsun? O çarşafı alamayacaksın anne. Namus onur ve ahlak demekse o kadın benim hem onurum hem ahlakımdır."

Azade Hanım ciğerine derin bir nefes çekip oğluna ters ters bakıp oradan ayrıldığında Miran rahatlamış bir şekilde omzunu düşürmüştü. İçeri girip bir çarşaf isteseydi bir ton laf yiyeceğinden en baştan annesinin girmesini engellemişti. Tabi söylediklerinden pişman değildi zira büyük bir haklılık payı vardı. Bu saçma adetlerden bir an önce vazgeçmeliler ve topluma uygun ahlak ve onur sınırları içersinde davranmalılardı. Bu dediği onlara büyük bir saygısızlık olduğunu biliyordu ama gerçek buydu.

Kapının önünden ayrılan Miran aşağı babasının yanına inmeden bir sigara yakmak istediğinden yönünü çalışma odasına çevirdi. İçeri girdiğinde kardeşi Şiyar'ı masanın başında dağınık bir halde çalışırken görmeyi beklemiyordu. Miran kapıyı kapatıp çalışan kardeşinin yanına vardı. "Hayırdır oğlum? Gece gece rüyanda mı gördün?"

Şiyar yorgunca gözlerini abisine çevirdiğinde tebessüm etti. "Başında onca şey varken sırtından bu yükü almak istedim. İşler çok birikmiş, gece birçoğunu hallettim." Abisi zaten yeterince hayatıyla uğraştığından bir de bununla uğraşmasın diye çabalamıştı. Tam bir aydır çetin bir savaşın içinde olduğunu bildiğinden bundan uzak kalmasını istemiş ve işleri devralmıştı.

Miran kardeşine gülümseyip "Eyvallah." demiş ve sırtını sıvazlayıp pencerenin önüne geçmişti. Tüm düzenleri yerle bir olmuştu. Son bir aydır bu evde günler olaysız geçmiyor ve bir düzen tutturamıyorlardı. Rutinleri bu olmuştu. Bağırıp çağırmak, kırmak dökmek. Şiddet yanlısı bir aile bireyi yokken bile en küçük kardeşi kavgalara karışır olmuştu. Kız kardeşleri derslere odaklanamıyor ve Miran'ın telefonu öğretmenler tarafından sürekli aranıyordu. Özellikle babalarının geçirdiği bu ani kalp krizinden sonra sürekli onu düşünür olmuşlar ve kendi iç çatışmalarını eve yansıtmamak için kendi kendilerini mahvetmişlerdi. Kendi paramparça olmuşken dağılan ailesini de toparlayacak gücü kalmamıştı. Odaklandığı tek şey Ronî'siydi ve önceliği sevdiği karısındaydı. Çünkü bu evde ondan başka bu kadar dağılan olmamıştı. Hem onunla ortak bir yaraya da sahiplerdi. Evlat hasreti... Yedi yıldır çektikleri ıstırabın adı buydu.

Bedenini yorgunluktan ve uykusuzluktan taşıyamayacak hale gelmiş ve bir an önce yemeğini yiyip yatma derdine düşmüştü. "Bugün de beni idare edin yarın her şeyi rayına oturtacağım." diyen Miran sigarasından uzunca bir nefes çekmiş ve ciğerlerine doldurmuştu.

Şiyar bilgisayardan başını kaldırıp abisine ters ters baktı. "Abi sen işleri kafana takma. Bak hallediyorum işte. Dewran da elimden büyük bir çoğunluğunu aldı zaten. Tüm gününü şirkette geçiriyor." Miran tebessüm etti. Kardeşleri de olmasa iyice bataklığa düşecekti. "Yalnız İstanbul'a bazı iş adamları geliyor. Yaptığımız anlaşma üzerine bir toplantı gerçekleştireceğiz. İstersen..."

"Oraya ben giderim." dediğinde Miran'ın aklına bir plan düşmüştü. Ronî babasının evine gidip kafa dinlemekten bahsetmişti. Onun yerine karısını alıp İstanbul'a gider ve birkaç gün orada yalnız başlarına toparlanma fırsatı bulurlardı. "Ronî'nin de benimde toparlanmaya ihtiyacımız vardı zaten. Birkaç gün kalırım, iyi olur."

Şiyar başını salladı ve "Ne halde şimdi kim bilir." dedi. Ronî'yi severdi. Ronî herkesle arasını iyi tutmaya çalışır ve anlaşırdı. Ne çok sıkı sıkıya bağ kurar ne de çok uzak kalırdı. Yalnız damarına basanın canını yakmaktan geri durmazdı. Yüzü güzeldi ama tersi pisti.

Abisinin yüzüne bakılacak olursa oldukça dağılmıştı. Abisi o dağıldıkça karısıyla beraber daha çok dağılıyordu. Gücünü, enerjisini, huzurunu ondan alıyordu. Şu an bile ayakta durabiliyorsa karısından aldığı gücün ve sevgisinin sayesindeydi. "Çöktü, Şiyar. Herkese başını dimdik tutan o güçlü kadın çöktü. Üzerine bir kadın getirdiler ve ona rağmen o aşağı inecek, onlarla konuşacak, oturup kalkacak."

"Ronî'yi bilirim. Çok dirençli. Şimdi başka bir kadın olsaydı ucunda ölüm olduğunu bildiğinden kaçmazdı. Töre derdi en başta boyun eğerdi. Ama o başkaldırmayı seçti. Aşkını, sevdasını korumayı seçti. Seni seçti abi..."

Miran geçmişi anımsadığında zihnine kaçtıkları o günden birer parça anılar düştü. Hastane randevusu diye evden çıktıklarında akıllarına onların kaçacağı düşüncesi düşmemişti. Çünkü Miran Ronî'yi hiç bıkmadan usanmadan hastaneye götürüyor ve asla içindeki umudu öldürmüyordu. Kaç gece Yaradan'a yalvarıp onun için her gece namaz kılıp bir bebek vermesi için dua ettiğini hatırlamıyordu. Tek temennisi sevdiği kadından bir bebeği olması ve olmadığı her an kuma hükmünü vermemeleriydi. Fakat korktuğu başına gelmişti. Babası bir gün eve gelmiş ve aşiretin bebek haberi beklediğini ona bildirmişti. Miran'ın o an hissettiği bir hançerle kalbini deştikleri ve kapanmaz bir yara açtıklarıydı. Hâlâ orasından kanıyor, sızım sızım sızlatıyordu.

Bu hükmü bildirdikleri ilk an Miran babasına koca bir adam olarak yalvarmaktan ayağına kapanmaktan çekinmemiş ve yalvarmıştı. Baba ben karımı seviyorum. Çek vur beni al canımı ama bana başka kadın deme. Ben ona bunu yapamam. Göz göre göre onu ateşe atamam. Onun acı çektiğini görmek bana zulümlerin en büyüğüdür zaten. Reşad Ağa uzanıp oğlunu kaldırmaya yüreği el vermemişti. Bir torun şarttı. Ağalık kendinden sonra en büyük oğluna, Miran Şahinoğlu'na geçeceğinden onda bir varisinin olması şarttı. Ben Şahinoğlu Aşiretinin ağasıysam benden sonra başa geçecek, bu Aşirete ağalık yapacak olan yine sensindir oğlum. Bir varisinin olması şarttır. Ben hâlâ sağ isem bir torun şarttır! Demiş ve oğlunun isteğini kesinkes reddetmişti. Ben ağalığı da paşalığı da istemiyorum. Hiç birinde gözüm yok! Dışarıda adım kısıra da çıksa yumarım gözümü kapatırım kulaklarımı. Yeter ki karıma bunu yapmayın. Öz yeğenine, Piroz Şahinoğlu'nun emanetine bunu yapmayın! Annesinin isminin geçmesi bile Reşad Şahinoğlu'nu bu inadından döndürmemişti. Öyle bir gözü kararmış ve öyle bir hale gelmişti ki yeğenini bile bile ateşe atmaktan çekinmiyordu. Son sözüm budur Miran! Sözümün üstüne söz söylenmeyecek! Kalk ayağımın dibinden yalvarma bana daha!

Babası bunu dedikten sonra yılmamış ve birkaç aşiret ağasıyla görüşmek istemişti. Birilerinin çaresizce ona yardım etmesini ve bu kararı def etmelerini sağlamaya çalışmıştı. Herkes onun yüzüne kapıyı çarpmış ve tüm çıkışlarını kapatmışlardı. Bu kadar insan bir olup üç insanın hayatını yerle bir etmeye nasıl da heveslilerdi?

Miran'ın bedenini ani bir öfke dalgası kaplasada, tüm öfkesi yumruklarında toplansa da kendini zorlukla dizginlemiş ve aklına Ronî'sini getirmişti. Onun ismi bile, sesi ve kokusu bile tüm sinirini yatıştırıyor ve saniyede sakinleştiriyordu. Ondan aldığı güç tam olarak buydu. Hayatının merkezinde olan kadın yerini kimseye bırakmıyor ve her şeyini yönetiyordu.

Yetmemiş, Miran Ağa kendinden iki yaş küçük evli kardeşine ağalığını devretmek istemişti. Biliyordu ki onun ve eşinin hiçbir sağlık sorunu da yoktu ve kolayca bebek sahibi olabilirlerdi. Dewran ve eşi Delal üç senedir evli olmalarına rağmen abisinin çocuğu olmuyor diye çocuk yapmamışlar ve ağalığı daha en başından istemediğini böylelikle belirtmişti. Dewran abisine ağalık taslayamaz, bir oğlu olursa onu varisi yapamazdı. Bu ona tersti. Saygı her şeyden önce geliyordu ve abisine saygısızlık ataya saygısızlık demekti.

Böylelikle son çare diyerek yönünü çevirdiği kapı da yüzüne sert bir şekilde kapanmış ve cehenneme bir adım daha yaklaştığını hissetmişti. Hastane bahanesiyle karısı ile kaçtıklarından izlerini kaybettirmeye çalışmış ve oldukça başarılı olmuşlardı. Birkaç günlüğüne Edremit'te kalmayı düşünüp oraya yerleşseler de daha gecelerini bile geçiremeden ansızın Reşad Ağa'nın kalp krizi haberiyle apar topar Hakkâri'ye dönmüşlerdi. Azade Hanım sanki oğlunun suçuymuş gibi Reşad Ağa'nın kalp krizini onların kaçmasına yormuş ve bir süre oğluyla ve geliniyle konuşmamıştı. Miran bir yandan annesini haklı bulsa da diğer yandan hayatları pahasına savaştıklarından hiçbir zaman utanç duymaması gerektiğini anlamıştı. Tüm ailenin darmadağın olduğunun bilincindeyken babası uyanır uyanmaz onun kabul edip etmeyeceğinin sualiyle karşı karşıya kaldığında sessiz kalarak olumlu bir cevap vermemiş ama olumsuz bir cevapta vermemişti. Babası hasta yatağındayken ve ölüm ona bu kadar yakınken onu üzecek sinirlendirecek hiçbir şey dememiş ve yapmamıştı.

****

Zêrav başka evde ailesinden uzakta gözlerini açmaya alışkın olmadığından yerini oldukça yadırgamıştı. Üstelik gözlerini açtığında karşısında direk kocasını bulması garibine gitmişti. Ona dün akşamki durumlarından kimseye bahsetmemesini ve her şey sanki usulüne uygun gidiyormuş gibi davranmasını istemişti.

Dün gece... Kocası odaya girene kadar korkudan delirdiğini hissetmişti. Dini nikahları kıyılırken bile dönüp bir an bile göz göze gelmemişler ve birbirlerinden köşe bucak kaçmışlardı. Reşad Ağa'nın baskıcı bakışları üzerlerindeyken imama, hayır ben kabul etmiyorum, demek oldukça zor gelmişti. Üstelik bu adam daha bir buçuk ay önce kalp krizi geçirmişti.

Nikahtan sonra odasında beklediği süreci korkuyla geçiren Zêrav bunun boş bir korku olduğunu kocası odaya geldikten ve yaptığı konuşmadan sonra anlamıştı. Kocası ilk karısını çok sevdiğini söylemiş ve ondan sevgi beklememesini belirtmişti. Şayet kocası bunu söylemeseydi Zêrav da aynısını ona diyecekti. Ondan sevgisini istemiyordu. Ondan dokunmasını bile istemezken çocuğu hiç istemiyordu. Ama Reşad Ağa onu buraya gelinlikle getirmişse kefen giymeden bırakmayacaktı.

Bundan sonraki süreç için korkuyordu. İlk üç ayı belki bir şekilde atlatabilirlerdi fakat diğer aylarda mutlaka bir bebek haberi vermelerini isteyeceklerdi. O zaman Zêrav kendini bu adama teslim edebilecek miydi bilmiyordu. Hoş, en başta sanki o adam ona dokunmak isteyecek miydi ki? Daha gözlerine bile bakmazken tenine nasıl dokunabilirdi?

Zêrav ileriyi düşünürse bir çıkmaza gireceğini bildiğinden yatağından kalktı ve aynanın karşısına geçti. Allahtan üzerindeki gelinlik zor çıkarılan türden değildi. Hemencecik çıkarabilmiş ve onu kenara koyup banyoya girebilmişti. Sıcak suyun altında saatlerce kalsa dahi ruhunu dinlendiremeyeceğini bildiğinden aşağıda onu beklediklerinin bilincine varıp hemen çıkmaya koyulmuştu. Adetlere göre yeni gelinler evlendikten sonraki gün beyaz gelinlik giyiyordu. Dün gece o adamın karısı olmadığından kendini bu evin bir gelini olarak görmese de mecburiyetten bu elbiseyi giymişti. Herkesi dün gece bir şeyler olduğuna inandırmak zorundalardı. Koyu kumral, beline kadar uzanan saçlarını toplayıp beyaz tülbentini de üzerine geçirdi. İlk gün diye çok abartmadan hafif bir makyaj yapan Zêrav iyi bir izlenim bırakmak istiyordu. Zira yüzü bir ölüden farksız solgun ve bembeyaz görünüyordu.

Üzerine geldiği kadın evde miydi yoksa babasının evinde miydi bilmiyordu. Eğer evdeyse inip onunla nasıl tanışacağını ve yüzüne nasıl bakacağını bilmiyordu. Kendisinin zor bir durumun içinde olduğunu biliyordu fakat o kadın için daha zordu. Yıllardır süregelen alışkanlıklarına ve yaşamına artık başka biri girmişti ve tepetaklak olmuştu. Bunu düzene oturmak yine yıllarını bile alabilirdi. Fakat bu çok zor olacaktı. Bir bebek hasretinin onu ne derecede yıkacağını biliyordu.

"Allah'ım sen aklıma mukayyet ol. Bana sabır ver. Sabretmesini bileyim ki, yıkılmayayım. Yıkmayayım..."

Tüm vücudunu birden bir titreme aldığında oldukça heyecanlı hissediyordu. Heyecanının yanında korku da vardı. Çünkü o bir kumaydı ve bu evde onu az çok nasıl karşılayacaklarını biliyordu. Eleştirecek, belki de sert sözlerde bulunup itilip kakılacaktı. Zêrav buna müsade edebilecek bir kadın değildi. Eleştirilerine bir şekilde göz yumabilirdi fakat iş daha ileri boyuta taşındığında bu sefer farklı yönünü gösterebilirdi. Her zaman güler yüzlü olmalıydı. Fakat o bu durumda gülmeyi nasıl başarabileceğini dahi bilmiyordu.

Kapıyı açtığında Doğu'nun sert havasıyla karşılaşsa da metanetini koruyup zorlukla aşağı inebilmişti. Öncelikle mutfağa mı yoksa kayınvalidesinin yanına mı geçeceğini bilmiyordu. En doğrusunun kayınvalidesinin yanına gitmek olduğuna karar verdiğinde yönünü  kadınların girip çıktığı oturma odasına çevirdi. Başını usulca içeride gezdirdiğinde kayınvalidesini baş köşede sedirde oturur halde bulunca gerildi. Üzerine geldiği kadının daha kim olduğunu dahi bilmiyordu.

"Zêrav!" diye seslenen kayınvalidesi ile odada gezen bakışlarını kayınvalidesine sabitledi. O an tüm herkesin ona baktığını gördü. Daha bir gerilen kızın vücudu iyice kaskatı kesilmişti. "Gelsene kızım neden orada bekliyorsun?"

Zêrav bir aptal gibi görünmemek için hızlı hareket ederek içeri girdiğinde herkeste teker teker gözlerini gezdirdi. Ne düşmanca bakış ne de daha farklı bir bakış vardı. Neredeyse hepsinin gözü ona merakla bakıyor ve dikkatlice süzüyordu. Fakat aralarında tek bir kişi gözlerindeki saf öfkeyle bakıyordu ve Zêrav bu kadının üzerine geldiği kadın olduğunu düşünmüştü. Biraz garipsemişti o an çünkü çok küçük duruyordu.

"Günaydın, Azade Hanım." diye selamladığında sesi gerginlikten kısık çıkmıştı.

"Günaydın kızım." diye karşılık veren Azade Hanım'ın duruşuna tezat yüzünde sıcak bir gülümseme vardı. Ve yine her zamanki gibi elinden düşürmediği tesbihi ona ağırlık katıyordu. "Geç otur." diyerek sağındaki yerini gösterdiğinde Zêrav tereddütte kaldı.

"Ben bir mutfağa da baksaydım belki..." diyecekken Azade Hanım söze tekrar girerek onu susturmuştu. Daha ilk günden ilk sabahından çalışmak, hizmet etmek olmazdı. Hem daha kimseyle tanışmamıştı.

"Sen bugün otur kızım. Daha sonra sana tüm konağı gezdirir, görevleri söylerler." Azade Hanım tekrar sağındaki boş yeri gösterdiğinde Zêrav ikiletmeden gidip oturmuştu. Birilerinin bir şey söylemesini ve ilk tanışmayı gerçekleştirmesini bekliyordu. Özellikle tam karşısında oturan ve kendisine anlamsız bir öfkeyle bakan kadına gözlerini diktiğinde Azade Hanım ile oldukça benzerliklerine rastlamıştı. Bu büyük ihtimalle üzerine geldiği kadın değildi.

"Zêrav bu kadın Reşad Ağa'nın ölen kardeşi Raşit'in eşi, Mihrivan." dediğinde hemen Azade Hanım'ın yanında oturan yaşlı kadına baktı. Kendisini gülümseyerek izlediğini fark edince o da gülümseyerek karşılık verdi. "Bu benim en küçük kızım Zana." dediğinde kayınvalidesi tamda içindeki sorguya bir sonuç çıkarmıştı. Zana kaşlarını ona çatsa da Zêrav ona yine de gülümseyerek karşılık vermişti. Demek üzerine geldiği kadın bu kadın değildi. Neden öfkeyle baktığını anlayamasada bunu kuma oluşuna yordu. Kumalar sevilmezdi ki zaten. "Bu benim ortanca kızım Nûjen." Zana'nın hemen yanında oturan kıza baktığında aynı tebessümü ona sunduğunda bu sefer ters bir karşılık almamıştı. Kız dudaklarını hafifçe yukarı kıvırıp başıyla selam vermişti. "Bu Mihrivan'ın küçük kızı Şeyda. Bu da büyük kızı Zelal." Zêrav aynı tebessümle onlara da selam verdi. Mihrivan Hanım ve kızları burada mı yaşıyordu merak etmişti.

Zêrav'ın asıl merak ettiği üzerine geldiği kadındı fakat o burada değildi. Babasının evine gitmiş olacak ki henüz içeri gelen olmamıştı. Bu düşünceyle rahatladığını düşünse de yine de diken üstündeydi çünkü elbet bir gün o kadın gelecek ve elbet ki tanışacaklardı. Derken kapının açıldığını işitince merakla oraya döndü. O an içeriye kendinden daha zıt siyahlar içinde bir kadın girdiğinde asıl kadının o olduğunu anlamıştı. Bakışları direkt birbirlerine kilitlenen bu kadınlar bir süre birbirlerini izlemeye koyulmuşlardı.

Ölüm gibi bir anın içine düşmüşlerdi. Zira zaman bu kadar yavaş akamazdı. Ela ve yeşil gözler keskin bir şekilde birbirlerine bakıyor içine düştükleri bu cehennem ateşini birbirlerinin gözlerinde görebiliyorlardı. Zêrav gözlerinin önünde yüzü kusursuz bir güzellikte olan bir kadının bahtının karalığına, onu soktukları bu çetrefilli yolda güzelliğine kara bir gölge düşürenlere bir kez daha içinden küfretmişti. Bembeyaz teniyle uyumlu yeşil gözleri vardı ve bir bakışta derin bir gölü izlermiş hissine kapılıyordu. Bir kusur olan ve onun kusursuzluğu karşısında önemsiz kalan gözlerinin yeşilinde kahverengi lekeler vardı. Zêrav içten içe kadının bu güzelliğine oldukça sevinmişti çünkü bu kadın bu güzellikteyken Miran Ağa ona dönüp bakmazdı bile. Lakin Ronî öyle düşünmüyordu. Yüreğinde kocasına dair gram bir şüphe olmasa da bu kadının güzelliği karşısında büyük bir şaşkınlığa uğramış ve şüphenin ilk  tohumları kalbine ekilmişti. Buğday ten rengine tam da uyan ve güneşi gözlerine sığdırmış gibi parıldayan ela gözleri, bir ceylanın gözlerini anımsatıyordu. Güneş gibi parlayan bu gözlerde bir hüzün çiçeği vardı ve gittikçe soluyor gibi görünüyordu.

Ronî bu kadını izlerken kendisinin yansımasını izliyormuş hissine kapılmıştı. Onun için de bu durumun zor olduğunu anlamıştı. Daha gencecik yaşlarında törenin mahkumu olmuşlardı ve bu yaşlarında ağır acıların altında kalmışlardı.

Zêrav'ın şalı omzundan düşerken Ronî'nin gözleri o an kızın boynuna kaydığında ipin izlerini görmüştü. Daha gencecik görünen bu güzel yüze boynundaki iz çok tezat duruyordu ve Ronî o an onlara ne yaptıklarını daha iyi anlamıştı. Ronî direnişini gözlerindeki güçlü ifadeyle ve düşmeyen başıyla gösterirken, Zêrav dik duruşuyla ve gerdanındaki günahın izleriyle gösteriyordu. Bu iki kadın her şeye rağmen dimdik duruyor, başlarını eğmiyorlarlardı.

Şimdi birbirlerinin gözlerine bakıpta ayakta kalmak bile zorken onların başı tek bir an eğilmemişti bile. Ama elbet yoruldukları günler gelecekti. Anlaşamadıkları, birbirlerine ters düştükleri ve delicesine kıskandıkları günler gelecekti. Biri başka yerden eksikken diğeri o yerden tamamlanıyordu. Ama hiçbir zaman tam olarak tamamlanmış hissetmiyorlardı. Çünkü zaten onlara kefen giydirdikleri gün ömürlerinin yarısını almışken nasıl tamamlanmış hissedebilirlerdi?

Bir kadın beyazlar içindeyken diğeri siyahlar içindeydi. Bir kadın kefeni giymiş ve giydirmişken diğer kadın öldürdükleri hayatları adına yas tutuyordu. Böylelikle birbirlerini tam olarak bu şekilde yansıtıyorlardı...

....

Bölümü nasıl buldunuz?

Bu iki kadın her şeye rağmen güçlü duruşlarını koruyabilecek mi dersiniz?

İkisindeki bu eksiklik sizce tamamlanabilir mi?

Miran Ağa ilerde bu iki kadın ile ömrünü nasıl geçirecek? Sizce eşitliği sağlayabilecek mi?

Bu sefer bölümü uzun tutmaya çalıştım. Eğer sıkılırsanız belirtebilirsiniz.

Düşüncelerinizi merakla bekliyorum.

Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın.

4. bölümde görüşmek üzere. Sağlıcakla kalın.🕊️🤎

Continue Reading

You'll Also Like

Lavin By Elifnur

General Fiction

176K 10.4K 33
İntikam uğruna kaçırılmış Lavin. Dedesi tarafından hayatı cehenneme çevirilen Lavin. Babası ve annesi tarafından sevilmeyen Lavin. Bebek iken diğe...
311K 8.9K 37
Mirhan ağa kaşlarını kaldırarak karısının saçını okşayarak kulak arkasına aldı. Karısının öpmekten şişen dudaklarına alayla sırıtıp burnunu çenesinin...
SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

3.7M 173K 9
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
237K 20.3K 40
Binbaşı Ömer KURT... Anne ve babası şehit olduktan sonra yetimhane de büyüyen Ömer, vatanım için son kanıma kadar savaşacağım diyerek asker olur. Kal...